-
İçerik Sayısı
3.724 -
Katılım
-
Son Ziyaret
-
Lider Olduğu Günler
30
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
GeceKuşu tarafından postalanan herşey
-
1- Kanser bulaşıcıdır Kanser hastalığı bulaşıcı değildir. Bu nedenle, kanserli hasta ile iletişime geçmek, yakınında bulunmak, elini sıkmak diğer insanları kansere yakalanma açısından riske atmaz. Bununla birlikte, seyrek de olsa, virüslerin neden olduğu bazı kanser türleri bulunuyor. Belli durumlarda bu virüsler bulaşabilir ve o zaman kanser olma riski artabilir. Bunların başında gelen HPV virüsüyle gelişen rahim ağzı kanseri riski ise son yıllarda kullanılan aşı ile artık azalıyor. 2- Kanser hastası olan ebeveynin çocuğunda da kanser gelişir. Bu bilgi de genel anlamda doğru değildir. Bazı kanser türlerine kalıtsal yatkınlık ve genetik geçiş bilinmektedir. Bazı kalın barsak kanserleri gibi. Ama bu genellenemez. Bazen de ailsel yatkınlıklar sözkonusu. Örneğin, meme kanserlerinin yüzde 5-8’inin kalıtsal olduğu biliniyor. Yani, çok özel durumlar dışında, ebeveynin kanser olmasına bağlı olarak çocuklarında da kanser görüleceği yolunda bir kural bulunmuyor. 3- Saç boyası, parfümler gibi dış etkenler kanser yapar. Her türlü toksik maddenin vücudumuzdaki hücreler ve DNA’ları üzerinde etkisi vardır. Toksik maddelerden ne kadar uzak durursak o kadar sağlıklı yaşayabiliriz. Bununla birlikte, saç boyası ve deodorant gibi kozmetik maddelerin kanser gelişmesiyle ilişkisi kanıtlanmış değildir. 4- Pozitif düşünceyle kanseri yenmek mümkün. Kanser tedavisinde pozitif düşünce son derece önemli olsa da tek başına yeterli değildir. Önemli olan, hastaların hem fiziksel hem de ruhsal sağlıklarının tedavi süresince korunabilmesidir. Özellikle de cerrahi girişim, ilaç tedavisi ve radyoterapi sırasında hastanın psikolojik durumu korunup, pozitif düşünceye sahip olması sağlandığı zaman sonuçlar çok daha iyi oluyor. 5- Kanser olduğu hastaya söylenmemeli. Hasta yakınlarının, “morali bozulur, daha kötü olur” inancıyla hastadan tanıyı saklamaya çalışması yanlış bir düşüncedir. Akli yetileri yerinde olmak koşuluyla, hastaya tüm gerçek, kendisinin talep ettiği kadar ve doğru bir şekilde verilmeli, tedavi seçenekleri hasta ile paylaşılmalı ve yapılacaklar için rızası alınmalıdır. 6- Kanserde cerrahi işlemler hastalığın yayılımını artırır. Bu da son derece yersiz bir inanıştır. Birçok kanser türünde en etkin tedavi, cerrahi tedavidir. Hastalıklı organın ya da tümörün çıkarılması, hastanın çok daha uzun süre yaşamasını ve hastalığın geri gelme riskinin anlamlı olarak azalmasını sağlıyor. 7- Biyopsi yapmak kanserin yayılımını hızlandırır. Biyopsiler, hastalığın tanısını koymak ve tedavisini planlamak için olmazsa olmaz girişimlerdir. Hastalarda zaman zaman biyopsi yapıldığında hastalığın sıçradığı, kötüleştiği ya da dağıldığına ilişkin korkular ortaya çıksa da bu korkuları destekleyen bilimsel çalışmalar bulunmuyor. 8- Bir kere kanser olduktan sonra işe dönmek oldukça zordur Yanlış bir inanıştır. Artık birçok kanser hastası, tedavi tamamlandıktan sonra yaşıtları kadar yaşam şansına sahip oluyor. Örneğin meme kanserinde, özellikle erken evrede yakalanan hastalarda tedavi tamamlandıktan sonra hastalığın yeniden ortaya çıkma olasılığı son derece düşüktür. Tiroid kanseri, deri kanseri kanserlerde tam şifa sunmak mümkündür. Hedef, hastaların tedavi sonrası normal yaşamına dönmeleridir. 9- Erkekler meme kanseri olmaz. Bu da yanlış bir inanıştır. Her 100 meme kanseri hastasından birisi erkektir. Özellikle ailelerinde kalıtsal meme kanseri olan erkeklerde meme kanseri daha sık görülür. Bu nedenle erkekler de memelerinde bir kitle fark ederlerse zaman kaybetmeden bir hekime müracaat etmeliler. 10- Kronik kabızlık çekenler kolon kanseri olur. Bu da yalnızca bir söylentidir. Kabızlık ile kolon kanseri veya rektum kanseri arasında herhangi bir neden-sonuç ilişkisi olduğunu gösteren bilimsel bir çalışma bulunmuyor. Bununla birlikte, barsak alışkanlıklarının, kişisel düzenin nedensiz bir şekilde değişmesi bir kalın barsak belirtisi olabilir ve buna dikkat edilmelidir.
-
“Bu kadar uzun yaşamak güzel değil, hayli sıkıntılı”. Hepimizin çok yakından tanıdığı bir insanın ağzından döküldü bu kelimeler. Çok şey ifade ediyor bu kısacık cümle. İnsani açıdan baktığınız zaman çok farklı, Kendi yaşamın güzelliklerinden bahsederken başkalarının yaşamını ıskalayan birinin ağzından dökülünce çok farklı... *** "Hastanede iktidar yıllarını düşünüyor. Bir zamanlar kral. Bir zamanlar astığı astık, kestiği kestik. Ağzından çıkan her cümle yasa, hatta anayasa niteliğinde. Bir zamanlar onunla bir dakika konuşmak için pek çok şeyi vermeye hazır binlerce insan var. Onu yüceltmek, ona yaranmak için insanlar birbiriyle yarışıyor. Yarış akıl almaz, kendisine trene binip, kolunu kompartımanın penceresine dayayıp, poz vermesini önerenler bile var. Okul kitaplarında yer alan Atatürk’ün ünlü fotoğrafı benzeri bir poz. Ne de olsa, Atatürk’ten sonraki en büyük lider o. Çevresi değil, büyük çoğunluk öyle söylüyor kendisine. İşin garibi, o da inanıyor buna..." Yukarıdaki satırları Yalcın doğan sütununda : “Darbeler orduyu yıpratıyor” diyen Kenan Evren için yazmış. Şimdilerde “Bu kadar uzun yaşamak güzel değil, hayli sıkıntılı”. olduğunu düşünen Evren. 32 yıl sonra yaptığı darbe nedeniyle yargılanmasına bugün başlanan Kenan Evren hasta yatağında geçmişe yaptığı yolculuğunu değerlendiriyor. Aynen kendi ifadesiyle: "Gaza Geldim" demiş Bir ibretlik vesika Yalçın doğanın Kenan Evrenin ağzından aktardıkları... Bir zamanlar onun peşinden koşanların, şimdilerde kimlerin peşinde koşuşturduklarını anlamak açısından türnusol kağıdı Evrenin bu söyledikleri... Okumalı.. Okunmalı...Anlamalı... Şimdikilerin yaptıklarından hiç farklı olmayan "Amerikan, İngiliz ve Alman. v.b" yetkilileri tarafından nasıl kullanıldığının bilinçsizce itirafları. Bir ibret belgesi... *** “Etrafımda herkes benim her yaptığımı alkışlıyor, her yaptığımın doğru olduğunu söylüyor, herkes beni vazgeçilmez olarak görüyordu”. Bu alkışlar sadece içeriyle sınırlı değil, dışarıda da benzer tavırlar dikkatini çekiyor. Örneğin, Cumhurbaşkanlığı sona ereceği zaman, 1989’da: “Amerikan, İngiliz ve Alman Büyükelçileri geldi bana. Anayasada bir değişiklikle, benim Cumhurbaşkanlığı süremin uzatılmasının Türkiye için çok yararlı olacağını söylediler”. Gaz gerçekten müthiş, içerden ve dışarıdan. Böyle bir durumda aynaya bakan bir kişi, kendisini geçmiş liderlerle karşılaştırıyor, anaların böyle bir evlat doğurmadığına gerçekten inanıyor. Evren Türkiye’de iktidarlara özgü fotoğraflar çekiyor. Liderin çevresinde oluşan birinci, üçüncü, beşinci halkaları, bunların uzantılarını, bu davranış halinin liderleri nasıl raydan çıkarabileceğini aktarıyor. Şu örnek tam ders alınacak türde: “Sivas’ta meydanda konuşuyordum, binlerce insan toplanmıştı. Ben teröristlerden söz edince, o kalabalık hep bir ağızdan “as, as” diye tempo tuttu. Ben de, asmayalım da, besleyelim mi, dedim. Bu sözü sonradan başıma çok kalktılar”. Meydanlarda öyle bağıranlardan, karşısında el pençe divan duranlardan şimdi eser yok. Çünkü, o bugün yargılanacak. Evren 96 yaşında. Bir süredir hastanede yatıyor. Fizik olarak iyice küçülmüş, kabuğuna çekilmiş: “Şu halime bak, içerde olsam, ne olur, dışarıda olsam ne olur”. Hastanede ne arayan var, ne soran. Telefonu bir kez bile çalmıyor. En yakınları bile, kendisini ziyaret etmekte tereddüt içinde. Çünkü, o bugün yargılanacak. Düşenin dostu olmaz, vaziyeti. *** 12 Eylül’e giden yolda, kendisinin nasıl önce Kara Kuvvetleri Komutanı, sonra Genelkurmay Başkanı olduğunu anlatırken: “Aklımdan bile geçmiyordu, çünkü benden kıdemli, benim önümde iki orgeneral vardı, ama Cumhurbaşkanı Korutürk ile Başbakan Demirel anlaşamadı, iki komutan emekli oldu, sıra bana geldi, oysa ben emeklilik için İzmir’de evimi bile hazırlamıştım”. Geçmişle bugün arasında gidip geliyor. Kendine göre bilanço çıkartıyor. O bilançonun en vurucu yönü, darbe yapan birinin darbeye ilişkin yorumu: “Darbeler aslında çok kötü. En çok da, orduyu yıpratıyor. Ben bunu 27 Mayıs’ta da yaşadım, 12 Eylül’de de. Ordu hem kendi içinde tedirgin oluyor, hem dışarıya karşı çok hırpalanıyor”. *** Bu "BÜYÜK PİŞMANLIK" ları aktardıktan sonra şu yorumu yaparak bitiriyor Yalçın Doğan yazısını; "12 Eylül’ü ve devamını ben Cumhuriyet Ankara Temsilcisi olarak birebir yaşadım. O haşmetli iktidarı yakından gördüm. Sıkıntı, tedirginlik, sığınacak hiç bir yer yok. Uykusuz gecelerin haddi hesabı yok. Ertesi gün yine devam mı, yoksa ne, nerede, nasıl, koca bir ulus için hayatın karşılığı olan soruların hiç biri geçit vermiyor. Hepsi belirsiz. Evren’in, bir arkadaşıma söylediği, bu ilk elden aktardığım itirafları ibretlik. Görkemli iktidar bile olsan, tek adam bile olsan, ihtilal bile yapmış olsan, yıllar sonra gelen yalnızlık ve büyük pişmanlıklar için artık vakit çok geç. Ve bugün sanık sandalyesi. Senin ve benzerlerinin tarihteki yeri değişmiyor. İnsanlara çektirdiğin acılar, hapisler, sürgünler, haksızlık ve hukuksuzluk tarihe bıraktığın miras." *** Kenan Evrenin yıllar sonra kendisi ile ilgili söyledikleri bunlar ve durumu bu vaziyette... Asıl sorgulama yapması gerekenler Kenan Evrenlerden Darbenin lideri Evren paşa ve Cumhurbaşkanı yaratanlar değil mi?... Bu Cumhuriyeti Yurttaşları Değil mi?... Kendi sorgulamamızı yapmadığımız ve bu sorgulamadan dersler çıkaramadığımız sürece konjonktür değiştikçe daha çok Evrenler yaratacağımız yadsınamayacak bir gerçek! Şimdilerde görüntüde "Orta doğunun" mazlum halklarının temsilcisini yarattığımız gibi... Hani şu iran temsilcisinin "Türkiye Emperyalistlerin taşaronu oldu" dediği TC. Hükümetinin Başbakanı... Erdoğanı % 50'li lere varan destekle bizler yaratmadık mı? Gün gelip onunda kişisel öz eleştirilerini dinleyeceğiz elbette...
