Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

GeceKuşu

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

GeceKuşu tarafından postalanan herşey

  1. Siz Akp'nin Zorunlu Eğitimin Kesintili olarak değiştirilmesi üzerine ne düşünüyorsunuz?
  2. AKP Hükümetinin zorunlu eğitimin 12 yıla çıkartılmasını, ancak 4+4+4 olarak kademeli bir şekilde bölünmesini öngören kanun teklifine sert eleştiriler gelmeye devam ediyor. Hürriyet Gazetesi yazarı Sedat Ergin, Vatan Gazetesi yazarı Güngör Mengi ve Milliyet Gazetesi yazarı Abbas Güçlü bugün köşelerinde yasa teklifini eleştirdiler. Sedat Ergin “Özellikle 10 yaşından sonra ikinci kademede açık öğretime kapının aralanması, bazı ailelerin kız çocuklarını okuldan almalarının önünü açabilir” derken, Güngör Mengi, “Yapılan, imam hatiplerin orta kısımlarını kapatan 28 Şubat’tan rövanş almaktır! Dolayısıyla bu yasa teklifi, intikam operasyonlarının zaaflarıyla sakatlanmış bir projedir” dedi. Abbas Güçlü de “Ak Parti nabız yokluyor, meydanı boş bulursa, tıpkı 28 Şubat’çılar gibi bir dayatma içerisine girebilir. Ama eğer karşı bir kamuoyu oluşursa anında makul noktaya gelebilirler” diyerek kanun teklifine karşı çıkılması gerektiğini vurguladı... İşte o yazılar:
  3. CHP TÜZÜĞÜNDE SOL VURGUSU CHP yönetiminin yeni tüzük taslağında kadın kotası yüzde 33’e çıkıyor, çarşaf liste esas olarak tanımlanıyor. CHP’nin yeni tüzük taslağına son biçimi verilirken kadın kotası yüzde 33’e çıkarıldı, yüzde 10 da gençlik kotası getirildi. Seçimlerde oyunu düşüren il, ilçe örgütlerinin görevden alınması yolu açılıyor. Yeni tüzük haziran ayında toplanması planlanan “34. olağan kurultayda” yürürlüğe girecek. Türey Köse'nin Cumhuriyet'te yayımlanan haberine göre, yeni tüzük taslağındaki önemli değişiklikler şöyle: Yeni ilkeler: Tüzükte “Siyasal ilkeler ve değerler” arasına “insan hakları” “Çoğulcu ve katılımcı demokrasi değerlerine dayanan; kadın erkek eşitliğine inanan; devleti, kişilerin özgürlüklerini ve refahını sağlamaya yönelik bir hizmet aracı olarak kabul eden, çağdaş demokratik sol bir siyasal partidir” düzenlemesi ekleniyor. “Amaç” maddesine de, “Kuvvetler ayrılığına, bağımsız ve tarafsız yargıya dayanan bir hukuk devleti düzenini gerçekleştirmek”, “Her türlü ayrımcılığa ve dışlanmaya karşı mücadele etmek ve bu tür işlemlere maruz kalan kişilerle dayanışma halinde olmak”, “Bireylerin kültürel farklılıklarının zenginlik olduğunu göz önünde tutarak ve koruyarak bir arada yaşayabilecekleri ortamı ve koşulları sağlamak” gibi eklemeler yapılıyor. Aday üyelik kalkıyor: Yürürlükteki tüzükte yer alan 3 aylık aday üyelik kalkıyor. Üyelik başvurusu, izleyen ayın birinci gününden başlayarak ilçede 15 gün süreyle askıya çıkarılacak. Bu süre içinde itiraz edilmezse başvuru sahibi üye yazılacak. Üyelik için internet yoluyla ön başvuru yapılabilecek. MYK kararıyla üyelik: En tartışmalı maddelerden olan MYK kararıyla üyeliği düzenleyen 12. madde yeniden düzenlendi. Buna göre, “Başka bir parti mensubu veya bağımsız olarak TBMM üyeliği ile belediye baş­kanlığı yapmış ve yapmakta olanların; sendikalar, meslek odaları ve birlikleri başta olmak üzere, ülke genelinde örgüt­lenmiş kurum, kuruluş ve etkin sivil toplum örgütlerinin üst düzey yöneticilerinin; ülkeye önemli bilimsel, siyasal, sosyal, kültürel, sanatsal, ekonomik ve sportif hizmeti geçenlerin genel başkanca önerilen kişiler” MYK kararıyla üye olabilecek. Bu şekilde üyeliğe kabul edilenler üç ay süreyle yalnızca seçilme hakkından yararlanabilecek. İstanbul il yönetim kurulu 40 kişi: İl yönetim kurulu, nüfusu 1 milyona kadar olan illerde il başkanı ile 20 üyeden, nüfusu 1 milyon ile 2 milyon arasında olan illerde 24 üyeden, 2-4 milyon arasındaki illerde 30 üyeden, nüfusu 10 milyonu aşan illerde ise 40 üyeden oluşacak. PM 60 kişiye iniyor: PM üye sayısı 80’den 60’a indiriliyor. MYK, yine genel başkan tarafından “atanacak” ve en az 17 kişiden oluşacak. Çifte kurultaya önlem: Çifte kurultaylara önlem olarak olağanüstü kurultay istekleriyle ilgili olarak “Birden fazla çağrının bulunması halinde, genel başkan bu çağrıları birleştirebilir” düzenlemesi eklendi. Çarşaf liste esas: Kurultayda organ seçimlerinde kural çarşaf liste; ancak delegelerin onda birinin önerisi ve kurultaya katılan üyelerin salt çoğunluğuyla blok liste ile seçim yapılabilecek. Genel başkan adaylığı için delege tam sayısının en az yüzde 10’unun önerisi yeterli olacak. Yürürlükteki tüzükte bu oran yüzde 20. Başkanlık divanı öneriyi ve imza sahiplerinin adlarını okuyacak ve varsa itirazları karara bağlayacak. Başkanlık divanının “yoklama” yapması muhaliflerin tepkisine yol açtı. Baykal Onur Kurulu’nda: Partiyle üyelik bağı devam etmek kaydıyla genel başkanlık, genel başkan yardımcılığı, genel sekreterlik, TBMM Başkanlığı, başbakanlık, bakanlık ve TBMM Başkanvekilliği yapmış olanlar parti onur kurulu üyesi olacak. Cinsiyet kotası yüzde 33: Kadın ve gençlik kurultayları her yıl en az bir defa toplanacak. Partinin katıldığı milletvekili genel seçimlerinde merkez yoklaması yoluyla belirlenecek adayların belirlenmesinde, PM seçiminde il, ilçe, belde yönetim organlarının seçiminde, il genel meclisi ve belediye meclisi üyelikleri için adayların belirlenmesinde, kongre ve kurultay delegesi seçimlerinde en az yüzde 33 cinsiyet kotası uygulanacak. Önseçim öncelikli: Milletvekili adaylarının belirlenmesinde önseçim veya aday yoklaması öncelikli yöntemler olacak. Aday saptamada hangi seçim çevresinde hangi yöntemin uygulanacağına PM karar verecek. PM, önseçim veya aday yoklaması yapılan bir seçim çevresindeki aday listesinde, merkez adaylığı için yeteri kadar sıra ayırabilecek. Merkez yoklaması yöntemi uygulanarak belirlenecek adayların toplam sayısı partinin gösterdiği milletvekili adaylarının yüzde 15’inden fazla olamayacak. Gençlik kotası yüzde 10: Partinin katıldığı milletvekili genel seçimlerinde merkez yoklaması yoluyla belirlenecek adayların tespitinde, PM seçiminde il, ilçe, belde yönetim organlarının seçiminde, il genel meclisi ve belediye meclisi üyelikleri için adayların belirlenmesinde, kongre ve kurultay delegesi seçimlerinde, adaylık tarihi itibarıyla “gençlik kolları üyesi olanları kapsayacak” şekilde en az yüzde 10 gençlik kotası uygulanacak. Hazine Yardımı: Taslağa, partinin aldığı Hazine yardımının yüzde 40’ının zorunlu harcamalar, seçmen sayısı, alınan oylar ve merkezi bütçe durumu göz önünde bulundurularak il ve ilçe örgütlerine gönderilmesi eklendi. Böylece muhaliflerin isteği kabul edilmiş oldu. Parti içi eğitim: Parti içi eğitime katılma ve eğitimden yararlanma, partide yükselmenin temel koşulu olacak. Parti bütçesinin yüzde 15’inden az olmamak üzere yeterli bir kısmı genel merkez tarafından eğitim için ayrılacak. Tüzük değişimi zorlaştırılıyor: Parti programı ve tüzüğünün değiştirilmesine yönelik önerilerin kabul edilmesi için karar yeter sayısı kurultay üye tamsayısının salt çoğunluğu oluyor. Muhalifler, tüzük değişikliklerinin katılanların salt çoğunluğuyla gerçekleşmesini istiyor. Görevin boşalması: Yürürlükteki tüzükte 80 kişilik PM’nin üye sayısının 30’un altına düşmesi durumunda, PM seçimi yapılmak üzere genel başkanın 45 gün içinde kurultayı toplantıya çağırması öngörülüyor. Yeni tüzük taslağında ise “üye sayısı üye tamsayısının üçte ikisinin altına düştü­ğünde” kurultayın toplantıya çağrılması esası getiriliyor. İl ve ilçe yö­netim kurulu üyelerinin sayısı, üye tamsayısının üçte ikisinin altına inerse ya da asıl üyeliklerde aynı gün içinde yarıdan fazla boşalma olursa kurul düşecek ve MYK olağanüstü kongre yapmak üzere geçici kurul atayacak. Yürürlük ‘olağan’ kurultayda: Tüzük değişiklikleri CHP’nin 34. olağan kurultayının toplandığı gün yürürlüğe girecek. Bu kurultayın haziran ayında toplanması planlanıyor.
