-
İçerik Sayısı
3.724 -
Katılım
-
Son Ziyaret
-
Lider Olduğu Günler
30
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
GeceKuşu tarafından postalanan herşey
-
CEMAAT BAŞBAKAN ERDOĞAN'A DARBEYE HAZIRLANIYOR
GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Politika Bilimi
Başbakan Erdoğan cemaate yakınlığıyla bilinen Türk İşadamları ve Sanayicileri Konfederasyonu’nda (TUSKON) önemli açıklamalar yaptı (31 Mart Cumartesi). Erdoğan’ın konuşmasının bir bölümü cemaate yönelikti. Başbakan’ın konuşmasına gelmeden önce aynı günkü (31 Mart Cumartesi) Zaman gazetesine dikkat çekelim. Takip edenler bilir; Zaman yazarı Ahmet Kurucan, Fethullah Gülen’in Pensilvanya sohbetlerinde söylediklerini her hafta köşesinde yazıyor. Zaman yazarı Kurucan, “Hayber’in Kale Kapısı” başlıklı yazısında yine Fethullah Gülen’in açıklamalarına yer verdi. Bazı kelimelerin günümüz Türkçesindeki karşılıklarını parantez içinde belirterek, Fethullah Gülen’in son açıklamalarını okuyalım: GÜLEN’DEN CEMAATE UYARILAR “(…) (Fethullah Gülen) Bu sözlerden sonra bir müddet durdu; salonda yerini alanları sağdan sola bakışları ile süzdü. Bir düşünce oluşmuştu zihninde, bu açık ve netti. Fakat ihtimal bunu söyleyip söylememekte tereddüdü vardı ya da dinleyici kitleyi tanıyabildiği ölçüde gözden geçirme ihtiyacı duydu ve söyledi: “Bugün sahip olduğumuz nice imkanlar var; var ama ihtimal usul ve üslup hatası yapıyor ve bu imkanları değerlendirilmesi gerektiği ölçüde değerlendiremiyoruz. Tebşir (müjde) edilecek yerde inzarda (ihtar) bulunuyoruz. Halbuki bakın Allah’ın şu lütfuna. Maddi imkanlar insanların istek, arzu ve heyecanları ile birleşmiş. Geriye bunları rantabl kullanma kalıyor. O da usul ister, üslup ister, metod ister. Hadiseleri iyi okuma önemlidir. Zaten sorumluluklar ona göre belirlenir. Dün yaptıklarınızı bugün hiçbir değişikliğe gitmeden tekrar eder durursanız, onlar bugün için bir şey ifade etmeyebilir. Çağı ve hadiseleri okuma yanında insanı okuma da ihmal edilmemelidir. Doğru üslubu bulma adına gösterdiğiniz bu gayretler aynı zamanda İlahi inayete (yardım) bir çağrıdır. (…)" GÜLEN: BENCİLLİK YAPMAYIN Fethullah Gülen’in Zaman’da yayınlanan açıklamaları şöyle devam etti: “(…) Bir yerde yaptığınız bir işten dolayı zaferyab (başarı gösteren) olursunuz. Bir başka yerde aynı şartlar, aynı imkanlarla aynı işte başarılı olmazsınız. Halbuki sebep sonuç ilişkisine göre başarılı olmanız gerekir. İhtimal orada bir iç-beğeni devreye girmiş ve o iç-beğeni size hüsran yaşatır. Halbuki başarılar, zaferler iç-beğeniyi değil, Allah’a hamd ve şükür hissini kamçılamalı. O’nun lütuf ve ihsanları arttıkça bizim de O’nunla irtibatımız artmalı; artmalı ki sonsuz daha iyi görülsün. Sonsuzu sıfır kadar güzel gösteren bir şey yoktur. Sıfır olun ki sonsuzu yakalayın. (…)” Fethullah Gülen, sözünü altını çizmemiz gereken şu cümleyle sürdürdü: “Enaniyetin (bencillik/kendini kayırma) mırıltılarını yaptığınız işlerin içine sokmayın.” *** BAŞBAKAN’DAN GÜLEN’E KARŞILIK Şimdi… Hiç yorum yapmadan, Başbakan Erdoğan’ın TUSKON konuşmasına gelelim. Evet, Erdoğan Gülen’in bu açıklamalarının yayınlandığı gün bakın neler dedi: “(…) Bugüne kadar birlikte yürüdüğümüz arkadaşlarımızla, dostlarımızla, kardeşlerimizle ayrılığa düşmeden el ele, omuz omuza beraber yürümeye devam edeceğiz. Bugüne kadar, hiçbir zaman bize ‘ben’ demek yakışmaz. (…)” Ve… Bakın Başbakan Erdoğan sözlerine hangi kelimeleri kullanarak devam etti: “Biz enaniyetten (bencillik/kendini kayırma) uzak duracağız. Bizim kitabımızda ‘ben’ yok, ‘biz’ var. Senlik, benlik kavgasına asla müsaade etmeyeceğiz. Fitneye, nifaka asla prim vermeyeceğiz.” MİT DOSYASI NE OLACAK Fark ettiniz değil mi? Fethullah Gülen’in açıklamalarına, aynı gün Başbakan Erdoğan yanıt veriyor. Hem de benzer kelimelerle… Evet… Fethullah Gülen’in sözleri kapsamlık bir şekilde, çok yönlü yorumlanabilir. İlk görünen yönü; Gülen’in cemaat kadrolarına bir uyarısı olduğu… Bir nevi “abartmayın” diye ihtarda bulunduğu… Ve… “Geri adım” atıp, Başbakan Erdoğan’a dolaylı bir “zeytin dalı” uzattığı… Bunlar ilk akla gelenler. Başbakan Erdoğan’ın aynı gün yaptığı konuşma da Fethullah Gülen’in “barışalım” niyetinin karşılık bulduğunu gösteriyor. En azından taraflar kamuoyu önünde böyle bir imaj sergilemeye çalışıyor. Bakalım bu açıklamalar, Başbakan Erdoğan’ın masasının üzerinde duran MİT Dosyası’nın akıbetini hangi yöne çevirecek? -
AKP iktidarı, her büyük siyasi seferine, Osmanlı ordusunun sefere çıkması gibi gürültü/şamata, takım taklavat bütün “birim”leri kervana dizerek çıkıyor. Türkiye’nin tarihsel ve güncel bir sorununu ortaya atıyor; “yüzleşme”, “hesap sorma” gibi adlar altında tartıştırıyor; özünden çok biçimiyle uğraştırıyor; kişileri, grupları ve toplumu yorarak bıktırıyor; iktidarını sürdürüyor. *** Tam da “Silivri”deki hukuk faciası gizlenemez duruma gelmiş, ÖYM’ler, kırık/çizik CD ve 1500 bilmem kaç küsur sahte delilin ortaya çıkmasıyla AKP hukuku yandaş yazarlarca bile savunulamaz duruma gelmişti ki “12 Eylül” generallerinin yargılanması kervanı -komedisi!- yola çıkarıldı! Oysa ne çabuk unuttuk; 12 Eylül 2010 referandumu öncesi de aynı komedi oynanmıştı! Zaten AKP iktidarına kim akıl veriyorsa bravo; çok iyi toplum mühendisi. Tarih iki kez tekrar eder; birincisi gerçek ikincisi komedi olarak, demişti sanırım büyük usta! 2010’da, referandumla “Yetmez ama evet”çilerin ve boykotçuların desteğiyle Anayasayı da değiştirecek güce kavuşan AKP iktidarı, özgürlük vaadlerinin aksine Cumhuriyetin siyasi ve hukuki yapısına “12 Eylül 1980” darbesinden aşağı kalmayacak darbe(ler) vurdu! Yargıya operasyon üzerine operasyon çekti ve çekiyor. 4 Nisan’da ise AKP mühendisleri bir taşla iki kuş vuracaklar yine: 1- “Darbecileri” yargılıyoruz diye oyuncularına şamata yaptırıp AKP hukukunu aklayacaklar; yeni anayasayı bu gürültüyle yutturacaklar! 2- 12 Eylül darbeci generallerini ise dava sonunda beraat ettirecekler. (Devrimci Yol’un avukatlarından Mehdi Bektaş’ın iddianameyi inceleyen yazısı: - www.anafikir.gen.tr/yazarlar/62-av-mehdi-bektas/266-12-eylul-iddianamesine-iliskin-av-mehdi-bektas.html - * 31 yıldır darbecilere bir şey yapamayan hukuk, şimdi mi yapacak? Sol ne zaman soru sormayı öğrenecek! Bu işin hukuki değil, politik olduğunu anlamayacak kadar sazan mıyız? Baylar, “12 Eylül”den hesap sorulursa politik olarak sorabilirsiniz? Bu da 12 Eylül ve sonrası sürecin neo-liberal uygulamalarına son vererek, ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel yıkımlarını onararak başarılır! *** Daha beteri, katledilmiş babalarının katillerini bulamayan, yakıcılarını zaman aşımına uğratan mahkemelerin, 12 Eylül’den hesap soracağına inanan evlatları görmek acı koyuyor adama! (Daha dün “Sivas zaman aşımı” için oradaydık yahu!) *** “12 Eylül 1980 darbesi” artçı darbeler ve daha büyük yıkımlarla bağıra bağıra devam ediyor! Mevcut siyasi iktidarın uygulamaları ve arkasındaki güçlerin faaliyetleri engellenemezse, bu hesap sorulmuş olamaz. Yeni bir “Yetmez ama evet!” faciası yaşa(t)mayalım! Kim ki buna alet olur -tarih affetmeyecek demiyorum- tarihin çöp sepetine atılacak! (Ama belki onlar da bu planın gizli destekçileridir! Öyle hain zamanlar yaşıyoruz ki!)
