GeceKuşu tarafından postalanan herşey
-
ÜNİVERSİTE ve ÖĞRENCİ
Öğrenci kutsaldır, üniversiteleri yöneten rektörler onlara saygılı davranmalı.. Ama çoğunluğunun akademik çalışmalarının yetersiz düzeyde olması, onların önünde büyük engeldir… Öğrenci Tutuklamak ve Rektörlere Bakmak Adları üniversite olduğu halde kendileri bu tür kurumlar olmaktan maalesef çok uzak olan bazı müesseselerimizde bugünlerde muhtelif "suçlardan" ardı ardına öğrencilerin çeşitli çezalar aldıklarını işitiyorum. Buna çok üzüldüm, zira benim öğretmen olarak ilk kuralım şudur: Öğrenci kutsaldır! Ama öğrenci suç işlemez diye bir kaide olmadığı için de her durumu tek tek incelemeden buna karşı bir yazı yazmaktan kaçındım. Böyle bir incelemeyi yapmaya ise ne vaktim var ne de bilgim buna müsait. Muhakkak bir hukukçu arkadaşımdan yardım almam gerekirdi. Vakit olmayınca bunu da yapamadım. Yalnız, haberlerden öğrenebildiğim üzere konser bileti sattı diye mahkeme karşısına çıkan öğrenciler hakkında karar vermek belli ki hâkimleri bile rahatsız etmiş, ama onlar da ne yazık ki kanun böyle, umarız yakında değişir diyerek çaresiz kararlarını vermişler. Kısacası öğrencilerin yaptığı kanuna karşı gelmek. Şimdi aziz dostlarım, Abbas Güçlü'nün çok eskilerde kalmış bir yazısına dönelim. Aziz dostum Abbas orada bir sürü üniversite rektörünün yayın ve atıf sayılarına bakarak pek çoğunun sıfır çektiğini belgelemiş, bizleri de dehşete düşürmüştü. Yani bu muhterem rektörler, ülkemizde bırakın profesörlüğü falan, doçent bile olabilecek kıstasları dolduramıyorlardı. Şimdi, muhterem basın mensuplarından önemli bir istirhamım var: Bugün faaliyet gösteren tüm rektör ve dekanlarımızın uluslararası atıf endeksine giren dergilerde yayımlanmış yayınlarının ve bu yayınlara alınan atıfların sayısını yayımlasınlar (bu en çok bir saatlik bir iştir). Bunlardan profesör olabilmek için gerekli sayıların altına düşenleri gazetelerinin mümkünse ilk sahifelerinde (ve gene mümkünse bu zevatın fotoğraflarıyla) yayımlasınlar. O zaman ben de, memleketimizde değil, uygar ülkelerde profesör olmanın gereklerini özetleyen bir yazı yazarak muhterem rektörlerimizin kaç tanesinin uygar dünyada profesörlük titrine hak kazandıklarını göstereceğim. O zaman sanırım muhterem savcılarımıza ve anne-babalara iş düşecektir. Dünyada kabul gören kıstasların altında kalan zevatı nasıl üniversite yönetsin diye atarsınız diye onları atayanları umarım mahkemelere taşırlar, biz de milletçe bu gelişmeleri seyreder not alırız. Gazetecilerin bunları korkmadan yayımlayabileceklerini sanmam. Malûm ülkemizde geniş bir basın özgürlüğü var. Onun için gerçek gazeteci gerek. Bunu yapabilecek bir-iki babayiğidin çıkması yeter. Meselâ doğrucu Davut rolüne soyunan Taraf bunu yapabilir mi? Sevgili arkadaşım Neşe bu konuda verileri derleyip meselâ rektör atamalarındaki nihâî otorite olan Sayın Cumhurbaşkanımızla bir röportaj patlatır mı? Bu kadar iyimserlik fazla bile olsa, bir iki sıkı gazeteci en azından verileri yayımlayabilir (zira, yukarıda da imâ ettiğim gibi, bu veriler herkese açıktır). İşte o zaman da çocuklarını ne büyük sıkıntılarla bu üniversitelere yollayan ebeveyne sıra gelecektir. Onlar da hiçbir şeyden korkmadan kıstasları doldurmayan rektörlerin ve onları atayanların peşine düşmelidirler. Ha bunu yapmazlarsa ne olur? Hiiç! O zaman çocuklarının her ağızlarını açtıklarında, her bilgisayar tuşuna vurduklarında kendilerine aslında adam gibi bir şey öğretemeyen professör müsveddeleriyle doldurulmuş okullardan kovulmalarına, hapislere atılmalarına da razı olurlar. Mâlûm memleketimizde bugünlerde Arap hayranlığı moda. Onlara bir Arap atasözü hatırlatayım: «Gözyaşı dökülmeden büyük bir iş başarılamaz». Bir ülkenin yüksek öğretimini düzeltmekten daha büyük bir iş olabilir mi? Var mısınız? ___________________ Prof. Dr. Celal Şengör
-
R.T.“Erdoğan’ın Türkiye’si”...
TÜRK SAHTEKARLIĞI / L’IMPOSTURE TURQE Türkiye’yi iyi bilen bir Fransız yazarı Martine Gozlan, “Türk Sahtekârlığı” (L’imposture Turque) adlı kitabında 2002’den bu yana oluşan Türkiye modelinin “üç hayale” dayandığını yazıyor. “Erdoğan’ın Türkiye’si”, sanıldığı gibi, a.) demokratik bir model b.) laik bir model c.) bölgesinde jeopolitik bir model değildir. Geçen pazar günü Meclis’in Eğitim Komisyonu’nda meydana gelen olaylar Türk demokrasisi açısından önem taşımakta. Bir kere belirtmek gerekir ki, pazar günkü olay, bir bölüm medyanın küçülterek verdiği gibi, Meclis’te sıkça görülen, neredeyse olağanlaşan iktidar ve muhalefet milletvekilleri arasındaki kavgalardan biri değil. Olayın gerçek yüzü şu: AKP grup başkan vekilleri imzası ile Meclis’in Eğitim Komisyonuna bir yasa tasarısı sunulmuştur. Gelecek kuşakların, Türkiye’nin geleceğini biçimlendirecek olan ve toplumun hiçbir kesimine danışılmadan hazırlanan bu önemli yasa tasarısını muhalefet engellemeye çalışmıştır. Bunun üzerine pazar günü, AKP milletvekilleri güç kullanarak muhalefetin Eğitim Komisyonunda bulunmasına izin vermemişlerdir. Komisyona girmek isteyen milletvekilleri dövülmüştür. Komisyon üyesi muhalefet milletvekilleri bile toplantı odasına girememişler ve muhalefetin bulunmadığı bir komisyonda sadece iktidar milletvekillerinin oylarıyla tasarı kabul edilmiştir. Oysa, iktidar Eğitim Komisyonunda çoğunluğa sahip. Muhalefet milletvekilleri komisyona gelip konuşsalar, sonra oylama yapılsa sonuç iktidarın istediği gibi olacak. İktidar ve iktidara yakın basın tarafından sorun, muhalefetin engelleme çabalarına karşı iktidarın önlem alması biçiminde gösterilmeye çalışılmakta. Oysa muhalefetin yasa tasarısını engelleme çabaları ile muhalefet milletvekillerinin güç kullanılarak komisyona sokulmaması ve tek tarafın oyları ile yasanın kabul edilmesi aynı sepete konulamaz. Muhalefetin bir tasarının yasalaşmasını önlemek için “engelleme yapması” (filibuster) parlamenter demokrasilerde sıkça görülen eski bir yöntem. Örneğin İngiltere parlamentosunda, 1983’te İşçi Partisi milletvekili John Golding telekomünikasyon ile ilgili yasa tasarısının kabulünü önlemek için 11 saat konuşmuş. Kanada