Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

GeceKuşu

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

GeceKuşu tarafından postalanan herşey

  1. *** GİRİŞ; Evren dahilindeki her şey ama her şey, atomlardan (ve atom altı parçacıklardan) oluşmaktadır. Buna beyninizden karaciğerinize, hücrelerinizde kullandığınız moleküllere, havaya, suya, taşa toprağa kadar her şey ama her şey dahildir. Sizi "canlı" yapan da atomlardır, bir taş parçasını "cansız" yapan da. Tek fark, bizim bugün "canlılar" olarak isimlendirdiğimiz varlık grubunun, yine bizim geriye bakıp da "canlılığa sebebiyet veren gelişimler" olarak isimlendireceğimiz, "cansız" olarak adlandırdıklarımızın geçirmedikleri farklı bir kimyasal evrimi geçirmiş olmalarıdır. Ki buna "Evrim Ağacı_Canlılığın Evrimi (1): Cansızlıktan Canlılığın Evrimi" başlığında detaylıca değinmiştik. Şimdi, "Hayat Molekülleri" dediğimiz kimyasallara giriş yapalım: Hayat Molekülleri, ya da diğer bir ismiyle organik moleküller en azından bizim bildiğimiz ve tanımladığımız anlamıyla canlılığın var olabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi için gereken kimyasal moleküllerdir. Temel olarak nükleotitler, lipitler, proteinler ve karbonhidratlar "hayat molekülleri"dir. Bu moleküllerin hepsinin genel formları üç aşağı beş yukarı benzer olsa da, işlevleri kimyasal ve fiziksel özelliklerinden dolayı birbirlerinden tamamen farklıdır. Ve bu farklı özelliklerin toplamı, bugün bizlerin "canlı" olarak isimlendirdiği varlık formlarını meydana getirir. Daha doğrusu, canlılık için gereken aktivite ve organizasyon şartlarının istikrarlı bir şekilde sağlanabilmesi için bu kimyasallardan oluşan bir yapı ve bu yapının uzun süreli deneme-yanılma ve eleme-seçme mekanizmalarından geçmesi gerekmektedir. Dolayısıyla, şimdilik bildiğimiz kadarıyla, bu moleküllerden oluşmayan bir varlığın canlılığın ilkelerini bir arada bulundurması pek mümkün değildir. Bunda, bu moleküllerin istikrarlı yapısının (tepkimeler, radyoaktivite, vb. kimyasal özellikler bakımından) çok büyük önemi olduğunu unutmamak gerekmektedir. Bizi "canlı" kılan moleküllerden hangisinin ilk olarak oluştuğunu kestirmek çok güç. Zira yapılacak tahminler, spekülasyondan öteye gitmeyecektir; bu oluşumlar çoğunlukla rastlantısaldır ve tamamen çevre koşullarına bağlı olarak gerçekleşirler. Ancak bu konuda yapılacak en iyi tahmin, hepsinin birbirine yakın zamanlarda oluşmuş olduğudur. Özellikle kalıtım materyali görevini üstlenen nükleotitler, enerji ve yapıtaşı olma konusunda önemli görevi olan karbonhidratlar, düzenleyici ve istikrarı sağlayıcı yapılarından ötürü proteinler ve esneklik, koruma ve barındırma gibi özelliklerinden ötürü yağlar, bir arada bulundukları ve çok uzun eleme mekanizmalarından geçtikleri sürece canlılığın oluşmasını ummamak garip olacaktır. Hangi molekülün önce oluştuğunun günümüzde net olarak bilinmemesinden ötürü, herhangi bir sıra takip etmeden, her birine tek tek değineceğiz. ***
  2. Sonuç Sonuç olarak, canlılık ve cansızlık sadece tanımlardan ibaret olan, iki varlık tipidir. Bu iki varlık tipi, tıpkı tüm canlıların ortak bir atası olması gibi, tüm varlıkların ortak atası olan ve genellikle (ve doğrulukla) "cansız" olarak düşünülen maddeden evrimleşmiş iki varlık tipidir. Özünde, ikisi de aynı cansız varlıktan, maddeden (ya da enerjiden) oluşmaktadır. Sadece, aşırı uzun süreli farklılaşma, onlar arasındaki bu derin farkları doğurmaktadır. Günümüzde, insanın sıradışı (!) olduğunu "düşünmemizi" sağlayan "düşünce" bile, tamamen cansız, elektro-biyokimyasal olaylar zinciri ile kolaylıkla açıklanabilmektedir. Doğada, hiçbir varlığın doğa üstü bir özelliğine rastlanmamıştır ve şimdiye kadar ortaya atılan tüm doğa üstü iddialar, bilimsel gerçeklerle düzeltilmiş ve etkisiz kılınmıştır. Canlılık ve cansızlık da, her ne kadar günlük hayatta sıklıkla aksini kullansak da, birbiriyle tamamen aynı yapıya sahip, sadece özelleşme ve değişme konusunda farklılaşmış olan varlık tipleridir. Bunu anlayan biri, Darwin'in heyecan ve hayranlıkla ifade ettiği bu yaşam görüşündeki muhteşemliği fark edebilecektir. Üstelik bu muhteşemliğin gücünü arttıran, bu hayat görüşünün gücünü doğadan ve salt gerçeklerden alıyor olmasıdır. *** Bir sonraki Canlılığın Evrimi (2): “Hayat Molekülleri” Nedir? başlığı altında; Hayat Moleküllerinin, ya da diğer bir ismiyle organik moleküllerin canlılığın var olabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi için gereken kimyasal moleküllerden ele alarak, canlıları "canlı", cansızları "cansız" kılanın Fizik ve Kimya yasaları olduğuna değineceğiz. *** Kaynak: ÇMB (Evrim Ağacı)
  3. Peki neden böyle bir ayrım görüyoruz? İşte burada karşımıza kimyasal evrim kavramı çıkıyor? Kimyasal Evrim, Evrimsel Biyoloji'nin bilimin ve yaşamın her alanına dahil olmasıyla birlikte, bilim insanlarının ortaya attıkları son derece gerçekçi bir görüştür. Bu görüşe göre, cansız varlıklar da evrim geçirmektedir ve farklı etkilerin altında, farklı varlık grupları oluşabilmektedir. İşte tek bir varlık tipinden (maddeden ve enerjiden; unutmayın ki ikisi aslında tektir, E=mc2), günümüzde gördüğümüz "canlı" ve "cansız" olarak adlandırdığımız yapıların oluşabilmesinin sebebi, en başta, örneğin Dünya'nın oluşumu sonrasında bu varlıkların geçirdiği farklı kimyasal evrimlerdir. Bu açıdan bakıldığında, vücudumuzda bulunan karbon ile kömür içerisinde bulunan karbon birbiriyle tamamen aynıdır. Peki neden bizdeki karbondan ötürü biz "canlı" olurken, kömür "canlı" olamamaktadır? Bunu açıklamanın bir yolu yoktur, çünkü aslında arada bir fark da yoktur. Fakat aynı karbona sahip varlıkların, birbirinden bu kadar farklı özelliklere sahip olabilmesinin sebebi, karbonun en başlarda, Dünya'nın oluşumundan sonraki 600 milyon yıl içerisinde, farklı alanlarda, farklı şekillerde değişmiş olmasındandır. Örneğin, sonraki yazılarımızda izah edeceğimiz koaservatların (en ilkin hücre yapısı) bünyesindeki karbon, günümüze kadar gelecek Hayat Molekülleri'nin temelini oluştururken, toprağın altında biriken karbon önce kömürü ve sonrasında elması oluşturmuştur. Karbon aslında aynı karbondur; ancak ürün, çok uzun değişimler sonucunda, tamamen farklı olmaktadır. İşte kimyasal evrim, bu farklılığı açıklayabilmektedir. ***
