Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

GeceKuşu

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    3.724
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    30

GeceKuşu tarafından postalanan herşey

  1. *** Sokrat ile de Yunan felsefesi en önemli aşamasına ulaşmıştır. Bundan sonraki felsefe akımlarının en önemli konusu erdem ve erdemin nitelikleri olmuştur. Sokrat temelde dindar bir insandır. O yaşamın yüksek bir gücün kontrolünde olduğuna sağlam bir inanç ve bilinçle inanır. İçinden gelen sese “benim diamon’um” diyerek o kutsal gücün dışında değil içinde olduğunu belirtmiştir. Onun mutluluğa verdiği cevap kendisiyle gösterebildiği uyumu, erdeme verdiği cevap ise bilgidir. Peki öyleyse “bilgi” nedir? Ona göre bu noktada önemli olan dışarıyı yani evreni bilmek değil insanın kendi kendini bilmesidir. Belki de bu yüzden Sokratın eğitim metodolojisinde ve oluşturduğu diyaloglarda nihai bir son yoktur. Sorular sonu oluşturur ve sentez kişinin kendisine bırakılır. Sokrat’ın yolunu takip eden sonraki düşün akımları da “kendini bil” varsayımını rehber edinmişlerdir. *** Kendisini Sokratın mantıksal devamı sayan Eflatun (Platon M.Ö 427-347) içinse iki evren vardır. Bu iki evren gerçek evrendir. Biri; sürekli var olan ve yok olan, algılanabilen, nesnelerin sürekli değişmek zorunda olduğu evren; Ötekisi başlangıcı ve sonu olamayan idelerin ya da ideallerin evreni. Eflatun’a göre bilmek, ideler evrenini ve bu evrende hüküm süren yasaları tanımaktır. Duyular evrenini de ancak ideler evrenine katıldığı ölçüde bilmek mümkündür. *** Eflatundan sonra Yunan felsefesinin klasik dönemindeki ikinci büyük düşünürü olan Aristo (M.Ö 384-322) iki bin yıl boyunca batı uygarlığına hakim olmuş ve dönemin temel görüşlerini oluşturmuştur. Ona göre bilmek, objeleri tek tek tanımak olmayıp, bu objeleri bir de “genel bir kavram altında toplamak” demektir. Eflatunun tersine, Aristo’ya göre genel kavramlar tek objelerin kendisinde gizlidir. Aristo’nun deyimiyle doğa yada canlı güç “bir mimardır” çünkü doğa yaratabilendir. Bu benzetmenin aslında özel bir anlamı da vardır; ki o da mimarın belli bir plan ve amaca göre çalışmasından dolayıdır.
  2. *** İkinci dönemin önemli filozoflarından olan Anaksogoras ise; “bir kaostan nasıl oldu da bir kozmos oluştu” sorusunu sormuş Vve Evrendeki düzeni oluşturan sebepleri araştırmıştır. Ona göre nasıl bir taş yığınından ev, bir çamur yığınından heykel oluşamazsa, kaosta kozmosa kendiliğinden dönüşemez. Bunun için bir plana göre çalışan yaratıcı zekaya gereksinim vardır. Anaksagoras evrenin bir tür mimarı olarak değerlendirdiği bu güce “Nus” adını vermiştir. Ona göre Nus bir tanrıdır. Yalnız, onun Tanrısı, sadece Evrenin bir mimarı ve yapıcısı olup, yaratıcısı değildir. Nus bir vuruş ile evreni oluşturmuş ve sonra sahneden çekilerek evrenin oluşunu kendi haline bırakmıştır. Anaksagoras, felsefede evreni dinsel bir görüşle veya teolojik yaklaşımla açıklayanların ilki sayılır. Bu durum ise, evrenin başlangıcından günümüze kadar belli bir amaç doğrultusunda hareket ettiğini kabul etmek demektir. *** Demokrit ise teolojik görüşün zıddı bir evren açıklamasının tipik temsilcisidir. Çok ünlü bir sözü vardır: “Bu evrenden iki şeyi kaldırmak gerekir, onlarda amaç ve rastlantı’dır.” Demokrit kendisine kadar olan filozofların en maddecisi(materyalisti)dir. Çünkü ona göre gerçek, madde olan atomlardan oluşur. *** Sofistlerde (M.Ö. 500) özellikle insan konusuyla ilgilenmişlerdir. Onlara göre şimdiye kadar ki felsefe, evren konusunda tutarlı bir anlayış elde edememiştir. Sofistlere göre: “Ne kadar filozof varsa, evrenin yapısı hakkında o kadar görüş vardır” Sofistlerin en ünlülerinden olan Protagoras daha da ileri gitmiş ve “Tanrılar var mı yok mu bilemeyiz” demiştir. Onun çok ünlü bir kuralının olduğu söylenir. “İnsan her şeyin ölçüsüdür” Protagoras için tümel bir gerçek yoktur. Olsa olsa her insanın kendisine ait inançları vardır. O halde her görüşün karşıtı olabilir ve hangisinin doğru olduğunu göstermek için tek yol vardır. Bu da karşıdakini inandırabilme gücüdür. İşte hitabet bu noktada asıl olandır. Nitekim sofistler gramer bilimini ilk kez ortaya koyanlardır.
  3. *** Eserlerini özellikle güç anlaşılacak biçimde yazan Efesli Heraklit ise ilk kez rastlanan önemli bir düşünüşe ulaşır. Heraklit, “görünüş evreni” ile “gerçek evren”in birbirinden ayırma gerekliliğinden bahseder. Görünüş evreni duyularımızla algıladığımız evrendir. Bu evrenin gerisinde gizlenen gerçek evren ise ancak akıl ile kavranılabilecek bir olgudur. Bu yüzden ona göre her zaman akla uymalı, duyumlarımızın bizi aldatmasına kendimizi kaptırmamamız gerekmektedir. Bu evrendeki sonsuz değişimler içinde tek sabit kalan şey, bu değişimleri yöneten yasadır. Heraklitde de panteist yaklaşım vardır ancak o Ksenofanes’in aksine; Tanrının değişmeyen sabit bir varlık değil, evrendeki tüm değişmelerin düzenleyici yasası olduğunu savunur. *** Ksenofanes’in kurduğu Elea okulunun ünlü temsilcilerinden olan Parmenides ise Heraklit ile ciddi görüş ayrılıklarına düşmüştür. Bu durum felsefedeki ilk ve bilinçli görüş çatışması olarak kabul edilmektedir. Parmenides, evren konusundaki düşüncelerini yalnızca akıl yolu ile elde etmeyi deneyen ilk düşünürdür. O felsefe tarihinin ilk rasyonalist filozofudur. Parmenides felsefesinin temeline “Varlık varlıktır, yokluk yokluktur” kuramını yerleştirmiştir. Ona göre varolmayan bir şeye var demeye kalkışmak çelişkilidir. Bu konuda Herakliti de açıktan suçlamıştır. Aslında her iki düşünür gerçek evreni akıl yolu ile kavradığımız evren olarak görmüşlerdir. Ancak iki evrenden hangisinin gerçek olduğu konusunda birbirlerinden kesinlikle farklıdırlar. Parmenides’e göre aldatıcı olan değişme halinde bulunan evrendir. Değişmeyen, sabit duran ve bir olan evren gerçek evrendir. İşte bu “BİR” tanrıdır yada tanrı ile özdeştir.