-
- Kenan Evren
- 12 Eylül
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
ON'LAR BAŞEĞMEZ KÜLTÜRÜN SEMBOLLERİDİR
GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Gazete Haberleri Paylaşımı
MAHİR ÇAYAN VE ARKADAŞLARI CEZAEVİNDEN NASIL KAÇTI. Mahir’lerin Kızıldere’de yakalanmasından önce, Maltepe Cezaevi’nde yatarken arkadaşları ile büyük firara giden yolda tünele ilk çekici vuran Oktay Kaynak, cezaevindeki arkadaşları ile anlatılması mümkün olmayan bir bağla bağlı olduklarını, bir daha öyle bir dostluğu göremediğini ve yaşamadığını belirtti On’ları Kızıldere’ye götüren sürecin başlangıcı, Maltepe Cezaevi’nden firar edişleri…Kırk yıl sonra İzmir’de konuşan Mahir Çayan’ın, Cihan Alptekin’in, Ulaş Bardakçı’nın Ömer Ayna’nın ve Ziya Yılmaz’ın cezaevi arkadaşı Oktay Kaynak, belki de ilk defa duyduğumuz şeyleri son kez söylediğini açıkladı. Mahir’lerin Kızıldere’de yakalanmasından önce, Maltepe Cezaevi’nde yatarken arkadaşları ile büyük firara giden yolda tünele ilk çekici vuran Oktay Kaynak, firar öncesini, tünelin kazılışını ve Mahir’ler ile geçirdikleri dönemi İzmir TAKSAV’ın düzenlediği söyleşide anlattı. Maltepe’den kaçma fikrini ilk defa Cihan Alptekin’e açtığını söyleyen Kaynak, Cihan’ın ise kendisine “Nasıl yaparız nasıl olur? Bir tık yapsak duyuyorlar. Bir çekiş sesi bile firar suçuna girer, ya beceremezsek?” dediğini onun ise “Zaten içerideyiz ne olacak deneyelim” deyip ikna ettiğini ve sürecin böyle başladığını söyledi. TÜNELDEN AÇTIĞIM BİR DELİKTEN YILDIZLARI SEYREDİYORDUM Anlatırken duygulanan Oktay Kaynak “Tünel kazmamızı istemeyenler oldu, ama ben bir başlarsak inananların çoğalacağını düşünüyordum. Sonunda insanlar ikna oldu ve çalışmalara başladık. Bir arkadaşımızdan bize ısrarla çekiş getirmesini istedik, sapını birinden ucunu birinden getirttik. Sonra tuz ruhu istedik, o da geldi. Bizim kaldığımız koğuş eski bir çay ocağıydı ve kendine ait bir tuvaleti vardı. Sadece bizim koğuş kullanıyordu. Temizlik bahanesi ile istediğimiz tuz ruhu ile yerdeki betonu çürütüp, çekiş ile de kazmaya başladık. (Cezaevi yönetimi “Amma da titiz mahkumlar geldi” diyordu bizim koğuştakiler için.) Tünelden çıkardığımız toprakları tuvalete atıyor, cebimizde havalandırmalarda dışarıya bırakıyorduk. Bir süre sonra bunlar yetmedi ve yastıklarımızı, yorganlarımızı doldurmaya başladık. Sürünerek gidebileceğimiz büyüklükte bir tünel kazmıştık, içinde ampulümüz vardı. Tünelde yönümüzü doğru tespit etmek için bir de yön haritası yapmıştık, ondan yararlanıyorduk. 17 METRELİK TÜNELİ 4 AYDA KAZDILAR 17 metrelik tüneli üç dört ay gibi bir sürede kazdık. Kazma sürecinde böbreklerimi üşüttüm, daha sonra ameliyat oldum. Tünelin bir yerinden yukarıya küçük bir delik açtım ve oradan bir yıldızı seyrediyordum, yıldız başka bir yıldızdı. Tüneli kazarken Cihan Alptekin’e “Bu bir firar değil, bir eylem. Böyle bir eylem bekli de bir daha hiç olmayacak’’dedim. “Bu eylem kitleleri çok etkileyecek ve bize olan güvenlerini artıracak’’ dedim. Firardan 1-2 hafta önce kaçan 5 kişiye ilaveten ben de onlarla birlikte kaçmak üzere tünele girdim. Ama tünelin ağzını açmayı yetiştiremedik. Bir moral bozukluğu oldu. O arada da bizim İstanbul’daki arkadaşlarımız yakalandı. Bizim saklanabileceğimiz yer kalmadı. Mahir’in grubu da iki kişiden fazla saklayamayacaklarını söylediler ve ben içeride kaldım. Kendimi Deniz’in söylediği gibi bilime adadım, antrolopoji ile uğraştım, hala da uğraşıyorum. “TÜNELİN UCUNDAN İÇERİ KEDİ SALDILAR” Firarın ertesi günü akşama kadar koğuşa kimseyi sokmadık. İsyan çıkardık, kapılara ranzaları koyduk, arkadaşlarımıza zaman kazandırmak için ertesi gün akşama kadar direndik. Bizim ile arası iyi olan bir askeri göndermişlerdi öğrensin diye ama o da öğrenemeden gitti. Askerin birinin ayağı tünelin ucundan içeri düşünce firar olduğunu anladılar. Tünelin sonunun nereye çıktığını anlamak için içine kedi salmışlardı. Tünelin ağzına tüm kirli çamaşırlarımızı tıkadığımız için ilk önce anlayamadılar. Koğuşa gelen Sıkı Yönetim Ordu Komutanı Faik Türün yanında müdürler ile koğuşa geldi. İsimler saymaya başladı, ‘’Cihan Alptekin, pırrr’’, “Mahir Çayan, pırrrrrr” dedi. Firar böylece ortaya çıkmış oldu” şeklinde anlattı. Her sorunun mutlaka bir çözümü olduğunu düşündüğünü, o soruna uyacak onunla örtüşecek bir uygulamanın varlığına inandığını söyleyen Kaynak, “Her cezaevinden kaçılabilirdi” dedi. Firarın gerçekleştiği günü de anlatan Oktay Kaynak, Mahir Çayan’ın “Beni kesin asarlar, ben gideyim” dediğini ve iki defa kendisi de dahil kaçmayı düşündüklerini ancak her seferinde tünelin çıkışında bir sorun çıktığını ve kaçamadıklarını söyledi. VEDALAŞAMADILAR Cihan Alptekin’den bahsederken her seferinde gözleri dolan Kaynak, Cihan’ın çok umut dolu bir insan olduğunu ve sanki kemiklerinin bile mezarında hala durduğuna inandığını ifade etti. Mahir Çayan’ın son aylarda kendi koğuşlarına geldiğini ve o nedenle kendisi ile sadece üç dört ay kadar kalabildiğini söyleyen Kaynak, cezaevindeki arkadaşları ile anlatılması mümkün olmayan bir bağla bağlı olduklarını, bir daha öyle bir dostluğu göremediğini ve yaşamadığını da sözlerine ekledi. Cihan Alptekin, Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ömer Ayna ve Ziya Yılmaz ile firar öncesi vedalaşamadıklarını söyleyen Kaynak, onlar ile yaşadığı günleri unutamayacağını söyleyerek söyleşisini sonlandırdı. BİR DEVRİMCİ DAYANIŞMA ÖRNEĞİ Söyleşimin sonraki bölümünde konuşan Oğuzhan Müftüoğlu Maltepe cezaevinden kaçan Mahir Çayan ve arkadaşlarının Ankara'ya gelişlerini anlattı, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını engellemek için yaptıkları çalışmalardan örnekler verdi. Kendisinin yakalanmasından sonra Ankara'da eylem yapma olanaklarının kalmaması nedeniyle Karadeniz'e geçen Mahir Çayan ve arkadaşlarının, Ünye radar üssündeki İngilizleri kaçırmaları sonrasında Kızıldere'de katledilmeleriyle Türkiye'deki devrimci hareketin bir döneminin sona erdiğini anlattı. Oğuzhan Müftüoğlu, Kızıldere eyleminin bir yanıyla çok değerli arkadaşlarını kaybetmelerine karşılık, sonraki dönemin devrimci ruhunun oluşumunda büyük bir rol oynadığını ve çok büyük bir devrimci dayanışma örneği teşkil ettiğini söyledi. OKTAY KAYNAK KİMDİR? THKO davasından 9 yıl ceza alan Oktay Kaynak, sırası ile Maltepe, Selimiye ve Niğde Cezaevlerinde yattı. Şimdi Urla'da yaşayan 62 yaşındaki Kaynak'ın Deniz Cihan adından bir kızı var. Cezaevinde iken aradığı sorulara cevap bulmak için deneyler yapan Kaynak, bu yolda ilerleyerek antropoliji ile ilgilenmeye başladı. Konferanslar veren, sempozyumlara ve uluslar arası toplantılara katılan Oktay Kaynak, cevaplarını aradığı soruları sormaya devam ediyor. Gülsen Candemir/BirGün -
Başbakan Erdoğan’ın başı son dönemde yargıyla belada. Şike davasıyla başlayan MİT yöneticilerinin ifadeye çağrılmasıyla devam eden süreçte yargı yine Erdoğan’ı kızdıracak bir karar aldı. Seydişehir Alüminyum Tesisleri’nin özelleştirilmesiyle ilgili yürütmeyi durdurma kararını uygulamadığı gerekçesiyle Başbakan ve beş hükümet üyesi 10 bin TL tazminata mahkum oldu. TMMOB Metalurji Mühendisleri Odası’nın açtığı davada kararı Ankara 16. Asliye Hukuk Mahkemesi verdi. Elbette Erdoğan’ın hüküm giydiği mahkeme kararına herkes saygı duyuyor. Ancak merak edilen şu: Erdoğan’ı mahkum eden bu kararın yargıyla krize denk gelmesi tesadüf mü? HSYK, Erdoğan’ın yargılandığı davada artık alışılagelen müdahaleleri yapmayarak bir ceza mı kesti? Bir diğer merak edilen ise bu karar Erdoğan’ı Yüce Divan’a götürür mü?
-
- Başbakan Erdoğan
- 10 bin TL tazminata
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
Samizdat - Hakikatlere Dayanacak Gücünüz Var Mı?