  4. Biraz analiz yaparak örnekler üzerinden gidelim: Kaya: Dev bir kaya parçası düşünün. Bu kaya parçasının belirli bir organizasyonu bulunmaktadır ve bu organizasyon, belli bir düzeydeki kuvvetler haricinde oldukça sabit ve değişmezdir. Yani kolay kolay kırılmaz, dağılmaz, parçalanmaz. Bu özelliği ile kaya, canlılığın "organizasyon" kriterini sağlamaktadır. Ancak bu organizasyonu dahilinde hiçbir aktivite bulunmaz. Varlığını aktif olarak sürdürmesine olanak sağlayacak hiçbir olay bünyesinde gerçekleşmez. Bu açıdan kaya, net bir şekilde, cansız bir varlıktır. Sinek: Öte yandan ufacık bir sinek, belli bir organizasyona sahiptir ve belli bir düzeye kadar kuvvetlere dayanabilmektedir. Bu açıdan, organizasyonu kolay kolay bozulmaz ve aradığımız kriteri sağlar. Aynı zamanda, organizasyonu dahilinde sürekli olarak hayatta kalma ve üremeye yönelik bir aktivite gerçekleşmektedir. Bu aktivite gerek beyninden kaynaklı olsun, gerek kas hücrelerinden kaynaklı olsun, bir şekilde, tamamen cansız tepkimelerle yürütülmesine rağmen, en nihayetinde hayatta kalam ve üremeye yöneliktir. Dolayısıyla sinek, iki kriterimize de uyarak canlı bir varlık olduğunu göstermektedir. Virüs: Virüsler, çok uzun süreden beridir canlı mı yoksa cansız mı olduğu tartışılmakta olan; ancak çok büyük oranda "cansız" olduğu kabul edilen yapılardır. Bizim yaptığımız tanım dahilinde, zaten canlı olamayacağı kolaylıkla anlaşılabilmektedir. Çünkü virüslerin, belli bir konak hücre haricinde varlıklarını sürdürürken belli bir organizasyonları daima bulunur. Bir kılıf içerisinde, geçici olarak işe yaramayan bir genetik madde, sürekli olarak bir oraya bir buraya savrulur. Genellikle kristalize (ve net bir şekilde cansız) olarak bulunan bu yapı içerisinde herhangi bir aktivite olmadığı için (virüsler bir konak olmadan herhangi bir faaliyet gerçekleştiremezler), virüs konak dışarısındayken cansızdır. Peki ya konak içerisindeyken? Bu defa da, virüsün kılıfı, hücrenin dış çeperine yapışır ve genetik madde hücrenin içerisine akar. Bu genetik madde (virüsü temsil etmektedir), her ne kadar artık aktiviteye sahiptirse de, bu defa da kendisine ait bir organizasyonu bulunmamamaktadır. Dolayısıyla virüs, hücre içerisinde de cansızdır. İşte buradan da anlaşılabileceği gibi virüsler, "canlı olmaya çok yakın olmalarına rağmen henüz olamamış, cansız" varlıklardır. Tabii, tüm bu kategorizasyonu yaparken tekrar tekrar uyarmakta fayda görüyoruz: Doğada, aslında bu ayrım yoktur! Bu tanımlamayı insan türü olarak biz, birbirimizle iletişim kurabilmek ve doğadaki varlıkları kategorize edebilmek için var etmekteyiz. Dolayısıyla özünde bakıldığında bir virüs de, bir insan da cansızdır! Eğer ki bir gün bir kömür parçası, kategorizasyon yapabilecek düzeye ulaşacak olsaydı (bu, hipotetik bir açıklamadır), emin olun ki kategorizasyon için kullandığı öncelikler, bizimkilerden tamamen farklı olacaktır. Muhtemelen elmas ve grafit ayrıcalıklı olacak, diğer yapılar ikinci planda tutulacaktır. Bizim kategorizasyonumuzda da canlılar ön plana alınmakta, cansızlar ikincil planda tutulmaktadır. ***
  5. Peki modern bir canlılık tanımı nasıl yapılmalıdır? Bunun için, en başından beri insanların yaptığı gibi etrafımıza bakmak gereklidir. Etrafımızda, bazı varlıkların bütünlüklerini aktif olarak koruyabildikleri ve belirli, daha doğrusu düzenli bir organizasyonları olduğunu görürüz. Bunun haricinde, bu yapılar dahilindeki hiçbir özelliğin (tepki verme, metabolizmaya sahip olma, vs.) yukarıda tanımladığımız gibi diğer herhangi bir cansız olaydan farksız olduğunu görürüz. Yani, bir takım varlık grubu, etraflarında meydana gelen değişimlere aktif olarak karşı koyabilmektedirler. İşte bu varlıklar daha yakından incelendiklerinde, temelde cansızlardan farklı olmakla birlikte, aşağıdaki iki özelliğe sahip oldukları görülür: 1) Organizasyon: Bu kavrama birçok farklı açıdan yaklaşmak mümkündür. Ancak bu noktada bizim ilgilendiğimiz organizasyon tipi, bütünlüğünü belli bir düzeye kadar koruyabilen ve dış etkilere karşı belli bir düzeye kadar dağılmayan bir yapının bulunmasıdır. Evren'deki her varlık, gerekli şiddetteki etkinin altında atomlarına ve hatta daha fazlasına ayrılacaktır. Ki bu gerçek de bize her varlığın özünde aynı olduğunu ve canlı ile cansız ayrımının doğada bulunmadığını göstermektedir. 2) Aktivite: Bahsedilen, belli bir düzeye kadar stabil olan organizasyon içerisinde, temel olarak iki amaca (hayatta kalmak -varlığını sürdürmek- ve üremek -çoğalmak-) hizmet edecek çeşitli aktivitelerin düzenli olarak sürdürülmesi demektir. Bu aktiviteler, tamamen biyokimya temelli ve teknik olarak "cansız" olmakla birlikte, bizlerin yapacağı "canlı" tanımının belirlenebilmesi için, organizasyon ile birlikte olmazsa olmazdır. Burada anlaşılması gereken en önemli nokta, yukarıdaki iki olgunun mutlaka bir arada bulunması gerektiğidir. Eğer bu olguların ikisi de bir arada bulunmuyorsa, o varlığı, bizim "canlı" diyeceğimiz kategoriye koymak doğru olmayacaktır. ***
  6. İşte bu noktada, bir gerçeği görmemiz şarttır. Etrafımızdaki bazı varlıklar, diğerlerine göre oldukça aktiftirler ve bütünlüklerini diğerlerine göre çok daha başarılı olarak koruyabilirler. Peki bu, canlı-cansız farkı için yeterli midir? Hayır! Modern tanımlamada bile canlı ile cansızın özünde birbiriyle tamamen aynı olduğu gerçeği yatmaktadır. Dolayısıyla hangi tanım yapılırsa yapılsın, bu gerçek akıldan çıkarılmamalıdır. Canlı ve cansızlar arasında, hiçbir fark bulunmaz. Ancak yine de, en başından beri belirttiğimiz gibi, gerek anlatım kolaylığı, gerekse de etrafımızdaki varlıkların kategorizasyonu için bir tanım gerekmektedir. Ancak tekrar edelim, canlı ile cansızı ayıran bir tanımın var olması çok da bir anlam ifade etmez. Son olarak buraya geri döneceğiz ama varlıklar arasında, belli bir özellik haricinde hiçbir fark yoktur. ***
  7. 6) Metabolik Faaliyetler Gerçekleştirme: Bu özellik de hiçbir belirleyiciliği olmayan, son derece sıradan, cansız tepkimeler silsilesidir. Örneğin "sindirim" dediğimiz olay, son derece basit olarak, besin dediğimiz kimyasal maddelerin (örneğin nişastanın), çeşitli kimyasal enzimlerin etkisi altında daha küçük yapıtaşlarına (örneğin glukoza) bölünmesi ve bu şekilde hücre içerisine alınmasıdır. Veya "solunum" dediğimiz olay, tıpkı demirin yanması gibi, sindirim yoluyla elde edilen glukozların okijen ile yakılması demektir. Kimya açısından hiçbir özel tarafı bulunmaz. *** 7) Adapte Olabilmek: Bunu canlılık kriterleri arasına eklemek bile ciddi bir tartışma konusudur. Zira belli bir seçilim unsuru olduğu müddetçe, her varlık ister istemez "adapte olmak" zorundadır. Bir kaya parçası, günümüzde olduğu konumu korurken, benzer bir kaya parçasının bütünlüğünü koruyamayarak parçalanması, onun ortama "adapte olmadığı" fikrini akla getirmektedir. Benzer şekilde, günümüz canlılarının hepsi, bulundukları ortama belli bir oranda adapte olabildikleri için vardırlar; diğerleri ise tıpkı kaya gibi parçalanmış ve bütünlüklerini yitirmişlerdir. Bu açıdan, adapte olmanın canlılık ile pek bir ilgisi olmamakla birlikte, bu maddede açıkladıklarımız tüm varlıkların Evrim'e tabi olduğu fikrine temel oluşturmaktadır. Ancak konumuz bu olmadığı için burada girmeyeceğiz. *** Dolayısıyla, yukarıdaki maddelere baktığımızda gördüğümüz, on yıllardır ve yüz yıllardır hep "canlı" olarak tanımladığımız varlıkları, bu şekilde tanımlamamızın sebebi olan maddelerin hiçbirinin tekil olarak canlılık ile bir alakası yoktur. Peki, eğer özelliklerin kendilerinin canlılık ile alakası yoksa, nasıl bunlara sahip olan varlıklar, diğer varlıklardan farklı olabilmektedirler? ***