-
-
Danıştay'da yapılan törende kurumun tarihini anlatan kısa bir belgesel yayınlandı. Belgesel içerisinde yer alan Atatürk görüntüsü izleyen herkesi şaşırttı. Danıştay'ın 144. kuruluş yıl dönümü için TRT ile Danıştay ortaklaşa bir belgesel hazırladı. Mustafa Kemal Atatürk'ün 1922 yılında Meclis'te yaptığı Danıştay'ın kuruluşuna dair kanun tasarısıyla ilgili konuşma metnin bulan ancak görüntüleri bulamayan TRT belgeselde büyük bir ayıba imza attı! Atatürk'ün bir başkası tarafından seslendirildiği videoda Atatürk'ün ağzı da özensiz bir şekilde metni okuyan TRT çalışanının ağzıyla değiştirildi. Böylece Danıştay tarihindeki ilk belgeselde unutulmayacak bir ayıba imza atılmış oldu. Videoyu izlemek için Tıklayın... http://www.turkish-m...uk-saygisizlik/
-
Son zamlar Leman kapağına sayaç Erdoğan karikatürüyle yansıdı.. Peş peşe gelen zamlar ünlü mizah dergisi Leman'ın kapağındaydı. Başbakan Erdoğan'ı sayaç olarak kapak yapan dergi, 'Sayaçlar çıldırmış olmalı' başlığını attı. Benzin, elektrik ve doğalgaza gelen zamlar mizah dergisi Leman'a böyle kapak oldu...
-
-
Anlaşılan o ki, Sen okudun, anladın, aklını kullandın, düşündün... Peki biz bunun böyle olduğunu nasıl anlayacağız? Kurandan başka ne okudun, Yaşar Hocadan başka kimi dinledin... Yaptığının diğerlerinden farkı yok, Aç kitabı, yaz ayeti... Bitti Her şey tamam... Bu mudur Okumaktan anlaşılan, bu mudur aklını kullanıp düşünmek? Nasılsa kitap yazıyor, al oradan yaz buraya işlem tamam. Her şey belgelendi...
-
Gitmekle Kalmak Arasında... Bazen gitmek istersin durduğun yerden çok uzaklara. Nereye gitsem diye düşünürsün. Aslında ne yapacağını bilemezsin. Karar veremezsin, düşünemezsin. Yerinde duramazsın, yürüdükçe de yorulursun. Hem gitmek istersin hem kalmak. Gitmekle kalmak arasında sıkışıp kalırsın. Dışarı çıkıp sahile inersin, dalgaların vurduğu kayalıklara oturursun. Karşında gökyüzü ve deniz. Tesadüf ya o gün hava da deniz de bir gariptir. Gökyüzü grimsi bir renkte, deniz ise mavi yeşil karışımı, ikisi de sanki patladı patlayacak. Oturduğun yerden öylece gökyüzünü izlersin, bazen huzur verir o gri bulutlar, bazende sıkıntı. Baktıkça bir sürü şey düşünürsün. Nereye gideceğini, nasıl gideceğini hayal edersin. Bir an da her şey değişmiştir, çok güzeldir gökyüzü, o gri bulutlar, her an yağmur yağacak havası, gözlerinde cıvıl cıvıldır. Sonra birden karamsarlığa bürünürsün, aklına hep kötü şeyler gelir. Şimdi nasıl bırakıp gideyim dersin. Sevdiklerini bırakıp gitmek, habersizce, sessizce kimsenin bilmediği bir an da, kimsenin bilmediği bir yere gitmek... Gökyüzü de sen gibi kararsızdır, ne bulutlar göz yaşını döker ne de güneş doğar bulutları açar. İşte o an yağmurun yağmasını istersin, bardaktan boşalırcasına yağsın, bende iliklerime kadar ıslanayım istersin. Ama ne yağmur yağar ne güneş doğar. Ne, o kurduğun güzel hayaller gerçek olur ne de bırakıp gitmek istediğin sevdiklerin senden ayrı kalır. Bıraktığın yerden başlarsın ya da başlayamazsın , gitmekle kalmak arasında kalırsın yine... Poyraz Karayel_19.03.2012
-
Muhabbet Kralı : Kanser Bu gece kanser ve kanser çeşitlerinden bahsedildi.Ayrıca tabii ayrıntılarıda konuşuldu.Erken teşhis,tedavi yöntemleri,hangi organlarda bulunabildiği,yaş aralığı ve korunma yolları gibi bir çok ayrıntı. Fakat şunu söylemem gerekir ki,programı izlerken aklıma geldi ve yazmak istedim.Kendi yakınlarımda bulunan ve kanser kadar ciddi,ölümcül kan hastalıklarından biri daha var ki,ismi Akdeniz Anemisi yani Talasemi,iki çeşit olduğunu biliyorum.talasemi minör ve talasemi majör olarak geçiyor.Minör olanda pek bi sorun yok,minör taşıyıcı olarak adlandırılıyor,ve bendede mevcut zaten.Etki olarak halsizlik,çabuk yorulma gibi çok büyük sayılamıyacak rahatsızlıklara sebep veriyor ama ciddi rahatsızlık olan talasemi majör olan.kendi yakınımdan bildiğim kadarıyla doğduğundan beri 15 günde bir hastaneye gidip kanı değiştiriliyor,yada yenileniyor diyebilirim.Çok fazla ayrıntısını bilmiyorum fakat yaş ilerledikçe organlar zarar görmeye başlıyor.ve sonuçları içi açıcı olmuyor.Bu şekilde hayatını sürdüren insanlar neler yapabilir,yada rahatsızlıklarını nasıl hafifletebilir ve tedavisiyle ilgili gelişmeler neler,bunları öğrenmek isteyen bir çok insan var,Bunu yazmamın sebebi Okan Bayülgen`den bu hastalık içinde bir program yapmasını istiyoruz.istiyoruz diyorum,çünkü bütün talasemi hastaları için yazıyorum.. Okan yazdıklarımı okursa tabi ki bu konuda bir program yapar,bunu biliyoruz..ama tabi önemli olan okutmak neyse kısmetse olur diyelim.. *Eski yunancada "Thalas" kelimesi deniz, "Emia" kelimesi anemi anlamına, "Thalasemia" ise Akdeniz anemisi anlamına gelir. Akdeniz bölgesinde ve göçlerle yayılarak dünyanın bir çok ülkesinde görülen kalıtsal kan hastalığıdır. D.S.Ö. (Dünya Sağlık Örgütü) nün verilerine göre, tüm dünyada 266 milyon hemoglobinopati taşıyıcısının bulunduğu vurgulanmaktadır. * TALASEMİ MAJOR: Akdeniz anemisi olarakta bilinir. Erken çocuklukta başlayan, çok ciddi bir kan hastalığıdır. Bu çocuklar kendileri için yeterli hemoglobini yeterince yapamazlar. Çocukta ilk belirtiler genellikle ilk 6 ayda ağır, ilerleyici bir hemolitik anemi şeklinde kendini gösterir. Bu çocukların yaşam boyu ortalama 3-4 haftada bir, kan transfüzyonlarına ihtiyaçları vardır. Anemiyi düzeltmek amacı ile yapılan konsantre kan transfüzyonları çocuğun yaşamını uzatırken, vücutta demir birikmesine yol açar ve çeşitli organların fonksiyonları bozulur. Demir birikimini önlemek amacıyla genellikle 3 yaş civarında özel bir pompa ile haftanın 5 günü demir bağlayıcı ilaç (Desferrioxamine) alınması zorunludur. İleri yaşlarda dalak alınarak, hastanın kan ihtiyacı geçici olarak azalır, fakat kesin çözüm değildir. Kemik iliği nakli, hastalığı tamamen düzelten bir tedavi yöntemidir. Çok pahalı bir tedavi yöntemi olmasına rağmen, son 15 yıldır kemik iliği nakli konusunda yapılan çalışmalarda özellikle uygun verici kardeşi olan küçük hastalarda başarılı sonuçlar alınabilmektedir. Uygulanan ek tıbbi tedavi gereksinimleri ile beraber bir hastanın yıllık maliyeti yaklaşık 12.000-15.000$ civarındadır. Bu tür kalıtsal hastalıklardan korunmada en etkili yöntemler; 1. Toplum eğitimi, 2. Taşıyıcıların taranması, 3. Genetik danışma, 4. Doğum öncesi tanı yöntemleridir. İki taşıyıcının evlenmesi halinde ise hamileliğin 6-22. haftasında doğum öncesi tanı yapılabilir. Böylece hasta bir çocuğun doğması önlenir.Doğum öncesi tanı ile sağlıklı olacağı belirlenen bebeğin doğmasına izin verilebilir. 6 Nisan 2012 Cuma
