Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

GeceKuşu

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    3.724
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    30

GeceKuşu tarafından postalanan herşey

  1. *** Niels Bohr’un Geliştirilmiş Atom Modeli ve Kuvantum Mekaniği Her atom protonlarla elektronlardan oluşuyor. Atomun bütün kütlesi, pozitif yüklü çekirdeğinde toplanmış durumda oluyor; geri kalan geniş ama çoğunlukla boş alanda ise elektronlar hareket ediyorlar. Danimarkalı bir fizikçi olan Niels Bohr tarafından önerilen ve daha sonra geliştirilen atom modeli, bir çekirdeğin etrafında, içinde elektronların hareket ettiği belirli enerji düzeyleri bulunmasından yola çıkıyor. Atomlar, bilinmeyen bir nedenle, yalnızca bu belirli enerji düzeylerinde kararlı yapılar olarak ortaya çıkabiliyorlar. Elektronun bu düzeylere denk düşen alanların hangi noktasında bulunabileceği konusundaki olasılıklar, kuvantum mekaniği sayesinde hesaplanabiliyor. Böylece, elektronun belli bir zaman dilimi içindeki hareketleri hakkında genel bir fikir sahibi olunuyor. Elektronun çekirdek çevresinde hareket ettiği bu enerji alanlarına 'orbital/yörüngemsi' adı veriliyor. Çekirdek etrafında ne kadar enerji düzeyi varsa, o kadar da yörünge bulunuyor. Ve yine bilinmeyen bir nedenle her yörüngede yalnızca 2 elektron barınabiliyor. Hidrojen atomunun tek elektronu, çekirdekten sonraki birinci enerji düzeyinin sınırları içinde kalan ve 1 s olarak adlandırılan yörüngede hareket ediyor. Bir proton ile 2 elektrondan oluşan helyum atomunda ise aynı yörüngede 2 elektron oluyor. Bundan yukarıdaki ilk enerji düzeyinin yine tek yörüngesi oluyor ve buna 2 s adı veriliyor. Ardından 3 yörüngesi bulunan p düzeyi ile 5 yörüngesi bulunan d ve 7 yörüngesi bulunan f düzeyleri geliyor. Dolayısıyla daha karmaşık bir atomun, mesela 11 protonu ve 11 elektronu bulunan sodyumun elektron düzeni 1s2 2s2 2p6 3s1 olarak yazılıyor. Bu düzene 'elektron yapılanması' deniyor. Edwin Hubble. Evrende Samanyolu’ndan başka galaksiler de bulunduğunu, üstelik bunların birbirlerinden hızla ayrılmakta olduklarını o keşfetti. Bu keşif, evrenin genişlemekte olduğunun ve daha da önemlisi, evrendeki her şeyin geçmişte tek bir noktanın patlamasıyla oluşmuş olduğunun en önemli kanıtı sayıldı. ***
  2. *** Güneş’ten kopan kütlenin başına gelenler ise tahminen şöyle: Öncelikle küçük ve biçimsiz parçalar birleşe birleşe gezegenimsileri oluşturmuşlar. Bu gezegenimsilerin zaman içinde çevredeki daha küçük kütleleri de kendilerine doğru çekmeye başlayarak büyüdükleri sanılıyor. Ve gezegenler ortaya çıkmış. 9 tane (değişik görüşlere göre, belki de 8 ya da 10) gezegen var; bunları biliyoruz. Bu konuda az bilinen ise şu: Güneş sistemi yalnızca bu 9 gezegenden ibaret değil... Sistemimizde ayrıca bir yığın da gezegenimsi/platenoyit ve astreoyit, kuyruklu yıldız ve kuyruklu yıldızların kuyruğunu oluşturan meteorlar ile astreoyit kuşağından bizim üstümüze de akıp duran göktaşları var. Astreoyitler çoğunlukla Mars ile Jüpiter arasındaki boşlukta dönenip duruyorlar. Bilinen 9 gezegenin tek tek yörüngeleri, disk ya da mercek kuramını doğrular biçimde, hep aynı düzlemde. Dahası, güneşe yakın olan gezegenler küçük, uzak olanlarsa bir istisnayla (Plüton) büyük. İçteki gezegenler (Merkür, Venüs, Dünya ve Mars) güneşe yakın olduklarından, bünyelerinde bulunan gazlar buharlaşmış ve bu dört gezegen nispeten küçük, kayaç yapılara sahip olmuşlar. Dıştakiler ise (Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün) güneşten uzak olduklarından sıcaklıktan etkilenmemiş ve kayaç üstünde gaz temelli devasa gezegenler olmuşlar. Bu düzene uymayan bir tek en dıştaki küçümen Plüton gezegeni var. Plüton’un yörüngesi de bir tuhaf. Ama astronomlar ona da çeşitli açıklamalar getirebiliyorlar. Bunlardan en çok benimseneni, Plüton’un bir gezegen değil bir gezegenimsi olması ihtimali. Bir de sözü hep edilen bir onuncu gezegen var ki, zaman zaman yeri saptanır gibi olsa da gerçekten bir gezegen midir, yoksa bir gezegenimsi midir, bir astreoyit midir, yoksa bir başka gezegenin uydusu mudur, henüz bilinemiyor. Aslına bakılırsa 100 milyar yıldız sisteminden oluşan bu koskocaman Samanyolu galaksisinin, hele hele onun gibi 100 milyar galaksiden oluştuğu varsayılan bu koskocaman evrenin yanında pek ufacık kalan Güneş sistemine dair bilgiler bile henüz tam bir kesinlik taşımıyor. Ama kesin olan birşey var: Eğer bu sistem 5 milyar dünya yılı gibi sınırlı bir süre önce oluşmuşsa ve eğer bu oluşum aşamalı bir oluşumsa; kısacası bir başlangıcı ve başlangıcından itibaren değişe değişe bugüne doğru gelen bir gelişmesi varsa, bir de sonu olacak demektir. Zaten evrenin bilinen bütün yasaları da bu gerçeği gösteriyorlar: Güneş de tıpkı diğer yıldızlar gibi önce bir gaz bulutundan ibaretmiş, sonra bir yıldız olmuş, bir süre sonra bir 'kırmızıdeve' dönüşecek, belki bir 'süpernova' aşamasından da geçip 'beyaz cüce' olacak ve en sonunda da bir 'karadelik' haline gelecek. Dolayısıyla Güneş sistemi de, tıpkı Güneş ve tıpkı bu sistemde yaşayan canlı-cansız bütün yapılar, hatta tıpkı evrenin bizzat kendisi gibi, doğmuş, büyümüş, herhalde bir süredir yaşlanmakta ve bir gün de ölecek! Yani, yalnız Güneş değil, Dünya bile fani. Demek ki kimi insanlar fena halde yanılmaktalar. Bu evrende ezeli ve ebedi olan hiçbir şey yok!.. Her şey değişken...Ve her şey ölümlü... ***