  4. Türkiye iki açıdan tarihinin en karanlık döneminden geçmektedir. Hakem bizzat oyuncuların içinde yer almış olarak, oyunun seyrine göre istediği anda istediği kararı verebilmekte, kararı uygulatabilmekte ve netice alabilmektedir. Bunun adına da ileri hukuk denmektedir. Hal böyle olunca doğal olarak bu hakemden korkulur, çünkü hukuk objektif kurallar manzumesi olmaktan çıkmış, onun emrine göre anında ve istendiği şekilde değiştirilerek, uygulamaya koyulabilmekte ve, maalesef, sonuç alınmaktadır. Daha vahimi, hatta korkuncu, bu duruma üniversitelerimizden, ünlü hukuk fakültelerimizden ses verilmemektedir. “Lüzum-u hacette sükût beyandır” hükmüne göre, demek ki, ilim çevrelerimiz bu uygulamayı desteklemekte ve onaylamaktadır. O zaman yapacak fazla bir şey yok! Bu durumda, sohbet alanımızı değiştirelim ve yine risksiz alan olan kriz etrafında bazı şeyleri paylaşalım. İlkin yangının kısmen kontrol altına alınmasına destek sağlayan önlem olarak ABD’de merkez bankasının (FED) milyarlarca doları krizin eşiğindeki finansal kuruluşlara vermesini tartışalım. Bu aşamada kapitalizmin ideolojik kokusunu çok net olarak algılıyoruz. ABD’de finansal kuruluşlara verilmiş olan fonlar söz konusu kurumlara borçlu konumda olan birey ya da ailelere verilmiş olsa idi, hem bireysel borçlar silinmiş hem de alacaklı finansal kuruluşların hiç değilse bir kısmı kurtarılmış olabilirdi. Bu yol tercih edilemezdi, çünkü bu yol borçlulara emek gücünün piyasadan sağladığı değişim değerinin ancak meşru gelir olabileceği ve bunun dışında bir getiri algılamasının oluşturulmaması gerektiği gibi, gelir dağılımının varolandan daha düzgün olması koşulunda krizin bu denli şiddetli olmayacağı görüşünün de ortaya çıkmaması gerekir. Bu nedenle uygulanan politika sistem ideolojisine uygundur, aksi ise sistem ideolojisi ile çatışır. Nasıl olsa büyük firmalar kurtarılmış olduğuna göre, kısa dönemde fazla telaşlanmaya da yer yoktu. Politikaların Avrupa ayağına ve daha genel politikalar bütününe bakarsak, Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz ve daha birçok ülkede genel takip edilecek yolun çok sıkı tasarruf politikalarının devreye sokularak, bütçe ve cari açık sorunlarının yaratılmaması ve varolan açıkların belirli bir dönem içinde kapatılmaya çalışılması görüşü hakimdir. Şimdi, eğer kriz piyasa sorunu nedeniyle ortaya çıkmış ise, önetilen önemler krize çare değil, tam tersi, krizi derinleştirici niteliktedir. Nitekim bu görüşler de çoğu yerde dillendirilmektedir. O zaman niçin böylesi ters önlemler önerildiği sorgulanmalıdır. Oysa bu önlemler alacaklı kurum ve kuruluşlara rant aktarımı sağladığı gibi, sıkışan piyasa ortamında marjinal sermaye dokusu da elimine edilerek güçlü dokuların hakimiyet düzeyi daha da yükselmiş olur. Krizlerle bazı ekonomilerde ortaya çıkan piyasalara kamu müdahalesi kapitalist ideologları aşırı şekilde ürkütmüş olacak ki, 21 Ocak 2012 tarihli The Economist dergisi “Devlet Kapitalizminin Yükselişi” kapak başlığı ile yayınlandı. Öyle anlaşılıyor ki, The Economist dergisinin öncülüğünde kapitalist ideologlar tarafından kamu işletmeciliği yerilmeye ve özel işletmecilik karşısında orta dönemde hezimete uğrayacağının kaçınılmaz olduğu yazılıp çizilmeye başlanacak. Trotsky’nin Sovyet Devrimi yıllarında tek ülke komünizminin başarılı olamayacağı tezini ileri sürdüğü hatırlatılarak, günümüzde de kamu iktisadi teşebbüslerinin özel işletmelerin dinamizmi ve rekabeti karşısında fazla şansları olamayacağı ima edilmektedir. Bu arada, büyük şirketlerin kriz esnasında devlet desteği almaları göz ardı edilerek kamu işletmelerinin sırtlarını devlete dayayacağı ve rant kollamacılık yapacağı, hatta, Enron ya da bilanço hileleri yaparak milyarları heba eden özel işletmelerin sahteciliği unutularak kamu işletmelerinin siyasi ve ekonomik çürümüşlüklere meydan vereceği özel vurgularla anlatılmaktadır. Yazılanlara bakılırsa, kapitalist ideologlar kamusal mülkiyetteki işletmelerin yeni teknoloji uygulamalarında ve buluş ve icatlar alanında kesinlikle özel kuruluşlardan geri kalacakları ileri sürülmektedir. Yazının ruhu, orta veya uzun vadede kamu işletmeciliğinin özel işletmecilik karşısında hezimete uğrayacağı şeklindedir. Yirmibirinci yüzyılın ilk derin krizinin içinde geçerken, geçmiş krizlerden almadığımız gibi bu krizden de ders almadan zamanı tüketmekteyiz. Kriz güçsüzleri ezerken, güçsüzler de krizi doğal afet gibi algılayarak, sistemin değirmenine su taşımaktadır. Kriz ertesinde alınan her önlem güçsüzlerin çaresizliğine çare olmadığı gibi, güçsüzleri bir kez daha çökertmeye yönelik yeni krizlerin tohumlarını taşımaktadır. Prof. Dr. İzzettin Önder 21.02.2012 Bu yazı, KIZILCIK dergisinin gelecek sayısında yayınlanacak olan metnin son kısmından alınmıştır.
  5. Yukarıdaki fotoğraflarda ne görüyorsunuz? Siz bu fotoğrafların bize ne anlattığı üzerine ne düşünüyorsunuz?
  6. Sıkıntılı bir gözlüktür bu... Mutsuz edebilir sizi... Çünkü her çantada derisi yüzülmüş bir yılan görürsünüz; Her kürkte, katledilmiş bir samur... Çoğunluk halıya bakar; siz onu dokuyan çocuk elini düşünürsünüz. Çoğunluk kot giyer, sizin aklınız onu taşlayan işçide... Anlatılan şanlı tarihe kulak asmaz, efsanenin gölgesinde kalanları merak edersiniz. Övülenden çok dövülenle ilgilenirsiniz. Zafer de, servet de başınızı döndürmez; “Ne pahasına” diye sorarsınız. Bedeli öğrendikçe çoğu şölen talan gibi gözükür gözünüze; çoğu nutuk yalan gibi... * * * Çoğunluğun görkemli bir meydan gördüğü yerde siz katledilmiş bir orman görürsünüz. Çoğunluğun kârlı bir termik santral gördüğü yerde, kurutulmuş bir ırmak... Alkışlara değil, alkışların bastırdığı çığlıkların sesine kulak verirsiniz. Sultanla değil, onun sultanlığının neye mal olduğuyla ilgilenirsiniz. İktidardan paye kapmak için dökülen iltifatlar değil, iktidara meydan okuduğu için toplatılan kitaplar çeker dikkatinizi.. Hayır, mutsuz olmazsınız bundan dolayı... Vicdan yastığında rahat uyur, mazlumların kocaman ailesinde huzurlu büyürsünüz. Böyle büyüdüğünüzde de yukarıdaki fotoğrafa bakınca cilveleşen iki kuş değil, acı çeken bir kelebek görürsünüz.
  7. Bazılarımız ise aynı fotoğrafa bakıp gagada esir düşmüş bir kelebek gördü. Yalancı bahara kanıp dolaşmaya çıkmıştı. Saatlerle sınırlı ömrünün ilk uçuşuydu bu... Birden gövdesinde korkunç bir acı hissetti. Yakalandığı gaganın mengenesinde çırpındıkça arttı acısı... Can çekişirken, bir başka gaganın kıskacına devredildi. Son nefesini, hediye edildiği kuşun boğazında verdi. *** Kelebeğin açısından bakınca, o romantik fotoğraf nasıl da işkence filmine dönüşüyor değil mi? Öyledir de üstelik!. Avcıların zafer kitabı, avların keder tarihidir. Hayata hangisinin penceresinden bakarsanız, olayları onun bakış açısından görürsünüz. Matadoru alkışlayan, boğanın acısını düşünmez. Akvaryumu, kafesi seven, balığın, kuşun esaretini tınmaz. O yüzden de; Aarenadaki boğanın, Akvaryumdaki balığın, Kafesteki kuşun, Gagadaki kelebeğin hakkını savunmak, avların yanında saf tutanlara düşer.
  8. GeceKuşu şurada bir başlık gönderdi: Güncel Konular
    Alıntıdaki fotoğraflarda ne görüyorsunuz? İnce bacaklı, sivri gagalı, rengârenk kanatlı iki arıkuşu değil mi? Göç molasında, bir ağaç dalında konaklamışlar. Erkek arıkuşu, oracıktan geçen bir kelebeği yakalayıp dişisine sunmuş. O da bu zarif ikramı alıp afiyetle midesine indirmiş.
