Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

tersinim

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    103
  • Katılım

  • Son Ziyaret

tersinim - Başarıları

Meraklı

Meraklı (6/14)

  • İlk İleti
  • Ortak Nadir
  • İçerik Başlatan
  • Birinci Hafta Tamamlandı
  • Bir Ay Sonra

Son Rozetler

1

İçerik İtibarınız

  1. Çok doğru. Tersinim pozitif bilimin gözlem ve deneylerle sınanma şartına yürekten inanır ve uygular. Tersinimin temellerinden birisi ÖNCE KANIT SONRA SONUÇ İLKESİDİR. DARASI EVRİMİN BAŞINA.
  2. Tanrı Yanılgı mı?-4 Yazar yaptığı alıntılarla büyük dinler bu gün ulaştığımız gerçekleri gündeme niçin getirmedi diye sorar. Fakat böyle bir soru saçmadır. Nedeni ise kutsal kitapların geldiği dönem insanlarının anlayabileceği şekilde olması gerekliliğidir. Kutsal kitaplarda o dönem insanlarının kavrayamayacağı bilgilerin olmaması doğal değil midir? İnsanlar gelecekte (örneğin günümüzdeki) ulaşacakları bilgileri içinde bulundurması gerekirdi iddiasının ucu açıktır. Bu, bin yıl sonraki, on bin yıl sonraki… bilgilerin olması gerekirdi anlamına gelir. = = = = Yazarın dinleri yermek için alıntı yaptığı ve taşı gediğine koyma olarak nitelediği yazıyı ilkel bir din haline getirilmiş evrim kuramına (din yerine evrimi koyarak) uyduruverelim. Bakalım ne çıkacak? Biz ateistlerin öylesine geniş, öylesine esnek EVRİM görüşleri vardır ki her nereye bakarlarsa baksınlar EVRİMİ bulacaklarından şüphe yoktur. Onlara sorduğunuzda EVRİM en büyük güçtür, EVRİM bizi en üstün halimize döndürecektir diyeceklerdir. Diğer kelimelerde olduğu gibi EVRİM kelimesini de istediğimiz anlamı verebiliriz. Eğer EVRİM her şeye yön ve şekil veren enerjidir demek isterseniz onu bir avuç kömürün, bir litre gaz yağının içinde de bulabilirsiniz. EVRİM kelimesinin tamamen yararsız olmaması için insanların anladıkları şekilde kullanmak gerekirse; her şeyi yön ve şekil veren fakat ne olduğu tam bilinmeyen, Yaratıcı İradenin yerine konulmaya, doğa içi zannedildiği halde doğaüstü nitelikler verilmeye çalışılan hayali bir güçtür. Ne dersiniz? Akıl, mantık dışı bir şey var mı? Taş gediğine oturmamış mı? Devam edeceğiz.
  3. Konuyu bir kez daha okudum, tam bir bilimsel tarafsızlıkla bir şeyler arayıp bulmaya çalıştım. Evrimin bir başka çıkmazı olan RNA'mı yoksa DNA mı daha önce oluştu sorusuna cevap aramadan, (bu tıpkı tavuk mu yumartadan yumurta mı tavuktan çıktı sorusunun ikilem labirentine benziyor) çaresizce oraya buraya koşuşturmadan başka bir şey bulamadım. BİR ŞEY BULAMADIM ÇÜNKÜ SAYIN YAZARIMIZ KONUNUN EN CAN ALICI NOKTASINI (DNA'lardaki bilgiyi) GÖRMEZLİKTEN BİLMEZLİKTEN GELMİŞ, YOK SAYIVERMİŞ. Sayın yazarımıza minik bir soru. Bir kitabı maddeye indirgeyerek sadece bir kaç kilo selüloz (kağıt) ve bir kaç on gram mürekkep denilen, doğada rahatlıkla üretilebilecek kimyasal bir madeden oluştuğunu varsayarsak bu kitap RASTLANTILARLA oluşabilir mi? Kağıt ve mürekkep ile (RNA ve DNA ile) ifade bulan fakat kağıt ve mürekkep olmayan (RNA ve DNA olmayan) fakat onlarla ifade bulan BİLGİYİ NE YAPACAĞIZ? Nereden ve NASIL OLUŞTURACAĞIZ? Evrim mekanizmalarından ve sürecinden sakın bahsetmeyin. Çünkü henüz RNA - DNA'yı (canlılığı) oluşturamadık. Evrim söz konusu bile olmaz. Kolay gelsin.
  4. Uzunca yazınızdan anlaşıldığına göre eşeyli üreme evrimin! en büyük tetikleyicisidir. Nedeni ise her bireyin anne ve babadan gelen genlerin karışımı olması, bu yolla hemen hemen SONSUZ sayıda değişik alternatiflerin (çeşitlenmenin) oluşmasıdır. Çeşitlenenlerin içinde GÜÇLÜ olanlar ZAYIF olanları yaşam sahnesinden elemine ile yaşamlarını devam ederler. Buna siz DOĞAL SELEKSİYON (BİZ İSE DOĞAL ELENME) diyorsunuz. O zaman izninizle soralım. İlk canlılar tek hücreli mikroorganizmalardır. Bu canılar ARALARINDA ÖRGÜTLENEREK çok hücreli canlıları (evrime göre balıkları) oluşturmaları gerek.Diğer ifade le TEK HÜCRELİ CANKLILIKTAN ÇOK HÜCRELİ canlılığa nasıl geçildi? Ortaya çıkan ilk canlılar (prokaryot ve ökaryot hücreli tek hücreli canlılar) EŞEYSİZ ürerler. Eşeysiz üreyen canlılar EŞEYLİ üremeye nasıl geçtiiler? Eşeyli üreme yöntemiyle canlılar çok büyük sayılarda çeşitlenirler ama bireyler arasındaki farklılıklar SADECE AYRINTILARDADIR. Diğer ifade ile GEN HAVUZU bilgierinde herhangi bir ARTIŞ OLMAMIŞTIR. Fakat eksilme, bozulma (TERSİNİM) oluşmuş olabilir. Bu büyük gerçeği doğal seleksiyon mekanizması yöntemiyle EVRİMİ nasıl açıklayacaksınız? Sevgiler..
  5. Doğal Seleksiyon mu? Doğal Elenme mi? Charles Darwin ortaya attığı evrim teorisini doğal seleksiyon mekanizmasına bağlamıştır denilebilir. Bu mekanizmaya verdiği önem kitabına; Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla ismi vermesinden de açıkça anlaşılmaktadır. Doğal seleksiyon doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü canlıların hayatta kalacağı, diğerlerinin eleneceği varsayımına dayanır. Bu varsayımının doğada canlılar arasında mücadele kadar dayanışmanın da var olduğu göz önüne alınmadan ortaya atıldığı açıktır. Darwin bu konuda Türlerin Kökeninde şunları yazmaktadır. -Burada görüyoruz ki insanın bir ırkı yöntemli olarak geliştirirken yaptığı gibi tek tek çiftler ayırmanın gereği yoktur. Doğal seçme bütün üstün bireyleri saklayarak ayıracak ve özgürce çaprazlanmaya bırakacaktır ve elverişsiz bütün bireyleri yok edecektir. = = = -Geleceğe şöyle kâhince bir göz atıp diyebiliriz ki her sınıfın büyük ve başat gruplarından olan çok yayılmış ve sık rastlanan türler sonunda üstün gelecek ve yeni başat türler türeteceklerdir. = = = -Doğal seleksiyon ise canlılar arasındaki sadece güçlünün yaşam hakkı kazandığı amansız bir yaşam savaşıdır. = = = -Canlılar devamlı bir yaşam savaşı vermekte, evrimleşmeyi yeterince başaramayan canlılar, başararak üstün duruma gelen canlılar tarafından elemine edilirler. Bu nedenle bu gün yaşayan türlerden çok azı nesillerini çok uzak geleceğe iletebilecektir. Darwin evrim teorisinde doğal seleksiyon mekanizmasını kurgularken Malthaus’un Nüfus isimli eserinden oldukça etkilenmiştir diyebiliriz. Malthaus adı geçen kitabında canlıların orantısız olarak çoğaldıklarından, Dünyanın belirli bir kapasitesinin olduğundan, canlıların belirli olan bu kapasitesinden yaralanmak için aralarında savaştıklarından, savaşı kazananların ancak yaşama hakkını kazanabildiklerinden bahseder. Nitekim Darwin ünlü kitabında: -Doğal seçme yaşama savaşının, o da büyük bir hızla çoğalmanın sonucudur diye yazmaktan kendini alamamıştır. Görüleceği gibi teoriye doğa sadece güçlü olanlara yaşam hakkı tanımakta, zayıf olanları elemine etmekte, bu elemine sonucunda canlılar zaman içinde güçlenip geliştiği sonuçta evrimleştiği ön görülmektedir. Bu gelişime insanlarda dahildir. Bu seçiş canlıların doğallığından olan yaşama ve üreme gayretlerinden kaynaklanmaktadır denilebilir. Bu seçişte bilinç söz konusu değildir. Çünkü evrim en baştan bir planlamayı yani bilinci ret eder. Fakat pek çok bilim insanı aynı fikirde değildir. = = = Darwin’e göre canlılar hayatları boyunca müthiş bir yaşam mücadelesi içindedirler. Güçlü olanlar yaşar, güçsüz olanlar ise elemine edilir, hayat sahnesinden silinirler. Örneğin aslanlar tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde zayıf ya da hastalıklı olanlar (hızlı kaçamayanlar) yakalanacak, daha hızlı koşabilen sağlıklı ve güçlü geyikler kurtulacak, dolaysıyla hayatta kalacaklardır. Böylece zayıflar elenecek, hızlı ve güçlü olanlar yaşamlarını devam edecek, geyik sürüsü hızlı, güçlü ve sağlıklı bireylerden oluşacak; bu bireyler hızlarını, güçlerini ve sağlıklarını diğer nesillere aktarma fırsatı bulduklarından daha gelişkin (evrimleşmiş) geyik sürüsü ortaya çıkacaktır. Burada yakalama işi avcının geyik sürüsü içindeki zayıfları, güçsüzleri, sağlıklarını kaybedenleri diğerlerinden ayırabildiği şeklindedir. Diğer ifade ile avcılar zayıf ve hastalıklı olanları diğerlerinden ayırabilmekte, bunları avlayarak sürünün sağlıklı ve güçlü bireylerden oluşmasını sağlamakta, bu yolla doğal seleksiyonu gerçekleştirmektedirler. Bir avcı av sürüsünün içindeki zayıf ya da hastalıklı olanları sağlıklı ve güçlü olanlardan ayırabilir mi? Bu soruya vereceğimiz cevap evettir ve doğal bir melekenin sonucudur. Bu meleke hızlı koşma, keskin dişler, sivri pençeler ve bunlara uygun vücut yapısı gibi avcılara verilmiş avını daha kolay yakalamasına sağlayan özelliklerden sadece birisidir. Böyle bir özelliğin veriliş amacının nedeni de basittir. Böyle bir özellik sayesinde avcılar yaralı, hasta ya da zayıf bireyleri seçip üzerlerine odaklanarak daha kolay avlanmaktadırlar. Şüphesiz ki hızlı kaçamayanları hızlı kaçanlara göre avlamak daha kolaydır. Bu derece basit bir gerçeği allayıp pullayarak