-
İçerik Sayısı
3.724 -
Katılım
-
Son Ziyaret
-
Lider Olduğu Günler
30
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
GeceKuşu tarafından postalanan herşey
-
Alkollü içki satan işletmeleri isim isim isteyen AKP Komisyon Başkanı Cevdet Erdöl, gelen tepki üzerine ikinci yazıda bu talepten vazgeçti. TBMM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanlığı, 22 Aralık 2011'de Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonu'na (TESK) resmi bir yazı göndererek, alkollü içki satan büfe, bakkal, market, birahane ve içkili lokantaların illere göre listesini istedi. AKP Komisyon Başkanı Ankara Milletvekili Cevdet Erdöl imzalı yazıda ayrıca, alkollü içkilerin adını afişe ederek satış yapan işyerlerinin bildirilmesi talep edildi. Gerekçe olarak 'Alkollü içki sektörünün etkin şekilde denetlenmesi, alkollü içki tüketiminin sağlığa, sosyal hayata ve ekonomiye verdiği zararların azaltılması amacıyla komisyonda yapılacak çalışmalar' gösterildi.
-
"Gül'ün damarlarında AKP kanı dolaşıyor" CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, MİT Yasası'nda değişiklik öngören yasayı onaylamasına, "Damarlarında hala sıcak bir şekilde AKP kanı dolaşıyor. Kendini sıcak siyasetin içinde hissediyor hala" yorumunu yaptı. "Hükümetin acelesini anlıyordum da Sayın Cumhurbaşkanı'nın acelesini anlayamadım. Birlikte izledik, sabahın 6'sında Genel Kurul'dan geçti, 7 saat içinde Sayın Cumhurbaşkanı onaylıyor. Meclis'e gelişi de bir ilginç biliyorsunuz, Sayın Meclis Başkanı da hiç incelemeden alelacele, görülmekte olan bir davaya bakmadan, bizim gensorularımızda aklına geliyor da, hükümetin gönderdiği bir kanun teklifi veya tasarı da aklına gelmiyor bunlar. Sayın Cumhurbaşkanı ne yazık ki toplumun tüm kesimlerinin cumhurbaşkanı olamadığını bir kez daha göstermiştir. Damarlarında hala sıcak bir şekilde AKP kanı dolaşıyor. Kendini sıcak siyasetin içinde hissediyor hala. Yazık bu ülkenin geldiği noktaya, Meclis Başkanı'nın tutumu, Hükümetin tutumu ve Cumhurbaşkanı'nın tutumu hepsi bir birini tamamlıyor. Tarafsızlığını yitirmiş bir Meclis Başkanı ve Türkiye'de tüm kesimlerin Cumhurbaşkanı olamamış bir Cumhurbaşkanı."
-
İŞTE, Aziz Yıldırımın Yapacağı Savunma.!
GeceKuşu şurada bir başlık gönderdi: Gazete Haberleri Paylaşımı
BÜTÜN Türkiye nefesini tuttu, bu davaya odaklandı. 3 Temmuz’dan beri konuşulan şike davasında, 401 sayfalık iddianame 3 TRT spikeri tarafından 3 günde okundu. Soruşturmanın Silivri ayağı tamamlandı, şimdi gözler savunmaların alınacağı Çağlayan’a çevrildi. 20 Şubat Pazartesi gününden itibaren artık savunmalar konuşulacak. “Cuma günü çıkarız” diyen Cemil Turan’a Aziz Yıldırım böyle karşılık verdi -
-
Facebook'un İşe Alımlarda ki Önemi ! Sosyal ağların işe alım sürecinde büyük önem taşıdığını göz önünde bulundurmamız gerekiyor.Öyle ki; şirketlerdeki işe alım personellerinin %91′i bir adayı işe almadan önce o kişinin sosyal ağlardaki profillerine bakmakta. Bu sosyal ağların hala en popüleri ise tartışmasız Facebook. Son günlerde ne kadar “Ben Facebook kullanmıyorum artık” diyen kişileri görsek de Facebook hala dünyanın tartışmasız birincisi. Hal böyle olunca işe alım personellerinin adayları Facebook’ta araştırması kaçınılmaz oluyor. HireRabbit’in yaptığı bir araştırmaya göre geçen sene işe alım yapan personellerin %48′i Facebook’ta en az bir kere işe almak için personel avına çıkmış durumda. Kaynak:SosMed
-
16 Şubat 2012-02-16 Silivri Toplama Kampı B/3 Alt Tecrit Hücresi Sevgili Nazlı Ilıcak; Altan Öymen (Ağabey); Enver Aysever Öncelikle uzun bir hasretle sizleri ve değerli izleyicilerinizi selamlıyorum, kucaklıyorum, sevgilerimi ve özlemlerimi sunuyorum. Ne yazık ki benim A.İ.H.M.’ne yaptığım başvuruyla ilgili olarak 14 Şubat günkü programınızı izleyemediğimi söylemekten utanıyorum. İnanın üç aydan fazla bir süredir televizyon izlemiyorum. Kendime bir program yaptım. Elimde bulunan: Felsefe, Antropoloji, Mitoloji sözlükleri ile Churchill, Kant, Bolivar, Rousseau biyografileri ve tabii ki Enver’in romanı ile Nazlı hanımın denemesini bitirmeye ve bu arada yeni kitabımla ilgili son düzenlemeleri yetiştirmeye çalışıyorum. Mazeretim umarım kabul görür. Umarım beni saygısızlık etmiş saymazsınız. Programınızı izleyemediğim için sizden ve izleyicilerinizden özür dilerim. İnanın 24 saat yetmiyor. Bağışlayın. 23 Eylül 2008’den buyana tutukluyum. 28 Şubat 2011’den buyana da bir tecrit hücresinde tutuluyorum. Tek başıma ve duruşmalar dışında hiç kimse ile görüştürülmüyor, kimse ile konuşturulmuyorum. Ama iyiyim. Bu süreç içinde beni en çok sevindiren hukuki gelişme A.İ.H.M.’nin Tuncay Özkan kararıdır. Bu karar avukatlarımın ve benim bir hukuk zaferimizdir. Çünkü mahkeme ile ilk kez devam eden ve iç hukuk yolları tükenmeyen bir davaya müdahil olmak gereği duymuştur. Bu ilk kez olmaktadır. Ayrıca ilk kez bir başvuruyu ret etmemiş, kabul ile değerlendirmeye almıştır. Bugüne kadar yüzlerce başvuruyu geri çevirdi çünkü. İlk hukuk zaferimiz, budur. Mahkeme ayrıca iki noktada başvurumuzu haklı görerek, Türkiye’den savunma istedi. Bunlar; uzun tutukluluk ve yargılama usulü ile ilgilidir. En önemli kazanımımız, bu ara karar için savunma talebidir. Bu Türkiye’de tutukluluk ve yargılama hukukunu kökünden değiştirecektir. Türkiye’den 10 Nisan’a kadar savunmasını sunması istenmiştir. Savunma Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 5. maddesinin ihlali nedeniyle istenmiştir. Bu karar 4 Ocak 2012 tarihlidir. Bunun üzerine Özel Yetkili Mahkemeler, Adalet Bakanlığınca uyarılmış, benim yargılandığım davada, sorgular askıya alınarak duruşmalara yeniden bir şekil verilmek yoluna gidilmiştir. Ben ve avukatlarım, işkenceye dönüşen uzun tutukluluk uygulamasına karşı elde ettiğim bu gelişmeyi sevinç ve mutlulukla karşılıyoruz. Çünkü bu konuda alınacak olumlu bir karar, bütün tutuklulukları kapsayacaktır. Bu çok önemlidir. Çünkü biz en başından beri; bizi yargılayın, yargılanmak ve aklanmak istiyoruz ama; 1- Tutuksuz yargılayın, 2- Adil yargılayın, 3- Hızlı yargılayın, dedik. Dördüncü yılına giden tutukluluğumda, bu noktada bütün uygulamaları kökünden değiştirecek A.