  9. GeceKuşu şurada bir başlık gönderdi: Öykü Forumu
    İnsan Olun Yavrularım Ana karıncayla baba karınca, yavru karıncaları çevrelerine toplamışlar, onlara karıncalık dersi veriyorlardı. Baba karınca, dersinin sonunu şöyle bitirdi: - Yavrularım! Hayatta karınca olmaya çalışın! Hiçbir zaman karıncalıktan ayrılmayın. Yavrular, - Nasıl karınca olalım? Karıncalığın yolları nelerdir?., diye sordular. Baba karınca, - Kendinize bizi örnek alın, dedi. Biz ne yapıyorsak, sizler de onu yapın! Yavru karıncalar, baba karıncayla ana karıncaya baktılar. Onlar ne yapıyorlarsa öyle yaptılar. Yazdan yiyeceklerini toplayıp toprak altına yığdılar. Kışın uyudular. Zamanı gelince yumurtladılar. Baba karıncayla ana karınca, çocuklarını yine çevrelerine topladılar. Baba karınca onlara, -Yavrularım! dedi. Ben artık ölüyorum. Hepinizden memnunum. Hepiniz karınca oldunuz. Hiçbiriniz karıncalıktan ayrılmadınız. Hakkım helal olsun. Allah sizden razı olsun. *** Baba balıkla ana balık, yavru balıkları çevrelerine toplamışlar, onlara balıklık dersi veriyorlardı. Baba balık, dersinin sonunu şöyle bitirdi: -Yavrularım! Hayatta balık olmaya çalışın! Hiçbir zaman balıklıktan ayrılmayın. Yavrular, -Nasıl balık olalım? Balık olmanın yolları nelerdir?., diye sordular. Baba balık, - Bizi örnek alın, dedi. Anneniz ve ben nasıl yapıyorsak siz de öyle yapın! Yavru balıklar, ana balıkla baba balığa baktılar, onlar ne yapıyorlarsa öyle yaptılar. Denizde yüzdüler. Kendilerinden küçükleri yuttular, kendilerinden büyüklere yutuldular. Yumurtalar yapıp ürediler. Baba balıkla ana balık, çocuklarını çevrelerine topladılar. Baba balık onlara, -Yavrularım! dedi. Artık siz yetiştiniz. Biz de rahat rahat ölebiliriz! Hepinizden memnunum. Hepiniz balık oldunuz. Hiçbiriniz balıklıktan ayrılmadınız. Emeklerimiz boşa gitmedi. Hakkım helal olsun. Allah sizden razı olsun. Yavru balıklar, - Biz çok bişey yapmadık, dediler, siz ne yaptınızsa biz de öyle yaptık... *** Baba ördekle ana ördek, yavru ördekleri çevrelerine toplamışlar, onlara ördeklik dersi veriyorlardı. Baba ördek dersinin sonunu şöyle bitirdi: - Yavrularım! Hayatta ördek olmaya çalışın. Hiçbir zaman ördeklikten ayrılmayın. Yavruları, - Ne yapalım da ördek olalım? Ördek olmanın yolları nelerdir?., diye sordular. Baba ördek, - Çok kolay, dedi. Bizi örnek alın. Anneniz ve ben ne yapıyorsak, siz de öyle yapın! Yavru ördekler, ana ördekle baba ördeğe baktılar. Onlar ne yapıyorlarsa öyle yaptılar. Vak vak diye sesler çıkardılar. Suda yüzdüler, karada yürüdüler. Çiftleştiler. Yumurtladılar, kuluçkaya yattılar, yavru çıkardılar. Baba ördekle ana ördek, çocuklarını yine çevrelerine topladılar. Baba ördek onlara, -Yavrularım! dedi. Artık siz yetiştiniz. Hepiniz iyi birer ördek oldunuz. Hiçbiriniz ördeklikten ayrılmadınız. Emeklerimiz boşa gitmedi. Hakkımız helal olsun. Allah sizden razı olsun. Yavru ördekler, - Biz bişey yapmadık ki, dediler. Size baktık, siz ne yapıyorsanız, biz de onu yaptık... *** Baba köpekle ana köpek, yavru köpekleri çevrelerine toplamışlar, onlara köpeklik dersi veriyorlardı. Baba köpek, dersinin sonunu şöyle bitirdi: -Yavrularım! Hayatta köpek olmaya çalışın. Hiçbir zaman köpeklikten ayrılmayın. Yavrular: -Ne yapalım da köpek olalım? Köpek olmanın yolları nelerdir?., diye sordular. Baba köpek, - Çok kolay, dedi. Bizi örnek alın. Anneniz ve ben ne yapıyorsak, siz de onu yapın! Yavru köpekler, baba köpekle anne köpeğe baktılar. Onlar ne yapıyorlarsa öyle yaptılar. Havladılar. Bekçilik ettiler. Sadık oldular. Çiftleştiler ve yavruladılar. Baba köpekle ana köpek, çocuklarını yine çevrelerine topladılar. Baba köpek onlara, -Yavrularım, dedi. Siz artık yetiştiniz. Hepiniz iyi birer köpek oldunuz. Biz de ölüyoruz. Hepinizden memnunuz. Hiçbir zaman köpeklikten ayrılmadınız. Emeklerimiz boşa gitmedi. Hakkımız helal olsun. Allah sizden razı olsun. *** Sığır, manda, hamsi, balina, deve, fil, yılan, koyun, yeryüzünde ne kadar baba hayvan ve ana hayvan varsa, yavrularına kendileri gibi olmaları, bunun için de kendileri ne yapıyorlarsa öyle yapmalarını söylediler. Yavru hayvanlar da baba hayvanla ana hayvana bakıp onların yolundan gittiler, sonunda iyi birer hayvan oldular. Baba hayvanla ana hayvan da ölürken, yavrularına memnunluklarını söylediler, haklarını helal ettiler. *** Baba insanla ana insan, çocuklarını çevrelerine toplamışlar, onlara insanlık dersi veriyorlardı. Baba insan, dersinin sonunu şöyle bitirdi: - Yavrularım! Hayatta insan olmaya çalışın, hiçbir zaman insanlıktan ayrılmayın. Çocuklar, -Ne yapalım da insan olalım? İnsanlığın, insan olmanın yolları nelerdir?., diye sordular. Baba insan, - Çok kolay, dedi. Kendinize bizi örnek alın. Anneniz ve ben ne yapıyorsak, siz de öyle yapın! Çocuklar baba insanla ana insana baktılar, onlar ne yapıyorlarsa öyle yaptılar. Hepsi de tıpkı tıpkısına babalarına benzediler. Baba insanla ana insan, çocuklarını yine çevrelerine topladılar. Baba insan onlara, -Yazıklar olsun! diye bağırdı. Hiçbiriniz bizim istediğimiz gibi yetişmediniz. Hiçbiriniz insan olmadınız. Hepiniz de insanlıktan uzaksınız. İnsanlıktan ayrıldınız. Artık ölüyoruz. Yazık oldu emeklerimize, boşa gitti. Bütün hakkımız haram olsun, Allah hepinizi kahretsin. Çocuklar şaşırdılar, -Peki ama, bize neden beddua ediyorsunuz? dediler. Biz yanlış bişey mi yaptık yoksa?.. Size baktık, sizi örnek aldık. Siz ne yaptınızsa, biz de onu yaptık...
  10. Bir yokmuş, iki yokmuş, üç yokmuş... Eski günlerde yeryüzünün bir ülkesinde hiçbir şey yokmuş. Hiçbir şeyi olmayan bir ülkenin bir padişahı varmış. Bu padişahın da bir hazinesi varmış. Bu hazinede o ulusun en değerli bir emaneti korunurmuş. Atalardan kalan bu emanetle o ulus övünürmüş. "Hiçbir şeyimiz yoksa da, atalarımızdan bize böyle bir emanet kaldı," diye avunurlar, yoksunluklarını, yoksulluklarını unuturlarmış. Atalardan kalan emanet, bir kişinin, iki kişinin değil, bütün ulusun olduğundan, herkes bu değerli emanetten kendine övünme payı çıkarırmış. Onun korunmasına canla başla çalışırlarmış. Bütün ulusun malı olan emaneti korumak için en uygun yer padişahın hazinesi olduğundan, bu emanet de hazinede saklı dururmuş. Hazineyi, gözlerini kırpmadan silahlı nöbetçiler beklermiş. Hazinenin olduğu yerde kuş bile uçurtmazlarmış. Padişah, sadrazam, vezirler, sarayın bütün ileri gelenleri, her yılın bigünü, atalardan kalan kutsal emaneti koruyacaklarına namusları üzerine yemin ederlermiş. Gel zaman git zaman, günlerden bigün padişahın içine, ulusun canları, kanları yoluna korudukları bu emanetin ne olduğunu anlamak isteği düşmüş. Padişah, bu emanet kutusunun içindekini görmek için yanıp tutuşurmuş. Sonunda bu isteğini yenememiş, bigün hazine dairesine girmiş. Nöbetçiler padişaha da yasak diyecek değiller ya... Sarayın hazinesine padişah, sadrazam, vezirler her zaman ellerini kollarını sallayarak özgürce girerler, emanetin yerinde durup durmadığına bakarlarmış. Padişah da böyle yapmış. Bu emanet, oda oda içinde, oda oda içinde, kırk odadan geçtikten sonra kırkbirinci odanın içinde durur-muş. O odanın içinde de kutu kutu içinde, kutu kutu içinde, kırkbirinci kutunun içindeymiş. Padişah kırk odanın kapısını açmış. Kırkbirinci odaya girmiş. Sonra kırk kutu açmış. Kırkbirinci kutuyu açarken heyecandan yüreği küt küt çarpıyormuş, "Bunca yıldır koruduğumuz emanet ne ola?" diye büyük bir merak içindeymiş. Bir de kırkbirinci kutuyu açıp baksın ki, ne görsün: Yeryüzünde o zamana kadar görülmemiş bir mücevher. Bir alev gibi yanıp duruyor. Altın desen altın değil, platin desen platin değil, gümüş hiç değil... Padişah kendini tutamamış, içinden, "Atalardan kalan bu kutsal emaneti ben kendime alırım. Benim olur. Kim nereden bilecek?" diye geçirmiş. Güneşten koparılmış bir parça gibi ışıl ışıl yanan kutsal emaneti kutusundan çıkarıp, cebine atmış. Atmış ama, "Ya benim çaldığım anlaşılırsa..." diye de içine bir korku düşmüş. O zaman, "Ben bu pırıl pırıl yanan şeyi alır, onun yerine üstü yakut, sedef, zümrüt, inci, elmasla süslü bir platin koyarım, hiç-kimse bu emaneti görmediğine göre, günün