-
İçerik Sayısı
3.724 -
Katılım
-
Son Ziyaret
-
Lider Olduğu Günler
30
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
GeceKuşu tarafından postalanan herşey
-
Yani Dennise; Şimdi sende mi bilmediğini düşünüyor ya da iddia ediyorsun... ?
-
M. Baransu'nun Valizinden çıkan BALYOZ CD'lerinin Sahteliği Kanıtlandı...
GeceKuşu şurada bir başlık gönderdi: Gazete Haberleri Paylaşımı
Cematin ve ona hizmet edenlerin mantığı oldukça net aslında; "Ergenekon ve Balyoz davasında yargılanan subayların hepsini süründürmeli..." Zamana oynuyorlar. Suçsuzluklarının ileride ortaya çıkmasının hiç mi hiç önemi yok... Cemaat okullardan çıkan çocuklar Cemaatin yöenticileri tarafından nerelere yönlendirildi? " mülki yöneticiliği, hukuku ve emniyet." Tek giremedikleri yer neresiydi: TSK. Oralara nüfuz edemeyince, TSK'nın başına neler getirilmeye çalışıldığını artık herkes görüyor. O kadar akıllı hareket ediyorlar ki; TSK suçlarını sivil mahkemelere taşımak istediler. İstediler ki bu cemaate bağlı genç savcılar TSK'yı dize getirsin. Tasfiye; bu genç hukukçuların hazırladıkları dosyalarla gerçekleşsin? Zamana oynuyorlar. Suçsuzlukların ileride ortaya çıkmasının hiç mi hiçönemi yok... O zamana kadar atı alan Üsküdarı geçecek diye bir ön yargıları var!.. Hadi hayırlısı, Çoğunluğun "Balık Hafızalı olmalarına güveniyorlar..." Soru şu; Bu gerçekten böyle mi?.. Yaşayıp görceğiz... Tükürük tusunamisi mi olur yoksa başka bir şey mi?.. Cemaatin kendilerine sorması gereken soruda şu; Bir tek "KİNDAR" olanlar, "Dindar" olanlar mı acaba?... "Bu ektiklerimizin zamanı geldiğinde hasatı yapılınca neler olacak..." diye sorgulamalılar kendilerini... Güneş her zaman böylesine alaca karanlık, puslu havaya doğmaz, gün gelir ortalık apaydınlık oluverir... -
CEMAAT BAŞBAKAN ERDOĞAN'A DARBEYE HAZIRLANIYOR
GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Politika Bilimi
Habertürk gazetesinden Kutlu Esendemir, muhafazakar kanadın önemli isimlerinden Mehmet Şevket Eygi ile röportaj yaptı. Eygi, röportajında "sivil darbe yapacaklardı, Başbakan'ın ameliyatına getirdiler" dedi. Mehmet Şevket Eygi'nin konuyla ilgili röportajı: "-28 Şubat tartışmalarının sağlıklı bir zeminde yapıldığını düşünüyor musunuz? Türkiye’de bütün darbelerin acısını çekmiş biri olarak, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat’ta seçimle gelen iktidarların darbeyle gönderildiği malum ve ben buna karşıyım. -Sivil darbe nasıl yapılır? Son aylarda Türkiye’de sivil darbe teşebbüsü gibi bir şeyler oldu. Ama başaramadılar. -MİT yöneticilerinin ifade krizini mi kastediyorsunuz? Evet. Tam da Başbakan’ın ameliyat olacağı saate denk getirdiler. Tutturamadılar. -Kim yapıyor bu darbe girişimini? Siviller yapıyor. Dünyada sivil darbe olmaz değil. Türkiye’de askeri darbe ihtimali çok azaldı. Hükümet de, sivil darbeyi bir satranç hamlesiyle önledi. Kim seçmiş bu iktidarı? Halk çoğunluğu. O zaman gönderecek olan da halk çoğunluğudur. Bundan sonra bir darbe teşebbüsü olursa iç savaş çıkar. -İleri sürdüğünüz, “sivil darbe girişimi”nde beklenti neydi o halde? Efendim, şimdi bu, kendine göre bir ideolojidir. Diyorlar ki: “Biz Türkiye’yi idare edersek, Türkiye için çok iyi olur. O halde bu darbeyi yapmak için, her çareye her vasıtaya başvurmak mübahtır.” Makyavelizm de başlıyor. Kendilerine göre ikna edici, kandırıcı gerekçeleri de var. “Biz iyiliği, doğruluğu, güzelliği temsil ediyoruz. Türkiye’yi idare edelim” deniyor. -Başarsalar ne olacaktı? Belki de iç savaşa gidecekti Türkiye. Kesin bir şey söyleyebilecek durumda değilim." -
Ergenekon ve Balyoz davasında yargılanan subayların hepsini süründürmeli... zamana oynuyorlar. Suçsuzluklarının ileride ortaya çıkmasının önemi yok, o zamana kadar yükselen güdümlü kadrolar "malı götürecek"..." (Cumhuriyet/ 20 Mart 2012) Bu satırlar Orhan Bursalı'ya ait. Söz konusu davalar hakkındaki öngörüsünü çarpıcı bir dille anlattı. Yazısının başlığı şuydu: "Erdoğan'a askeri darbe" Bursalı, bu davalarda verilecek hızlı bir mahkumiyetin, sanık subayların tasfiyesini sağlayıp, ordu içindeki cemaatçi kadroların önünü açacağını, bunun da son AKP- Cemaat kavgasından hareketle, Erdoğan'a askeri darbe anlamına geleceğini anlattı yazısında... Bu tespitler doğru olabilir mi? Biz cevap vermeyelim. Aynı gün Başbakan'ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan'ın, Star gazetesinde yayınlanan, "örgütle savcı- polis, sorunla hükümet mücadele eder" başlıklı yazısının son paragrafına bakalım. Şöyle demiş Yalçın Akdoğan: "Mesele sadece yanlış yapanların tasfiye edildikten sonra doğru yapacaklara zemin hazırlanması değildir. Doğruyu doğru şekilde yapmak, sivil iradeyi tırpanlamamak, siyasi iktidara dayatmaya gitmemektir. Emniyet ve yargı Türkiye’nin son dönemdeki demokratikleşme süreçlerinde takdir edilmesi gereken önemli roller oynamıştır. Ama bu mücadele hükümetiyle, medyasıyla, sivil toplumuyla, vatandaşıyla bir bütün olarak ortaya konulan sinerjinin bir neticesidir." (Star- 20 Mart 2012) Demek ki; tasfiyeden sonra geleceklere zemin hazırlanması yetmezmiş, iktidara dayatma da yapılmamalıymış. Bu sürecin mimarı sadece polis ve yargı değil, medya ve sivil toplum (kim olduğu belli) birlikte yaratmış. Yani sonuçta çıkacak hasılatı paylaşmak gerekiyor-muş... Anlaşılan o ki, Orhan Bursalı'nın tespiti, iktidar cephesinde de bazı endişelerin olduğunu doğruluyor...
-
CEMAAT OKULLARINDAN ÇIKAN SAVCILAR BUGÜN NEREDE?