  8. 3) Büyüme ve Gelişme: Buraya tekrar değinmeyeceğiz. Yukarıda açıkladığımız gibi, hücrenin mitoz bölünmesi ile hücre içerisine dışarıdan alınan maddelerle büyüyen hücre, sayıca çoğalır. Bu hücrelerin bir yığın olarak birikmesi sonucu büyüme ve gelişme meydana gelir. Bu iki olay, genler ile kontrol edilmektedir. Bu genlerin okunması ve bu okunma sonucu oluşan proteinlerin iş görmesi de, yine tamamen biyokimyasal bir olaydır. Hiçbir özel durum bulunmaz. *** 4) İç Dengeyi Koruma (Homeostasis): Bu durumun da aslında etki-tepki olayı ile çalışma prensibi tamamen aynıdır. Etki-tepki olayı genel olarak belirli bir özellik (örneğin refleks) bazında iken, iç dengeyi koruma genel olarak bir organizma bazındaki yapıya işaret eder. Temel olarak bir varlığın, dış etkilerin etkisine karşı, aktif olarak iç bütünlüğünü korumaya çalışmasına denir. Burada önemli bir nokta var ve modern "canlı" tanımının yapılabilmesi için bu madde önem arz ediyor. Buraya tekrar geleceğiz dolayısıyla. Ancak şimdiden akılda tutulması gereken, iç dengenin sağlanabilmesinin de tek yolunun cansız kimyasal faaliyetler olduğunu bilmektir. *** 5) Belli Bir Organizasyona Sahip Olma: Bu kavram da günümüzde modern tanımlar yapmak için kullanılmaktadır; ancak tek başına, bu şekliyle hiçbir anlam ifade etmez. Yukarıdaki ve genel geçer olarak kabul edilen; ancak hatalı olan tanımın sorunu da, bu maddeleri birbirine etkin olarak bağlamaması ve maddeleri doğru seçmemesidir. Az sonra, yukarıdaki 4. madde ile birlikte buna tekrar döneceğiz. Ancak şimdiden akılda tutulması gereken, belli bir organizasyona sahip olunabilmesinin tek yolunun cansız kimyasal faaliyetler olduğunu bilmektir. ***
  9. 2) Üreme: Yukarıdaki anlatım anlaşıldıysa, zaten diğer hepsini modellemek oldukça kolay olacaktır. Dolayısıyla bunları çok daha kısa olarak geçmeye çalışacağız. Üreme (bu durumda eşeyli üremeyi ele alalım ama eşeysiz üreme de benzerdir), bilindiği üzere genetik materyalin aktarıldığı üreme hücrelerinin (sperm ve yumurta gibi) birleşmesi sonucu gerçekleşen olayın adıdır. Bu olay sonucunda, bu olaya katılan iki bireyin özelliklerinin harmanlandığı bir ürün ortaya çıkar. Peki bu olay, "cansız" basamaklarla açıklanamaz mı? Elbette açıklanabilir. "Hücre" dediğimiz yapı, içerisinde sayısız kimyasal tepkimenin döndüğü bir fabrika gibidir. Bu tepkimeler sonucunda birçok ürün ve değişim meydana gelir. Ve hücre, canlılığın temel yapı birimi olarak görülmektedir. Ancak nasıl ki, içerisinde ne kadar karmaşık işler dönüyor olursa olsun bir fabrikaya "canlı" demiyorsak (sırf karmaşıklığından ötürü), hücreye de herhangi bir maddeden üstünmüş ya da farklıymış gibi yaklaşmak çok modern bir davranış olmayacaktır. Çünkü hücreyi hücre yapan bütün tepkimeler, tıpkı bir demirin yanması gibi "cansız" tepkimelerdir ve tek bir tepkime dahi yoktur ki, demirin yanmasından farklı bir şekilde gerçekleşsin. Eğer öyleyse, hücrenin "canlılığı" nerede başlar?.. Hiçbir yerde. Dediğimiz gibi bu "canlılık" iddiası, tamamen insan uydurması bir iddia, bir yakıştırma, bir kategorizasyondur. İşte bu hücreler, belli kimyasal tepkimelerin etkisi altında bölünmektedirler. Bu bölünme işlemi de tamamen biyokimya kontrollü bir olaydır. Hücre belli bir büyüklüğe eriştiyse eşeysiz olarak üreyerek çoğalmak adına mitozla, eğer bir üreme organındaki hücrelerdense, belli hormonların etkisi altında eşeyli olarak üremek amacıyla mayozla bölünürler. Bu iki bölünme arasındaki tek fark, içeriğindeki kimyasal faz farklarıdır. Sonuçta, eşeyli üreme sonucu üretilen üreme hücresi, örneğin sperm, tamamen kimya kontrollü bir şekilde, yumurtanın salgıladığı kimyasallara doğru fiziksel kuvvetlerin etkisiyle "çekilir" ve yine tamamen kimyasal tepkimelerle, spermin akrozomu eriyerek içerisindeki genleri yumurta içerisine aktarır, yani "kaynaşma" gerçekleşir. Yani üremenin de tek bir noktası bile kimya-üstü bir şekilde ya da herhangi bir özel biçimde gerçekleşmez. ***
  10. 1) Uyarana Tepki Gösterme: Bu, belki de canlılık tanımları içinde kullanılan en anlamsız maddedir. Zira Evren'deki bildiğimiz fizik kurallarına tabi olan her varlık, uyarana tepki göstermektedir. Buna basitçe "etki-tepki ilkesi" diyoruz ve 17. Yüzyıl'da Sir Isaac Newton tarafından keşfedilen bir gerçek bu. Şimdi itirazlar olacaktır, "Bir topun yerden sekmesindeki topun tepkisiyle, bir insanın ani bir harekete tepki göstermesi bir mi?" diye. Evet, birdir. Sadece insanın durumunda arada birkaç fazladan aracı bulunur. Şöyle ki: İnsanın yüzüne hızla elinizi savurursanız, hemen hemen aynı anda insan geriye çekilecek ve gözlerini yumacaktır. Etkiye tepki bu şekilde tanımlanır. Bunu büyük ölçekte incelediğimizde, gerçekten de bir topun sekmesinden oldukça farklı olduğunu sanarız. Sanki bir "bilinç", özellikle o etkiden kaçıyormuş gibi hissederiz. Halbuki olan şey son derece "cansız" bir olaydır. Etki (örneğin savrulan el) yüze doğru yaklaşırken, ele çarpan "cansız" ışık fotonları göze ışık hızında ulaşır ve kırılarak ışığa duyarlı hücreler üzerine düşerler. Bu fotonların her birinin farklı açılarda, farklı hücrelere çarpması, bu hücrelerde farklı değişimlere sebep olur. Bu değişimler, bazı kimyasalların salınıp tutulmasından ibarettir. Ancak bu kimyasalların değişimi aynı zamanda bu hücrelere bağlı olan sinir hücreleri üzerinde aksiyon potansiyeli denen elektrokimyasal (ve tamamen "cansız") atımlar (pulslar) oluşturur. Bu elektrokimyasal pulslar, son derece yüksek hızda beyne iletilir. Beyin, gelen farklı "puls kodları" (her biri farklı şiddetteki pulslar, adeta Mors alfabesi gibi beyne bilgi iletirler) beyinde bulunan sinir ve gliya hücrelerinde farklı biyokimyasal tepkilerin oluşmasına sebep olur. Bu tepkiler de son derece "cansız" olan kimyasal değişimlerdir. Basitçe, elektrokimyasal pulsların farklı şiddet değerleri, farklı kimyasal tepkimelerin gerçekleşebilmesini sağlarlar. Bunların her biri sonucu üretilen kimyasal ürünler, yapılan "etki"ye karşı "tepki" oluşturur. Bu tepki, basitçe yeni bir elektrokimyasal pulsun üretilmesidir. Bu puls, aynı hızla gerekli kaslara gönderilir (hangi kasa gideceğinin belirlenmesi de son derece "cansız" bir olaydır, beynin etkilenen bölgelerinde üretilen tepkilerin biçimlerine göre farklı sinir yolları izlenmek durumunda kalınır) ve bu kaslarda belli biyokimyasal değişimler gerçekleşir (bazı iyonlar hücre içine girer, bazıları dışarı çıkar, vs.). Bu sebeple gözlerimiz hızla kapanır, vücudumuz geri çekilir. İşte tüm etki-tepki olayı, bu kadar "cansız" bir olaydır. Öte yandan topun yere düşüp sekmesi olayı da, bizim düşünüp umursamadığımız kadar basit bir olay değildir. Ya da yukarıdakinden çok da az karmaşık değildir. Klasik Fizik açısından düşünecek olursak top, yere düştüğünde "çarpar" ve belli bir kuvvetin etkisi altında geri seker. Halbuki iş bundan ibaret değildir. Kuantum Mekaniği sayesinde her şeyi atom yığını olarak düşünmemiz gerektiğini biliyoruz. Dolayısıyla top, belli tip atomları bir arada bulunduran bir yığındır. Yer de, benzer şekilde çok çeşitli atomları bulunduran dev bir yığındır. Bu iki atom yığını karşılaşmadan önce ve karşılaşma gerçekleşene kadar atomlar birbirlerini çekerler. (ya da belki de karanlık madde sebebiyle, karanlık