birinde kutuyu açarlarsa, kutsal emanetin çalındığını anlayamazlar..." diye düşünmüş. Dediği gibi de yapmış. Sonra kırkbir kutuyu iç içe, onun üstüne de, kırk-bir odanın kapısını da üst üste kilitleyip hazineden çıkmış ama, yaptığı düzen anlaşılacak diye de ödü kopuyormuş. Hiç kimsenin, kutsal emaneti çaldığını anlamaması için, o zamana kadar yılda bir kutsal emanet üzerine ant içilirken, padişah bu andı yılda ikiye çıkarmış. Her yıl iki kez, alanlarda toplanırlar, padişah da, başkaları da, bütün ulus, atalardan kalan kutsal emaneti kanları ile, canları ile koruyacaklarına ant içerlermiş. Sadrazam kurnaz bir kişiymiş. "Eskiden yılda bi-kez emaneti korumak için ant içilirken, şimdi neden padişah bunu ikiye çıkardı?.." diye sadrazamın içine bir kuşku düşmüş. "Yıllardanberi koruduğumuz bu emanet ne ola?" diye o da bigün hazineye girmiş. Kırkbir odadan geçip, kırkbir kutuyu açıp emaneti görmüş. Ne de olsa padişah, dalaveresi çakılmasın diye, çaldığı emanetin yerine en değerli taşlarla süslü koca bir altın koyduğundan, bu güzel şey karşısında sadrazam şaşkına dönmüş. "Ben bu emaneti alır, yerine üstü renkli, parlak taşlarla süslü bir altın koyarım. Nasıl olsa, hiç kimse, emanetin ne olduğunu bilmediğinden, günün birinde kutuyu açarlarsa, kutsal emanetin bu olduğunu sanırlar..." diye düşünmüş. Dediği gibi de yapmış. Ama içinde, yaptığı iş anlaşılacak diye bir korku olduğundan, padişahın yılda ikiye çıkardığı ant içme törenini, yaz, kış ve baharlarda olmak üzere yılda dörde çıkarmış. Gelgeldim vezirlerden biri kurnaz bir kişiymiş. "Şimdiye dek, yılda iki ant içilirken neden dörde çıkarıldı?.." diye içine bir kuşku girmiş. O da, kimseye danışmadan hazineye girebildiğinden, bigün, hazineye girmiş, kırkbir odadan geçmiş, kırkbir kutuyu açmış. Kırkbirinci kutudan çıkan üstü parlak taşlarla süslü altını görünce, sevinçten gözleri parlamış. "Ben bunu alır yerine bir gümüş koyarım. Kim ner-den bilecek?.." diye düşünmüş. Düşündüğü gibi de yapmış. Yapmış ama içinde öyle bir korku varmış ki, hırsızlığı belli olmasın diye, ulusa kutsal emaneti ne kadar iyi koruduğunu anlatmak için, yılda dört kez yapılan ant içme törenini her ay yaptırmaya başlamış. Ulus, her ay alanlarda toplanıp, son kişide son damla kan kalana kadar kutsal emaneti koruyacağına ant içermiş. Saray nazırı kurnaz bir kişiymiş. Ant içmenin ayda bire çıkmasından işkillenmiş. "Bunda bir iş olacak, bir gidip şu emaneti göreyim..." demiş. Kırkbir odadan geçip, kırkbir kutuyu açıp emaneti görmüş. Atalardan kalan kutsal emanet o kadar hoşuna gitmiş ki, "Ben bunu alıp yerine bir bakır koysam, kim nereden anlayacak?.." diye düşünmüş. Düşündüğü gibi de yapmış. Yapmış ama, içinde hırsızlığı anlaşılacak diye bir korku olduğundan, emaneti ne kadar titizlikle koruduğunu halka göstermek için ayda bir yapılan ant içme törenini, haftada bire indirmiş. Gelgeldim, hazineyi koruyan subaşı, kurnaz bir adammış. İçinden, "Ne oluyor böyle?.. Haftada bir ant içiyoruz! Şu kutsal emaneti bir gidip görsem..." demiş. O da öbürleri gibi kırkbir odadan geçip, kırkbir kutuyu açmış. Parlak bakırı görünce çok sevinmiş. "Ben bunu alır, yerine demir koyarım, kim nerden bilecek?.." demiş. Dediği gibi de yapmış. Ama yaptığı iş, içine sinmediğinden, emaneti korumakta ne kadar canla başla çalıştığını herkese anlatmak için gösterişe başlamış. Her gün, atalardan kalan kutsal emaneti, ölümü bile göze alarak koruyacağına ant içermiş. Gel zaman git zaman, ulusun içinden bir kişi çıkmış. - Bütün ulus yıllardan beri atalardan kalan emaneti canımızla, kanımızla koruyacağımıza her gün ant içip duruyoruz. Doğrusu bu emaneti hazinede çok iyi saklıyor, koruyoruz. Peki ama bu emanet nedir? Biz emanetçi değiliz ya... Şu odaları, kutuları açalım da, atalarımızdan kalan kutsal emanetin ne olduğunu, neyi koruduğumuzu bir öğrenelim!., demiş. Bu sözler bomba etkisi yaratmış. Başta padişah olmak üzere, emanete hıyanet edenlerin hepsi birden, hırsızlıkları anlaşılacak korkusuyla, bu dileği ortaya atan kişinin üstüne çullanmışlar. Gerçek emaneti aşırıp onun yerine sırasıyla sahtesini koyanlar, bu katakulliyi yalnız kendilerinin yaptığını sandıklarından ve birbirlerinin oyununu bilmediklerinden, hırsızlıkları ortaya çıkacak diye ödleri kopuyormuş. "Koruduğumuz emanetin ne olduğunu görelim!.." diyen kişiyi, -Vay hain!.. Atalarımızdan kalan öyle kutsal, öyle değerli bir emaneti, sen kim olasın da göresin... diyerek, o kişiyi, kutsal emaneti küçümsemek, aşağılamakla suçlandırmışlar. Bütün ulusu da kandırdıklarından, kendileriyle birlik edip, bunu söyleyenin üstüne yürümüşler. Zavallı az kalsın linç edilecekmiş. Sonra padişah, - Biz bunu öldüreceksek yasaya uygun öldürelim!., demiş. Bu kişiyi öldürmek için önce bir yasa yazıp, sonra özel bir mahkeme yargısı ile öldürmüşler. Gelgeldim, öldürmekle iş bitmemiş. Çünkü, ölen kişinin sözleri ağızdan ağıza yayılmış. O düşünce bir çığ gibi gittikçe büyümüş. Günün birinde halkın içinden biri, "Ölümü göze alarak koruduğumuz emanetin ne olduğunu, neden ölümü göze alarak gidip görmeyelim?.." diye düşünmüş. Ama kendisinden öncekinin başına gelenleri bildiğinden bu düşüncesini hiç kimseye açmamış. Gizlice hazineye girip, kutsal emanete bakmayı kafasına koymuş. Ama padişah, sadrazam, vezirler, bütün emanet hırsızları, çaldıkları belli olmasın, kimse anlamasın diye, atalardan kalan kutsal emaneti, daha doğrusu onun yerine koydukları şeyi, eskisinden daha sıkı koruyorlarmış. İşte bu yüzden de hazineye gizlice girmeyi başaran kişi, kutsal emaneti alıp, bütün ulusa göstermek için dışarı çıkarken, hazineyi koruyanların eline düşmüş. Adamın elinde, emaneti en son çalanın, onun yerine koyduğu bir paslı teneke varmış. Subaşı, adamın elindeki tenekeyi görünce, -Kutsal emanet bu değil!., diye bağırmış. Saray Nazırı, -Bu değil!., demiş. Vezir de, -Bu değil!., demiş. Sonra sırasıyla padişaha kadar hepsi, -Bu değil, bu değil!., demişler. O zaman, elinde paslı tenekeyi tutan adam, - Kutsal emanetin bu olmadığını siz nerden biliyorsunuz? Bu değilse, ya hangisi?., diye sormuş. Bu soruyu oradakilerden hiçbiri yanıtlayamamış. Çünkü hepsi de emanetin yerine koydukları şeyin sonradan çalındığını anlamışlar. Yakalanan kişiyi hemen orada boğdurup işini bitirdikten sonra paslı tenekeyi kutuya koymuşlar. Kutu kutu içine kırkbir kutuya, onu da kırkbir oda içine gizlemişler. Ama içleri bitürlü rahat olmadığından, kutsal emaneti korumak için bir yasa çıkarmışlar. Bu yasaya göre, sabah, öğle, akşam, günde üç öğün, bütün ulus, atalardan kalan emaneti koruyacaklarına ant içmek zorundaymış. Bu andı içenlerin hiçbiri, korudukları kutsal emanetin çalına çalına, en sonunda bir paslı teneke olduğunu hiçbir zaman bilememiş.
  11. Size zahmet olmuş değerli arkadaşım... 01.02.1979 tarihinde sızıntı dergisinde Cilt1-Sayı1 de yayınlanan " Fethullah Gülenin" anlatımlarını aktarmışsın buraya.. Ama biz alıntısız sana ait görüşleri okumayı tercih ederdik... Saygılar...
  12. Ona gelen vahiy üzre Muhammet ve kuran böyle demiyor ama!
  13. Saçmalıktan bahseden ben değilim sevgili omar sensin... Bilimin dinsel argümanları doğrulamak gibi bir işlev ve amacı yoktur. Tesadüf kavramı yaradılışcıların ortaya attığı bir kavramdır. Evrimin "doğal seçilim" olarak yaptığı açıklamaları çarpıtmak için öne sürülür genelde... Bence tek bir kaynaktan beslenip aynı mahallede dolaşmak yerine farklı kaynaklardan beslenip ufkunu genişletebilirsin... Bence dene aslında bunu yapamayacak bir kafa yapın yok... İnancını kaybetmeden yaşamı objektif değerlendirmek mümkün... Ama yine de riskli, bir şeyleri kavrayıp dur bir dakika demekte mümkün... O nedenle "doğal seçilim" kavramını çarpıtmak için "tesadüf"demek gerekli... Böyle yapmak gerekli ki, birileri bir şeyleri kavrayıp dur bir dakika ne oluyor yahu diyemesin.. Düzende böyle devam edip gitsin!
  14. Kendini kandırma sevgili omar... İmam hatiplerde Hristiyanlıkla ilgili tek bir satır bir şey öğretiliyor mu? Bırak Hristiyanlığı, Alevilikle ilgili bu güne kadar ne özgürlük verdiler? Kafandaki karmaşa seni yanıltıyor aç gözünü!