GeceKuşu şurada bir başlık gönderdi: Edebiyat Dışı Kitaplar Alt Forumu
Soner Yalçın'ın cezaevinde tamamladığı kitabı satışa çıktı. Kırmızı Kedi Yayınevi'nden çıkan kitap "Samizdat" adını taşıyor. Soner Yalçın'ın kitabına seçtiği Samizdat ismi Rusça bir kelimeden geliyor. Rusça sam (kendi) ve izdat (yayım) kelimelerinden türemiş olan, "Samizdat", muhaliflerin yazdıkları ancak sansürden korumak için el altından dağıttıkları yayınlara verdiği isim olarak biliniyor. Kitabının tanıtımında şu ifadelere yer verildi: "Benim ülkemde; düşünce hayatın düşmanı, kötülüğün simgesi olarak görülür. Düşünsel değerlere tutkuyla bağlı, soru soran, arayan, kovalayan zihne sadece düşmanlık edilir. Düşünen insanın korunağı yoktur... Benim ülkemde; iktidar ve güç uğruna hiçbir şeyden çekinmeyen her zorba güç, yalnızca kendi isteğinin onaylanmasını, gururunun okşanmasını ister... Benim ülkemde; kafasıyla değil, ağzıyla konuşan yorumcular, açıklayıcılar, gerçekleri başka kalıplara sokarak özgürlüğü çürütmenin gönüllü aracılığını yaparlar... Benim ülkemde; bir gazeteci - yazar hapse atılarak yayınevine, gazetesine baskı yapılarak, sonsuza kadar sessizliğe - unutuşa mahkûm edilmeye çalışılır... Ama benim ülkemde; gerçekler de inatçıdır. Mutlaka yazılır. Samizdat gibi..." -
"Iraklı Esir Abdullah ve Arınçgillerin "Güzel Allah'ı"
GeceKuşu şurada bir başlık gönderdi: Gazete Haberleri Paylaşımı
Bir sınıf arkadaşı Yargıtay Üyeliğine atanınca, Bülent Arınç, mutluluğunu; “Güzel Allah’ım, verdikçe veriyor!” diyerek açıklamıştı Hatılarsınız! Bülent Arınç, Esir Irak’lı Abdullahın, Arınçgillerin "Güzel Allah’ına" yalvarışlarını okurda Hüngür hüngür ağlar mı dersiniz? Ya bizler bunca çifte standartın var olduğu bir ortamda yaşarken bizler neler hissediyoruz? Aşağıdakileri okuduktan sonra yüreğimizin bir kenarında bir sızı hissedebilecekmiyiz? Hissedip de Arınçgillerin bu çiftye standartlarına ne oluyor yahu sizne yapıyorsunuz, yeter artık diyebilecek miyiz? Abdullahlar ağladıkça, boyunlarındaki tasmalarıyla öldükçe, Obamalar, Clintonlar, Arınçgiller, Haşimi, Maliki, Barzaniler, Tayyipler, Krallar, Şeyhler kazanıyor, gülüyor… Ve ABD’nin verdiğini, “Güzel Allahım verdikçe veriyor” diyerek saklıyorlar gözümüzden. Arınçgillere verdikçe veren Güzel Allah, Iraklılardan, Libyalılardan, Afganlılardan, Pakistan, Bosna ve İslam aleminden de esirgiyor hikmetini; açlık ve yokluğun dışında hiçbir şey vermiyor onlara da… Fukaralıklarına, acizliklerine bomba yağdırıyor! Arınçgillerin Güzel Allah’ı, Irak’lı Abdullah’ı da, Nur Bacıyı da duymuyor, yetişip kurtarmıyor; ama Arınçgiller ne istiyorsa on katını, yüz katını veriyor; yağdırıyor… Tayyipgiller ve Arınçgillerin Güzel Allah’ı şimdi, Suriye’ye karşı savaşan, İsrail ve ABD işbirlikçilerini destekliyor. Ve “ABD, İsrail nerede, AKP Hükümeti orada” diyenleri yanıltmıyor. ABD’li Corc, Irak’ta esir, Irak’lı Abdullah’ın, Ebu Garip’de esir Nur Bacının değil, bizim, hepimizin, Irak zulmüme sessiz kalıp, Suriye’yi, İran’ı, Türkiye’yi, Irak’a benzetmek, peşkeş çekmek isteyenlerin ırzına geçiyor… Ve bizim güzel halkımız, Arınçgillerin Güzel Allah’ının neden İslam Ülkelerinin değil de hep Corc’un tarafında olduğunu, güçlüyü, katili, zorbayı koruduğunu sorgulamıyor. Murtaza Demir -
*** Kaynaklar ve Popüler Bilim Kitaplarından Bazıları: · Evren,Evrim,İnsan makalesi, (04.08.2006), Bahar Öcal Düzgören · Kozmos, Prof. Dr. Carl Sagan, Altın Kitaplar. · İnsanlığın Geleceği, Isaac Asimov, Cep Kitapları. · Bilinmeyen Tehlike, I. Asimov, İnkilap Kitapevi. · Zamanın Kısa Tarihi, Stephen W. Hawking, Milliyet Yayınları. · Kara Delikler ve Bebek Evrenler, S.W. Hawking, Sarmal Yayınevi. · Gezegenler Kılavuzu, Patrick Moore, Tübitak Yayınları. · Güneş Diye Bir Yıldız, George Gamow, Yazko Bilim. · Modern Bilimin Oluşumu, Richard S. Westfall, Tübitak Yayınları. · Hayatın Kökleri, Mahlon B. Hoagland, Tübitak Yayınları. · Rastlantı ve Kaos, David Ruelle, Tübitak Yayınları. ***
-
*** Entropi: Isaac Asimov diyor ki, “Evrendeki bütün değişiklikleri 'Enerji' meydana getirir. Enerji, bir yerden bir başka yere, bir cisimden bir başka cisme akar ve bunu yaparken de arasıra biçim değiştirir." Öyleyse enerjiyi bu şekilde harekete geçiren şeyin ne olduğunu sormamız gerekiyor. Görünüşe göre bunun nedeni, enerjinin evrende düzgün bir şekilde dağılmamış olmasıdır; bazı yerlerde daha yoğun, bazı yerlerde ise daha az yoğundur... Bir yerden bir başka yere, bir cisimden bir başka cisme, bir türden bir başta türe enerji akışı o şekildedir ki, eğilim, enerji dağılımının, evrenin her yanında aynı olması (eşitlenmesi) yönündedir... Bu akış kendiliğinden meydana gelmektedir. Enerji akışını sağlamak için hiçbir dürtüye gerek yoktur. Bu, kendiliğinden oluşur... Kendiliğinden değişim, farklı enerji dağılımından eşit enerji dağılımına doğrudur ve değişimin hızı, farklılığın miktarına bağlıdır. Enerji eşit dağıldığında değişim sona erer... Enerji üstüne yapılan çalışmalar genellikle ısı akışı ve sıcaklık değişimleriyle ilgilidir; çünkü laboratuvarda üstünde en kolay çalışılabilecek olan enerji, ısı enerjisidir. Bu nedenle, enerji değişimi, enerji akışı ve enerjinin işe döndürülmesi konularını ele alan bilim dalına, Yunanca’da ‘ısı hareketi’ anlamına gelen ‘termodinamik’ adı verilmiştir... Termodinamiğin ikinci yasası 1824’de, Fransız fizikçisi Nicolas L.S. Carnot’un buhar makinalarında ısı akışını ayrıntılarıyla incelediği günlerde belirlenmiştir. Bununla birlikte, ancak 1850 yılında, Alman fizikçi Rudolf J.E. Clausius, eşitlenme sürecinin enerjinin bütün biçimlerine ve evrendeki bütün olaylara uygulanabilir olduğunu ileri sürmüştür. Bundan dolayı Clausius, genellikle termodinamiğin ikinci yasasını bulan kişi olarak anılmaktadır. Clausius, herhangi bir cisimde, toplam ısının sıcaklığa oranın, eşitlenme süreci bakımından önemli olduğunu göstermiş ve bu miktara ‘entropi’ adını vermiştir. (Bir ortamda) entropi ne kadar düşükse, enerji dağılımı o kadar farklı olmaktaydı. Entropi arttıkça, enerji dağılımı da eşitleniyordu... Bu durumu şöyle ifade edebiliriz: Termodinamiğin birinci yasası der ki, evrende enerji miktarı sabittir. Termodinamiğin ikinci yasasına göre ise, evrenin entropisi sürekli artmaktadır... "Termodinamiğin birinci yasası, evrenin ölümsüz olduğunu ima eder gibi görünüyorsa da, ikinci yasa da, bu ölümsüzlüğün bir bakıma değersiz olduğunu göstermektedir. Enerji her zaman mevcut olacak, ama her zaman değişim oluşturması, harekete yol açması, iş yapması mümkün olmayacaktır. Birgün evrenin entropisi doruk noktasına ulaşacak ve tüm enerji eşit düzeye gelecektir. O zaman... Yaşam ve zeka duracaktır. Evren, donmuş bir heykel halini alacaktır...” Önce, böylesine korkunç bir tablo çizen Asimov, daha sonra, içinde yaşadığımız ve anlamaya çalıştığımız evrenin bir olasılıklar evreni olduğunu hatırlatarak şunları da söylüyor ve yüreklere su serpiyor: “Bu, basit bir olasılık yasası sorunudur; kör talihin işbaşında olmasının bir sonucudur. Gerçekte entropinin evrende sürekli olarak artmasının nedeni budur. Enerji dağılımının düzgün hale gelmesi olasılığı, enerji dağılımının (giderek) farklılaşması olasılığından daha çok olduğundan, değişim, entropinin artması doğrultusunda olmaktadır ve bu, kör talihten başka bir şey değildir. Bir başka deyişle, termodinamiğin ikinci yasası, neyin olması gerektiğini değil, ama neyin meydana gelme olasılığının ağır bastığını söylemektedir. Bu iki arasında önemli bir fark vardır. Eğer entropinin mutlaka artması gerekiyorsa, o zaman hiçbir zaman azalması söz konusu olamaz. Ama eğer entropi büyük olasılıkla artma eğilimindeyse, o zaman küçük olasılıkla azalması da söz konusudur. Ve sonuçta, yeteri kadar beklenirse, düşük olasılıklı durum da gerçekleşebilir. Gerçekte, yeteri kadar beklendiğinde, gerçekleşmek zorundadır da...” ***
-
*** Lamarck ile Darwin arasındaki Fark: Biyolojik evrim kuramı, günümüzde bütünüyle, 1809-1882 arasında yaşamış olan Charles Darwin’e ait bir kuram olarak kabul ediliyor. Ama bunca yıl sonra, bu kurama inandığını beyan edenler bile, evrim üstüne fikir yürütürken, Darwin’in o zamanlar dahi asla kabul etmeyeceği hatalar yapıyorlar. Bunun bir nedeni şu olabilir: Her bilim dalı gibi biyolojide de kuramlar, öğrencilere, tarihsel bir gelişme çizgisi çerçevesinde aktarılıyorlar. Dolayısıyla, her bilimsel konuda olduğu gibi evrim konusunda da, adım adım gerçeğe doğru yol alma sürecinde, saptanmış olan doğrular gibi yapılmış olan yanlışlar ve o yanlışlar çerçevesinde geliştirilmiş olan hatalı varsayımlar da öğrencilere anlatılmış oluyor. Öğrencilik yıllarında edinilen çoğu bilgiyi, beyin kabuğunun derinliklerine gömen zaman, geride yalnızca bir tortu, bilginin bir izini bırakıyor. Ve eğer beyin kabuğu sürekli olarak yeni bilgilerle takviye edilmezse bu iz, doğruyla yanlışın bir arada harmanlandığı bir kanıya, bir dogmaya dönüşüyor. Böylece, evrim kuramının geliştirilmesinde önemli bir payı bulunmakla birlikte, temel varsayımlarından büyük bölümü eksik, hatta yanlış olan Lamarck’ın fikirleri de, Darwin’e malediliveriyor. O yüzdendir ki bilgileri tazelemekte yarar var: Evrim düşüncesi ilk kez 18. yüzyılda ortaya çıkmış. 