madde bu cisimleri birbirine iter, bilemiyoruz, halen araştırılıyor; ancak göreceli bir "çekme" olayı olduğu kesin) Ancak atomları yeterince birbirine yaklaştığında, yani "çarpma" işi gerçekleştiğinde, aslında çarpma atomik boyutta tek bir noktada olmaz; dev bir hacimde olur. Bu hacimde atomlar birbiri içerisine girerler ve topun bir kısmı ile yer "bir" olur. Bu birlik sırasında, atomun içerisinde, çekirdek etrafında dolanan elektronlar birbirlerine çok yaklaştıklarında, hızlı bir itme kuvveti oluşur ve elektronla kuvvetle birbirlerini iterler. İşte bir noktada, atomlar arası çekim kuvveti, elektronların birbirini itme kuvvetine yenik düşer ve top geriye doğru fırlar. Yani bir topun sekmesi olayı bile, o kadar doğrudan bir olay değildir. Tıpkı yukarıdaki etki-tepki olayı gibi. Görüldüğü gibi, atomik düzeyde bir insanın bir etkiye verdiği tepki ile, bir topun yerden sekmesi, temel olarak birbiriyle aynıdır ve ikisi de oldukça karmaşık gibi görünen; ancak basit ilkelerle açıklanabilir. Ve ikisinde de, doğaüstü bir "ruh" ya da "can" aranmaz. ***
  11. Aslında temel olarak, binlerce yıl öncesinden beri, yukarıda belirttiğimiz taşıyan varlıklarda bir "can" (insan için "ruh", diğerleri için "can") olması gerektiğini düşünmüştür insanlar. Bu kavramlar o kadar uzun yıllardır insanları etkilemektedir ki, insanlık tarihine göre, göreceli olarak çok yeni olan bilim de bu kavramları olduğu gibi kullanmaktadır; gerek kullanım kolaylığı, gerekse de aramıza yerleşmiş memlerin yıkılmasının güçlüğünden ötürü. Halbuki, modern bilim açısından, günlük ağzın aksine bu kavramların (ne "can", ne de "ruh") hiçbir geçerliliği bulunmamaktadır. Biyoloji'nin derinliklerine inen bilim insanları, önce organlarımızı, sonra dokularımızı, sonra hücrelerimizi keşfetmiştir. Daha da derinlere indiğimizde, hücrelerin içerisindeki neredeyse her olayı gözlemleyebilir hale gelinmiştir. Ve bu boyutta, varlıklara baktığımız zaman, bir canlı ile cansızı ayırmak olanaksızdır. Çünkü Evren'in özünde böyle bir fark yoktur. Çünkü ikisi de belli başlı kimyasal tepkimelerin oluşturduğu birer bütündür. Bir demir, oksijenin bulunduğu uygun bir ortamda sürekli tepkimeye girerek paslanmaktadır. Aynı oksijen, hücrelerimiz içerisinde bulunan bir diğer kimyasal olan şekerler ile tepkimeye girerek enerji üretimini sağlamakta ve bu, hücrenin "canlılığını" sürdürmektedir. Peki, demiri "cansız", hücreyi "canlı" yapan nedir öyleyse? İnsanlığın uydurduğu tanımlar haricinde, hiçbir şey. İkisi de, sıradan atomlar ve moleküller yığınıdır. Tek fark, bu kimyasal tepkimelerin toplamı ("canlılar" içerisinde gerçekleşiyorsa "biyokimyasal" tepkimelerin) , eğer içerisinde bulunduğu ya da totalde oluşturduğu varlığa yukarıda sayılan belli başlı özellikleri veriyorsa, o varlık "canlı" olmaktadır. Bu, insanın kendince varsaydığı, asılsız (ancak günlük iletişimde işe yarar) bir sınıflandırmadır. Buraya kadar anlattıklarımız anlaşılabildiyse, şimdi yıllardır öğrenegeldiğimiz kalıplara bir diğer darbeyi de, yukarıda verdiğimiz ve neredeyse her birey (ve hatta eğitim sistemimiz) tarafından benimsenen " Canlılığın Özellikleri " maddelerine indirmek istiyoruz. Şimdi her birine tek tek ve mümkün olduğunca kısaca bakarak, büyük ölçekte baktığımızda canlılığın sözde "tartışılmaz" ilkeleri olan bu maddelerin, moleküler düzeyde cansızlıktan nasıl ayıramayacağımızı göstereceğiz: ***
  12. İlk olarak, bilimsel olarak hiçbir şey, esasında, ne "canlı"dır, ne de "cansız". Bu sadece, literatür açısından işleri kolaylaştırmak, Biyoloji'nin sahasını belirlemek ve anlaşma kolaylığı sağlamak amacıyla varsayılarak kabul edilmiş, uydurulmuş ve pek bir dayanağı olmayan bir olgudur. İnsanoğlu, etrafına bakıp varlıkları sınıflandırmak istemiş ve belli başlı özellikler taşıdığı için bazı varlıklara "canlı" demiş, bu özellikleri taşımayan varlıklara ise "cansız" demiştir. İnsanın tanımına göre, bu canlı-cansız farkına sebep olan belli başlı özellikler şöyle sıralanabilir: Uyarana tepki gösterme Üreme Büyüme ve Gelişme İç Dengeyi Koruma Belli bir organizasyona sahip olma Metabolik faaliyetleri gerçekleştirme ve enerji üretme Adapte olabilme Eski dönemlere ait kaynaklara göre bu özelliklerin hepsini bir arada bulunduran varlıklar "canlı", bunları bir arada bulundurmayan varlıklar ise "cansız" varlıklardır. Kimi kaynak bunlardan sadece ilk 4'ünü canlılık belirtisi olarak yeterli bulmaktadır ve diğerlerini elemektedir. Ancak uzun on yıllardır (ve hatta geniş skalada yüz yıllardır) bu tanımlama sürekli olarak tartışılmıştır ve hala da, azalmakla birlikte, tartışılmaya devam etmektedir. Çünkü bazı "cansız" olarak görülen varlıklar ciddi biçimde "canlı" gibi gözüken özelliklere sahip olabilmektedir Cansız olmasına rağmen uyarana tepki verebilme örneği: http://youtu.be/aC-KOYQsIvU Örneğin virüsler ya da yeri geldiğinde göreceğimiz priyonlar, her zaman bu tanım için başa bela olmuşlardır ve iş, içinden çıkılmaz bir hal almıştır. ***
  13. *** GİRİŞ; 'Evrim Kuramı'nı inceleyen her birey, mutlaka bu araştırmalarının bir noktasında, "en başa gitme" merakımızdan ötürü canlılığın başlangıcına, en başa, ilk canlının oluştuğu noktaya ulaşmış bir vaziyette bulacaktır. Bu noktada kafalar iyice karışacak, Evrim tam olarak anlaşılmış olsa bile "ilk canlı"nın nasıl var olabileceği cevapsız kalıyormuş gibi bir yanılgıya düşülecektir. Halbuki bilim, halen üzerinde tartışıyor olmakla birlikte, canlılığın başlangıcı sorusuna oldukça net, en azından bilimsel mantık ve şüphe sınırları dahilinde tatmin edici cevaplar bulmuştur. Bu cevaplar, tam da beklendiği gibi, herhangi bir doğaüstüne işaret etmemekle birlikte, tam tersine yüzyıllardır süregelen "metalaştırma" ve "üstünleştirme" merakımızı yerle bir eden bir şekilde, canlılığı sıradanlaştırmakta ve oldukça basit kavramlardan yola çıkarak açıklamaktadır. Ve hatta artık modern bilim, bu yazı dizisinde de açıklanacağı üzere, anlaşma kolaylığı amacıyla kullanılan haricinde, bilimsel olarak "canlılık" ve "cansızlık" kavramlarını birbirinden ayırmamakta, bir arada kullanmaktadır. Yani günümüzde artık "canlı" ya da "cansız" diye bir ayrımdan, en azından bilimsel olarak, bahsedilmemektedir. Günlük kullanımda halen belirli tip varlıkları belirtmek amacıyla bu kelimelere yer verilmektedir; ancak ana konu eğer "canlılık kavramı" olacak ise, biyologların çoğu canlılık ile cansızlık arasında bir ayrıma gitmekten uzak durmaktadırlar. Zaten yazı dizisi süresince bu gerçekle yüz yüze geleceksiniz... Unutmamak gerekir ki aslında canlılığın başlangıcı, Evrim Kuramı'nın ilgi alanında değildir! Evrim Kuramı, canlılığın "bir şekilde" başlamasından sonra, nasıl çeşitlendiği ile ilgilenmektedir. Canlılığın ilk başlangıcı ile ilgilenen bilimsel kuramlar ise Abiyogenez Kuramı ve Panspermia Kuramı'dır. Elbette ki, Evren'deki her şey gibi, canlılığın başlangıcı da bilimsel bir perspektiften ele alınmalıdır. Zira en ufak bir şüphemiz bulunmamaktadır ki, yine Evren'deki her şey gibi, canlılığın ilkin başlangıcı da doğaüstüne ihtiyaç kalmaksızın, tamamen