parlamentosunda 2011 yılında Yeni Demokrat Partisi milletvekilleri posta çalışanları ile ilgili bir yasa tasarısı konusunda 58 saatlik bir engelleme yapmış. ABD Senatosu’nda 1957 yılında Strom Thurmond adlı bir senatör 24 saat 18 dakika konuşmuş ve yasanın geçmesini önlemiş. Böyle pek çok örnek var ama bu örneklerin hiçbirinde iktidar partisi güç kullanarak müdahale etmiyor. “Bunlar artık fazla oldu. Talimatımız yasanın bugün geçmesini gerektiriyor. Onun için onları komisyona sokmayalım, girmek isteyenleri dövelim” demiyor. Demokrasiler şöyle bir dengeye dayanır: Azınlık çoğunluğun karar alma yetkisini, çoğunluk da azınlığın bu kararları eleştirme ve muhalefet etme hakkını kabul eder. Pazar günü bu denge temelinden bozuldu. Milletvekillerinin Meclis çalışmalarına katılmalarının güç kullanarak önlenmesi, demokrasi ile ilgisi olmayan rejimlere özgü bir özellik. Örneğin, faşist İtalya’da, Mussolini’nin Kara Gömleklileri Roma’ya yürüyüp “Duce”nin de kral tarafından başbakan olarak atanmasından sonra, parlamento üzerinde ağır bir baskı uygulanmaya başlandı. Faşist yönetimi eleştiren milletvekilleri vatan haini sayılıyor, sokakta dövülüyordu. Sonunda parlamento tüm yetkilerini Mussolini’ye devretti. Nazi Almanya’sında ise Reichstag yangınından sonra 25 Mart 1933’te yetki yasasını görüşmek amacıyla parlamento toplandı. Ancak toplantıya tutuklanan sosyalist ve komünist milletvekilleri katılamadı. Toplantı, Meclis içinde ve dışındaki SA birliklerinin (Sturmabteilung-Hitler’in iktidara gelmesinde önemli bir rol oynayan, Nazi Partisi’nin paramiliter birlikleri) baskısı altında yapıldı. Tasarı lehine oy vermeyen milletvekilleri SA birliklerinin tehditlerine maruz kaldı. Böyle bir ortamda kabul edilen yetki tasarısı ile hükümete yasama yetkisi verildi. Bu yasa ile Hitler’in diktatörlüğü yasallaştı. Yetki yasası görüşmeleri sırasında Hitler “Hükümet derin bir dinsel yaşam için gereken koşulları yaratmaktadır” dedi. Pazar günü yapılan Eğitim Komisyonu toplantısının da bunlardan farklı olduğu söylenemez. AKP milletvekillerinin baskısı altında toplanan Eğitim Komisyonu’na muhalefet milletvekilleri sokulmadı. Konuşma ve oy kullanma hakları gasp edildi. AKP Türkiyesi’nde meydana gelen olayların amacı iktidarın ideolojisine uygun yeni bir toplum yaratmak. Bu amaç demokrasi kılıfı içinde yürütülüyor. Gerçek amaç halktan saklanıyor. Pazar olayları TBMM’de bir ilk. Türk demokrasi tarihine “Kara Pazar” olarak geçecek. Pazar olaylarının ortaya çıkardığı gerçek şu: AKP iktidarı demokratik meşruiyetini yitirmekte, Türkiye’de giderek büyüyen bir rejim sorunu doğmakta. Pazar olayları bunun açık bir göstergesi. Bir yandan bu gidişe karşı koymak, bir demokrasi ve özgürlük mücadelesi vermek, öte yandan bu gerçeklerin halk tarafından anlaşılmasını sağlamak başta CHP olmak üzere tüm muhalefet partilerinin görevi. Türkiye’yi iyi bilen bir Fransız yazarı Martine Gozlan, “Türk Sahtekârlığı” (L’imposture Turque) adlı kitabında 2002’den bu yana oluşan Türkiye modelinin “üç hayale” dayandığını yazıyor. “Erdoğan’ın Türkiye’si”, sanıldığı gibi, a.) demokratik bir model b.) laik bir model c.) bölgesinde jeopolitik bir model değildir. Demokrasi ile yönetilen bir ülkede yaşamak isteyen herkesin, pazar günkü olayların ortaya çıkardığı gerçeği görmesi ve bunu kabul etmemesi gerekir. Ata Fecob
-
Evrimcilerden Masallar-
Anladım, kaynak belirtmekten kaçınıyorsun... Örneğin; ilk olarak Musa, ardından İsa ve son olarak da Hz Muhammedin bunu ifade ettiğini söylemek sana zor geliyor...
-
Evrimcilerden Masallar-
Karşılıklı tartışmayı komiklik olarak mı algılıyorsunuz? Şimdi öyle sanıyorum ki, son yazdığım bu cümleyi bu diyaloğu polemiğe döndürmenin bir unsuru olarak kullanacaksınız... *** Okuduğunuzu ve kanaatinizi sormuyorum size, ""Allahın böyle bir şey söylediğini kim söylüyor?""
-
Evrimcilerden Masallar-
Allahın böyle söylediğini bize kim söylüyor diye sormuştum... *** Başa dönelim konu toparlansın... 1- İlk insanın Adem olduğunu ve cennette yaratıldığını iddia etmiştiniz. Size bunun böyle olduğunu kim söylüyor diye sormuştum... 2- Sizde, Allah Söylüyor dediniz... Bu yanıtınız üzerine size bu sefer "Allahın böyle bir şey söylediğini kim söylüyor?" diye sormuştum...
-
Evrimcilerden Masallar-
Allahın böyle bir şey söylediğini kim söylüyor?
-
Evrimcilerden Masallar-
Kim demişin yanıtını alamadım...
-
Evrimcilerden Masallar-
Kim demiş bunu?... Bunun böyle olduğuna dair bir kanıtınız var mı?
-
TUHAF ZAMANLAR...
'Kayda Geçsin' çünkü;.. ''Umut pek güven duyduğum bir sözcük değil, ben inadı tercih ederim. Umudum yok olsa bile inadım var. '' Gazeteci-yazar Ece Temelkuran'ın son kitabı 'Kayda Geçsin' çıktı. “Kayda Geçsin” çünkü; bu zamanlar, o zamanlar… “Umut pek güven duyduğum bir sözcük değil, ben inadı tercih ederim. Umudum yok olsa bile inadım var. İnsanın, yine de, her şeye rağmen iyi olabileceğine, bu ülkenin içinde, dövüldükçe içinin çok derinine kaçmış bir iyilik tohumu olduğuna dair bir inatçı imanım var. Benim de, benim gibilerin de bu ülkeye dahil olduğunu söylemek, sonra yeniden söylemek için sağlam tutmaya çalıştığım bir inadım var. Biz varız. Yani biz de varız...” Ece Temelkuran, kayıtları çok titiz tutulması gereken zamanlardan bildiriyor bu kitapta. Son iki yıllık tarihine o titizlikle bakıyor. Artık yazamaz hale getirilmenin, kaçınılmaz bir keskinleşmenin tarihine yani. ''Bu ülke merhametini lütfetmeden önce insana muhakkak diz çöktürür. Bu, milyon kez yaşanmıştır bu topraklarda. Yine de bu kaderin değişebileceğine dair bir umudum var mı? Pek yok! Her zaman söyledim bunu. Umut pek güven duyduğum bir sözcük değil, ben inadı tercih ederim. Umudum yok olsa bile inadım var. İnsanın, yine de, her şeye rağmen iyi olabileceğine, bu ülkenin içinde, dövüldükçe içinin çok derinine kaçmış bir iyilik tohumu olduğuna dair bir inatçı imanım var. Benim de, benim gibilerin de bu ülkeye dahil olduğunu söylemek, sonra yeniden söylemek için sağlam tutmaya çalıştığım bir inadım var. Biz de varız. Yani biz de varız...'' ntvmsnbc
-
TUHAF ZAMANLAR...