  4. *** İşte bu Çağlarda yaşayan ve bir din yenilikçisi olarak tanınan Ksenofanes (M.Ö.575-490), daha 100 yıl geçmeden kökleri Homer ve Hesiod’a kadar inen antik Ege Mitolojisinin tanrı kavramı ile savaşır ve Tanrıların insanlaştırıldığını söyler. Bir yazısında Homer’den şikayet bile eder. Çünkü Homer tanrılara insanların çirkin ve kötü davranışlarını yüklemiştir. Ksenofanes Tanrı kavramına ahlaki bir temel kazandırmak ister. Ayrıca o tanrıların insan biçiminde tasarlanmasına da karşıdır. Ona göre Tanrı birdir, her şeyi görür, her şeyi işitir, değişmez, ölümsüzdür. Soyut gücü ile evrendeki tüm davranışları ve değişimleri düzenler. Görüldüğü gibi Ksenofanes monoteisttir. Ancak ondaki “tek tanrıcılık” Hıristiyanlık ve Müslümanlıktan farklıdır. Çünkü onun tanrı kavramı aynı zamanda panteisttir. Yani tanrı bir yaratıcı olmayıp evren ile özdeştir, evrene eşittir. Ksenofanes bu düşünceleri ile daha sonraları Eflatun ve Aristo’daki tanrı kavramının da hazırlayıcısı olmuştur.
  5. GeceKuşu

    FELSEFEDE TANRI KAVRAMI

    Biyolojik açıdan diğer canlılardan farklı olmayan insanoğlunun temel niteliklerinden birisi dünya-içeriliğidir. Bu yetisi ile, nesneleri simgesel olarak dönüştürür ve dış dünyayı bir bilinç varlığı haline getirerek, bir evren tasarımına yönelir. Bu durumda ise iki gerçekliğin içinde yaşar. Birisi fiziksel gerçeklik diğeri de kültürel gerçekliktir. Bu nedenle insan, organik yaşamın sınırlarını aşan bir canlı olarak, farklı bir varlık alanına açılır. İşte bu noktada da varoluşunun özünü, yarattığı bu kültürel evrenin içerisinde kurar ve tanrı kavramını orada bulur. Sonuç olarak oluşturduğu bu “simgeler evreni” içerisinde zihinsel edinimlerde bulunan insan, inandığını bilir, bildiğine de inanır. Bu durum ilk bakışta bir paradoks olarak gözükebilir ancak unutulmamalıdır ki inanç “anlamak için inanıyorum” diyebilen Agustinus gibi birçok düşünüre göre bilmenin başlangıcını oluşturan ilk basamaktır. Öyleyse inançla bilgiyi arayan insan hem nesnel hem de simgesel evrenindeki yolculuğunda bilgiyi anlamaya çalışmış, ona ulaşmak istemiştir. İşte bu bilgi arayışı da felsefi düşüncenin ortaya çıkmasına uygun zemini hazırlamıştır. *** Bilgelik sevgisi anlamına gelen “philosophie” Yunanca bir kelimedir ve insanın hakikate ulaşmak için çaba göstermesi anlamına gelmektedir. Felsefenin bu metafizik disiplinin yanında, öteden beri, bir de “ahlak” disiplini bulunur. Metafizik var olanı bilmek ister. Ahlak ise olanı değil olması gerekeni araştırır. Kısaca şöyle de denilebilir: Evrenin kaynağını bilmek isteyen teorik felsefenin yanında, bir de insanın yürüyeceği yolu gösteren pratik felsefe yani ahlak vardır. Ancak felsefenin iki ana prensibi olan metafizik ve ahlakın yanında bir üçüncü disiplini daha bulunmaktadır: bu da “Mantık” tır. Mantık doğru olan bilginin bilimidir. Metafizik ve ahlakta dahil her bilgi mutlaka hakikate ulaşmak ister ve her bilim sürekli olarak doğru bilginin peşindedir. Burada ise kaçınılmaz bir şekilde “Gerçek nedir ve nasıl elde ederiz” problemi ortaya çıkmaktadır. İşte felsefede, sözü edilen bu ana problemlerden oluşan bir dokumaya benzemektedir. *** İlk felsefi yaklaşımlar Brahma dininin Rigveda denilen en eski bölümlerinde karşımıza çıkmaktadır. Rigveda da “Tanrılar ve insanlar yokken bu evrende acaba ne vardı” sorusu sorulmaktadır. Bu türden düşünceler ilk felsefi açıklamalar olarak kabul edilebilir. Fakat felsefe nerede ve ne zaman başlamıştır sorusunun cevabı esasında felsefenin kurallarından dolayı belki de şöyle verilebilir: “İnsan nerede kendi düşüncesiyle dogmalara karşı bir reaksiyon göstermiş ve inancın dışına çıkmak gereksinimini duymuşsa, o anda orada felsefi düşünce, saf ve gerçek anlamda başlamış olur.” İşte bu yüzden insanlığın bilinen kültür tarihinin başlangıcını oluşturan Sümer, Mısır ve Hint felsefeleri kendini hiçbir zaman dogmalardan soyutlayamamış ve bir tür rahip felsefeleri olarak kalmıştır. Kendisini bu anlamda soyutlayarak tamamen bilimsel bir biçimde gelişebilen ilk felsefe ise, Mısırdan geometriyi, Babil’den astronomiyi almış olduğu gibi ussal düşünce tarihinin öncesinden etkilenmiş olmasına rağmen, yine de eski “Yunan” felsefesidir denilebilir.
  6. GeceKuşu

    DÖRT+ÖRT+RT

  7. GeceKuşu

    DÖRT+ÖRT+RT

  8. Eyvah ki, ne eyvah, demek ki cemaatin her il, ilçede artık okulları olacak... Devlet özel okullara para verecek, yıllık bilmem kaç milyar... Sonra devletin kasasından cemaate para akışı yasal olarak sağlanmış olacak... Bunlar hortumları kestik diyorlar. Doğru söylüyorlar, hortumları kesip musluklara ağızlarını dayadılar kana kana içiyorlar...
  9. Evi kedi dolu bir bayanın evi burasıda... Faceden bulabilirsiniz kendisini " www.facebook.com/profile.php?id=1393841964"... Fare yuvasını kaybetse bulamayacak bu evde... Hoş bu evde fare de yaşayamaz zaten!