1774 yılında Charles Darwin’in büyükbabası Erasmus Darwin, Zoonomia adlı uzun bir şiir yazarak, gerek bitkilerin gerekse hayvanların evrimleştiğine dair inancını açıklamış, ama ortaya bir kuram koyamamış. Ama, tam da Charles Darwin’in dünyaya geldiği 1809 yılında, Jean Baptiste Lamarck, Zoological Philosophy adlı bir kitap yayınlamış. Lamarck’ın evrim kuramı iki varsayım üstüne oturuyor. Bunlardan ilki, fazlaca kullanılan beden bölümleri gelişirken kullanılmayanların güdük kaldığı; ikincisi ise, kazanılmış bedensel özelliklerin kalıtım yoluyla döllere aktarıldığı... Yani Lamarck mealen şunu söylüyor: Zürafaların boynu başlangıçta kısaydı. Ama diğer hayvanlarla rekabet edemeyecek kadar donanımsız olan bu hayvanlar, kendilerine besin bulmak amacıyla, diğerlerinin pek ilgilenmediği ulu ağaçların yükseklerdeki yapraklarına ulaşmak çabasıyla gere gere boyunlarını uzattılar. Uzun boyunlu olduktan sonra da bu özelliklerini döllerine geçirdiler. Böylece sonunda bütün zürafalar uzun boyunlu oldular. Halbuki Charles Darwin bambaşka birşey söylüyor ve diyor ki: Evet, zürafalar başlangıçta kısa boyluydular. Evet, zürafaların yaşadığı ortamlarda, beslenmek için onlara, kala kala ulu ağaçların yüksek dallarındaki yapraklar kalıyordu. Bu arada, her türde olduğu gibi zürafaların her döl kuşağında da bir takım değşinik/mutant zürafalar dünyaya geliyordu. Sonuçta, günün birinde, kısa boyunlu bir zürafa, uzun boyunlu, değşinik bir yavru doğurdu. Ve bu uzun boyunlu, değşinik yavru, ortama, kısa boyunlu büyüklerinden daha iyi uyum sağladı. Dolayısıyla onun dölü sürerken, kısa boyunlu zürafalar, her döl kuşağında ortaya çıkan diğer değşiniklerle birlikte doğal ayıklanma sonucu birer birer ortadan kalktılar. Ve zürafalar da böylelikle, upuzun bir sürecin sonunda evrimleşmiş oldular. Darwin’in kuramı altı tane varsayım üstüne oturuyor: 1. Bütün organizmalar geometrik dizi halinde çoğalma eğilimindedirler. 2. Bir türün her döl kuşağındaki birey sayısı hemen hemen hiç değişmez. 3. O halde yaşamak için bir mücadele yapılıyor olmalıdır. 4. Her türün bireyleri arasında, kalıtsal olabilecek ufak tefek farklılıklar vardır. 5. Bu farklılıklar, özel bir çevredeki organizmaların, o çevreye uyum sağlama ve sayıca çoğalma şansını artırabilir. Yaşamayı başaran organizmalar, kalıtsal farklılıklarını döllerine aktarabilirler. 6. Farklılıklar zaman içinde büyür ve eski türlerden yeni türler ortaya çıkar. Bu kuramı geliştirken Darwin, 20 yıla yakın bir süre çalışmış. 1831 yılında, yani 22 yaşındayken Beagle adlı bir gemiyle İngiltere’den ayrılıp doğa bilimcisi olarak Atlas okyanusundaki adalarda ve Güney Amerika’nın bilinmeyen kıyılarında gözlemler yapmış. Ayrıca, kuramını geliştirirken, yakın dostu olan Charles Lyleel’in Jeoloji’nin Prensipleri adlı eserinden, Thomas Malthus’un nüfus artışlarıyla ilgili bir makalesinden, Gregor Mendel’in kalıtımla ilgili buluşlarından, vb. yararlandığını da saklamıyor. Dahası, Alfred Russel Wallace’ın 1858 yılında yazdığı ve doğal ayıklanmadan söz ettiği makale de Darwin’in düşünceleriyle büyük benzerlikler taşıyor; öyle ki Darwin, doğal ayıklanma varsayımının Wallace’a maledilmesini istiyor. Ama bilim çevreleri, hem Darwin’in hem Wallace’ın adlarının geçtiği bir makale yayınlayarak bu sorunu çözüyorlar. Ve Darwin, sonunda büyük tartışmalara yol açan Türlerin Kökeni adlı kitabını yayınlıyor. Bundan 12 yıl sonra da İnsanın Evrimi adlı kitabını... Hem de genetik bilimi, hücre bilimi gibi bilim dalları henüz ortada bile yokken... Ve bugün evrim kuramı denince, entellükteller de dahil olmak üzere birçok insanın aklına yalnızca Charles Darwin geliyor; ama Darwin’i doğru okumak için de kimse zahmete girmiyor. Herhalde bu yüzden olacak ki, sıradan insanlara da, hiç değilse bazı açılardan yetersiz bilgiyle donanmış ya da tembel bir takım zihinlerde, bir taşın birdenbire canlandığı, dinozorların birdenbire kertenkelelere dönüştüğü, bir maymunun birdenbire bir insan haline geldiği tuhaf bir dogmaya dönüştürülmüş olan bir evrim kuramına inanmak çok zor geliyor. Halbuki evrim bu değil... Bu olasılıklar evreninde, belki milyarda, trilyonda, hatta katrilyonda bir böylesi gariplikler olma olasılığı da olsa bile evrim, bu türden aykırılıkları anında silip süpüren zorlu, ağır bir süreç... ***
-
*** Laplace Markisi: Belirlenirlik ve Belirsizlik Yoksul bir insan olarak doğan ama fizikte ve matematikte kendisini belli eden dehası sayesinde, sonraları ünvan sahibi, hatta Fransa içişleri bakanı bile olan Laplace Markisi, 19. yüzyılın başlarında evrenin bütünüyle belirlenebilir olduğu yönünde bir varsayım geliştirmiş. Hatta bununla da kalmamış ve insan davranışları da dahil olmak üzere evrendeki herşeyin bir takım yasalar dahilinde geliştiğini, dolayısıyla belirlenir olduğunu ileri sürmüş. Dinsel inançlara ters düştüğü için başlangıçta epeyce eleştirilen bu varsayım, yine de 20. yüzyılın başına kadar kabul edilebilir bir görüş olarak değerlendirilmiş. 20. yüzyılın başında bilim insanları yavaş yavaş evrende herşeyin birkaç basit yasayla açıklanamayacağını kavramaya başlamışlar. 1926 yılında Alman bilim adamı Werner Heisenberg, belirsizlik ilkesini geliştirince, Laplace’ın kuramı iyice gözden düşmüş. İlginç olan, Laplace Markisi’nin, daha 19. yüzyılın başında, bugün bilinenlerin milyonda biri bile bilinmezken, evrensel yasaların insan davranışları konusunda da geçerli olabileceğini sezmesi... Belki evrensel yasalar Laplace Markisi’nin umduğu kadar yalın değil ama, günümüzde, bu yasaların insan davranışlarını da etkiliyor olması gerektiğine işaret eden pek çok olgu var... Öyle ki, Asimov, Vakıf adlı ünlü dizisinde, gelecekte, psikotarih adını verdiği bir bilim dalı sayesinde, binlerce yıllık dönemler için insanların toplu halde nasıl davranacaklarının önceden kestirebileceğinin düşünü kuruyor. Üstelik bu düşün, belirsizlik ilkesiyle çelişen bir yanı da bulunmuyor. ***
-
*** Bilim kurgu kitaplarında geleceğe ilişkin ve olup bitenin nedenlerine ilişkin oluşturulan kuramların hepsi de yalnızca bir takım olasılıklardan ibaret... Örneğin, Mars konusunda, yıllardan beri insanoğlunu oyalayan ve sonunda göz yanılgısından başka birşey olmadığı anlaşılan çizgisel Mars kanallarının etkisi altında kaldıkları için olacak ki, ilk kuşak bilim kurgu yazarlarının çok yanlış düşüncelere kapıldıkları görülüyor. O ilk kuşak bilim kurgu yazarlarının hemen hepsi Mars’ta canlıların yaşadığını, hiç değilse bir zamanlar yaşamış olduğunu düşünüyorlar. Bu varsayımsal canlıların bir kısmı çok sevimli, çok gelişmiş; Mars’ı sömürgeleştiren saldırgan insanlarla başa çıkmaya çalışıyorlar; bir kısmı ise, dünyayı istila etmeye kalkışan birer canavar ve insanlara acımasızca saldırıyorlar. Tabii Mars’a ilişkin yanlış kanılardan yalnız bilim kurgu yazarları sorumlu değil... Sir Fred Hoyle gibi çok ciddi bir bilim adamı da, muhtemelen dinsel inançları yüzünden geliştirdiği evrende durağan hal kuramına aşırı bağlılığından ötürü, dünyaya düşen göktaşlarından bazılarının Mars’tan geldiği inancının yayılmasında rol oynuyor. Sir Hoyle, büyük evrim sürecinin cansız maddeden canlı yaşama geçişi de sağlamış olabileceğini kabul edemediği için olsa gerek ki, dünyada canlıların varlığını, Mars’tan gelen göktaşları üstünde bulunan canlı hücrelere bağlamak istiyor. Ama bu arada, o canlı hücrelerin Mars’ta nasıl varolmuş olabileceği sorusu da yine açıkta kalıyor. Açıkta kalan bir başka soru da, milyarlarca yıl önce dünyaya düşmüş oldukları söylenen göktaşlarının üstünde, bu taşların Mars’tan geldiklerine dair ne gibi bir kanıt bulunduğu... Yani eğer taşların üstünde “made in Mars” yazısı yoksa, bu taşların Mars’tan geldiğinin nasıl kanıtlanabileceği (aslına bakılırsa bu konu biraz tuhaf; dünyaya milyarlarca yıl önce düşmüş ve yıllarca önce de bulunmuş olan taşlar, 2005 yazında, neden birdenbire, hem de inanılmaz yoğunlukta bir ilgi konusu oluverdiler, hiç anlaşılamadı) ... Carl Sagan ile Sojourner adı verilen araçların, bugünlerde Mars yüzeyinde yaptıkları çalışmalar bile tuhaf sonuçlara varılmasına neden olabiliyor. Kimi insanlar, Mars’ı bir zamanlar sellerin götürmüş olduğunu duyduklarında, bu sellerle Nuh Tufanı arasında ya da bu sellerle kayıp Atlantis ve Mü kıtaları arasında bir bağ kurulabileceğini düşünüyorlar. Amaç yine aynı: Yeter ki canlı yaşam dünya üstünde kendiliğinden başlamamış olsun!.. Başlamamış olsun da varsın atalarımız Marslı olsun!.. Aslına bakılırsa bu da bir olasılık elbette... Ama gerçekleşmiş olması zor bir olasılık... Çünkü evrensel yasalar gereği Mars’ın Dünya ile yaklaşık aynı zamanlarda ve benzer koşullarda gelişmiş olması gerekiyor. Yani bundan yaklaşık 4,5 milyar yıl kadar önce ve adım adım... Eğer Mars’taki seller, bundan 4 milyar yıl kadar önce değil de 3-5 yüz milyon yıl önce olmuş olsaydı, o takdirde evrimin Mars’ta da aynı biçimde, ama biraz daha hızlı geliştiği düşünülebilirdi. Ve karşı koyamadıkları bir sel felaketiyle yüzyüze gelen Marslılar’ın bir uzay aracına doldurdukları değişik türden çift çift hayvanlarla birlikte gelip Dünya’ya yerleştikleri... Halbuki 4 milyar önce oluştuğu anlaşılan seller, Dünya’da evrim süreci gelişip dururken Mars’ta evrim sürecinin hiç başlamamış olduğunun kanıtı gibi görünüyor. Zaten aynı yıldız sisteminde, yanyana iki gezegende birden aynı sürecin yaşanması