GeceKuşu şurada bir başlık gönderdi: Politika Bilimi
Adlarına gerek yok... Türkiye'nin konuştuğu-tartıştığı davalara bakan savcılar çok genç değil mi? Çoğunuz bilirsiniz; görmüşsünüzdür, hakimler, savcılar ak saçlı, tonton amcalar değil miydi? Mahkemeye gitmediyseniz Yeşilçam filmlerindeki yaşlı tonton hakimleri, savcıları anımsayınız. Peki... Ne oldu da bugün TV’de, gazetelerde gördüğümüz savcılar bu kadar genç? Ve bu kadar genç savcılar bu kadar önemli makamlara nasıl çabuk gelmişler? Evet, ne oldu da bu kadar genç savcılar Türkiye'nin gündemindeki tüm soruşturmaları, davaları yürütür oldular? Bu kadar ağır yükümlülüklerin altına neden bu genç savcılar sokuldu? Yanıtı zor sorular mı bunlar? Bilemeyiz. Bildiğimiz şudur: Bu soruların yanıtlarını bulmalıyız. Bu soruların yanıtlarını bulamazsak Türkiye'nin konuştuğu soruşturmaları-davaları doğru değerlendiremeyiz. Savcıların yaşlarıyla, aldıkları ağır sorumlulukların birbiriyle ilgisini kavrayamazsak meseleleri analiz edemeyiz. Gelin şimdi olayın bir başka yönüne bakalım... Rahmetli Bülent Ecevit, cemaat okullarına hep destek çıktı. "Okul açmanın kime zararı olur; okusun öğrensin çocuklar" dedi hep. Cemaat, Ecevit'i bile etkileyecek bu psikolojiyle kamuoyunun önüne çıktı sürekli: "Ne var sanki yoksul çocuklar bu okullarda okusa, bizim yurtlarımızda kalsa, kime zararı var?" İşte olayın özü budur!.. Bu çocuklar bu okullarda okudu, bu yurtlarda kaldı. Hepsi de çok "başarılı" oldu! Genç yaşta en kritik makamlara getirildi. Şimdi bu "başarılı" çocukların neler yaptığını tüm Türkiye görüyor. Şimdi daha iyi anlaşılıyor; cemaat okullardan çıkan çocukların neden hep mülki yöneticiliği, hukuku ve emniyeti seçtikleri. Tek giremedikleri yer neresiydi: TSK. Onun da başına neler getirilmeye çalışıldığını artık herkes görüyor. O kadar akıllı hareket ediyorlar ki; TSK suçlarını sivil mahkemelere taşımak istediler. İstediler ki bu genç savcılar TSK'yı dize getirsin. Tasfiye; bu genç hukukçuların hazırladıkları dosyalarla gerçekleşsin? Sadece bu mu? Hiç kimse düşünmez mi ki; bir cemaatin, medyaya bu kadar hakim olmak istemesinin sebebi nedir? Yoksul çocukları okutan bir cemaat, neden medyada da güç sahibi olmak ister? Peki, niye emniyeti ele geçirmek ister? Salt amaç yoksul çocukları okutmak değil o zaman. Peki ne? Ne olduğu açık değil mi? Bugün Türkiye genç emniyetçiler ile genç hukukçuların el ele verip yaptıklarını dehşet içinde izliyor. Amaç ne? Yazmaya gerek var mı; bur stratejileri hala anlaşılmıyor mu? Biliyoruz ki, birileri görmek istemiyor. Bu nedenle bugün medya, Erzincan-Erzurum-Ankara-İstanbul arasındaki hukuk skandalının ayrıntısında boğuluyor. Kimin görev alanı nedir gibi kafa karıştırıcı detaylar üzerinde duruluyor. İllüzyonla halk bıktırılıyor. Halbuki, bu kadar ayrıntıya gerek yok. Soru basit: Cemaat okullarından çıkan çocuklar genç yaşta ne kadar önemli makamlara getiriliveriyor... Cemaat medyası neden hep "yargı reformu" diye bağırıp çağırıyor.... Evet, mesele bu kadar basit. Yapılacak tek bir haber var oysa: Bu genç savcılar, bu kadar önemli makamlara, bu kadar ağır görevlere bu kadar kısa sürede nasıl getirildi? -
Karanlık Zamanların Şarkısı- Üniversitede 40'lı 50'li Yıllar
GeceKuşu şurada bir başlık gönderdi: Edebiyat Dışı Kitaplar Alt Forumu
3 Aralık 2011 tarihinde yitirdiğimiz değerli bilim insanı, yazar Doç. Dr. Güney Gönenç'in, yitirişimizden beş ay önce yayımlanan Karanlık Zamanların Şarkısı- Üniversitede 40'lı 50'li Yıllar adlı kitabı Türkiye'ye gelip yıllarca kalan, ülkemizi sevip benimseyen Alman bilimcilerin ve onların yetiştirdiği ilerici, aydınlanmacı bilimcilerin Atatürk'ün ölümünden sonra gericiliğin güçlenmesiyle birlikte üniversitelerden uzaklaştırılmalarını anlatıyor. Aykut Göker'in kapsamlı önsözüyle, değerli fotoğraflarla daha da varsıllaşan Karanlık Zamanların Şarkısı, tartışılması gereken bir kitap. Mustafa Kemal Atatürk, bilimsel bakışın belirleyici olduğu çağdaş üniversiteyi kurarken, Alman bilimcileri değerlendirerek en gerekli kürsüleri oluşturdu. Bu bilimciler hemen her alandan geniş bir dağılım gösterirler: Hans Guterbock (Hititoloji), Benno Lands- berger (Asurbilim, Sami Dilleri), Wolfram Eberhard (Çin Dili), VValter Ruben (Hint Dilleri), Georg Rahde (Klasik Filoloji), Curt Kossvvig (Zooloji), Erich Frank (İç Hastalıkları), Bruno Taut (Mimarlık), Traugott Fuchs (Romanoloji), Albert Eckstein (Çocuk Hastalıkları), F. Arndt (Kimya), Ernst Hirsch (Hukuk), Alfred Kantoro- wicz (Diş Hekimliği), VVilhelm Schütte ile Margarete Schütte-Lihotzky (Mimarlık), Gerhard Kessier (İktisat), F. Neumark (İktisat)... VURUN BİLİMCİLERE!! Atatürk Devrim yönetimince 3 yıl içinde Türkçe ders vermeye başlamaları, Türkçe ders kitabı yazmaları istenen yaklaşık 200 kişilik bu usta kadro, aynı zamanda bilimciler, yazıncılar, düşünürler yetiştirdiler: Pertev Naili Boratav, İlhan Başgöz, Behice Boran, Niyazi Berkes, Mediha Berkes, Sabahattin Eyuboğlu, Azra Erhat, Samim Sinanoğlu, Suat Sinanoğlu, Muazzez İlmiye Çığ, Ekrem Akurgal, Mübeccel Kıray, Sedat Alp, Kemal Balkan, Tahsin Özgüç, Halil İnalcık, Osman Turan, Faruk Sümer, Mehmet Altan Köymen... Kısa zamanda yapılan bu büyük iş Cumhuriyetin özünü kemirmeye yüz tutan devrim karşıtı yeni egemen sınıfın tepkisini çekmekte gecikmez. Çok önemli bir şiddet olayı yaşanır. Yaklaşık 10.000 kişilik bir kalabalık 27 Aralık 1947 tarihinde Ankara Üniversitesi'ne saldırır; Rektör Ord. Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu'yu linç etmek ister. (Hedefte Kan- su'nun yanı sıra "komünist'' diye nitelenen öğretim üyeleri de vardır). Rektörün odası basılır. Kansu'ya zorla istifa dilekçesi imzalattırılır. Güvenlik güçleri olayı önlemek bir yana saldırganları destekler tutum içindedir. Rektörü bir yüzbaşı (bazı kaynaklara göre teğmen) havaya ateş ederek taksiye bindirir, olay yerinden kaçırır. Linç edilmekten kurtarır. Ord. Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu'nun emniyet ifadesinden bir bölüm şöyledir: "Ancak bugün Ankara Üniversitesi Rektörü Şevket Aziz Kansu, ki bu memleketin bir evladıyım, bu vatanın bir çocuğuyum, hayatım bu memleketin, yurdun selametine vakfetmiş bir insanım. Senelerden beri bana tevdi edilen Türk evlatlarını bu yüksek ideallerle yetiştirdim. İrfan hayatımızın en yüksek idare mevkilerinden daima ve daima kalbim bu heyecanlarla ve vatan sevmek aşkı ile çarpmıştır. İşte bu adam bugün, yani ben, vatan haini, komünist, millet düşmanı, alçak olarak tavsif edildim. Yüzüme tükürüldü, linç ediliyordum. İşte ifadem burada bitiyor". SALDIRILARIN GİZLİ AMACI 'Kansu'ya ve diğer öğretmenlere saldırılar Meclis kürsüsünden de sürdürülür. Fahri Kurtuluş, Reşit Tarakçıoğlu, Behçet Kemal Çağlar, Tahsin Banguoğlu gibi adlar şiddet kokan konuşmalar yaparlar. (s. 48) Bilim adamlarına saldırılar Demokrat Parti döneminde de artarak sürecektir. Bu olayların ardında Hitler faşizminin, Alman etkisinin ve daha gizli olarak da ABD etkisinin güçlenmesi yatmaktadır. Türk üniversitelerini kuran Alman bilimcilerin maaşlarının yüksek olduğu, ulusal duyarlılıklarımıza saygılı davranmadıkları, halkı ve yönetimi eleştirdikleri dillendirilir. Bu savların sahibi politikacı ve yöneticiler açık ya da gizli Nazi yandaşıdır. Düzenlenen oyun aşama aşama ilerletilir. Alman bilimcilerle birlikte ilerici Türk bilimciler, aydınlar da hedefe konur. Üniversitelerden uzaklaştırılır. Güney Gönenç bu durumu vurgularken: "Gerçekten de Alman profesörlerin görevlerine son verilmesi, DTCF'den ilerici Türk hocaların 