-
Siyah-beyaz filmdiler. Seneler evvel öldüler...
GeceKuşu şurada bir başlık gönderdi: Gazete Haberleri Paylaşımı
Karatay diyeti hikâye tavsiyem Evren diyeti Dean Martin. Robert Mitchum. Siyah-beyaz filmdiler. Seneler evvel öldüler. * Kenan Evren’le... Yaşıttılar. 1917’de doğmuşlardı. * Susan Hayward. 38 sene oldu rahmetli olalı. Kenan Evren’le yaşıttı. * Gregory Peck. Glenn Ford. Ay farkıyla büyük. Rita Hayword... Bir yaş küçüktü. * Nat King Cole, 2 yaş. Yul Brynner, 3 yaş. Deborah Kerr, 4 yaş. Ava Gardner... 5 yaş küçüktü. Alayı sizlere ömür. * Marilyn Monroe. 36’sında gitti. Kenan Evren’den 10 yaş küçüktü abi. * E insan merak ediyor tabii, çocukların yaşını büyütüp darağacına gönderen Kenan Evren, 95 yaşına kadar nasıl “turp gibi” gelebildi? * Her sabah... 7’de kalkar. 1 saat sahilde yürür. Duş filan, 9’da kahvaltıya oturur. 5 adet zeytin. Siyah-yeşil karışık. 1 dilim ekmek. Kızarmış, kepekli. Yağsız peynir. 3-4 çeşit reçel. Çok az bal. Evine tereyağı girmez. 1 salatalık, 1 domates. 1 bardak çay, şekersiz. Üstüne, 3 kayısı. Günkurusu olacak. 6 badem, 6 fındık. 3 adet de ceviz. Saat tam 12’de... Öğle yemeği. Titizdir. 1 dakka şaşmaz. Sadece beyaz et. Balık veya tavuk. Kırmızı et? Kırk yılda bir. Zeytinyağlı sebze. Ve, salata. Bol su. Yemek bitince... Öğle uykusu. En az 1 saat kestirir. Kalkar... Meyve. Mevsimine göre. Veya, tatlı. Hamur değil ama. İlla sütlü tatlı. Dondurma da olabilir. Fakat çikolatasız. 16.00... Çay saati. 2 adet ev kurabiyesi. Akşam yemeği? Kışın, tam 18.30’da. Yazın, tam 19.30’da. Önce çorba. Bazen börek. Kesin, zeytinyağlı sebze. Ardından ana yemek. Balık veya tavuk. En son, meyve. Alkol yok. Sigara yok. Bol su. * Bunları anlattığında... Henüz 85’indeydi. * Karatay diyeti filan... Hikâye yani. * “Kilom hep aynı, sabit tutacaksın, 12 Eylül 1980’de 74-75 kiloydum, şimdi de 74-75 kiloyum, o nedenle 20 sene evvelki elbiselerimi bile giyebiliyorum” demişti. * Ha bi de şunu demişti... * “İhtilal yaptığımda, ahali elimi öpmek için otomobilimin önüne yatıyordu, Allah sana uzun ömür versin, benim ömrümden sana versin diye dua ediyordu, sağlığımı onlara borçluyum.” -
*** Ağlamamak İçin Gülmek İster misiniz?.. O zaman hadi buyurun izleyin aşağıdaki videoyu... Dizimizin Adı: Abdülmelik'in suçu ne?.. *** Dizimizin kısa özeti şöyle; "Abdülmelik" bu Ülke için çok tehlikeli birisidir... Çünkü; Bir isteği vardır Abdülmelik'in... Abdülmelik Düşünür, İstemini dile getirir ve düşüncelerini eyleme dönüştürür... Ve eyleminden vazgeçmez Abdülmelik... Çünkü Karnın açlığını evden getireceği yiyeceklerle doyurmak istemektedir. Ve.. ve.. ve.. En tehlikelisi hakkını arar Abdülmelik... İzleyin bakalım... İzledikten sonra ağlayacak mısınız? Ya da ağlamamak için oturup Kahkahalarla gülecek misiniz? http://youtu.be/vD0Px6DANtk&
-
*** Bu noktada şu saptamayı yapmamız gerekiyor: 1980’lerden bugüne küreselleşmenin işgücü piyasaları üzerine hakim etkisi, esnek çalışmaya dayalı bir sosyal ve hukuksal örgütlenme çerçevesini işaret ediyor. Hiç kuşkusuz endüstri ilişkileri kurumlaşmasının düzensizleştirilmesi temel başlığı altında… Küreselleşmenin, ulusal hükümetlerin yasal düzenleme gücünü, buna bağlı olarak işgücü piyasası üzerindeki tasarruflarını ve sosyal koruma önlemlerini de muhtemelen etkileyeceği konusundaki bir başka tez Tanzi araştırmasından geliyor. Tanzi’de esnekliğe atıfta bulunarak, işgücü piyasası ile ilgili bugünkü düzenlemeler, uluslararası piyasalarda hüküm süren esneklikten etkilenerek, daha esnek bir yapıya kavuşacak görüşünde. Sermaye hareketleri üzerindeki düzenlemeler bir başka konu, yine benzer olarak dış ticaret, finans ve sigorta piyasaları da bu akımdan etkilenecek alanlar. Bu durum, ulusal hükümetlerin sosyal korumayı yasal düzenleme/kararnameler yoluyla düzenlemesine yeni bir boyut kazandıracak. Eğer küreselleşme, finansal istikrarı bozan unsurlar taşıyorsa, bu durumda ulusal hükümetlere geçmişe oranla istikrarı sağlama yolunda daha da büyük görevler düşecek. Ancak artan ihtiyaç, her zaman artan kabiliyeti de beraberinde getiremeyebilir (Tanzi, 2002)... Ulusal politikaların küreselleşme karşısında bağımsız belirlenme şansının olmadığını savunan bir başka görüş Chossudovsky görüşü. Buna göre, küreselleşmeye dış yardım tuzağıyla bağlanan bir ülkenin bağımsız politika geliştirmesi çok zor. Kredi anlaşması bir kez imzalandıktan sonra, hükümetin anlaşmaya uymaması durumunda ödemeler, ülkenin iki taraflı ve çok taraflı kreditörlerinin “yardım koordinasyon grubu” tarafından kara listeye alınması tehlikesini doğuracak şekilde durdurulabilir. Alınan paranın hiçbir bölümü yatırımlara yönlendirilmediği için söz konusu kredi anlaşmalarının doğası reel ekonominin yararına da değil. Ancak bir başka önemli amaca hizmet ediliyor: Uyum kredileri; kaynakları ulusal ekonomiden uzaklaştırıyor ve ülkeleri, zengin ülkelerden gıda maddeleri de dahil olmak üzere büyük miktarlarda tüketim malları ithal etmeye teşvik ediyor. Diğer bir deyişle, örneğin tarımın “uyum”unu desteklemek için verilen para, tarımsal projelere yatırılmak üzere verilmiyor. Söz konusu kredilerin dayanıklı tüketim malları ve lüks mallar da dahil olmak üzere mal ithali için serbestçe kullanılması mümkün. Bu sürecin sonucu, yerel ekonominin durgunluğa girmesi, ödemeler dengesi krizinin büyümesi ve borç yükünün artması oluyor (Chossudovsky, 1999). Chossudovsky’nin iddia ettiği gibi uyum kredilerinin kaynakları ulusal ekonomilerden uzaklaştırmak için verildiği ve yatırım için kullanılmadığı görüşünün ampirik olarak doğrulanmaya ihtiyacı olmakla beraber, bazı gelişmekte olan ülke örneklerinden, bunun çok da yanlış bir görüş olmadığını belirtmekte fayda var. ***
-