İ.H.M. kararı, bizce çok önemli ve değerlidir. Ancak henüz işimiz bitmedi. Nihai karar önemlidir. Ama bütün kalbimle inanıyorum ki, karar lehinize olacak. Böylece bu toplama kampından beter işkence sonlanacak. Uzun tutukluluk zorbalığı Türkiye’de bitecek. Avukat Ahmet Çörtoğlu’nun emeğini dostlukla selamlıyorum. Kararla ilgili olarak beni acı acı güldüren ve; başka ne yapabilirler ki, dedirten değerlendirmeleri görüyorum. Kararın kendisini ve başvurumuzu değil; özel yetkili savcılığın iddialarını, karar diye halka sunuyorlar. Savcılığın A.İ.H.M.’ne yolladığı ve karar ekinde bulunan A.İ.H.M.’nin üstüne basa basa savcılık iddiaları diye yazdıklarını karar olarak haber yapıyor ve konuşuyorlar. Yargılandığımız mahkemenin vermediği ve veremeyeceği kararları, A.İ.H.M.’ne verdirdiler. Hatta A.İ.H.M.’ne, Ergenekon Terör Örgütü vardır, bile dedirttiler. Mahkeme diyemedi daha. Diyorum ya ellerinden ancak bu geliyor: Yalan ve kirlilik. Avukatlarımın, Avukatım Ahmet Çörtoğlu imzası ile A.İ.H.M.’ne yolladığı başvuru metni, 2009 tarihlidir. Sayın Çörtoğlu şu üç noktada başvuru yapmıştır. 1) Kötü muamele ve sorguda yasak usullerle ilgili sözleşme maddelerinin ihlali. 2) Adil yargılanma ile ilgili maddelerin ihlali. 3) uzun tutukluluk ve yargılama biçimiyle ilgili sözleşme ihlalleri. Mahkeme bunun üzerine başvuruyu kabul etmiş, savcılıktan yani Türkiye’den savunma almıştır. Savunmayı ve şikayetimizi değerlendirmiş ve karara varmıştır: 1) Kötü muamele ve gözaltında-sorguda iddialarımızı kanıtlayacak delil sunamadığımız, uygulamada sözleşmeye aykırı tutumu gösterir bir durumun olmadığına 2) Davanın çok karışık olduğuna; iddianamenin kalınlığı, dava sayısı ve sanık çokluğu nedeniyle, davanın devam ettiği de vurgulanarak süreçler sona ermediğinden bu konuda başvurunun (Adil yargılanma noktasında) “ZAMANSIZ” yapıldığına karar verilmiştir. A.İ.H.M.; Tuncay Özkan hakkında yargılandığı mahkemenin ne karar vereceğinin, devamında Yargıtay’ın ne diyeceğinin belli olmaması nedeniyle sonuçtan memnun olmamam durumunda her zaman başvuru yapabileceğimi hatırlatarak; ayrıca safahatta oluşacak ihlalleri de kendisine bildirmemi istemiştir. Sonuç olarak A.İ.H.M., sözleşmenin Adil yargılanma ile ilgili kısmına dönük olarak başvuruyu değerlendirmeyi iç hukuk yolları tükenmediği için, dava devam ettiği için, ele almamıştır. 3) A.İ.H.M. başvurumuzun uzun tutukluluk süresi, adli kontrolün uygulanmaması, mukayeseli yargılama yapılmaması noktasındaki başvurumuzu, karar vermeye değer bulmuş, bu noktada ara karar vereceğini açıklamış ve Türkiye’den ek savunma istemiştir. Bunu da sözleşmenin 5.3 ve 5.4 maddelerine aykırılıktan talep etmiştir. Olayın özeti budur. Türkiye 10 Nisan’a kadar savunma verecektir. A.İ.H.M.’de bir karar açıklayacaktır. Bu karardan yola çıkarak, A.İ.H.M. “Ergenekon Terör Örgütü” var dedi, Tuncay Özkan’ı reddetti, Ergenekon’a A.İ.H.M. tokadı palavralarını üretenlere sadece acıyorum. Aynı zamanda bir skandala imza atan ve A.İ.H.M.’ne yalan beyan yollayanlara da acıyorum. Buradan Adalet Bakanı’nı, H.S.Y.K.’yı göreve çağırıyorum ve suç duyurusunda bulunuyorum. Türkiye’den savcılığın yolladığı fezlekede yalan beyanlar bulunmaktadır. Savcıları bu yalanlarını ispata davet ediyorum. Benimle ilgili bütün yazan, söyleyenlere de hodri medya diyorum. 1- Benim evimde bomba ve mühimmat çıktığı kuyruklu yalandır. Ev arama ve tespit tutanaklarım mahkeme dosyasında mevcuttur. Avukatlarım her isteyene bunları verecektir. Evimde yapılan aramada bomba ve mühimmat bulunmamıştır. Bu kuyruklu yalandır. İftiradır. Ne felakettir ki, A.İ.H.M.’ne evimde bomba ve mühimmat çıktığını savcılık söylemiştir. Gerçeği bildiği halde böyle davranmanın takdirini sizlere bırakıyorum. Bu yalan nedeniyle A.İ.H.M. bazı ihlallerle ilgili başvurumuzu olumsuz karşılamıştır. Bu yalanla ilgili olarak A.İ.H.M., Adalet Bakanlığı, H.S.Y.K. nezdinde hukuki her girişimde bulunacağız. Evime gelen polislere ruhsatlı tabancam ve mermilerimi kendim teslim ettim. Bomba, mühimmat yoktur, tutanaklar açıktır. Ben A.İ.H.M.’ne bu yalana sığınarak gidenleri kınıyorum. Çaresizliklerinin son noktası budur. Günü gelince benden özür dileyecekleridir. Bunu mahkemede de dile getirdim: Özür dileyecekler ama bu yapılan artık suçtur. 2- Evimde yapılan aramada gizli MİT belgeleri ile M.G.K. tutanakları çıkmamıştır. Yalandır. Savcılık A.İ.H.M.’ne yalan beyanda bulunmuştur. A.İ.H.M. yanıltılmıştır. 3- Savcılık Kanaltürk satıldıktan aylar sonra beni tutuklamıştır. A.