evrimin en güçlü mekanizmalarından biri olarak göstermek son derece ilginçtir. Yukarıda verilen örneği göz önüne aldığımızda avcı tarafından avın seçilerek yani doğal seleksiyon sonucu yakalanmasından çok; hızlı kaçamayan hastalıklı ve zayıfların yakalanıyor olması daha mantıklı ve doğal değil midir? Diğer ifade ile avcılar sürüdeki hasta ya da zayıfları kendilerine var oluşlarında verilen avlanmalarına kolaylaştıran özel melekelerle diğerlerinden seçip ayırabilmekte, hasta ve zayıf olanlar kaçamadıklarından daha kolay yakalanmakta, diğer ifade ile avcı daha kolay avlanmaktadır. Görüleceği gibi yakalanma ya da yakalanmama işini bir seçişten çok kaçıp kaçamama olarak görmek daha doğru ve mantıklı olacağı kesindir. Gerçekte doğal seleksiyonun bilime ve mantığa uygun çok daha akılcı bir açıklaması vardır. Tersinim teorisi paralelinde olduğundan evrim teorisi taraftarları bunu kabul ederler mi bilemeyiz. Doğruluğu kanıtlanmamış bir varsayıma körü körüne bağlanıp doğru kabul etmenin sonuçları önemli değildir. Bu öngörümüzün delilleri canlıların inkâr edilemeyen kompleks yapılarıdır. Bütün canlılar türlerine uygun olarak mükemmel yaratılmışlar, yaşamak ve üremek için gerekli olan bütün mekanizmalar, yaşamsal avantajlar kendilerine eksiksiz verilmiştir. Fakat zaman yeninin eskimesi gibi canlıları da eskitmekte, zaman içinde ihtiyarlamakta, yaşam avantajları zayıflamakta ve hatta bir kısmını kaybetmektedirler. Dış şartların (mutasyonlar) çeşitliliği, gücü ve zaman tersinim olarak tarif ettiğimiz bu negatif değişimi derinden etkilemektedir. Diğer ifade ile canlılar zaman içinde evrimleşme bir yana sahip oldukları yaşamsal avantajlarını kaybetmekte ya da zayıflatmakta tersinime uğramaktadırlar. Örneğin bir canlı yaralanır, bir yerini kırar ya da hastalanırsa yaşam avantajlarının en önemlilerinden bir kısmını yitirmiş olur. Bu arada savunma mekanizmaları zayıflar ya da tamamen kaybolabilir. Yaşam avantajını kaybeden bir canlının sonu da şu ya da bu yolla ölümü yani yok olma demektir. Anlatmaya çalıştığımız doğal seleksiyon yerine koyduğumuz doğal elenme mekanizması Darwin’in görmezlikten geldiği ekolojik düzen ile de tam manasıyla örtüşür. Doğal seleksiyonun evrime neden olup olmadığı ise bir başka tartışma konusudur ama tüm doğal kanun ve ilkelere uyumlu olan, bu kanun ve ilkelerle desteklenen tersinim varsayımının evrime göre çok daha akılcı ve bilimsel olduğu açıktır. Darwin de bu gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabının sonlarında faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz demek zorunda kalmıştır. Her zaman olduğu gibi bu günde rastlantılarla faydalı değişikliklerin nasıl oluştuğu konusunda evrim teorisi taraftarlarının birkaç zayıf varsayım dışında söyleyecek fazla sözleri yoktur. Amerikalı ünlü biyokimya uzmanı Michael J. Behe Darwin'in Kara Kutusu adlı kitabında, doğal seleksiyon ile ilgili şunları söylemiştir: -Eksiltilemez bir biçimde kompleks olan biyolojik bir sistemin varlığı, Darwin'in evrimine çok güçlü bir tehdit oluşturacaktır. Çünkü biliyorduk ki, doğal seleksiyon sadece zaten önceden de çalışan sistemleri geçebilir. O halde, eğer bir biyolojik sistem aşama, aşama oluşmamışsa, geriye tek bir alternatif kalıyor demektir. Tek seferde tam ve eksiksiz bir şekilde ortaya çıkmıştır ki, doğal seleksiyonun bunda hiçbir rolü yoktur. Gerek teorinin kurucusu Darwin, gerekse günümüzün pek çok bilim adamı doğal seleksiyon mekanizmasının evrimleştirici bir gücü olmadığını bizzat kendileri de itiraf etmişlerdir: Bu Konuda Charles Darwin: -Teorimle ilgili güçlükler ve itirazlar şöyle sınıflanabilir. Doğal Seçmenin bir yandan zürafanın kuyruğu gibi sinek kovmaya yarayan pek az önemli bir organ ve öte yanda, göz gibi şaşılası bir organ türetebildiğine inanabilir miyiz? Günümüzün önde gelen evrimcilerinden biri olan, jeoloji ve paleoantropoloji profesörü Stephen Jay Gould ise doğal seleksiyonun evrimleştirici gücü olamayacağını şöyle ifade eder: -Eğer evrimin her biri doğal seleksiyon tarafından desteklenen uzun bir ara aşamalar dizisi içinde ilerlemesi gerekiyorsa, nasıl yoktan böyle ayrıntılı bir şey elde ediyorsunuz? Bir kanadın %2'si ile uçamazsınız. Başka bir ifadeyle, sadece (şu an onları gözlemleyemediğimiz için) çok daha ayrıntılı formlarda kullanılabilen yapıların bu başlangıç aşamalarını doğal seleksiyon nasıl açıklayabiliyor? Bu aşamada bir nokta diğerlerinden önde geliyor: başlangıç evrelerinin çıkmazı. Mivart bu problemi en önemli problem olarak saptadı ve bu bugün hala devam ediyor. Yukarıdaki eleştirilerin evrime gönülden inanmış bir bilim insanı tarafından yapıldığını dikkat çekeriz. Eleştirmenin bu özelliği eleştirileri daha geniş ve derin bir boyutluk kazandırır.
  6. Evrim teorisi taraftarları canlılığın rastlantılarla oluşabileceğini kanıtlamak için yoğun çabalara girişmişlerse de bir sonuç alamamışlardır. Kuyruklu yıldızlarda dünya okyanuslarındakilere benzer su bulunduğu, dünyadaki suların kuyruklu yıldızlar vasıtasıyla dünyamıza getirildiği konusundaki varsayımlar buna bir örnektir.(İlgili konuya bakınız) Kuyruklu yıldızlarda bulunduğu iddia edilen suyun okyanus suyuna benzetilmesi, (Urey-Miller deneyleri bölümüne bakınız) dünyadaki mevcut suların kuyruklu yıldızlar vasıtasıyla uzaydan geldiği iddiaları boşuna değildir. Bu iddiaların daha sonra gelecek aminoasitler kuyruklu yıldızlar vasıtasıyla uzaydan geldi varsayımına bir ön hazırlık olduğu açıktır. Kuyruklu yıldızlarda var olduğu ve okyanus sularına benzediği (dolaysıyla aminoasitlerin oluştuğu) iddia edilen sular dünyamıza ulaşabilir mi? Gerçekte çok küçük çekirdeklere sahip olan bu minik gök cisimleri dünyamızın su kaynakları olabilir mi? Bu soruların cevaplarını dünyamızdaki sular kuyruklu yıldızlardan mı geldi? başlıklı makalemizde vermiş, bu tür varsayımların bilimsel öngörülerden çok, bir evrimci aldatmacası olduğunu kanıtlarıyla göstermiştik. = = = Bilimsel veriler tersini gösterse bile evrim teorisi taraftarları teorilerinin gerçekliği konusunda son derece ısrarcıdırlar. Onlara göre eğer aminoasitler yeryüzü şartlarında oluşamıyorlarsa bir başka yolla gelmiş ya da oluşmuş olmalıdır. Aminoasitler oluşumu konusunda bu mantığa uygun bir teori daha geliştirilmiştir. Bu iddiaya göre uzaydan yeryüzüne düşen meteorlarda aminoasitler vardı. Bu aminoasitler yeryüzünde bulunan organik maddeler reaksiyona girmiş ve böylece canlılık oluşmuştur. Şöyle, şöyle oldu da canlılık oluştu demek ayrı, bu oluşumu bilimsel kanıtlarla göstermek ayrı şeylerdir. Kaldı ki bu teori baştan sona tutarsızlıklarla doludur. Hemen fark edileceği gibi bu varsayım her şeyden önce uzaydan dünyamıza aminoasitlerin gelmesine dayanır. Evrenin uygun yerlerinden aminoasitler oluşabilir mi? Evrenin uygun yerlerinde oluşabilecek aminoasitler meteorlarla dünyaya ulaşabilir mi? Ulaşsa dahi yapılarını koruyabilirler mi? Bilimin birinci soruya verdiği cevap mümkündür, diğer sorulara verdiği cevap ise HAYIRDIR. Nature dergisinde 28 Mart 2002 tarihinde yayınlanan canlılığın ilkel evren koşullarında oluşmasıyla ilgili iki araştırmanın sonuçlarını değerlendiren Washington Üniversitesi'nden Everett L. Shock Astrobiyoloji: Hayatın Tohumları mı? başlıklı makalesinde şunları yazmaktadır. -Hayatın temel taşı olan aminoasitler, yıldızlar arasında bulunan toz zerreciklerinde oluşabilmekte. Ancak bu Yeryüzünde hayatın kökeni hakkında bize ne kadar bilgi veriyor? Everett L. Shock, deneyleri ve elde edilen sonuçları özetledikten sonra, canlılığı oluşturan malzemelerin bir yerlerde bulunduğunu öne sürmenin, canlılığın kökenini açıklamadığını belirterek makalesini şöyle bitirmektedir: -Bu bize hayatın kökeni hakkında hiç bilgi veriyor mu? Hayatınızı kazanmak için jeoloji okuyabilirsiniz. Ancak, farklı kayaların nasıl oluştuğunu bilmek size hangi kaya kümesinin Teotihuacán, Tac Mahal veya Tony'nin Yeri olacağını göstermez. Hayatın kimyasal temel taşlarını araştırmak, bunların her yerde olduğunu ve hayat olmadan da var olabildiklerini gösterebilir. Bu gerçeği kabul ederek, hayatın ortaya çıkışı ile ilgili araştırmalar başka şekilde yönlendirilmeli. Hayatın kökeni ile ilgili materyaller göz önünde bulundurulmalı, ancak bunlara direkt olarak bağlı kalınmamalı. İnanıyorum ki, bu acemi astrobiyoloji için büyük bir meydan okumadır. Aminoasitlerin şu veya bu şekil ya da yolla oluşmasının gerçekte canlılığın oluşumu konusunda herhangi bir önemi bulunmamaktadır. Rastlantılarla aminoasitlerin oluşumu sadece canlılığın rastlantılara oluştuğunu savunan evrim teorisi taraftarlarına bir avuntudur. Bir canlı hücresinin rastlantılarla oluşmasının imkânsızlığı bilimsel yöntemlerle defalarca gösterilmiştir.