*** Bugün Devletin etrafında yapılanan kurumsallaşmış bir dünya gerçeği içinde, Devlet ve piyasa, kanun ve akit, kamu ve özel birbirine zıt kavramlar haline geliyor. Yukarıdaki çift kavramların her biri, “yeni düzenlemeler”i açıklamaya yardımcı olacak şekilde önemli değişiklikler içinde. Öteden beri ayırıma tabi tutulan kamu ve özel kavramlarıyla birlikte artık sosyal ve ekonomik kavramları da ayırıma tabi tutuluyor. Devlet’in küresel ticaret düzeni ile yer değiştirmeye başlamasından bu yana, artık kamu özel’i değil, özel kamuyu kapsamaya başlıyor (Supiot, 2001). Peki acaba ülkelerin ve özellikle GOÜ’in gerçekten küreselleşmenin etkileri karşısında bir şansı var mı? Küçük ülkelerin kendilerine özgü gündemlerini izlemeleri ve ekonomilerini hakim talimatlardan farklı şekilde yönetmeleri mümkün mü? Pek çok politika yapıcıya göre cevap “hayır”. Rodrik’e göre, “özelleşmekten, açılmaktan ve DYY çekmekten başka pek az seçenek olduğuna dair yaygın bir nakarat var. Halbuki ihracat ve DYY amaç değil araçtır. Ekonomi politikasını diğer hedefler pahasına ekonominin dış sektörlerinde yoğunlaşmaya yönlendirmek, ekonomi politikasının araçlarıyla amaçlarını birbirine karıştırmaktan başka bir şey değil. Dahası ticaret ve DYY için güçlü ekonomik büyümenin kendisinden daha elverişli bir şey yok. Yabancı yatırımcılar Botswana’nın kamu sektörünün çok büyük olmasına pek aldırmazlar. Çin tarzı sosyalizm de onları pek engellemez. Büyümeyi teşvik etmede başarılı olan politikalar büyük olasılıkla, “uluslararası rekabet gücü” konusunda da kazançlar sağlayacak. Büyük mali açıklara eğimli bir ekonomide uluslararası mali piyasaların dayatacağı disiplin, makroekonomik istikrar olanaklarını geliştirebilir. Yasal düzenleme standartlarının gelişmiş endüstri ülkeleri standartlarıyla uyumlu hale getirilmesi hukuk ilkelerini geliştirebilir ve gelişmekte olan ülkelerde şeffaflığın artmasını sağlayabilir. Yine de söz konusu ekonomiye uygun olmamaları ya da başka sosyal gruplar pahasına belli bir sosyal grubun gereksinimlerine hizmet ettiklerinin düşünülmesi durumunda bu tür dışarıdan dayatılan disiplinler geri tepebilir” (Rodrik, 1999). Burada dikkat çeken bir başka konu, küreselleşmenin işgücü piyasasını düzenleyen ulusal politikalar üzerindeki yaptırım gücü. İlkesel bazda, uluslararası topluluğun, gelişmekte olan ülke hükümetlerinin temel çalışan haklarını korumalarını istemesinde yanlış bir şey yok. Kimi zaman bu yalnızca, hükümetlerin, onayladıkları UÇÖ anlaşmalarıyla kabul ettikleri örgütlenme özgürlüğü ve asgari çalışma yaşı gibi konulardaki taahhütlerini hayata geçirmeleri anlamına geliyor. Bir birliğe üye olma ve örgütlenme özgürlükleri temel sivil haklar ve bu tür özgürlüklerle iyi ekonomik performans arasında güçlü bir bağlantı olduğuna dair kanıtlar var. Ama kimi zaman GÜ’de işgücü gruplarının talepleri temel sivil hakların ve politik özgürlüklerin ötesine geçiyor ve daha düşük bir ekonomik performansa yol açabilecek sonuçlar yaratabiliyor. Rodrik’in görüşleri, küreselleşmenin ulusal politikalar üzerindeki etkisine güçlü bir destek verirken, diğer yandan aynı çalışmasında ulusal politikaların küreselleşmeyi yönlendirebildiği tezine de göndermeler yapıyor. Bu görüşler takip eden bölümde değerlendirilecek. ***
-
*** Burada dikkat edilmesi gereken bir başka nokta daha var. Değişik sosyal grupların toplum içinde gittikçe artan bir şekilde örgütlü güç haline geldikleri ve çoğu kez yaptırım gücüne de ulaşan bu grupların hemen tamamının kendilerini Sivil Toplum Kuruluşu (STK) olarak tanıttıklarına şahit oluyoruz . Böylece küreselleşmenin yaygınlaşması ile birlikte gündemdeki yerini artıran STK’lar aracılığıyla da kamuoyu oluşturma ve kamuoyunu bu şekilde etkileyerek politik nüfuz alanını artırma söz konusu olabiliyor. Halbuki günümüzde kendilerini STK olarak tanıtan bir çok kuruluşun, organik olarak kamu ile bir şekilde bağı olduğu ve kimi durumlarda finansman gereksinimlerini doğrudan kamu desteği ile sağladıklarını görüyoruz. Buna başka bir örnek olarak, siyasi partilerin finansman desteğini arkasına alan bazı kuruluşların da kendilerini STK olarak tanıtması gösterilebilir. Her ne kadar STK kavramı çok geniş ve farklı değerlendiriliyorsa da, STK’ların kabul görmüş en az beş temel özelliği olmak durumunda. Bunlar sırasıyla, STK’ların hükümet kontrolü dışında olması, siyasi bir parti olarak kurulmuş olmaması, kar amaçlı olmaması, şiddet ve suç amaçlı kurulmuş olmaması ve finansal bağımsızlığa sahip olması (Willetts, 2004). STK’ların varlık nedenleri, faaliyetleri ve arkalarına aldıkları finansman desteğinin kaynağı kamuoyu nezdinde genellikle dikkate alınmayan konular olarak ortaya çıkarken, gerek ulusal bazda, gerek uluslararası ilişkilerde STK’lara yüklenen pozitif değerle birlikte, gerçekte STK olup olmadıkları belli olmayan grupların toplum yararı gözetmeksizin, kendi amaçları doğrultusunda yönlendirme yapma güçleri de artıyor. Bu konu, özellikle dış yardıma bağımlı hale gelmiş AGÜ’in veya GOÜ’in politika yapıcılarının üzerinde önemle durması gereken bir konu. Nitekim günümüzde bu yardımların veriliş tarzı gittikçe merkez hükümetlerin insiyatifinden, bölgesel ve yerel kuruluşlara ve STK’lara kaydırılıyor. Hiç şüphesiz bunun sebepleri arasında dış yardımların kullanılması konusundaki başarısız, politik ve verimsiz uygulamalar ön sıralarda. Ancak, STK kimliğinden uzak ve uzaktan güdümlü bazı kuruluşlar aracılığıyla denetimi sağlanan veya sağlanmak isteyen kimi yardımların nihai hedefi konusunda stratejik düşünmek gerekiyor. Gerçek anlamda STK’ların toplum içinde örgütlenmeleri ve özellikle yerel ve bölgesel güçlerini toplum yararı gözeterek kullanmaları ne kadar istenen bir durumsa, bunun tersi durumların da var olduğunu unutmamak gerekiyor. (Konuyla ilgili değişik yorumlar için bakınız: Alan RUGMAN: Globalleşmenin Sonu, MediaCat Kitapları, İstanbul, 2004, s.63-76). ***
-