  3. *** Güneş, disk biçimindeki; ortasında bir çekirdek bölgesi olan ve kendi merkezinin çevresinde dönen bir galaksinin, Samanyolu’nun bir kıyısına yerleşmiş, sıradan bir yıldız... Samanyolu galaksisinin, aşağıdan ya da yukarıdan bakılabilse dev bir çarkıfelek gibi görünmesine yol açacak spiral kolları var. Bu kolların ortaya çıkmasına, galaksinin etrafını yalayan basınç dalgalarının yol açtığı sanılıyor. Nitekim biz de bir basınç dalgasının etkisi altında olan bir bölgede yaşıyoruz. Dünya’yı oluşturan malzemenin kaynağı, besbelli güneşten çok önce oluşmuş ve sonra da patlamış olan bir başka yıldız ya da yıldızlar; bir süpernova ya da süpernovalar... Patlarken dış kısımları un ufak olan bir ya da birkaç süpernovadan püsküren gazlar, yıldızlar arası boşluğa yayılmış ve esas itibariyle hidrojen atomlarından, ama kısmen de başka atomlardan oluşan bir bulut yaratmış olmalı... Bu türden gaz bulutlarının, yukarıda sözünü ettiğimiz basınç dalgalarıyla oluşan çekim şokları sayesinde parçalandıkları ve bu parçaların kendi çevrelerinde dönmeye başladıkları tahmin ediliyor. Dev boyutlardaki bir gaz kabarcığı, kendi etrafında dönmeye başlayınca, bu hareketin etkisiyle giderek büzülüyor. Üstelik büzüldükçe, kendi çevresinde dönme hızı da giderek artıyor. Ama Güneş’in kendi çevresindeki dönme hızı umulandan çok düşük: Saniyede yalnızca 2 kilometre. Bilim insanları bu noktadan yola çıkarak birkaç varsayım geliştiriyorlar. Bunlardan en gelişkin olanına göre, gaz bulutu kendi çevresinde mercek biçiminde bir bulut ya da bir bulutsu oluşturarak dönüyor. Bu dönüşün bir aşamasında, dinamik yasaları uyarınca, dönmenin momentumunun içteki kısımdan dıştaki kısma aktarılmış olması gerektiği düşünülüyor. Ve sonuç: Hem güneş bugünkü ağırdan dönme hızına kavuşacak biçimde yavaşlıyor hem de sonradan gezegensileri, gezegenleri, astreoyitleri, vb. oluşturacak olan malzemeyi içeren kütleleşmiş disk ya da merceğin dış halkası, giderek merkezden uzağa itiliyor. En sonunda da bu parça, güneşten tamamen kopuyor. İşte bu kadar: Güneş, 5 milyar yıl kadar önce ve yaklaşık 100 milyon yıl içinde, kabaca böyle oluşmuş. Zaman içinde iç sıcaklığı 10 milyon derecenin üstüne çıkınca nükleer tepkimeler başlamış. Böylece gerekli parlaklığı da edinerek gerçek bir yıldız haline gelmiş. ***
  4. *** Modern bilim, gökyüzünü, yani evrenin görülebilir olan kısmını, evren için çok kısa, insan içinse uzun sanılmakla birlikte yine de kısa sayılabilecek bir süredir; yani ancak 2 bin 5 yüz yıldır izliyor. Gözlemlerinden elde ettiği bilgiyi yorumlamaya çalışıyor. Evren çok büyük, gözlemlerse hala çok yetersiz olduğu için yorumlar pek de kesin değil. Ve durmadan değişmekte... Ama bugün, güneşin benzeri olan yıldızların çeşitli evreleri hakkında kesin sayılabilecek bir takım bilgiler var. Örneğin, başlangıçta yıldızların bileşiminde, kimyasal evrimin ilk basamağını oluşturan ve tek bir proton ile tek bir elektrondan ibaret olan hidrojen atomlarının ağır bastığı biliniyor. Örneğin, yıldızların çekirdeğinde, yüksek ısı nedeniyle sürekli nükleer tepkimeler olduğu biliniyor. Bu yüzdendir ki, çekirdekte, hidrojen sürekli (kimyasal evrimin ikinci basamağı olan: Tek bir proton ve iki elektrona sahip bir yapılanmaya) helyuma dönüşüyor. Bu füzyon sayesinde yıldız yoğunlaşmaya başlıyor. Yoğunluk artışı yer çekimini güçlendiriyor ve yıldız daha da ısınıyor. Sonuçta çekirdeği büzülürken yıldız genleşmeye başlıyor. Genleşme arttıkça yıldızın yayınladığı toplam enerji de artıyor; ama genleşme çok hızlandığından enerji çok geniş bir yüzeye yayılıyor. Böylece hızla büyüyen yüzeyin sıcaklığı düşüyor. Yüzey soğuyor ve yıldız başlangıçta akkor halindeyken bu andan sonra kırmızı kırmızı parlamaya başlıyor. Bu aşamadaki yıldızlara 'kızıldev' adı veriliyor. Bütün yıldızlar er geç kızıl bir dev haline geliyorlar. Önce büyük olanlar, sonra daha küçük olanlar. Ama yıldızın ana enerji kaynağı hidrojen füzyonu olmaktan çıkıp da helyum füzyonu başlayınca başka bir aşamaya giriliyor. Helyum füzyonundan açığa çıkan enerji çok daha az. Bu nedenle 'kızıldev', kendi yer çekimi gücüne karşı koyamıyor ve kendi içine doğru çökmeye başlıyor. Yıldız ne kadar hacimliyse, dış tabakalarındaki ısınma o kadar şiddetli oluyor. Yani küçük bir yıldız kendi içine doğru sakin sakin çökerken, büyük bir yıldız dış kütlesinin bir bölümünü uzaya fırlattıktan sonra büzülüyor. Ve yıldızın hacmi ne kadar büyükse patlamanın şiddeti de o ölçüde büyük oluyor. Bu patlama sırasında yıldız, kısa bir süre için, herhangi bir yıldızın milyarlarca katı bir parlaklık kazanıyor. İşte herhangi bir yıldızın bu aşamasına da 'süpernova' adı veriliyor. Patlamadan büzülen yıldızlara ya da patlayan yıldızın geride kalan kısımlarına gelince; bunlar gitgide daha da büzülüyorlar; yüzeyleri parlak beyaz bir renk alıyor ve normalden çok daha sıcak bir hale geliyorlar. Yine de yüzeyleri daraldığından, belli bir uzaklıktan göze çok ufak görünüyorlar. Bu aşamadaki yıldızlara da 'beyazcüce' adı deniyor. Ve sonunda yıldız iyice çöküyor; kütlesi akıl almayacak kadar küçülürken, bütün içeriği o kütleye tıkıştığından yoğunluğu da akıl almayacak kadar artıyor. Ve bu tuhaf durumu yüzünden çevresinde ışık dahil ne varsa kendi içine doğru çekmeye, adeta emmeye başlıyor. Üstelik ışığı da yuttuğundan artık parlamıyor, tam tersi kararıyor. Küçük, kara bir delik haline geliyor. Yıldızın bu aşamasına da 'karadelik' deniyor. ***
  5. *** Güneş Evren, yaklaşık yüz milyar galaksiyi oluşturan yaklaşık yüz milyar yıldız sisteminden oluşuyor: Yani trilyonlarca gezegen, uydu, vb.... Önce bir gaz bulutu, sonra yıldız, sonra kızıldev, ardından süpernova, beyazcüce ve karadelik... Güneş’in bir benzeri olan yıldızların da bir ömrü ve bu süreçte geçtikleri birbirine benzer çeşitli aşamalar var. Az bilinen gerçek: Güneş sistemi yalnızca gezegenlerden ibaret değil... CNN televizyonu, 1995 yılında bir gün, Edwin Hubble’ın adı verilerek dünya çevresinde bir yörüngeye yerleştirilmiş olan ilk uzay teleskobunun çok önemli bir gelişmeyi izlemeye başladığını haber verdi: Bir galaksinin oluşumu. Bu olay, evrenin çok uzak bir köşesinde ve on milyar dünya yılı kadar önce meydana gelmişti. Aramızdaki mesafe o kadar büyüktü ki, ışığın, saniyede yaklaşık 3 yüz bin kilometre olan hızıyla bile görüntüsünün bize ulaşması yaklaşık on milyar dünya yılı sürmüştü. CNN muhabiri, genç bir astrofizikçiye bu olayın, dünyada sürdürülen çalışmalara nasıl bir katkı yapacağını sordu. Genç kadın sevinç içinde, elementlerin, güneş benzeri yıldızların oluşumu sırasında meydana geldiği ve daha sonra yine aynı yıldızların patlaması sonucu evrene dağıldığı yolundaki kuramın böylelikle doğrulanmakta olduğunu söyledi. CNN muhabiri bu kez şu soruyu sordu: “Bu olayın sokaktaki insanı ilgilendiren bir yanı var mıdır?” Astrofizikçi ise şöyle dedi: “Bu olayın herkesi ilgilendiren bir yanı vardır. Çünkü bu olay, hepimizin yıldız tozlarından oluştuğunu kanıtlıyor.” Modern bilimin bulgularına göre, bugünkü haliyle evren, yaklaşık yüz milyar tane galaksiden; bu galaksilerin her biri de, gerek bileşim, gerek hacim, gerekse yaş itibariyle birbirinden epeyce farklı yüzer milyar tane yıldız sisteminden oluşuyor. ***