İ.H.M.’ne Kanaltürk hâlâ benim yönetimimdeyken tutuklandığımı ve bu sırada iddia olunan Ergenekon Terör Örgütü’ne program desteği yaptığımı, onların istekleri doğrultusunda yayın yapmak için televizyon kurduğumu yazmışlardır. Hepsi yalandır. Dosyada 32. Gün programında Nazlı Hanım ile katıldığım program ile Sevan Nişanyan ile çıktığım Teketek programı dışında hiçbir programın kaydı, çözümü bulunmamaktadır. Bunlar hukuk skandalıdır. Ama başka ne yapabilirler ki? Gerçek şudur: Kanaltürk satılınca 128 gazetecinin eşyası bir depo kiralanarak, odalarından alınmış ve buraya konulmuştur. Polis bu depoyu da aramış, burada en erken tarihi 1998 olan 20 kadar Gizli ibareli MGK tutanağı ki, hepsi Kürt Sorunu ve Kuzey Irak ile ilgilidir, değerlendirme raporlarıdır ve Operasyon, Abdullah Öcalan Neden Verildi, Ne Olacak, CIA Kürtleri, Bush ve Saddamın Gölgesinde Entrikalar Savaşı kitaplarımda kullanılmıştır. Bir tek dava açılmamıştır. Ki ben 301’den iki kez yargılanıp beraat eden, hem de Genelkurmayca şikayet edilen bir gazeteciyim. Bunları hemen kabul ettim benimdir, dedim. Ayrıca Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın kimlikleri de aynı kutuda bulunmuştur. Ayrıca aynı yerde bulunan Susurluk Raporu ile Susurluk düğün fotoğraflarının da benim olduğunu söyledim. Bugün suçlandığım o fotoğraflar, Susurluk ana davasında delil oldu. Ben savcılığa teslim ettim. Susurluk Raporunu televizyonda ve gazetede ben açıkladım. Yeşil’in MİT ve JİTEM elemanı olduğunu, Etibank’tan maaş aldığını, cinayetlerde ve Öcalan’ın öldürülmesi için kullanıldığını ben kamuoyuna açıkladım. Faili meçhul cinayetlerini ben sıraladım. Bunları DGM savcılarına da ben verdim; istediler, tutanakla, ifademle teslim ettim. Hepsi Susurluk Davasının ana delilleridir. Kaldı ki Yeşil’in kimlikleriyle ilgili yayınlarım nedeniyle MİT tarafından suçlandım. Bakırköy 4. Ağır Ceza Mahkemesinde yargılandım. MİT o zaman bu kimlikleri, “Kozmik odasına girerek çaldığım” suçlamasını ileri sürdü. Yargıtay kararı ile beraat ettim. Dava sırasında, Susurluk düğün fotoğrafları nedeniyle 6 yıl hapis cezası aldığını söyleyen ve beni yaşamı boyunca düşman gördüğünü açıklayan İbrahim Şahin ile aynı örgütte bulunmakla suçlanıyorum. O yönetici, ben üye. Hatta Nazlı Hanım duruşmaya geldiğinde; “Yok şimdi olmadı, Tuncay ile Şahin aynı örgütte olamaz” dedi. Ama olan budur. Şimdi aklınıza; Tuncay Özkan neden evinde silah bulunduruyor, sorusu gelebilir. Yanıtlayacağım. Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı cinayetlerinin İran destekli bir terör örgütünce işlendiğini savladım. Sonuçta benim savım doğru çıktı. Mahkemelerin kararı ortada. Ancak bu araştırmalarım sırasında yabancı bir gizli servisin beni öldürteceği bilgisi üzerine MİT İçişleri Bakanlığı Merkez Koruma Kurulu’na bilgi vermiş. O tarihte evim ve kendim yakın koruma altına alındım. Halen de korunmaktayım. Gülmeyin, gerçekten koruma altındayım. İstanbul İl Koruma Kurulu, cezaevinde bana çağrılı koruma sistemi ile korunmamın devam ettiğini bildirmem durumunda cezaevinde de koruma sağlanacağını resmi yazıyla bildirdi. Zaten tutuklandığımda da korumam evde idi. Ayrıca iki kez evime ve bana mafya gruplarınca bombalı ve silahlı saldırıda bulunulmak istendi. Bunları İstanbul polisi önledi. Failler ceza aldı. Bir kez uyuşturucu ve tarihi eser kaçakçısı bir milletvekilinin adamlarınca öldürülmek istendim; failler Sakarya’da planlama yaparken ele geçti. Bir kez AKP’li eski bir milletvekilinin tuttuğu korucu çetesince Kanaltürk’ten çıkarken kurşunlandım. Bunların delili Matkap Operasyonu dosyasında mevcut. Bu nedenle İstanbul Emniyetinden, ruhsatlı tabanca aldım. Eve gelen polislere de ruhsatımla beraber teslim ettim. Gelelim el bombaları meselesine. Bu depoda yapılan aramada iki adet içi mum dolu olan, kapsülü, patlayıcısı, maşası, fünyesi bulunmayan ve benim değil bir başka gazeteci arkadaşımızın masasında bulunan, mumluk olarak kullandığı el bombası kabı, ki ona da bir polis adliye muhabiri hediye etmiş, bilirkişi raporlarına ve benim ifadelerime rağmen savcılarca bomba yapıldı. Üstelik bana yazıldı. A.İ.H.M.’ne de evimde bulunan bombalar olarak bildirildi. Pes diyorum. Zamanınızı daha fazla almayacağım. Soruyorum: Beni tutuksuz yargılasalardı, ben de huzurunuza gelip her sorunuza belgelerle yanıt verseydim ne değişirdi? Çok değişir değil mi? O yüzden, susturulup unutturulmak için dört yıla yakındır tutukluyum. Kaldı ki örgüt üyeliğinden ceza alsam, yatacağım hapis süresi 4 yıl 8 ay 10 gündür. Ben zaten dört yıldır tutukluyum neredeyse. Suçlanmam örgüt üyeliğidir. Ben gazeteci değilmişim! Teröristmişim! Ama bunları benim mesleğe başlattığım ağızlara hiç mi hiç yakıştıramıyorum. 17 kitap yazdım. MİT üzerine kitabım 50. baskısını geçti. Öcalan kitaplarımın korsanlarından yakalananlar 250 binden fazla. Yunanca, İngilizce ve Arapçaya çevrildi yazdıklarım. Yüzlerce ödül aldım. Binlerce makale yazdım. Ama ben gazeteci değilim. Ayıp, diyorum. Benden gizli belgeler çıkmış, Susurluk Raporu çıkmış, Yeşil’in fotoğrafları çıkmış. Ne çıkacaktı ki? Gazeteciden belge çıkmaz mı? Şimdi (Allah korusun) eviniz basılsa sizden ne çıkar ki? Bugünler geçer. Ölmez de bu hücrelerden sağ çıkarsak, halkımızın önünde her şeyi açık açık konuşuruz. Hatalarımız varsa özür dileriz. Sevaplarımızı da terbiyemiz gereği sessizce geçiştiririz. Çünkü bize utanmayı da öğrettiler. Ben milyonlarca insanın gözüne bakarak meydanlarda konuştum. Alnım o günkü gibi ak ve dik. Hiç yala söylemedim halkıma. Hâlâ yalansız yaşıyorum. Ölümden korkmuyorum. Ama utanmaktan korkuyorum. O nedenle herkesi tarih önünde utanacağı sözlerden uzak durmaya davet ediyorum. Ben bu suçları işlemedim. Hayatım boyunca teröre, mafya, kirli siyaset, yolsuzluk ve insan hakları ihlallerine, faşizme karşı mücadele verdim. Barış ve özgürlük için savaştım, hâlâ savaşıyorum. Mahpushane bu kavgamın özgürlüğümün ve cesaretimin kefaleti oldu. Ben hakkımı halkıma helal ettim. Onlar da helal etsin. A.İ.H.M.’nin vereceği kararla yakında, Nisan’dan sonra, yani baharda kavuşacağımız umudundayım. Sizleri, izleyicilerinizi, sevenlerimi, beğenmeyenleri saygı, hasret ve sevgilerimle selamlıyorum. Özgür günlerde programınızda bana yer ayırın da anlatayım istiyorum. Yalansız, riyasız, çarpıtmadan, belgeli. Özgürce kucaklaşmak üzere; görüşmek üzere… Hoşçakalın… Tuncay Özkan
-
Seni sen olmaktan uzaklaştıracak olan şey, Gerçekleri ve hissettiklerini söyledikten sonra özür dilemektir...