*** Küreselleşme, Ulusal Politika Uygulamalarını Doğrudan Etkiler Yaklaşımı (Kaçış Yok Yaklaşımı) Gelişmiş Ülkeler’in aksine, GOÜ’in çoğunda, yapısal uyum önlemlerinin uygulanmaya başlanması, daha önce devlet kontrolünde yönetilen modernizasyon ve endüstrileşme politikalarından kesin kopuş anlamına geliyor. Devlet müdahalesinin genişliği ve derinliği farklılıklar gösterse de, bir çok ülkede kopuş, geniş bir alana yayılmış, endüstrinin korunması ve ekonomideki konumu, tarımsal ürünlerin pazarlanması, döviz ve kredi dağılımı, ithalat ve ihracatın düzenlenmesi, yabancı sermaye yatırımları, teknoloji, işgücü piyasaları ve toplu pazarlık gibi konuları etkiliyor (Ghai, 1995). Ekonomik krizden etkilenen ve sonuçta uluslararası finans kurumları, kredi veren ülkeler ve ticari bankalardan destek aramak zorunda kalan ülkelerde, devletin gücünün daha çok azaldığı görülüyor. Sosyal ve ekonomik alanlarda karar verme gücünün önemli bir bölümü borç veren yabancılara devrediliyor. Devlet finansmanının daralması, hükümetleri kamu hizmetlerini ve altyapı yatırımlarını azaltmaya, kamu sektöründe istihdam ve ücret düzeylerini düşürmeye zorluyor. Ekonomide özelleştirmenin, pazar oluşumunun, gayri resmileşmenin artışı ve ekonominin daha çok uluslararası bir nitelik kazanması, ekonomik faaliyetlerin artan oranda devletin doğrudan kontrolü dışına çıktığı anlamına geliyor. Devletin gücü, vasıflı memurların kaybı, sivil hizmet ahlakının bozulması, suç, şiddet ve hukuk dışılığın artışı ile daha da azalıyor. Ulusal düzeyde yukarıda sayılan değişimlere, değişik sosyal gruplar arasındaki güç dengesinde önemli kaymalar eşlik ediyor. Yerli sermayenin bazı kesimleriyle ortak olarak çalışan yabancı yatırımcılar ve kredi veren kesimler, ulusal politikanın belirlenmesinde güçlerini ve etkilerini artırıyorlar. Benzer biçimde, ulusal iş gruplarının, özellikle yabancı sermayeye, teknolojiye ve pazarlara ulaşma olanağı olanların etkisi büyük ölçüde artıyor. İşçi sınıfı ve orta sınıfın bazı kesimleri ulusal politikayı şekillendirme güçlerinin azaldığına tanık oluyorlar (Ghai, 1995). ***
-
*** Bütün bu tanımlardan yola çıkarak küreselleşme ile ilgili bütüncül bir tanıma ulaşma denemesinde bulunursak geniş anlamda küreselleşme; dünyada mevcut uluslararası, ulusal, bölgesel ve yerel katmanlara ait siyasi, ekonomik, sosyal, ekolojik , kültürel ve hatta coğrafik sistemlerin, birbirlerinden farkındalıklarının gün geçtikçe artmasıyla, geçişkenliklerinin ve birbirlerini etkileme güçlerinin de arttığı ve dünya çapında bir “farkındalık ve küreye ait olumlu veya olumsuz gelişmelere bilinçli veya tepkisel cevap verme kültürünün oluştuğu”, gelişen bir süreçtir. Küreselleşme ile Ulusal Politika Uygulamaları Arasındaki Etkileşim Küreselleşme ile ilgili önemli sorulardan bir tanesi de, özellikle ülkelerin gelişmişlik, azgelişmişlik ve yoksulluk çizgisinde ilerlerken, bu konuların doğrudan küreselleşmeyle nasıl ilişkilendirileceği. Bu bölümde, genellikle küreselleşme literatüründe rastlanmayan bir konu irdelenip, küreselleşmenin etkilerini yönlendirmede ulusal hükümetlerin ne derece rol oynadığı sorusuna yanıt aranacak. Bu soruya yanıt aranırken, ülkelerin yakın tarihlerindeki tercihleri ve kararları kimi örneklerle incelenecek. Konuyla ilgili iki temel tez üzerinden hareket edeceğim: Birincisi; küreselleşmenin etkisinin ulusal politika yapıcıların tasarrufunun ötesinde bir güce sahip olduğu, dolayısıyla ulusal hükümetlerin bir tercihten çok bir yaptırımla karşı karşıya kaldıkları tezi. İkinci tez ise; ulusal politikaların, küreselleşmenin etkilerini yönlendirebileceği, faydalarını yayabileceği, zararlarını azaltabileceği tezi. Bu iki tezin temel görüşlerine yer vererek nihai bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. ***
-
*** Ekonomi tarihinin önceki dönemlerine kıyasla küreselleşme, hemen tüm ülkelerin mal ve hizmet sektörlerindeki işçileri ve işverenleri kapsıyor. Sonuç olarak, geçmişte sadece endüstriyel işçiler küreselleşmenin getirdiği uluslararası rekabetin sonuçlarına katlanırken, bugün, dünya işgücünün çok büyük bir kısmı küreselleşmenin etkilerini hissediyor. Uluslararası ticaretin ve DYY’ın hacmi büyüyor ve bilgi ve iletişim teknolojilerinde yaşanan devrim ekonomik geçişkenliği kolaylaştırıyor. Ancak küreselleşme bazı tartışmalı konuları da gündeme getiriyor: bir çok gelişmiş ülke (GÜ) düşük-ücretli ekonomilerin rekabetinden korkar hale geliyor ve GOÜ’in firmaları GÜ’in güçlü ÇUİ’nden kaynaklanan rekabete dayanmakta güçlük çekiyor. Bu denli değişik ve çok yaklaşım içinden, küreselleşme tanımlamasında en çok kullanılan kelimeleri yan yana getirecek olursak, şöyle bir grup ile karşılaşıyoruz: İşletmelerin sınırlar ötesi faaliyetleri, uluslararası yatırımlar, ticaret, ürün geliştirme, üretim, kaynak yaratma, pazarlama, örgüt yapılarında değişim, kapitalizmin fonksiyonlarında değişim, entegre olmuş uluslararası piyasalar, yeni gelişen bir ekonomik yapılanma, uluslararası işletmelerin belirleyiciliği, uyum sağlama kapasitesi, sert rekabet, esneklik, dünya çapında sosyal ilişkilerin güçlenmesi, birbirinden uzak yerel birimlerin birbirlerinden etkilenir hale gelmesi, yerel ve hatta kişisel sosyal tecrübelerin geçişkenliği, kültürlerin geçişkenliği, enformasyon teknolojilerinin hızlı devinimi (Leisink, 1999). Küreselleşme kavramını açıklama yolunda bazı akademik literatürde ekonometrik modeller üzerine çözümlemelere yer verilerek belirli tezlere ulaşıldığına da rastlıyoruz. Ancak bu tür tezlerin, kavramsallaştırma yolunda objektif sonuçlara ulaşabilmesini kuşkuyla karşılıyorum. Nitekim, bazı bilimsel araştırmaların sosyal ve psikolojik karar süreçlerine formüllerinde hiç yer vermemesi, bu formüllerin üzerinden ulaşılan sonuçların bilimselliğini de tartışmaya açık hale getiriyor. Hatta bazı formüllerde küresel göç hareketlerinden söz edilirken, kişilerin içinde bulunduğu psikolojik ve sosyal çevrenin “kukla değişkenle” doldurulmasının, sosyal bilimler açısından “ciddiyetten uzak” bir durum yarattığını ileri süreceğim. ***
-