  10. LAİK EĞİTİMDEN DİNCİ EĞİTİME (5) 1) Seçmeli ders ile mesleki eğitime yönlendirme: TBMM Milli Eğitim Komisyonu’nda kabul edilip Genel Kurul gündemine alınan metinde; (m.9) “İlköğretim kurumları; dört yıl süreli ve zorunlu ilkokullar ile dört yıl süreli, zorunlu ve farklı programlar arasında tercihe imkan veren ortaokullardan oluşur. Ortaokullarda lise eğitimini destekleyecek şekilde öğrencilerin yetenek, gelişim ve tercihlerine göre seçimlik dersler oluşturulur. Ortaokullarda oluşturulacak program seçenekleri Bakanlıkça belirlenir” denilmektedir. Bu düzenlemede, ortaokullarda öğrencileri genel lise, meslek lisesi, teknik lise ve imam hatip lisesine yönlendirecek seçmeli ders konusuna yer verilmektedir. Ortaokula başlayan öğrenciler, hangi tür lisede okumak istiyorlarsa ona göre ders programı seçmek zorundadırlar. Seçmeli ders programları, lise eğitimine yönlendirecek biçimde Milli Eğitim Bakanlığı’nca belirlenecektir. Düzenleme, kimi çelişkileri de birlikte getirmektedir. Örneğin, öğrencinin “ders” değil, “ders programı paketini” seçeceği açıklanmıştır. Yani öğrenci, ya meslek lisesine yönlendirme paketini, ya teknik liseye yönlendirme paketini, ya güzel sanatlar ve spor lisesine yönlendirme paketini ya da imam hatip lisesine yönlendirme paketini seçmek durumunda kalacaktır. Çocuk örneğin imam hatip lisesine yönelecekse, ortaokulda imam hatip lisesi müfredatına uygun derslerden (Kuran, hadis, tefsir, fıkıh, kelam) oluşan program paketini seçmek zorundadır. Çocuğa, “Ben yalnız Kuran dersini seçeceğim” deme hakkı tanınmamıştır. Öte yandan, seçmeli ders programı adı altında, öğrencilere kendi müfredatı yanında meslek lisesi, teknik lise, imam hatip lisesi müfredatı da uygulanacaktır. Ortaokulda imam hatip lisesi ders programının uygulanması, çocuğun düşünce yapısını biçimlendirecek, dünyaya din penceresinden bakmasını sağlayacaktır. Seçmeli derslerin imam hatipler yönünden “yönlendirme” özelliği olamaz. Çocuklar doğrudan bu eğitimin içine çekilmektedir. Üstelik ortaokulda öğrenciler, anayasa gereği bir yandan zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi derslerini görürken, bir yandan seçmeli imam hatip müfredat program paketini almak zorunda kalacaklardır. Böylece, ilköğretime başlama yaşının 5 olduğu dikkate alınırsa, din eksenli eğitime katılma yaşı 9’a çekilecek; imam hatiplerin anayasaya aykırı biçimde artan okul ve öğrenci sayısında daha da büyük patlamalar yaşanacaktır. Ortaokulda, imam hatip liselerine yönlendirecek Kuran ve din eksenli seçmeli derslerin sağlayacağı bir diğer sonuç da, kız çocuklarının ilk 4 yıllık eğitimden sonra, 9 yaşından itibaren türbanla eğitime devam etme olanağına kavuşmaları olacaktır. Bilindiği gibi, laik eğitimin okulları olan imam hatip liselerinde önce Kuran dersleri için türbana izin verilmiş, sonra bu uygulama tüm derslere yaygınlaştırılmış ve göz yumma yöntemiyle, hukuk dolanılarak kalıcı duruma getirilmiştir. Aynı olay şimdi ortaokullarda yaşanacaktır. İşte tüm bunlara karşın, imam hatip müfredatı içinde zaten ortaokullarda okutulacakken bununla yetinilmemiş; ortaokul ve liselerde “Kuran” ve “Peygamberimizin yaşamı” açıkça ve yasayla seçmeli ders durumuna getirilmiştir. Teklif metninde, yukarıda belirttiğimiz gibi ortaokullar yönünden bunlar zaten seçmeli ders idi. Liseler yönünden ise, teklifte bulunmayan bir düzenleme yapılmış ve onlara da bu derslerin seçmeli ders olarak okutulması sağlanmıştır. Ayrıca belirtmek gerekir ki, yasada bu derslere yer verilmek suretiyle, Milli Eğitim Bakanlığı’nın ortaokullar için seçmeli ders programı yapma yetkisi, bu dersler yönünden yasayla sınırlanmıştır. Bir başka konu da, ortaokulda seçilen programa göre çocuğun lise türüne mahkum olmasıdır. Örneğin ortaokulda imam hatip müfredat programını seçen çocuğun, imam hatip lisesinden başka yerde okuma şansı yoktur. 2) İlköğretim okulları: Komisyonca Kabul edilip Genel Kurul’a gelen teklif metninde, “İlköğretim kurumları; dört yıl süreli ve zorunlu ilkokullar ile dört yıl süreli, zorunlu ve farklı programlar arasında tercihe imkân veren ortaokullardan oluşur” düzenlemesi bulunurken, bu tümceye bir de imam hatip ortaokulları eklenmiştir. Metne göre, zaten ortaokullar isteyenler için seçmeli ders program paketleriyle imam hatip ortaokullarına dönüştürülecek iken, bununla yetinilmemiş, imam hatip ortaokullarının yeniden açılmasına olanak sağlanmıştır. Böylece bir yandan imam hatip müfredatını seçmeli ders olarak alanlar için genel liseler imam hatip ortaokuluna dönüşecek, öte yandan da imam hatip ortaokulları resmen açılacaktır. 