-
YAYINLANMAMIŞ KİTAPTAN KİMLER RAHATSIZ OLDU...
GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Güncel Konular
Silivri Cezaevi’nde 1 yıldır tutuklu bulunan gazeteciler Pehlivan ve Terkoğlu, tartışma yaratan kitapları ile ilgili soruları avukatları aracılığıyla yanıtladı. İşte “Sızıntı/Wikileaks’te Ünlü Türkler” kitabıyla ilgili soruların ve Silivri’den gelen cevapları: 1- Wikileaks belgeleri ilk yayınlandığında bir süre konuşuldu ama sonra unutuldu. Siz neden böyle bir kitap yazma ihtiyacı duydunuz? Barış Pehlivan: Sorunuzun yanıtı aslında içinde var: Unutuldu! Medya bu belgelere hem korkudan, hem artık gazeteciliği bıraktığından hem de maalesef tembelliğinden gerekli ilgiyi göstermedi. Düşünebiliyor musunuz; Türkiye ve dünya siyasetine dair onbinlerce resmi belge herkesin erişiminde ama kimse açıp da okumuyor bile... Silivri cezaevine atılmamıza rağmen, buna gönlümüz elvermedi. Çok zor da olsa, önemli belgeleri perde arkasıyla, analizlerle kitaplaştırmak istedik. Ve başardık... İstiyoruz ki; 10 yıl sonra da başvurulacak bir referans kitabı olsun. Barış Terkoğlu: AKP iktidarının ilk günlerinde Başbakan Erdoğan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan “bu topraklarda 200 yıldır ilk kez iç dinamiklerle dış dinamikler örtüşüyor” demişti. Akdoğan’ın sözlerinin kendi baktığı yerden haklılığı var. Gerçekten de son 10 yılda Türkiye’nin yaşadığı dönüşümde bu uyumun parmak izlerini görüyoruz. 200 yıllık modernleşme hareketimizin sonucu olan kurumlar küresel güçler tarafından dönüşüme zorlanıyor. İçeri de ise, o kurumları yeniden tanımlamak isteyen siyasi iktidar var. Biz Wikileaks belgeleri ile Türkiye’nin son 10 yılında yaşanan değişimin fotoğrafını çekebileceğine inanıyorduk. Sızıntı kitabında da bunu yaptık. Kitabın kurgusunda da bunu görebilirsiniz. Wikileaks konusunda okuyucu bilgilendirildikten sonra Erdoğan, AKP ve Gülen cemaatinin anlatıldığı bölümler geliyor. Ordu, Balyoz ve Ergenekon bunu takip ediyor. PKK’ya ilişkin tartışmalar ve dış politika ile tamamlanıyor. Parçalar birleşince son 10 yılın ya da birilerinin sevdiği ifadeyle “Yeni Türkiye”nin oluşumunun teorisi ortaya çıkıyor. 2- İncelediğiniz kriptolar arasında sizi en çok şaşırtan hangisi oldu? Barış Pehlivan: Şaşırtan değil de gülümseten çok belge oldu. Örneğin, hem siyaset, hem bürokrasi hem de medyadan birçok önemli isim; ABD’li diplomatlara sürekli birilerini gammazlıyorlar! Sanki karşılarında “Güzin Abla” varmış gibi; dertlerini/şikayetlerini anlatıyorlar. Dahası; bunu yaparken de kendilerine hiç toz kondurmuyorlar. Ama büyükelçilerin tüm bunların farkında olması ve asıl görüşlerini kriptolara yansıtması beni çok sık gülümsetti. Barış Terkoğlu: Kuşkusuz şaşırmak insan aklının en güzel refleksi. Ancak bu ülkede öyle şeyler yaşıyoruz ki belki de bu refleksimizi kaybettik. Yine de ülkedeki elitlerin ABD elçileriyle başbaşa kaldıklarında söyledikleri ile topluma yansıttıklarının arasındaki farkı görmek herkesi şaşırtır sanıyorum. 3-“Sızıntı” kitabı Türkiye’nin gündemine oturdu. Gazetelerin manşetleri kitapta yer alan kriptolara ayrıldı. Böyle bir ilgi bekliyor muydunuz? Barış Pehlivan: Medya geç de olsa “uyandı”, diyelim. Gerçek demokrasinin ve hukukun olduğu bir ülkede; örneğin polisin verdiği Ergenekon brifingi ortaya çıksa, dönemin İçişleri Bakanı ve ilgili polisleriyle ilgili soruşturma başlar. Biz de ise; Emniyet Genel Müdürlüğü “yalanlıyor” sadece... Ne yani; o kriptoda anlatılanları, görsel sunumları, isimleri, olayları ABD Büyükelçiliği kendi mi uydurdu? Kaldı ki; tek brifingden söz etmiyoruz. Kriptoda başka brifingler de yer alıyor, hem de polislerin isimleriyle birlikte... “Dışardaki” gazeteci arkadaşlar kriptoları ayrıntılı incelerse onlarca manşetlik haber çıkarabilir. Odatv aracılığıyla; kitabımıza haberlerinde, TV programlarında ve köşelerinde yer veren meslektaşlarıma ayrıca çok teşekkür ederim. Barış Terkoğlu: Bazı bölümleri yazarken çok konuşulacağını tahmin edebiliyordum. Büyükanıt ve Balbay’a ilişkin Türk polisinin Amerikalılar’a söylediklerinin gündem olacağı aşikardı. Ama bütününe ilişkin beklediğimin ötesinde ilgi gördük diyebilirim. Cezaevi’nde karşılaştığım Mustafa Balbay, “insanların işlenmiş bilgiye ihtiyacı var” sözleriyle kitabın gördüğü ilginin sebebini bence de özetledi. 