  6. *** Kozmos ile Kaos Aydınlanma Çağı’nı izleyen yıllarda bilimsel alanda çeşitli buluşlar birbiri ardınca sökün edince, genel olarak insanlar, evrenin basit bir düzeni olduğunu ve bu düzenin kısa sürede çözümlenebileceğini sanmışlar. Ama derilen bilgi, daha derilmesi gereken bilgi miktarının çok fazla olduğunu gösterdikçe, bir düzen varsa bile bunun pek de kolay anlaşılır bir düzen olamayacağı yavaş yavaş ortaya çıkmış. Aydınlanma Çağı’nın ürünü olan modernistler ki Kozmos adlı ünlü kitabın yazarı, bilim adamı Carl Sagan da onlardan biri, yine de, evrende yalnızca düzenin egemen olduğunu düşünmeyi sürdürüyorlar. Buna karşılık postmodernistler de evrenin bütün bütüne düzensiz, kaoscul bir oluşum olduğuna inanıyorlar. Halbuki, kozmosun yanısıra kaos kavramının ve bu kavramı karşılayan sözcüklerin de türemiş olması bile, evrenin ne yalnız kozmosdan ne de yalnız kaostan ibaret bir bütünlük olduğunu gösteriyor. Dahası, kozmosun sırları adım adım çözülürken, evrenin iki kutuplu bir olasılıklar evreni olduğu da anlaşılıyor ve insanoğlu, karadelikler gibi sırrı asla çözülemeyecek olan kaoscul oluşumlarla da karşı karşıya kalıveriyor. Üstelik evrim basitten karmaşığa doğru ilerlerken, düzen olasılıkları da birer birer tükeniyor; dolayısıyla günün birinde evren açısından tek seçeneğin düzensizlik olması kaçınılmaz hale geliyor. Bu, tıpkı bir kuleye tırmanmaya benzeyen bir durum: Kulenin merdivenlerini çıkıp bitirdiğinizde ki sonlu bir evrende bütün kule merdivenleri günün birinde bir zirve noktasına ulaşıyorlar, geriye yalnızca aşağıya inmek gibi bir seçenek kalıyor. Stephen W. Hawking. Yürüyemiyor, yazamıyor, hatta konuşamıyor: Multipıl Skleroz hastalığından muzdarip... Ama aşık oluyor ve evrenin, özellikle de karadeliklerin sırlarını kavrayan beynini sonuna kadar zorluyor. Üstelik kavradıklarını herkese anlatmaya çalışıyor. Albert Einstein. Yaşamı politikayla denklemler arasında bölünmüştü. Görecelilik kuramıyla zamanın mutlak bir değer olmadığını kanıtlamayı başardı ama insanları barışın savaştan daha iyi olduğuna ikna etmeyi başaramadı. ***
  7. *** Anlaşıldığı kadarıyla, 'Büyük Patlama’nın şiddetiyle, enerjiyle birlikte, yine enerjiden üreyen ve maddenin en küçük birimleri olarak nitelendirilebilecek olan ve elektrondan da belki yirmibin kez, belki de daha küçük bir takım tanecikler, çok büyük, ışık hızı kadar ya da ışık hızı dolaylarında hızlarla patlama noktasından uzaklaşmaya başlıyorlar. Hız çok büyük, kütle ise çok küçük olduğu için bu yolculuk çok uzun sürüyor. Bu sürecin bir yerlerinde, enerji yüklü artı madde ile yine enerji yüklü eksi madde arasındaki açıklanabilir etkileşimler sonucu, söz konusu tanecikler şu ya da bu biçimde birleşerek, yavaş yavaş ve birbirinin ardı sıra, elektronları ve protonları; elektronlar, ile protonlar birleşerek, sırasıyla, yörüngesinde tek bir elektron bulunan en yalınından, yörüngesinde yüz küsur elektron bulunan en karmaşığına kadar atomları ve dolayısıyla saf madde olarak kabul edilebilecek elementleri; atomlar birleşerek molekülleri ve dolayısıyla inorganik ya da organik, cansız ya da canlı her tür maddeyi oluşturuyorlar. Böylelikle, önce daha ziyade hidrojenden oluşan bir takım gaz bulutları, sonra farklı farklı yıldızlar, ardından bu yıldızların çevresinde dönüp duran farklı farklı gezegenler ve son olarak da hiç değilse bazı gezegenlerin çevresinde dönüp duran farklı farklı uydular ve farklı farklı diğer birçok yapı; "meteoritler/göktaşları", kuyruklu yıldızlar ve kuyruklarındaki meteorlar, astreoyitler ve "platenoyitler/gezegensiler" le birlikte güneş sistemlerini ve dolayısıyla "nebulalar/bulutsular" ile "galaksileri/gökadaları" ve diğerler bazı oluşumları yaratacak biçimde, ağır ağır ve birer ikişer ortaya çıkıyorlar. Evrende 20 milyar yıl boyunca oluşan bu trilyonlarca gezegenden ve aydan hiç değilse birinde, yani üstünde yaşadığımız Yerküre’de, evrimin, düşünme yeteneğine sahip insan türüne kadar ulaştığını, başka hiç kimse bilmese bile, en azından biz biliyoruz. Bu arada, yine aynı süreçte, bir başka gelişme daha yaşanıyor: Evrende, bir yanda madde, derinlemesine ve düzenli bir biçimde; çoğu bilinen, bir kısmı da henüz bilinmeyen bazı yasalara uyarak değişime uğrar ve evrimleşirken; öte yanda aynı yasalar; ışık dahil çevresindeki her şeyi yutan ve asla sır vermeyen, irili ufaklı bir takım 'karadelik'lerin de ortaya çıkmasına neden oluyorlar. O halde, bir yanda bir takım yasaların egemen olduğu gözle görülür bir düzen söz konusuyken, diğer yanda ne olduğu kavranamayan, açıklanamayan bir düzensizlik, sanki evreni dengeliyor. Bir yanda kozmos varken, diğer yana kaos egemen oluyor. Daha doğrusu evrende kozmos ile kaos içiçe geçmiş bulunuyor. Evrim, evrende, düzen içinde düzensizliği de yaratıyor ve büyütüyor. ***
  8. *** Ve bugün en gelişkin kuram diyor ki, hiçliğin içinde tek bir nokta varmış. O noktada büyük bir patlama olmuş ve aradan 20 milyar dünya yılı geçmiş. Demek ki, 20 milyar dünya yılı önce hiçbir yerde hiçbir şey yokmuş... Sonra şeyler oluşmaya başlamış. İşte, güneş: Yaklaşık 5 milyar dünya yılı önce oluşmuş... Dünya ise daha da genç; yaklaşık 4,5 milyar dünya yılı önce ortaya çıkmış... Ama bugün biz, yaklaşık 7 milyar insan, güneşin altında, dünyanın üstünde dikilmiş, o 20 milyar yıllık ortak geçmişimize bakıyor ve neler olduğunu anlamaya çalışıyoruz. O halde bizim en uzak atamız enerji olsa gerek!.. O halde biz hepimiz, hiçliğin içinde patlayarak zaman ve uzam boyutlarıyla birlikte evreni oluşturan o muazzam enerji birikiminin torunlarıyız. Ve bir şey daha: Eğer hepimiz bir noktadan çıkıp bir kürenin sınırlarına doğru hızla yol alan enerjiden üremişsek, o halde evrende inanılmaz bir değişim yaşanıp duruyor demektir. Elbette yaşanıyor. Yaşanan, 'Büyük Patlama’nın hemen ardından başlamış olan fizik bağlamında bir evrim, ardından kimya bağlamında bir evrim ve nihayet yeryüzünde de biyoloji bağlamında bir evrim... Bunu söyleyebilmek için astrofizikçi olmaya gerek yok: Eğer 'Büyük Patlama’nın hemen ertesinde çok miktarda enerji ve belki 'atom altı' parçacıklar dışında hiçbir şey yok idiyse ve eğer bugün, mümkün olan her biçime bürünmüş ve mümkün olan her biçimde hareket eden birçok şey var ise, fizik bağlamında bir