da pek olası görünmüyor. Öte yandan 100 milyar galakside 100 milyar yıldız da, evrendeki tek canlı türünün insan olamayacağını gösteriyor. Böyle bir iddia da olasılık kurallarına hiç uymuyor. Dolayısıyla mitolojik ya da dinsel efsanelerin bir bölümünün, dünyaya gelip giden uzaylılarla ilgisi olması olasılığı hala var... Ama bu olasılık, ağır basan diğer olasılığı, insanı evrimin yaratmış olabileceği yönündeki olasılığı hiçbir şekilde bertaraf etmiyor. Zaten bilinmeyen bir gerekçeyle hiçliğin içindeki tek bir noktadan koskoca bir evren yaratan mucizesel bir sürecin, gide gide canlı yaşamı ve insanı ve düşünceyi de yaratmış olmasında, hiçbir tuhaflık ya da aykırılık da bulunmuyor. İşin güzel yanı şu: Böyle düşünsel olasılıkların, yani çeşitlenmenin ortaya çıkması, düşüncenin daha da evrimleşeceğinin bir göstergesi. Büyük evrim sürecinin son halkası olan düşünsel evrimin sürebilmesi için, çeşitlenmenin, yani çok sayıda değişiklik olasılığının ortaya çıkması lazım... Evrim, şimdilik hala, bu olasılıklardan, evrensel yasalarla en iyi uyum sağlayabilen yönünde ilerliyor. Ve adım adım ilerliyor. Ama günün birinde düşüncenin evriminde ileri aşamalara ulaşılabilirse, evrensel yasalara egemen olacak olasılıkların çoğaltılması da mümkün olabilir. Ve tek bir adım yerine birkaç adım birden atılabilir. Bu da bir olasılık... Hatta evrendeki kaçınılmaz yaşlanmanın, düşüncenin de sonu olmasının önüne geçmesi bile söz konusu olan bir olasılık... Bu evren bir çeşitlilik ve dolayısıyla bir olasılıklar evreni... Ama bu olasılıkların varlığı, artık kendisi de evrimsel bir birim oluşturmaya başlayan insanlığın ortak iradesine, belli sınırlar içinde kalmak kaydıyla önemli bir şans veriyor. Belli sınırlar içinde kalmak kaydıyla... Çünkü öyle görünüyor ki insan, kendi doğumunu nasıl belirleyemiyorsa, evrenin doğumuna ilişkin bir irade kullanma hakkına da sahip değil. Bu zamandan sonra böyle bir şey olması, zaten mantık açısından da mümkün değil... Ve insan, kendi ölümünün önüne nasıl geçemiyorsa, muhtemelen evrenin ölümünün önüne geçme konusunda da herhangi bir şansı yok... Ama eğer işler böyle gittiği taktirde, insan, belli bir yaştan sonra kendi hayatına ilişkin kararlar alma ve uygulama şansına nasıl sahip oluyorsa, insanlık da, belli bir aşamadan sonra, kendi yaşamına ilişkin ortak kararlar alma ve uygulama şansına sahip olacak gibi görünüyor. Tabii bu, yine yalnızca bir şans olacak... Bu şansı kullanıp kullanmamak, bu olasılığı değerlendirip değerlendirmemek ise insanlığa kalacak. Bu durumda, karamsarlık üretip eylemsizliği artırmak yerine, düşünsel evrimin sürmesini sağlayacak çeşitlenmelerin önünü açmak, evrimi daha da ileriye taşıyacak olasılıkların ortaya çıkmasına şans tanımak daha doğru değil mi? Ve düşünce özgürlüğü asıl bu demek ve bu nedenle de çok önemli demek değil mi? ***
-
*** Düşünce... Evrenin bütün geçmişi, bütün tarih, bütün evrim, evrime yol açan değişimin mekanizması, evrenle ilgili herşey, canlı ve cansız maddenin ve enerjinin ve hareketin yapısında gizli... Bilinmeyen bir gerekçeyle hiçliğin içindeki tek bir noktadan koskoca bir evren yaratan mucizesel bir sürecin, gide gide canlı yaşamı ve insanı ve düşünceyi de yaratmış olmasında, hiçbir tuhaflık ya da aykırılık yok... Düşünsel olasılıkların, yani düşüncede çeşitlenmenin ortaya çıkması, düşüncenin daha da evrimleşeceğinin bir göstergesi... Bu evren bir çeşitlilikler ve dolayısıyla bir olasılıklar evreni... Ve bu olasılıkların varlığı, artık kendisi de evrimsel bir birim oluşturmaya başlayan insanlığın ortak iradesine, belli sınırlar içinde kalmak kaydıyla önemli bir şans veriyor. Bugün, biraz uzaktan bakıldığında, bilimin ilgi alanlarını kabaca ama net olarak sınıflandırmak mümkün: Fizik, enerjiyi ve ilk halinden başlayarak maddeyi alıyor atom sınırına kadar getirip bırakıyor; kimya, atomdan başlıyor inorganik ve organik madde sınırına kadar gidiyor; biyoloji ise yalnız canlılarla ilgileniyor. Biyolojinin alanı terk ettiği noktada da devreye yalnızca insanla ve insan topluluklarıyla ilgilenen sosyal bilimler; felsefe, tarih, sosyoloji, ekonomi, psikoloji vb. giriyor. Pozitif bilimlerde, hiç olmazsa, sınır bölgelerinde disiplinler arası bir kaynaşmadan söz edilebileceği görülüyor. Söz gelimi atom, hem fiziğin hem kimyanın; canlılar aleminin temel taşı olan organik madde de hem kimyanın hem biyolojinin ilgi alanı içine giriyor. Öte yandan, pozitif bilimlerle sosyal bilimler arasındaysa, kaynaşma bir yana, bir uçurumun varlığı hissediliyor. Sosyal bilimler alanında, psikolojinin çok kısıtlı ilgisi dışında hiçbir disiplin, hiç değilse biyoloji ile ilgilenme gereğini bile duymuyor. Üstelik bu disiplinlerin hemen hemen hiçbiri, tarihi, yazının keşfedildiği altı bin yıl öncesinden daha geriye götürmeye de yanaşmıyor. Bizzat tarih bilimi bile, evrimin şimdilik son aşaması sayılan modern insanın ilk ortaya çıktığı 50 bin yıllık sürece egemen olmayı dahi reddediyor ve yazının keşfedilmesinden bu yana geçen 6 bin yılla iktifa ediyor. Gerekçe, kuşkusuz, bilimsel bir disiplin olarak tarihin tahmine değil belgeye dayandırılması zorunluluğu... Bu gerekçenin elbette haklı bir yanı da var. Ama bir gerçek daha var: Bütün o atomaltı tanecikler, atomlar, moleküller ve madde; elementler, inorganik ve organik madde; hücreler; bunların oluşturduğu bileşikler ve tek hücrelisinden çok hücrelisine kadar bütün canlılar; bunların hepsi, hepsi bizatihi birer belge... Hatta yorumsuz oldukları ve bir bütünlük taşıdıkları için, evrendeki yegane ‘gerçek belgeler’ oldukları da söylenebilir. Evrenin bütün geçmişi, bütün tarih, bütün evrim, evrime yol açan değişimin mekanizması, evrenle ilgili herşey, canlı ve cansız maddenin ve enerjinin ve hareketin yapısında gizli... Ve eğer böyleyse, bu belgelerin hepsi birden gözden geçirilmeden, şu son altı bin yılın da sağlıklı bir biçimde çözümlenmesi mümkün olabilir mi? Ve eğer evrenin tarihi, dünü olduğu kadar bugünü ve yarını da kapsayan ve hiç değilse başına, bugüne kadarki gelişmesine ve sonuna dair bir kısım olasılıkların belli olduğu bir bütünlük arzediyorsa ve eğer evrim, 20 milyar yıl öncesinden bugüne uzanan ve bugünden de belki 20, belki 80 milyar yıl ötesine uzanacak olan kesintisiz bir süreçse; henüz birleşik bir kuram haline getirilmemiş olsalar bile, pozitif bilimler alanında saptanmış olan temel yasaların, tıpkı Marki de Laplace’ın bir zamanlar düşünmüş olduğu gibi, evrimin son halkası olan insanı ve insan topluluklarını konu alan sosyal bilimler alanında da geçerli olması gerekmez mi? Ve insan da atomlardan ve hücrelerden oluştuğuna, yani nevzuhur bir yaratık değil de büyük bir evrim sürecinin son halkası olduğuna göre, fizik, kimya ve biyoloji bilmeden (ve kuşkusuz fizik, kimya ve biyoloji kadar ekonominin ve hatta müziğin de ortak dili olan matematik bilmeden); enerji ile maddenin tarihini ve enerji ile maddenin yapısını bilmeden ve bu yeni bilgilerin felsefesini yapmadan; evrenin, kozmosu ve kaosu aynı anda kucakladığını, dolayısıyla bir olasılıklar evreni olduğunu ve bu durum gözönüne alınmadığı takdirde evrendeki ister psikolojik ister sosyal, ister siyasi ister ekonomik hiçbir oluşumun doğru değerlendirilemeyeceğini anlamak söz konusu olabilir mi? Dahası, insan kendi kendisini böyle bir gerçekliğin içinde değerlendirerek, evreni tanımlayacak birleşik bir kuram oluşturmak için çırpınıp duran astrofizikçilere de yardım etmiş olmaz mı? Hayır, hiç de zor değil!.. Artık bu ve benzeri bilgilere ulaşmak hiç de zor değil!.. Yepyeni bilgilerle zenginleşmiş olan bilime ilişkin yepyeni yorumları aktaran popüler bilim kitapları artık, Türkiye’de dahil birçok ülkede neredeyse her köşebaşında satılıyor. Bilim kurgu kitapları ise daha da yaygın... Ve bilim yazarlarına oranla daha özgür davranan bilim kurgu yazarları, 20. yüzyılda felsefenin boş bıraktığı yeri dolduruyorlar. En son bilimsel gerçekleri özgürce, cesaretle yorumlayarak geleceğe ilişkin ve olup bitenin nedenlerine ilişkin kuramlar oluşturuyorlar. Üstelik yine Türkiye dahil Dünya’nın her tarafında çok da ilgi çekiyorlar. ***
-