4-Cezaevinde kitap yazmanın zorlukları neydi? Barış Pehlivan: Cezaevinde kitap yazmak zor. Hele de kitabı iki kişi yazıyor ve birbirinizi hiç görmüyorsanız çok daha zor. Biliyorsunuz; Barış Terkoğlu’yla ayrı koğuşlardayız. Ama bizi cezaevine atanlar, içimizdeki gazetecili tutkusunu hapsedemediler, aksine daha çok bağlandık mesleğimize. Sanırım bu aşk bizi motive etti. Bu vesileyle, avukatlarımıza ve Odatv çalışanlarına tekrar teşekkür etmek isterim. Bu kitap sizlerin desteği olmadan çıkamazdı... Barış Terkoğlu: Cezaevinde hiçbir şey kolay değil. Ama insan, iradesiyle tüm zorlukların üstesinden gelebilir. Merak ediyorsanız, 12 Eylül hapisanelerinde daktilo kullanabiliyordunuz. Bugün yasak. Tutuklular yazılarını kurşun kalemle yazıyor. Kaynaklar elinizin altında değil. Bu nedenle cezaevinde arşivcilik gelişiyor. Beraber çalıştığınız kişiyle büyük ihtimalle aynı koğuşta kalmanız da engelleniyor. Bu da büyük bir zorluk. Tüm bunlara rağmen ben hapishane kötümserliğini sevmiyorum. Dünyayı değiştirmek isteyen ve bunu yapabileceğine inanan insan, her koşulda gülerek mücadele etmeyi seçmeli. O yüzden şikayet etmek istemem. Burası bir hapishane. Nazım’ın dizelerindeki gibi eğer “adımlarını tarihin akışına uyduran, temelleri çöken bugüne vuran, yarını kuran” isek, duvarları tanımamak durumundayız. 5- Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? Barış Pehlivan: “Sızıntı”yı okuyanlar bizim neden hapiste olduğumuzu da anlayacaktır. Bizi dört duvar arasına atanlar, işte bu gazeteciliği yapmamızı istemediler. İstediler ki; yalanlarla dolu operasyonel kitaplar/haberler yazalım. Odatv duruşmasında da söyledim; bedeli ne olursa olsun kalemimi satmayacağım, boynumu eğmeyeceğim. Bu zulümler, bu davalar gelip geçicidir; kalan tarihe düştüğünüz notlardır. Barış Terkoğlu’yla birlikte onur duyacağımız bir notu bu kitap sayesinde tarihe geçirdiğimizi düşüyorum. Barış Terkoğlu: Odatv’ye teşekkür ederim. Dışarıda sizinle beraber inandığımız gerçekleri yazmak isterdim. Malum nedenlerle mümkün değil. Bir toplum için düşünenler, yazanlar hapis ise toplum da hapis oluyor. Belki yanınızda olup size soğuk gerçekleri armağan edemiyoruz. Ama artık dokunanı yakan bir Bastille’imiz var. Kabe-i hürriyet oldu. Hepimizin esareti aynı duvarların ardında. İnanıyorum ki güneşi beraber doğuracağız. Sancılarını duyuyorum. -
Türk Tabipleri Birliği, geçen yıl Başbakan’ın Hopa mitingi öncesi çıkan olaylarda hayatını kaybeden Metin Lokumcu’nun biber gazından öldüğünü söylüyor. Adli Tıp Başkanlığı Morg İhtisas Dairesi’nin otopsi raporuna göre Metin Lokumcu kalp ve akciğer rahatsızlığı yüzünden ölmüştü. TTB raporu ise biber gazını işaret ediyor. Başbakan’ın Hopa mitingi öncesi çıkan olaylarda hayatını kaybeden Metin Lokumcu’nun ailesi konuştu; "Hiçbir şey bizi Tayyip Erdoğan’ın söyledikleri kadar üzmedi" Hiç kimse Tayyip Erdoğan’ın söyledikleri kadar üzmedi. Gazetecilerden de isimleri tam hatırlamıyorum, yaşlıca biri vardı, gerçekten kaale alamadım. Aşırı gülünçtü söyledikleri. Babamın çevresi terör örgütüymüş. Babam Ergenekon’cuymuş da bizim mi haberimiz yokmuş? Bu rapor hukuki mücadelenizde neyi değiştirecek? Şimdi İstanbul Adli Tıp’tan bir rapor daha bekliyoruz. Ama en çok istediğim Trabzon Adli Tıp’takilerin yargılanması. Bugün bize oldu yarın başkasının başına gelebilir. Bizim şansımız, işi bilen çok avukatımız vardı. Zaten otopsinin geç başlamasından şüphelenmiştik biz. Ölüm saati de yanlış raporda.
- 4 cevap
-
- Adil yargı
- Türkiye
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
AKP ve yandaş yazarlara bakarsak Türkiye hızla sivilleşen bir ülke! Ama gelin görün ki sivilleşme dediğimiz şey sadece askerin kışlasına dönmesinden ibaret değildir. Kamu yönetiminin, devletin görevlilerinin de hesap verebilmeleri ile de ilgilidir. Üniformalı devlet görevlilerinin yerini, üniformasızlar alıyorsa vesayet rejimi de sürüyor demektir. Sivilleşmeyi sadece “rejim üstündeki asker gölgesinin kalkmasından ibaret zannedenler için” Türkiye’nin sivilleştiğini söylemek kolay ve yeterli tabii... Devlet görevlileri işledikleri suçlar ya da kamu hizmetini görürken yaptıkları hatalar nedeniyle, Hesap vermiyorlarsa, Hesap sorulamıyorsa... Orada “otoriter bir yönetim var demektir." Ve "sivil bir demokrasiden de söz edilemez."
-
Bankalarda Unuttuğunuz Yatırımınız olup olmadığını kontrol edin.
GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Güncel Konular
Burası Türkiye İleri demokrasi ve insan haklarının en iyi yaşandığı bir ÜLKE.! O nedenle Hakim sınıfların devleti yöneten kurumları sizden alacağı varsa canınıza ot tıkar. Ama sizin bir alacağınız ya da talep ettiğiniz bir hakkınız varsa sürüm sürüm süründürür... Ey bu topraklarda yaşayan bizlerin, hakkını, hukukunu ve özgürlüğünü koruması için atalarımızın birlikte kurduğu devletimizin şu anda iş başında olan sevgili elit yönetenleri, müdürleri, memurları..vs.vs..; Üç kuruşluk alacak için onca masrafa katlanıp haciz bildirimi yapmayı biliyorsunuz da... Ey benim canım vatandaşım, siz galiba şu bankada var olan üç kuruşunuzu on yıldır bu hesapta duruyor ve işlem yapmamışsınız, bundan sonrasında ne yapmak istersiniz diye iki satır yazı yazmak çok mu zorunuza gidiyor? Kafasına kuş sıçtığında şans oyunları aklına gelen ve her an oramızı buramızı çimdikleyerek ağzımıza tükürenlere oy vermeyi bir görev bilen bizlerin, önemsemediğimiz ufak tasarruflarımızı bile bir takım mevzuatlar yaratıp, aç gözlü hakim sınıflar adına gasp etmeyi ihmal etmeyenlerin kerhen yaptıkları bu uyarıyı göz ardı etmeyin isterseniz... -
Bankalarda Unuttuğunuz Yatırımınız olup olmadığını kontrol edin.
GeceKuşu şurada bir başlık gönderdi: Güncel Konular
Bilindiği üzere 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 62 nci maddesine göre, bankalar nezdlerindeki mevduat, katılım fonu, emanet ve alacaklardan hak sahibinin en son talebi, işlemi, herhangi bir yazılı talimatı tarihinden başlayarak on yıl içinde aranmayanlar zaman aşımına tabidir. 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 62 nci maddesinin uygulanmasına ilişkin yayımlanan yönetmeliğin 8 inci maddesi gereğince zaman aşımına uğrayan mevduat, katılım fonu, emanet ve alacakların listesi Şubat ayı başından itibaren Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu internet sitesinde üç ay müddetle ilan edilecektir. Bu çerçevede listede isim ve hesap bilgileri yer alan kişilerin en geç 15 Mayıs 2012 tarihine kadar hesaplarının bulunduğu bankanın ilgili şubesine geçerli kimlik belgeleri ile başvurmamaları halinde yasa gereği zaman aşımına uğramış olan mevduat, emanet hak ve alacakları Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredilecektir. Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu Zamanaşımı Hesapları Önbildirim Sorgulama -
Hayatımızın hikayesine kattığımız yapraklar… Nefes aldığımız her gün... Güneşin doğuşuyla canımıza katılan hayatlar... Hatalarımız.. Yaşam şekillerimiz başarılarımız… Mutluluklarımız… Üzüntülerimiz… Hikayesine kapıldığımız hayatımız… Ne zaman en son kontrolümüzden çıktı? Bizi bizden daha iyi sorgulayan “biri” arayışına girmeyi çoktan bıraktık. Peki hayatlarımızın kontrolü kimde? Hayatın akışında mı? Hayatın akışına bir şahsiyet kazandırmayı ne çok sevdik. Hayatın akışı yani kaderimiz… Öyküm... Pencereden baktığımda her yan bembeyazdı. O kadar sessizdi ki çocuk aklımla konuşmaya korktum bir an..çocukluğumun geçtiği evin penceresinden dışarıyı izliyorum. Beş yaşındayım. Ne çok büyüğüm diyorum içimden, hava kararmıştı. Bütün gün dedemi bekledim camda. Bana söz vermişti ormandan çam ağacı getirecekti. Çocukluğumun mucizesiydi bu, karlarla örtülü dağların eteklerinden bir çam ağacı bizim evin salonuna geliyordu bu gece. O camdan bakarken ne hayaller kuruyordum. Dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Evin içi sıcacık, kömür sobamız o kadar çok ısınmıştı ki kıpkırmızı olmuştu. Az evvel içine attığım çam kozalağı yüzünden annemden azar işitmiş camın önünde dedemi beklemeye devam etmiştim. Şimdi düşünüyorum da, ben babamı hiç tanımadım. Dedemin bana verdiği şevkat sayesinde babamı hiç özlemedim. Babam niye yok demedim. Ben dedemi çok seviyordum. Gülen, boncuk gibi gözleri vardı dedemin, pamuk gibi elleri. Mutluydu benim dedem, beni çok seviyordu. Ben onun biricik torunuydum. Annem, annem çok zor günler geçirmişti benim. ikinci dünya savaşını görmüştü bir kere kolay mı. Erken yaşında ölen anneannemin ardında üç yetim kız kalmışlardı. Annem almıştı onları kanatlarının altına, yokluklar içinde geçen hayatları balkan insanını anlatıyordu.. Novipazar..kalbimin atmaya başladığı yer…güneşin doğuşunu ilk gördüğüm yer..kuşlarla böceklerle ilk tanıştığım yer..sevgiyi ilk öğrendiğim..özlem duygusunu ilk tattığım yer..memleketim.. Penceresinden baktığım küçük evimiz..her tarafından soğuğu hissettiğimiz..sıcacık yuvamız..çocukluğumun evi.. Camdan bakmaya devam ederken düşündüğüm tek şey “dedem nerede kalmıştı”…saf temiz çocukluğum..bakmaya devam ederken akşamın karanlığında bir karaltı görür gibi oldum..bastım çığlığı..dedem bu dedem..sırtına yüklenmiş çam ağacını ağır ağır eve doğru yürüyordu…kalbimin atışları hızlanmıştı..kapıdan içeri girdiğinde üşümüştü…ben o kadar küçüktüm ki ağaç kocaman gelmişti gözüme..sevinçten yerimde duramıyordum…ağacı pencerenin önüne yerleştirdik..