  15. Evet sevgili omar vardır ama sana göre, sana göre olduğu içinde kabul ettiğin özel isimle anıyorsun... Benim için bir problem yok... Ta ki sen de kabulle etmek zorundasın diyene kadar... Dediğin gibi aldanmamak için yaşama inançların penceresinden bakmak gerekli... Fakat bu da yine sana göre... Uydurma bir inanç, acaba öyle mi demeli, neden böyle bir tanımlama yaptın ki? Uydurma demeyelim bence varsayımlar üzerine kurulu bir inanç sistemi... Yalnız bilimle örtüştüğü su götürür!.. Bu da yine sana göre... Hadisler dersen evet birebir anlatılan rivayetler üzerine yazılı metinlerdir, gerçek olduğu kabul edilmektedir. Aklıma gelecek en saçma şey ne olabilir acaba? İnsan oğlunun saçmalıklarıyla uğraşır mı dersin sence? Evet dersen o zaman senin saçma işlerle uğraşan bir tanrın var demek olmaz mı bu?
  16. GeceKuşu şurada bir başlık gönderdi: Roman Forumu
    Dava Yazar Franz Kafka Tür Roman Dava kendisine özgü özellikleri bulunmayan belirlenmemiş bir şehirde geçer. Yüzyılın ilk on yıllarındaki Prag olabilir. Ancak ayrıntının önemi yoktur. Çünkü bu psikolojik olaydaki gerçek ruhtur. Romanın kahramanı Joseph K. otuz yaşındadır. Bir bankada çalışmaktadır. İyi bir insan olarak tanınır. Değişik işlerde çalışan insanların yaşadıkları kiralık bir evde oturur. Yemeklerini sakin kahvehanelerde yer ve geceleri geç saatlere kadar çalışır. İçine kapanıktır ve ruhasal bir boşluk olduğuna dair varsayımları vardır. Bir sabah, onun bu rutin hayatı parçalanır. İki kişi evine gelerek tutuklandığını söylerler. K. herhangi bir suç işlediğini hatırlamaz. Zaten bunu yapacağı bir ortamı da, durumu da yoktur. Aradan oldukça bir zaman geçtikten sonra, kaderinin gelişigüzel, sivil bir mahkeme elinde bulunmadığını da görür. Durum karmakarışıktır, şaşkınlık vericidir. Ne gibi bir suç işlediği ve ya kanunun hangi maddesine göre tutuklandığı kendisine hiçbir zaman söylenmez. Karşılaştığı herkes onun suçlu olduğunu kabul eder. Fakat günlük işlerini yürütmekte serbesttir. Muhakeme işlemleri, belirli yerlerden uzaklarda berbat durumlarda yapılır. Yargılama sırasında, hiç de beklenmedik zamanlarda saray görevlileri ve ya sarayla ilgili kimseler mahkemede görülür. Hiçkimse hatta mahkemem görevlileri bile bu işin iç yüzünü anlayamazlar. En güçlü yargıçlar o kadar uzaklardır, o kadar yabancıdırlar ki, hiç kimse onların gerçekten varolup olmadıklarını bilmez. En kötüsü yargılama yıllarca sürmesine rağmen kimse beraat etmez. Roman K.’nın, kendisini temize çıkarmak ve ya hiç olmazsa kendisine yüklenilen suçun ne olduğunu anlamak için giriştiği faaliyetlerle ilgilidir. Bir yıl boyunca, birinden diğerine başvurarak kendisine yardım etmelerini ister, fakat başarılı olamaz. K. kendini aleyhindeki davaya öyle vermiştir ki, bankadaki işini aksatır. Amcası Karl, bu davalarda şöhret kazanmış Huld adında bir avukat bulur. Huld, geçirdiği bir kaza sonucu sakat kalmış, bu kazadan snra kendisini iyice işine vermiş ve hızla işinde büyük bir yükseliş gerçekleştirmiştir. K. hayatındaki bir arkadaşının tavsiyesi üzerine Titorelli adında bir ressamı görmek ister. Ressam kaldırım kadınlarının cirit attıkları bir sokakta berbat bir evde yaşamaktadır. Titorelli, sarayın özel ressamıdır. Hakimler arasında büyük etkisi olduğunu söyler. Kesinlikle beraat, ki buna imkan yoktur; şartlı beraat, ki herhangi bir anda tutuklanabilir; süresiz erteleme ki, ne beraat demektir ne de mahkumiyet. K., arzu etmemesine rağmen, bir kaç resim satın alır ve ümitsizlik içinde ressamın yanından ayrılır. Daha sonra avukatının davayı ihmal ettiğini sanarak başka birini bulmayı düşünür. Huld’un, Block adında bir müvekkilini görür. Huld, bu adamın bir davasını yüklenmiş, kesin bir sonuca erdirmeksizin yıllarca sürdürmüştür. O da, avukatının ihmalinden şikayet eder ve gizliden gizliye diğer avukatlara danıştığını söyler. Huld, K. ’nin kendisinden vazgeçmek istemesine sinirlenir ve müvekkilleri üzerindeki etkisini göstermek için Block’u çağırır. Block avukatın önünde diz çöker, adeta bir köle gibidir ve ona yalvarıyordur. Son görüşme K.’nin iş için gittiği şehrin kilisesinde yapılır. Kilise, karanlık ve boştur. Birdenbire, mihraptaki kürsüden, K.’ye seslenilir. Kürsüdeki kiş kendisinin hapishane papazı ve bundan böyle mahkemenin bir hizmetkarı olduğunu söyler. K.’ye durumun kötüye gittiğini, onun, mahkemenin niteliğini anlamadığını, diğerlerlerinin, özellikle kadınların yardımına çok güvendiğini bildirir. Bu görüşme sonunda papaz, K.’ye içinde gerçek payı bulunan ve K.’yi huzursuzlaştıran bir hikaye anlatır. Hikayede hukukçu olmak isteyen bir kişinin hukukçu olmak için geçmesi gerekn kapıda başından geçen olaylar anlatılır: ”Adam çok çalışmasına ve defalarca denemesine rağmen o kapıdan geçemez. Bekçiye rüşvet verir fakat yine giremez. Ölümünden sonra ruhu kendini o kapıda bulur, bekçiye sorar neden defalarca denememe benimle beraber bu işi birçok kişininde denemesine rağmen kimse başarılı olamadı. Bekçi, bu kapıdan sadece bir kişi geçebilirdi. O da sizdiniz ama vaktin gelmesini beklemeliydiniz. Artık vakit geldi. ”K. bu olaydan kendine göre yorumlar çıkarır fakat gerçek sorunun ve bu hikayenin kendisiyle olan ilişkisiniz anlayamaz. Kitabın son bölümü, birinci bölümlerden bir yıl sonra, K.’nın otuzbir yaş öncesinde geçer. Radingotlu ve silindir şapkalı iki şişman adam K.’nin kapısına gelir ve hiçbir direniş göstermeyen K.’yı alıp götürürler. K. onların cellat olabileceklerini sanır. Fakat artık mücadele azmini tamamen yitirmiştir. Kendisini kurtarsa bile polis ona yardım etmeyecektir zaten. Ve artık istediği adalete kavuşacaktır. Hikayenin kendisiuyle olan ilgisini anlamıştır. O adaleti yaşadığı yalanlar ortamında değil, gerçeğin var olduğu diğer hayatta sürdürecektir. Dava bitmiştir. Sanık artık gidebilir.