evrimin varlığı hakkında kuşkuya düşmek herhalde söz konusu olamaz. Ve yine, eğer başlangıçta elementler yok idiyse, hatta elementlerin içinde gelişeceği bir ortam bile yok idiyse, ama bugün belli sayıda element, bu elementlerin çeşitli biçimlerde bir araya gelmesinden türemiş farklı farklı, inorganik-organik, cansız-canlı birçok madde var ise, fiziksel evrimin bir noktasında niteliksel bir sıçramayla kimyasal evrim aşamasına geçilmiş olduğunu düşünmek de herhalde yanlış değildir. Ve bir kez daha, eğer başlangıçta diğer şeylerle birlikte gezegenler de yok idiyse, ancak gezegenler ortaya çıktıktan sonradır ki, kimyasal evrimin bir noktasında niteliksel bir sıçramayla, hiç değilse bazı gezegenlerde, evreni dolduran trilyonlarca gezegenden hiç değilse birkaç yüz tanesinde biyolojik evrim aşamasına geçilmiş olduğunu, hatta bu gezegenlerden birbirine çok benzemesi olası olan birkaç tanesinde biyolojik evrimin benzer bir süreç izlemiş olabileceğini söylemek de herhalde mantıklı olur. ***
  9. *** Bir kısım astrofizikçilerin söylediklerinden şu anlaşılıyor; Süreç devam ediyor. Evren hala genişliyor. Ama, bütün patlamalardan sonra olduğu gibi bu genişleme de günün birinde duracak. Enerji ile madde, günün birinde gidebildiği son noktalara kadar gidecek; o sanal kürenin, yani evrenin henüz bilinmeyen sınırlarına kadar ulaşacak. O andan sonra, ilkin belki bir kısa duraklama dönemi yaşanacak ama ardından, kesin olarak geri çekilme başlayacak. Bu yüzden de o ana kadar hep genişleyen evren, o andan sonra büzülmeye koyulacak. Ve büzülme muhtemelen, evreni dolduran bütün maddenin ve bütün enerjinin zamansız boşlukta, yani hiçlikte tek bir nokta içine tıkıştığı kritik ana kadar sürecek. Daha açık bir deyişle, 'Büyük Patlama’ ile doğan evren, şimdi nasıl büyüyorsa, sonra da yaşlanacak ve Büyük Çatırtı’yla ölüp gidecek. Bir kısım astrofizikçilerin söylediklerinden (örneğin Stephen Hawking), şöyle bir sonuç da çıkartılabiliyor; Eğer bu varsayım doğruysa, o taktirde belki de bizim evrenimiz, bizim bildiğimizden farklı bir zamanda ve mekanda, bir anlamda, doğan, büyüyen, yaşlanacak ve ölecek olan, ama yaşarken kendi bünyesinde bir takım bebek evrenler geliştirmesi de olası olan bir gerçeklik... Yani bizim evrenimiz de tıpkı bize benziyor: Doğmuş, büyüyor; gün gelecek yaşlanmaya başlayacak ve sonunda ölecek. Doğmuş, büyüyor; ama belki bu sürece dayanacak ölçüde güçlü olmadığı için herhangi bir iç etkiyle ya da herhangi bir dış etkiyle vaktinden önce ölüp gidecek. Doğmuş, büyüyor; yeterince güçlüyse ve yeterince olgunlaşabilirse; yani vaktinden önce ölmez de yaşayabilirse, belki yeni bir evrene, hatta yeni yeni birçok evrene bir anlamda döl vermeyi de becerecek. Ama belki de beceremeyecek. Ve astrofizikçiler, en azından bir kısım astrofizikçiler, hayretler içinde şunu da ima ya da itiraf ediyorlar; Biz insanoğulları, hemen bugün olmasa da yarın ya da öbürgün, evrenin uyduğu kuralların, yasaların tamamını sayıp dökecek ve daha önemlisi birbirleriyle ilişkilendirebilecek hale gelebiliriz. Ve Büyük Patlama’nın hemen sonrasından başlayarak evrenin geçmişini bütün ayrıntılarıyla belirleyebiliriz. Kendisini oluşturan birimlerin değilse de evrenin bütünlüğünün geleceğine ilişkin olasılıkların tamamı hakkında da günün birinde, genel bir çerçeve içinde belki fikir edinebiliriz. Ama bu olasılıklardan hangisinin gerçekleşeceğini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz gibi, Büyük Patlama anı ile öncesini ve Büyük Çatırtı anı ile sonrasını da kesin olarak hiçbir zaman bilemeyiz. Hiçbir zaman da bilemeyeceğiz. İşte hepsi bu!.. Astrofizikçiler, bir takım formüllerden yararlanarak, söylediklerinin hiç değilse bir bölümünü kanıtlayabiliyor; ama bir bölümünü de, hiç değilse şimdilik, kanıtlayamıyorlar. Yine de uğraşıp duruyorlar. Bir takım kuramlar oluşturuyorlar. Sonra o kuramları adım adım geliştiriyorlar. Adım adım... Hep adım adım... Bilgi birikimi arttıkça kuramların bir kısmı çöküyor; ama bir kısmı da gelişmeyi sürdürüyor. ***
  10. *** Evren Evren de tıpkı tek bir insan gibi: Doğmuş, büyüyor, ama yeterince güçlüyse, vaktinden önce bir kazaya kurban gitmezse, o da günü geldiğinde yaşlanacak ve ölecek! Eğer evren, hiçliğin içindeki tek bir noktanın içine sığışmış olan muazzam enerji birikiminin patlamasıyla ortaya çıkmış ve 20 milyar dünya yılı kadar bir sürenin sonunda insana ulaşmış bir gerçeklikse, o taktirde hepimiz, o enerji birikiminin torunları olmalıyız! Evrende yalnızca düzen yani kozmos yok, bir yanda da düzensizlik, yani kaos var!.. Hiç de zor değil!.. Bugünlerde yalnızca astrofizikçilerin, hem de ister istemez bir takım karmaşık formüller çerçevesinde sürdürdükleri tartışmanın özünü kavramak, aslında hiç de zor değil!.. Çünkü astrofizikçiler de bu dünyanın insanları... Ve onlar yalnızca, Antik Yunan’da, 2 bin 5 yüz yıl kadar önce doğa filozoflarının başlattığı işin; evrene ilişkin bilgileri insan aklıyla toplama ve yorumlama işinin izini sürmekteler. O günden bu güne kıdım kıdım toplanan bilgilerin ve yapılan yorumların ışığında, evrenin, hala tam da anlaşılamamış yapısına ilişkin gizleri çözmeye çalışmaktalar. Astrofizikçiler, ya da en azından bir kısım astrofizikçiler şunu söylüyorlar: 20 milyar dünya yılı kadar önce, zamansız boşluğun, yani tek bir noktadan ibaret hiçliğin içinde büyük bir patlama olmuş. Bu patlama, bugün bütün evreni dolduran çok, ama insan aklının kavramakta zorlanacağı kadar çok miktarda enerjinin, tek bir noktadan, aşağıya yukarı eşit bir dağılımla çevreye doğru yayılmasına neden olmuş. Yani enerji, sanki bir kürenin merkezinden sınırlarına doğru dağılmaya başlamış. Ve patlamanın şiddetinden ötürü de muazzam bir hızla yol almaktaymış. Ama işte, enerjinin, ışık hızının karesiyle maddenin kütlesinin çarpımına eşit olması (E=mc2) gibi bir yasa var ya, besbelli ki bu yasayla saptanan ilişki çerçevesinde, tek noktadan çıkıp bütün evrene dağılan, daha doğrusu zaman ve mekan boyutlarıya evreni oluşturan bu enerji, zaman geçip de hızını kaybettikçe, yer yer maddeye dönüşmüş. Ve muhtemelen patlamanın dağılımı tam anlamıyla muntazam olmadığı için, enerjinin maddeye dönüşmesi rasgele bir takım noktalarda olmuş. Ve bu dönüşüm de öyle birdenbire ve aynı anda ve aynı biçimde gerçekleşmemiş. ***
  11. GeceKuşu