*** Evrim, evrenin doğasında varolduğu anlaşılan birkaç tane yasa, kural ve ilkeyle sıkı sıkıya bağlantılı bir gelişme gibi görünüyor. Fazla değil; yalnızca birkaç tanesi bile yetiyor: Termodinamiğin iki yasası, görecelilik, olasılık kuralları, kuvantum mekaniği ve belirsizlik ilkesi... Termodinamiğin ilk yasası, evrende toplam enerjinin sabit olduğunu, İkincisi, enerji akışının çokluktan azlığa doğru olduğunu ve enerji kullanılarak yapılan her işin evrende bir enerji sabitlenmesine yol açtığını (entropi artışı) ve bunun da günün birinde evreni iş yapılamaz hale getirmesi ihtimalinin olduğunu; Görecelilik kuramı, evrende mekan gibi zamanın da mutlak bir değer olmadığını; yani evrenin, kendisini oluşturan diğer birçok şeyin yanı sıra tıpkı bir insan gibi, hem boyutları itibariyle büyüyüp küçülebilen hem de yaşlanan bir varlık olduğunu; Olasılık kuralları, evrende çok sayıda birimden oluşan canlı-cansız tüm toplulukların, çeşitli özellikleri itibariyle çan eğrisi biçiminde bir dağılım oluşturduklarını ve bu çan eğrisinin iki ucu olduğunu, dolayısıyla evrende yalnız kozmosun, düzenin değil, kaosun, düzensizliğin de egemen olma olasılığının bulunduğunu; Belirsizlik ilkesi de, yine çok sayıda birimlerden oluşan topluluklarda, birimlerin hareketlerine ilişkin bir takım olasılıklar saptanabileceğini ve söz konusu toplulukların geçmişte ne yapmış olabilecekleri ile gelecekte ne yapabileceklerine ilişkin varsayımların ancak bu olasılıklar çerçevesinde oluşturulabileceğini; dolayısıyla, hem geçmişin hem geleceğin olasılıklardan oluşan bir belirsizlik içerdiğini anlatıyor. Çoğu astrofizikçiler tarafından belirlenmiş olan bu kuralların her biri de, aslına bakılırsa, fizik biliminin adım adım gelişmiş olan kendi özgün evrim sürecinin ürünleri. Astrofizikçiler bu kuramları ve daha birçoğunu belirlemiş ve evrene dair pek çok gerçeği de parça parça ortaya çıkartmış durumdalar. Ama henüz bu kuralları tek bir birleşik kuram içinde değerlendirebilmiş, evrenin bütünlüğüne ilişkin nihai ve kesin bir sonuca varmış değiller... Bu yüzdendir ki günümüzde yaşayan en ünlü ve en başarılı astrofizikçi olan, üstelik popüler kitaplar da yazarak herkesi bu konularda düşünmeye davet eden Stephen Hawking şöyle diyor: “Bilim adamlarının çoğu, bugüne kadar evrenin ne olduğu sorusuna yanıt aramakla son derece meşgul olup niçin diye sormaya fırsat bulamadılar. Öte yandan görevleri niçin diye sormak olan diğer kişiler, filozoflar da, bilimsel kuramların gelişmesine ayak uyduramadılar... Günün birinde eksiksiz bir birleşik kuram bulursak bu, yalnızca birkaç bilim insanı tarafından değil, herkes tarafından anlaşılır olmalı. İşte o zaman biz hepimiz, filozoflar, bilim insanları ve sokaktaki adam, 'Biz ve evren niçin varız?' sorusunu tartışabileceğiz.” ***
-
*** Görünen o ki evrim sürecinin bir şablonu var. Bu şablon şöyle bir şey: Önce olabilecek en basit şey var oluyor ve evrenin çizdiği sınırlar içinde mümkün olduğunca çoğalıyor (mesela atomaltı tanecikler, mesela hidrojen atomu, mesela yıldızlar, mesela viroyit). İkinci adımda, bu en basit şey, yine evrenin çizdiği sınırlar içinde mümkün olduğunca çeşitleniyor. Evrensel yasalar, bu çeşitliliğin içinde, en basit olan şeyden bir adım karmaşık olan şeye doğru bir akış olmasını sağlıyorlar. Böylece bu defa, en basit olan şeyden bir adım daha karmaşık olan şey çoğalmaya başlıyor. Ve mümkün olduğunca çoğaldığında, bu defa da bu şey yine mümkün olduğunca çeşitleniyor. Ve çeşitliliğin içinde bir kez daha bir doğal ayıklama ve bir kez daha bir adım daha karmaşık olan bir başka şeye doğru bir akış... Bu arada, çeşitleri doğal ayıklama sonucu ortadan kalksa bile, daha karmaşık olan şeylere doğru akış sürerken, en basit şey ile ondan bir adım daha karmaşık olan şey ve ilah da var olmayı sürdürüyorlar. Bu sayededir ki evren, en basit olan şeyden en karmaşık olan şeye doğru da bir çeşitlenme yaşıyor. Öyle ki bugün evrende hem atomaltı tanecikler var, hem de bir sürü şeyin yanısıra insanoğlu ve ürettiği düşüncelerin ürünleri. Evrim sürecinde önemli olduğu anlaşılan bir özellik de, çoğalmanın ve çeşitlenmenin sınıra ulaştığı noktalarda, niceliksel birikimlerin bir nitelik değişikliğine, dolayısıyla bir sıçramaya yol açması... Evrim sürecinde, çoğalmanın ve çeşitlenmenin sınırlarını, evrende sabit olduğu varsayılan enerji ve dolayısıyla madde çiziyor. Çoğalma, aynı türden şeyleri de bir birim haline getiriyor (insan bir birim, ama insanlık da ayrı bir birim). Ve herhangi birşey yeterince çoğaldığında ortaya çıkan çeşitlenme, muhtemelen bir çan eğrisi oluşturuyor: Çeşitlenmenin sınırlarını oluşturan birbirine zıt iki ucunda az sayıda birim bulunan, diğer birimlerinse gide gide ortada yoğunlaştığı bir çan eğrisi. Evrende negatif ile pozitif ya da olumlu ve olumsuz diye nitelendirilebilecek iki kutbu, iki ucu simgeleyen çan eğrisi. Ve şimdilik evrim, olumlu yöne doğru gelişiyor. Gelişme en azından şimdilik hep basit olandan karmaşığa doğru oluyor. Ama olumsuzluk da, Demokles’in kılıcı gibi tepemizde sallanıp duruyor. Kaos, kozmosu tehdit edip duruyor. Bu yüzdendir ki evrenin ve evrendeki diğer bütün oluşumların, kendi doğal ölümleriyle yok olma olasılıkları bulunduğu gibi, vaktinden önce göçüp gitmesi olasılıkları da bulunuyor. Kaldı ki bunun hep böyle mi, evrimin hep olumluya doğru mu sürüp gideceği de bilinmiyor. Acaba evrim, yeterince büyüyen evren yaşlanmaya başladığında da sürecek mi? Evren muhtemelen yaşlanırken de değişecek ama, o süreçteki değişime de olumlu anlam yüklenerek evrim adı verilebilecek mi? O ana kadar basitten karmaşığa doğru olan akış, yaşlanma sürecinde acaba karmaşıktan basite doğru mu olacak? Ve öyle olursa neler olacak? Bütün bu soruların kesin cevaplarını bilmek mümkün değil... Ama bu sorulara cevap ararken, evrimin bir ürünü olan düşüncenin sınırlarını zorlamak, düşüncede çeşitlilik yaratmak mümkün... ***
-
*** İnsan... Daniken’i şaşırtan 10 bin yıl önceki uygarlık patlaması, 600 bin yıl önceki Kambriyen Patlaması gibi, evrim sürecinin doğal bir sonucu olabilir mi? Bugün düşünce ürünleri de evrimleşip durduğuna göre, fiziksel evrimi nasıl kimyasal, kimyasal evrimi nasıl biyolojik evrim izlemişse, bunu da düşünsel evrim diye tamınlanabilecek bir süreç izliyor demek değil midir? Evrimin, evrensel yasalarla izah edilebilir bir şablonu var... Bütün evrim süreçleri bu şablona uyuyorlar. Ve bu şablon, bu evrenin bir çeşitlilikler, dolasıyla bir olasılıklar evreni olduğunu gösteriyor. Evrende hem çoğalmanın hem de çeşitlenmenin yasalarla çizilmiş sınırları olduğu gibi, çoğalma ve çeşitlenme de evreni iki kutuplu hale getiriyor. Tepemizde sallanıp duran Demokles kılıcı: Evrim kozmos yönünde olduğu kadar kaos yönünde de ilerleyebilir. Evren yaşlanmaya başladığında, süreç kendiliğinden bu yöne doğru akabilir. Hiçliğin içindeki tek nokta 20 milyar yıl önce patlamış ve bu durumda en uzak atamız olan enerji, evreni o zaman bu zaman oluşturmaya başlamış ama, dünya üstündeki kalıntılar gösteriyor ki akıllının akıllısı son atalarımız bundan çok değil, yalnızca 50 bin yıl önce ortaya çıkmışlar. Ve bu 50 bin yılın ilk 40 bin yılında daha ziyade üreyip çoğalmakla ve dünyanın dört bir bucağına yerleşmekle meşgul olmuşlar. Ama bundan 10 bin yıl kadar önce, 600 bin yıl önceki 'Kambriyen Patlaması’nı akla getiren bir durum yaşanmış: Canlı türleri, Kambriyen Patlaması adı verilen o olgu çerçevesinde nasıl birdenbire çeşitlenmeye başladılarsa, uygarlık da 10 bin yıl önce birdenbire gelişmeye başlamış. Bu dönemde atalarımız, pekçok şeyin yanısıra mesela kara ulaşımında da devrim sayılacak buluşlar gerçekleştirmişler: Önce binek hayvanlarını ehlileştirmiş, sonra da tekerleği keşfetmişler. Böylece kara ulaşımında bugün, birçok yerde ve kısmen farklı gerekçelerle de olsa hala kullanılmakta olan kağnının ve at arabalarının yanı sıra 20. yüzyılın başlarında bisiklet, motosiklet, motorlu araba, otobüs, kamyon ve dahi tramvay ile tren sayesinde çeşitlenen bir evrim süreci başlatmışlar. Ama ulaşımdaki evrim bir kere başlayınca, karalar insanlara yetmez olmuş. Binek hayvanları ve tekerlek sayesinde karalarda iyi kötü bir ulaşım egemenliği kurmayı başaran atalarımız, gide gide suyla; ırmaklarla, göllerle ve denizlerle karşılaştıklarından, bir evrim sürecini de deniz ulaşımında başlatmışlar. Sallar, kikler, kayıklar, kürekli gemiler, yelkenliler, buharlılar derken, yine 20. yüzyılda deniz ulaşımındaki evrimin nihai sonuçlarını biz yaşamaktayız: Denizin hem üstünde hem altında giden, irili ufaklı bir yığın araç... Ve biz bugün, ulaşımdaki evrimin bununla kalmadığını da biliyoruz. İnsanoğlunun, karalarla denizlerde ulaşımı belli bir düzeye getirdiğinde bu defa hava ulaşımına el attığını. Kanatlarla yapılan ilk uçuş denemeleri, balonlar, zeplinler, planörler derken, ilk motorlu uçakların, ardından jetlerin 20. yüzyılda gökyüzünü dolduruverdiğini... Ve son olarak insanoğlu, bir süredir de uzay araçlarını geliştiriyor. Uydular, insansız ay roketleri derken, 20. yüzyıl bir de uydular, insanlı ay uçuşları, uzay istasyonları, çok uzaklara yollanan insansız araştırma araçları ve Mars’ın yüzeyine iniş gibi etkinliklere tanık oluyor. Şimdilik insansız; ama belli ki çok yakın zamanda Mars’a insanlı uçuşlar da yapılacağı da anlaşılıyor. Bu yetmezmiş gibi zaman içinde yolculuğun olup olamayacağı da tartışılıyor. Bütün bunlar da, 20. yüzyılın da evrimsel bir patlama, bir çeşitlenme dönemi olduğunu gösteriyor. İşin ilginç yanı şu: Bu ve benzeri gelişmeler, büyük evrim sürecinin gelişme düzenine tıpa tıp uymakta... Fiziksel evrimi, onun hemen ardından devreye giren kimyasal evrimi ve kimyasal evrim ortamı doyuracak hale geldiğinde bir sıçramayla geçilen biyolojik evrimi içeren büyük evrim sürecinin gelişme düzenine... Ve bu uyum, şöyle bir sonucun çıkartılmasını mümkün kılıyor: Belli ki, fiziksel evrimi nasıl kimyasal evrim, kimyasal evrimi nasıl biyolojik evrim izlemişse, biyolojik evrimi de düşünsel evrim adı verilebilecek bir evrim süreci izlemekte... Düşünsel; çünkü insan eliyle oluşturulan bütün yapılar, temelde düşünce ürünü... Çünkü süreci, çoğunlukla tek bir insanın beyninde oluşan yepyeni bir düşünce başlatmakta... ***
-