doğal açıklamalarla izah edilebilmektedir. Biz bu yazı dizimizde, size bu izahlardan günümüzde en güçlüsü olarak karşımıza çıkan Abiyogenez Kuramı'ndan, yani "canlılığın", "cansızlıktan" evrimleşerek başladığını konu edinen kuramdan yola çıkarak açıklamalarda bulunacağız. Unutmamak gerekir ki Abiyogenez Kuramı, canlılığın başlangıcını her ne kadar şimdilik Evrim Kuramı'nın içeriği dahilinde bulunmasa da, Evrimsel/bilimsel yasaları (Doğal Seçilim gibi) kullanarak açıklamalar getirmektedir. Bunlara yeri geldiğince değineceğiz. Bu yazı dizimizde sizlere insanlar olarak bizlerin "canlılık" dediğimiz olayın, "cansızlık" olarak tabir ettiğimiz formdan nasıl evrimleştiğini açıklamaya çalışacağız. Hemen her şeyi adım adım göstermeye çalışacağız, böylece popüler kültürde ciddi bir biçimde abartılan ve abartılagelmiş olan "canlılık" kavramının, aslında o kadar da özel olmadığını ve cansızlıktan evrimleşmesinin sanıldığı kadar zor bir olay olmadığını göreceksiniz. Sizlere doğrudan canlılık ile cansızlık kavramlarının nasıl birbirinden tamamen farksız olduğunu göstereceğiz. ilerleyen bölümlerde ise "Hayat Molekülleri"nden ilki olan nükleotitlere genel bir bakış atacağız. Hayat Molekülleri'nin ne olduğunu ilerideki yazılarımızda toparlayarak açıklayacağız; ancak temel olarak bizlerin "canlı" olarak adlandırdığı varlık formlarını "canlı" kılan ve şimdiye kadar bilinen tüm "canlı" formlarda bulunan kimyasalların genel adı olarak düşünebilirsiniz. Zaten bu yazımızın ilerleyen kısımlarında pek çok kavram daha da netleşecek, emin olunuz. Kavramların gerçek anlamlarını öğrenebilmemiz gerçekten çok önemli, çünkü ne yazık ki eğitim sistemimiz terimleri doğru bir şekilde öğretebilmekten çok çok uzak. Pek çok kavram, eğitim hayatımız boyunca yanlış ve "sınava yönelik" öğretiliyor. Ne var ki bilim, eğitim sistemimizin sandığından ve bildiğinden çok çok ileride. Bu sebeple bazı düzeltmeler yapmamız ve akıllarda oluşturulan bazı anlamsız tabuları kırmamız gerekiyor. Belki de, bu kavramların en başında "canlılık" ile "cansızlık" ayrımı geliyor. Buna Evrim Mekanizmaları ile ilgili yazılarımızda tekrar değineceğiz; esasında orası için ayırdığımız bir açıklamayı, burada, en başından yapmak istiyoruz; çünkü "canlı" ve "cansız" ayrımını anlamak, belki de Biyoloji'yi anlayabilmenin ve Evrimsel Biyoloji'yi kavrayabilmenin başında geliyor. Öyleyse lafı daha fazla uzatmadan başlayalım:
  14. Bu bir "Battı Balık Yan Gider.." yazısıdır... *** Türk hariciyesi, bugün hepsi sallanan devlet kurumları arasında belki de en dirisidir. Çünkü köklü bir geçmişi, sağlam bir arşivi ve iyi bir eğitimi vardır. Türk diplomatlarına yönelik olarak, “monşer” diye küçümseyici tonlar kullananlar bilsin ki, o monşerler arasında (dünya görüşü ne olursa olsun), edep ve adap bilmeyeni, tarih nosyonu olmayanı yoktur. (yani eskiden yoktu) İşte bizim diplomatlarımızca çok iyi bilinen önemli bir olgu vardır: “Avrasya’da 3 köklü devlet bulunur. Bunların hepsi de imparatorluk geleneğinden gelen, kadim geçmişe sahip ülkelerdir. Bunlar; Türkiye, Rusya ve İran’dır.” Osmanlı İmparatorluğu ki hani hükümetimiz sayesinde son dönemin en gözde temasıdır, yönünü ve cephesini hep batıya dönmüştü. Son doğu seferi 17. Yüzyılın başlarında olmuştu. İranlı Safevi Devleti’ne karşı savaş Bağdat’ın alınmasıyla sonuçlanmıştı (*). 1639 Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla bugünkü İran Devleti ile sınırlarımız çizilmişti. O gün bugündür savaşmadık. NE ŞAM’IN ŞEKERİ! Suriye’ye karşı girişilen Batı taşeronluğu, hem tarihimize yakışmadı, hem de bizi çok zor durumlara düşürdü. Bölgemizdeki diğer büyük devlet olan Rusya’nın (bu kez) kararlı tutumu sonrası Arap Birliği ve BM Annan Planı devreye girdi ve Ankara taca çıktı. Şimdi her ne kadar gece yarıları Dışişleri bakanımız, Ban Ki Mun’u arayıp sınırda helikopterler uçuyor diye haber uçursa da, Esad açıkça rahatladı. Seul’de Obama ile görüşerek yeni aracılık görevlerine mazhar olan Başbakan ise İran’da soğuk duş yaşadı. Kürecik’teki Amerikan-İsrail radarından beri, ciddi anlamda kızgın olan İran, geleneksel diplomasisiyle Erdoğan’a verebileceği en ağır tepkiyi verdi. Ahmedinejad kapıda bekletti, Hamaney ise 1000 km. yol yaptırıp ayağına çağırttı. Hayli sinirlenen Erdoğan dönüşte, Amerikan Büyükelçisi’nin “petrol ve doğalgaz alımlarını kesin” çağrısına uyar uymaz, zamlar patlak verdi. Bu geleneksel! batı yanlısı çizgimiz sayesinde, dünyanın en pahalı benzinini kullandığımız gibi yakında en pahalı doğalgaz ve elektriğini de kullanıyor olacağız. İSRAİL “DÜŞÜK PROFİLDE” Suriye ve İran konusundaki ters adımlar, Türkiye’yi her bakımdan zora soktu. Sıfır soruncu Davutoğlu, tamamen İsrail ve ABD çizgisine geçtiğinden beri sırtımız minderden kalkmaz oldu. Aslında Libya ile başlamıştı. 30 milyar dolarlık ihale, yatırım ve ticaret suya düşmüştü. Suriye ile ticaret bitti. Geçiş yolları tıkandı. İran ile bu kez enerji krizi. Hatırlarsanız, Suriye’deki iç karışıklar öncesi tüm odak İran’dı. Nükleer programı yüzünden en önce İsrail’in hedefindeydi. Hatta İsrail’den zaman zaman “biz vuracağız” nidaları da yükselirdi. Ama ABD bundan hoşnut değildi. İsrail’e arada bir sert çıkıp, sakin ol, ben hallederim mesajını veriyordu Obama yönetimi. Sonra bir anda Arap Baharı çıktı ve İsrail pek fazla ses etmez oldu. Şimdi anlaşılıyor ki Batılı odakların tezgahladığı baharlar (özellikle Libya, Tunus ve Suriye) aslında İran’a yönelikti. Çünkü İran’ın nükleer güç olmasından da önemli olarak, Irak üzerinde ve bölgede elde ettiği güç, İsrail, İngiltere ve ABD’yi fazlasıyla rahatsız ediyordu. İran ile olan iyi ilişkilerin bitirilmesi ve Suriye ihalesinin Ankara’ya yıkılması da cabası tabii. Her yönden İsrail kazançlı çıkıyor. Türkiye’nin ırmaklarında, durgun sularında epeydir işgalci bir sazan türü var. Türkiye’ye Meriç’ten girse de, halk buna İsrail Sazanı diyor. Bu sazanlar gelip normal sazanların yumurtalarını döllüyor, aç iseler yiyor. Bu İsrail sazanları çok kılçıklı eti güzel olmayan balıklar. Nereden aklıma geldiyse artık… İRAN İLE ZORBAHAR Neyse asıl konumuz İran. Nükleer görüşmelerin İstanbul’da yapılmasına red cevabını veren Fars diplomasisi yine aynı yöntemi kullanıyor. Ahmedinejad yerine Meclis Dışişleri Komisyonu Başkanı Burucerdi’nin ağzından tepki koyuyor. Oysa ona yanıtı Erdoğan veya Gül veriyor. Gül ve Erdoğan’a “güçlü” desteği ise Amerikan Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Mark Toner diye birisi veriyor. İşte 5 bin yıllık Pers/Acem diplomasisi. GÖRÜŞMELER BAĞDAT’TA İran, Bağdat derse 5 artı 1 nükleer görüşmeleri büyük olasılıkla Irak’ın Başkenti’nde olacak. Maliki yönetimi İran’a çok daha yakın. ABD ile de diyalogları var. Yeniden iktidara gelen ve sert bir savunma doktrini izleyeceği belli Putin’in Rusyası da İran’a destek verecektir, dolayısıyla petrolünü İran’dan alan Çin de öyle. BATTI BALIK Bir yandan enerji krizi, diğer yanda klasik PKK tehdidi, üzerine Suriye ve nihayet İran ile sertleşme. Bir yandan Yunanistan ve GKRY ile yakınlaşan İsrail –ABD. Denizcilerimiz hapisteyken Meis yakınlarında dalga geçer gibi yapılan ve üstelik, Kürecik Radarını da bize (tatbikattaki düşman unsur da Türkiye) karşı kullanan da bunlar. E, bir de ekonominin ufaktan alarma geçmesi var. Tüm yabancı finans kuruluşları uyarıyor. En son The Economist, makro ekonomik çelişkilerle dolu Türkiye’nin çalışan kesimlere karşı daha radikal önlemler alması gerektiğini yazdı. Diken üstünde geçecek bu baharda pek yorgun olmaya izin yok galiba. (*) Bir tarih notu: İranlı Safevi Devleti’nin başındaki Şah İsmail ile Osmanlı Padişahı Yavuz Selim’in ayrı ayrı yazışmalarına bakarsanız hayretle görürsünüz ki, Şah İsmail duru bir Türkçe kullanır, Yavuz ise ağdalı bir Arapça Farsça karışımı Osmanlıca. Bugüne gelirsek de Ahmedinejad İstanbul’a geldiğinde tamamen anlaşılır bir Türkçe konuşmuştu. Oysa bizim iktidar Arapça meyilli. *** Bu yazı için "Battı Balık Yan Gider.." yazısıdır dedik ama... Yazıyı okuyup bitirdiğinize göre, artık bu bir "İsrail Sazanı" yazısıdır diye de kabul edebilirsiniz... ***