    EVREN, EVRİM VE İNSAN

    *** Başlarken... Aydınlanma çağı, büyük umutların yeşerdiği bir çağdı. Bilim, insanoğlunda, kendi içindeki mikro kozmos ve kendi dışındaki makro kozmos ile arasında duran o karanlık bilgisizlik uçurumunu bir adımda aşıvereceği umudunu yeşertmişti. İlk bilimsel buluşlar, basit birkaç yasaya uyan basit evren modelleri geliştirilmesine olanak sağlamıştı. Evrende yalnızca düzen olduğunu ve bu düzenin belirlenebilir olduğunu düşünen deterministler, bu noktadan hareketle toplum mühendisliğine de girişmişler; yine basit birkaç kuraldan yola çıkarak o basit evrenlere uygun, basit ama ideal toplumlar da tasarlayıvermişlerdi. Ama insanoğlunun beyninde biriken birim bilgi miktarı arttıkça ve bu artış, bilimsel bilgide parçalanmaya ve yabancılaşmaya yol açtıkça, yeşeren umutlar yavaşça soldular. Bilimsel bilginin birikme hızına yetişemeyen ve bu kadar çok bilgiyi yorumlamaktan ürken filozoflar yüzünden insanoğlu, yine dogmalara sığınır oldu. Ya da evrende düzenin değil, düzensizliğin egemen olduğunu savunan karamsarlar çoğaldı. Halbuki, bir bütün olarak değerlendirildiğinde son birkaç yüzyılın bilgi birikimi, evrende hem düzensizliğin, hem de, bilim insanlarıyla filozofların başlangıçta zannettiği kadar basit ve deterministlerin zannettiği gibi bütünüyle hükmedilir olmasa da bir düzenin var olduğunu bir kere daha kanıtlıyor gibi... Ama bunu tartışabilmek için, önce, özet halinde bile olsa, bilimsel bilgi birikiminin bugün, evrene ve insana dair neler söylediğini bilmek gerekiyor. "EVREN, EVRİM VE İNSAN" başlığı, günümüzde böyle bir özet bilgiye sıradan insanların bile ulaşabileceğini ve bilimin bugün geldiği noktanın Aydınlanma çağındakinden çok farklı olduğunu kanıtlamak amacıyla hazırlanmıştır. ***
  12. Vay canına sayın seyirciler. Neler oluyor hayatta... Sen milletvekilinin akrabası ol kalk kopya çek, sonrada yakalan olacak işmi bu şimdi... Hangi partinin milletvekiliymiş bu gençin akrabası? AKP li deme sakın inanmam onlar bu tür işlere girmezler... Onların akrabalarına sorular doğrudan elden ulaşmıştır belkide... Desene olan yine bizim gibi garibanların yani AKP yi yeni dönemde %80 küsur oyla iktidara getireceklerin başına geldi...
  13. Bilim ve sanat, bir kuşun iki kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçar ve özgür olurlar.

  14. Öyleyse çağdaş Türk halkı, ulusal bütünlüğü koruyarak, mümkün olduğunca kucaklayıcı, Dogmatik olmayan Kemalist ilkelerden ödün vermeden, sorunları görerek, tepkisel değil reel çözümleri yaratacak stratejileri oluşturabilmelidir. Ama tüm bunların en önemlisi, aktif bir davranış sistematiği ve Kemalist bir bilinç ile düşüncelerimizi pratik hayata ve sosyal katılıma sokabilmemize destek verecek unsurları içtenlikle yaratabilmelidir. Aklı hür, vicdanı hür, kendi hür binlerce Türk vatandaşı inanıyorum ki; Bu sentezleri ve stratejileri oluşturabilecek alt yapıya sahiptir. İnanıyorum ki; Bu vatanı kuran kuşakların çocukları ve torunları olan biz Türk vatandaşları, Atatürkçü düşüncenin topluma anlatılması ile ilgili uğraşlarını tekrar gözden geçirecek ve gerekiyorsa revize edebilecek olgunluğu içinde taşımaktadır. İnanıyorum ki; Atatürk ve düşünce sistematiğini günümüzde hala tüm sıcaklığı ile tartışmamız sadece basit bir rastlantı değil, bizler için kaçınılmaz bir gerekliliktir. İnanıyorum ki; Bir gün Kemalizm, Misak-ı Milli sınırları dışına da taşarak, mazlum ulusların kendi öz şartlarında değişimini yaşadıktan sonra evrensel doğruların oluşmasına katkı sağlayacaktır. Ve tüm bunlardan dolayı inanıyorum ki; gün diyalektik değil analitik olma günüdür… Oğuz ÇİLİNGİR-21.04.2003
  15. Merkez, Avrupa’dan Amerika’ya kaymıştır ve bu jeopolitik’te bir önceki gibi çok uzun bir zamandır çok uluslu, çok dinli, çok kültürlü yerel devletler ve yapılanmaları bu bölgede, rahat yönetilebilir olmasından dolayı, istemektedir. Aslında bu plan 1850’li yıllarda İngiliz başbakanı Benjamin Disrael’inin hazırlattığı Serv ile parçalanmış Anadolu’yu ortaya koymaya çalışan ve Lozan’ı hala içine sindiremeyen politikaların da mantıksal devamıdır. Bizlerin demokratik, laik, ulusalcı bir millet olmamız temelde global dinamiklerin işine gelmemektedir. İşte bu yüzden hiç yoktan kötünün iyisi dedirtilen ılımlı İslam söylemleri ortaya çıkmış, Neo Kemalizm gibi ne amaca hizmet ettiği anlaşılmaz ideolojiler türemiştir. Ne ilginçtir ki daha 1923 yılında Mustafa Kemal ATATÜRK aslında ulusal kurtuluş mücadelesinin analizini yapmış ve şöyle söylemiştir. “Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Şark milletlerinin uyanışını da öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır... Bu milletler bütün güçlüklere, bütün engellere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen istiklale ulaşacaklardır. Sömürü yeryüzünden yok olacak ve yerine milletlerin arasında hiçbir renk, din ve Irk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır”. Fakat görünen odur ki, bu çağa ulaşmamıza daha uzun yıllar vardır ve bu noktada Kemalist felsefe korunmalı ve kollanmalıdır. İşte Tarih ve Stratejik etüt başkanlığınca yayınlanan “ ATATÜRK” isimli eserde ise korunması gereken bu ilkeler TAM BAĞIMSIZLIK, ULUSAL EGEMENLİK, ULUSAL BİRLİK VE BÜTÜNLÜK, ÜLKE BİRLİK VE BÜTÜNLÜĞÜ, BARIŞÇILIK, BİLİMCİLİK, ÇAĞDAŞLIK, İLERİCİLİK, ÜLKÜCÜLÜK, LAİKLİK ve GERÇEKÇİLİK olarak özetlenmiştir.
  16. Soğuk savaş sonrası dönemde gündeme gelen küreselleşme olgusu taşıdığı değerler açısından Mustafa Kemal’in aydınlanma devrimi ile çelişmektedir. Küreselleşme olgusu, ulus devlet ve ulusal toplumu dışlayarak, alt kimliklere ve yerel kültürel yapılara, çıkarları gereği, bilhassa Ortadoğu, balkanlar ve Asya da öncelik vermektedir. Küreselleşme, tüm değerleri ve yapıları dışlayarak yeni Dünya düzenine yönelirken Türk aydınlanmasının yarattığı Türkiye Cumhuriyeti modelini de geride bırakmaktadır. Ve dolayısıyla Türkiye de alt kimlikli cemaat tipi yaşamlar, yerel yönetimlere dayanan devlet biçimleri sürekli olarak gündeme getirilmektedir. Türkiye üçüncü bin yıla henüz girdiği bu coğrafyada tam bir ikilem içerisine sürüklenmiş, karşısına mücadele etmek zorunda bırakıldığı bir dizi sanal düşman koyulmuştur. Karşımızda artık yeni bir jeopolitik vardır.
  17. *** Bu ülkede yıllardır 'ATATÜRKÇÜLÜK' üzerine onu korumak adına konuşmalar, tartışmalar yapılmaktadır. Yapılmaktadır ama gerçekte Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temellerini atan bu ideoloji adına neler yaratılmaktadır? Böylesine bilgiden uzak, sorgulama yeteneğini kaybetmiş bir ülkenin halkından büyük zorluklarla doğan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, temelde Kemalist ideoloji ile ne derecede başarılı bir ülkü birliği yapmış ve ne gibi değerler üretmiştir? Ama belki de en önemlisi, daha neler ortaya koyabileceğidir? Atatürkçü düşünce sistemi, toplumsal katılımı benimsemiş, demokratik bir anlayış içerisinde, ortak geçmiş, ortak ülkü ve ortak gelecek noktasında uzlaşmış bir ulusalcılığı öngören, halkı sınıflara bölmeyen ve bir bütün olarak kucaklayan, aklın ve bilimin verilerini her zaman belirleyici varsayan, laik devlet düşünce yapısına sahip, dogmatik olmayan ve her zaman gelişime açık bir ideolojidir. Ancak ne üzücüdür ki bugün yaşanan olaylarla Kemalist felsefenin öngörüsü arasında büyük uçurumlar vardır. Türk toplumu ne yazıktır ki başarılı bir şekilde Asker-sivil, laik-Müslüman, Türk-Kürt, Alevi-Sünni, zengin-fakir gibi Kemalist düşüncenin her zaman reddettiği sınıfsal farklılıklara bölünmüş, güven bunalımları yaratılarak Türkiye’nin ulusal refleksleri törpülenmiştir. Günümüz Türkiye’sinde katılımcı demokrasiyi benimseyip, uygulamaya çalışan Kemalist felsefenin Türk ordusunun bekçiliğine terk edilmiş olması da biz Türk vatandaşlarının anlaşılamaz sessizliğindendir. İşte yaşanan bu süreç sonucunda ortaya konan Genel Kurmay Başkanlığı Batı Harekatı Konsepti Belgesinde irticacı unsurlar belirlenmiş, tehdit odakları değerlendirilmiş ve çözüm önerilerinde bulunulmuştur. Bu belgenin 2. maddesinin F bendinde şöyle söylenmektedir; “İrticacı unsurlar ve onların sözcüsü durumunda olan basın ve yayın organları ile doğrudan tartışma ve polemiğe girmek yerine, Atatürkçü çizgide olan kurum, kuruluş, dernek ve basın yayın organlarının devreye girmesini sağlamak ve onlara destek vererek halkın bilinçlenmesine katkıda bulunmak bir yöntem olarak tercih edilmelidir”. Yine bu belgenin L bendinde ise; “ Ülkenin sürüklendiği karanlığı gören Laik kesim Türk silahlı kuvvetlerinin varlığından ve bir gün mutlaka bu gidişata dur diyeceğinden emin olmanın rahatlığı ve uyuşukluğu içindedirler” şeklinde tespit yapılmaktadır. Ayrıca yine aynı bentte şöyle devam edilmektedir “ İrtica ile mücadeleyi Türk Silahlı Kuvvetlerine ihale eden kesime de toplumsal görevlerini yerine getirmeleri hatırlatılmalıdır”. Evet, Bu bir ibret belgesidir. Ve Türkiye’deki durum ne yazık ki budur. Peki neden böyledir? Ne olmaktadır da Türkiye yolundan sapmaktadır? İçerideki neden, kanımca genellikle Mustafa Kemal Atatürk’ü anmayı görev edinmiş ama Kemalist felsefeyi yüreklerinde taşıyamayan basiretsiz yönetimler ve onların yarattığı toplumsal sonuçlar ile Tevhid-i Tedrisad ile başlayan laik, akılcı ve bilimsel olan eğitimin bilinçli bir şekilde sulandırılmasıdır. Dışarıdaki nedenler ise çok daha karmaşıktır ve bu noktada olası çözümleri yaratabilmek adına çok iyi bir şekilde irdelenmelidir.
  18. *** Günümüz Türkiye’sinde temel eğitimin üzerinde gerçekleştirilen bu son değişik ile, “kişi” olabilecek kuşakların, yönetenlerin faydacı anlayıştan kaynaklanan çıkarları uğruna, sorgulayamayan “sürü insan” lar haline gelebilmesi amaçlanmakta ve bunun için elden gelen her çaba sarf edilmektedir. Ve işte bu yüzden, tüm teknolojik avantajlarına rağmen günümüz insanı için “İNSAN OLMA SORUNU” ve “İNSAN NEDİR?” sorusu daha önemli hale gelmiş, onun insanlaşması için temel gerekliliğin yanıtın kendisinde değil, sorulan sorunun oluşturduğu eylemde, yani “ARAMAK” ta olduğudur. *** İnsan Nedir? "İnsan olma Sorunu" ve bağlamında "İnsanın temel eğitimi" ve Güncel olarak yaşadığımız (4+4+4) kesintili eğitim yönteminin hangi amaçlara hizmet ettiğini daha iyi kavramak isteyen arkadaşlar... “İNSAN NEDİR?” başlığında bugünkü eğitim sistemimizde yapılan bu değişikliğin söz konusu olmadığı 25.01.2004 tarihinde yazılmış olan makaleyi okuyabilirler... http://www.turkish-media.com/forum/topic/267143-insan-nedir/
  19. GeceKuşu