  17. GeceKuşu şurada cevap verdi: Admin başlık Roman Forumu
    Sergüzeşt Yazar Samipaşazade Sezai Tür Roman Evinden ayrılıp bir gemi ile yurdundan uzaklaşan küçük kız, onun gibi başka bir esir kız ile birlikte neresi olduğunu bilmediği bir yere getirilmiştir. Bu kızı bundan sonra birçok sürprizler beklemektedir. İlk olarak kız -henüz bir ismi yoktur, yaşlı fakat zengin bir kadını yanına ona hizmet etmesi amacıyla satılmıştır. Küçük kız burada tam bir esaret hayatı yaşamaktadır. Sürekli olarak buradan nasıl kurtulabileceğinin planlarını yapmaktadır. Bu evin hanımının yanı sıra hanıma hizmet etmekte olan başka bir kadın da kıza baskı yapmaktadır. Bu durum kızı yıpratmakta, zaten bir umudu olmayan yaşamdan onu iyice somutlamaktadır. Bir gün kız bu evden kaçmayı iyece kafasına taktığı bir anda bir gece yarısı evden kaçar. Çevreyi pek tanımadığı için saatlerce yürür fakat bir yerede yorgun bir şekilde yere yığılmaktan başka çaresi yoktur. Yerde kaldığı bölgede bir evin bahçe kapısının önüdür. Sabah olunca evin hizmetlilerinden biri kızı farkeder ve onu içeri almak için yaşlı ev sahibine danışır. Oda bunu çok olumlu bir şekilde karşılar ve hemen yardım etmek niyetiyle onu yanına alır. İlk olarak karnı doyurulur, güzel bir uyku çektirirlir. Daha sonra kız kendine gelince ona neler olup bittiği sorulur. Oda analatır evin hanımı kızın yaşadıklarını duyunca çok üzülür ve ona yardım edeceğini söyler, kızdabuna çok sevinir. Evin hanımı ona sahibinden izin alacağını ve artık kendi yanında kalacağını söyler. Bunun için hanımı kızın kaçtığı eve gider. Ve onu yanına almak istediğini söyler. Fakat kadın bunu onur meselesi yaparak kabul etmez. Bundan sonra kızda eski evine geridöner. Bu olay kızı çok etkilemiştir. Çünkü daha önce kaçtığı eve tekrar dönmüştür. Gider gitmez yine hiç hoş olmayan durumlarla karşılaşmıştır. Günler böyle geçip giderken birgün Mustafa bey evin sahibi birkaç yıl önce işlediği bir hatadan dolayı bir çok borcu olmuştu ve bu borçları ödemek için karısıyla tartışırdı. Birgün karısıyla beraber kızın satılmasına kara verirler. Kızın adı kaçtığı evde hanımın onu çok güzel bulması üzerine “dilber” olarak koyulmuştu. Bundan sonrada ona ‘dilber’ olarak seslenilmeye başlandı. Dilber kendisi hakkında satılması kararının alınmasından sonra bir esirciye satıldı. Ve Dilber’in bütün hayatı bu yönde değişti. Dilber bundan sonra belli bir süre esir hayatı yaşamıştır. Bu süre içinde bir çok kendisi gibi esir hayatı yaşamış olan kız arkadaşları olmuştur. Onların hayatlarını dinledikçe aslında kendi hayatının okadarda kötü olmadığının farkına varmıştır. Daha nice insanların kendisi gibi cefa çektiğini anlamıştır. Buradaki bir çok kızın çeşitli meziyetleri vardır. Bir tanesi çok iyi bir şekilde ud çalmaktadır bu yüzden çoğu yerden çağrılmaktadır. Dilber’de onun gibi ud çalabilmeyi çok istemektedir. Dilber’e bir gün bir talip çıkmıştır, ve Dilber’de o eve gitmek zorunda kalmıştır zaten onun böyle bir şeyi isteyip istemediği pek önemli değildir, önemli olan bir kaç kişinin işinin görülmesidir. Dilber’in gittiği bu evde ona bir esir gibi değil, bir insan gibi yaklaşılması onu çok etkilemiştir. Evde bir hanımefendi, onun kocası ve onların tek oğlu olan Celal bey bulunmaktadır. Celal bey aynı zamanda bir ressamdır. Yaptığı porrelerle ün kazanmıştır. Dilber’i evde görünce o da çok şaşırmıştır. Çünkü Dilber’i Cleopatra’ya benzetmişti. Celal bey yalnız yaşadığı için kız arkadaşı ya da sevgilisi yoktur. faKat Dilber’I gördüğü andan itibaren içinde bir kıvılcım oluşmuştur. İlk zamanlarda Dilber’de buna bir karşılık doğmamış fakaat günler geçtikçe Dilber’de onaa karşı ilgi duymaya başlayacaktır. Celalbey Dilber’I boş bulduğu zamanlarda odasına çağırıp onun resimlerini yapmaya başlamıştır. Kimi zaman nü resimlerinide çalışır. Dilber’in bebeksi vücudunu gördüğü zamanlarda daha önce hç yaşamadığı duyguları tadıyordu. Ona her baktığında onun daha değişik bir güzelliğini yakalıyordu. Günler geçtikçe Dilber zamanının büyük bir kısmını Celal beyin yanında geçirmeye başlar. Böylelikle Celal beyin Dilber’e olan aaşkı da diğer ev halkı tarafından da öğrenilir. Bu arada Celal bey açıkça aşkını Dilber’e de belli etmeye başlar. Dilber bu olaya ilk önceleri çok şaşırır. Çünkü böyle bir şeye asla imkan vermez. Bunun nedeni de onun esir kız olmasıdır. Daha ssonraları Dilber de Celaal beye karşılık vermeye başlar. Günler geçtikçe onlar aşklarını bariz bir şekilde yaşarlar. Evin baahçesinde yıldızları seyrederler, beraber gezerler. Fakat bu durum Celal beyin annesini olddukça rahatsız eder ve buna akarşı bir önlem almak ister. Bu beraberliği bitirmek için Dilberi Celal beyin evde olmadığı bir zamanda bir esirciye satar. Tabii Dilber’in yapacak birşeyi yoktur. Celal bey daha sonra eve döner ve ilk olarak Dilber’in nerede olduğunu sorar önce bunu öğrenemesede daha sonra öğrenir fakat onu bütün aramalrına rağmen bulamaz. Bundan sonraki bütün hayatı boyunca oda Dilber’de mutlu olamaz. Bundan sonra ikiside hiç mutlu olmadığı gibi bu olay biçare dilberi intihara kadar sürükler bu yaptıklarına Celal bey’in aileside çok pişman olur ama yapabilecek bir şey yoktur.
  18. Erikler Çiçek Açtı Yazar Esat Mahmut Karakurt Tür Roman Bardaklardan boşanırcasına yağan yağmurlar içinde bir siyah otomobil hızla gelerek Yeşilköy Hava Alanı’nın yolculara mahsus salonunu önünde durdu. Otomobilden dışarıya bir erkek çıktı. En ağır başlı kadınlar bile yolda geçerken görseler onu, tamamiyle iradelerinin haricinde bütün bir dişilik arzularının bir anda harekete geçerek, oldukları yerde hafifçe sendeleyip sarsıldıklarını hissederler. Adam uçağına biner. Oturacağı koltuğa gelir. Fakat kendi yerinde bir bayan oturmaktadır.Adam kadından kendi yerine geçmesini ister. Kadın birden kafasını kaldırır. Beyaz tenli, siyah saçlı, mavi gözlü ve gerçektende çok alımlı bir kadın. Gözgöze geldikleri anda bakışlarını birbirlerinden ayıramazlar. Kadın içine düştüğü müşkül durumdan hâlâ kendisini kurtaramaz. Ne kudretli ne tesirli bir bakıştır. Daha sonra kadın gözlerini çekmeyi başararak ellerini koltuğun iki tarafına koyup kendini yukarı doğru ittirmeye çalışır. Ateş bakışlı meçhul erkek gayet güzel bir İngilizce ile isterse kadının yerinde oturabileceğini söyler. İlerleyen saatlede aralarında geçen sohbetlerde genç adamın adının Orhan ve Hong-Kong’a gittiğini, kadınınsa sadece adının Madelena olduğunu öğreniyoruz.Adam kızın hakkında birşeyler öğrenmek istiyordu fakat Madelena şiddetle buna karşı çıkıyor ve sanki birşeyler gizlemeye çalışıyordu. Biraz sonra uçak kuvvetli bir fırtananın içine girdi ve uçak sallanmaya başlar.Madelena Orhan’dan ellerini avuçalarının arasına alıp sıkmasını ve acıtabildiği kadar acıtmasını istiyor. Çünkü korkuya ve heyecana düştüğü zaman vücüdunun yer yer yanmasını ve acımasını duymak istediğini söylüyordu. Büsbütün esrarengizleşmeye ve garipleşmeye başlayan bu güzel kadını düşündükçe şaşırıyor ve tereddüt etmeden sıkıyordu. Gece saatlerinde uçak Şam’a iner. Sonra içeri giren esmer bir delikanlı uçağın o gece hareket etmeyeceğini şayet fırtına durursa sabahın ilk saatlerinde harekete geçeceklerini ve bütün yolcular için bir hotelde yer ayırdıklarını söyler. Herkes iner ve uçakta sadece ikisi kalır. Kız inmek istemediğini,üşüdüğünü ve geceyi uçakta geçirmek istediğini söyler. Uçağin hostesi bunun mümkün olmadığını söyler. Madelena bunun üzerine hostesten koltuk deyneklerini istedi. Orhan o anda kızın bacaklarının sakat olduğunu anlar. Madelena ayaklarını bir trafik kazasında kaybetmiştir. Madelena’nın sakat olduğunu görünce Orhan kızı kucaklarına alarak dışarı çıkardı. Kız uçakta ufak bir paketinin olduğunu ve aldıktan sonra paketi Orhan’ın kendi çantasına koymasını istedi ve ekleyerek içinde çok güzel pastalar olduğunu, sabah kahvaltısında beraber yiyebileceklerini söyledi. Otele geldiklerinde adam kızı gene kucakladı ve odasına kadar götürdü. Orhan kendi odasına giderken kız kapısını kapamamasını ve duş aldıktan sonra yanına gelaceğini söyledi. Adam odasına gidip bu meçhul kadını düşünürken aradan bayağı bir zaman geçti ve birden kapının aralandığını hisseti. Kadın anadan doğma çıplak sadece üstünde zarif, mavi bir gecelikle içeriye bir rüzgâr gibi süzüldü. Kız adamı