*** Küreselleşmeyi açıklama yolunda, içeriğine daha geniş bir perspektiften bakmayı tercih eden görüşler de bulunuyor. Çok ayrıntılı tanımlamalar olmasa da, bu tanımlamaların, küreselleşmenin anlaşılması sürecine getirdikleri boyutlar ve düşündürdükleri ile önemli bir katkı sağladığına inanıyorum. Bu tanımlardan bir tanesi, küreselleşme kavramını, dünyanın bir bölgesinde meydana gelen sosyal, politik ve ekonomik faaliyetlerin bir parçası olan olayların, alınan kararların, kürenin bir diğer tarafındaki bireyleri ve toplulukları etkilemesiyle ilişkilendiren ve kavramın öncelikle bunu ifade ettiğini öne süren Held-Mcgrew-Goldblatt-Perraton tanımı. Tanıma göre, bunun ötesinde küreselleşme, sınırlar arasındaki ilişkinin rastlantısal veya düzensiz olmadığını daha ziyade düzenlendiğini (örneğin; karşılıklı bağımlılığın farkedilir bir şekilde yoğunlaşması, dünya düzeni içindeki toplumların ve devletlerin öğelerini aşacak bir duruma erişmiştir) öne sürüyor. Küreselleşme ile ilgili tatmin edici bir tanımlama şu öğelerin her birini içermelidir: Esneklik, Yoğunluk, Hız ve Etki (Held ve diğerleri, 2003). Aynı araştırmacılar diğer bir çalışmalarında küreselleşmeyi şu şekilde tanımlıyorlar: “Küreselleşme; suçtan kültüre, materyalizmden ruhbanlığa kadar çağdaş sosyal yaşamın tüm parçalarının dünya çapında birbirlerine olan bağımlılıklarının genişlemesi, derinleşmesi ve hızlanmasıdır” (Held ve diğerleri, 1999). Küreselleşme kavramına uluslararası sosyal siyaset açısından önemli bir referans olan Uluslararası Çalışma Örgütü bakış açısından da yer vermek gerekir. Uluslararası Çalışma Örgütü; küreselleşmeyi, ana teması altındaki düşüncenin, ekonomilerin ve toplumların süregiden bir şekilde entegre olduğu bir süreç olarak değerlendiriyor. Küreselleşme; yeni teknolojiler, yeni ekonomik ilişkiler, aralarında hükümetler, uluslararası örgütler, işletmeler, işgücü ve sivil toplum kuruluşlarının da (STK) bulunduğu ulusal ve uluslararası çok geniş bir politika yelpazesi tarafından yönlendiriliyor (www.ilo.org, 2004) . Uluslararası Çalışma Örgütü tarafından hazırlatılan bir diğer araştırmada da küreselleşme ile ilgili şu yorumlar dikkat çekici (Torres, 2001): “Küreselleşme kavramı çok geniş bir kullanma alanı bulmakla beraber, anlamı her zaman tam olarak “açık” değil. Küreselleşme; ticari serbestleşmenin, yatırım ve sermaye akışının ve teknolojik değişimin ivmesiyle yönetilen ülkelerde hızlı ekonomik entegrasyon olarak tanımlanabilir”. ***
-
*** Konuya iktisadi ağırlıklı bakış açısıyla yaklaşan ve özellikle yabancı sermayeye açık olmayı kavramın kilit unsuru haline getiren yaklaşımlar da var. Bardhan bunlardan bir tanesi. Bardhan’a göre küreselleşme; temel olarak uluslararası ekonominin entegre olması ve özellikle de dış ticarete ve yatırıma açık olmak anlamındadır (Bardhan, 2000). O’Rourke da benzer unsurları ön plana çıkardığı tanımlamasında küreselleşmeyi, ticari engellerin giderek azaldığı, göçlerin önündeki engellerin ortadan kalktığı, sermaye akışının hızlandığı, Doğrudan Yabancı Sermaye’nin (DYY) serbest kaldığı ve teknoloji transferlerinin hızlandığı bir ortam olarak açıklıyor (O’Rourke, 2001). Küreselleşmeye karşı olumlu yaklaşımları ile bilinen Legrain, küreselleşme kavramı ile ilgili gerek popüler kültür eserlerine gerekse Giddens gibi sosyologlara eleştirel bir gözle yaklaşıyor. Legrain’in görüşleri özetle şu şekilde: “Lexus ve Zeytin Ağacı kitabında Thomas Friedman küreselleşmeyi “soğuk savaş sistemi”nin yerine geçmiş bir sistem olarak adlandırıyor. Bunun 1989 civarında başladığını düşünüyor. Soğuk savaşın sona ermesinin ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasının 1990’larda küreselleşmeye ivme kazandırdığı doğrudur. Ancak küreselleşmeyi 1989’da başlayan bir sistem olarak değerlendirmesi doğru değil. Dünya ekonomisinin büyük bölümü 1989’dan önce ticaret ve finans aracılığıyla zaten entegre olmuştu. Dahası, küreselleşme bir “sistem” değil, soğuk savaş sırasında başlayan ve bugünde devam eden bir entegrasyon ve uluslararasılaşma süreci. Eğer 1945’den 1989’a kadar olan sürece Soğuk Savaş egemense, bundan sonra gelen küreselleşme değil Amerikan hegemonyası. Diğer yazarların da düşünceleri karışmış gözükuyor. Alman sosyolog Ulrich Beck, küreselleşmeyi, bağımsız ulus devletlerin, sınırötesi bazı aktörlerin güçleri, oryantasyonları, kimlikleri ve ağlarıyla erozyona uğratıldığı ve önemini yitirdiği bir süreç olarak tanımlıyor. İngiliz sosyolog Anthonny Giddens ise küreselleşme için, “iletişim devrimi”, “hafif ekonomi”, “1989 sonrası dünya” ve hatta “kadın ve erkek arasındaki büyüyen eşitlik” kavramlarını kullanıyor (Legrain, 2002) ”. ***
-
*** Son olarak, var olan yönetim stratejilerinin ekonomi politikaları söz konusu olduğunda, keyfiyetten kurala doğru bir kayma olduğunu, meşru siyasi, ekonomik ve endüstriyel eylemleri birbirinden ayıran sınırların yeniden çizildiğini ve çeşitli alanlarda karar verme mekanizmalarının parçalandığını ve yetki devrini içeren apolitikleştirme kavramı tarafından karakterize edildiğini savunacağım. Para ve emeğin düzenlenmesi gibi devletin temel eylemleri anlamında, 1980’lerin ortalarından beri apolitikleştirilmiş yönetim formları yönünde ciddi bir tercih görülüyor. Apolitikleştirme olarak anlamını bulan “küreselleşme dili”, karar vermenin politik yönünü ortadan kaldırarak ve böylece politika uygulamalarının etkinliğini artırarak, devlet yöneticilerinin küresel sistemdeki değişimlerden faydalanabilmelerini sağladı. Kısaca, post-modernist ideolojinin, küreselleşme ve apolitikleştirmenin beraberinde getirdiği stratejiler ne bizim için yeniler, ne de kurulu iktidar odaklarının sonunu simgeliyorlar” (Burnham, 2003). Acaba Burnham yaklaşımından şu sonucu çıkartabilir miyiz? Küreselleşme, apolitikleştirmeyi beraberinde getirirken, bundan yararlananlar yine “yönetici elit” oluyor. Nitekim karar almanın politik yönünün ortadan kalkmasının onlar için “elem verici” bir yönü bulunmuyor. Hatta bireylerin yönetilmesinde bu durum onların elini daha da güçlendiriyor. Makalenin ilerleyen bölümlerinde, küreselleşmenin getirdiği apolitikleştirmenin (ve hatta kitlelerin siyasi, sosyal ve kültürel yapı içinde tekdüzeleşmelerinin ) Devlet bürokrasisinin bireylerce hala “baba” olarak görüldüğü toplumlarda çok daha “makbul” olduğu üzerinde duracağız. ***
-