'temizlenmesi' işlemine ustalıkla eklemlendirildi." diye yazıyor. (s. 39) CHP ile DP'nin ırkçı, gerici, Nazilere yakınlık duyan öbekleri birlikte davranırlar. NAZİLER GELİYOR Yapıtta, açıklanan döneme ilişkin iki çalışma öne çıkıyor. Özellikle Scurla Raporuyla ilgili olarak Ayyıldız Altında Sürgün, Faruk Şen, 2008 ile Üniversitede Cadı Kazanı, 1948 DTCF Tasfiyesi ve Pertev Naili Boratav'ın Müdafaası, Mete Çetik, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998. Scurla Raporu önemli bir ayrıntıdır. Gönenç şöyle açıklıyor: "Harbert Scurla, Nazi Devleti Eğitim Bakanlığı'nın Türkiye'deki Alman bilim adamlarını denetlemekle görevlendirdiği kişidir. Bu görevle 1939'da ülkemize gelmiş, İstanbul ve Ankara'da ki bütün Alman öğretim üyelerini tek tek 'teftiş ederek' kapsamlı bir gizli rapor düzenlemiştir. Ayrıca Türk hükümetine, Hitler'den kaçarak Türkiye'ye sığınan hocaları ülkeden çıkarması halinde, Almanya'dan Nazi Hükümetine bağlı yeni bilim adamları gönderilmesini önerme yetkisi de verilmişti Scurla'ya (Türk hükümeti bu öneriyi o zaman geri çevirmiştir). Scurla Raporu tarih profesörü K-D. Grothusen tarafından arşivlerde bulunmuş ve yayımlanmıştır." (s.100) Scurla'nın önerisi o dönemde kabul edilmemesine karşın, Nazilerle birlikte olmuş bilim adamları 1950'den başlayarak Türk üniversitelerine alınmaya başlanır, (s. 86) Kitap yakma kahramanı (ki ardından insanlar da yakılacaktır) Gerhard Fricke adlı yazın tarihi doçenti profesör olarak devlet çağrısıyla 1950'de İstanbul Üniversitesi'ne getirilmiş, 1960'a kadar bu görevi sürdürmüştür. Hennig Brinkmann ise Alman Dili ve Edebiyatı Bölümünü kurmak üzere çağrılır. SA ve Nazi partisi üyesi Brinkmann Türkiye'de kaldığı sürede Alman Dışişleri Bakanlığı'nın bilgi alma (istihbarat) servislerine bağlı olarak görev yaptı. Çoğu Yahudi düşmanlığı içerikli raporlarını Scurla'ya gönderiyordu. Raporlarından ilginç bir ayrıntı şöyle: "Avrupa klasiklerinin Türkçeye çevrilerek yayımlanması projesinde Alman klasikleri listesinde hiçbir Yahudi yazarın yer almaması sağlanmıştır (bir tek ayrıcalık ile: Heinrich Heine'den bir yapıt)". Bu durum 1950'yle oluşan değişimle ilgili de yeni bir kanıt sağlamaktadır. Karanlık Zamanların Şarkısı'nda Aykut Göker'in önsözünün yanı sıra Gönenç'in Göttingen Yedileri ve Ernst Hirsch'in "Artık Üniversitede Bilim Özgürlüğünden Söz Edilemez' başlıklı anlamlı yazıları da yer alıyor. Göttingen Yedileri'nin onurlu duruşu günümüz Türk bilimcilerine örnek olmalıdır. Bertolt Brecht'in dizelerindedir: "Karanlık zamanlarda /şarkı da söylenecek mi?/Elbette, şarkı da söylenecek,/karanlık zamanları anlatan." Güney Gönenç öğretmen aydınlık zamanları göremedi. "Unutulmayacak izler bırakan güzel insan Güney Gönenç'i saygı ve özlemle anıyorum." -
LAİK EĞİTİMDEN DİNCİ EĞİTİME (3) 2) Gerekçede söylenenler gerçeği yansıtmamaktadır: Yasa teklifinin genel gerekçesinde, kesintili eğitimin amacının, 6 yaşında henüz okuma yazma aşamasında bulunan ve hayata ilişkin temel kavramların çoğundan habersiz olan “çocuk” ile 13-14 yaşlarında fiziksel ve ruhsal kimliğinin şekillenme aşamasındaki sancıları yaşayan bir “ergenlik dönemi” öğrencisinin aynı okul ortamında bulunmasının sakıncalarını gidermek olduğu belirtilmektedir. Yine genel gerekçeye göre; - Kesintisiz eğitim mesleki öğretime darbe vurmuştur. - AB ülkelerinde ortaöğretim içinde mesleki eğitimin payı % 60 iken Türkiye’de bu oran % 44’tür. Bu oranı yükseltmek gerekir. - Mesleki eğitimden beklenen yararın sağlanabilmesi ve kalitesinin geliştirilmesi için, ilköğretimdeki öğrencilerin ilgi ve beceri alanlarının küçük yaşlarda saptanarak onları ortaöğretim aşamasında başarılı olabilecekleri meslek dallarının temel bilgileriyle donatmak en doğru yoldur. Bunlar doğruyu yansıtmamaktadır. * Birincisi; Milli Eğitim Bakanlığı verilerine bakıldığında, 8 yıllık kesintisiz eğitime geçildikten sonra, mesleki eğitim okullarını tercih edenlerin sayısında yıllar itibariyle artış olduğu görülmektedir. Yalnızca imam hatip liselerinin öğrenci sayılarında azalma olduğu saptanmaktadır. Bu düşüş de, AKP’nin iktidar olmasından, özellikle 2005’ten itibaren tersine dönmüştür. Esasen gerekçede örtülü olarak anlatılmaya çalışılan da imam hatiplerin durumudur. Mesleki eğitime darbe vuran uygulama, farklı katsayı uygulamasına son verilmesidir. Kendi alanları dışındaki yükseköğretim programını tercih eden meslek lisesi mezunlarının ortaöğretimde aldıkları pahalı eğitim hiçbir işe yaramamakta, ülkenin ihtiyacı olan nitelikli işgücü yetiştirme projesi sekteye uğramaktadır. * İkincisi; AB ülkelerinde mesleki eğitimin ortaöğretim içindeki payı % 60 değil, % 48’dir. Hatta Almanya’da bu oran % 23.4’e kadar düşmektedir. Bu yanlış bilerek mi yapılmıştır bilinmez. Ancak meslek eğitiminin ortaöğretim içindeki payını yükseltme gerekçesiyle imam hatiplerin daha da yaygınlaştırılacağı, hatta “esas öğretim modeli” olmalarının sağlanmasının hedeflendiği söylenebilir. * Üçüncüsü; çocukları çok küçük yaşta mesleki eğitime yönlendirmeye çalışmak bilimsel gerçeklerle bağdaşmamaktadır. İlköğretime başlama yaşı 5’e indirildiğine göre, 9 yaşında ilkokulu bitirip ortaokula geçen çocuktan meslek seçimi yapması, buna göre seçmeli ders program paketi alması istenecektir. İlköğretime başlama yaşı yeniden 6 olarak belirlense bile sonuç değişmeyecektir. Sonuç olarak 9 ya da 10 yaşındaki çocuklardan aynı şey istenecektir. Çocukların bu yaşlarda meslek tercihine yönlendirilme programına tabi tutulması bilimsel ve pedagojik yaklaşımla açıklanamayacak bir durumdur. 10 yaş bile, çok erken olduğu için eleştirilirken, bu yaşı 9’a çekmenin hiçbir bilimsel açıklaması yapılamamaktadır. Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi tarafından yapılan açıklamaya göre; çağ nüfusu bilişsel gelişim açısından ayrıştırıldığında, 7-11 yaş somut işlemler, 12 yaş üstü ise soyut işlemler dönemleri olarak belirlenmektedir. Eğitimcilerin ısrarla belirttiklerine göre; - 9 ya da 10 yaşındaki çocukların, somut işlemler döneminin daha başındayken, ilköğretimin ikinci kademesine geçmesi, bilimsel veriler ve bulgulara ters düşmektedir. Çünkü, "çocukların soyut işlemler dönemine girmeden bir öğretim kademesini tamamladığı hiçbir gelişmiş ülke bulunmamaktadır." - Soyut düşünce evresine geçmemiş çocukların gelecek planları “yaz tatilinden” öteye geçemezken, bu yaştaki çocuklardan meslek seçimi yapmalarını beklemek boş hayaldir ve bilimsel gerçeklerle bağdaşmamaktadır. - Yine soyut düşünce evresinde geçmemiş ve eleştirel düşünce yetisi kazanmamış çocukların dini eğitime yönlendirilmesi, temel felsefi anlayıştan yoksun, dogmatik, mekanik ve dar bir dünya görüşünün yerleşmesine neden olacaktır. Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi bu konuda şu değerlendirmeyi yapmaktadır: "İkinci 4 yılın mesleki ve teknik yönlendirmeyi içermesi, bilimsel açıdan kabul edilir bir seçenek değildir. On yaşındaki bir çocuğun ilgi, yeti, bilgi ve becerileri, kalıcı bir hale gelmemiştir. Bilimsel veriler, bu alanlardaki değişmezliğin ergenlik dönemi sonunda bile oluşmadığını açıkça göstermiştir. On yaşındaki çocukları ömür boyu çalışacakları alanlara yöneltmek, bilimsel açıdan olası değildir. Bilimsel veriler ilgi, bilgi, yeti ve becerilerin 15 yaşında bile kararlılık göstermediğini ve kaygan bir zeminde olduğunu saptamıştır. Bu nedenle 9-10 yaş gibi bir gelişim döneminde, çocukları bu tür seçimleri yapmaya zorlamak, hiçbir bilimsel veri ve sonuçla bağdaşmamaktadır" * Dördüncüsü; öğrencilerin, ikinci 4 yılda, yani ortaokulda, yetenek, gelişim ve tercihlerine göre seçmeli ders alacaklarının söylenmesi gerçeği yansıtmamaktadır. 