    İNSAN NEDİR?

    *** Günümüz dünyasında felsefi eğitim konusunda niçin eksik kalınmıştır? Neden ısrarla felsefi düşünceden bilinçli bir şekilde uzaklaşılmakta, bahis konusu edilmemektedir? Öyle görünüyor ki bu durum günümüz dünyasını belirleyen değerlerle, anlayışlarla ve görme açılarıyla ilgilidir. Artık “insan olma bilincinin” rafa kaldırıldığı 21. yüzyılın başlarında “humanitas” idealinin üst bir noktası olarak insan hakları düşüncesine ulaşabilmiş olan insanın, bu hakların ihlalinin önüne neden geçemediği de kanımca son derece açıktır. Felsefi bilginin temeli olarak bağımsız ve yaratıcı düşünmenin zayıfladığı, kendini dar çevresinden soyutlayarak bir bütün olarak algılayabildiği “theoria” yönünü yitirdiği, bilginin, bütünlüğü olmayan ve birbirinden kopuk uzmanlıklarla sınırlandırıldığı dünyamızda insanın kendini anlama çabası, faydacı anlayışından dolayı son derece gereksiz bulunmaktadır. İşte bu yüzden toplum bilimcilerin ısrarla sorgulamaya ve anlamlandırmaya çalıştığı insanın etik anlayışı yok olma sürecine girmiştir. İşte bu yüzden günümüz Türkiye’sinde temel eğitimin üzerinde böylesine hesaplar yapılmakta, “kişi” olabilecek kuşakların, yönetenlerin faydacı anlayıştan kaynaklanan çıkarları uğruna, sorgulayamayan “sürü insan”lar haline gelebilmesi için elden gelen her çaba sarf edilmektedir. Ve işte bu yüzden, tüm teknolojik avantajlarına rağmen günümüz insanı için “İNSAN OLMA SORUNU” ve “İNSAN NEDİR?” sorusu daha önemli hale gelmiş, onun insanlaşması için temel gerekliliğin yanıtın kendisinde değil sorulan sorunun oluşturduğu eylemde, yani “ARAMAK” ta olduğu inanıyorum ki daha da belirginleşmiştir. Oğuz ÇİLİNGİR-25.01.2004 KAYNAKLAR Akarsu, B.: Kişi kavramı ve insan olma sorunu, İnkilap, 1998. Güvenç, B.: İnsan ve kültür, Remzi kitabevi, 1999. Kuçuradi, İ.: Neitzsche ve insan, Türkiye Felsefe Kurumu, 1999. Kuçuradi, İ.: Yüzyılımızda insan felsefesi, Türkiye Felsefe Kurumu, 1997. Kaufmann, W.: İnsanı anlamak, İdea yayınevi, 1997. Hume, D.: İnsan doğası üzerine bir inceleme, İdea yayınevi, 1997. Adler, A.: Yaşamın anlamı, Panel yayınları, 2003. Ürek, O.: Toplumsal düzeni oluşturmaya ilişkin üç yaklaşım: Kant, Popper ve Sartre, U.Ü Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler dergisi, Sayı:4, 2003/1. Frankl, V.E.: İnsanın anlam Arayışı, Öteki yayınevi, 2000. Hançerlioğlu, O.: Düşünce tarihi, Remzi kitabevi, 1999.
  20. GeceKuşu

    İNSAN NEDİR?

    *** İnsanın insan hakkında düşünce tarihinde söylediği yığınla söz ve ürettiği çok sayıda düşünceden sonra vardığı nokta aslında bir yere varamamış olmasının yarattığı içsel çelişkidir. Tarih boyunca insanın aklı ve tinsel yapısıyla ulaştığı Tanrı kavramı, yine aynı akıl tarafından yok edilebilmektedir. Ama asıl paradoksu oluşturan, Tanrıyı reddedebilen insanın, evrende kendisini farklı bir yere koyarken ve insanı tanımlarken, Tanrıyı algılamasını sağlayan tinsel özelliğini her şeye rağmen ortaya koyma çabasıdır. Dolayısıyla aslında insanoğlu bilir ki, Tanrıyı anlamak insana özgüdür ve insanca bir eylemdir. Özetle, bu bir çıkmaz sokaktır. Bu durum ise yaşadığımız çağda, kendi ürettiği en büyük soruya yanıt bulduğunu kabul eden insanı başka açmazlara götürür. İşte böylesi bir durumda da sorulması gereken temel soru, düşünen insanın felsefi “uyanış” ını reddeden çözümlerin oluşturduğu problemlerin neler olabileceğidir? Bir yanda, Tanrıyı sorgulayarak ondan bir şekilde uzaklaşmayı becermiş insan gerçeği vardır. Tanrıyı anlamayı düşünsel boyutta artık gerekli bulmayan insan, varoluşunu anlamak, kendini bilmek adına girdiği bu savaştan vazgeçerek ve tinsel yapısından tekrar koparak bir anlamda insanlığından uzaklaşmakta mıdır? Evet…yanıtlanması zor bir sorudur bu. Ancak insan olma bilinci ve kişi olma sorumluluğu insanı tam anlamıyla tüketmiştir. Belki de bu yüzden vazgeçmiştir günümüz insanı. Yenilmiştir. 19. yüzyıl sonrası ortaya çıkan bilimselci anlayışın faydacı bir bakış açısıyla bütünleşerek değerlendirme ölçütü haline gelmesi başka hangi nedenlerden dolayıdır? Tanrıya insanlaşması için gereksinimi olan insanın onu reddedemeyip göz ardı etme çabasıdır bu. Artık gerçek, sadece denenebilir ve tekrar edilebilir doğruların kendisidir. Öte yanda ise, sanki başka bir dünyada aynı süreç, tanrıyı değil kurallarını yaşamak adına koşulsuz ve sorgusuz bir inancı önermektedir. Çünkü yine yanıtın bulunduğu kabul edilmiştir. Ancak sorunun yanıtını kim vermiştir? soruyu soran akıl mı? Yoksa aklın bulduğu Tanrı mı? Neden artık insanın tinselliği bir yerden sonra gereksiz yada yetersiz bulunabilmektedir? Sanırım yanıtımız ne olursa olsun, bu düşüncenin, sonuçları açısından yine benzer bir şekilde, insanı, sorgulamama noktasına getirebilmesi oldukça düşündürücüdür.
  21. GeceKuşu