  7. Evrim teorisi savunucularından bazılarının iddialarından belki de en garibi ilk canlı hücresinin uzaydan geldiği varsayımıdır. Son günlerde bu varsayma sıkça rastlar olduk. Bu varsayım taraftarlarınca evrim teorisinin yanıtlanması mümkün olmayan ilk canlılık nasıl meydana geldi sorusunun kıskacından kurtarmak amacıyla ortaya atılmış olmalıdır. Böyle bir varsayımın (eğer teoriyi ilk canlılığın nasıl ortaya çıktığı sorusunun cenderesinden kurtarma amacıyla atılmış ise) önü ardı düşünülmeden sadece günü kurtarmak amacıyla ortaya konulduğu açıktır. Canlılık kökeni olabilecek maddelerin evrenin herhangi bir köşesinden geldiği, sonrada dünyamızda evrimleştiği varsayımı canlılığın rastlantılarla nasıl oluştuğu sorusuna bir cevap olmadığı gibi evrim teorisini yanıtlayamayacağı pek çok soruların burgacına sokar, çok daha güç durumlara düşürür. Aşağıdaki makalemizde bu varsayımı (ciddiye alarak) olabilirliğini bilimin tarafsız gözleriyle irdeleyip anlamaya, anlatmaya çalışacağız. = = = Kimi evrim savunucularınca ortaya atılan bu varsayıma göre uzayın herhangi bir köşesinden yeryüzüne ulaşan meteorlar gibi kimi cisimler organik maddeleri dünyamıza getirmişlerdir. Bu organik maddeler yeşermek için uygun ortam ve yer bulan tohumlar gibi önce ilk ilkel biomolekül yığınlarını ardından evrimleşip ilk canlı hücrelerini oluşturmuşlardır. Biomolekül yığınlarının insanoğlunun tarihi boyunca karşılaştığı en kompleks yapı olan bir canlı hücresini rastlantılarla oluşturabilir mi sorusuna ve konusuna girmeyeceğiz. Arzu edenler bu konuyla ilgili makalelerimize bakabilirler. İlk olarak canlılığı ortaya çıkaran organik maddelerin güneş sisteminin herhangi bir yerinden geldiği düşünülebilir. Böyle bir düşünce (evrendeki cisimler arasındaki boşluklar dikkate alındığında) güneş sistemi dışından geldiği düşüncesinden olabilirliği daha yüksek olduğundan daha mantıklıdır. Güneş sisteminin herhangi bir yerinde organik maddelerin oluşumu ile bu maddelerin dünyamıza ulaşabileceğinin kanıtlanması bu varsayımı destekler ve önemli ölçülerde güçlendirir. Güneş sistemiyle ilgili oldukça geniş ve ayrıntılı bilgilere sahibiz. Bir bakıma evren içinde en iyi güneş ve sistemini tanımaktayız. Bu nedenle böyle bir olgunun olabilirliğini güneş sisteminin yapısına inceleyerek kesinlikle öğrenebiliriz Aşağıdaki bölümlerde konuyla ilgili fikir verebilecek kadar güneş ve sistemi hakkında (kısaca) bilgiler vereceğiz. Güneş: Bilindiği gibi güneşimiz füzyon enerjisiyle ışıldamakta; yüzey sıcaklığı 1.5 milyon, iç sıcaklığı ise 5 milyon derece civarlarındadır. Bu nedenle güneşimizin canlılığın temel olabilecek organik maddelerin kaynağı olamayacağı açıktır. Merkür: Güneşe en yakın ilk gezegen Merkür’dür. Merkür gezegeninin güneşten uzaklığı eliptik yörüngesi nedeniyle elli ile en milyon kilometre arasında değişir. Bu resim ufaltıldı. Orjinal halini görmek için buraya tıklayabilirsiniz ( Orjinal Boyut 800x204 px ve 172 KB ) Merkür (solda) Merkür’ün yüzey şekli (ortada) Merkür’ün kütle olarak Dünyamız ile kıyaslanması (sağda) Kendi etrafında dönüş süresiyle güneş etrafındaki dönüş süresi eşit olduğundan bir yüzü devamlı güneşe dönük olur, diğer yüzü ise karanlıkta kalır. Güneşi gören (gündüz) yüzünde sıcaklık yaklaşık 450 derece, görmeyen arka (gece) yüzünde ise sıcaklık -170 derecelerdedir. Diğer ifade ile iki yüzey arasındaki ısı farklılığı altı yüz derece civarlarındadır. Merkür’ün etkili bir atmosferi yoktur. Böyle bir ortamda organik maddelerin oluşumu mümkün görülmemektedir. Oluşsa bile Güneşe olan yakınlığı (güneşin çekim gücü) nedeniyle doğal yollardan dünyamıza ulaşması imkansızdır. = = = Venüs: Venüs güneşe uzaklık yönünden ikinci olmasına rağmen sistemin en sıcak gezegenidir. Yüzeyi faal bir yanardağ kriteri gibidir. Ortalama sıcaklığı yaklaşık beş yüz derece civarlarındadır. Bu nedenle bu gezegende organik maddelerin oluşumu ile dünyaya ulaşması mümkün değildir. Venüs (solda) Venüs ile Dünyanın karşılaştırması (ortada) Venüs yüzeyinden bir görüntü = = = Mars: Güneş sisteminin dördüncü gezegenidir. Yapı ve kütle olarak Dünyamıza çok benzer. Güneşten uzaklığı yaklaşık iki yüz milyon kilometre kadardır. Güneş sisteminde bulunan katı kütleli dört gezegenin mukayesesi. Soldan itibaren Merkür, Venüs, Dünya ve Mars Mars sıvı suyun dolaysıyla yaşamanın bulunma ihtimali en yüksek gezegen sayılır. Mars (solda ) ve yüzeyi ortada ve sağda Marsın ortalama -40 derece civarlarında yüzey sıcaklığı, %95 oranında karbondioksitten oluşmuş bir atmosferi vardır. Mars en çok ilgi çeken, bu nedenle sıkça araştırılan bir gezegendir. Marsa canlılık izine rastlanmamıştır. Marsta oluşabilecek organik moleküllerin doğal yollardan (hemen ardında bulunan dev kütleli Jüpiter gezegenin çekim gücü nedeniyle) Dünyamıza ulaşması mümkün değildir. Böyle bir mucize gerçekleşse doğal yöntemlerle ulaşılabilecek en yüksek hız olan saatte yirmi bin km (ses duvarını aşan bir jetin hızı saatte saat da 1100 km kadardır) ile organik molekülleri taşıyan kütle Dünyamıza (Dünya ile Mars en yakın konumda aradaki mesafe elli milyon km kabul edilirse) ancak altı aya yakın bir zamanda ulaşabilir. Bu örnekten yola çıkarak diğer gezegenlerden dünyamıza ne kadar zamanda ulaşılabileceği rahatlıkla hesap edilebilir. Çetin uzay şartlarında organik moleküllerin ya da canlı hücrelerin varlıklarını korumaları mümkün görülmemektedir. (Konu hakkında yeri ve zamanı geldiğinde ayrıntılı bilgiler vereceğiz.) Bir mucize gerçekleşse böyle bir kütle dünyaya ulaşsa bile atmosferi bu kütlenin dünyaya ulaşmasına izin vermez. Nedeni ise bu tür kütlelerin belirli bir açıyla atmosfere girmesi ve bu açısını koruyarak alçalıp yer yüzüne bu yolla ulaşması gereğidir. Aksi bir durumda kütle ya uzaya savrulur ya da atmosfere girerek sürtünme nedeniyle yanıp parçalanır ve yok olur. Mars’ın iki uydusu varsa da bu uyduların fiziki şekilleri ve konumları nedeniyle canlı organizmaların bulunabileceği düşünülmemektedir. Jüpiter: Güneş sisteminin en büyük gaz kütleli gezegenidir. Jüpiter fiziksel özellikleriyle henüz yıldız olmayı başaramamış bir gök cismi, gaz devi olarak tanımlanır. -140 ile -170 derece arasında değişen sıcaklığı, basıncı ve diğer fiziksel özellikleri nedeniyle canlıların oluşumuna ve yaşamalarına izin vermez. Jüpiter (Solda) ve Jüpiter’in dünya ile kütlesel yönden kıyaslanması (sağda) Jüpiter’in uydularından Europa’da (bu uydudaki Vostok gölüne benzer olarak tanımlanan yerde) yaşam olabileceği şeklinde bir varsayım varsa da herhangi bir kanıt yoktur. Jüpiter ve uydularında var olabilecek canlıların doğal yöntemlerle dünyaya yönlenip ulaşması ise fiziki şarlar nedeniyle mümkün değildir. Satürn: Satürn Jüpiter’le birlikte jovian (gaz kütleli) gezegenler grubundandır. Bu nedenle yoğunluğu çok düşüktür. Ortalama sıcaklığı 95k (-95) kadardır. Satürn’ün merkezinde ağır metallerden oluşmuş bir çekirdeği vardır. Çekirdekteki basıncın on milyon bar, sıcaklığın ise 12.000 derece olduğu tahmin edilmektedir. Satürn ve uydularında yaşamın olduğu düşünülmemektedir. Olsa bile doğal yöntemlerle dünyamıza ulaşması mümkün değildir. Satürn ve Uranüs Uranüs: Jovian grubundan olup buz devleri sınıfındandır. Uranüs’ün erimiş halde bir çekirdeği, bu çekirdeği saran binlerce derece sıcaklıkta bir mantosu vardır. Uranüs’ün etkin sıcaklığı 58 K (-215c) civarlarındadır. Gerek Uranüs’te gerekse uydularında canlı organizmaların bulunduğu düşünülmemektedir. Olsa bile canlı organizmaların doğal yollardan dünyaya ulaşması mümkün değildir. Neptün Neptün: Güneşe en uzak ve sekizinci