üzerine yağan karlar erimişti bile…bütün gün teyzemle hazırladığımız bezden kağıttan yaptığımız süsleri bağlamaya başladım ağaca..o gün bir de kocaman bir yıldız almıştık çarşıdan..ağacın en tepesine takmak için..bütün gece ağacı süsleyerek oynadım… o kadar mutluydum ki masal dünyasında gibiydim…en son süslemem bittiğinde ağacın altına saklandım… sanki kimse beni göremezmiş gibi.. görmesin gibi.. bu benim ağacımdı hem…dedem bana getirmişti..kimse karışamazdı bana.. dedem..canım benim..o yoklukta tek torununu mutlu etmek için uğraşıyordu..ne kadar mutlu olsam da bunun değerini biliyor muydum acaba..bunu hatırlamıyorum…tek bildiğim onu çok seviyordum…şefkatli..sevgili dedem.. Dedem çok uzun yaşamadı..kısa bir süre sonra öldü…ne çok üzülmüştüm..ne çok ağlamıştım..ilk acımı yaşıyordum..ikinci acısını yaşıyordu annem..teyzelerim..ikinci kez öksüz kalmışlardı..dedem evimizin direğiydi..mutluluk kaynağımızdı..genç yaşında annesini kaybeden bir genç kadın iki genç kız ve bir çocuk..balkanların ortasında…hayatın ortasında..hayatı öğreniyorduk acımasızca…daha çok acılı tarafını gören annem artık gülümsemiyordu çok kez..anlamıyordum yine çocuk halimle..dedem ölmeden evden ayrılan teyzem dedemin ölümü ve onun isteği üzerine eve geri dönmüştü..en küçük teyzem..yıllarca kırgınlıklar sebebiyle eve dönmek istememişti..uzak şehirlerde yaşamış…geçici işlerde çalışmıştı..dedem ölünce bu onu çok etkilemişti..dedemin son isteğini yerine getirmek hem de kırgınlıklara bir son vermek için eve dönmüştü..ne çok sevinmiştim…çok seviyordum onu..geldiği gün sokağın başından sesini duymuştum..iki çanta dolusu çikolata ve şekerlemeyle koşuyordu sokaktan bana seslenerek…gülümseyerek…onu görünce nefesimin kesildiğini hatırlıyorum..küçücük bir çocuğu mutlu etmek ne kolaydı..evimizde dedem öldüğünden beri bunu kimse pek düşünmez olmuştu..sıkıntılar yokluklar bunu unutturmuştu.. Evimizdeki neşe teyzemle geri dönmüştü…bir süredir evimizde yaşanan düzensizliklere teyzem bir nokta koymuştu..gelişinin ertesi günü evimizin ilk önce temizliğini yapmış..evin içi çiçek gibi kokmaya başlamıştı..teyzem evin düzenine temizliğine çok dikkat ediyordu..evin içinden güzel yemek kokuları gelmeye başlamıştı…evimiz eski sıcaklığına geri dönüyordu…içim ısınıyordu tekrar… Artık iki teyzem de çalışıyordu..ben okula gitmeye başlamıştım..okula gitmeyi çok seviyordum..arkadaşlarımı…orada olmayı çok seviyordum…öğretmenlerim de beni çok seviyordu..içlerinden biri sadece bana aynaya çok baktığım için kızıyordu..ama biliyordum beni yine de seviyordu..çünkü çocuklar sevildiğini hisseder… … Ogüne dair net olarak hatırladıklarım, güneşin ilkbahara yakışan yakıcılığı, bahçedeki hanımeli, şebboy ve güllerin insanın içini bayıltan kokusu..annem teyzelerim ve ben bahçedeki yaseminin gölgesinde…çimlerin üzerine oturmuştuk…küçük teyzem yine her zamanki neşesiyle pikapta son günlerin moda olan bir şarkısını koymuş…plak döndükçe o da eşlik ediyordu…hepimiz gülümsüyorduk..çiçeklerimiz boyumdan uzundu…sokağımız bizim sesimizle eğleniyor gibiydi…komşularımızdan bazıları evimizin önünden geçerken selam veriyor gülümseyerek şarkının nakarat kısmına eşlik edip el sallayarak uzaklaşıyorlardı…hayat ne güzeldi.. Bahçemizde kedimiz vardı…Kedimizin yavruları…ve köpeğimiz ”sonja”…hepimizi sevgilisi..o zamana kadar gördüğüm en akıllı en duygulu hayvan..hayvanlar iç güdüleriyle hareket eder sözünü çürüten sonja… Hayatımın en güzel günleri…tüm yaşananlara rağmen özlemini en çok hissettiğim anlarım.. İki teyzemin de çalışmasıyla maddi gücümüz toparlanmaya başlamıştı…evimizi güzelleştirmiştik..çok güzel bir hayatımız vardı.. Kırlarında koştuğum meyve bahçelerimiz vardı..kasabamızın uzağında…zaman zaman gidiyorduk “semenjaca” ya… Piknik yapıyor..erikleri elmaları dalından koparıyorduk…o meyvelerin tadını hala başka bir yerde alamadım…bazen bir meyvede hatırlar gibi oluyorum en fazla… … Ogünlere dair hatırladıklarım hep çok güzel anlar..nergis kokan…lale sümbül kokan bahçeler…bahçelerinde koşuştuğum topraklar… Çocuktum..çocukken ne üzebilir ki insanı..biri elinden oyuncağını alırsa en fazla birkaç saniye üzülür bir çocuk..sonra tekrar yeni oyunlara dalar..ben de gerçek bir çocukluk yaşadım..özlemle andığım…hatırladıkça gözlerimin dolduğu yüreğimin kabardığı günlerim çocukluk günlerim.. … Her güzel şey gibi kısacık çocukluğum.. Gözlerimi gerçek dünyaya açtığımda, özlemin ne demek olduğunu anladım. … Ogünlerde çocukça hatırladığım büyüklerin konuştuğu sohbetler oluyordu. Tito’ dan bahsediyorlardı. Yugoslav lider Tito..ne çok seviliyordu..kimdi bu Tito..çok daha küçükken anlayamıyordum..Almanları yugoslavyadan kovmayı başaran Tito Yugoslav halkının kahramanıydı..Sosyalist Yugoslavya nın başbakanı olmuştu..tüm Yugoslav halkı tek bir çatı altında birleşmişti Tito sayesinde..hristiyanı müslümanı kardeşçe yaşıyordu yıllardır..bunu da Tito ya borçluyduk..o olmasaydı inci taneleri gibi dağılırdık sanki..artık bunlar konuşuluyordu sokak aralarında…ev ziyaretlerinde..belki de çok kötü günler bizi bekliyordu..çetelerden bahsediyorlardı..zulüm yapıyordu bu çeteler..bulgar çeteler..çetnikler..anlayamıyordum..oyun oynamak varken..hayatın tadını çıkarmak varken neden bunlar konuşuluyor yaşanıyordu..aileler korkuyordu.. Bindokuzyüzaltmışbeş yılındaydık…ben onbir yaşındaydım.. Artık bizim evde de bu konular konuşuluyordu sürekli…annem buradan gitmek gerektiğini söylüyordu..belki de türkiyedeki akrabalarımıza haber verip, yanlarına gitmemiz gerekiyordu..ilk duyduğumda şaşırmıştım..çocuktum..burayı terk etmenin ne anlama geleceğini bilmiyordum ki..o sene hayatımız çok güzeldi..düzenimiz oturmuştu..okula gidiyordum..altıncı sınıfa geçtiğim yazdı..yaz tatilindeydim..hayat çok güzeldi… Bir gün teyzem türkiyeye turist olarak gitmekten söz etti..oraya gideceksek önceden gidip görmeliydik oraları..ya yapamazsak..alışamazsak..önceden bilmek gerekiyordu..ailece karar verdik..gidilecekti..teyzem ve ben birlikte türkiyeye, istanbula gidiyorduk..Allahım hayat ne güzeldi…şarkılarda bahsedilen istanbula gidiyordum.. … Ogece sabaha kadar uyuyamadım..arada bir gözlerim yenik düşse de uykuya rüyamda istanbul’ u görüyordum. Masallarda geçen istanbula gidiyorduk yarın sabah.. … Uzun süren neşeli bir otobüs yolculuğumuz olmuştu. Yolda şarkılar söylemiştik hep beraber..istanbul’ a vardığımızda çocuk enerjisiyle sanırım pek yorgunluk hissetmiyordum..daha çok heyecanlıydım..kalbim deli gibi çarpıyor..sürekli etrafımı gözlemliyor..