    İNSAN NEDİR?

    *** Tarih boyunca kendi üzerindeki bilincinin gelişip artmasıyla insan artık kendisinin kim olduğu, bu evren içerisinde yerinin ne olduğu sorularını da sormaya başlamıştır. Scheler’e göre insanın bu sorgulamaları onu birçok sonuca götürmüş, bu sonuçların etkileri de kendisini insanlık tarihi olarak ortaya koymuş olduğundan, tarihte ortaya çıkan insanlıkla ilgili ide’leri beş farklı ana madde üzerinde toplamıştır; Scheler, özellikle Yahudi ve Hıristiyan geleneğine bağlı olan çevrelerin, dinsel inancın insan üzerindeki ide’si ile algılanan insan düşüncesini dile getirir. Tanımlanan bu ilk ide, Tanrı tarafından yaratılan bir çift insan tasarımının (Adem- Havva) insanlık üzerinde kendisi hakkında bıraktığı etkidir. Bu düşünceye göre, insan daha doğuştan günahkardır. Çünkü aklı ve özgür iradesiyle işlediği günah sonucu Tanrı tarafından cennetten kovulmuştur. İnsanın aklı sayesinde ulaştığı Tanrı kavramı, yine bu aklın, Tanrıyla ama temelde kendisiyle çatışması olarak belki de insanlığın yarattığı ilk mitos biçiminde ortaya çıkmış olması gerçekten çok ilginçtir. İnsanlık üzerinde en çok kabul gören ikinci ide “Homo sapiens” ide’sidir. Yunanlıların ulaştığı bu düşünce, insanın bir “akıl varlığı” olduğudur. Bu düşünce ilk olarak Anaksogoras tarafından dile getirilmiş, Platon ve Aristoteles tarafından da felsefi biçimde açıklanmaya çalışılmıştır. Aristoteles’e göre “Anima rationalis” ide’si yani aklın yolundan giderek bilgi ağacını tanıma ve cennetten kovulma düşüncesi sonraları Hıristiyan felsefesinde de insan özünün “Anima rationalis” ide’si ile tanımlanmasını doğurmuş, bilgi ile günah bir arada algılanır hale gelmiştir. Homo sapiens ide’si insanı hayvandan ayıran bir özelliktir. Akıl aracılığı ile insan varolanı olduğu gibi tanımaya, Tanrıyı, evreni ve kendini bilmeye elverişli hale gelebilmiştir. Aristoteles’ten Kant’a homo sapiens ide’sini kabul eden hemen bütün filozoflar için insan Tanrıca bir etmendir. İşte bu etmen, kaosu kozmos’a çeviren şey ile ilkece aynıdır. Bu durum ise “aklın değişmezliği” tartışmalarına neden olmuştur . Hegel tarafından yadsınmış olan aklın değişmezliği ona göre eksik bir bakış açısıdır. Hegel tarihi aklın ürünlerinin bir toplamı olarak değil, insanlık tininin bir biçimlenmesi olarak görür. Tarih ona göre, Tanrılığın insanın ideler dünyasında anlaşılması ve kendi kendisinin farkına varılmasının meydana getirdiği sürecin adıdır. İnsan üzerindeki üçüncü ide, naturalist, pozitivist, ve daha sonra pragmatist öğretilerin kabul ettiği “homo faber” ide’sidir. Bu düşünceye göre insan temelde hayvanlardan çok da farklı olmayan bir “içgüdü varlığı”dır. Bacon, Hume, Spencer gibi pozitivistlerin insan anlayışları, onun içgüdü varlığı olduğu yönündedir. Çalışan, konuşan, alet yapan, aklını ve mantığını ancak uğraşları ile kuran bir varlıktır insan. Özde düşünen değil yapabilen, şekil veren, üretebilendir. İnsan için ortaya atılan dördüncü ide ise, onun tarih içerisindeki soysuzlaşmasına değinir. Bu görüş, evrimleşme sürecini tamamlayamayan insanın bu eksikliğini giderebilmek üzere varolmak için üretmek zorunda olduğu aletleri kullanma gereksiniminden bahseder. Evrimsel olarak genetik yapılanmasını doğa ile uyumlu hale getiremeyen insan yok olması gereken bir canlı türüdür. Ancak bu yok oluşu o kendi tinsel yapısı ve aklı ile aşmıştır İnsan üzerine günümüz felsefesinde ortaya konan beşinci ide Scheler’e göre kendisini öylesine mağrur ve baş döndürücü bir yüksekliğe koymuştur ki artık insan, üst insan kimliği ile karşılaştırıldığında “utanç verici” bir varlıktır. Üst insan tek sorumlu olan bir efendidir. Yaratıcıdır. Tarihin kendisinde anlam bulduğu yegane varlıktır. Özde ortaya konan bu ateizm kavramı, insanın bir kişi olması için teist Tanrı kavramının varolmaması gerekliliği esasına dayanır. Hartman’a göre insanın dışında bir varlığın geleceği belirlemesi özgür ve kendinden sorumlu bir varlık olarak insanı ortadan kaldırır.
  22. GeceKuşu

    İNSAN NEDİR?