9-12 yaş grubundaki seçim yapacak çağda olmayan öğrencilerin, “yetenek ve gelişmelerine” bağlı olarak mesleki eğitim tercihi yapmaları bilimsel olarak olanaksızlığı yukarıda açıklanmıştır. Geriye “tercih” öğesi kalmaktadır ki, onu da bu yaşlardaki öğrenciler değil, her zaman olduğu gibi aileler kullanacaklardır. Böylece çocuğun iradesi dışlanmış olacaktır. Oysa çocuğun kendi kararını vereceği yaşa kadar beklenmesi ve kendi seçimini yapmasının sağlanması gerekmektedir. Ailelerin kullanacağı tercihte de, toplumun muhafazakar ve mutaassıp yapısının rolü büyük olacaktır. Dolayısıyla, imam hatip liselerine yönlendirecek seçmeli dersler tercihin ilk sırasında yerini alacaktır. Bunun yaygınlaşmasında toplumsal baskı öğesinin de etkisini unutmamak gerekir. Bu söylediğimizi, siyasal iktidarın Denge araştırma şirketine yaptırdığı anket sonuçları kanıtlamaktadır. Bu ankette deneklerin % 70’ “Dindar gençlik yetiştirilmesini istiyorum”; % 70’i “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi kaldırılmasın”; % 53’ü “Andımız kaldırılmasın”; % 55’i de, “19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramının kutlama törenleri değiştirilmesin” demiştir. Deneklerin % 70’inin “Dindar gençlik istiyorum” yanıtı; (1) toplumun dindar/dinci ya da muhafazakar/mutaassıp yapısını, (2) ve aynı zamanda halkın bilinçsizliğini yansıtması yönünden çok önemlidir. Çünkü, laik eğitim sistemiyle yetişen nesil ile toplumun ulaştığı durum göz önüne alınırsa, “dindar bir nesil yetiştirilme” söylemiyle uygulanacak eğitim sistemi sayesinde, uzak olmayan gelecekte Milli Bayramlar da, Ulusal Andımız da, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi de, Atatürkçü Düşünce Sistemi de, Laik Cumhuriyet de kendiliğinden zaten ortadan kalkacaktır. * Beşincisi; üçüncü 4 yılda, yani 13 ya da 14 yaşından itibaren çocuklar, ortaokuldaki meslek tercihlerine göre genel lise, meslek lisesi ya da imam hatip lisesinde okumaya başlayacaklardır. Çağdaş ülkelerde meslek eğitiminin erken verilmesinden kaçınılmaktadır. Bunun gerekçesi olarak da, sağlam ve bilimsel bir temel eğitimden geçmeyen çocukların teknolojideki hızlı değişim ve ilerlemeye ayak uyduramaması gösterilmektedir. Bu ülkelerde zorunlu temel eğitimden sonra meslek eğitimi başlamaktadır. İçinde bulunduğumuz bilgi toplumunda, ara eleman yerine, bilgi üreten ve bu bilgiyi kullanan kişilerle birlikte çalışma becerisi gösteren işgücüne ihtiyaç duyulmaktadır. Araştırmalar, temel eğitim süresi uzadıkça çocuğun teknolojiyi anlama ve uygulama becerisinin arttığını göstermektedir. Çocuğun mesleğe erken yönlendirilmesi, bilgi üreten ve onu kullanan nitelikte bir eleman olarak yetişmesini engellemektedir. Bu nedenle gelişmiş ülkelerde temel eğitim uzun tutulmakta ve temel eğitim tamamlanmadan çocukların mesleki eğitime geçmesi önlenmektedir. AB ülkelerinde mesleki eğitime ve çıraklığa başlama yaşı en düşük 15’tir. Örneğin Almanya’da 9 yıl süreli zorunlu temel eğitimi bitirmeden mesleki eğitime başlamak olanaksızdır. * Altıncısı; 8 yıllık kesintisiz eğitimin uygulandığı 15 yıl içinde, birleştirilmiş okullarda ilkokul çağındaki çocuklarla ortaokul çağındaki çocuklar arasında, ergenlik dönemi nedeniyle bir sorun yaşandığı duyulmamıştır. Genel gerekçede bu yolda söylenenler, siyasal iktidarın önyargılı yaklaşımını sergilemekten öteye gidememektedir. Nitekim bu gerekçeye TBMM Milli Eğitim Komisyonu da inanmamış olmalı ki, ileride ayrıntılı açıklayacağımız gibi, ilkokullar ile ortaokulların bir çatı altında, aynı binada açılması yeniden kurala bağlanmıştır. Durum böyle olunca, yasa teklifinin gerçek amacının, dindar bir nesil yetiştirmek için imam hatiplerin önünü açmak olduğu kolayca anlaşılmaktadır. 4+4+4 sistemiyle laik eğitim sistemi kaldırılmakta, dindar nesiller yetiştirecek yeni bir eğitim sistemi getirilmektedir. “Altını çizelim: Bu projenin eğitimle bir alakası yok. Hükümet din eğitiminin önünü açıyor.” Bu sözler bize ait değil. Bugüne kadar AKP politikalarını destekleyen ve bu partiden milletvekili aday adayı olan, Zaman gazetesi köşe yazarı bir profesöre ait. Gerçi yazar, “Hükümetin birden bire gündeme getirdiği kesintili eğitim projesinin, özünde bir demokratikleşme sorunu olduğunu” söylese de, yeni sistemin eğitime değil, dini eğitime hizmet edeceğini açıkça vurgulamış oluyor. Yeni sistemde laik formasyonla yetişen öğrenci kalmayacak, onların yerini dini formasyonla yetişen yurttaşlar alacak ve bugün olduğu gibi gelecekte de Türkiye Cumhuriyeti’nin bu yurttaşlar tarafından yönetilmesi sağlanacaktır. Böylece, yıllar öncesinde söylendiği gibi İslami kimlikli yeni bir cumhuriyet yaratılmasına yol açılacaktır. Bülent Serim (YÖK eski üyesi)
-
LAİK EĞİTİMDEN DİNCİ EĞİTİME (2) 1) 8 yıllık kesintisiz eğitim sistemi başarılıdır: Her şeyden önce, eğitimcilere kulak vererek belirtmek gerekir ki, "Bir ülkedeki eğitim sistemi ve bunun uygulanmasını içeren model değişiklikleri, ancak daha önceki sistem ve uygulamalar bilimsel değerlendirmelerle ele alınıp gelişim ve değişimin zorunlu olduğu saptanırsa, gerekli olabilir. Böyle bir bilimsel değerlendirmeye dayanmayan değişiklikler, insan gücü açısından olduğu kadar ekonomik açıdan da savurganlığa neden olur." Eğitim sisteminde bu kadar sıklıkla değişiklik yapılmasının uygun olmadığını eğitimciler de kabul etmektedir. Eğitimcilere göre eğitim sistemleri bu kadar sıklıkla değişen bir başka ülke örneği göstermek olanaklı değildir. Sakıncalı yönler kuşkusuz olacaktır, vardır ve bunlar düzeltilmelidir. Ancak eğitim sisteminde köklü değişikliğe gitmek için, eski sistemin neden değiştirildiğini ortaya koymak ve çok uzun çalışmalar yapmak gerekmektedir. Ne Sayın Başbakan ve Milli Eğitim Bakanı’nın söylemlerinde, ne Komisyon görüşmelerinde, ne de teklifin gerekçesinde 8 yıllık kesintisiz eğitim sisteminin sakıncalı yönleri, bilimsel yönden ortaya konulmamıştır. Tam tersine bu dönemin başarılı olduğunu çeşitli araştırmalar açık biçimde göstermektedir. Milli Eğitim Bakanlığı verilerine göre, kız çocuklarının okullaşma oranı (yani okul çağında olup da okula giden kız öğrenci oranı) 8 yıllık kesintisiz eğitimden önce, 1997-1998 eğitim öğretim yılında ilköğretimde yüzde 78.97, ortaöğretimde yüzde 34.16 iken; yaklaşık 10 yıllık kesintisiz eğitim uygulamasından sonra, 2009-2010 eğitim öğretim yılında bu oranlar sırasıyla yüzde 97.84 ve yüzde 62.21 olmuştur. Bir başka ölçüme göre, 8 yıllık kesintisiz eğitimden önce, 1997 yılında nüfusumuzun eğitim yaşı 4.5 yıl iken, 8 yıllık eğitimden sonra bugün bu sürenin 6.5 yıla çıkarıldığı saptanmaktadır. Kuşkusuz bu bile yeterli değildir. Çünkü OECD ülkeleri ortalamasında bu süre 11.4 yıl, dünya ortalamasında ise 7.4 yıldır. Başka bir veriye göre, 8 yıllık kesintisiz eğitim, ortaokula geçtiğinden okuldan kopacak 3,5 milyon çocuğu okulda tutmuştur. Görüldüğü gibi 8 yıllık kesintisiz eğitim uygulaması, çocukları özellikle de kız çocuklarını okula yönlendirmede başarı sağlamıştır. Kuşkusuz bu başarıda “teşvik kampanyalarının” da etkisi vardır. Belki de, 8 yıllık kesintisiz eğitimin kız öğrenciler yönünden başarılı sonucu, bu eğitim sisteminin değiştirilmesinin en önemli nedenlerinden biridir. Şimdi hedeflenen eğitim sistemiyle, okula başlama yaşı 6 olarak alındığında, henüz 13 yaşını bitiren çocukları, özellikle kız çocuklarını eve çekmenin yolu aranmaktadır. Okula başlama yaşı 5 olursa eve çekilme yaşı 12 olacaktır.