" TUHAF ZAMANLARDAN GEÇİYORUZ "... (O sessiz ÜÇ NOKTADAN kurtulmadıkça bu 'tuhaf zamanlardan' geçemeyeceğiz...) Çünkü... *Memleketin derdiyle emhal olmuş üniversite öğrencilerinin ümüğüne çökülmüşken... *Kız çocukları saçlarından sürüklenip, yerlere çalınırken... *Açlıktan sokağa fırlamış insanların üzerine zehirli gazlarla hucum edilirken... *Hepimizin telefonları dinlenip, sevgilimize söylediğmiz aşk sözcükleri bile duruşma salonlarında kanıt olarak yüzümüze çarpılırken... *İnsanlar evlerinden bir bir alınıp götürülürken... *Ermeni yurttaşların katilleri mahkeme salonlarında bizimle dalga geçerken, dalga geçerek çıkıp giderken... * Bir depremden sonra naylon çadırlarda donarak ölen bebeklerin sayısını bile öğrenmemiz engellenirken... * Memleketin suyuna, dağına, ağacına sahip çıkan nineler bile tehdit edilirken... * Bunlara öfkelenenler delirtilmek için tek başlarına bırakılmışken... * Ve bütün bunlar olurken "sizin iyiliğiniz için yapıyoruz" diye açıklanırken... ... Biz bütün olan bitenle yaşayabiliyorsak bize bir şey olmuş olmalı. Bize ne oldu? Yanıtını burada bulabilirsiniz... >>> Yurdum insanının tipolojisi; http://www.turkish-m...__fromsearch__1 ...
-
Milliyetçi, Muhafazakarlığın Tipolojisi...
( Milliyetçi, Muhafazakar mı Dediniz?...) Milliyetçi, Muhafazakar Yurdumun/Yurdum insanının tipolojisi ne menem bir şeydir bir inceleyelim: * Düşünmeyi yorucu bulur. Derinlemesine sorgulamayla uğraşmaz. Birisini eskaza yaparken dinlerse haklı bulabilir, ama aynı bildiğini okumaya devam eder. * Kraldan çok kralcıdır. Devletine ve efendilerine laf söyletmez. Nedenler üzerine düşünmeyi sevmediğinden, bunu yapanların doğuştan aymaz ve hain olduğunu düşünmeye meyyaldir. Devletin bir aygıt olduğu ve onu elinde tutanların farklı ve özel amaçlar için kullanabileceğini düşünmek istemez. * Farklılıklardan ve alışkanlıklarının değiştirilmesinden hoşlanmaz. Kendi gibi düşünmeyenler hep düşmandır, dış odaktır, gavurdur. Farklı gördüğü bir şeye saldırıp saldırmama konusunda efendilerinin normalitelerine icap eder. Onların onayladıklarını, bazen mırın kırın etse de kabullenmesi zor değildir. * Güce aşıktır, güçlüden yana olur. Ezilenlere hep acısa da dürtüleri düşeni tekmelemeyi emreder. * Birey olarak korkaktır, kendine güvenmez ve ezik isseder. Küçük de olsa bir topluluk oluşturdukları zaman onun içinde aslan kesilir. Kahramanlık hikayeleri ve sevgisiz, kof bir pohpohlama ile büyütüldüğünden saldırmayı ,yakıp yıkmayı linci kahramanlıklarının bir parçası olarak görür. Anlamaya çalışmak , empati kurmak onun için dünyanın en zor şeyidir.Evreninin merkezinde hep kendisi vardır. * (Pek çoğu için ) Her yerde hayatın sillesini hep yiyendir. Bir kör döğüş içindedir. Net değildir. Hep bir kavga halinde. Öyle bir eziklik hali ki onu savunsanız bile o bunu görmemeyi veya çarpıtmayı uygun bulur. Böyle durumlarda sözlü ve fiziksel şiddetine maruz kalsanız bile kendinizinden çok onun mağdur insan olduğu ile ilgili ikircikli duygular yaşayabilirsiniz. * Paradan hoşlanır. Müslümanın malının ortak olduğu sadece fakirler arasında dolanan bir efsanedir. Evet, yardım yapmayı sevenleri de vardır. Ama önce birilerinden meşru yollarla çalmaları gerekir ki bu çok normaldir. * Normal bir sevgi yoktur pek çoğu için. Sevgi de bile hep bir fanatiklik hali vardır: Ölümüne sever. Hayatında değer verdiği herşeyi kutsar. Herkesin de onları, kendisi gibi kutsamasını ister. Bu istediklerini , kendisinden başkalarının da bekleyip isteyebileceğini düşünmez. Düşünse bile bunun onun için anlamı yoktur. * Sloganları düşünce yapar. Derinlikten hoşlanmaz. Hep bir ezber hali... Ta ki birileri belleğine yeni bir dosya yükleyene kadar. * Aşırı vatansevicidir ama kendi dilinden bir öykü bir roman okumaz. Şiir yazsa da bunlarda argonun ve fanatizmin icrasından ibarettir. Sanatçıların çoğu onun için zaten tukakadır. Türkü dinler. Ancak sadece dinler , onların icra özellikleri, yöreleri, folklorik köken, nitelikleri ile ilgili pek azı fikir edinmek ister. Müzik zevki 2-3 müzik türü ile sınırlıdır. * Aşırı vatansevicidir ama yurdun çakalı , börtü böceği , uçan kuşu, esen yeli, akan suyu, yokolan ormanı ve toprağı ile ilgili hiç bir çalışmada, hiç bir eylemde, hiçbir savunmada isimini cismini göremezsin. Bunlar sevilip korunmadan, hele ki vatanı paylaştığın insanını, bırakın dünyalı görmeyi, uzaydan gelip her yeri zapt etmek isteyen bir Saylonlu olarak görerek vatanın sevilemeyeceğini, ezberini kıramayacağın için anlatamazsın. * Duyarsızlık had safhadadır. Bıçak kemiğe dayanmadan hiçbir şey yapmaz.Sohbetlerde ortaya konan eleştiri , daha çok birşeyleri ya da birilerini çekiştirme biçiminde tecelli eder. Buna karşılık alternatif ürettiği ise pek nadirdir. * Muhafaza etmeyi sever. Çer çöp ne bulurlarsa her şeyi muhafaza eder. Koksa da rahatsız olmaz, atmaz. Aşırı bağlılık ve bağımlılık duyguları buna engeldir. * Evrensel değer üretemez. Evrenle çok fazla işi olmaz zaten. * Bir kahraman üretip onun etrafında kümelenmeyi sever. Biat ederek , dünyevi kaygılardan sıyrılmayı tercih eder çünkü bu onu rahatlatır. Kendisini, ona ve onun etrafında şekillenen değerlere adayarak, en kolay yoldan bir ideale sahip olur. * Erkeğin egemenliğinden taviz vermez. Kendi hayatındaki kadınlara, kendinin yapacağı her türlü pervasızlığı reva görürken başkalarından gelen en masum tavırları kıskanç bir korumacılıkla engeller. Bu uğurda yapamayacağı yoktur. Söz konusu şahıs kadınsa yerinin evi olduğunu bilir. * Erkeğinin işine karışmaz. Güvensiz dünyada en rahat yaşama şeklinin bu olduğunu düşünür, düşünmezse düşündürülür. * ... Bu kısa değerlendirme yazısında izah edildiği gibi, Onu böyle tanıyor olmamız, bizim suçumuz mu şimdi? Yalçın Işık_Mayıs 2008
-
DÖRT+ÖRT+RT