  15. Ünlü Profesör Celal Şengör, Hürriyet yazarı Ahmet Hakan’a bir mektup yazarak 12 Eylül davasına Evren lehine müdahil olmak istediğini gerekçeleriyle anlattı. İşte Ahmet Hakan’ın bugünkü yazısının ilgili bölümü:
  16. Cumhuriyet Gazetesi yazarı Utku Çakırözer, AKP’nin kuruluş aşamasında İnönü ailesine “parti kuruculuğu” teklif ettiğini yazdı. Çakırözer, “Başbakan Erdoğan’ın 2010’den bu yana kullandığı söylem açısından ilginç bilgilere ulaştım” diyerek İsmet İnönü’nün büyük torunu Hayri İnönü’ye kuruculuk daveti iletildiğini ancak Hayri İnönü’nün bunu reddettiğini yazdı. Çakırözer ayrıca, AKP’nin İnönü’nün bir diğer torunu Gülsün Bilgehan’a da 2009 yılında Çankaya Belediye Başkanlığı’nı teklif ettiğini, ancak Bilgehan’ın bu teklifi geri çevirdiğini yazdı. İşte Çakırözer’in “Erdoğan’dan İnönü’nün Torunlarına Siyaset Teklifi” başlıklı yazısı:
  17. İlk olarak Kur’an’ı din kitabı olarak görmesek, normal bir kitapmış gibi baksak ve bunu uzmanlarına sorsak, “Kur’an kaç yaşında okunmalı?” diye bir soru ortaya atsak nasıl bir yanıt çıkar acaba? Böyle bir soruyu tartışacak bir aydın ya da TV programı çıkar mı sizce? Bunu yapmak neredeyse olanaksız... Diyelim ki birisi böyle bir programa niyetlendi, tartışacak kaç kişi çıkar? Gerçekten merak edilecek bir konu öyle değil mi?. Bu tartışmanın yapılmasının o kadar çok nedeni var ki; Bunlardan birincil sorun Öztürkçe Kur’an olmaması. Bırakın 10 yaşında bir çocuğun anlamasını ciddi Osmanlıca bilmeyenlerin kolay anlayacağı bir kitap değil Kur’an. 10 yaşında bir çocuğa Karl Marx’ın kitabını okutmak neyse Kur’an’ı okutmak da aynı görünüyor. O yaşta algılayacağı birşey değil çünkü… Bu yazıyı okurken 10 yaşındaki çocuğunuzla empati yapmaya kalkmayın, kendi 10 yaşındaki halinizi düşünün. Birkaç ayetten örnekler alıp, kendi kafamıza göre çocukların bunu nasıl algılayacağını anlamaya çalışalım. İsrâ Sûresi 33. Ayet: Haklı bir sebep olmadıkça, Allah’ın, öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın. Kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine yetki vermişizdir. Ancak o da (kısas yoluyla) öldürmede meşru ölçüleri aşmasın. Çünkü kendisine yardım edilmiştir. Çocuk 10 yaşında Allah’ın öldürme hakkını öğreniyor. Bu demektir ki Allah kendisini de her an öldürebilir, bu çocuk için ciddi bir korkudur. Allah’a göre öldürülmesi haram kişiler varsa öldürülmesi helal olan kişiler de olmalı. Ama en önemlisi haksız yere öldürülen kişinin velisine verilen öldürme yetkisi ve hakkı. Allah böyle bir durumda yardımcıdır yani öldürmek yargılanamaz. İsrâ Sûresi 103. Ayet: Bunun üzerine Firavun (işkence etmek ve öldürmek suretiyle) o yerden onların kökünü kazımak istedi. Biz de onu ve beraberindekileri hep birden suda boğduk. O yaşta çocuğa Firavun’u anlatacaksınız, işkence ve öldürmeyi sorgulayacak ve bu kişilerin sonuçta kendi dininden olmadığını öğrenecek. Ama en büyük felaket insanların suda boğularak öldürüldüğünü öğrenip bunun doğru olduğunu anlamaya çalışacak. Nisâ Sûresi 89. Ayet: Arzu ettiler ki kendilerinin küfre saptıkları gibi siz de sapasınız da beraber olasınız. Bu sebeple, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden dost edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün. Onlardan ne bir dost edinin, ne de bir yardımcı. Burada “Onlar” denilen kişiler Müslüman olmayanlar. Dost edinmeyi bırakın öldürmeniz emrediliyor. Kime, 10 yaşında Kur’an’ı öğreteceğimiz çocuklarımıza. Nisâ Sûresi 34. Ayet: Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta) dırlar. İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da “gayb”ı korurlar. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün. Eğer itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah çok yücedir, çok büyüktür. Bu ayeti okuyan 10 yaşındaki erkek çocukları kendilerini “Efendi” olarak görecekler ve kız arkadaşlarına bakış açısı değişecek. Hatta onları sınıfta dövdüklerinde cezalandırılmayacaklarına inanacaklar. Bundan dolayı öğretmenlerinden azar bile işitemezler çünkü onlara öğretilen bu. Kızlar da iyi olabilmenin tek yolunun erkeğe itaat olduğuna inanacak ve ara sıra dayak yemeyi göze alacak. Nisâ Sûresi 6. Ayet: Yetimleri deneyin. Evlenme çağına (buluğa) erdiklerinde, eğer reşid olduklarını görürseniz, mallarını kendilerine verin. Büyüyecekler (ve mallarını geri alacaklar) diye israf ederek ve aceleye getirerek mallarını yemeyin. (Velilerden) kim zengin ise (yetim malından yemeğe) tenezzül etmesin. Kim de fakir ise, aklın ve dinin gereklerine uygun bir biçimde (hizmetinin karşılığı kadar) yesin. Mallarını kendilerine geri verdiğiniz zaman da yanlarında şahit bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter. 10 yaşındaki kız çocukları buluğa erdiklerinde yani ilk regl olduklarında –ki bunun kesin yaşı yoktur, istisna olsa bile 9-10 yaşlarında bile olabilir- evlendirilmelerinin bir Allah emri olduğuna inandırılacaklar. Ahzâb Sûresi 52. Ayet: Bundan sonra, güzellikleri hoşuna gitse bile, başka kadınlarla evlenmek, eşlerini boşayıp başka eşler almak sana helal değildir. Ancak sahip olduğun cariyeler başka. Şüphesiz Allah her şeyi gözetleyendir. 10 yaşındaki erkek çocuğu burada isterse ya da maddi koşulları izin verirse birden fazla kadınla evleneceğini öğrenecek. Kız için durum daha da vahim, her an kuma olabileceğini öğrenecek. *** Bunlar gibi onlarca örnek verilebilir. Burada “Kur’an kaç yaşında okunmalı?” sorusunu sorarak ortaya atılanlar bir tezdir... Umulur ki, bu forumun başlığında olduğu gibi yazılı ve görsel medya da da tartışılabilir. 10 yaşında bir çocuk Kur’an’ı Kerim’i okumalı mı? Bunu ulemalar ya da ateistler tartışmamalı, psikologlar tartışmalı. Burada yazılan 6 ayet bile bir çocuğu allak bullak eder. Devamlı yaşayacağı cehennem korkusunu ele almıyoruz bile. Kuran’da cehennem cennetten fazla yer alıyor. Çünkü Kur’an’a göre cennete gitmek neredeyse olanaksız. 10 yaşındaki çocuğunuz bunları öğrendiğinde ve o yaşta inandığında sizce nasıl bir yetişkin olacaktır? Bunun sonucunu iyice düşünmek gerekmiyor mu size görede?..