-
LAİK EĞİTİMDEN DİNCİ EĞİTİME (1) Türk Milli Eğitim sisteminde alelacele bir değişiklik yapılmaya çalışılmaktadır. Anayasa kadar, belki ondan da daha önemli bir konu aniden Türkiye’nin gündemine oturuvermiştir. Bu yazıda, “Milli Eğitim Sistemi’nde ne yapılmak isteniyor, neden yapılmak isteniyor”un yanıtını bulmaya; daha sonraki yazılarda ise, getirilmek istenen yeni sistemin sakıncalarını irdelemeye çalışacağız. Sayın Başbakan’ın anayasal kuralları elinin tersiyle iterek, laik eğitim ve öğretim birliği ilkelerine aykırı biçimde “Biz dindar bir nesil yetiştireceğiz” sözünden hemen sonra, eğitim sisteminde “1+4+4+4” modeline geçileceği açıklanmıştır. Arkasından da 5 AKP Grup Başkanvekilinin (Nurettin Canikli, Ahmet Aydın, Mahir Ünal, Mustafa Elitaş ve Ayşenur Bahçekapılı) imzasıyla ilgili yasa teklifi TBMM Başkanlığı’na verilmiştir. Bu gelişme “dindar nesil yetiştirme” projesi ile “yeni eğitim sistemi” arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktadır. Ayrıca, AKP programında, seçim bildirgesinde, hükümet programında, hükümet/Milli Eğitim Bakanlığı icra programında, Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda ve Kalkınma Planı’na dayalı olarak her yıl Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlüğe konulan yıllık programlarda, bu bağlamda 2012 Programında yer almamasına karşın, eğitim sistemi değişikliğinin aniden gündeme alınması, Başbakan’ın söylemiyle doğrudan ilgili olduğunu açıklamaktadır. Tüm engeller ve karşı koyacaklar ortadan kaldırıldıktan sonra sıranın eğitim yoluyla yeni rejimin geleceğinin güvence altına alınmasına geldiğine karar veren Başbakan bu sözü söyleyerek işaret fişeğini ateşlemiş; hemen arkasından yasa teklifiyle gereği yapılmıştır. Sayın Başbakan 28 Şubat 2012’de AKP Grup toplantısında yaptığı konuşmada, bu sistemle “28 Şubat’taki kayıpların telafi edileceğini”; Rekabet Kurumu’nun 15. kuruluş yıldönümü toplantısında da, “kesintisiz eğitimin zorbalıkla geldiğini” söyleyerek, yeni eğitim sisteminin hem “dindar bir nesil yetiştirme projesini” yaşama geçirmek için getirildiğini doğrulamış, hem de 8 yıllık kesintisiz eğitimin rövanşının alınması için getirildiğini itiraf etmiştir. Teklifin TBMM MEB Komisyonu’nda kabulü aşamasında yaşananlar ve sistem değişikliğinin hiç gerek yokken, halkın istemi bulunmazken, ilgili hiçbir örgütle görüşülüp tartışılmadan, hatta muhalefet susturularak çıkarılmaya çalışılması, rövanşın da zorbalıkla ve dayatılarak alınacağını göstermektedir. Oysa iş rövanş almaya dökülünce bunun sonu gelmez. Çünkü olayı bu yolla bitmez tükenmez bir sıra meselesi haline getirmiş olursunuz. Sıra size geldiğinde rövanş alırsınız ama bir sonraki aşamada diğerlerine de rövanş almak için neden yaratmış olursunuz. Üstelik 8 yıllık kesintisiz, zorunlu eğitim özü itibariyle 28 Şubat sürecinin ürünü değildir. Uzun bir fikri hazırlık dönemi sonunda uygulamaya konulmuş bir sistemdir. 8 yıllık zorunlu eğitim önce 5 Ocak 1961 günlü, 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Yasası’nda, sonra 14 Haziran 1973 günlü, 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Yasası’nda, daha sonra da 16 Haziran 1983 günlü, 2842 sayılı Yasa’da yer almıştır. Ancak uygulaması hep ertelenmiştir. 1974 yılında CHP-MSP koalisyon hükümeti döneminde toplanan 9. Milli Eğitim Şurası’nda, zorunlu kesintisiz eğitimin 8 yıla çıkarılması gerektiği, neredeyse oybirliğiyle kabul edilmiştir. 1996 yılında, ANAP-DYP koalisyon hükümeti döneminde toplanan 15. Milli Eğitim Şurası’nda, 8 yıllık zorunlu kesintisiz eğitime geçilmesi, büyük oy farkıyla kabul edilmiş; ancak ilk kez kesintili eğitimden söz edenler de olmuştur. 1997 yılında, RP-DYP koalisyon hükümeti 8 yıllık kesintisiz eğitime geçmekte gönülsüz davranmıştır. 28 Şubat’tan sonra kurulan ANAP-DSP-DTP koalisyon hükümeti döneminde Ağustos 1997’de çıkarılan bir yasayla 8 yıl süreli kesintisiz, zorunlu temel eğitim uygulaması yürürlüğe konulmuştur. Önce gündeme getirilen “1+4+4+4” sisteminde, kesintili-zorunlu 13 yıl süreli bir temel eğitim öngörülmekteydi. 28 Şubat sürecinde kabul edilen “kesintisiz ve zorunlu 8 yıl süreli eğitim öğretim”, kesintili 13 yıl zorunlu eğitime dönüştürülmek isteniyordu. Aslında bu konudaki ilk adım da 18. Milli Eğitim Şurası’nda atılmıştır. Milli Eğitim Şuraları, eğitim politikalarını belirleyenler için yol gösterici işlev gören etkinliklerdir. Ne yazık ki, özellikle son iki yıldır bu etkinliklere de siyaset egemen olmuştur. Bunun sonucunda, 17. MEŞ’nın egemen konusunun “katsayı”, 18. MEŞ’nın egemen konusunun ise “dini eğitim” olması sağlanmıştır. 18. MEŞ’ndan çıkan kararlar bu değerlendirmemizi güçlendirmektedir. Örneğin, kesintili-zorunlu 13 yıl eğitim sistemi (1+4+4+4) bu Şura’da alınan kararlardan biridir. Bu karar Hükümet’e, sisteme geçmek için dayanak oluşturmuş, işini kolaylaştırmıştır. Kesintili-zorunlu 13 yıllık temel eğitimde, 1. yıl okulöncesi eğitimi, 4 yıl ilköğretim birinci kademeyi, 4 yıl ilköğretim ikinci kademeyi ve 4 yıl da ortaöğretimi kapsamaktadır. Yasa teklifinde ise; - “Okul öncesi öğretime” zorunlu eğitim kapsamında yer verilmemiş ve sistem, “4+4+4” biçiminde önerilmiştir. - Zorunlu temel eğitim 12 yıla çıkarılırken, kesintili duruma getirilmekte; 4’er yıl süreli ilköğretim birinci ve ikinci kademe ve ortaöğretime dönüştürülmektedir. - Bununla da yetinilmemekte, ikinci 4 yıldan başlayarak yaygın eğitim, örgün eğitime seçenek olarak getirilmekte, öğrencilere isterlerse ortaokul ve liseyi açıktan okuma olanağı sunulmaktadır. - İkinci 4 yıllık bölümde yani ortaokulda, öğrencileri meslek seçimine yönlendirmek için seçmeli dersler konulması öngörülmektedir. Sayın Başbakan’ın “Dindar bir nesil yetiştirmek istiyoruz” açıklamasının ardından, siyasal iktidardan güç alan İmam Hatip Liseleri Mezunlar ve Mensupları Derneği (ÖNDER), 1+4+4+4 sisteminde, "Zorunlu temel eğitime dördüncü sınıftan sonra 'açık öğretim' olarak da devam edilebilmesini” önermiştir. ÖNDER yetkilileri öneriyi Başbakan Erdoğan'a sunduklarını ve Başbakan’ın öneriye sıcak baktığını açıklamışlardır. Nitekim AKP Grup Başkanvekillerinin imzalarıyla TBMM’ne sunulan yasa teklifi, bu öneriyi de kapsamaktadır. Bu teklif kabul edilirse, öğrenciler kesintili olarak 12 yıl zorunlu temel eğitime bağlı olacak; ancak ilk 4 yıldan, yani ilkokuldan sonra okula devam zorunluluğu olmayacaktır. Öğrenciler isterlerse açık öğretim olanağından yararlanacaklar; evlerinde oturarak dersleri televizyondan izleyecekler ve yılsonlarında sınava girerek 12 yıllık eğitimlerini