3) Birleşik okullar açılması: Komisyon’ca kabul edilip Genel Kurul gündemine alınan metinde, (m. 3 ve 8) ilköğretim kurumları olan “ilkokul ve ortaokulun bağımsız kurumlar olarak açılmasının” esas olduğu belirtildikten sonra bunun istisnasına da yer verilmiştir. Kurala istisna getiren düzenlemeye göre, “ortaokullar, ilkokullarla veya liselerle birlikte kurulabilecek”tir. Bu kurala ve Genel Kurul’da kabul edilen değişikliğe göre, ilkokul ile ortaokul ya da imam hatip ortaokulu; ortaokul ya da imam hatip ortaokulu ile lise aynı çatı altında, aynı binada bulunabilecektir. Teklif’te, yalnızca ilkokul ve ortaokulların bir arada bulunabileceği belirtilmiş iken; Komisyon, ortaokullar ile liselerin de, aynı binada bir arada eğitim vermesini kabul etmiş, düzenlemeyi buna göre değiştirmiştir. Şimdi buna bir de imam hatip ortaokulları eklenmiştir. Burada belirtilebilecek ilk husus, ilkokul ile ortaokulların bir arada bulunmasının gerekçeyle çeliştiği gerçeğidir. Gerekçede, 8 yıl süreli kesintisiz eğitim eleştirilirken, ilkokul öğrencisi ile ergenlik çağına gelmiş ortaokul öğrencilerinin bir arada bulunmalarının sakıncasından söz edilmiştir. Böyle olmasına karşın, gerekçeye TBMM Milli Eğitim Komisyonu da inanmamış olmalı ki, yeniden ilkokul ve ortaokulların bir çatı altında bulunmasına izin verilmiştir. Aslında bu bilinçli bir tercihtir. İlkokul öğrencilerinin imam hatip ortaokulları ya da imam hatip ders programını seçip imam hatip lisesi müfredatı gören ortaokul öğrencileriyle bir arada bulunmaları istenilmektedir. Böylece imam hatipli abi ve ablalar, birlikte okudukları ilkokul öğrencilerine rol model olacaklar ve onları en azından davranışsal olarak etkileyeceklerdir. Böylece imam hatip eğitiminin ilkokula kadar inmesi sağlanmış olacaktır. Aynı yorum, birlikte eğitim gören ortaokul/imam hatip ortaokulu ve lise öğrencileri yönünden de yapılabilir. Bülent Serim (YÖK eski Üyesi)
  11. LAİK EĞİTİMDEN DİNCİ EĞİTİME... Laik eğitimden dinci eğitime geçişe ilişkin yasa teklifi, TBMM Genel Kurulu’nun bugünkü toplasında kabul edilerek yasalaşmıştır. Muhalefetin, eğitimcilerin, eğitimle ilgili demokratik toplum örgütlerinin, sendikaların, kamuoyunun, ailelerin hiçbir eleştirisi dikkate alınmazken, AKP’li milletvekillerinin önerileriyle metinde kimi “vurucu” değişiklikler yapılmıştır. Yapılan değişikliğe göre, ilköğretim kurumları, “4 yıllık zorunlu ilkokullar, 4 yıllık zorunlu ve farklı programlar arasında tercihe imkan veren ortaokullar ile imam-hatip ortaokulları”ndan oluşacaktır. Bir başka değişiklik de, seçmeli derslerle ilgili olarak yapılmıştır. Değişikliğe göre, ortaokul ve liselerde, “Kur'an-ı Kerim” ve “Hz. Peygamberimizin hayatı”, isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulacaktır. Komisyondan geçip Genel Kurul’a gelen metne bakıldığında, zaten bu söylenenlerin örtülü biçimde düzenlemeler arasında bulunduğu görülecektir. Artık, ulaşılan noktada öylesine kontrolsüz ve engelsiz bir güç durumuna gelindiği görülmüştür ki, örtülüden de vazgeçilmiş, laik eğitimi ortadan kaldırmak, 28 Şubat’tan değil, Atatürkçü Düşünce Sistemi’nden ve onun eseri olan Öğretim Birliği Yasası’ndan rövanşı almak için son hamlenin yapılmasında hiçbir sakınca görülmemiştir. Bakınız, Genel Kurul’da değişiklik yapılmadan önce yasa teklifindeki öngörüler nasıldı! Bülent Serim (YÖK eski Üyesi)
  12. LAİK EĞİTİMDEN DİNCİ EĞİTİME (4) 3) Kesintili eğitime geçilmektedir: Kesintisiz temel eğitimden kesintili eğitime geçilmektedir. Kesintisiz eğitim bir program bütünlüğü içinde başlayıp bittiği için çağdaş ülkelerde her zaman tercih edilen bir sistemdir. Kesintisiz eğitim sisteminde temel bilimsel bilgilerin bütünlük içinde çocuklara verilmesi sağlanmaktadır. Oysa kesintili eğitim sisteminde, ilkokul, ortaokul ve lisede ayrı programlar uygulanarak temel eğitimde bütünlük sağlanamayacaktır. Kesintili eğitim, birbirinden bağımsız eğitim kademelerinde okuyan öğrencilerin farklı edinimler kazanması anlamına gelmektedir ki, bu “zorunlu eğitim” kavramıyla bağdaşmamaktadır. Çünkü eğitim, kişinin yaşamsal konularla ilgili olarak bilgilendirilmesine yönelik “bilişsel”, hareket ve el-kol becerileri kazanmasına yönelik “devinimsel” ve güzel duygular edinmesine yönelik “duyuşsal” hedefleri olan etkinliklerden oluşmaktadır. Zorunlu temel eğitim süresi bu hedefler gözetilerek saptanmalı, mutlaka örgün eğitim yöntemiyle, kesintisiz verilmeli ve devlet tarafından parasız sunulmalıdır. Kesintili eğitim, özellikle sosyo-ekonomik durumları kısıtlı, yoksul ve dar gelirli, kırsal kesimde yaşayan ailelerin kız çocuklarının okullaşma oranını olumsuz etkileyecektir. Aslında istenen de budur. Çünkü, amaç ortaokulda çocukları seçmeli derslerle mesleki eğitime ve imam hatip liselerine yönlendirmektir. Böylece meslek liselerinin ve imam hatip liselerinin alt yapısı daha ortaokulda oluşturulacaktır. Kesintili eğitimin amacını ve hedefini en iyi açıklayan da yine Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer olmuştur: “Zorunlu eğitimi 12 yıla çıkarıp kesintili hale getirmek, sistemi daha esnek bir yapıya kavuşturmak bize bir fırsat verecek. Herkese kendi isteğine bağlı, kendi kabiliyetlerine uygun ve kendi hayallerini gerçekleştirebilecekleri eğitim imkanlarını sunalım. Herkes kendi tercihini kendisi yapsın. Dindar insanların da tercih yapma hakkı var. Bir vatandaşımız çocuğunun hafız olarak ya da İslam ahlakıyla yetişmesini, ona dini bilgileri öğretmek istiyorsa herkese sunduğumuz fırsatı ona da sunabilmeliyiz.” 