4+4+4 = AKP düzenine uygun insan yetiştirme projesinin bir aşamasıdır... EĞİTİM Bir ülkenin gelişmişlik derecesini, siyasal düzenini, yaşam kalitesini belirleyen vatandaşının niteliğidir. “Her ülke layık olduğu hükümetle yönetilir” Montesquieu’nun bu gözlemi, bir toplum yasasıdır. Demokratik düzeni, hukuk devletini, insan haklarına saygıyı, sosyal adaleti sağlayacak insan kalitesi, niteliğidir. Uyumlu insan niteliği yoksa, demokrasi, hukuk devleti, insan haklarına saygı, adalet, bir özenti olarak kâğıt üstünde kalır. Tartışılan eğitimde 4+4+4 önerisi, AKP düzenine uygun insan yetiştirme projesinin bir aşaması, bir parçası olarak algılanmalıdır. AKP türü iktidarların oluşması, uzun sürmesi, emperyalizmin Türkiye’yi yönlendirebilmesi için, halkın aydılanmaması, eğitim düzeyinin düşük düzeyde kalması gerekir. “Vicdanı hür, irfanı hür, fikri hür” gençlik AKP tipi iktidarlar ve emperyal güçler için potansiyel tehlikedir. Türkiye, nüfus sayısının etkisiyle 20 büyük ekonomi içine girmekle beraber, yaşam kalitesi açısından geri, eğitim düzeyi açısındansa çok daha geri sıralardadır. İşte asıl sorunumuz buradan kaynaklanmaktadır. Türkiye’de eğitim ne düzeyde geri kalırsa, AKP tipi iktidarların sürmesi olanağı o denli güçlenmektedir. *** Eğitim kalitesini belirleyen, derslik sayısı, okul yapımı, teknik donanım, öğrencilere tablet dağıtımı değildir; kaliteyi eğitmen, eğitici belirler. Hemen her eğitim kurumunda bina, yerleşke az çok benzer teknik donanım, demirbaş bulunur, ama eğitim düzeyi, kalitesi çok farklıdır. Bu farkı yaratan da eğitmen kadrosu ve kalitesidir. 1960’lı yılların başlarında ABD’de yüksek lisans yaparken gözlemlerimden biri de, öğrencilerin en azından bir bölümünün bazı öğretim üyelerini izlemeleri, onların ders verdikleri üniversiteleri tercih etmeleri idi. Üniversiteler, kaliteli öğretim üyeleriyle ünlenir. Belli tanınmış hocalardan ders almak bir övünme nedeni olur. Eğitimde temel sorun, sayı olarak öğretmen açığı değil, eğitici kalitesidir. Eğitmen atamalarına, bilgi, yetenek, beceri, yaraşırlık dışında başka ölçüler katarsanız eğitmen kalitesini de, eğitim kalitesini de düşürürsünüz. Belki amaç da budur. Diplomalı, eğitim görmüş etiketi taşıyan yarı cahiller yetiştirmek. Türkiye’de hemen hemen her alanda olduğu gibi eğitimde de tersine ayrım, negatif seleksiyon süreci geçerlidir. Genelde bilgi ve yeteneği yeterli olanların özgüveni daha yüksek olduğundan, daha kişilikli ve özverili davranırlar. Bu kişiler “kötü örnek” olmasın, bir ölçü oluşturmasın diye dışlanırlar. *** Üniversitelerde de öğretim elemanı yetiştirme, özellikle 1980 sonrası ciddi şekilde aksadı. Önceleri okulun başarılı öğrencilerine asistanlık önerilirken 1980 sonrası çeşitli nedenle başarılı öğrencilerin, akademik kariyer dışında başka iş alanlarına yönelmesi, kalite üzerine olumsuz etki yapmaktadır. YÖK’ün önemli işlevlerinden birisi insan kaynağı planlaması, nitelikli eğitim elemanı yetiştirmek olması gerekirken YÖK’ün farklı amaçlara hizmet etmesi veya kullanılması, ne yazık ki bu işlevini yerine getirmesini de aksatmaktadır. Bu bağlamda vakıf üniversitelerine de değinmek gerekir. Burada da sorun vakıf üniversitelerinin eğitime beklenen katkısı ne ölçüde gerçekleştirdiğidir? *** Vakıf kısaca, mal varlığının belli bir amaca özgülenmesi, tahsisidir. Mal varlığının amacı gerçekleşecek boyutta, yeterlilikte olması gerekir. Eğitim açısından yeterliliğin ölçüsü, yalnız ilk kuruluş örgütlenme giderlerinin ve duran varlık yatırımlarının gerçekleştirilmesi olmamalıdır. Mal varlığının gelirlerinin, yetenekli öğrencilere burs verme, araştırma fonu oluşturma, öğretim elemanı yetiştirme, giderlerini karşılamaya katkıda bulunması gerekir. Kuşkusuz burssuz öğrencilerden bir ücret, bir bedel alınacaktır. Ancak ana gelir kalemi öğrencilerden alınan, alınacak ücret olduğunda, vakıf eğitime katkı işlevini, yeterli burs, araştırma fonu, öğretim elemanı yetiştirme gibi işlevlerini yerine getirememekte, öğrencilerde de diploma satın alınıyormuş gibi bir izlenim yaratmakta, öğrenme çabasını azaltmaktadır. Vakıf üniversitelerinde burslu okuyanlarla burssuzlar arasında, ayrıca mezunlarının burslu öğrenim görüp görmeyenleri arasında büyük bilgi, hatta kişilik farkı gözlemlenmektedir. YÖK’ün kuşkusuz vakıf üniversitelerini de çeşitli açılardan denetlemesi gerekir. Ancak YÖK, basına yansıdığı kadarı ile “çok önemli” işleri olduğundan böyle teferruatla uğraşmamaktadır. Eğitim, yaşam boyu süren bir süreçtir. Bu sürecin dışına çıkmış kişilerden anlayıştan eğitime katkı beklenemez. ________ Ö.Akgüç
-
Sivas Davası Zaman Aşımına Uğradı!
YORUMSUZ... Ece Temelkuran: İnsan yakan bir dinci olacağıma ciğerini yakan bir tinerci olurum. Zeynep adliyeye sığınmış. Biraz önce babasını bir kez daha yakan adliyeye. Başbakan defalarca Gazze'li oldu Filistin'li oldu Afrika'lı oldu bizde olduk ama o Sivas'lı olamadı Mehmet Ali Birand: Ayıptır,rezalettir.Sivas davasının zaman aşımına uğraması Türk yargısının bir yüz karasıdır.Bunun altından kolay kolay da kalkamazlar. Alaz Erdost: iyiyiz. Kardeslerimizi ve babalarimizi, dostlarimizi yaktilar. Yakanlari saldilar. Bize saldirdilar... Sevinç Eratalay: Tam önümüze düştü adliyeye kaçtık, yaşlılar yerde can çekişıyordu resmen Deniz Ülke Arıboğan: Sivas davasının zaman aşımına uğraması kabul edilebilir bir şey değil. Bir de "vatana millete hayırlı olsun demek!" OFF! Ozgur Mumcu: Ankara Emniyeti Sivas'ta yakılan Metin Altıok, Behçet Aysan ve Nesimi Çimen'in çocukları Zeynep, Eren ve Mazlum'a gaz bombası atmıştır. Ahmet Hakan : sivas davasi'nda tek bir çözüm var: davayı "insanlığa karsı işlenmiş su"c kapsamına almak. ancak bu durumda zaman aşımı işlemez. Sirin Payzin: Gazze'de masum insanlar katledilirken batinin susmasi utanc verici diyor Basbakan dogru da Sivas'la ilgili kendisi susunca ne oluyor? Şafak Pavey: Sivas davası bir insanlık suçu. İnsanlık suçunu zaman aşımına uğratmak aynı suçu bir daha işlemek olur. Fazil Say :Acı Sivas Madimak olaylari ile yuzlesemeyen, hesaplasamayan,"es gecen" bir hukumet, gercek bir "hukumet" olamaz. Ata Fecob
-
AİLE KURUMUNDA EĞİTİMİN ÖNEMİ
Anne ve babaların Disiplin Anlayışı: Disiplin; Bir çocuğun kendi istek ve ihtiyaçlarıyla, çevresinden gelen istekleri bağdaştırmasına yardım etmek için planlanmış bir etki biçimidir. Fakat bu konu kimine göre "çocuğa nasıl davranması gerektiğini öğretmek." Kimine göre "çocuğu cezalandırmak" kimine göreyse "çocuğa itaat etmesini öğretmek" demektir. Disiplin konusunda başlıca üç görüş vardır. Bunlardan birincisi; çocuğun hemen hemen her davranışını yasaklayan, engelleyen, katı, sert ve özgürlük tanımayan otoriter disiplin anlayışı, ikincisi; bu anlayışa tamamen aksi ve çocuğun hemen hemen her davranışına göz yuman aşırı özgürlük tanıyan hoşgörülü disiplin yolu. Üçüncüsü ise; bu iki görüşün karışımı olan çocuğun gelişim ve büyüme dönemlerinin özelliklerini göz önünde bulundurularak zaman zaman davranışların hoşgörüyle karşılanması gerektiğin kabul eden demokratik disiplin yoludur. Eğitimciler bu disiplin anlayışı için (en güzel fakat uygulanması da o derece güç bir yol) demektedirler. Hemen söyleyelim ki aşırı baskı, yasaklamalar ve engellemelere dayanan disiplin anlayışı, bunun tamamen tersi aşırı özgürlüğe, sınırsız özgürlük ve hoşgörüye dayanan disiplin anlayışı, çocuğun eğitimi ve kişiliği ve eğitimi üzerinde aynı olumsuz etkilerde bulunmaktadır. Bu tip disiplin anlayışlarına göre yetiştirilen çocuklar şaşkın ürkek, çekingen, ne yapacağını bilemeyen güçsüz kişilikli kimseler durumuna gelmektedir. Çocuğun