*** Küreselleşmeden sanki bir doğa gücüymüş gibi bahsedilmekle beraber asla böyle bir şey söz konusu değil. Devletler, iş çevreleri ve sosyal gruplar küreselleşmenin gelişmesine katkıda bulunuyorlar. Özetle küreselleşme, politik ve ekonomik etkilerin birleşiminden doğan bir dizi karmaşık süreçlerden oluşuyor (Giddens, 2000). Giddens’ın; küreselleşme ile ilgili yorumlarında yer verilmesi gereken bir başka alıntı da şu şekilde: “İletişim devrimi ve bilgi teknolojisinin yaygınlaşması küreselleşme süreçleriyle yakından bağlantılı. Bu durum ekonomik alanda dahi böyle. En yoksul bölgeleri de kapsamı içine alan ve anında gerçekleşen elektronik iletişim, yerel kurumları ve gündelik yaşamı sarsıyor. Peki artık ulus-devlet “hayali” bir olgu konumuna gelmekte, yönetimler de varlıklarını yitirmekte mi? Elbette hayır, fakat ulus-devlet yapısının değişim içerisinde olduğu bir gerçek. Keynesci ekonomi yönetiminin temelini oluşturan ve ulus-devletlerin eskiden sahip oldukları bazı güçler etkinliklerini yitirdiler. Küreselleşme bu bağlamda ulus-devletlerden ayrılıyor. Bununla birlikte, küreselleşme yeni talepler ve aynı zamanda yerel kimliklerin üretilmesi için yeni fırsatlar yaratmak suretiyle etkisini gösteriyor. Birleşik Krallık’taki İskoç ulusalcılığının yakın zamanlarda ortaya çıkan ani yükselişi istisnai bir örnek olarak düşünülmemeli (Giddens, 2000).” Bir diğer sosyolog, Burnham, küreselleşmeyi kavramlaştırırken şu konulara dikkat çekiyor: “İlk olarak, küreselleşmeyle ilgilenen bir çok kuram, devlet ve piyasayı, sosyal gerçekliğin birbirinden ayrıştırılmış ve izole edilmiş, birbirine dışsal ve oluşsal bir biçimde var olan iki yönü olarak gördükleri için, devlet piyasa ilişkisini tatmin edici bir şekilde kavramsallaştıramıyorlar. Bunun sonucu olarak da, popülist (ve yanlış yönlendirici) bir “devlet iktidarını piyasaya kaptırdı” iddiası çıkıyor ortaya. İkincisi, uluslararası yeniden yapılanma sürecinin ulus devlet tarafından emeği daha sıkı disipline etmek ve emek-sermaye ilişkisini yeniden organize etmek amacıyla üstlenildiğini tartışacağım. Bu noktada belirtmeliyiz ki, küresel kapitalizm hala antagonistik (muhalif-karşı) bir devlet sistemi olarak kuruluyor ve küresel ekonomi politiği karakterize eden değişimler, kökleri emek-sermaye çelişkisinde yatan sorunları çözmek amacıyla devletler tarafından ortaya konuluyorlar. ***
-
Küreselleşme Nedir? Küreselleşme kavramını açıklamaya yönelik bir çok tanım bulunuyor. Tanımların ortak özelliği de; “ortak bir tanım üzerinde anlaşmaya varamamaları”... Bu da çok doğal, nitekim, küreselleşmeyi açıklamada yararlanılan dünya görüşleri, bakış açıları ve ideolojiler değiştikçe, tanımın içeriği de değişiyor. Literatürde yer verilen bu tanımlamaların bazılarına değindikten sonra, tanımların elverdiği ortak paydalar ışığında biz de yeni bir tanıma ulaşmaya çalışacağız. Sosyal bilimci Giddens, küreselleşmenin, nasıl anlaşılacağı, yeni bir kavram olup olmadığı ve yol açacağı sonuçların neler olabileceği gibi pek çok yönüyle sorgulanan bir kavram olduğunu belirtiyor. Bir ölçüye kadar farklı politik yönelimlerle ilişki içerisinde birbirine zıt iki fikir ortaya çıkmıştır. Bazıları küreselleşmenin tamamen bir mit olduğunu ya da çoğunlukla uzun süreli yönelimlerin bir devamı olduğunu ileri sürüyor. Bu bakış açısı, sosyal demokrasiyi koruma ve geliştirme arzusundaki görüşlere cazip geliyor. Söz konusu bu görüşler için, küreselleşme yeni liberallerin bir icadı. Bunun bir taklit olduğunu görüp gerçeği fark ettiğimizde daha önceki yaklaşımımıza (sosyal demokratik) devam edebiliriz. Diğer kutupta ise, küreselleşmenin sadece gerçek değil, aynı zamanda son derece yaygınlık kazandığını söyleyen görüşler bulunuyor. Küreselleşme, sadece ya da öncelikle ülkelerin ekonomik açıdan karşılıklı bağımlılıkları anlamına gelmiyor, fakat içinde yaşadığımız dönemde zamanın ve mekanın dönüşümünü de dikkate almamız gereken bir kavram. Ekonomik olsun ya da olmasın, uzakta meydana gelen olaylar bizleri önceki dönemlere göre daha doğrudan ve anında etkiliyor. Öte yandan, bireyler olarak aldığımız kararlar etkileri bakımından da küresel etkiye sahip. Örneğin sağlık amacıyla bireylerin uyguladıkları diyetler, belki de dünyanın öteki ucunda geçimini gıda üreticisi olarak temin eden insanları etkiliyor. ***
-
Giriş; Küreselleşme kavramı, son dönemlerin en çok tartışılan ve hakkında yargıya varılan kavramlarından biri. Gerek akademik gerekse popüler literatür içinde kendine önemli biryer bulan küreselleşme konusunun ele alınış biçimi, genellikle ideolojik kaygılardan uzak tutulamıyor. Küreselleşmenin yol açtığı gelişmeler, kendisi ile ilgili yargıları da genellikle iki kamp etrafında topluyor: Küreselleşme karşıtları veya ona şüpheyle yaklaşanlar ve küreselleşmeyi gelişme ve yeni fırsatlar ile açıklamaya çalışanlar. Küreselleşmeyi açıklayan kaynakların, konuya tek bir bakış açısı ile yaklaştıklarında, bu bakış açısını destekleme yolunda bazı verilere ve karşıt görüşlere yer vermedikleri gözleniyor. Bu durum, küreselleşme sürecinin etkilerinin objektif olarak değerlendirilmesinde önemli bir eksiklik olarak kabul edilmeli. Küreselleşmenin kavramsal içeriği ve unsurları ile ilgili tartışmalar da hala devam ediyor. Hatta küreselleşmenin başlangıç dönemi olarak birbirinden çok uzak zaman dilimleri ifade ediliyor. Küreselleşmenin unsurları üzerinde ( uluslararası ticaret ve uluslararası ticarete açık olmak, sermaye hareketliliği, iş gücü hareketliliği, çok uluslu işletmeler , üretimin değişen yapısı, teknoloji üretme kullanabilme ve endüstri ilişkilerinde dönüşüm-yeni istihdam biçimleri) genel olarak bir anlaşmaya varıldığını söylemek mümkünken, bu unsurların hizmet ettikleri amaçların, yine iki