4) Okulöncesi eğitim zorunlu temel eğitim kapsamına alınmamıştır: Okul öncesi eğitimin zorunlu eğitim-öğretim kapsamında yer almamasını onaylamak olanaksızdır. AB ülkelerinde bu eğitime çok önem verilmektedir. Bu ülkelerde okul öncesi “okullaşma” oranı % 90’dır. Çünkü bir yıl okul öncesi eğitimin çocuğun zeka yaşında gelişmeye neden olduğu bilimsel araştırmalarla ortaya konulmuştur. Bu araştırmalara göre, 1 yıl okul öncesi eğitim gören çocukların zeka yaşı, ilkokul ve sonrasında, bu eğitimi görmeyene göre 2 yıl öne geçmektedir. Ayrıca bu gibiler eğitime de bir yıl erken başlamış olmaktadırlar. Türkiye’de, bugüne kadarki uygulamalarla, bu konuya özen gösterilmesi sonucu, okul öncesi okullaşma oranı % 30’a kadar çıkarılmıştır. 71 ilde 1 yıl süreli okul öncesi eğitim uygulaması zorunlu duruma getirilmiştir. Kişiliğin gelişiminde önemli yeri olan okul öncesi eğitimin 1 yıl değil 2 yıl olması gereği, önceki Milli Eğitim Şuralarında sıklıkla dile getirilen konu olmuştur. Bakanlar Kurulu kararıyla Kalkınma Planı’nın gereği olarak kabul edilen 2012 Yılı Programında okulöncesi eğitimle ilgili şu satırlar yer almaktadır: “… eğitimin ileri kademelerindeki başarıya olumlu etkisinin olduğu bilinen okulöncesi eğitimde farkındalığın artırılması ihtiyacı önemini korumaktadır. 60-72 ay arasındaki çocukların zorunlu temel eğitim kapsamına alınması amacıyla başlatılan okul öncesi eğitimin yaygınlaştırılması uygulaması 2011-2012 eğitim öğretim döneminden itibaren 71 ili kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Okul öncesi eğitime erişimde bölgeler arası farklılıklar halen belirgin düzeydedir…” Hükümetçe kabul edilen bu Program’da üç önemli saptama bulunmaktadır: - Okul öncesi eğitimin, sonraki eğitim kademelerindeki başarıya olumlu katkısı vardır. - 60-72 ay, çocuklar için, ilköğretim değil, okul öncesi eğitim çağıdır. - Okul öncesi eğitim yaygınlaştırılmalıdır. Bu amaçla yapılan uygulama 2011-2012 yılında 71 ili kapsayacak biçimde genişletilmiştir. Hükümetin daha birkaç ay önce kabul ettiği, altyapısı bu kadar hazır olan okul öncesi eğitimin zorunlu eğitim kapsamına alınmamasının nedeni ne olabilir? Bizim aklımıza, “Acaba Kuran kursları olabilir mi?” diye gelmektedir. Bilindiği gibi Kuran kurslarına devamda yaş sınırı kaldırılmıştır. Okul öncesi eğitim zorunlu eğitim kapsamına alınarak, Kuran kursuna giden çocukların önünün kesilmesi istenmemiştir. Çocukların ilkokula kadar Kuran kurslarına katılmalarına olanak yaratılmıştır. Yine bu programda 60-72 ay arası çocuklar için okul öncesi eğitim çağı kabul edilmişken, Komisyonda bu ayların ilkokula başlama olarak benimsenmesinin, iyi niyetle bağdaşır bir yanı olabilir mi?
  13. GeceKuşu

    AYKIRI SORULAR

    Tokat Milletvekili Orhan Düzgün, 30 Mart 1972 yılında öldürülen Mahir Çayan ve arkadaşlarını, katledişlerinin 40. yılında bir önergeyle gündeme taşıyıp. "Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ömer Ayna" İsimlerinin Bakanlar Kurulunun uygun göreceği bazı kamusal alanlara verilmesi için kanun teklifi vermiş... *** Boşuna kanun teklifi vermiş adı geçen millet vekili... Onların ismini kamusal alana vermeye hiçbir AKP'linin yüreği yetmez! AKP iktidarı, onlar için sadece seçim öncesi sahte gözyaşı döker! Ateist, komünist veya anarşist ve anti emperyalist insanların adını kamusal alanlara verirler mi hiç? Onların bu duruşu kendi gençlerine kötü örnek oluyor diye isimlerini bile anmak istemezler. Sorun bakalım AKP'ye oy veren % 50'liye, Mahir ve arkadaşları hakkında Recep Bey'in söylediklerinin haricinde zerre kadar bilgileri var mı? Arkadaşlarının asılmasını engellemek için İsrail Konsolosunu kaçırdıklarından bir tanesinin ile haberi var mı? AKP oydaşları, İsrail Devleti'ne "one munit" dersen, İsrail'e karşı zafer elde etmiş sayıyorlar. Oysa Mahir'ler İsrail devletinin konsolosunu öldürdükleri için top yekün katledildiler. Bunu asla bilmezler. Onların ismini kamusal alana vermeye hiçbir AKP'linin yüreği yetmez!
  14. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idamlarını engellemek için Ünye'deki NATO üssünün yabancı görevlilerini kaçıran THKP/C lideri Mahir Çayan ile aralarında THKO'luların da bulunduğu 10 devrimci, saklandıkları köy evinde rehinelerle birlikte 31 Mart 1972'de öldürülmüştü. Olaydan sağ kurtulan tek kişi olan Ertuğrul Kürkçü, 39 yıl sonra meclise milletvekili olarak geldiğinde, o 10 arkadaşını, yakasındaki ‘10 karanfil’ rozetiyle anımsattı: Mahir Çayan, Hüdai Arıkan, Cihan Alptekin, Nihat Yılmaz, Ertan Sarıhan, Ahmet Atasoy, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna ve Saffet Alp’ti. Peki bu fikir nasıl oluştu? Fikir henüz seçim listeleri bile hazırlanmamışken kurulan bir hayalin ürünü. Gazeteci Burak Cop’un, ‘Nasıl hayal ediyorum biliyor musun, meclise çıkmışsın, Kızıldere’nin 10 karanfilini kürsüye bırakmışsın” sözleri Kürkçü’ye ilham olmuş: “Henüz aday olup olmayacağımı bilmiyordum, Burak’ın dediğini duyunca bir şimşek çaktı, bu fikri aklıma yazdım.” Adaylık kesinleştiğinde kampanyanın afişlerini hazırlayan Yılmaz Aysan’a konuyu açan Kürkçü’ye, bu işi tasarlaması için Ela Cindoruk’u önermiş Aysan. Cindoruk ise “20’li yaşlarda, tertemiz, parlak geleceklerini bir kenara koyarak hayatlarını bu mücadeleye adamış ve öldürülmüş 10 gencin duygularını nasıl yansıtırım” sorusu üzerine yoğunlaşmış. Karanfil desenleri üzerinde çalışmaya başlayan Cindoruk, bir iki deneme sonunda cenazelere bırakılan karanfilleri de inceleyerek son forma ulaşmış. Törenin ardından çok talep gelmiş ama Aysan, bu rozetten başka yapılmayacağının altını çiziyor.