arzuladığını söyleyerek geniş kolları ve omuzlarıyla kendini sıkmasını istedi. Adam nerden geldiğini şaşırmış bir vaziyette donup kaldı. Orhan birden kendine geldi ve kadını kolları arasına alarak öpmye başladı. Kucaklayarak yatağa götürdü. Orhan sabah erkenden kalkar. İçeriye giren güneş ışıkları altına oturarak hakkında hiçbıirşey bilmediği bu meçhul kadını nasıl olupta koynuna aldığına düşünür. Fazla düşünmeye zaman kalmadan kapının önünden gelip geçenlerin hızlı hızlı ayak sesletrini duyar. Üzerini giyinmeye zaman kalmadan bir Habeşli kadar esmer adamlar odayı dolduru. Adamlardan biri zabıta olduklarını ve yanındaki kadının beyaz zehir kaçakçısı olduğunu söyler. İzin vaerirse el çantasına bakmak istediğini söyler.el çantasını alarak içinden kadının paketini çıkarır . Paketin içinde eroin paketleri vardı. Polisler kadını alır ve götürür. Artık yolculuğu tek başına tamamlayacaktır. Sabaha karşı uçak Hong-Kong’a iner. Adamı üniformalı genç bir teğmen karşılar. Ayaklarını birbirine vurup ellrini şapkasına kaldırıp sert bir selam verir. Aslında Orhan Bey Türk Genelkurmaylığına bağlı bir binbaşıydı. Birleşmiş Milletler adına Türkiye tarafından Hong-Kong’a gönderilmişti. Sonra teğmen Binbaşıyı İngiliz Merkez Komutanlığına götürdü. Orda komisyonun başkanı olan Albay Thomson onu beklemekteydi. Bir İngiliz yüzbaşı ve bir Amerikalı binbaşı daha vardı. Ayrıca birkaç gün sonra bir Kanadalı ve birde Fransız yarbay komisyona katılacaktı. Komisyonun görevi Hong-Kong’da faaliyet gösteren bir kominist terör örgütünü yok etmektir. Kominist örgüt Kore’de çarpışan Birlaşmiş Milletler Ordularına ait gizli malûmatı Tokyo’dan ziyade Hong-Kong’dan alır. Şans eseri küçük birTürk birliğini ve fransız kıt’asını Tokyo’ya götüren Amerikan bandıralı vapuru, Şanghay önlerinde havaya uçması son anda önlendi. Ayrıca Hong-Kong’dan Tokyo’ya gitmekte olan bir nakliye uçağının ise havada nasıl parçalandığı henüz öğrenilmiş değildi. Örgüt Dağıtan ve Azerbaycan gibi Türkler’in kesif olduğu yerlerde Türkler’le beraber yürüyor;Türkler gibi konuşup yazabilen Rus aslından kızıl kominist olup Moskova’da staj görerek Asya’nın çeşitli yerlerine gönderiliyorlar. Orhan Binbaşı Hong-Kong’da Akdeniz memleketlerine ham deri ihraç eden bir Türk tüccarı olarak bulunuyor ve daima sivil giyiniyordu. Kalacağı yer ise Hong-Kong Palas olarak belirlenmişti. Binbaşı daha sonra hotele gider. Duşunu alır, traşını olur ve yemek yemek üzere salona iner. Yemeğini yedikten sonra başını kaldırır kaldırmaz lâcivert gözlü esmer ve uzun saçlı bir kadınla göz göze gelir. Orhan Bey hayatında ilk defa bir kadın güzelliği karşısında titrediğini duyar. Hayatında ilk defa bu derece esrarengiz, bu derece manalı bir kadının güzelliği ile karşılaşıyrdu. Kadın büyük ihtimal Çinli idi ve yanında kocası da vardı. Yanlarında ise büyük ihtimalle Avrupalı olan biri daha vardı. Orhan Bey kadının adının Çing-Çung olduğunu öğrendi. Kocasıyla beraber ticaret yapıyordu ve Hong-Kong’un neredeyse yarısı onların emrindeydi. Binbaşı kadınayavaş yavaş yaklaştı ve gözlerine gayet kararlı bir bir şekilde bakarak dans etmek istediğini söyledi. Kadının kocası ilk defa reddetmesine rağmen kadın dans etmek istediğini söyledi. Danstan sonra kadın Binbaşı’ya kısık bir sesle birdaha karşılaşmak istemediğini ve kendisini birdaha gördüğü taktirde kafasını başka tarafa çevirmesini istedi. Aradan bir hafta geçer. Kısa boylu bir kız gelerek Orhan Beyle görüşmek istediğini söyler. Kız Madam Çing-Çung’un nedimelerinden biridir. Kız Madam Çing-Çung’un binbaşıyı güneş doğmadan ‘Erikler Çiçek Açtı’ ayinine davet ettiğini söyler. Ertesi sabah Binbaşı gün doğmadan Güneş Dağı’na gider. Âyinin başından sonuna kadar kadın Binbaşı ile hiç ilgilenmez ve tek bir kelime bile konuşmaz. Binbaşı tapınağın bir köşesinde donmuş gibi sadece olan biteni izler. Daha sonra kadın geriye döner ve Orhan Bey’e doğru yürümeye başlar. Sadece onun duyabileceği bir sesle üzerini değiştirdikten sonra geleceğini ve beklemesini söyler. Kadın geldikten sonra sadece Orhan Bey ve kadın ağaçların arasından geçerek bir su birikintisinin yanına gelirler. İkisi birbirine duygularını anlatırlar. Orhan Bey birara kendisini tutamayarak kadını sarar ve öpmeye çalışır fakat kadın birden geriye çekilerek sadece zevkleri için yaşayan kötü huylu bir kadın olarak anımlanmak istemediğini söyler. Bu arada İngilz Merkez Komutanlığı kominist örgütün liderinin sürekli Çing-Çunglarla gezen Avrupalı’nın olduğunu, Mr ve Mrs Çing-Çung’un da bu örgütün birer üyesi olduğunu ve bir nevi malî işlerle ilgilendiklerini buldular. Birkaç gün sonra Türkiye’den on kişilik bir subay heyetinin daha geleceği haber alındı. Albay Thomson, Kanadalı, Fransız ve Türk subaylar burdan Tokyo’ya geçeceklerdi. Fakat binecekleri uçağa kominist örgüt tarafından bir bomba yerleştirilir. Örgüt birgün gizli bir mağarada toplantı yapar fakat bu mağaranın yeri bilinmemektedir. Bu mağara da yapılan toplantılardan birinde Binbaşı’nın da içinde olduğu uçağa bomba konulacağı tüm örgüt elemanlarına duyurulur. Bunu Madam Çing-Çung da öğrenir. Binbaşı’nın uçağının kalkmasına birkaç saat kala gri spor arabasına binerek binbaşı’nın kaldığı otele gelir. Binbaşı ile yine o ilk buluştukları yere giderler. Binbaşı kadına Tokyo’ya gideceğini söyler. Kadın sanki yeni öğreniyormuş gibi üzüldüğünü ima edercesine bir hal takınır. Fakat adam gitmekte ısrar eder ve arabaya biner. Bu arada kadının gözlerinden yaşlar boşanmaya başlar. Eğer giderse kendisinin de öleceğini söyler. Artık Binbaşı uçaktadır ve uçak çalışmaya başlar. Pistte yavaş yavaş ilerlerken aniden önüne gri bir spor araba çıkar. Arabanın içindeki kadın uçağın içinde bomba olduğunu söylerken sesi yankılanır. Sonra o kadının Madam Çing-Çung olduğu anlaşılır. Bu arada güzel bir Azerî ağzı ile ‘Allaha ısmarladık Orhan Bey, ömrümün sonuna kadar sizi unutmayacağım’ der. Pisten hızla ayrılırken peşine iki tane askeri cip takılır. Daha sonra kadın arabayı denize doğru sürerek araçtan atlamayı son anda başarır. Daha sonra bir çalılığın arasına saklanarak askerler gidene kadar saklanır. Askerler gittikten sonra yerinden çıkarak gitmek için yola çıktığı anda koluna iki tane adam girerek onu gizli üslerine götürürler. Liderleri kadının kocasına sinirlenir çünkü kadının bombanın patlamasına engel olacağını biliyordu. Kadının suçu ise hem bombaya engel olması hem de örgütün içinde yeni bir örgüt daha kurarak silâh kaçakçılığı yapmak ve bu silâhları Türkmenistan’a yollamak. Bunun üzerine kadın kendisini kendi memleketinden zorla getirdiklerini ve zorla ismini değiştirdiklerini. Yine çalışması için zorlandığını ve damarlarında Türk kanı aktığının kimsenin unutmaması gerektiğini söyler. Silahları şerefli Türk Ordusu için yolladığını ve uçaktakileri gene şerefli Türk subayları oldukları Için kurtardığını söyler. Bunlara çok sinirlenen liderleri ikisininde sabah gün doğareken kurşuna dizilmesini emreder. Bu arada İngiliz Merkez Komutanlığı gizli sığınaklarını bulur ve zamana kaybetmeden sabah erkenden sığınağa baskın düzenleme kararı alınır. Sabaha karşı kadının kocası çoktan vurulmuştur ve gözü kapalı bir şekilde kendi sırasını beklemektedir. Tam o sırada silah pattlamaları duyulur. Binbaşı Orhan kendi mangasını arkasına takmış koşarak gelir. Gizli sığınakta ne kadar terörist varsa öldürülür ve kadın kurtarılır. Aradan bir ay geçer ve kadının mahkemesi sürmektedir. Binbaşı yeni bir göreve gitmek için hazırlıklarıa başlar. Son bir kere daha albayı görmek için merkez komutanlığına gider . Albay son bir isteği olup olmadığını sorar. Binbaşı ise son bir kere daha kadını görmek istediğini söyler.Kadın bazı işlemler için orda bulunmaktadır. Bunun üzerine albay kabul eder. Binbaşı kadının yanına gittiğinde duyduklarına inanamaz. Çünkü kadın Türk olduğunu, onun da damarlarında Türk kanının dolaştığını söyler. Ayrıca gerçek adınında Neslihan olduğunu söyler. Binbaşı Türkiye’ye dönmek için uçağına bindiğin de aniden içeriye Albay girer ve yanında da Neslihan vardır. Albay Neslihan’ın bazı hafifletici sebeblerden dolayı suçunun affedildiğini yalnız sınır dışı edilmesi gerektiğini söyler. Sınır dışı edilirken de gitmesi için Binbaşı’nın bindiği uçak seçilmişti. Yolculuklarını beraber tamamladılar.