gezegendir. Kütlesi dünyanın on yedi katı kadar büyüktür. Neptün Uranüs gibi bir buz devidir. Hidrojen ve helyumdan oluşan atmosferinin üst katmalarında bulunan metan gezegene mavi rengini verir. Neptün -218c ye varan sıcaklığıyla güneş sisteminin en soğuk gezegenlerinden biridir. Gerek Neptün, gerekse uydularında canlığın oluşması ve devamlılığı mümkün görülmemektedir. = = = Evrenimizin her hangi bir yerinde mikro organizmalar türü canlılar olsa doğal yol ve yöntemlerle dünyamıza ulaşabilir mi? Bu konuda bazı araştırmalar yapılmıştır. Ünlü bilim insanı George Gamow, bu konuda şunları söylemiştir: -Uzayda yolculuk yapan sporları bekleyen ve donarak ölmekten daha ciddi olan bir tehlikeyi unutmamak gerekir. Çok iyi bilindiği gibi güneşten mühim miktarda mor ötesi ışınlar yayılmaktadır. Yeryüzünü kuşatan atmosfer tabakasının çok azının geçmesine müsaade ettiği bu ışınlar; uzay boşluğu içinde kendilerini muhafaza edebilecek koruyucu mekanizmaları bulunmayan bu mikroorganizma sporları için en büyük tehlikedir ve onları bir anda öldürebilecek güçtedir. Bu sebeple bakterilerin hayali yolculukları daha en yakın gezegene dahi oluşmadan onların ölümüyle sonuçlanacaktır. Çok iyi bilindiği gibi yıldızlardan mühim miktarlarda mor ötesi ışınlar yayılmaktadır. Yeryüzünü kuşatan atmosfer tabakasının çok azının geçmesine müsaade ettiği bu ışınlar; uzay boşluğu içinde kendilerini muhafaza edebilecek koruyucu mekanizmaları bulunmayan bu mikroorganizma sporları için en büyük tehlikedir ve onları bir anda öldürebilecek güçtedir. Bu sebeple bakteriler gibi mikroorganizmaların hayali yolculukları en yakın gezegene dahi oluşmada ölümleriyle sonuçlanacaktır. Virüs tipi canlıların meteorlarla geldiği öne sürülebilir. Bilindiği gibi virüsler hücresel yapılarda değildir. Herhangi bir gereksinime ihtiyaç duymadan en umulmadık şartlarda tıpkı cansız maddeler gibi yıllarca varlıklarını koruyabilirler. Meteorlar süpernova denilen dev yıldızların patlamaları sonucu uzayın dört bir yanına dağılan parçalardır. Süpernova denilen dev yıldızlar da yüksek ısı ve radyasyon nedeniyle bio moleküller oluşması ve varlıklarını korumaları imkân dışıdır. Güneş sistemine dolaysıyla Dünyamıza en yakın bir süpernova binlerce ışık yılı uzaklığındadır. Şu anda patlamış bir süpernovadan dağılan parçalar doğal yol ve yöntemlerle güneş sistemine dolaysıyla dünyamıza binlerce hatta milyonlarca yıl sonra ancak ulaşabilir. Bu parçacıklar kimi bio moleküller taşımış olsa bile milyonlarca yılla ifade edilen bu çok uzun süreçler sonunda ve oluşma oranı çok düşük rastlantılarla ancak güneş sistemine ulaşabilecektir. Olabilecekleri var sayılan bio moleküllerin bu kadar uzun süre son derece çetin olan evren şartlarında varlıklarını korumaları ise mümkün değildir. Kaldı ki virüs tipi kimi mikroorganizmalar bir yolla dünyaya ulaşsalar bile yaşam dünyasına girebilmeleri için stoplazması ve çekirdeği olan gerçek hücrelere ihtiyaçları vardır. İlkel dünyada bu tür hücrelerin olmadığı varsayıldığından bu iddia kendi kendini çürütmektedir. Aminoasitler gibi biyomoleküller ise sürtünme ısısı ve oksijen nedeniyle atmosfere girdiği anda tahrip olacaktır. 1966 yılında yapılan bir araştırma ve ulaşılan sonuçlar kimi evrim savunucularının ortaya attığı canlılığın uzaydan geldiği hipotezinin tamamen terk edilmesine sebep olmuştur. Gemini-9 uzay aracının dış yüzeyine özellikle seçilmiş en dayanıklı mikroorganizmalar yerleştirildikten sonra uzaya gönderilmişti. Yapılan incelemelerde bunların tamamının yedi saat dahi geçmeden öldüğü görüldü. Hâlbuki bu hipoteze göre hayatı başlattığı ileri sürülen bakterilerin yolculuğunun yıllarca sürmesi gerekirdi. Görüleceği gibi bilimsel araştırmalar sonucu ortaya çıkan gerçek, uzaydan canlı mikroorganizmaların yeryüzüne ulaşmasının imkânsız olduğudur. Bu hipotez evrimcilerce öngörülen canlılık oluşumunun ilk evreleri konusuna da bir katkı sağlamaz. Öyle ki ilk dünya koşullarında, herhangi bir yol bulup uzaydan bol miktar ve çeşitlerde aminoasitler gelseydi, sonuçta yeryüzü bir aminoasitler denizi olsaydı bile bu durum canlılığın kökenini ve oluşumunu açıklayamazdı. Çünkü aminoasitlerin tesadüfen ve rast gele bir araya gelerek özel şartlı, son derece kompleks, üç boyutlu aminoasit dizimleri olan proteinleri, proteinlerin de hücrelerin organellerini, ardından da bu organellerin bir araya gelerek tüm mucizevî yapısıyla canlı hücrelerini meydana getirmesi mümkün olmazdı. = = = Galileo olarak adlandırılan uzay sondasından elde edilen bilgilere göre, Jüpiter'in uydusu olan Europa'nın yüzeyindeki buz tabakasının altında okyanuslar olabileceği tahmin ediliyor. Evrim teorisi taraftarlarına göre bir yerde su varsa orada canlıda olmalıdır. Gerçekte bazı evrim taraftarı bilim adamlarının Europa'da var olduğunu umdukları okyanusla bu kadar ilgilenmelerinin nedeni ise Antartika'daki Vostok isimli göldür. Bilim adamları, dünyanın en soğuk suyu olan bu gölde eğer canlı organizmalar bulurlarsa, Europa'daki soğuk sularda da yaşamın izlerinin bulunabileceğini umuyorlar. Ayrıca şunu belirtmek gerekir ki, Vostok Gölü'nde canlı organizmalara rastlanması, bu organizmaların burada rastlantılarla oluştuğunu göstermediği gibi Europa’da var olduğu tahmin edilen buzların altındaki okyanuslarda var olabilecek canlılarında rastlantılarla oluştuğunu göstermez. Evrim taraftarları bırakınız anormal koşullarda en uygun şartlarda dahi, canlılığın kendi kendine ve rastlantılarla oluştuğunu kanıtlayamamışlardır. Kaldı ki Europa’nın buzların altında da okyanusların bulunduğu sadece bir varsayımdır. Böyle bir okyanus olsa bile Vostok gölü ile kıyaslanması mümkün değildir. Nitekim bazı bilim adamları bu tür kıyaslamanın doğru olmadığını belirtiyor. Çünkü Vostok Gölü canlılığın zaten var olduğu bir gezegende (Dünyanın Antartika bölgesinde) bulunuyor ve bu göle canlı organizmalar herhangi bir bölgeden bir şekilde gelmiş olabilir. Örneğin ABC News'un bilim yazarı Lee Dye bu konuda şu yorumu yapıyor: -Bununla birlikte, iki gökcismi arasında çok büyük farklılıklar var. Eğer bu mikroplar (Vostok gölünde bulunması umut edilen mikroplar) birkaç milyon yıllık olsalar bile, bazı bilim adamlarının inandığı gibi, bunlar Europa gibi çorak kayalıklarda değil, biyolojik faaliyetin olduğu bir gezegende oluştular. Ayrıca, söz konusu araştırmayı aktaran haberlerde, Europa'da yaşam olabileceğinin sadece tahmin edildiği özellikle vurgulanıyor ve bu tahminin doğruluğunun denenebilmesi için NASA'nın 2003 yılında gönderdiği Europa Uydusu'ndan gelecek bilgilerin beklendiği belirtiliyor. Bu konuda Lee Dye'ın ABC News'daki yorumunda şöyle deniyor: -Arizona-Tucson Üniversitesi’nden Richard Greenberg "Daha orada ne olduğunu bilmiyoruz" dedi ve tortuların bir çeşit organik madde olabileceğini öne sürmek için çok erken olduğunu ekledi. 2003 yılında NASA'nın gönderdiği Europa Uydusu, bir okyanusun var olup olmadığına delil bulmak için Europa'yı daha yakından ziyaret edecek. Europa'nın yaşam için elverişli bir ortama sahip olduğu iddiası da bazı bilim adamları tarafından kabul edilmiyor. Örneğin İngiltere Kent Üniversitesi'nden uzay bilimci Dr. Mark Burchell Europa'daki koşulların ve çevrenin yaşam için uygun olduğu iddiasının bir spekülasyon olduğunu belirtiyor. NASA Ames Araştırma Merkezi'nden Jack J. Lissauer ise, Nature dergisinde konu hakkında yayınlanan makalesinde kesin bilgiler olmadan uzayda yaşam olduğu hakkında çıkartılan söylentiler için şöyle diyor: -Başka bir yerde yaşamın keşfedildiği tahmininde bulunmak spekülasyon üzerine spekülasyon yığmak olurdu.