  15. GeceKuşu

    DÖRT+ÖRT+RT

    Sinemaya götürse halası, kırk soru sorarsın annesi: “Hangi sinema?..” “Film nasıl?..” “Kaçta biter?..” “Elini bırakma halası...” Ama çocukların nasıl bir yaşama götürüldüğünü belirleyecek 4+4+4 diye kıyamet kopuyor meydanlarda... Sormuyorsun anne... * Halıya düştüğünde... Dolabın arkasına saklandığında... Kapının önüne çıktığında diyelim... Arkasından camdan bağırdığında kırk mahalle duvar: “Ceeeeeemmmmm...” İmam çocuğun yaşamını değiştiriyor... Eğitimini kendine göre yeniden düzenliyor... Sanki “gâvur” çocuğuymuş gibi, onu “dindar nesil” yapacağını söylüyor... Hangi karanlık sokakta kaybolmak tehlikesi bekliyor çocuğu?.. Ama annesi, sessizsin... * Medeni dünyanın neresinde daha 5 yaşında oyunlarından koparıp annesinin elinden alsalardı çocuğunu... Ya da dünyanın neresinde; çocuğunun 8 yıllık temel eğitimini 4 yıla indirselerdi... Cin tuzaklar kursalardı bebeğine... Bir milyon anne meydandaydı... Dünyanın neresinde olsaydı... Beşikler, çocuk arabaları çoktan bırakılmıştı TBMM’nin önüne... Bebeklerine söyledikleri ninnileri söyleyeceklerdi meydanlarda... Ve kimse durduramayacaktı anneleri... Çünkü anne olmak öyle bir şey... Ama anneye “4+4+4 nedir?” diye sor istersen... Bihaber... * İşte... Sadece yiğit KESK emekçileri oradaydı, alnı öpülesi... Ve bir avuç eli öpülesi yürekli Eğitim-Sen’li öğretmen sadece... Polisin copu, gazı, boyalı suyu, saldırısı, dayağı, tekmesi karşısında çocukların geleceğini vermek istemediler... O kadar... Anneler, babalar ise yoktu... * Dün saydım: Çocuk, öğrenci, eğitim, anne, okul, zart, zurt ile ilgili tam 1300 dernek ve vakıf var... Çocuk sevgisini malzeme yapmış yonta yonta gidiyorlar bir bakıma... “Fon dağıtılacak” deselerdi, hepsini meydanda görecektiniz... Utanmadan... Ama bir ulusun tüm çocuklarının geleceği saptırılıyor, onlar da gözükmediler... * Ama anne, önce sen... Sen neredeydin?.. Son birkaç günde neler oldu bir bilsen... * Çocuklar sorduğunda şöyle dersin artık: “Leylek getirdi, imam götürdü...”
  16. Yazıklar olsun! “Fransa okullarında türbanlı eğitim isteği” üzerine Fransa Cumhurbaşkanı Sn. Jaques CHİRAC’ın soruna ilişkin yaptığı laiklik vurgusu, Türk siyaset ve eğitim adamları için eşsiz bir kaynak niteliğindedir: “... okulu kesinlikle korumalıyız. Okul paylaştığımız değerlerin –geleceğe- taşınmasında ve kazanılmasında en baştadır. (...) yarının yurttaşlarının eleştiri, diyalog ve özgürlük yönünde biçimlendiği, form elde ettiği ortamdır okul. Orada, onlara kendi kaderlerini çizmek ve açmak üzere anahtarlar verilir. (...) Okul bir cumhuriyet tapınağıdır; öğrenmenin ve değer kazanmanın önündeki eşitliği, tüm eğitim-öğretimde ve sporda, erkek ve kızlar arasındaki eşitliği korumak için onu savunmak zorundayız.” (17.12.2004, Elizi Sarayı) Değerli yazar Özdemir İnce 23 Aralık 2004 tarihli Hürriyet Gazetesinde, Fransa’daki türban krizini incelediği yazısında “Gördüğüm şu” diyor: “Belki her şeyle dalga geçen Fransız, ‘Cumhuriyet’ derken gurur ve onur duyuyor. Cumhuriyet, ‘Laiklik’ temeli üzerine oturmuş, laiklikte ‘okul’un temelleri üzerine... İrtica ‘okul’a dokunduğu, ‘okul’un düzenini bozmaya kalkıştığı için ‘Bütün Fransa’ ayağa kalktı.” Bizim duyarlılığımız da budur: ‘Okul’un işlevi nedir: Okul, alabildiğine dinselleşen, dinsel çelişkileri derinleştiren ve yeni çelişkiler üreten bir kurum mu olmalı; yoksa yerel kültürümüzün evrensel insanlık değerleriyle harmanlandığı ve çocuklarımıza sunulduğu bilim ve ilim yuvası mı? Anayasamızda; “Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” denilmektedir. O halde din (mezhep) öğretimi neden zorunludur?.. Yanıtı, 2000 yılı adli yıl açış konuşmasında, Sn. Sami Selçuk veriyor: “... Ülkemizde cumhuriyetle birlikte Halifelik kaldırılmıştır. Şer’iye ve Evkaf Vekaleti ise görünüşte kaldırılmış, aslında DİB adıyla bir bakana bağlanarak devlet örgütü içine alınmıştır. Örgütün dini İslam, mezhebi Sünni’dir. Devlet, bu din ve mezhebin okullarını açmıştır. DİB ve din okullarının finansmanı devlete aittir. Resmi okullarda din dersi okutulması zorunludur. (...) Bir din ve mezhebin örgütünü devlet birimi içine alarak anayasal düzeyde güvenceye bağlayan ve laikliğin gerçekleşmesini güçleştiren, din ve mezhebin okullarını açan, finansmanını sağlayan bir devletin dini-mezhebi vardır; bir dini-mezhebi kayırmış, örtülü olarak benimsemiştir. Böyle bir devlet teokratiktir.” Sonuç: Biz, siyasallaşan ve çıkar aracı haline gelen dinin devlete egemen olduğu her ülkede kaos ve istikrarsızlığın nedeni olduğunu görüyor, yaşıyor, karşı duruyor, bedel ödüyoruz. Bu bakımdan artık herkes bu hükümeti, karşı devrim çabalarını, yanılgıları sorgulamalıdır. Dini siyasallaştıran, eğitimi dinselleştiren ve Sünni-İslam’ı insanlığın tek-mutlak dini kabul eden; farklılık, çoğulculuk ve hoşgörüye kapanan ve kendisini çağdışı kalmaya mahkum eden devletin geleceği, kargaşa ve sefilliktir!.. AKP ve onun tescilli kuyruğu olan MHP yöneticilerine soralım: İçine girmek istediğimiz kıta Avrupa’sının, tam yüz yıl mezhep savaşlarıyla bitip tükendiğini, yüz milyonlarca insanın “benim mezhebim seninkinden makbuldür ya da Katolik, Protestan, Ortodoks daha iyidir” diyerek birbirlerini boğazladığını? Ve ancak laik devlet sayesinde huzur bulduğunu, varsıllaşıp zenginleştiğini; daha sonra biz Müslümanları işçi, çöpçü, aşçı, bulaşıkçı ve hizmetçi olarak kullandığını? Biliyor muydunuz? Murtaza DEMİR