  18. Bu iletide Simon Bolivar'ı ve onun döneminde ülkesinde olan gelişmeleri ele alacağız. Şimdi, ne ilgisi var (4+4+4) yasası ile diye düşünecek olanlarınız çıkabilir. Bence üşenmeyin okuyun yazının davamını ve tamamını. Anlayanlar çok iyi anlayacaktır. *** Simon Bolivar (1783-1830) sadece Güney Amerika’da değil, tüm özgürlük savaşçılarının kalbinde yer etmiş bir devrimci. İspanyol kolonyalizmine karşı giriştiği mücadeleyi zaferle taçlandırmış bir muzaffer general. Devrimci. Kurucu Baba… Kendine “Rodriguez” adını seçmiş Simon Carreno bir öğretmendir. Yirmibeş yaşında, Venezuella’nın en zengin ailelerinden birinin on üç yaşındaki oğulları Simon Bolivar’a öğretmenlik yapar. Öğretmen Rodriguez, öğrencisine Rousseau okutur; özgürlükten, eşitlikten ve kardeşlikten bahseder. Derslerle yetinmez, yaşadığı ülkenin yoksulluğunu gösterir. Zengin Bolivar’a dikiş dikmesini, iskemle yapmasını, demir bükmesini öğretir. Aradan yıllar geçer… O büyük gün geldiğinde, yani sömürgeciler kovulup, Simon Bolivar Venezuella, Ekvator, Kolombiya ve Panama’yı birleştirip devlet başkanı olduğunda öğretmeni Rodriguez’i yanına çağırır. Simon Rodriguez, Paris, Londra, Cenevre’yi dolaşmış sosyalistlerle yoldaşlık yapmış; Roma’da basımcılarla, Viyana’da kimyacılarla çalışmıştır. Rusya steplerinde öğretmenlik yapmıştır. Ama şimdi doğduğu topraklardadır. Öğrencisi Simon Bolivar’ın arzusunu kırmaz, eğitim bakanlığını kabul eder. Fakat çok geçmez: Dindar zenginler, çok bilmiş ulema ve yoksul halk protestoya başlar. Kimdir bu eğitim bakanı: Daha düne kadar sokakta yatan mestizolara (melezlere) okuma-yazma öğretiyordur. Kızlar-erkekler aynı sınıflarda oturmaktadır. Dersliklerde ne dua öğretiliyor ne de kutsal kitap… Simon Rodriguez ne yapmaya çalıştığını özetler: “Bizim amacımız düşünmeyi öğretmektir. Belletmek, eğitmek değildir. Belletirseniz bilen kişiler yaratırsınız, düşündürürseniz yapan kişiler… Anlaşılmamış şeyleri ezberden okutmak papağan yaratmak demektir. Hiçbir suretle hiçbir çocuğa ‘neden’ diye sormadan herhangi bir şey yapmasını buyurmayın. Çocuğa meraklı olup soru sormayı öğretin ki aldığı buyrukların nedenini sora sora, mantık ve akıla boyun eğmeyi öğrensin, sığ kimseler ve aptal kişiler gibi geleneklere boyun eğmeyi değil. Bilgisiz insanı herkes aldatabilir. Yok-Yoksul olanı herkes satın alabilir.” Ve yıl: 1826. Simon Bolivar, öğretmenini fazla koruyamadı, görevden aldı. Ve Güney Amerikalı tarihçilere göre bu, Bolivar’ı 1930’da yenilgiye götürecek ilk adım oldu… Tıpkı Köy Enstitüleri’nin kapatılması Cumhuriyet Devrimleri’nin bugün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelmesindeki ilk adım olması gibi… Gelelim Simon Bolivar'ı ve dönemini ele alarak bu iletinin neden yazıldığının bağlantısına; Recep Tayyip Erdoğan, eğitim bakanlığına 'Mehmet Zahit Kotku’nun dizinin dibinde yetişen bir müridi bakan yapmıştır. Öğretmeni ne yazık ki “Rodriguez” olamazdı. Yolu çoktan kapamışlardı. *** Bir 'R.T.Erdoğan'ın Milli Eğitim Bakanına bakın birde 'Simon Bolivar'ın... Arada "200" yıl var. Peki ama kim daha ileride?...
  19. “4+4+4” şeklindeki kesintili eğitimin ardından Kur’an ve Peygamberin hayatının ders olarak okullarda okutulması da meclisten geçti. Akit gazetesi, bu konuya dair fenomen olacak bir tartışma başlattı. Gazetenin yazarlarından Faruk Köse, regl olan kızların nasıl Kur’an okuyacağı sorusuna çözüm aradı. İşte o satırlar: “Gelelim başlıkta belirttiğim “regl” meselesine. Geçen yazıda, Kur’an dersleri bağlamında bazı sıkıntıları dile getirmiş ve bunların çözüm beklediğini ifade etmiştim. “Regl” meselesi de bunlardan biri. Zira, Lise’ye gelen bir kız, haliyle büluğ çağına da girmiş olacak ve regl olacak. Peki, regl olan kız öğrenci nasıl Kur’an okuyacak? Bu, dinen yasak. Kur’an dersine katılmak zorunda, ancak o haliyle de katılamaz. Bir de öğretmeni erkek ise, utanır, halini de arz edemez. Bu durumda, Kur’an derslerinin kız-erkek ayrı okutulması, kızlara bayan öğretmen, erkeklere de bay öğretmen verilmesi gerekmez mi? Böylece regl olan kızlar, bayan öğretmenine halini arz edebilir ve Kur’an’ı abdestsiz okuma günahına zorlanmış olmaz. Yeni düzenleme güzel de, işte bu ve benzeri sakıncalarının giderilmesine ihtiyaç var.”