tamamlayacaklardır. Teklif, TBMM Milli Eğitim Komisyonu’nun 11 Mart 2012 günlü, şaibeli toplantısında kabul edilmiştir. Komisyon kabulüne göre; - 12 yıl süreli kesintili temel eğitim zorunlu olmuştur. - Okul öncesi eğitimi zorunlu temel eğitim kapsamına alınmamıştır. - İlköğretime başlama yaşı 6’dan 5’e indirilmiştir. (60 aydır. Amaçlarının 6 yaş, yani 72 ay olduğu açıklanmış ise de bu metne yansımamış; gereğinin Genel Kurul’da yapılacağı söylenmiştir.) - İlköğretim birinci ve ikinci kademe ile ortaöğretim ifadeleri, sırasıyla “ilkokul”, “ortaokul” ve “lise” olarak değiştirilmiştir. - Temel eğitim 4’er yıl süreli, birbirinden bağımsız ilkokul, ortaokul ve liseden oluşmaktadır. - Ortaokulda mesleğe yönlendirme adı altında konulacak “seçmeli dersler”, “seçmeli ders programı” paketine dönüştürülmüştür. - Öğrenci ortaokulda hangi program paketini seçerse, ona uygun lisede okuyacaktır. - Açık öğretim seçeneği ortaokuldan değil, liseden sonra devreye girecektir. Öğrenciler lise evresinde açık öğretim seçeneğini kullanabilecektir. Yasa teklifinin 12 yıllık zorunlu temel eğitimi öngörmesi, bilimsel temellere dayanmakta ve insan gücü niteliği açısından büyük önem taşımaktadır. Bunun dışında, - Okulöncesi eğitimi zorunlu temel eğitim kapsamına almamanın, - Temel eğitimi kesintili duruma getirmenin, - Temel eğitimin son aşamasında da olsa açık öğretimi örgün eğitimin seçeneği yapmanın, - Ortaokulda çocukları mesleğe yönlendirici seçimli ders programları getirilmesinin, belli bir amaç dışında hiçbir bilimsel yanı bulunmamaktadır. Komisyonca kabul edilen değişiklik metnindeki bu eksikliklerin, Türk Eğitim Sistemi yönünden sakıncalarına değinmek gerekir.
-
- 60 cevap
-
- Saksı
- Yaratıcı Saksı Tasarımı
-
(ve 2 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
Çocuklar Duymasının Hüseyin'i Sahte Rakı İçerse...
GeceKuşu şurada bir video gönderdi: Komik Videolar
-
Hani Hz Muhammet okuma yazma bilmiyordu?
-
BirGün gazetesi yazarı Attila Aşut, Kars'ta düzenlenecek "Kültür ve Sanat Festivali" ile ilgili kendi gazetesinin bu festivali olumlayan haberini, "ucube" vakasını hatırlatarak eleştirdi. Aşut, toplumsal hafızanın çabuk silindiğine dikkat çekerek BirGün'ün haberini "meslek kazası" olarak değerlendirdi. Başbakan'ın İnsanlık Anıtı'na "ucube" demesi sonrasında hemen kolları sıvayan bu belediyenin yaptığını ne çabuk unuttuk. Atilla Aşut'un konuyla ilgili yazısı:
-
Alex’in yerine Tayyip Erdoğan...
GeceKuşu şurada bir başlık gönderdi: Düşündüren Resimler - Karikatürler
Mizah dergisi Gırgır seçmene ’Alex’in yerine Tayyip Erdoğan’ oynasa diye sordu. Haftalık mizah dergisi Gırgır AKP'nin sürekli anket yaptırmasını kapağına taşıdı. AKP, parti içinde ya da Türkiye'deki gidişata dair kötü bir gelişme olduğunda kendilerine yakın anket şirketlerine anket yaptırarak oylarının düşmediği konusunda kamuoyunu ikna etmeye çalışmakta. (Örneğin, ANAR araştırma şirketi) İşte GırGır'ın kapağı. -
Demokrasinin Katledilmesi Başbakanın Zaferi mi?
GeceKuşu şurada bir başlık gönderdi: Gazete Haberleri Paylaşımı
-
MİT krizinin yoğun tartışıldığı günlerde, Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce çok kritik bir yazı kaleme aldı. 15 Şubat 2012 tarihli “Son tuzak: İktidar-Cemaat” başlıklı yazısının son satırları çarpıcıydı: “(...) İstenilen tek bir şey var: Temel hak ve hürriyetler, din ve vicdan özgürlüğü teminat altında olsun yeter... Halk seçtikten sonra, Türkiye’yi kim yönetirse yönetsin...” (15.02.2012/Zaman) Zaman gazetesi yazarı Gülerce, bu satırları “cemaat ne istiyor” sorusuna yanıt olarak vermişti. AKP’DEN DAHA İYİSİ VARMIŞ! Zaman’ın bir diğer yazarı Ali Bulaç, 3 Mart 2012 tarihinde “Siyak ve Sibak” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Bulaç’ın yazısında çok çarpıcı satırlar vardı. Örneğin: “Biz iktidara destek vermeye devam edebiliriz, ama eleştireceğiz de. İktidar bundan hoşlanmıyor, nitekim eleştirenleri usulüne göre kenarda tutarak etkisizleştirme yolunu seçiyor, bazen "Sen bana güvenmiyor musun, eleştirerek beni zayıflatıyorsun" diye aba altından sopa da gösteriyor. Hoşlansın hoşlanmasın, yapıcı olarak ve referanslarımızdan hareketle eleştirilere devam edeceğiz. Müslümanlar asli dava ve ideallerini unutmamalı, iktidarlar gelip geçicidir, her zaman "olan"dan "daha iyisi" vardır.”(03.03.2012/Zaman) Ne diyor Ali Bulaç özetle: “İktidarlar gelip geçicidir, her zaman daha iyisi vardır!” Hüseyin gülerce ne demişti: “Halk seçtikten sonra, Türkiye’yi kim yönetirse yönetsin!” MUSTAFA ÜNAL’IN KRİTİK YAZISI Gelelim Zaman gazetesi Ankara temsilcisi Mustafa Ünal’ın yazısına... Mustafa Ünal “HAS Parti’den Anayasa kampanyası” başlıklı yazısının girişinde bakın neler yazdı: “(...)Toplumun yeniliğe açık yapısı Türk siyasetini dinamik kılıyor. O yüzden bu topraklarda yükseliş ve düşüşler çok sert yaşanıyor. Seçimde birinci olan bir parti dönem sonunda son sıraya inebiliyor. Bülent Ecevit'in DSP'si bunun en iyi örneği. Zamanın ruhuna ayak uyduramayan partilerin yeri siyaset mezarlığı. Örnek mi? O kadar çok ki... Merkez sağın iki partisi Anavatan ve DYP mesela.(...)”(25.03.2012/Zaman) Zaman yazarı Ünal, bugün AKP’nin ne kadar güçlü olduğundan bahsedip sözü HAS Parti’ye getiriyor: “(...)Bu siyasi tablo 'gelecek arayan' parti olmayacağı anlamına gelmiyor. HAS Parti, yarın hesabı yapan partilerden biri... AK Parti gibi Milli Görüş hareketinden neşet etti. Milli Görüş çok bereketli çıktı. Oradan doğan üç parti var. İlk başlarda Numan Kurtulmuş'un Saadet Partisi'nden kopması yadırgandı. Bugün yaşananlar Kurtulmuş'u haklı çıkardı. Artık 'Neden ayrıldınız, neden sabretmediniz?' sorularına muhatap olmuyor. Numan Kurtulmuş, hayal dünyasında yaşayan biri değil, son derece gerçekçi... İdealist ama reel politiğin farkında. Önceki gün gazetede misafirimizdi, parti faaliyetlerini, siyasetten beklentilerini anlattı. Cumhurbaşkanlığı seçimini siyasetin yeniden şekilleneceği 'dönüm noktası' olarak görüyor. AK Parti'nin boşaltacağı alanı doldurmaya aday. O günün şartlarını bugünden kestirmek zor tabii.(...)” Mustafa Ünal yazısında; HAS Parti’nin yeni anayasa ve 28 Şubat sürecinin soruşturulması konusundan bahsedip, yazısını şu satırlar bitirdi: “(...)Kurtulmuş, bugün işinin ne denli zor olduğunu biliyor, o yüzden yarının Türkiye'sini yönetmeye talip.” *** Evet... Parçaları koyduk. Zaman’ın bir süredir Numan Kurtulmuş’la ilgili haberlere geniş yer verdiğini de hatırlatalım. Ve çıkan bu tablo eşliğinden şu soruyu soralım: Cemaat HAS Parti’yi, dolayısıyla Numan Kurtulmuş’u iktidara mı hazırlıyor?