  19. GeceKuşu şurada bir başlık gönderdi: Roman Forumu
    Kendi Ayakları Üstünde Yazar İpek Ongun Tür Roman Günlük 24 Haziran’la başlar. Serra yaz tatili için gittiği İzmir’deki Kuzeni Sıla’nın anlattıklarıyla konuya başlar. Arkadaşı Zeynep’in Amerika’da okuyan Nilgün ablasının Amerikalı bir gençle evlenme kararı alması ve bunun evdeki yankılarından bahseder. Yaşlıların bu olaya yaklaşımına, anne babanın olaya olumlu yaklaşımına ve genç yaşta Nilgün’ün aldığı böyle bir kararın etrafında yarattığı izlenimlerden bahsediyor. Bu arada Sıla’nın uçuk hareketlerine, ne olduğu belli olmayan mankenlik ajansına manken olmak için başvurmasına, kendini tanımadığı kişilere kaptırıp bir görüşte aşık olmasına ve sorumsuzca fevri hareketlerine yer veriyor. İzmir’den arkadaş grubuyla bir Akdeniz turuna katılır. Bu, annesinden ayrı ilk çıkacağı yolculuklutr. Kendisi on sekiz yaşlarına yeni girmiş lise iki öğrencisidir ve bu geziyi kendi ayakları üzerinde durmanın ilk aşaması olarak görmektedir. Kendisinde çok büyük değişiklikler görmeye başlamıştır. Bir kere, annesini iş nedeniyle üç günlük dış geziye göndererek bu süre zarfında evde yalnız kalmaya ikna etmiş ve bunu da çok güzel başarmıştır. Erkek arkadaşının başkasıyla çıkıyor olması onu yıkmıştır, ama bunun gençlikte yaşanan ilk aşklardan olduğunu, unutlması gerektiğini yaşayarak ve tecrübe edinerek öğrenmiştir ve bunu da olgunlaşmanın bir aşaması olarak görmüştür. Arada bir Ankara’ya babaannesinin yanına ve ayrı yaşayan babasına ziyarete gider. Babasının evlenmeyi düşündüğü yeni bayandan, olgun görünen yetişmiş insanların da aynı çocukluk hatalarının yapabileceklerini ima eden konuları duyar. Daha çok okul çevresinde olup bitenlere günlüğünde yer verir. Özellikle öğretmeni Mualla Hanım’ın hayata atılmak ve kendi ayakları üzerinde durmakla ilgili verdiği tavsiyeler öğrencileri bayağı etkilemektedir. Meslek seçimi konusunda şimdiden karar vermeleri tavsiyesi üzerine, Serra da içinde gizli kalan gezme ve görme tutkusunun onu turizm mesleğine daha yatkın olduğunu keşfetmesini sağlar. Bunun içinde hafta sonları bir turizm acentasında çalışmaya gider. Burada gerçekten aradığı mesleğin turizm olduğunu keşfeder ve kararını verir. Mualla hanım o yıl 10 Kasım’ı Ankara’da Anıtkabir ziyareti şeklinde düzenler. Serra bu geziden çok etkilenir ve bu geziyle ilgili “10 Kasım ve Atatürk” diye içinden geldiğince bir kompozisyon yazıp bunu Mualla Hanım’a verir. Kompozisyon çok beğenilir ve bunu bir dershanenin düzenlediği Amerika’ya gezi ödüllü “10 Kasım ve Atatürk” konulu kompozisyon yarışmasına gönderirler. Yarışmada da Serra’nın yazısı birinci gelir ve iki haftalık Amerika gezisini kazanır. Şubat tatilinde de yine yalnız olarak yeni yerleri ve dünyayı keşfetmek için yola çıkar. Sırf bu geziye çıkmak için bile pasaport, vize, uçak bileti alma gibi birçok konuyla Serra ilk defa karşı karşıya gelir ve tüm bunları yaşayarak üstesinden gelmeyi başarır. Serra kendisinin ayakları üstünde durmasını sağlayacak yıldızını bulmuştur. Artık kararını vermiştir ve turizmci olacaktır. Akdeniz gezisi, yazı yarışmasını kazanması ve ABD gezisinin kendisine çok şeyler kazandırdığına inanır. Hem gönlü hem de kafası zenginleşmiştir. Cüneyt’e gelince tüm gezi boyunca hatırlamamıştır bile.
  20. Bu farkında olmak değil ki sevgili OMAR; Yaşamı sadece inançlarının penceresinden bakarak yorumlamak... Aklı sırada espiri yapmış dostumuz "tesadüf tabii bunu hiç düşünememiştim." diyerek.. Naparsın herkesin espiri anlayışı farklı işte... Gülelimde ayıp olmasın arkadaşa karşı... Ha Ha Haaa...
  21. Değerlendirme ve Sonuç Arketipsel sembollerle dolu yapısıyla psişe, dini bir tabiat arz eder. Psişeyi dini bir yapıya çeviren asıl öz, ruhun derinliklerinde mutlak hakimiyeti temsil eden “numinous” varlık, yani Tanrıdır. Jung’a göre Tanrı imgesi ruhta hakim olmasaydı, doğal olarak mutlak bir din-ruh ilişkisinden söz edilemeyecekti. Jung düşüncesinin nihai amacı, geçmişten geleceğe yüzyıllar boyunca aktarılan değerlerin ortak öğelerini ortaya çıkarmak ve bu değerlere bağlı tüm insanlığı bireyleştirerek bütünleştirmek. Ona göre bu amaç gerçekleştiği taktirde, aynı temeller üzerinde yükselen, sadece kültürel farklılıklarla birbirinden ayrılan, kendini gerçekleştirmiş, ayrıntıların dışında birbirine yabancı olmayan ideal niteliklere sahip bir toplum biçimi ortaya çıkacaktır. Din-psikoterapi ilişkisi bağlamında Freud ve Jung arasındaki derin farklılığı iki cümleyle özetlemek mümkündür: Freud, ruh sağlığının teminatını dinden kurtuluşta görmesine karşın söz konusu teminatı Jung, psişenin dini tabiatıyla barışık olmasında görmüştür. Freud, dini “obsesyonel nevroz” tanımlamasıyla psikopatolojiye mahkum ederken Jung, Freud’un iddiasının tam aksine nevrozun nedenini dinin psişedeki etkinliğini kaybetmesine bağlamıştır. Ona göre, batı dünyasının modernleşmeyle birlikte karşı karşıya kaldığı ciddi kayıpların ardındaki en önemli nedenlerden birisi, mevcut maddeci eğitim anlayışının kişilik bütünlüğüne hizmet eden dinin psişedeki etkinliğini hesaba katmaya yanaşmamasıdır.
  22. Jung Psikolojisinde Dine Psikolojik-Ampirik Yaklaşım Jung, psikolojinin konusunun ruhun yansımaları olduğunu ve sınırlarının da bu yansımaların ötesine geçemeyeceğini belirtir. Ona göre psikoloji metafizik iddiaları konu edinmez. Ampirik bir bilim olarak din fenomenine bakış açısı, sadece psikolojiktir; yani dini fenomenler, metafizik ya da felsefi değerlendirmelere tabi tutulmadan gözlemlenir. Jung “ahlak ilkesi, Tanrı kavramı ya da herhangi bir dini öz, gökten inerek insana isabet etmiş şeyler değildir. Aksine bunlar, içsel derinliklerinde temellenmiştir ve zaman geldiğinde bu derinliklerinden açığa çıkarlar. Ahlaki ilkelerle ilgili ilksel düşünceler ve Tanrı’yla ilgili olanlar, ruhun asla ortadan kaldırılamaz yapıtaşlarıdır.” Jung’un Psikolojik Yaklaşımına Yöneltilen Tenkitler Jung psikolojisini birkaç kişi sistemsiz ve karmaşık buluyor. Aynı zamanda da tutarsızlıkların olduğu bir sistem diyorlar. Fikirlerinin açık olmadığını, zor anlaşılır yapıda olduğu vurgulanıyor. “Tanrı imgesi, bireyin bilincinin ötesinde mutlak bir üstünlük karakterine sahip belirli bir psikolojik durumun ya da fonksiyonun sembolik ifadesidir. Tanrı, bilinçdışına ait bir fonksiyondur. Yani o, Tanrı imgesini aktifleştiren libido bütününün ayrımlaşmış bir görüntüsüdür. Oysa Ortodoks bakış açısına göre Tanrı mutlaktır; varoluşu kendindendir. Böyle bir yaklaşım, bilinçdışından tam bir kopuşa işaret eder… Biz sadece psişe aracılığıyla Tanrı’nın hayatımızı belirlediği inancını oluştururuz. Ancak belirleyişin Tanrıdan mı, yoksa bilinçdışından mı kaynaklandığını ayırt etmemiz mümkün değildir.” (Jung, Psikolojik Tipler kitabında) Jung, bilimselliği kabul ediyor fakat her şey bilimle elde edilemez diyor. İnsanlar ister kabul etsin isterse etmesin metafizik vardır ve hayatımızda etkilidir. Jung’a göre insanın anlaşılabilmesi, ancak psişik bütünlüğü içinde ampirist ve fenomenolojik bir bakış açısıyla mümkün olabilir. Din ile ilgili görüşleri açısından Jung’u Freud ile karşı karşıya getiren ayrılıkları, Jung’un Freud düşüncesinde kabul etmediği hususlar; 1- Dini cinsel bir nevroza indirgemesi 2- Dini ritüelleri çocukluk dönemi cinsel bastırmaların ve suçluluk duygularının kaynaklık ettiği takıntılara bağlaması 3- Freud’un din fenomenini kişilik gelişimi sürecinde tamamen olumsuzluğa mahkum etmesi 4- Çocukluk dönemi yaşantılarına dayandırarak şimdiki ve gelecek zaman boyutunu reddetmesi 5- Dini sembollerin, bastırılmış gizli dürtülerin yansımaları olduğu şeklindeki Freud’un görüşlerini kabul etmez
  23. Jung Psikolojisinde Amprik-Analitik Metod Jung, psikolojiyi teorik açıklamalar üzerinde yükselmeyen, sadece gözlemlere ve incelemelere dayanan ampirik bir gerçeklik içinde kabul eder. Jung, ampirik yaklaşımı bilimin yegane kaynağı olarak kabul eder. O, herhangi, bir konuda belirli bir inanca körü körüne teslim olmadığını ve onu savunmadığını; bunun yerine açık gerçeklikleri tespit etmeye ve bu gerçekliklerden hareketle tutarlı neticelere ulaşmaya çalıştığını her fırsatta dile getirir. Jung, çözümlerini Deneysel Psikolojinin verileriyle sınırlandırmamış, içsel deneyimlerin dikkate alınması gerektiği hususu üzerinde ısrarla durmuştur. Jung, istatitiksel kalıp ve sınırlara sığmayan içsel deneyimleri, psikolojinin yapı taşları olarak kabul eder. Bundan da öte o, modern bilimin istatistiksel genellemeci yaklaşımının insanı anlama noktasında başarısız kaldığına, buna karşın içsel deneyimlerin dayandığı malzemelerin çoğunun, dini ilhamlara dayalı imgelerin örüntüsünden oluştuğuna inanır. Jung başta arketipler olmak üzere bilinçdışı süreçlerle ilgili açıklamalarında, rüyalardan mitlere kadar zengin bir malzeme birikiminden istifade eder. Jung hastalarına hep aynı metotla yaklaşmamıştır. Her hastanın kendine has yöntemi olduğunu ve herkesin farklı olduğunu söylemiştir. Ve hastaya yardım edebilmek için önce onu anlamak ve tanımak gerekir. Bu yolla tedavilerini yapmaya çalışmıştır.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.