karşıt görüş açısından farklılık gösterdiğini söyleyebiliriz. Bu görüşler de; kapitalizmin küreselleşmeyi kullanarak ulusu (ve onun temsil ettiği değerleri), sosyal boyutu ve emeği ezip geçtiği görüşü ile, küreselleşen liberalizmin yeni fırsatları ve gelişmeyi beraberinde getirdiği görüşü. Fizik, biyoloji ve kimya gibi bilimlerde gözle görülebilen, ölçülebilir sonuçlara daha kolay ulaşılırken, sosyal bilimlerin yapısı buna daha az elverişli. Bunun belki de en önemli nedeni, sosyal bilimlerin, değişkenlerin beklenen sonuçlara göre kurgulanıp steril bir ortamda denetimli deney yapılmasına çok nadir izin vermesinden. Sosyal bilimler daha çok geçmişteki tecrübelere ve verilere dayalı kanıtlarla çalıştığından, araştırmacıların genellikle çok farklı dersler çıkardığı tarihe atıf yapması da kaçınılmaz oluyor. Küreselleşme konusunda oluşmaya başlayan bilgi birikimini yeterli olarak gören kimi araştırmalar, özellikle iktisadi ve sosyal açıdan sıkıntılı dönemlerde fikir oluşturma yolunda kolayca yargıya varabiliyor. Hatta kimi zaman bu yargılar, doktrin oluşturma gibi iddialı sonuçlara da yönelebiliyor. Ekonomik ve sosyal açıdan küreselleşmenin en çok eleştirilen yönleri, ülkeler arasında derin eşitsizliklere yol açması, işsizliği artırması, ülkelerdeki gelir dağılımını olumsuz etkilemesi, çok uluslu işletmeler aracılığıyla egemen olduğu iş gücü piyasalarını düzensizleştirmesi ve nihayet yoksulluğu yaygın bir hale getirmesi. Bu tezlerin karşısında, küreselleşmenin gelişmenin öncüsü olduğu ve her geçen gün insanlığın önüne yeni fırsatlar çıkardığı antitezlerinin de azımsanmayacak miktarda destekçisi bulunuyor. Bu noktada, küreselleşmenin bir dayatma mı yoksa bir tercih mi olduğu sorusu da tartışılıyor.
-
Küreselleşme, ekonomik, sosyal, teknolojik, kültürel, politik ve ekolojik denge açılardan global bütünleşmenin, entegrasyon ve dayanışmanın artması anlamına gelmektedir. Tanımdan da anlaşılacağı gibi küreselleşme sadece sosyolojinin konusu değildir fakat sosyolojik açıdan toplumsal alandaki bir değişimi ifade etmektedir. Küreselleşme kavramının en çarpıcı özelliklerinden biri, olası etkilerinin çok sayıda ve çeşitli olduğu izlenimini vermesidir. Küreselleşme, yalın toplumsal gerçekleri oldukça aşan spekülasyonlar, varsayımlar, güçlü toplumsal imgeler ve metaforlar üretme kapasitesiyle olağanüstü doğurgan bir kavramdır. Hatta, bir çok düşünürün de belirttiği gibi bu kavramın çok boyutluluğu onu, sınırlarını çizme uğraşını bile zora sokmaktadır. Bu anlamda küreselleşme, sosyal bilimlerin her dalında yaygın kullanılan bir kavram olmakla beraber, genellikle bir "durum"dan, daha çok bir "akım"ı veya bir zihniyeti ima eder hale getirilmiştir. Değişimi anlamak açısından Robertson' şöyle der: "...Küreselleşme teması anlayışları aralarında farklılık göstermesine rağmen küreselleşme diye adlandırılan şeyi anlamanın en iyi yolunun, dünyanın 'birleşik' hale geldiği, ama kesinlikle safdil işlevselci tarzda bütünleşmediği 'biçim sorunu' üzerinde yoğunlaşmak olduğunu düşünmektedir” Dünyanın birleşik hale gelmesi, tekdüze dinamikler ile oluşan bir süreç değildir. Çünkü küreselleşme, ekonomik olduğu kadar siyasal, teknolojik ve kültürel boyutlu bir süreçtir. Giddens’a göre küreselleşme, tek bir süreç değildir, karmaşık süreçlerin bir araya geldiği bir olgular kümesidir. Üstelik çelişkili ya da birbirine zıt etkenlerin devreye girdiği bir süreçtir. Çoğu insanın gözünde, küreselleşme basitçe gücün ya da etkinin yerel toplulukların elinden alınıp küresel arenaya aktarılmasından ibarettir. Bu sürecin toplumsal yaşama yönelik bir etkisine bakarsak Giddens, modernliğin sonucu olarak değerlendirdiği küreselleşmeyi, uzak yerleşimlerin birbiri ile ilişkilendirildiği yerel oluşumların millerce ötedeki olaylarla biçimlendirildiği dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması olarak tanımlamaktadır. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, bu çok boyutlu kavram etki ettiği toplumsal gerçeklik türüne göre bireylerin kafasında da çeşitli anlamlar oluşturmaktadır. Bu anlamda bazıları için küreselleşme, kapitalizmin gücünü temsil ederken, bazıları için de, dünyanın batılılaşmasını ifade etmektedir. Bazıları küreselleşmenin yoğunluk ve artan melezleşmeyle birlikte heterojenlik yarattığını düşünürken, bir diğer grup homojenliği artırdığını düşünmektedir. Devlet dışı sosyal organizasyonlar küreselleşmeyi, çevre hareketi, demokratikleşme ve insanileştirme gibi pozitif sosyal amaçları sağlayacak kaldıraç olarak görürken, iş adamları için artan kâr ve güç stratejisi ve hükümetler için de çok sık olarak devlet gücünde artış sağlamanın yerine kullanılmaktadır. Giddens, küreselleşmeyi, bir çeşit sadece veya kısmen batılılaştırma olarak görür. Elbette batılı ülkeler ve daha genelde sanayi ülkeleri, yoksul ülkelere kıyasla dünyadaki gelişmeleri hâlâ çok daha fazla etkileyecek güce sahiptirler. Ama küreselleşmenin başka bir boyutu, beraberinde giderek merkezsizleşmeyi; belli bir ülkeler grubunun denetiminin ortadan kalkmasını, büyük kuruluşlarının denetim gücünün iyice azalmasını da getirmesidir. Sonuç olarak bu küreselleşmeyi daha iyi anlayabilmek için bu kavramın toplumsal yaşama olan etkilerini ayrı ayrı başlıklar halinde ele alıp değerlendirmek gerekecektir. Ama unutulmaması gereken unsur bu etkileri ayırma çabasının sadece küreselleşmenin daha kolay anlaşılabilmesine yönelik olduğudur. Kaynaklar: Arslanoğlu,R. (2000).Kent,Kimlik ve Küreselleşme,Bursa:Ezgi Kitabevi. Vatandaş,C.(2002).Küreselleşme Sürecinde Toplumsal Kimlikler ve Çokkültürlülük,İstanbul.Değişim Yayınları. Kaya,Y. (2005). Sosyal ve Kültürel Değişme, İstanbul: Turan Yayıncılık. Tomlinson,J.(2004).Küreselleşme ve Kültür (A.Eker çev.),İstanbul:Ayrıntı Yayınları Giddens,A.(2000).Elimizden Kaçıp Giden Dünya (O.Akınhay çev.),İstanbul:Alfa Yayınevi. Robertson,R.(1999). Küreselleşme Toplum Kuramı ve Küresel Kültür (Ü.H. Yolsal çev.) Ankara:Bilim ve Sanat Yayınevi. Steger, M. B. (2006). Küreselleşme (A. Ersoy çev.) Ankara:Dost Kitabevi