bir şey yapması, yada yapmaması istenirken ona daima nedeni anlatılmalı, açıklanmalıdır. Çocuğun eğitiminden sorumlu kimseler arasında disiplin anlayışı yönünden birbirinden farklı görüşlerin bulunması da çocuğu şaşırtır. Öyle davranışlar vardır ki bunlar, bu davranışları değerlendirenin görüşüne göre değişir. Birine göre normal ve doğru sayılan bir davranışın öbürüne göre anormal sayılması birinin hoş gördüğü bir davranışı öbürünün yasaklaması beğenmemesi gibi durumlar çocuğu şaşkına çevirir. Anne babanın dengesiz davranışlarının da disiplin üzerinde çok derin olumsuz etkileri vardır. Çocuğu bir dakika önce öper, sever yada başının üstüne çıkarırken, bir dakika sonra yaptığı bir kusurlu davranış yüzünden azarlamak, cezalandırmak… Kızılması gereken bir davranış karşısında köpürmek, bağırmak çağırmak, kızılacak bir davranışı ise hoş görmek bağışlamak… Bu gibi dengesiz davranışlar da çocuğu şaşırtır. Anne babasına karşı olan saygının azalmasına, güvenin yok olmasına neden olabilir. Disiplin konusunda son olarak diyebiliriz ki çocuğa her zaman her yerde, kendi kendini denetim altına alabilme gücünü ve alışkanlığını vermeye, kazandırmaya çalışmalıyız. Davranışlarını bir başkasını sevindirmek bir başkasının gözüne girmek yada birinden korktuğu, çekindiği için değil, doğruluğuna, öyle yapılması gerektiğine inandığı için yapmalıdır. Bu alışkanlığı kazanmış bir kişi her zaman ve her yerde aynı biçimde davranır. Böyle bir insan, davranışlarını ayarlarken daima önce kendisini düşünür. Kendi kendine hesap vererek davranışlarını buna göre bir yön ve biçim vermeye çalışır. *Aşırı baskı ve disiplin anlayışı: Aşırı baskı ve sıkı disiplinin çocuğun kişiliğini hiçe sayan bir davranış biçimidir. Böyle yetişen çocuklarda genel olarak iki tepki görülür. Bunlardan biri: çocuğun sinmesi içine kapanması, uysal ve söz dinler görünmesi ötekisi ise açıkça karşı koymak her türlü otoriteye baş kaldırmak. Kimi çocuklarda da her iki davranışa da rastlayabiliriz. Yapılan incelemeler göre aşırı baskı ve sert disiplin altında yetiştirilen çocuklarda şu davranışlar görülmektedir: *Anne babalarından nefret etmek. *İnsanlarla iyi geçinememek, kavgacı ve geçimsiz kimseler durumuna gelmek. *Sinirlerine hakim olmakta güçlük çekmek, alıngan ve çabuk parlayabilen bir kişiliğe sahip olmak. *Ne kendilerine ne başkalarına güvenmemek. *Her türlü otoriteden nefret etmek. *Bir takım yersiz korku ve kaygıları olmak. *Arkadaşları edinmekte güçlük çekmek. *Aşırı serbestlik ve gevşeklik: Çocukların çok sıkı bir disiplin altında geçmiş kimi anne ve babalar (biz çektik, çocuklarımız çekmesin) diyerek, çocuklarının davranışlarında tamamen özgür bırakırlar. Öte yandan kimi anne-babalarda çok meşgul oldukları, çocuklarına ayıracakları zaman bulamadıkları için çocuk kendiliğinde denetimsiz ve özgür kalır. Sınırsız bir özgürlük içinde yetişen bu çocuklara neyin iyi, neyin kötü, neyi yapabilecekleri, neyi yapmanın kendilerini güç duruma sokabileceği gibi hususlar öğretilmediği için onlar da her akıllarına geleni yapmakta hiç bir sakınca görmezler. Tabi bu yüzden de zaman zaman güç ve tehlikeli durumlara düşebilirler. En basit anlamda bir baskıya da müdahale böyle yetişen çocukları çok rahatsız eder. Hemen tepkide bulunmalarına neden olur. Başkalarının hakkına saygı ve iş birliği gibi davranışları öğrenmedikleri için yalnız kendilerini düşünen, bencil davranışları yüzünden sevilmeyen, istenmeyen insanlar durumuna gelirler. *Ceza ve ödülün etkileri: Çocuklara; kötü ve beğenilmeyen davranışları bir daha tekrar etmemeleri için ceza, iyi ve beğenilen davranışları teşvik etmek, gayrete getirmek için de ödül verilir. Ceza ve ödülün bir işe yaraması etkili olabilmesi için çok dikkatli kullanılması gerekir. Aksi halde hiç bir işe yaramadığı gibi, ters etkileri de olur. Çocuğa ceza verilmeden önce, cezalandırmayı düşündüğümüz davranışın nedeni araştırılmalıdır. Kimi çocuklar bilmedikleri için bilgisizlikleri yüzünden kötü yada beğenilmeyen bir davranışta bulunurlar ve kendilerine bu yüzden bağırıldığı kızıldığı ve ceza verilmek istendiği zaman şaşırırlar. O zaman anlarlar kötü bir şey yaptıklarını. İşte böyle bir çocuğu cezalandırmak büyük bir haksızlık olur. Bu gibi çocukları cezalandırmak yerine neden kusurlu kabahatli bir duruma düşmüş olduklarını açık açık anlatmak ve böylece bu davranışın tekrarını önlemeye çalışmak daha etkili bir yoldur. Cezanın etkili olabilmesi için çocuğun, niçin cezalandırılması gerektiğini açıkça bilmesi gerekir. Öte yandan çocuğun davranışlarıyla verilen ceza arasındaki ilişki çocuk için önemlidir. Eğer çocuk davranışlarıyla verilen ceza arasında adil dengeli ve olumlu bir ilişki olduğu sonucuna varırsa durumda şikayetçi olmaz. Çünkü verilen ceza yerindedir. Ancak böyle kullanıldığı zaman çocuk verilen cezadan ders alır. Verilen ceza; çocuğun davranışlarıyla karşılaştırılınca çok hafif ya da çok ağır olmuşsa böyle bir ceza çocuk üzerinde yapıcı değil yıkıcı etkide bulunur. Hafif cezalar ağır cezalardan daha etkilidir. Kimi çocuklar için bir sert bakış kimileri için bir acı söz, kimileri için uzun bir süre devam etmemek koşuluyla bazı hak ve ayrıcalıklardan yoksun bırakmak etkili bir ceza olabilir. Anne ve babalar ceza vermeden önce verecekleri cezanın tam anlamıyla uygulanabilmesi mümkün mü değil mi, düşünmelidirler. Aksi durumda çocuğun gözünde alay konusu olur. Bu cezanın da hiçbir etkisi olmaz. İçe dönük kendilerine karşı güvenleri olmayan çekingen çocuklar üzerinde cezanın çok olumsuz etkileri vardır. Verilen cezalar bu gibi çocukların daha çok kendi kabuklarına çekilmelerine kendilerine karşı güvenin daha da azalmasına neden olur. Eğer çocuğun cezalandırılması gerekiyorsa içinde bulunduğu ruhsal durum göz önüne alınmalıdır. Çocuk çok kızmışken aklı başında değilken, çok sinirli bir durumdayken verilen cezalar, kızgın motora soğuk su dökmeye benzer. Çocuğun daha sert tepkilerde bulunmasına sebep olabilir. Bu durumda verilen ceza olumlu sonuçlar doğurmaz, Biraz da ödülden söz edelim. Çocuğun başarılarını övmek güzel ve hoşa giden davranışlarının tekrarını sağlamak amacıyla ve özendirmek için zaman zaman çocuğun ödüllendirilmeye ihtiyacı vardır. Ödül denilince akla hemen para ve çeşitli armağanlar gelir. Eve çocuğumuzu zaman zaman ödüllendirirken para ve armağanlar bir ödül aracı olarak kullanılmalıdır. Bunun herhangi bir sakıncası yoktur. Çocuğun başarılarını beğenilen davranışlarını ödüllendirmenin de etkili yolları vardır. Örneğin güzel ve tatlı sözlerle çocuğun başarısı övmek zamanında ve yerinde candan bir sağ ol gibi sözler çocuğu kucaklayıp öpmek çoğu zaman maddi ödüllerden daha etkilidir. Çok