    İNSAN NEDİR? Doğadaki diğer biyolojik canlılarda olduğu gibi var olduğu yaşam serüveninde birçok evrimsel süreçten geçmiştir insan. Ayakları üzerinde durabilmiş, maddeye şekil verip tasarımlar yapabilmiş, elleri ile üretebilmiş ve tüm bunların sonucunda kendini bir bütün olarak ifade edebilecek sanatı ve kültürünü oluşturmuştur. Belki de bu şekilde yaşamı anlamayı, kendini duyumsayabilmeyi öğrenebilmiştir. Ama asıl önemlisi, kendini bir varlık olarak algılama becerisini gösterebilen bilinen tek varlık olmuştur. Sancılı bir süreçtir bu… Eski Hint kültüründe, insan bütün canlılarla kendini bir algılar. Bu düşünüşe göre doğada canlılar birbirlerine bağlı olarak bir aradadır. Klasik Yunanda ise insanın düşünce ve duyguları ile diğer canlılardan ilk kez ayrıldığı görülmektedir; İnsana özgü olan akıl ile insan kendisini diğer varlıkların önüne çıkarır ve bir noktada tanrılıkla bağlanır. Descartes’ da insan aklı ile tanrısallık bir arada algılanır. Dünyanın varlığından tanrıya giden yol bırakılıp, Tanrılıkta kökünü bulan, bilen aklın ışığından dünyanın çıktığı şeklinde bir sonuçlanmaya varılır. İbni Sina’dan Spinoza’ya ve Hegel’e kadar gelen panteizm, insan tini ile Tanrısal tinin özdeşliğini ana öğretilerden biri haline getirmiştir. Artık insanın tinsel farklılığı irdelenmektedir. Leibniz bunu daha da ileri götürmüştür. Ona göre insan kendinde bir tür küçük tanrıdır.
  23. *** Rönesans’la başlayan teolojiden arınma uğraşısı, Aydınlanma sürecinde felsefenin yeniden kendi bağımsızlığını kazanmasıyla sonuçlanmıştır. Deistlerle birlikte ortaya çıkan sekülerizm ise 16.yy’da Romantik deistlerin elinde dinsel yaşamın eleştirisine dönüşmüştür. Onlar tanrının yalnız akıl yoluyla bilinebileceğini söylemişlerdir. Aydınlanmanın içeriğinde “insan nedir” sorusuna verilen yanıtlar ise Hümanizm, akılcılık ve evrenselcilik evrelerini ortaya çıkartmıştır. Felsefe ile teoloji arasındaki problem, aslında farklı tasarımların sonucunda oluşan tanrı kavramlarının çatışması değildir. Kuralcı inanan ile filozofun din üzerine farklı şeyler söylemeleri; tanrı kavramına farklı bakmalarından değil, insanın tanrı ile ilişkisini nasıl yapılandıracağına dairdir. Felsefe tanrıya aklın yetileri içinde bakmaya çalışır. Kimi zaman bilgiyi anlamak için inancı sorgular, kimi zaman ise bilgiyi sorgulayarak bilinçli bir inancı arzular. Kısacası özünde felsefe tanrıyı istemektedir. Görüleceği gibi Antik Ege (Grek) felsefesinin temel problemleri bugünde felsefenin temel problemlerini oluşturmaktadır. İnsan hala bir yandan evren karşısındaki konumunu belirlemeye çalışırken; bir yandan da, kamusal yaşam içinde birey olarak varlığını tanımlayıp, varoluşunu anlamlandırmaya çalışmaktadır. Referansları nereden alırsa alsın, kavramları kuran gene insan zihnidir. İşte bu zihin soruları sorabilmiş olmasına rağmen tüm çağlarda süregelen o arayışına devam etmekte ve yanıtları hala aramaktadır. Oğuz ÇİLİNGİR KAYNAKLAR 1. Greisch, J. Wittgenstein’da Din Felsefesi. Asa yay, 1999. 2. Aster, E.V. İlk Çağ ve Orta Çağ Felsefe Tarihi. İm yay, 1999. 3. Taylan, N. Düşünce tarihinde Tanrı Sorunu. Şehir Yay. 1998. 4. Yıldırım, H. Dinsel İnanç Sistemlerinde Tanrı Algılayışı, İnternet Taraması. 5. Hançerlioğlu, Orhan. Düşünce tarihi, Remzi kitapevi, 1999 6. Adıvar, A.A. Tarih Boyunca İlim ve Din, Remzi Kitabevi, 2000. 7. Işıklar, E. Tanrıbilim ve Felsefe Konuşmaları, Gündoğan Yay, 1994. 8. Russel, B. Sorgulayan Denemeler, Tübitak, 2000. 9. Maublanc, R. Felsefe, Bilim ve Din, Evrensel Basım Yay, 1997. 10. Plitzer, G. Felsefenin Temel İlkeleri, Sol Yay, 1998. 11. Timuçin, A. Descartes’çi Bilgi Kuramının Temellendirilişi, Bulut Yay. 2000. 12. Gürkan, M.B. Din Felsefesi. İnternet Taraması. 13. Akar, M. Çevre içerilikten Dünya içeriliğe doğru. İnternet Taraması. 14. Selsam, H. Din, Bilim ve Felsefe, Sarmal Yayınevi,1995. 15. Akin, A. Evrende İnsan, Hacettepe-Taş, 1998. 16. Bobaroğlu, M. Ekinsel Biçem ve Aydınlanma Sorunu, İnternet Taraması. 17. Gürkan, B. “Gerçek” Kavramı Üzerine, İnternet Taraması. 18. Dinçkal, F. Anadolu’nun Grek Anakarasına Etkileri, İnternet Taraması. 19. Ülkü, N. Felsefe Bağlamında Tanrı Kavramı, İnternet Taraması. 20. Gaarder, J. Sofi’nin Dünyası, Pan Yay. 1995.
  24. *** Dönemin düşünürlerinden Scottus Eriugena’ya (833-880) göre tanrı real töz yani asıl gerçekliktir. Olgusal ve evrenseldir. St. Anselmus (1033-1109)’un “Monologion” adlı yapıtında Tanrı, adalet, iyilik, bilgelik ve mutluluğun kendisidir. Gerçek üstüne (De Veritate) adlı yapıtında ise Tanrının varlığında yoğunlaştığını ve birliğe ulaştığını ileri sürmüş, çoklukta tekliğin bulunduğunu ortaya atmıştır. Aquino’lu Thomas’a göre ise Tanrının düşünceleri en son olgusal nesnelerin kendileridir ve bu durumda Tanrı kendinde gerçekliktir. Fakat Thomas’a cevap çok geçmeden İskoçyalı Duns Scotus (1224-1274)’dan gelmiştir; “Felsefenin aracı olan us, vahiyle gelen Tanrı bilgisini doğrulayamaz”. İşte bu tutum ‘Tanrıbilimi’ni yada Teolojiyi bir “bilim” olmaktan çıkarmış ve skolastik dönemin kapanışını hazırlamıştır. Bu durum ise Tanrıbilimin ussal verilerle temellendirilme çabalarının başarısız kalışının kabulü anlamına gelmiş ve Yeniçağ yada Rönesans’ın ussal ve bilimsel düşünceyi öne çıkardığı dönemin başlamasına neden olmuştur. *** Bu dönemde Descartes “Kuşkulandığım hiç bir şey gerçek değildir, ancak kuşkulanıyor olmamdan kuşkulanamam, bunun için kuşku düşüncemin kaynağıdır” diyerek, ilk gerçek düşüncenin “kuşku edimi” olduğu sonucuna varmıştır (Septizm). Ona göre kuşku üzerine kuşkulanmak bilinçlenmektir. Bilinçlenmiş kuşku ise özünde bir eleştiridir ve giderek yargıları oluşturur. Kant ise kuramsal usun eleştirisinde, gerçeğin yalnızca fenomenler düzeyinde bilinebileceği sonucuna varmış ve ancak böyle bir bilginin güvenilir olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre bundan ötesi metafiziktir ve inancın konusu olur. *** Hegel’de eleştirinin eleştirisini yapar ve eleştiriyi aşmak için senteze gitmek gerektiğini söyler. Ona göre bir nesneyi bilmek, onun oluş süreçlerini, bir kavramı bilmek ise onun kültür süreçlerini bilmektir. Akıl ile doğa, ya da bilen ile bilinen özdeştir, çünkü her ikisi de akıldır ve aynı yasalarla devinirler. İşte bu nedenle, aklın dış dünyayı kavraması aslında kendini kavraması, kendini bilmesidir. O halde gerçek ussal olandır ve ussal olan da gerçektir. Bu söylem ise şu sonucu doğurur; “Algılarımız, tasarımlarımız ve kuramlarımız nesnel gerçeğe uygun oldukları oranda hakikat olurlar”
  25. *** Romalı Philon (M.Ö 25-M.S.50?) ise Platonun idelerini “Tanrının ruhunda gizli olan” şeklinde yorumlamıştır. Philon, Platocu felsefeyle Tanrının elçisi olan Musa’nın hermetik kökenli öğretisini birleştirmiş ve böyle bir denemeyle din ile felsefeyi aynı potada eritmek istemiştir (yeni Eflatunculuk). Bu girişim daha sonraları üç semitik din içinde benimsenip irfan ya da gnosis öğretisi olarak yer almıştır. Hermetik öğretinin Philon sonrası döneminde İbrani kabalası yazıya dökülmüştür. Ayrıca bu dönem, Museviliği olduğu kadar İslam Tasavvufunu da derinden etkilemiştir. Özellikle İbn-Arabi, varlık birliği yada vahdet-i vücut kuramı ve yöntemiyle hem felsefe, hem de tasavvuf da önemli bir etki oluşturmuştur. *** Antik Ege uygarlığının ardından felsefe, genelde yeni dünya dini Hıristiyanlığın etkisi altına girmiştir. Bu dönemde felsefenin işlevi, dinin dogmalarını temellendirmek ve savunmak olmuştur. Antik çağın iki düşünürü Platon ve Aristotelesin düşünceleri bir yandan resmi ideolojiye dönüşürken, diğer yandan da ilginç bir şekilde yasaklanmıştır. Orta çağdaki bu Skolastik felsefe anlayışı, tek ve asıl gerçeğin Tanrı olduğunu, Dünyanın ise gerçek olmayan bir gölge olduğu savını egemen kılmıştır. Dolayısıyla dogmalar, tanrısal düşüncenin mantıksal sonuçlarıdır. Bir başka deyişle inanç akılla doğrulanmalıdır.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.