*** Bilim henüz, biyolojik evrimin dünya üstündeki gelişmesini de, bilime yakıştırılan türden bir kesinlikle ispatlayabilmiş değil... Bunun birkaç gerekçesi var... Bunlardan bir tanesi, bilimsel kesinliğe ulaşmak için toplanması gereken veri ya da birim bilgi miktarının, Aydınlanma Çağı’da umulandan çok fazla olması... Toplanması gereken birim bilgi miktarının yoğunluğu anlaşıldığı için biz, günümüzde, bilimin giderek daha küçük alanları kapsayacak biçimde bölünmesine, parçalanmasına ve yabancılaşmasına tanık oluyoruz. Bugün 2 bin 5 yüz farklı bilimsel disiplinin varlığından söz ediliyor. Bu disiplinler yanyana açılan bir takım kuyular gibi kendi içlerinde giderek derinleşiyorlar, ama hiç değilse şimdilik birbirleriyle pek ilişki kurmuyorlar. Dolayısıyla bir disiplin tarafından elde edilen bilgilerin ve geliştirilen yorumların diğer disiplinler tarafından kullanılması şimdilik pek mümkün olamıyor. İkinci gerekçe, bazı bilgilere ulaşılamaması ve hiç ulaşılamayacak olması... Mesela Kambriyen Patlaması’ndan önceki dönemde yaşamış olduğu varsayılan canlı türlerinin bir kısmının hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolacak bir yapıya sahip olmaları... Bir başka önemli gerekçe ise, bilimle uğraşanların da sonuç itibariyle birer insan olması... Özellikle evrim konusunda, dinsel ve siyasal inançların etkisinden sıyrılamayan bilim insanları, kısıtlı da olsa ellerindeki bilgiyi yorumlarken bazen, eldeki verileri dinsel öğretilere uydurmak için fazlasıyla zorlanmış yorumlar yapabiliyorlar. Halbuki insanın çamurdan yaratıldığını anlatan dinsel öğretilerle bilimin evrime ilişkin bulguları arasında çok da büyük ayırımlar yok. Sonuç olarak bilimsel veriler de, insanın, dünyanın başlangıcındaki kıvamlı, sıcak bulamaçtan yaratıldığına işaret ediyorlar. Yani bilim, çamurdan yoğrulmuş iki bedene can üflendiğini anlatan efsaneleri bir anlamda doğruluyor. Arada yalnızca, insana önemli görünse de, evrenin boyutları temelinde fazlaca önemi olmayan bir zaman farkı var... Hepsi o!.. Bilimsel açıklamalar kesinlik taşımıyor olsalar da, mantık, eldeki verilerin, evrim sürecinin gerçekliğine inanmaya yeterli olduğunu söylüyor. Ve tam bu noktada insan, kendi soyunun biyolojik evrim sürecinin, hatta fiziksel ve kimyasal aşamalarıyla birlikte bütün evrim sürecinin en son aşaması olup olmadığını merak ediyor. ***
-
*** İki Önemli Nükleik Asit: RNA / DNA Bilim adamları 19. yüzyıl sona ermeden, canlı hücrelerde çok önemli roller üstlenen nükleik asit molekülllerinin varlığını fark etmişler. Yapılan kimyasal analizler sonucu, nükleik asitlerde bir temel birimin olduğu anlaşılmış ve bu birime nükleotit adı verilmiş. Nükleik asitlerde 4 çeşit nükleotit bulunuyor. Bunlar uzun bir zincir oluşturacak şekilde artarda diziliyorlar. Her bir nükleotit, farklı farklı 3 molekülden oluşuyor. Bunlardan biri şeker, ikincisi fosforik asit, üçüncüsü ise karbon, hidrojen ve azottan oluşan ve halka şeklinde bir yapısı olan azotlu baz... Nükleik asitler, yapılarına katılan şeker yüzünden iki ayrı tipte oluyorlar. Birinci tip nükleik asitte 5 karbonlu riboz şekeri bulunuyor. Bunlara ribonükleik asit (RNA) deniyor. İkinci tip nükleik asitte de riboza çok benzemekle birlikte bir ayrıntıda farklılaşan 5 karbonlu bir şeker bulunuyor. Bunlara da dezoksiribonükleik asit (DNA) deniyor. Bugüne kadar yapılan deneyler, hücre çekirdeğinde yeralan kromozom adı verilen yapılarda konuşlanmış olan DNA’nın hem metabolizmayı kontrol ettiğini hem de kalıtımı denetlediğini, RNA’nın ise DNA’dan aldığı talimatları enzimler vasıtasıyla hücreye aktardığını gösteriyor. Kalıtsal bilgi, yalnızca viroyitler ile DNA’sı bulunmayan bazı virüslerde RNA’da yer alıyor. Carl Sagan, insan DNA’sında yazılı olan bilgi birikiminin, normal konuşma dili ile yazıldığı taktirde kalın kalın 100 cilt kitabı doldurabileceğini söylüyor. Carl Sagan. Evrenin baştan aşağıya düzen olduğuna inananıyordu. Ama inancını dayatmak yerine bilgisini paylaşanlardandı. TV dizisi haline de gelen Kozmos adlı kitabı, bilimsel bilginin yaygınlaşmasında önemli rol oynadı. Isaac Asimov. Bilimkurgu ve bilim yazarı olmayı, Boston Üniversitesi’ndeki öğretim üyeliğine tercih etmişti. 1958 yılından itibaren okula ne gitmiş ne de maaş almıştı. Ardında 200’ü aşkın eser bıraktı. ***
-
SON KONUĞUMA MEKTUP Can Alıcıma, Uykumdayken, kancıkçasına baskın verme! Gelince de saygısız konuklar gibi oturup, yerleşip, siftinip çöreklenme! Seni bir müzmin tedirginlik olarak derime yapışmış, canıma sıvışmış olarak kendimde duymayayım. Düşün ki ben seni, varlığımın bilincine vardığımdan beri beklemekteyim. Bunca zamandır beklenen bir konuğa yaraşır bir saygınlıkla gel! Sana olan saygımı yitirtme bana. Gürültülü patırtılı gelme! Kimseler duymasın geldiğini. Bir sen bil, bir de ben bileyim yeter. Gelişin herkesleri ayağa kaldırmasın. Tam bana göre, bana uyan bir davranışla gel. Sessiz sessiz sürdürdüğüm, bunca yıllık yaşamıma yaraşacağı üzere suskun, susuk gel! Çünkü benim için geleceksin, beni almaya geleceksin, başkalarını tedirgin etmeye değil. Uykumda birden bastırma ki, bunca yıldan beri gelişini gözlediğim en gerçek ve en son konuğuma göstermem gereken saygıda bir eksikliğim olmasın. Saygı ile ayağa kalkıp seni buyur edeyim. Almak istediğini, sana onurla kendim sunarak vereyim. Bir yaşam boyu çektiklerimi az bulup, bana bir de sen çektirmeye kalkma! Her ne çektim ise hepsine güler yüzle katlandım, onları salt kendim bildim. Üzünçlerimi kendime sakladım, sevinçlerimi el ile bölüştüm. Sonum da böyle olsun isterim. Bilirim, güçlüsün. Kimselere eğilmemiş başım, senin önünde eğilebilir; ama bunu bana yaptırma! Bana yaşamımı yadsıtıp, sonunda beni kendimden utandırma! Senin amansızlığından böyle bir yiğitlik bekliyorum, bana önünde baş eğdirtme! Güler yüzle gel, gülümseyerek karşılayayım seni... Dimdik yaşadım, sen de beni dimdik kucakla, al götür. Pusu kurma, arkamdan vurma. Ayakta karşılaşalım soylucasına... Öyle çelebicesine gel ki seninle gitmek için istekleneyim. Senin gelişinle ikimizin birden gidişi bir olsun. Şimdi var, şimdi yok olalım. Bekletme beni, elini çabuk tut. Her şey birdenbire olup bitsin. Sen öyle bir kesin gerçeksin ki, sana yalan da söylenemez. Bütün yaşamımda çağdaşlarımdan hiç birini kıskanmadığımı bilirsin; İyi yürekliliğimden değil, hiç birini kendimden büyük görmediğimden. Yine bilirsin, yaptıklarımla ya da yapmayı tasarlayıp yapamadıklarımla da böbürlenirim. Bana verdiğin mühlet içinde, tasarladıklarımı yapamadıysam, evet, suç kimsenin değil benim... Bu ceza yeter bana; çünkü acısını duyanlar için cezaların en ağırıdır. Herkes gibi ben da seninle ilk ve son olarak yalnız bir kez karşılaşacağım. Bu karşılaşmamız, nerede ne zaman, nasıl olsun diye, zaman zaman çok değişik istekler geçirdim içimden. Kahraman olmak istediğim dönemlerim oldu. Kahramanlık ilk savaşlarında ölmeyen, son savaşlarında da sağ çıkmayanlardır. Seninle son savaşımda karşılaşmayı istedim bir zamanlar. Savaşın, yaşam boyu sürdüğünü, yaşadıkça sonu olmadığını bilmiyordum. Sonsuzca süren bu savaşımın öyle bir yerinde gel, öyle bir güzel gel ki, sana gülümseyerek elimi uzatıp “merhaba!” diyebileyim. Bir zamanlarda uzun uzun yaşayıp bitkiselliği dönüşmeyi, bitkisel yaşamımda gelişini bile bilmemeyi istedim. Şimdiyse ne kahramanlık gösterisinde, ne bitkisel bitkinliğinde gelmeni istiyorum. Dilersen en beklemediğimi sandığın zaman gel. Beni hiç şaşırtmayacaksın, çünkü hep aklımdasın, beynimde bir kıymık gibi... Korkmadan bekliyorum gel! Nice yaşadımsa, seninle baş başa diş dişe dövüştüm. Birkaç kez yendiğim de yenildiğim de oldu. Canım ki en kutsal olan her şeyim benim, onu elbette bana yakıştığı gibi ayakta, saygı ile yiğitçe vermek isterim; teslim olmadan... Bir armağan gibi vermek canımı. Sen de, yeniğin kalemini-ki o kalem hep kılıçtı-teslim alırken iki elinle başının üstüne saygıyla kaldırarak al beni! Lekesiz arı-duru, yaşamı süresince hep kendi kendini arıtan bir cana saygılı ol, benim sana saygılı olduğum gibi. Kimselere demedim, sen de kendine of dedirtme bana. Ne kahramanlıkta, ne bitkisellikte, işte şimdi olduğum gibi bir sıra, elimde kalem; önümde kâğıtla daktilom, böyle bir zamanda gel! İstersen gece, istersen gündüz, istersen yazın, istersen kışın gel; Kapım da yüreğim de her zaman açık sana! Yeter ki kendi gözümde kendimi küçültme bana, kimseden su istetme. -Üstelik benim savaşım seninkinden çok daha yüce idi. Çünkü sen, sonunda nasıl olsa utkunun senden yana olacağını biliyordun. Oysa ben, sonunda nasıl olsa yenik düşeceğimi biliyordum. Yenileceğimi bile bile , ama hiç yenilmeyecekmişim gibi, beni yenecek olanın üstüne üstüne varmadım mı? Bir an olsun korktum mu, ya da kaçmayı düşündüm mü? Birazcık daha yaşayabilmek için, birazcık daha iyi yaşayabilmek için, bunca güzelim bu yeryüzü uğruna bile, sana bir kıpı ödün verdim mi? Yaşamayı hak etmeye çalıştığım gibi, ölümü de hak etmek istiyorum. Bu hakkı bana tanı! Çünkü bu sonsuz güzellikler açan güzelim dünyaya, ben de gücümce güzellikler katmaya çalıştım. Bir güzel ada, atlasta görünmeyecek denli küçük diye yok sayılabilir mi? Benim katkım da atlasta görünemeyecek denli küçük olsa da, var. Ne mi yaptım? Ortaçağ simyacıları taşı altına çeviremedi. Ama ben bir simyacıyım; göz yaşlarımı gülmeceye çevirerek dünyaya sundum. Saygıyla, gel bekliyorum. AZİZ NESİN_09/06/1974 *** Saygıyla Anıyorum Seni 'Büyük Usta', 'Büyük İnsan'... Işığın Bol Olsun.