  20. Başbakan Erdoğan cemaate yakınlığıyla bilinen Türk İşadamları ve Sanayicileri Konfederasyonu’nda (TUSKON) önemli açıklamalar yaptı (31 Mart Cumartesi). Erdoğan’ın konuşmasının bir bölümü cemaate yönelikti. Başbakan’ın konuşmasına gelmeden önce aynı günkü (31 Mart Cumartesi) Zaman gazetesine dikkat çekelim. Takip edenler bilir; Zaman yazarı Ahmet Kurucan, Fethullah Gülen’in Pensilvanya sohbetlerinde söylediklerini her hafta köşesinde yazıyor. Zaman yazarı Kurucan, “Hayber’in Kale Kapısı” başlıklı yazısında yine Fethullah Gülen’in açıklamalarına yer verdi. Bazı kelimelerin günümüz Türkçesindeki karşılıklarını parantez içinde belirterek, Fethullah Gülen’in son açıklamalarını okuyalım: GÜLEN’DEN CEMAATE UYARILAR “(…) (Fethullah Gülen) Bu sözlerden sonra bir müddet durdu; salonda yerini alanları sağdan sola bakışları ile süzdü. Bir düşünce oluşmuştu zihninde, bu açık ve netti. Fakat ihtimal bunu söyleyip söylememekte tereddüdü vardı ya da dinleyici kitleyi tanıyabildiği ölçüde gözden geçirme ihtiyacı duydu ve söyledi: “Bugün sahip olduğumuz nice imkanlar var; var ama ihtimal usul ve üslup hatası yapıyor ve bu imkanları değerlendirilmesi gerektiği ölçüde değerlendiremiyoruz. Tebşir (müjde) edilecek yerde inzarda (ihtar) bulunuyoruz. Halbuki bakın Allah’ın şu lütfuna. Maddi imkanlar insanların istek, arzu ve heyecanları ile birleşmiş. Geriye bunları rantabl kullanma kalıyor. O da usul ister, üslup ister, metod ister. Hadiseleri iyi okuma önemlidir. Zaten sorumluluklar ona göre belirlenir. Dün yaptıklarınızı bugün hiçbir değişikliğe gitmeden tekrar eder durursanız, onlar bugün için bir şey ifade etmeyebilir. Çağı ve hadiseleri okuma yanında insanı okuma da ihmal edilmemelidir. Doğru üslubu bulma adına gösterdiğiniz bu gayretler aynı zamanda İlahi inayete (yardım) bir çağrıdır. (…)" GÜLEN: BENCİLLİK YAPMAYIN Fethullah Gülen’in Zaman’da yayınlanan açıklamaları şöyle devam etti: “(…) Bir yerde yaptığınız bir işten dolayı zaferyab (başarı gösteren) olursunuz. Bir başka yerde aynı şartlar, aynı imkanlarla aynı işte başarılı olmazsınız. Halbuki sebep sonuç ilişkisine göre başarılı olmanız gerekir. İhtimal orada bir iç-beğeni devreye girmiş ve o iç-beğeni size hüsran yaşatır. Halbuki başarılar, zaferler iç-beğeniyi değil, Allah’a hamd ve şükür hissini kamçılamalı. O’nun lütuf ve ihsanları arttıkça bizim de O’nunla irtibatımız artmalı; artmalı ki sonsuz daha iyi görülsün. Sonsuzu sıfır kadar güzel gösteren bir şey yoktur. Sıfır olun ki sonsuzu yakalayın. (…)” Fethullah Gülen, sözünü altını çizmemiz gereken şu cümleyle sürdürdü: “Enaniyetin (bencillik/kendini kayırma) mırıltılarını yaptığınız işlerin içine sokmayın.” *** BAŞBAKAN’DAN GÜLEN’E KARŞILIK Şimdi… Hiç yorum yapmadan, Başbakan Erdoğan’ın TUSKON konuşmasına gelelim. Evet, Erdoğan Gülen’in bu açıklamalarının yayınlandığı gün bakın neler dedi: “(…) Bugüne kadar birlikte yürüdüğümüz arkadaşlarımızla, dostlarımızla, kardeşlerimizle ayrılığa düşmeden el ele, omuz omuza beraber yürümeye devam edeceğiz. Bugüne kadar, hiçbir zaman bize ‘ben’ demek yakışmaz. (…)” Ve… Bakın Başbakan Erdoğan sözlerine hangi kelimeleri kullanarak devam etti: “Biz enaniyetten (bencillik/kendini kayırma) uzak duracağız. Bizim kitabımızda ‘ben’ yok, ‘biz’ var. Senlik, benlik kavgasına asla müsaade etmeyeceğiz. Fitneye, nifaka asla prim vermeyeceğiz.” MİT DOSYASI NE OLACAK Fark ettiniz değil mi? Fethullah Gülen’in açıklamalarına, aynı gün Başbakan Erdoğan yanıt veriyor. Hem de benzer kelimelerle… Evet… Fethullah Gülen’in sözleri kapsamlık bir şekilde, çok yönlü yorumlanabilir. İlk görünen yönü; Gülen’in cemaat kadrolarına bir uyarısı olduğu… Bir nevi “abartmayın” diye ihtarda bulunduğu… Ve… “Geri adım” atıp, Başbakan Erdoğan’a dolaylı bir “zeytin dalı” uzattığı… Bunlar ilk akla gelenler. Başbakan Erdoğan’ın aynı gün yaptığı konuşma da Fethullah Gülen’in “barışalım” niyetinin karşılık bulduğunu gösteriyor. En azından taraflar kamuoyu önünde böyle bir imaj sergilemeye çalışıyor. Bakalım bu açıklamalar, Başbakan Erdoğan’ın masasının üzerinde duran MİT Dosyası’nın akıbetini hangi yöne çevirecek?
  21. AKP iktidarı, her büyük siyasi seferine, Osmanlı ordusunun sefere çıkması gibi gürültü/şamata, takım taklavat bütün “birim”leri kervana dizerek çıkıyor. Türkiye’nin tarihsel ve güncel bir sorununu ortaya atıyor; “yüzleşme”, “hesap sorma” gibi adlar altında tartıştırıyor; özünden çok biçimiyle uğraştırıyor; kişileri, grupları ve toplumu yorarak bıktırıyor; iktidarını sürdürüyor. *** Tam da “Silivri”deki hukuk faciası gizlenemez duruma gelmiş, ÖYM’ler, kırık/çizik CD ve 1500 bilmem kaç küsur sahte delilin ortaya çıkmasıyla AKP hukuku yandaş yazarlarca bile savunulamaz duruma gelmişti ki “12 Eylül” generallerinin yargılanması kervanı -komedisi!- yola çıkarıldı! Oysa ne çabuk unuttuk; 12 Eylül 2010 referandumu öncesi de aynı komedi oynanmıştı! Zaten AKP iktidarına kim akıl veriyorsa bravo; çok iyi toplum mühendisi. Tarih iki kez tekrar eder; birincisi gerçek ikincisi komedi olarak, demişti sanırım büyük usta! 2010’da, referandumla “Yetmez ama evet”çilerin ve boykotçuların desteğiyle Anayasayı da değiştirecek güce kavuşan AKP iktidarı, özgürlük vaadlerinin aksine Cumhuriyetin siyasi ve hukuki yapısına “12 Eylül 1980” darbesinden aşağı kalmayacak darbe(ler) vurdu! Yargıya operasyon üzerine operasyon çekti ve çekiyor. 4 Nisan’da ise AKP mühendisleri bir taşla iki kuş vuracaklar yine: 1- “Darbecileri” yargılıyoruz diye oyuncularına şamata yaptırıp AKP hukukunu aklayacaklar; yeni anayasayı bu gürültüyle yutturacaklar! 2- 12 Eylül darbeci generallerini ise dava sonunda beraat ettirecekler. (Devrimci Yol’un avukatlarından Mehdi Bektaş’ın iddianameyi inceleyen yazısı: - www.anafikir.gen.tr/yazarlar/62-av-mehdi-bektas/266-12-eylul-iddianamesine-iliskin-av-mehdi-bektas.html - * 31 yıldır darbecilere bir şey yapamayan hukuk, şimdi mi yapacak? Sol ne zaman soru sormayı öğrenecek! Bu işin hukuki değil, politik olduğunu anlamayacak kadar sazan mıyız? Baylar, “12 Eylül”den hesap sorulursa politik olarak sorabilirsiniz? Bu da 12 Eylül ve sonrası sürecin neo-liberal uygulamalarına son vererek, ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel yıkımlarını onararak başarılır! *** Daha beteri, katledilmiş babalarının katillerini bulamayan, yakıcılarını zaman aşımına uğratan mahkemelerin, 12 Eylül’den hesap soracağına inanan evlatları görmek acı koyuyor adama! (Daha dün “Sivas zaman aşımı” için oradaydık yahu!) *** “12 Eylül 1980 darbesi” artçı darbeler ve daha büyük yıkımlarla bağıra bağıra devam ediyor! Mevcut siyasi iktidarın uygulamaları ve arkasındaki güçlerin faaliyetleri engellenemezse, bu hesap sorulmuş olamaz. Yeni bir “Yetmez ama evet!” faciası yaşa(t)mayalım! Kim ki buna alet olur -tarih affetmeyecek demiyorum- tarihin çöp sepetine atılacak! (Ama belki onlar da bu planın gizli destekçileridir! Öyle hain zamanlar yaşıyoruz ki!)
  22. Danıştay'da yapılan törende kurumun tarihini anlatan kısa bir belgesel yayınlandı. Belgesel içerisinde yer alan Atatürk görüntüsü izleyen herkesi şaşırttı. Danıştay'ın 144. kuruluş yıl dönümü için TRT ile Danıştay ortaklaşa bir belgesel hazırladı. Mustafa Kemal Atatürk'ün 1922 yılında Meclis'te yaptığı Danıştay'ın kuruluşuna dair kanun tasarısıyla ilgili konuşma metnin bulan ancak görüntüleri bulamayan TRT belgeselde büyük bir ayıba imza attı! Atatürk'ün bir başkası tarafından seslendirildiği videoda Atatürk'ün ağzı da özensiz bir şekilde metni okuyan TRT çalışanının ağzıyla değiştirildi. Böylece Danıştay tarihindeki ilk belgeselde unutulmayacak bir ayıba imza atılmış oldu. Videoyu izlemek için Tıklayın... http://www.turkish-m...uk-saygisizlik/
  23. Son zamlar Leman kapağına sayaç Erdoğan karikatürüyle yansıdı.. Peş peşe gelen zamlar ünlü mizah dergisi Leman'ın kapağındaydı. Başbakan Erdoğan'ı sayaç olarak kapak yapan dergi, 'Sayaçlar çıldırmış olmalı' başlığını attı. Benzin, elektrik ve doğalgaza gelen zamlar mizah dergisi Leman'a böyle kapak oldu...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.