çocuklu ailelerde anne babanın bu konuda çok hassas olması gereken bir başka nokta da şunlardır: Bir çocuğu yaptığı iş yada başarısı nedeniyle ödüllendirirken bu davranışın öteki çocukları üzerindeki etkilerini hesaba katmak. Böyle durumlarda anne babanın yapacağı en küçük bir yanlışlık, öteki çocukların kardeşlerini çekememelerine, kıskanmalarına neden olabilmektedir. Kardeşler arasındaki ilişkilerin, dengenin bozulmaması için o gün göze çarpan bir davranışı bahane edilerek onlar da övülmelidirler. Kimi anne babalar çocuklarından birinde gördükleri iyi bir davranışı yada başarıyı ele alarak bu çocuklarını över ve armağanlara boğarken, öteki çocuklarıyla bu çocuğu kıyaslamaya kalkarlar. Böylece sanırlar ki bu aleyhte kıyaslama sonucu öteki çocuklar örnek olan kardeşlerinin davranışlarını, hemen örnek alacaklardır. Tecrübeli anne babaların da çok iyi bildikleri gibi bu tutumla olumlu sonuç almak şöyle dursun, anne babalar kardeşi kardeşe düşürürler. Bu tip aleyhte kıyaslamalar kardeşler arasındaki kıskançlığı birbirlerine düşmanca davranışlarda bulunmalarına neden olur. Ödülü iyi bir davranışın devamını sağlamak özendirmek için bir araç olarak kullanmak gerekir. Çocuk davranışlarını sonunda alacağı ödüllere verilecek armağanlara göre ayarlamaya başladı mı ödül artık araç olmaktan çıkar, amaç olur. Oysa çocuk armağan almak için başarılı olmaya değil başarıya ulaşmak için başarılı olmaya çalışmalıdır. Çocuk bir takım iyi davranışları elde etmenin sonunda armağan alabileceği için değil fakat o davranışların gerekliliğine, iyilik yada doğruluğuna inandığı için tekrar etme alışkanlığını kazanmalıdır.
-
AİLE KURUMUNDA EĞİTİMİN ÖNEMİ
Sevgi, saygı ve sevecenlik: İnsan hayatında çok yüce ve çok anlamlı bir yeri ve değeri olan bu duygular insanda doğuştan mevcut değildir. İnsanoğlu bu duyguları doğduktan sonra yaşayarak, görerek öğrenir ve o da bu duyguları başkasına göstermeye, uygulamaya başlar. Herhangi bir ihtiyacını karşılamak amacıyla yavrusunu kucağına alan, bağrına basan bir anne, bu davranışlarıyla sevilmenin, sevmenin ilk derslerini vermektedir. Sevilmeyi böylece öğrenmeye ve yavaş yavaş alışmaya başlayan çocuk kısa bir süre sonra da bir besin maddesi gibi sevmeyi sevilmeyi bekler. Diğer bir deyişle sevgi böylece temel bir ihtiyaç durumuna gelir çocuk için. İşte bu noktadan sonra özellikle annelerin, artık çok dikkatli olmaları gerekmektedir. Bir annenin çocuğuna gösterdiği sevginin ölçüsünde yanlış bir istikamete yönelmesi hem ileride çocuğuyla olan ilişkilerinde içinden çıkılmaz bir duruma sokabilir, çocuğun kişiliğinin etkilenmesine yol açabilir. Hayatın ilk yıllarında çocuk, annesinin sürekli bakımına muhtaçtır bu yüzden annesi ile çocuk arasında çok yakın bir bağlılık başlar. İşte tam bu sırada annenin çocuğuna göstereceği ilgi, sevgi ve koruma gibi davranışların ölçüsünde bir anormallik, bir dengesizlik gelişebilir. Örneğin bir bitkinin gelişip büyümesinde suya, havaya, güneşe ve gübreye ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaçları ancak belli ölçüler içinde alabilen bitkiler sağlıklı olarak büyüyebilirler. Gelişimi sırasında ihtiyaçtan fazla verilen su, bir fidanın çürümesine neden olabilir, susuzluk ise kurutabilir fidanı. Sevgi ve sevecenliğin de insan hayatında buna benzer etkisi vardır. Dengesi yada ölçüsü bozuk bir sevgi ve sevecenlik duygusu, hangi yönde gelişirse gelişsin çocuğun eğitimi üzerinde daima kötü ve olumsuz etkiler yapar. Bu duyguların sunuluşunda, doyuruluşunda azlık yada çokluk bakınız çocuğun kişiliği üzerinde nasıl etkilerde bulunur. *Aşırı Sevgi: Örneğin önce, aşırı derecede sevilerek yetiştirilmekte olan bir çocuğu ele alalım. Anne-babası tarafından her zaman okşanmaya el üstünde tutulmaya her isteği yerine getirilmeye övülmeye alıştırılmış olan çocukla, anne-babası arasında son derece yakın bir bağlılık meydana gelir. Bu bağlılık önce çocuğun gelişmesini ve olgunlaşmasını önler ve geciktirir. Yaşının ilerlemesine karşın, çocuğun çocuk kalmasına neden olur. Bunun yanı sıra, çocuk aynı sevgiyi diğer insanlardan bekler. Bunu bulamayınca da büyük düş kırıklığına uğrar. İnsanların onu sevmediği, ona değer vermediği gibi yanlış düşüncelere kapılabilir. Bunun sonucu olarak çevresindeki insanlara düşman kesilir yada insanlara karşı düşmanca duygular besler. Annesi babası tarafından aşırı derecede sevilen çocukların gereksiz yere sık sık öpüldüğü, okşandığı, zaman zaman da anne-babasının yatağına yatırıldığı görülmektedir. Bu türlü davranışlar çocuğun cinsel hayatı üzerinde çok olumsuz etkilerde bulunur. Böyle yetiştirilen çocuklar yetişkinlik yıllarında bile bu bağlılığın etkisinden kendilerini kolay kolay kurtaramazlar. Cinsel hayatlarında bu yüzden oluşan bazı durumlar, sapıklık ya da anormallikler ömürleri boyunca onları huzursuz ve uyumsuz yapar. Acaba hangi çocukların aşırı derecede sevilmesi ya da korunması ihtimali vardır. Yapılan incelemelere göre anne-babaları tarafından aşırı derecede sevilmeleri yada korunmaları ihtimali bulunana çocuklar şunlardır: *Tek çocuklar, *Ailenin en küçük çocukları, *Anne-babanın yaşlılık çağlarında dünyaya getirdikleri çocuklar, *Çok güzel çocuklar, *Uzun yıllar bekleyişlerden sonra dünyaya gelen çocuklar, *Bir evin bir kız yada bir oğlu olan çocuklar, *Nineler ve dedeler tarafından özel bir sevgiyle sevilen çocuklar...vb. Freud'a göre; çocukları aşırı derecede sevmek, korumak gibi davranışlar, nevrotik ana-babalarda (yani kaygılı, kuruntulu, kuşkulu) daha çok görülmektedir. Bir kısmını sıraladığımız bu ve benzeri nedenleri bilen ana-babalar böyle durumlarda biraz uyanık ve tedbirli olurlarsa çocuklarını gelecekte beklediğini söylediğimiz düş kırıklıklarından ve tehlikelerden korumuş olurlar. *Sevgi Azlığı: Şimdi birazda konunun öbür yüzüne bakalım:Yani sevgi yokluğu sevgi azlığı konusu. Hiçbir anne-baba kendisine katı yürekli denmesini istemez. Ne var ki, zaman zaman elde olmayan nedenler yüzünden de çocuklarımıza böyle davrandığımız, çok katı, çok sert çıkışlar yaptığımızda bir gerçektir. Çocuklarımızın beğenmediğimiz davranışları karşısında, sert çıkışlar yaparız bağırıp çağırırız. "Artık sen bizim çocuğumuz değilsin, sevmiyoruz seni..." gibi bir bakıma doğru olmayan çıkışlardır bunlar. Oysa bir çocuk için cezaların en büyüğü onun gözünde çok büyük anlam ve değer taşıyan annesinin ya da babasının sevgisini yitirmektir. Bu gibi davranışlara sık sık başvuran anne-babaların çocuklarında büyük bir güvensizlik duygusu, çekingenlik ve korku durumu görülür. Yalnız kendine değil, anne-babasına karşı olan güveni de azalır çocuğun. Kötü, beğenilmeyen davranışlar karşısında çocuğa gelişi