-
*** 600 milyon yıl önce 'Kambriyan Patlaması' adı verilen bir olgu gerçekleşmiş... Ve yeşil bitkilerin yanı sıra birdenbire bir dizi yeni canlı türü ortaya çıkmış. Önce ilk balıklar ve omurgalılar... Bu arada önceleri yalnızca okyanuslarda yaşayan bitkiler kara parçalarını işgal etmeye başlamışlar. İlk böcekler gelişmiş. Bunlardan üreyen yavrular karalara çıkmışlar. Kanatlı böceklerle hem karada hem suda yaşayabilen böcekler üremiş. Yine hem karada hem suda yaşayabilen balıklar görülmeye başlamış. Bunun ardından, 300 milyon yıl önce, ilk ağaçlar ve ilk sürüngenler ortaya çıkmış. Bunları dinozorlar izlemiş. Sonra sıra memelilere gelmiş. Tam o sırada ilk kuşlar da uçmaya, ilk çiçekler de açmaya başlamışlar. 70 milyon yıl kadar önce, yunus balıklarıyla balinaların ataları olan ilk balıklar... Ve aynı dönemde, maymunun, orangutanın ve insanın atası olan 'primatlar'... İlk maymunlar 40 milyon yıl önce görünmüş. Ve 5 milyon yıldan beri de baş döndürücü bir gelişme yaşanmaya başlanmış... Önce hominidler/insansılar çıkmış ortaya: 'Australopithecus Afarensis'; Sonra, 3 milyon yıl kadar önce 'Australopithecus Africanus' ve türevleri; 2 milyon yıl önce çeşitli hünerleri olan, ellerini tam anlamıyla kullanan ve artık maymundan çok insana benzemeye başlayan 'Homo Habilis', 1 milyon 6 yüz bin yıl önce ayakta duran ve beyni de büyümüş olan 'Homo Erectus'; 3 yüz bin yıl önce bize iyice benzemeye başlayan ve geride bıraktıklarıyla akıllı olduğunu belli eden 'Homo Nearderthalensis' ya da 'Homo Sapiens'. Ve yalnızca elli bin yıl kadar önce de akıllının akıllısı ilk gerçek atalarımız: 'Homo Sapiens Sapiens'... İşte insan!.. ***
-
*** Dolayısıyla her değşinim, 'Evrim süreci'nde önemli bir yer tutuyor değil... Ancak çevre koşullarıyla uyum sağlayıp doğal ayıklamaya karşı koyan ve kalıcı olabilen ve olumlu değşinimler Evrim sürecinde bir gelişmeye neden olabiliyorlar. Ve böyle bir değşinik, ancak uzun, çok uzun bir zaman geçince yeni bir türün ortaya çıkmasına neden olabiliyor. Ayrıntısal değişiklikler üstüste gelip de ilk değşiniğe döl vermiş olan türden çok farklı bir türün çoğalıp kendine Dünya’da yer edinebileceği kadar uzun bir zaman... Bazen milyarlarca, milyonlarca, hiç değilse yüzbinlerce yıl uzunluğunda bir zaman... Carl Sagan ya da Isaac Asimov gibi bazı bilim yazarları, Dünya üstündeki biyolojik evrimi şöyle özetliyorlar: 4 milyar yıl önce dünyada yalnızca moleküller varmış. Zamanla özel işlevli bir takım moleküller bir araya gelerek bir molekül ortaklığı kurmuşlar. Bu, ilk hücreymiş. 3 milyar yıl kadar önce bir değşinim, tek başına varlığını sürdürmekte olan bir hücrenin, bölündükten sonra ikiye ayrılmasını engellemiş. Bunun sonucunda tek hücreli bitkilerden bazıları bir araya gelmişler. Bunlar ilk çok hücreli organizmaları oluşturmuşlar. 2 milyar yıl kadar önce cinsler ortaya çıkmış. Böylelikle aynı cinsten iki organizma DNA’ların ikiye ayrılmasıyla döl vermeye başlamışlar. 1 milyar yıldır bitkiler öyle çeşitlenmişler ve öyle yayılmışlar ki dünyanın çevre koşullarını inanılmayacak kadar değiştirmişler. Çünkü yeşil bitkiler oksijen üretiyorlar. Ve oksijen üreten bitkiler dünyanın okyanuslarını kapladıkça hidrojen ağırlıklı ilk yapı ortadan kalkmış. Hidrojen yerini oksijene bırakmış. ***
-
*** Her döllenmede bir değşinim olması olasılığı yok değil... Ama işin içine olasılıklar girince, yani döllenme sayısı olasılık kurallarının işleyeceği kadar büyük olunca, muhtemelen çan eğrisi biçiminde bir dağılım söz konusu oluyor. Yani, döllenmeler sırasında çoğu DNA kendisini tıpatıp ya da tıpatıpa çok yakın bir durumda üretmeyi başarıyor. Böylece çoğu döllenme, ana babasından farksız yavrular üremesiyle son buluyor. Ama yine her döllenme kuşağında, bir kısmı olumlu, bir kısmı da olumsuz değşinikler de mutlaka ortaya çıkıyor. Bunlar, çan eğrisinin iki ucuna doğru yayılıyorlar. Eğrinin iki en uç kısmında aşırı olumlu değşinikler ile aşırı olumsuz değşinikler bulunuyorlar. Kalıcı olması için bir değşinimin resesif/çekinik değil, dominant/başat özellikte olması; yani değşinik bir başkasıyla ilişkiye girip döl verdiğinde yavrusuna aktarılacak ölçüde güçlü olması gerekiyor. Tabii döl verecek hale gelmesi için söz konusu değşiniğin öncelikle çevre koşullarına uyum sağlaması, açıkçası hayatta kalmayı başarmış olması koşulu da var... Taşıdıkları farklı özellikler ister olumlu ister olumsuz olsun değşiniklerden çoğu yaşama ayak uyduramayıp ölüyorlar. Buna 'Doğal ayıklama' süreci deniyor. ***
-
*** DNA molekülü bir şifre... Söz konusu canlının bütün özelliklerini belirleyen şifre... Hücreler, bu şifrenin RNA vasıtasıyla taşınan talimatları doğrultusunda örgütleniyorlar ve birbirlerinden farklılaşıyorlar. 'DNA molekülü' kendi etrafında dolanan uzun bir ip merdivene benziyor ve hücre bölünmesiyle gerçekleşen üreme sürecinde düşey olarak ikiye ayrılarak ilk hücreden üreyen iki yeni hücrede kendi yarımından kendisini yeniden üretebiliyor. Döllenmeyle gerçekleşen üreme sürecinde de, eşlerden her birinin DNA molekülleri yine düşey olarak ikiye ayrılıyor ya da çözülüyorlar. Döllenme gerçekleştiğinde, erkeğin yarım DNA’sıyla dişinin yarım DNA’sı birleşerek yeni bir DNA molekülü oluşturuyorlar. Ve 'Biyolojik Evrim' hep 'DNA' bazında gerçekleşiyor. Gerek kendi yarısından kendini üretmesi esnasında, gerekse iki yarımın birleşmesi esnasında çoğu zaman hiçbir mesele çıkmıyor ama, arasıra da DNA’yı oluşturan bazı moleküller tam yerine oturmuyorlar. Ya da ortamda bulunan başka bazı moleküller tam birleşme sırasında gelip DNA’ya katılıyorlar. Böylece şifre, bir ayrıntıda değişmiş oluyor. Ve ayrıntıda değişen bu şifre, doğan yeni canlının, ana babasından bir ya da birkaç ayrıntıda farklı olmasına yol açıyor. Bu olaya mutasyon/değşinim, bu değişik canlıya da mutant/değşinik deniyor. ***
-
*** İlk başlarda dünyanın 'hidrojen, su buharı, amonyak, metan ve hidrojen sülfitten' oluştuğu düşünülüyor. Laboratuvarda böyle bir gaz karışımına dışarıdan enerji verildiğinde bir süre sonra kahverengi bir bulamaç elde ediliyor. Dünya’nın da böyle bir süreçten geçerek en dış kabuğundan itibaren önce sıcak, kıvamlı bir çorba halini aldığı, sonra ağır ağır katılaştığı varsayılıyor. Toprağın anası olan bu sıcak, kıvamlı çorba, Güneş’in aşırı sıcağında gelişen 'Kimyasal evrimin' son aşamaya ulaşması için uygun bir ortam oluşturmuşa benziyor. Ve kimyasal evrim tamamlandığında; yani evrenin veri olan koşullarında varolabilecek bütün gelişme basamaklarında, giderek artan farklı sayılarda elektron ve protondan oluşan atomlar ile izotopları kararlılık kazandıklarında, niteliksel bir sıçramayla 'Biyolojik evrim' aşamasına geçilmiş olması gerekiyor. 'İnorganik' maddeden ' Organik madde'ye... 'Aminoasit'ler ile 'Nükleik asit'lere... Ve 'Cansız madde'den 'Canlı madde'ye... Bilinen en basit canlılara 'Viroyit' adı veriliyor. Bunlar yaklaşık 10 bin atomdan oluşuyorlar. Viroyit, 250 m. uzunlukta bir 'RNA dizisi'nden başka birşey değil... Ve kendi kendisini üretebiliyor. Bazı 'Virüs'ler de yine bir RNA dizisiyle bunu çevreleyen bir 'protein tabakası'ndan oluşuyorlar; ama bazılarında da hem RNA hem DNA bulunuyor. Elbette virüsler de kendi kendilerini üretebiliyorlar. Ama viroyitlerle virüslerin canlı sayılıp sayılamayacağı hala tartışmalı. Çünkü; en ilkelinden en gelişmişi olan insana kadar bütün canlı türlerinin hücrelerinde RNA’nın yanı sıra bir de, viroyitlerle bazı virüslerde bulunmayan ve çok önemli olan DNA molekülü mutlaka var... Ve her canlı türünün DNA molekülü farklı... DNA moleküllerindeki farklılık, basitten karmaşığa doğru tırmanan bir farklılık... En basiti virüsler, sonra tek hücrelilerde, en karmaşığı İnsanda... ***
-
*** Dünya Toprağın anası olan sıcak, kıvamlı çorba: 'Kimyasal evrimin' son aşamaya ulaşması ve 'biyolojik evrimin' başlaması için uygun ortam. Viroyitler ile virüsler: Organik maddeyle canlı yaşam arasındaki geçiş ürünleri mi? Canlılar, milyarlarca yıl süren bir gelişmenin ardından 600 bin yıl önce 'Kambriyen Patlaması’ ile çeşitlenmişler. İnsanla maymunun 'ortak atası' olan 'primatlar' ise bundan 70 milyon yıl önce ortaya çıkmışlar. Ve 5 milyon yıl önce başdöndürü bir gelişme: Önce 'İnsansılar', sonra 'Homo Habilis', 'Homo Erectus', 'Homo Neanderthalis'. Ve yalnızca 50 bin yıl önce de 'Homo Sapiens' Sapiens: İşte insan!.. İnsanın çamurdan yaratıldığını anlatan dinsel öğretilerle, dünyanın başlangıcındaki kıvamlı, sıcak bulamaçtan yaratıldığını söyleyen evrime ilişkin bilimsel bulgular arasındaki tek ayrım, evrenin boyutları temelinde fazlaca öne mi olmayan bir zaman farkı... Bugün üstünde yaşadığımız gezegen, hiçliğin içindeki bir noktada meydana gelerek evreni oluşturmaya başlayan 'Büyük Patlama’dan 15 milyar dünya yılını aşkın bir süre sonra, bağrından koptuğu yıldızın etrafında yörüngeye ilk girdiğinde, herhalde, alev alev yanan bir top gibiydi. Bu alev topunun son kalıntıları, Dünya’nın çekirdeğinde, dışarı akacak mecra bulmak için hala ayaklarımızın altındaki zemini yoklayıp duruyor. Varoluşundan tam 4 milyar 570 milyon yıl sonra bile Dünya’da yanardağlar, ara sıra da olsa hala lav püskürtüyorlar. ***