  17. Şer-i devlete bir adım… Şer-i kuralların ülkeme egemen olması durumunda, “şeriatın ilk hedefi Alevi, ateist, Musevi, Hıristiyan vb. gruplardır ve bu nedenle de söz konusu gruplar laikliğe daha duyarlıdır” diyebiliriz. Fakat bu durum, çoğunluktan farklı inananların ortadan kaldırılmalarından sonra, sıranın egemen çoğunluk içindeki çağdaş-laik kesimlere, hatta üç kuruşluk dünyalık için kendilerini iktidara pazarlayan liberallere gelmesi engellemez. Bunun en yakın ve bilinen örneği İran’dır. Şah Rıza Pehlevi monarşisinin kovularak, mollaların İran’a egemen olmasında, komünist Tudeh Partisi’nin büyük katkıları olmuş, sonrasında parti üyelerinin tamamı hem yönetimden, hem de ülkeden tasfiye edilmiş, birçoğu da öldürülmüştür. Böyle baktığımızda laikliğin “olsa da olur, olmasa da” diyebileceğimiz bir fantezi değil, aksine gayet ciddiye alınması gereken, çağdaşlığın “olmazsa olmazı” durumunda olan bir kavram olduğunu kolaylıkla anlarız. Laiklik, kurum ve kuralları denenmiş, oturmuş ve netleşmiş bir kavramdır. İkide birde üzerinde oynamaya, orasını burasını budamaya, yeni tarifler üretmeye müsait olmadığı gibi, tekrar tanımlanmaya muhtaç, ya da müsait olan bir kavram değildir. Diğer yandan bir yaşama kültürüdür: yasa zoruyla, dikte edilerek, istendiğinde hemen yarın yaşama geçirilmesi mümkün olabilecek bir kuram da değildir. Laiklik, hurafe ve doğmanın yerine bilimi önerir. Bu yanıyla feodalitenin tasfiyesine kapı aralar; eşitliği, özgürlüğü, karşılıklı saygı içinde, barışı ve bir arada yaşama haklarını getirir. Kurumlaşması hem eğitim ve emek, hem zaman, hem de ekonomik özgürlük-yeterlilik gerektirir. Laikliğin Türkiye’deki sancısı ve kurumlaşamamasındaki temel etkenin, feodal direncin aşılamaması olduğu kadar, ekonomik refahın sağlanamaması da, en az feodal direnç kadar etkilidir. Bu yüzden çağdaşlık karşıtı AKP, laikliği tasfiye etmiş, medrese eğitimine yönelmiştir… Kimi siyasi akımların “özgürlükçü laiklik, ya da inançlara saygılı laiklik” gibi tez ve söylemlerinin, uygulanabilirlik yönünden ve evrensel laiklik bakımından hiçbir değeri yoktur. Şu ülke ya da dine göre değiştirilmesi, formüle edilmesi olanağı da yoktur. Dinin toplumsal ve siyasal hayatı yönlendirmesine, devleti yönetme istemlerine set çeker; devleti, toplumu ve kendi varlık nedenlerini esirger. Laiklik vardır ya da yoktur. Varsa, kurallarıyla vardır: kurallarını koyar, kendini korur ve yozlaşmaya katiyen izin vermez. Bu kurallardan biri, dinin okula, eğitime ve kamuya sızma talebi ve temayülü karşısındaki tutumudur. Yönetim erki olarak, din ve devletin alanlarını ayırmakta zafiyet gösterir, kurallarına ve kurumsallığına uygun davranmazsanız, laiklik sizi terk eder ve sizi, dininizle baş başa bırakır. Laiklik bizim ikiyüzlülüğümüze daha fazla dayanamamış ve bizi terk etmiştir. Dinsel fanatizmi katliam düzeyinde yaşayan bir kurumun mensupları olarak, okulu mutlaka korumalı, imkan sağlamalı ve ülkemiz için en iyi sistemi istemeliydik. Bunu yapamadık, kazanımlarımızı koruyamadık…
  18. “Din, mezhep, Kuran, imam, hatip” eğitiminin, temel eğitim müfredatına alınmasıyla birlikte, Türk devleti artık laik devlet olmaktan çıkmış, “rövanşistler” karşıdevrimi gerçekleştirmiştir. Çıkarılan yasanın, Türkçe açılımı budur… “cne girmiyor” notu, siciline yazılacak, damgayı yiyecek ve ömür boyu o damgayla yaşamaya mahkum olacaksın! Arkanı döndüğünde; “seni Kızılbaş, Alevi, dinsiz seni!” denilecek; bu negatif sicili ömür boyu taşıyacak, “öteki” olacak, hakarete uğrayacak, görevde, terfide, bürokraside sürekli karşılaşacaksın… Din-inanç, hiçbir ülkede bu kadar ayağa düşmedi, bu denli kullanılmadı; ucuzlatılmadı, çirkinleştirilmedi, itici olmadı… Hiçbir “dış mihrak” bu ülkeye bu kadar kıymadı, toplumu bölemedi, kötülük edemedi… Çıkarın, siyasetin, mevki-makamın, zenginliğin aracı yapılmadı… Bunu AKP ve kendilerini “milliyetçi” sayan MHP başardı… Bin kere yazıklar olsun… Kuran öğrenilmesin mi, isteyenler dinini öğrenmesin mi? Elbette öğrensinler; zaten öğreniliyor, öğretiliyor; hem de onbinlercesine… Ama bu eğitim-öğretim kendi özel okullarında ve alanlarında olmalı… Eğitimi, çocuklarımızı, ülkemizi, birliğimizi tehdit edecek noktaya getirilmemeliydi… Türkiye, artık muasır medeniyeti hedef alan Atatürk Türkiye’si olmaktan çıkmıştır. Derviş Mehmet’ler, Saidi Nursi’ler, Tayyipler ve Fetullahlar özlediği-istediği karşıdevrimi gerçekleştirmiş, cumhuriyet devrimlerine karşı girdikleri savaşımı kazanmışlardır. Anayasanın temeli olan laikliğin lafzı bunca ağırlıklı olarak orada dururken; Kuran Eğitimi, Diyanet, Kuran Kursu, İmam Okulu ve de Zorunlu Sünni Dersleri, medrese tedrisatı uygulamaya konulurken, kalkıp Türkiye’nin halen “laik” bir devlet olduğunu söylemek ayıptır, sahtekarlıktır, iki yüzlülüktür! Bir Alevi yurttaş olarak bana göre laiklik; özgür, müdahalesiz, aşağılanmadan, horlanmadan, eşitsizliğe tabi tutulmadan yaşamamı sağlayan en temel kavramdır. Bu ilke, çağdaş Türkiye tasavvuru için yaşamsaldır. Laik birey olmadan laik devletin olmayacağını, laik devlete sahip olmadan da ülkemde huzur içinde yaşayamayacağımı, tarihe, teolojiye yaşadıklarıma bakarak görüyor, inanıyorum. Laikliğin, özellikle de çoğunluktan farklı olan guruplar için yaşamsal değere sahip olduğunun farkındayım. O halde evrensel laiklik, bireylerin inançlarını ve inançsızlıklarını en özgür şekilde yaşamalarının teminatı olduğu kadar, çoğulculuğun, toleransın, karşılıklı saygı-sevginin ve bir arada yaşamanın da çimentosudur, teminatıdır. Laiklik; birey olmanın, anayasal yurttaşlığın, çağdaş yaşamın, erdemli insan olmanın kaçınılmaz bir gereksinimiyse ki, elbette öyledir: o halde laikliğin “Aleviler, Sünniler, inançsızlar vb. için” kategorize edilmesinin, siyaseten ve ilke olarak doğru olmayacağını da ilave etmek isterim. Zira laiklik, bu kavramı kararlılıkla savunan ve yaşayan bir Sünni aydın bakımından da en az Aleviler kadar değerli ve yaşamsaldır. Bu durumda laikliğin farkına varmak ve değerini bilmek için birinci koşul “Alevi olmak değil, aydın olmaktır” diyebiliriz. O halde, emperyalistlerin güdümündeki AKP’nin ülkemizi sürüklediği bu noktada Aleviler bakımından temel ayırım ve siyasal tercih noktası, Alevi-Sünni, Kürt-Türk ya da sağcı-solcu değil; demokrasi, laiklik ve evrensel insan haklarını herkes için isteyenlerle, ona karşı olanlar arasında olmalıdır.