güzel söylenmiş olan, "Artık seni sevmiyorum" gibi sözleri çocuk ciddiye alır. Çocuk çok yıkıcı ve derin izler bırakan etkileri olur bu gibi sözlerin. Oysa herkes bilir ki; sevilmeyen, beğenilmeyen çocuğun kendisi değil davranışlarıdır. Ne var ki, çocuk aradaki farkı anlayamaz, kavrayamaz. Gelişi güzel söylenmiş sözler ya da bu konudaki kusurlu davranışlar çocukta; "Artık annem babam beni sevmiyorlar" gibi yersiz bir takım duygu ve düşüncelerin gelişmesine yol açabilir. Yalnızca kötü davranışları üzerinde durulduğunu, azarlandığını, sevilmediğini; iyi davranışlarına ise hiç ilgi gösterilmediğini gören çocuklarda yanlış birtakım kanılar da doğabilir. Bu gibi çocuklar büyüklerine karşı küskünlük duyarlar, içlerine dönerler, kendilerine karşı güvenleri azalır. Suç işleyenlerin, ruh sağlığı ciddi olarak bozulmuş kimselerin, uyumsuz davranışlar gösteren kimselerin çoğunluğunu özellikle anne-baba sevgisinden yoksun olarak yetişmiş insanlar oluşturmaktadır. Anne-babanın dışarıda çalışması sonucunda ilgisiz ve sahipsiz kalan çocukların akrabadan sevilmeyen birine benzeyen çocukların bazen sakat, özürlü, sakat, zekaca geri, çirkin yada istenmeden dünyaya gelen çocukların sevilmemeleri ihtimali çok kuvvetlidir. Bu arada, zekaca düşük düzeyde olan kimi ailelerin zekaca üstün durumda olan çocukları sevmedikleri de görülebilir. Annenin özellikle çok küçük yaşlarda çocuğuna göstereceği yakınlık ve sevginin derecesi çok önemlidir. Eğer bu sevgi ve ilgi duygusal yönden doyurucu nitelikteyse çocuğunda diğer insanlara karşı aşağı yukarı aynı tepkide bulunması ihtimali çoktur. Eğer çocuk ailesinden bu duyguları yeterince almamışsa, bir insan için çok önemli olan bu temel ihtiyaçları kadar giderilmemişse, çocuğun ileride insanları sevmeyen onlardan uzak duran soğuk bir duruma gelmesi beklenebilir. Sevginin kişi hayatındaki yerini ve önemini açıklarken saygı kavramının da bu duygunun içinde bulunduğunu kabul etmek gerekmektedir. Öteden beri süregelen yanlış anlayışa göre saygı yalnızca yaş ve makam yönünde bizden daha üst durumda olanlara gösterilmesi gereken bir duygu bir davranış biçimidir. Oysa saygı: küçük, büyük farkı gözetmeksizin; karşımızdaki ne ve kim olursa olsun, onun her şeyden önce en az bizim gibi ve bizim kadar bir insan olduğunu kabul ederek herkese vermemiz gereken bir değerin belirtisidir. Çocuklarımızı adam yerine koymak onlara gerçekten insan gibi davranmak, onların görüş ve düşüncelerine önem vermek, değer vermek… İşte tüm bu davranışların toplamı, çocuklarımıza duyduğumuz saygının ölçüsünü ortaya koyar. Bu anlayışa göre, bu hava içinde yetişen çocuklarda aynı davranışları başkalarına gösteren kimseler durumuna gelir.
-
AİLE KURUMUNDA EĞİTİMİN ÖNEMİ
Anne-Babaların Sorumlulukları: Her anne-babayı bekleyen sorumluluklar vardır. Çocuğun yaşı ilerledikçe anne-babasının taşıyacağı sorumluluklar azalır. Bir kısmı uzar. Kimilerine göre anne-babaların en önemli sorumlulukları: çocuğun yemek, içmek, giyim, kuşam vb. gibi temel ihtiyaçlarını gidermektir. Oysa anne-babaların sorumlulukları bunları aşan çok daha geniş, daha başka konuları kapsamaktadır. Çocukların bazı temel ihtiyaçları vardır ki, bunların sağlıklı ve dengeli olarak giderilmesindeki sorumlulukların önemli bir kısmı anne-babaları ilgilendirir. Özellikle büyüme ve gelişmenin çok hızlı olduğu okul öncesi çağında ve daha sonraları çocuğun yemesiyle, giyimi, kuşamıyla, uykusu, dinlenmesi ve oyunuyla ilgilenmesi gereken anne-baba, çok küçük yaşlardan başlayarak örneğin cinsel eğitimiyle de ilgilenmek zorundadır. Öte yandan çocukların ruhsal ve toplumsal nitelikleri temel ihtiyaçlarının (güven, başarı elde etme, sevgi, beğenilme, birlikte yaşama) giderilmesinde de anne-babalara düşen önemli görevler vardır. Suçluların, alkoliklerin, hayatına son verenlerin, ruh hastalarının, kötü yola sapmış kişilerin hayat öykülerini gözden geçirdiğimizde, bu insanların bu duruma gelmelerinde anne-babalarının payının büyük olduğu görülmektedir. Çocuk yetiştirmede anneye ve babaya düşen görev ve sorumluluklar ayrıdır. Günün yorucu iş hayatından eve yorgun argın dönen ve bu yüzden de kendini haklı bulan babaların yaşayışları hemen hemen aynıdır. Yemekten sonra günlük gazete ve dergileri gözden geçirmek sonra da yatıp uyumak anneler ve çocuklar tarafından babalarının kendileriyle yeteri kadar ilgilendirmedikleri düşüncesine kapılmasına sebep olur. Babalarından bazı davranışlar beklerler. Örneğin; ev işlerinde hanımlarına yardım etmeleri, çocuklara bakmaları gibi. Bir erkeğin baba olarak aile bireylerine karşı yerine getirmekle zorunlu olduğu bazı davranışlar vardır ki, durum ne olursa olsun ne kadar yorgun ve meşgul olursa olsun unutulmaması gereken davranışlardır bunlar. Bu davranışlar nelerdir? *Aile bireylerinin ihtiyaç duyduğu ilgi ve sevgiyi vermede, bir baba olarak bazı görev ve sorumlulukları olduğunu unutmak. *Çocukların babaları tarafından okşanmak, sevilmek istediklerini unutmamak. *Çocuklar okulda yada sokakta yaptıklarını, başarılarını babalarına anlatmak isterler; onları anlayışla karşılamak. Bunları gerçekleştiren babalar hem kendileri dinlenmiş olurlar, hem de bu davranışlarıyla çocuklarının gözünde büyür aranan bir baba durumuna gelirler. Tabi bu arada annelerin de bu konuda üzerilerine düşen bir görevi vardır. Para kazanmak, ailesini geçindirmek nedeniyle geç saate kadar çalışıp eve yorgun argın gelen babaların içinde bulunduğu durumu çocuklarına anlatmak, böylece çocuklarının babalarına karşı daha anlayışlı davranmalarına yardımcı olmak. Babalarının durumunu yakından bilen çocuklarda babasıyla olan ilişkilerinde isteklerinde ölçülü olurlar. Böylece çocuklarda babalarına karşı yanlış birtakım duygu ve düşüncelerin yerleşmesi de önlenmiş olur. Çocuk bakımı ve eğitimi görevini, sorumluluğunu bir yüke benzetirsek bu yük karı-koca tarafından birlikte taşındığı zaman ağırlığı pek hissedilmez. Eğer yükün taşınması yalnız bir kişinin omuzlarına bırakılırsa, ağırlığı işte o zaman o kişiyi ezer, yorar, bunaltır. Annenin ailedeki yerine, görev ve sorumluluklarına gelince; "Yuvayı yapan dişi kuştur" Sözünden anlaşıldığı üzere anneyi bir evin direği, koordinatörü ve rehberi olarak görürüz. Aile içinde herkesin hakkını gözetmede, herkesin yeri ve değerini saptamada denge sağlamaya çalışan bir kişi. Para kazanma konusunda ise çocuklar genelde babalarının çalışmalarını normal karşılarlar ama annelerinin zorunlulukla da olsa çalışmalarını istemezler. Bu yüzdendir ki bir anne çalışamaya karar vermeden önce çocuklarının yaşları, ruhsal durumlarını dikkate almalı ve neden çalışması gerektiğini anlayacakları dilde onlara anlatmalıdır.