  8. Son günlerde kimi evrimci dostlarımız canlılığın uzaydan geldiği varsayımı üzerine yoğunlaşmış görünüyorlar. Sanki evrimin temel varsayımlarından olan canlılık sıcak su havuzlarında rastlantılarla oluştu ve evrimleşti varsayımından vazgeçmiş gibiler. Bizde bu durumu fark edince canlılık uzaydan mı geldi diye sormuştuk. Bu sorumuza karşılık bir evrimci dostumuz kasım 2010 tarihinde dünyamıza on yedi milyon km yakınından geçen, bu arada rahatlıkla gözlenen Hartley-2 kuyrukluyıldızında var olduğu iddia edilen sularda dünya okyanuslarında bulunan miktarlarda döteryum tespit edildiğinden, dünyamızdaki suların kuyruklu yıldızlar vasıtasıyla geldiğinden bahseden bir yazı yazmış ve bazı iddialarda bulunmuştu. Sayın evrimci dostumuz açıkça canlılık kuyruklu yıldızlar vasıtasıyla dünyamıza taşındı iddiasında bulunmuyordu ama sorumuzu kuyruklu yıldızlarda bulunan suyla ilişkilendirmesi; hele, hele bu suyu okyanus suyu olarak nitelemesi hayli ilginç ve düşündürücü idi. Ortaya koyduğu kaynakların da hayli ciddi oluşu bizi de konuyu ciddiye alıp bir araştırma yapmaya yönlendi. Önce kuyruklu yıldızlar hakkında bazı bilgiler verelim. Kuyruklu yıldızlar kirli kartopu ya da buzlu çamur topu olarak anılırlar. Buz (su ve donmuş gazlar) ve (bir nedenle güneş sisteminin oluşumu sırasında gezegenlerde yoğunlaşamamış) kozmik toz karışımından oluşurlar. = = = Güneş sisteminin diğer küçük cisimlerinin aksine, kuyrukluyıldızlar antik çağlardan beri bilinmektedir. Çin kayıtlarına göre Halley kuyrukluyıldızı MÖ. 240 yılından beri tanınmaktadır. Keşfedilen kuyruklu yıldızların sayısı 1024 civarlarındadır. Bunların 184 tanesi dönemleri iki yüz sene civarlarında olan periyodik kuyruklu yıldızlardır. Bunların dışında kalanların pek çoğu (evren tam bir düzen içinde olduğundan) periyodik kuyruklu yıldızlar olması gerekir ama periyotları o kadar uzundur ki dönemleri sağlıklı olarak tespit edilememektedir. Kuyruklu yıldızların yapıları şu şekildedir. Nüve: Nispeten katı ve kararlı olan çekirdek, su buzu ve diğer donmuş gazlar ve az miktarda kozmik toz ve diğer katı cisimlerden oluşmuştur. Koma: Çekirdekten buharlaşan su, karbondioksit ve diğer nötr gazların yoğun bir bulutudur. Nüveyi çevreleyen ışık topu şeklinde görülür. Hidrojen bulutu: Çok büyük (milyonlarca km) ancak son derece seyrek bir nötr hidrojen zarfı. Toz kuyruk: 10 milyon km'yi aşan uzunlukta, çekirdekten kaçan gazlarla taşınan mikroskobik toz partiküllerinden oluşmuş duman. Toz kuyruk kuyrukluyıldızların çıplak gözle görülebilen en belirgin özelliğini teşkil eder. İyon kuyruk: Kuyrukluyıldızın, yüzlerce milyon km'ye varan uzunlukta, güneş rüzgârıyla reaksiyon sonucu iyonize olmuş gazlardan oluşan plazma kuyruğudur. Kuyrukluyıldızlar güneşe yeterince yakın olmadıkça görülmezler. Bazılarının yörüngesi güneş sisteminin bir hayli dışına taşar, bunlar bir kez görüldükten sonra binlerce yıl boyunca geri dönmezler. Halley gibi kısa ve orta periyotlu kuyruklu yıldızların yörüngelerinin çok az bir kısmı güneş sistemi içinde kalır. Yörüngeleri güneşe yaklaşan kuyrukluyıldızların, güneş ya da gezegenlerle çarpışma ya da oldukça yakın bir geçişle (özellikle Jüpiter'e yakın geçerlerse) güneş sistemi dışına atılmaları olasılığı vardır. Kuyrukluyıldızlar tersinim sonucu güneş yakınından yaklaşık beş yüz geçiş sonunda buz ve gazlarının tamamına yakınını yitirerek asteroidlere benzer bir görünüm kazanırlar. Bunu nedenleri güneş gibi ısı kaynaklarına yaklaştıkça barındırdıkları su ve gaz buzlarının erimesi ardından buharlaşmasıdır. Kuyruklu yıldızlar sıvılaşan ardından buharlaşan elementleri kütle çekim kuvvetleriyle bünyelerinde tutamaması, evrene saçılmasına engel olamamasıdır. Kuruyan, bu nedenle ışıyamayan kuyruklu yıldızlar sonuçta asteroidlere dönüşürler. Diğer ifade ile asteroidler de tek damla bile su bulunmamaktadır. Fırından yeni çıkmış nohut taneleri kadar kurudurlar Sayın evrimci dostumuzun örnek verdiği kuyruklu yıldıza gelince..... Hartley -2 ismi verilen kuyrukluyıldız Kasım 2010’da dünyamıza 17 (on yedi) milyon km. yakınından geçti. Bu arada yakından incelenme imkanı bulundu. Söz konusu kuyruklu yıldızın çekirdeği sadece 1.5 (bir buçuk) km civarlarında, yer fıstığı görünümünde; yuvarlana, yuvarlana hareket eden bir buz kütlesiydi. Deep Impact uzay aracıyla çekilen Hartley-2’nin fotoğrafı Araştırmalarda Hartley-2’nin komasında dünya okyanuslarında bolca gözlemlenen döteryum (Hidrojen gazının izotoplarından=ağır hidrojen) gazının varlığı ölçümlendi. Var olduğu iddia edilen su kütlelerinde döteryum oranlarının dünya okyanuslarında bulunanlarla aynı oranlarda olması o suların okyanus suyu olarak nitelenmesine yeter mi? Evrimci dostumuza göre yeter ama bize göre yetmez. Dünya okyanus sularında bol miktarlarda döteryum vardır ama yanı sıra tuz, amonyak, oksijen vb. pek çok elementler de vardır. Evrimci dostumuz gibi kimi bilim adamları dünyadaki suyun büyük ölçülerde kuyruklu yıldızlardan geldiğini savunurlarsa da kuyruklu yıldızların yapısı, periyotlarının uzunluğu, güneş sisteminin yapısı, dünyanın Güneş sistemindeki konumu ( Dünya’ya yaklaşmak Jüpiter’e yaklaşmak demektir.) bu varsayımı imkansız kılar. Dünyada bol miktarda (dünya yüzeyi dörtte üç su ile kaplıdır) suyun bulunması bu suyun asteroidlerle taşındığı iddiasını gülünç duruma düşürür. Tersinim teorisine göre ilk dönemlerde dünyamızda bol miktarlarda oksijen ve hidrojen vardı. Bu gazlar ve diğerleri (örneğin azot) Güneş henüz ışımaya başlamadığı dönemlerde buz kütleleri halinde dünyamıza uzaydan gelmiştir. Güneş ışımaya, ardından ısıtmaya başlayınca bu buzlar eriyip dünya atmosferini oluşturdu. Ardından hidrojen ve oksijen tutuşup yanmaya başladı. Oluşan su buharının basıncı zamanla bu büyük yangını söndürdü. Dünya atmosferinde hidrojene göre oksijenin fazla olmasının nedeni ise büyük yangında hidrojenin oksijene göre daha çok harcanmasıdır. Dünyamızda bulunan suyun miktarı ve atmosferindeki hidrojen ve oksijen gazının varlığı ve oranı bu varsayımın kanıtlarıdır. = = = Kimi evrimci bilim adamlarının kuyruklu yıldızlarda okyanustakilere benzer suyun bulunduğumu, asteroidlerle dünyamıza ulaştığını savunması gelecekte ortaya atılmaya hazırlanılan bir varsayıma ön hazırlık mahiyetinde olmalıdır. Malum…. Evrimciler Urey-Miller deneylerinde (kendine özel= oksijen bulunmayan) okyanus suyunu kullanıp cold trap gibi özel düzenekler kurarak yaşamın temel taşlarından olan aminoasitlerin rastlantılarla oluşabileceğini ilan etmişler, bu deneyi evrimin yadsınamaz kanıtı gibi takdim etmişlerdi. Fakat bilim sadece aminoasitlerin oluşumunun canlılığın rastlantılarla oluşması anlamına gelemeyeceğini, canlı hücrelerinin inanılmaz komplekslikteki yapılarını kısmen de olsa göstererek kanıtlamıştı. Fakat evrimcilerimiz ortaya attıkları varsayımlardan kolay kolay vazgeçmezler. Evrimcilerin canlılık uzaydan kuyruklu yıldızlar vasıtasıyla geldi iddiasını ortaya atmaları boşuna değildir. Canlılığın oluştuğu varsayılan kaynaklarından dünyamıza gelmesi için canlılık özelliklerini koruyabilecekleri ortam ve imkanlara sahip vasıtalara, araçlara gerek vardır. Aksi halde nice bin yıllar sürecek bu uzun ve çetin yolculuklarında canlılıklarını koruyamayacaklardır. Nitekim yapılan deneyler bakteriler gibi tek hücreli canlıların uzay amansız şartlarına ancak birkaç saat dayanabildiklerini, ardından hepsinin öldüklerini göstermiştir. Bu nedenlerle kuyruklu yıldızlar evrimcilerce canlılığın uzayda taşınabileceği ideal vasıtalar olarak algılanmış olmalıdır. Bir evrimci için eğer kuyruklu yıldızlarda okyanus suyuna benzer su varsa ve şu yada bu yolla dünyaya aktarılabiliyorsa kuyruklu yıldızlarda hazırlanmış aminoasitler niçin dünyaya ulaştırılmış olmasın? Bütün bunlar daha sonra ortaya atılacak kuyruklu yıldızlarda okyanus suyuna benzer sular vardır. Bu su da aminoasitler oluştu. Ardından dünyamıza ulaştı, aminoasitlerden de canlılık oluştu varsayımının ön hazırlıklarıdır. Evrimci dostlarımız ortaya attıkları varsayımların doğruluğunu gönülden inandıklarından bu varsayıma da kanıtlanmış sayıp sahip çıkacaklarından şüphe yok. Ama uzaydan gelen canlı varsayımın canlılığın rastlantılarla nasıl oluştuğu sorusuna bir cevap olmayacağı açıktır. Bu varsayım bu soruya yanıtlamaz ama evrimcilerin canlarını sıkacak daha pek çok soruların gündeme gelmesine neden olur. Yazımızın başında sormuştuk. Kuyruklu yıldızlarda var olduğu iddia edilen sulardaki döteryum oranının dünya okyanuslarında bulunanlara benzemesi o suyun okyanus suyu kabul edilmesine yeter mi? Dünya okyanus sularında bolca bulunan tuz , amonyak vb. gibi diğer maddeler ne olacak? Sayın evrimci dostlarımız bu ve diğer sorulara cevap aramaya başlasalar iyi olacak diyebiliriz.