-
Sevgili Omar; Hadislerle ilgili düşüncelerini ben anlarım ve sana hak veririm. Aynı şekilde birisi Allah yoktur dediğinde, sende bu sana göredir kardeşim bence vardır deyip şiddet uygulamazsın... Ama bu tür birbirini anlamaya çalışma, karşılıklı olarak düşünceye saygı ve inanç serbestliği bizim gibi ülkeler de geçerlidir.(Hoş bunun olumsuz örnekleriyle de karşılaşmıyor değiliz.) Bu aykırılıkları, Allahın olmadığı, hadislerin insan yazması olduğu ve güvenilir kaynaklar olmadığı, dini inançların koşulsuz kabul edilmesi gerektiğine inanan toplumlar ve ülkelerde dile getirilebilir mi? Ortalık bir çıkmaza girer diyorsun sence hangisi daha tutarlı. Tartışılıyor olabilmesi mi? yoksa tartışılamaz olması mı? Ayet dediklerin Hz. Muhammedin Allah adına dile getirdiği öne sürdükleri, hadisler ise Hz Muhammetin İslami uygulamaları ve onunla yaşananların tarihsel kanıtlarıdır. Hadisler insanların yazmasıdır da Kuran yine o dönemde yaşayan insanların yazdığı günümüze ulaşan bir kaynak kitap değil midir? (Kaynak olmasına itiraz edip polemik üretecek olanlar "kaynak kitap yerine kutsal kitap" olarak okuyabilir. Özünde hiç bir şey değişmez.) *** Dünyanın düz olduğu ile ilgili hiç bir şey yok dersen, bugünkü bilgin ile yaptığın bir yorumdur bu. Gerçek olan ise geçmişte bunun böyle olduğunu düşünen ve inan insanların bu bilgilere sahip olmadıklarıdır. Ne kadar zorlarsan zorla kutsal kitaplarda dünyanın fiziksel yapısıyla ilgili yazılanlar o dönem peygamberlerinin bildikleriyle sınırlıdır. Yazıldığı iddia edilen şeyler her dönemin bilgi birikimine göre değişecektir. Kutsal kitaplara Bilim kitabı muamelesi yapmak amacı aşar, kişinin bilgi birikimi ve algılamasına göre değişen sonuçlar ortaya çıkar. İlgili video da izlenenler ve söylenenler geçmişten gelen bilgi birikiminin günümüz bilgileri karşısında ne kadar geri ve aciz kaldığını örnekleyen bir ibret belgesidir. Hangi tarih ve ülkede yaşandığının öneminden çok hangi bakış açısı ve inanç sahiplerinin bu şekilde açıklamalarda bulunuyor olmasıdır. Orada söylenenleri bir aidiyet duygusuyla reddedip yok saymak inançlardan gelen kör algılama ve bakış açılarının insan yaşamına olan olumsuz etkilerini ortadan kaldırmaz....
-
GeceKuşu ''Dede'' Olduuu...
GeceKuşu şurada cevap verdi: tülvent başlık Turkish-Media.Com Forum Ailesi
Foto direktöre dileklerini ilettim ama vakti olup eli değmemiş sanırım... Bir kez daha istemde bulunalım kendisinden *** Minik, tatlı ve şirin Ayazın sevgili babası... Ailecek mutlu ve huzurlu bir geleceğe yürürken küçük Ayaz'ı sevgi dolu bir dünyaya taşımanız en içten dileğim... Analı babalı büyüsün, Sağlıklı, mutlu ve başarılı... Onu bizler için öp... -
Bundan yıllar önce aile büyüklerimiz bizleri karşılarına alıp şunları söylemişlerdi. "Size güvenen insanlara ASLA yalan söylemeyin. Size yalan söyleyenlere de sakın güvenmeyin" . Ne kadar da haklılarmış, yıllar yılları kovalayıp zaman ilerledikçe ne demek istediklerini çok daha iyi anladım.
-
Bahsettiğin şeyleri önce sana hak vererek acaba saldırı mı var diye merak ettim ve ilgili videoyu izledim..., Ama gördüm ki; senin dine saldırı var olarak algıladığın anlatımlar "tasarım" olarak ileri sürülen iddialara yapılan eleştiriler. Problemde burada zaten sevgili omar, dini değerleri ele alarak bilim yapmaya çalışanların safsatalarına karşı yapılan eleştirileri dine saldırı olarak algılanması... Bilim böyle bir şey işte asla niyet okumaz, ne görüyorsa, ne deneyimlediyse onu açıkça kanıtlarıyla ortaya koyar... Ama işin içine dini sokarak algılamalar yaratılmaya başlandımı iş niyet okumaya döner. Dawkinsin ortaya attıklarını dine saldırı olarak değerlendirilir. http://youtu.be/ohBn4qussmc Burada "Önyargımız evrim değil" açıklamasında bulunulması olumlu bir açılım. Şimdi bu açılımı yaptıktan sonra, amaç gerçekten konuyu kaynağından öğrenmek ise, evrimi anlamak ve kavramak için gerekli döküman ve kitapları bilimsel kaynaklardan okumaktır...
-
Eee... (Bunu Beğen)' e tıklasana o zaman Sevili dennise
-
Bu yazdıklarınız size göre... Amacınız konu üzerine tartışmaksa, bu bir tartışma üslubu değil. Kişileri yaftalamak. Konuyu başka alanlara yönlendirip basitleştirmek. (Bu çabaları açığa çıkaran en belirgin örneklerden biri de kullanılan gülücükler. Elbette gülücük kullanma hakkına sahipsiniz, ama tercih ettiklerimiz bizim bakış açımızı ve amaçlarımızı açığa çıkarabiliyor.) Forumdan ya da değil ne farkeder ki; canlılığı araştırmanın neresi insana hayvan muamelesidir. Adı üstünde canlı, onları kategorilere ayıran biz insanlarız. İnsanlar ve diğer canlılar arasındaki benzerlik ve farklılıkları araştırmanın, ortaya çıkan bilimsel verileri dile getiremin "insana hayvan muamelesi yapılıyor" olarak algılanması sizin bakış açınız ve algılamanız.. Evrimi araştıran bilim adamlarının ve bu araştırmaları önemsiyen diğer insanların değil... Pardon diyerek forumdakileri ayrıcalıklı bir yere koyuyormuş gibi yapmak yaklaşımınızı saygın kılmıyor...