-
AİLE KURUMUNDA EĞİTİMİN ÖNEMİ
AİLE KURUMUNDA EĞİTİMİN ÖNEMİ AİLEDE EĞİTİM Anne ve Babanın Davranışları: İnsan ilişkileri içinde en uzun ömürlü ve önemli etkileri olanı, hiç kuşkusuz anne-baba ile çocukları arasında olan ilişkilerdir. Bir de çocuğun yetişmesinden başarı ya da başarısızlıklarından yalnızca veya yüzde yüz anne-babayı sorumlu tutmak doğru değildir. Çünkü çocuk yalnızca anne ve babasının aile eğitiminin etkisi altında kalmış olsaydı, bir ailedeki tüm çocukların birçok özellikleri yönünden birbirlerinin aynı olmaları gerekirdi. Her çocuk ailenin parçasıdır. Fakat çocuğun yetişmesi ve gelişmesinde okulun ve en geniş anlamda toplumunda sorumlulukları da katkılardan biridir. Anne-babaları tarafından gerçekten sevilip sayıldıklarına inanan çocuklar davranışlarında daha bağımsız ve kendilerine daha çok güvenen insanlar durumuna gelmektedirler. Çocuğun kişiliği öncelikle anne-babası arasında biçimlenmeye ve temelleri atılmaya almaya başlar. Bu nedenlerle bir çocuğun aile çevresinde kazandığı kötü alışkanlıkları değiştirmek, kolay bir iş değildir. Atalarımız, öncelikle ilk yıllardaki etkilerin önemini belirtmek için "Ağaç yaşken eğilir" demişlerdir. Yapılan incelemelerde gösterdiği gibi hayatında anne-babasının her yaşta kişiliği üzerinde etkisi olmaktadır. Eğer bu etkiyi derecelendirmek, ağırlık ve önem bakımından bazı dönemlere ayırmak gerekirse özellikle doğumdan 5-6. Yaşın sonuna kadar insan hayatındaki önemi çok büyüktür. Bunun nedenleri; *Bir çocuğun anne-babası ile bir arada olma süresi ve bu dönemde, hayatının diğer dönemleri ile kıyaslanamayacak kadar uzundur. *Kimi anne-babalar, özellikle bu yaşlardaki çocuklar için "daha yaşı küçüktür, nasılsa bir şeyler anlamaz" diye düşünebilirler. Bu türlü fikirler anne-babaların çocuklarına karşı davranışlarında, birbirlerine olan ilişkilerinde daha az hassas, daha az dikkatli olmalarına neden olmakta ve ruh sağlığının bozulmuş, uyumsuz bir duruma gelmiş insanların çoğunun hayat hikayelerinin dinlenince bu gibilerinin ruh sağlıklarının bozulmasını sağlayan nedenlerin köklerinin bu yaşlara kadar gelip dayandığı görülmektedir. Bu genel niteliklerden bahsettikten sonra hangi davranışların çocukların üzerinde etkili olduğundan bahsedebiliriz:
-
Tişikkirler Sipirmin
- SALVATORE ADAMO, Tombe la neige
- Marie Laforet - Vien Vien
Rhythm Of The Universe - Anthem For The World Evrenin Ritmi - Dünya Marşı Bu bir Evrensel bir müzik birleşiminin ürünüdür. 90 farklı ülkeden gelen müzik insanlarının oluşturduğu bu grup müzik eğitimi sağlıyor... Rhythm Of The Universe is a musical collaboration project that houses the voices and sounds of musicians from more than 90 different countries. It was created to promote unity through music and further promote the value of music education.- Csardas - Gypsy Dance
Taze Avokado - Hayret Yani - Guacamole Bu tarife göre yapılırsa çok lezzetli olduğu söyleniyor... Sizde deneyin...!- Geleceğin suçlusunu yetiştirmenin 8 basit kuralı.!
1 Küçükken daha, çocuğa ne isterse vermeye başla ! Ki, herkesin onun geçimini sağlamakla mükellef olduğuna inansın... 2 Fena sözler söylediğinde gül ! Ki, kendisinin akıllı olduğuna inansın... 3 Ona düşünmeyi, beynini kullanmayı öğretme sakın ! Bırak, onsekizine gelince kendisi karar versin... 4 Yerde bıraktığı her şeyi kaldır:kitaplarını, giysilerini, pabuçlarını...Onun için her şeyi sen yap ! Ki, sorumlulukları hep başkalarına yüklesin... 5 Onun önünde sık sık kavga et ! Ki, bir gün aile parçalanırsa pek de şaşırmasın... 6 Ona istediği kadar harçlık vermekten kaçınma ! Asla kendi parasını kazanmanın ne demek olduğunu öğrenmesin... 7 Yiyecekmiş, içecekmiş, konformuş, tüm arzularını yerine getir ! Ki, istediklerini her zaman elde etmeye Şartlansın... 8 Komşulara, öğretmenlere, vs. çevrsinde bulunan insanlara karşı hep onun tarafında ol ! Ki, hepsine karşı ön yargılarla davransın... Evet evet, bütün bunları yap ! Ki, günün birinde onun başına bir bela gelirse kendinden özür dile.., Ama onu felaket dolu bir hayata hazırladığın için kendine teşekkür etmeyi de İhmal etme sakın !- SİZ BU KONUDA NE DÜŞÜNÜYORSUNUZ?..
Siz de bu konuda "fazla söze gerek var mı ki," diye düşünüyorsunuz?- ZAMAN GAZETESİ’NİN İSRAİL SEVGİSİNİN KAYNAĞI NEDİR?
"Zaman gazetesi, Ortadoğu halkalarını bölmek için son dönem makalelerinde Şii-Sünni ayrılıklarını irdeliyor. Niye?" sorusu seni niye bu kadar rahatsız ettiki, konuyu "SİLAH DEĞİL BORU" muhabbetine kaydırmak için bu kadar yoğun çaba içindesin... Yukarıdaki soytarı karikatürünü doğru bulmuşsun ki, bu zihniyeti gelişmemiş şahsiyetler toplumda bolca bulunuyor... Aşağıdakiler sence doğru mu acaba? Hele ikinci karikatür ne anlam ifade ediyor sence "Cemaat-AKP" ilişkileri için?- Evcilik Oynar mısın? "Piyale Madra ve Piknik"
- SALVATORE ADAMO, Tombe la neige
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.