  9. TERSİNİM TEORİSİ uzun ve yorucu çalışmalar sonucu ortaya konulmuş bütün bu bilgilerle hemen hemen tamamen mutabıktır. Hemenhemen hiç birini ret ve inkar etmez. Mutabık olmadığı tek nokta ortaya konulan bu BİLİMSEL GERÇEKLERİN eğilip bükülerek, yanlış ve taraflı yorumlarla evrime uygun hale getirllme çabalarıdır. Bir bakıma evrimi savunanlar en koyu olumsuzluklardan menfaaatlerine uygun durumlar çıkarabilen usta avukatlar gibi gerçekte TERSİNİM TEORİSİNİN kanıtları olan bu olguları EVRİME UYGUN yorumlama çabalarındadır. Yanıtlanması gereken sorun gerçekte çok basittir. Bütün bu anlatılmaya çalışılan yaşamsal moleküllerin YAPILARI KARMAŞA MIDIR YOKSA DÜZENLİ SİSTEMLER MİDİR? YAŞAM BİR KARMAŞANIN SONUCU MUDUR? VERİLEN BİLGİLERE BAKARSAK HİÇ DE KARMAŞAYA BENZEMİYOR. Sayın evrimi savunanların olmazsa olmaz yaşamsal bir molekül olan KLOROFİL MOLEKÜLÜNÜN (VE TABİKİ DİĞERLERİNİN) nasıl rastlantılarla meydana geldiğini açıklayverselerde öğrensek. Şöyle oldu böyle oldu edebiyatı bilimsel kanıt yerine geçmiyor. Bir Klorofil Molekülü Diğer yaşamsal moleküller gibi RASTLANTILARLA OLUŞMASI İMKANSIZDIR.
  10. Deprem – Kader - Takdir-i İlahi Deprem bir doğa olayıdır. Bunda şüphe yok. Nice canların yok olmasına neden olan da (büyük bir çoğunlukla) insanların hırslarıdır, vicdansızlıklarıdır, hırsızlıklarıdır, sorumsuzluklarıdır, Allah'tan (c.c) korkmazlıklarıdır, aptallıklarıdır, bencillikleridir vb.. Bunları daha da uzatabilirsiniz. İnsanlar var edilirken diğer canlılarda var olmayan akıl, zeka, muhakeme gücü vb. gibi değerlerle ziynetlenmişler, silahlanmışlardır. Bir bakıma insanların yaşam avantajlarının başında akıl, zeka muhakeme gücü gelir. Eğer insanlardan bu meziyetleri çeker alırsanız canlıların en acizlerinden biri olduğunu görürsünüz. İnsanlar akıllarıyla, zekalarıyla, muhakeme güçleriyle kimi olayları nispeten de olsa yönlendirip şekillendirebilirler. Eğer evlerimiz, apartmanlarımız usulüne uygun yer ve şartlarda yapılsa; büyük bir vicdansızlıkla, açgözlülükle, sorumsuzlukla, Allah'tan (c.c) korkmazlıkla demiri ,çimentosu çalınmasaydı bu gün arkalarından ağladığımız canların büyük bir bölümü aramızda olacaktı. Depremlerde insanları katleden birinci sorumlu Cenab-ı Allah'ın (c.c) ihsan buyurduğu meziyetleri kullanmayarak bencilleşip hayvanlaşan sözde insanlardır. Takdir-i ilahi, kader ise olayları ve sebeplerini ezelden bilen Cenab-ı Allah'ın (c.c) olayların oluşumuna izin verip vermemesiyle ilgilidir. Bununda kendi içinde saklı kavramaktan aciz kaldığımız pek çok nedenleri vardır. Buna ledun ilmi denilir. Cenab-ı Allah (c.c) güçlü kuvvetli pek çok insanın, insanların aptalca, bencilce, ahlaksızca yaptıkları işler sonucunda ölmelerine izin verir de kendini korumaktan aciz bir primatüre bebeğin (Azra bebeğin) ölmesine izin vermeyebilir. Mahir bebeğin yattığı bebek karyolasından battaniyesine sarılı halde bir çekmeceye düşmesi ve burada korunması bir rastlantı mıdır? Kimilerine rastlantı olabilir ama bizce değil, İşte bu (bize göre) kader ya da takdir-i ilahidir.
  11. Deprem bir doğa olayıdır. Bunda şüphe yok. Nice canların yok olmasına neden olan da (büyük bir çoğunlukla) insanların hırslarıdır, vicdansızlıklarıdır, hırsızlıklarıdır, sorumsuzluklarıdır, Allah'tan (c.c) korkmazlıklarıdır, aptallıklarıdır, bencillikleridir vb.. Bunları daha da uzatabilirsiniz. İnsanlar var edilirken diğer canlılarda var olmayan akıl, zeka, muhakeme gücü vb. gibi değerlerle ziynetlenmişler, silahlanmışlardır. Bir bakıma insanların yaşam avantajlarının başında akıl, zeka muhakeme gücü gelir. Eğer insanlardan bu meziyetleri çeker alırsanız canlıların en acizlerinden biri olduğunu görürsünüz. İnsanlar akıllarıyla, zekalarıyla, muhakeme güçleriyle kimi olayları nispeten de olsa yönlendirip şekillendirebilirler. Eğer evlerimiz, apartmanlarımız usulüne uygun yer ve şartlarda yapılsa; büyük bir vicdansızlıkla, açgözlülükle, sorumsuzlukla, Allah'tan (c.c) korkmazlıkla demiri ,çimentosu çalınmasaydı bu gün arkalarından ağladığımız canların büyük bir bölümü aramızda olacaktı. Depremlerde insanları katleden birinci sorumlu Cenab-ı Allah'ın (c.c) ihsan buyurduğu meziyetleri kullanmayarak bencilleşip hayvanlaşan sözde insanlardır. Takdir-i ilahi, kader ise olayları ve sebeplerini ezelden bilen Cenab-ı Allah'ın (c.c) olayların oluşumuna izin verip vermemesiyle ilgilidir. Bununda kendi içinde saklı kavramaktan aciz kaldığımız pek çok nedenleri vardır. Buna ledun ilmi denilir. Cenab-ı Allah (c.c) güçlü kuvvetli pek çok insanın, insanların aptalca, bencilce, ahlaksızca yaptıkları işler sonucunda ölmelerine izin verir de kendini korumaktan aciz bir primatüre bebeğin (Azra bebeğin) ölmesine izin vermeyebilir. Mahir bebeğin yattığı bebek karyolasından battaniyesine sarılı halde bir çekmeceye düşmesi ve burada korunması bir rastlantı mıdır? Kimilerine rastlantı olabilir ama bizce değil, İşte bu (bize göre) kader ya da takdir-i ilahidir.Deprem – Kader - Takdir-i İlahi
  12. Tersinim Teorisinin Ana Mantığı ve Kurgulama Yöntemleri Tersinim düzen ve sistemlerde zaman içinde görünen ya da gözlemlenen değişme, başkalaşma, azalma, bozulma, yıpranma, eskime, hastalanma, ihtiyarlama vb. gibi olguların genel ifadesidir. Örneğin bir araba; motoruyla, ana karkasıyla, ön ve arka düzenleriyle, kontrol ve sürüş mekanizmalarıyla bir amaca yönelik düzenli bir sistemler topluluğudur. Tersinim teorisi bu topluluğa basite indirgenemez kompleks sistemlerin bütünselliği olarak tanımlar. Fabrikadan yeni çıkmış bir araba kullanılsa da kullanılmasa da zaman içinde bir şeylerini yitirecek, zamanla bozulacak, tersinime uğrayacaktır. Evrim teorisine göre yaşamın en gelişkini olarak kabul edilen bizlerde kaçınılmaz olarak her an bir şeylerimizi yitirmekte, hastalanmakta, ihtiyarlamakta sonuçta kaçınılmaz olarak ölmekteyiz. Tersinim olguları genelde negatiftir ve canlı cansız tüm varoluşu kapsar. Bu nedenle tersinim olayı evrenseldir; bütünüyle durdurulması, engel olunması mümkün değildir. Düzen ve sistemler ne kadar kompleks, ayrıntılı ve hassas ise tersinim etkileri o kadar güçlü olur. Bu nedenle canlılık gibi basite indirgenemez kompleks sistemlerin bütünsel kurgusunda olan oluşumlar korunma, savunma, bağışıklık ve çevreye uyum mekanizmalarıyla tersinim etkisini en aza indirmeye çabalarlar. Çabalarlar ama tersinim etkisi sıfıra indirilemediğinden bu sadece ömürlerin bir parça daha uzamasından başka işe yaramaz. Sonuç yani ölüm kaçınılmazdır. Tersinim olguları