-
Kapitalizmin gizli öznesi: 'Ben' Hırsız girdiği mahallede ev seçmez. Kapısını açık bulduğu eve girer. Ancak kapısı açık ev bulamazsa herhangi bir eve girmeye çalışır. AKP, 2002’de Türkiye genel seçimlerinden tek başına iktidarı alarak çıktığında sanırım hiçbirimiz iktidar partisinin kapıyı sonuna kadar açacağını tahmin etmemiştik. Kemalizmin kapitalizmle stratejik ortaklığına dayanan ‘vatan’ serüveni AKP’nin model ortaklığıyla başka bir form aldı. 10. yılında siyasi iktidarın açık bıraktığı kapıdan yüzlerce uluslararası şirket daha içeriye girdi. Hiçbir vergi yükünün getirilmediği bu şirketler, karşılarında esaslı bir muhalefet görmedikleri için toplumun yaşam alanlarına müdahale etmeyi başardı. Piyasayı yönetmeye inanmayan AKP, toplumu piyasa eliyle yönetmeye inandı. Zannediyorum ne Menderes ne de Özal, piyasa mekanizmasının önünde bu kadar tapınmadılar. AKP iktidarı ve lideri bununla da yetinmedi. Kendine Ortadoğu coğrafyasında bulunmaz bir rol biçti. İsrail’le kavga eder bir görüntüde Müslüman kitleleri arkasına alan lider ve partisi bölgede yaşayan halkları işaret ederek, kapitalistlere ‘bensiz buraya giremezsiniz’ dedi. Türkiye’nin önemli bir bölümü sıcak paranın estirdiği rüzgârdan çok haz etmiş olacak ki kapitalistleşmeye ayak uyduruyor. Aslında kredi kartları ve çekler ‘patlıyor’, farklı sebeplerle alınmak zorunda hissedilen kredilerin geri ödemesi aksıyor. Bir önceki dönemde devletin yaşadığı krizden daha büyüğünü bugün yurttaş yaşıyor. Ama borçları yurttaşları arasında dağıtma eğiliminde bulunan her piyasacı iktidar gibi AKP de bu işin planlama ayağını çok iyi yönetiyor. ÖNCE CEPLERE SONRA BEYİNLERE Özellikle büyük kentlerde açık hava reklamcılığı büyük bir hızla gelişiyor. Kent merkezlerinde; binaların ‘önemli’ cepheleri reklamla giydiriliyor, sokak köşelerine ışıklı tabelalar yerleştiriliyor. Yazılı ve görsel basında reklam alanları çeşitlendiriliyor. Dizilerin içine reklam serpiştiriliyor, oyuncular sponsorlardan yatak ve hamburger alıyor. Müşterinin algıları yönetiliyor. Banka çalışanlarına getirilen ‘yeni kredi kartı müşterisi’ kotası artırılıyor. Bankalar tarafından olur olmadık ücret kalemleri çıkartılarak tüketicinin cebinden parası çalınıyor. Çalışma saatleri ağırlaştırılıyor, çalışanların mesai kavramı iğdiş ediliyor. İşsiz sayısı arttıkça işverenin eli rahatlıyor. Asgari ücret olabildiğince aşağıda tutulurken orta sınıfların tüketici davranışları yönlendirilmeye çalışılıyor. Sigorta şirketleri müşteri kazanmak için saldırıyor. Acımasız bir rekabet ortalığı kasıp kavuruyor. Sosyal medyada kullanıcıların eğilimleri veri tabanına dönüştürülüyor. Bu veri tabanları uluslararası şirketlere satılıyor. Şirketlerin ürün ve reklam stratejileri tüketicinin eğilimlerine göre hazırlanıyor. Facebook üzerinde kullanıcılar ‘sanal tarla’ ektikçe oyunun yaratıcıları milyonlarca dolar kazanıyor. Twitter’da aktivistlerin ‘tweetledikleri’ ile şirketlerin itibarları kurtarılıyor. Gençlere, toplumdan sıyrılma hevesi empoze ediliyor. Girişimcilik, örnek olma, atılım yapma terimleri ‘yenilikçilik’ kavramının altına sokuluyor. Vahşi kapitalist olmak için risk alma teknikleri öğretiliyor. Konferanslar, paneller, seminerler daha çok ticaret için. Yurtdışından getirilen ‘uzmanlar’ piyasa mekanizmasının neresine eklemleneceğimizi hatırlatıyor. ‘Farklılık’ beyinlerden çıkartılıp ceplere sokulmaya çalışıldıkça bireyler aynılaşıyor. Kanıksadığımız cümlelerde hep aynı terimler kullanılıyor; kariyer, maaş, kartvizit ve pozisyon. Sihirli kelimeler havada uçuştukça ne yapmakta olduğumuzu unutturuyor. Gerçeklik uzaklaştıkça algı katılaşıyor. Gündelik koşuşturma içerisinde ne yapmakta olduğunu unutan bireyi tavlamak kolaylaşıyor. COPY-PASTE BİR YAŞAM Mesai bitimine kadar yorulan birey için copy-paste bir yaşamdan daha kolayı olamaz. Uluslararası şirketler bunu biliyor. Bunca yorgunluğun ve hayat koşuşturmasının içinde çokça düşünmeden ve sorgulamadan; haliyle isyan etmeden yaşamak en iyisi. Zaten bir düzen zor kuruluyor. Hem ne var kaldırımı kapatan bir reklam tabelasının varlığında? Kafanızı kaldırıp bakmakta dahi zorlandığınız, üzeri reklamlarla giydirilmiş binaların camlarından içeri daha az güneş ışığı girdiğinde çok şey kaybetmiş olmazsınız. Dizi oyuncusu gerçek hayatında da yatak ve hamburger tüketmiyor mu sanki? Facebook’ta tarla ekip puan topladığınızda arkadaşınızı geçerek 20 saniyelik bir mutluluğa erişebiliyorsunuz, bunu gerçek hayatta yapmak ne zor bir bilseniz… KİŞİLİĞİNİ YOK SAYMA HALİ Kapitalizm, cümlesini kurarken öznesini gizli tutar. Hepimiz o öznenin başlarda ‘ben’ olduğunu fark edemeyiz. Kapitalizmin gövdesine yaklaştıkça aynılaşan bir toplum ve farklılaşan bir miktar ‘ben’ vardır. Hiçbir zaman ‘biz’ dahi olamayacak ve hep ‘ben’ olarak kalacak bir miktar ‘ben’. Oradaki gizli özne, bir Kaybedenler Kulübü gecesinde anlatılır: “Bazı insanlar aile kurmaya önem verirler. Bazıları ise başka birtakım şeylere değer verirler. Bunlara değer verirken niye değer verdiğini düşünmez birey. Toplumun içinde erimiş olan birey. Toplum koleje girmeyi değer olarak sunduğu için artık o kişiliğini yok sayma halidir. Koleje girmek için yarışır. Üniversiteye girmek için yarışır. İyi bir işe girmek için yarışır. Güzel bir kadınla evlenmek için yarışır. Devamlı bir yarışma ve kazanma zorunluluğu... Aslında kazanmak nedir ki? En büyük zaferi kazandığında bir Antonius olduğunu düşün. Paris’e geldiğini ve o takın altında olduğunu ve bütün insanların senin altında olduğunu düşün ve gücün en üstünde olduğunu. Yalnız kaldığın o anda ‘ne oldu be, şimdi ne olacak’ diyorsan kaybedensin sen. ” 23 Mart 2012_ EREN AKSOYOĞLU
-
Kapitalizmin gizli öznesi: 'Ben' KİŞİLİĞİNİ YOK SAYMA HALİ Kapitalizm, cümlesini kurarken öznesini gizli tutar. Hepimiz o öznenin başlarda ‘ben’ olduğunu fark edemeyiz. Kapitalizmin gövdesine yaklaştıkça aynılaşan bir toplum ve farklılaşan bir miktar ‘ben’ vardır. Hiçbir zaman ‘biz’ dahi olamayacak ve hep ‘ben’ olarak kalacak bir miktar ‘ben’. Oradaki gizli özne, bir Kaybedenler Kulübü gecesinde anlatılır: “Bazı insanlar aile kurmaya önem verirler. Bazıları ise başka birtakım şeylere değer verirler. Bunlara değer verirken niye değer verdiğini düşünmez birey. Toplumun içinde erimiş olan birey. Toplum koleje girmeyi değer olarak sunduğu için artık o kişiliğini yok sayma halidir. Koleje girmek için yarışır. Üniversiteye girmek için yarışır. İyi bir işe girmek için yarışır. Güzel bir kadınla evlenmek için yarışır. Devamlı bir yarışma ve kazanma zorunluluğu... Aslında kazanmak nedir ki? En büyük zaferi kazandığında bir Antonius olduğunu düşün. Paris’e geldiğini ve o takın altında olduğunu ve bütün insanların senin altında olduğunu düşün ve gücün en üstünde olduğunu. Yalnız kaldığın o anda ‘ne oldu be, şimdi ne olacak’ diyorsan kaybedensin sen. ” Öncesini okumak için >>>> 23 Mart 2012_ EREN AKSOYOĞLU