  19. İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından başarı ile yürütülen okul sütü projesinin Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı yönetiminde ülkeye yayılması kararı verildi. Bakanlar Kurulu kararı 25 Mart 2012 tarihli Resmi Gazetede yayınlandı. Ana sınıfından ilkokul beşinci sınıfa kadar öğrencilere uzun ömürlü denilen kutu sütler dağıtılacak. Kararın amacı öğrencilerde dengeli beslenmenin ve süt üretiminde istikrarın sağlanması olarak belirtildi. İzmir’de belediye öğrencilere süt dağıtımı projesini 2005 yılından bu yana uyguluyor ve İzmir’de bu yıl yararlanan öğrenci sayısı 207 bine ulaştı. İzmir deneyimi süt üreticisi köylülerin de bu uygulamadan yararlandığını göstermektedir. Bu projenin bütün Türkiye’ye yaygınlaştırılması kararı iyi olmuştur. Ancak bu uygulamanın nasıl yapılacağı da çok önemlidir. Elde edilmek istenilen hedefler şöyle olmalıdır: 1. Çocukların iyi beslenmesi, süt içme alışkanlığı edinmeleri (Bakanlar Kurulu kararında açıklanan ilk amaç bunu ifade etmektedir) 2. Süt üreticilerinin adil bir fiyat elde etmeleri (Kararda bu amaç dile getirilmiyor, ancak üretimde istikrardan söz ediliyor) 3. Tüketicilerin de makul fiyattan süt alabilmeleri (Kararda bundan hiç söz edilmiyor) İzmir Büyükşehir Belediyesi dağıttığı sütleri Tire Süt Kooperatifinden almaktadır. Böylelikle süt tekellerinin etkisi bir ölçüde sınırlandırılmıştır. Türkiye çapında uygulamada sütler şirketlerden alınacaktır. Ülkemizde süt sektöründe büyük bir tekelleşme söz konusudur. Sütte çiftçinin eline geçen fiyat 70-80 kuruş iken (ki yazın bu 50 kuruş gibi çok düşük bir düzeyde idi) tüketici sütü 2-2,50 TL. düzeyinde hatta 3 TL’nın üzerinde alabilmektedir. Süt ve ürünleri üreten büyük şirketler birbirleri ile çok iyi anlaşmakta, nereden hangi fiyattan, kimin süt alacağını saptayabilmektedirler. Şirketler birbirlerinin ambalajlarına sahiptir ve istenildiğinde birbirleri için üretim yapabilmektedirler. Okul sütü projesinde sütler büyük tekellerden alındığı takdirde bu elde edilecek yarardan büyük ölçüde bunlar yararlanacaktır. Hâlbuki yapılması gereken üretici eline geçen fiyatı arttırırken, tüketicinin de daha az fiyat ödemesini sağlamaktır. Çiftçinin eline geçen süt fiyatı 50 kuruşa düştüğünde marketlerde satılan süt fiyatları düşmemiştir. Önerimiz Bakanlığın sütleri kooperatiflerden ve köylülerden almasıdır. Böyle yapılırsa kooperatifler gelişecek ve yatırımları ile çiğ sütü büyük şirketlere devretmekten çıkıp tüketiciye dönük sağlıklı ürünler üretebilir hale geleceklerdir. Bu durumda uzun erimde tekellerin hegemonya etkisi kırılacak ve bu hem çiftçi hem de tüketici için iyi olacaktır. Dağıtılacak olan sütlerin sadece uzun ömürlü kutu sütü olması da eleştirilebilir. Uzun ömürlü süt pastörize süte oranla daha değersiz ve lezzetsizdir. Çocuklar üç dört yıl kutu sütlerini içerlerse artık pastörize veya çiğ sütten kaynatılmış sütler onlara itici gelecektir. Böylelikle uzun ömürlü kutu sütlerinin hegemonyası pekişecektir. En azından büyük tüketim merkezlerinde pastörize süt sağlanabilirdi. Denilecektir ki köylere ve küçük ilçelere pastörize süt ulaştırmak ekonomik olmayacaktır. Sanırım köylere uzun ömürlü veya pastörize süt ulaştırmak gibi bir zorunluluk olmamalıdır. Süt deyince aklımıza sadece uzun ömürlü süt gelmesi ve çiğ sütün aşağılanmasının sonuçları kötü olmuştur. Köy ve süt sözcüklerinin bu kadar birbirinden uzak kabul edilmesi acı bir durumdur. Ne yazık ki birçok köyde inek sayısı biri ikiyi geçmemektedir. Çünkü süt üretmek ve satmak köylü için artık çoğu yerde kârlı olmuyor. Bu durumu tersine çevirmek için bazı köylerde veya kasabalarda süt doğrudan köylüden alınamaz mı? Bu bir şekilde kaynatılarak öğrencilere ulaştırılabilir. Böylelikle süt üretmek tekrar birçok noktada teşvik edilmiş olacaktır. Bu çözüm buralara kutu sütü ulaştırmaktan da daha ekonomik olacaktır. Kısa vadede kooperatiflerden yeterli ürün bulunamayabilir. İstenirse kooperatiflere yatırım için destek verilerek bu bir iki yılda sağlanabilir. Sütte uygulanan politikalardan bugüne kadar daha çok tekeller yararlanmıştır. Artık buna bir son verme zamanı gelmedi mi? Öğrencilere süt sağlamak çok iyi, ancak bu tekelleri ve onların lezzetsiz uzun ömürlü sütlerini destekleyerek olmamalı. Prof. Dr. Tayfun Özkaya Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi- Tarım Ekonomisi Bölümü
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.