evrimin aksine uzun süreçlere gereksinim duymaz. Anlık olaylarla birkaç on yıllık süreçler yeterlidir. Bu nedenle tersinim rahatlıkla gözlemlenip deneylerle sınanabilir. Terinim teorisi öngörüleri materyalizmin bilimsel olma tarifine harfiyen uyar. Evrimsel olgular ise az birkaç on milyonluk çok uzun süreçlere gerek duyduğundan gözlem ve deneylerle birebir sınanamaz. Evrimin başlangıcı ve devamlılığını sağlayan, itici gücü olarak öngörülen her hangi bir faydalı mutasyon da gözlenmemiştir. Mutasyonların hepsi de tersinime uygun olarak az yada çok zararlıdır. Faydalı mutasyonların gözlenmemiş olması evrim teorisinin doğal seleksiyon mekanizmasını da geçersiz kılar. Gerçekte gözlenen doğal seleksiyon değil doğal elenmedir. Evrim gözlem ve deneylerle sınanmalara dayanmadan çok yaşamın uzun süreçler içinde gözlemlenebilen değişimlerinden medet umar. Bu değişimler evrime göre basitten karmaşıklığa doğru olduğu iddia edilirse de bu varsayımın önünde yanıtlanamayan sorulardan oluşmuş aşılması mümkün olmayan sıra dağlar, doldurulamayan boşluklar, uçurumlar vardır. Yaşamın zaman içindeki değişimi tersinim teorisinin her canlı türü uygun zamanlarda, uygun yerlerde ve yeterli sayılarda var edildi. Bugün hayranlık ve şaşkınlıkla gözlemlediğimiz yaşam zenginliği bu türlerin çeşitlenmesi sonucudur varsayımıyla birebir uyuşur. Evrim teorisine göre gelişmesi, geliştikçe çeşitlenip çoğalması gereken canlılık gerçekte tersinim nedeniyle tür ve çeşit yönünden azalmakta, zayıflamaktadır. Dinozorlar gibi onlarca tür ve çeşidi olan bir canlı filumu diğer pek çok canlı türleri gibi tamamen yok olmuştur. Evrim teorisine göre yaşam dünyasında henüz beş milyon yıldan beri bulunan ve insanların evrimsel ataları olduğu iddia edilen maymunların ortaya çıkışlarında altı bine yakın tür ve çeşidi varken bu gün yaşam dünyasında sadece 400 (dört yüz) tür ve çeşidi vardır. Pek çok canlı tür ve çeşidinin yok olduklarını ya da yok olmak üzere olduklarını dehşetle izlemekteyiz. Devamı var.
  13. Böceklerin Harika Dünyaları-2 Milyonlarca böcek türünü tek, tek inceleyecek olursak her birinin farklı bir tasarıma sahip olduğunu görürüz. Sadece kanatları açısından bile, birbirine benzemeyen birçok tür ve çeşitleri vardır. Mesela kelebeğin kanatlarıyla sineğin kanatları tamamen farklı tasarıma sahiptir. Aynı şekilde yusufçukla çekirge, hamamböceğiyle karınca, arıyla pire gibi, böcek oldukları halde, son derece farklı tasarımlara sahip, henüz tam sayısı belirlenememiş milyonlarca böcek tür ve çeşidi vardır. Böcek ve böcek türleri o kadar çok ve çeşitlidir ki tek, tek inceleyip bir tasnifte bulunmak imkânsız gibidir. Her türün her çeşidinin ayrı, ayrı tasarımlara sahip oldukları, basite indirgenemez kompleks sistemlerin bütünselliğinde mükemmel ve eksiksiz var edildiklerini unutmadan sadece bazı türleri için geçerli ortak özelliklerinden söz edilebilir. Böcekler her türlü iklim koşulunda yaşayabilecek özelliklere sahiptirler. Bu özelliklerin başında vücutlarının dış yüzeyini saran kitin tabakası gelir. Böcekler, bir iskelete sahip değildirler. Bunun yerine vücutlarını bir zırh gibi saran dış iskeletleri vardır. Bu zırhın ana maddesi kitindir. Kitin son derece hafif ve incedir. Bu nedenle böcekler onu taşımakta hiçbir zaman zorlanmazlar. Böceğin bedenini dışarıdan sarmasına karşın, iskelet işlevi görecek kadar sağlamdır. Kitin aynı zamanda da son derece esnektir. Vücut içinden uçları kendine bağlı olan kasların kasılıp esnemesi ile hareket edebilir. Bu özellik böceklere hareketlerinde çabukluk kazandırdığı gibi, dışarıdan gelecek darbelerin etkisini de azaltır. Kitin dışarıdan içeri su geçirmez. Vücut içindeki sıvıları da dışarı çıkarmaz. Sıcaktan hatta radyasyondan etkilenmez. Çoğu zaman etrafa tam uyum sağlayacak bir renktedir. Bazen de caydırıcılık sağlayacak kadar parlak olabilir. Kitin maddesi, bilim adamları ve tasarımcıların yapay olarak üretmeyi hayal ettikleri bir maddedir. Özellikle Birinci Dünya Savaşı'ndan itibaren, kitin kullanılarak üretilebilecek malzemelerin ve araçların tasarımı yapılmıştır. = = = Eldeki fosillere göre böcekler en az 350 milyon yıldır tüylere ve kaslara ihtiyaç duymadan uçmaktadırlar. Fosil kayıtlarına göre, böcekler günümüzdeki halleriyle, bundan yaklaşık 350-400 milyon yıl önce aniden ortaya çıkmaktadırlar ve günümüze kadar hiç bir değişim göstermemişlerdir. 400 milyon yıl önce yaşayan bir hamamböceği veya yusufçukla günümüzde yaşayan örnekleri arasında hiçbir fark yoktur. (İlgili bölümlere bakınız) Böceklerin farklı uçma sistemleri ise harika birer tasarım örneğidir. Öyle ki bu konuda birçok böcek türü kuşlardan üstün uçuş becerilerine sahiptir. Örneğin kral kelebeği Kuzey Amerika'dan Orta Amerika'nın içlerine kadar uçabilir. Sinekler ve yusufçuklar ise havada asılı durabilirler. Böceklerin kanatları da farklı tasarımlara sahiptir. Kimi böceklerde iki, kimilerinde dört kanat vardır. Bazı böceklerin kanatları içeri katlanır ve üzerinde koruyucu bir kabuk vardır; bazıları zar kanatlı, kelebek gibi böcekler ise pul kanatlıdır. Her kanat türü kendi içinde ayrı bir mükemmellik sergilemektedir. Böceklerin kanat eklemi, mükemmel esneme özellikleri olan resilin adlı özel bir proteinden oluşmuştur. Hem doğal hem de suni kauçuktan çok daha üstün özellikleri bulunan bu madde, laboratuarlarda kimya mühendislerince üretilmeye çalışılmaktadır. Resilin, esneme-bükülme yoluyla üzerine yüklenen tüm enerjiyi depolayan ve üzerine etki eden kuvvet kaldırıldığında bu enerjiyi tümüyle geri verebilen bir maddedir. Bu açıdan bakıldığında resilinin verimi %96 gibi çok yüksek bir değere ulaşmaktadır. Bu sayede kanadın yukarı kaldırılması sırasında harcanan enerjinin yaklaşık %85'i depolanmakta ve aşağı kanat hareketinde bu enerji yeniden kullanılmaktadır. Böceklerde göğüs duvarları ve kaslar da bu enerji birikimine imkân tanıyacak özel bir yapıda var edilmiştir. Bu sayede ortaya olağanüstü bir enerji çıkar. Balarıları kanatlarını saniyede iki yüz, tatarcık denen böcek ise yine saniyede bin defa kanatlarını titretebilir. Bir an evrimin doğru olduğu kabul edilirse canlılığın (tür, çeşit ve sayı zenginliği göz önüne alındığında) böceklerle başlaması gerektiği açıktır. Bu mantıksal çıkarım ise mevcut evrim teorisini temelinden yıkar, cevapsız soru dağlarının altında ezer, dipsiz kuyular iter. Tersinim teorisi ise elbetteki bilimsel bir temeli olmadığından canlılığın böceklerle başladığı tezini en baştan ret eder. Devamı var.
  14. Soru-6 Darwinistler insanın 2. kromozomunun ortasında telomer ve 2 tane sentromer olduğunu belirtmişlerdir. Bizim onlara nasıl bir bilgi ile karşılık vermemiz gerekir? Şimdiden teşekkür ederim... Cevap-6 Merhaba! İnsan 2 kromozomun ortasında telemor ve 2 sentromerin olması geçmişte maymun kromozomlarının birleşip sayısının 46ya düşmesine kanıt olur mu? Ya da Genom benzerlikleri insanların maymunlardan evrimleştiklerinin kanıtları mıdır? Genom benzerlikleri evrimin kanıtları ise %60 oranında genom benzeşmesi olan nematod solucanları ile insanlar arasındaki türsel akrabalığı nasıl kuracağız? Dünyada ilk görülen tek hücreli canlılar olan prokaryotlar ile ökaryotlar arasındaki derin, geniş ve büyük BENZEŞMEZLİKLERİ evrimin bu kuralına göre nasıl açıklayacağız? Kanıt olur diyenler aşağıdaki sorulara da akılcı ve bilimsel cevaplar vermek zorundadırlar. = = = Evrim teorisinin kurucusu ve duayeni Charles Darwin insanın evrimi konusunu ayrı bir kitaba konu yapacak kadar çok önem verir. Bir bakıma evrim teorisi insanın evrimine odaklanmıştır denilebilir. Charles Darwin�e göre günümüz insanları ve maymunları ortak bir atadan evrimleşmişlerdir. Charles Darwin'i böyle bir kanıya iten neden şüphesiz ki maymun ve insanların fiziksel benzeşimleridir. Charles Darwin İnsanın Türeyişi kitabında bu konuyu olabildiğince incelemeye, teorisine kanıtlar bulmaya çalışmıştır. Maymunlarla insanların benzeşimlerini dikkate alan Darwin nedense ayrımlarına pek önem vermez. Bunun nedeni ise bu ayrımların önemini yeterince farkına varamamasıdır. Maymun insan ayrımlarının belki de en önemlisi kromozom sayı farklılığıdır. Bilindiği gibi insansı maymunların kromozom sayıları 48 insanların ise 46 dır. Bir evrim taraftarı asla ve asla teorinin bazı yanlışlar üzerine kurgulanmış olabileceğini düşünmez. Onlara göre teori mutlak doğrular üzerine kuruludur. Tartışmaya bile gerek yoktur. Eğer teori insanlar ve maymunsular ortak bir atadan evrimleşti diyorsa bu böyledir ve tek gerçektir. Eğer kromozom sayıları farklı ise bu geçmişte bazı eklentiler ya da çıkarımlar sonucu oluşmuş olmalıdır. Evrim sAvunucularına göre maymunların 48 insanların 46 kromozoma sahip olmasının tek açıklaması (insanların maymunlardan evrimleştiği inkar edilemez bir gerçek olduğu peşinen kabul edildiğinden) maymun kromozomlarının birleşerek sayılarının azalması olur. Bu sorunun başka cevabı da yoktur. Bu nedenle evrimciler buna uygun (gerçeklere değil evrime uygun) senaryolar kurgulamışlar; şemalarla, resimlerle süsleyerek buna uygun bir de şöyle oldu böyle oldu hikayesi uydurarak bilimsel bir gerçek gibi ortaya atmışlardır. Evrimcilere göre kromozom birleşmesi şu şekildedir. Resimde de görüşeceği gibi kromozomların bir çifti uçlarında bulunan telomerler vasıtasıyla birleşmekte, bu birleşmede herhangi bir bilgi kaybı olmamaktadır. Bu olayı maymun, insan genom benzerliğinden faydalanarak kendilerine göre kanıtlarda bulmuşlardır. Bir evrimci bu şemayı bilimsel bir gerçek olarak kabul eder ve bir kanıt gibi kullanır Bir evrimciye sorarsanız insan maymun kromozom sayı farklılığı sorunu bu yolla mükemmel ve bilimsel bir şekilde çözümlenmiştir. Fakat burada bir şeyi dikkat çekmek isteriz. Kromozomlar birleşirlerken çok az da olsa bilgi kaybı olur ama bilgi artırımı (evrim) oluşmaz. Burada açıklığa kavuşturulması, doğru yanıtlanması gereken pek çok sorular vardır. Kromozomu birleşti denilen canlı yetişkin bir australopiketus (evrime göre insan ve maymunların ortak atası) olmalıdır. Yetişkin bir australopiketusta her birinde DNA her DNA da kromozomlar bulunan kan, sinir, kas, kemik, kıkırdak, üreme vb. olmak üzere çeşitli yaklaşık ikiyüz trilyon hücre vardır. O halde sormak gerekir. Kromozomları birleşen hücre hangi hücredir? Ayrıca.. 48 kromozomdan bir çifti birleşirse sayı kırkaltıya iner mi? Bu soruya verilecek cevap hayırdır. Çünkü ortaya çıkan kromozom sayısı 23 çift artı tek yani 47 olduğudur. Soruya evrimci gözüyle bakıp cevaplamaya çalışırsak değişimin (birleşmenin) üreme hücrelerinde olduğu söylenebilir. Söz konusu australopiketusun bir dişi olduğunu varsayarsak 24 kromozomlu yumurta hücresinin bir çifti rastlantılarla birleştiğinde sayı 23e iner ki bu evrimin istediği rakamdır. Fakat maymunlarda insanlarda eşeyli üreyen canlılardır. Üremede erkek ve dişi olmak üzere iki ayrı cinse ihtiyaç duyarlar. Diğer ifade ile 23 kromozomlu bir dişi yumurtası ancak 23 kromozomlu bir erkek spermiyle aşılanabilir. Bu durumda aynı mucizenin hem erkek spermlerinde hem de dişi yumurtasında aynı anlarda meydana gelmesi ve kromozomları azalmış dişi yumurtasının yine kromozomu azalmış spermle aşılanmış olması gerekir. Bir erkek atmığında üç yüz milyona yakın spermin olması ise ayrı bir sorundur. Aynı anda yaklaşık üç yüz milyon spermin kromozomları mı birleşti? Tek bir spermin bir çift kromozomu birleşti de o da gidip bir çift kromozomu birleşen yumurtaya mı aşıladı? Görüleceği gibi bu senaryoda mucizeler bile aşırı zorlanmaktadır. Cevabı aranan hücrenin yeni aşılanmış fakat henüz bölünmeye başlamamış, bir yolunu bularak bir çift kromozomu birleşmiş taze bir hücre olduğunu var saymak evrimci öngörüsüne en uygun varsayım olacağı açıktır. Hayalleri ve mucizeleri zorlayan bu sonuçda sorunu çözmez. Bu kezde bir başka hayati sorun daha ortaya çıkar. Mucizeler dizisi devam etse ve 46 krozomlu bir dölüt ortaya çıksa 48 kromozomlu bir anne bünyesi 46 kromozomlu bir dölütü bünyesinde tutup gelişmesine izin verir mi? İzin verdiğini kabul edersek bu bir maymunun bir insan doğurması anlamına gelmeyecek midir? Doğurduğunu da kabul edersek bu kezde bu insanımızın üremesi için karşıt cinsten bir başka insana daha ihtiyaç duyacağıdır. Karşıt cins bir maymunsu olursa (bir insanla bir maymunsunun çiftleştiğini ortaya bir dölüt çıktığını varsayarak) dölüt 47 kromozomlu olur. 47 kromozomlu (2n kuralına aykırı olduğundan) söz konusu canlı ise hiç bir zaman üreyemez. Tek kromozom sayılı bu garip canlının benzerleri günümüzde vardır. Örneğin katırlar 67 kromozomludur. Fakat kısırdırlar. Evrimin hatırına hayal gücümüzü bir kez daha zorlasak ve olmazları olur yapsak (47 kromozomlu canlımızın üremeye hazır olduğunu kabul etsek) sonuç değişir mi? 47 kromozomlu garip canlımızın (bu canlımızı bir an erkek kabul edelim) 48 kromozomlu maymunsularla çiftleştiği düşünülebilir Garip canlımızın spermleri 23 ve 24 kromozomlu olacaktır. Dişimiz maymun olduğuna göre onun da yumurtası 24 kromozomludur. 23 kromozomlu sperm 24 kromozomlu dişi yumurtasını aşılasa (bu mümkün değildir ama evrimcilerin hatırına bir kez daha olası kabul ederek) ortaya çıkan 47 kromozomlu bir başka garip canlıdır. 24 kromozomlu sperm 24 kromozomlu yumurtayı aşılarsa bu kez ortaya çıkan 48 kromozomlu bir maymun olur. 47 kromozomlu canlılar yaşasa ve aralarında çiftleşseler 23 kromozomlu sperm 23 kromozomlu yumurtayı aşılasa 46 kromozomlu bir canlı oluşur ama bu kez bir kromozom devre dışı kaldığından gen bilgi kaybı oluşur. Böyle bir canlının ise yaşamını devam ettirmesi mümkün değildir. Görüleceği gibi krozomlarından bir çifti birleşiverdi bu yolla kromozom sayısı 46 ya indi deyip geçiştiriliverilen sorun evrim için iki ucu b...lu değnektir. Bu sorun evrimin önünde (diğer milyonlarca sorun gibi) aşılamaz ulu dağlar gibi durmaktadır. Evrimciler ortaya konan bu bilimsel gerçekleri sadece evrime ters geldiği için kabul etmek istemezler. Eşeysel üreme iki ayrı canlı da oluşan birleştiğinde eyleme geçen son derce ayrıntılı ve hassas bir olgudur. En küçük bir eksiklik ya da aksilik üremeyi engel olur. Bu gün her şeyleri yerli yerinde olduğu halde çocuk sahibi olamayan binlerce çift vardır. Gerçekte diğerleri gibi eşeyli üremede bir var oluş harikası ve mucizesidir. (Embriyodan insana bölümüne bakınız) Görüleceği gibi hayal dünyamızı olabildiğince geniş tutsak olmazları olur yapsak bile (en azından eşeyli üreme konusunda) evrime uygun bir çıkış yolu yoktur. Maymun kromozomlarından bir çiftinin birleşip sayının 46 ya indiği varsayımı tam bir evrimci masalıdır. İnsan türü canlıların diğer eşeyli üreyen canlılar gibi kendilerine özel fiziksel yapıları, yaşamsal meziyet ve becerileriyle en azından bir dişi bir erkek olmak üzere var edilip üredikleri açıktır. Saygılar.
  15. Bir YARATICI İRADENİN OLMADIĞINI İNANMADA BİR İNANÇ YANİ DİNDİR SEVGİLİ GECEKUŞU. NASIL Kİ BİR DİNDAR BİR YARATICI İRADENİN VR OLDUĞUNU TARTIŞILMAZ GERÇEK OLARAK BAŞ KÖŞEYE KOYUYOR İSE SİZDE BİR YARATICI İRADENİN OMADIĞINI BAŞ KÖŞEYE KOYUYOR TÜM OLGULARI BUNA UYGUN YORUMLUYORSUNUZ. Bu nedenle taassup sahibi bir dindar ile taassup sahibi bir evrimci arsında herhangi bir fark yoktur. Halbuki bilim tam bir tarafsızlık ister.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.