çevreyi inceliyordum..büyük teyzemler istanbula çok önceden gelip yerleşmişler..düzenlerini kurmuşlardı..biz de bu kısa gezi için onların yanına gelmiştik..bizi çok güzel karşıladılar..balkanlara özgü sıcaklık samimiyet ve misafirperverlikle ağırladılar bizi.. Kapıdan içeri ilk girdiğimde bizim nefis Boşnak böreğinin kokusu geldi burnuma…içerisi düzenli, temiz ve tertipliydi..ama ne çok insan vardı..bizim Boşnak insanı böyledir işte..çoluk çocuk gelinler torunlar hep bir arada yaşarız..zorlukları çok olsa da alışılmış bir durumdur bu Boşnaklarda..özellikle erkek çocuklar..ev tek katlıysa mutlaka üste kat çıkılır erkek çocuk evlenince orada oturur..yemekler hep birlikte yenir çaylar kahveler birlikte içilir..gece geç saatlerde herkes evine çekilir..bu durumlarda en çok gelinler yorulur..herkesin işine koşar Boşnak gelini..evdeki her şey gelinden sorulur..sabah kahvaltısı..sobanın yakılması..çocuklarının karnını doyurulması..okula gönderilmesi..temizlik..yemek..çamaşır bulaşık..tabii bu işler hem kendi evi için hem kayınvalidesi için geçerlidir..iki evin idaresi ne kadar yorsa da bu gelinin sorumluluğundadır..zordur Boşnak gelininin işi..ama buna rağmen temiz titiz ve beceriklidir…dolabında yemeği tatlısı böreği hep hazırdır.. Karnımı doyurduktan sonra benimle aynı yaşlarda olan kuzenlerimle bahçeye çıktık..güzel bir bahçesi vardı evin..ama bizim kendi bahçemiz burnumda tütmeye başlamıştı..ama o nasılsa bizimdi..şimdi bu bahçenin tadını çıkarmak lazımdı..bahçede oyunlar oynandı atlandı zıplandı..sonra kuzenlerimden biri bisikletini getirdi..çok güzeldi..gözlerimi kocaman açmış bisikleti incelerken kuzen beni bisikletle gezdireceğini söyledi..sevinçten boynuna atlamıştım..bisiklete bindik ve o zaman tek tük arabanın bile geçmediği pendik’ in sokaklarında bisikletimizle gezmeye başladık..uçuyor gibiydim..o kadar güzeldi ki..geçtiğimiz sokaklar hep gül bahçelerine sınırdı..her bahçeden değişik çiçek kokuları geliyordu..ben bir yandan çığlıklar atıyor bir yandan kahkahalarla gülüyordum..deli gibi sevinçliydim..o kadar uzun yoldan geldikten sonra bile yorgunluk hissetmiyordum.. … Teyzemin mis gibi böreğinin kokusu sokağın başına kadar gelmişti sanki..belki bana öyle gelmişti..o kadar acıkmıştım ki..hep beraber tüm akrabalar masanın etrafına oturduk..kalabalık bir ailede yaşamak ne güzeldi..bir sürü çocuk vardı..teyzem pamuk elleriyle böreği parçalamıştı..boşnak böreğinin güzelliği buradaydı…sıcakken elle parçalayacaksın boşnak böreğini..tiril tiril titrerken o börek daha soğumadan bitiyordu..insan kalabalığın içinde daha bir iştahla yiyor sanki..hele çocukken.. Yemekler yenmiş bulaşıklar yıkanmış tatlı ve kahve servisi yapılmıştı..adet üzere yugoslavyadan gelirken rahat lokum getirmiştik..kahvenin yanında ikram edilmişti minik lokumlar..bu aslında bir Osmanlı geleneğiydi.. Uykum gelmişti bütün gün koşuşturmaktan yorgun düşmüştüm..olduğum yerde uyuya kalmıştım..beni daha sonra yatağıma götürmüşlerdi..sabah uyandığımda bunun nasıl olduğunu hatırlayamamıştım..
-
Rahim iç tabakasında gerçekleşen olaylar Rahim iç tabakası adet döngüsünün ilk gününden itibaren salgılanan östrojen hormonu etkisiyle kalınlaşır. Yumurtlama gerçekleştiğinde salgılanan progesteron hormonu bir yandan östrojen hormonunun bu kalınlaştırıcı etkisini frenler, öte yandan rahim iç tabakasını özel bazı maddeler salgılamaya yönelterek döllenmesi muhtemel bir yumurta hücresinin yerleşmesi ve gebeliğin başlaması için elverişli duruma getirir. Rahim iç takasında adet döngüsünün ilk yarısında östrojen hormonu hakimiyetinde gerçekleşen kalınlaşma proliferatif evre (proliferasyon=kalınlaşma), ikinci yarısında progesteron hormonu hakimiyetinde gerçekleşen salgılama ise sekresyon evresi (sekresyon= salgılama) adını alır. Neden kanama olur? Yumurtlama sonrası yumurtalıkta oluşan Sarı Cismin ömrü 14 gündür. Sarı Cisim "yaşlandıkça" salgıladığı progesteron hormonu azalır. Kandaki progesteron hormonu belli bir seviyenin altına indiğinde rahim iç tabakası desteğini kaybederek "yıkılmaya" başlar. İşte bu "yıkılma" kanamayla birlikte olduğundan adet kanaması adını alır. Sarı Cismin ömrünün sabit olarak 14 gün olmasının özel bir anlamı vardır: 28 günde bir adet kanaması gören bir kadında yumurtlama 14. günde olmaktadır, halbuki 30 günde bir adet kanaması gören bir kadında yumurtlama günü 30-14=16. gündür. Aksine 26 günde bir adet kanaması gören bir kadında ise yumurtlama günü 26-14=12. gündür. üstteki resim rahim iç tabakasında adet döngüsünün ilk gününden itibaren başlayan kalınlaşma sürecini şematik olarak göstermektedir. Alttaki şemada ise adet döngüsünün günlerine göre vücutta oluşan hormon seviyeleri görülmektedir. Östrojen hormonunun kanda artmasından hemen sonra LH hormonunun da bariz bir şekilde arttığına dikkat ediniz. Şemada ayrıca progesteron hormonu salgısının yumurtlamadan önce oldukça düşük olduğu, yumurtlamadan sonra ise bariz bir şekilde arttığı gözlenebilir. Adet Döngüsü Uzunluğu Adet döngüsünün süresi, yani adet kanamasının ilk gününden bir sonraki adet kanamasının ilk gününe kadar geçen zaman ortalama 28 gündür. Kadınların %15'i 28 günde bir adet kanaması görürlerken, %0.5'i 21 günden daha kısa, %1'i 35 günden daha uzun bir zamanda kanama görürler. Adet kanamasının ilk başladığı zamanı takip eden 5-7 yıllık süre içerisinde adet döngüsü genellikle daha uzundur. Hormon salgılayan sistemler olgunlaştığında üreme çağına özgü düzenli kanama paterni ortaya çıkar. Kadın 40'lı yaşlara geldiğinde hormon salgısındaki doğal değişiklikler döngünün yeniden uzamasıyla sonuçlanır. 2-8 yıl devam eden bu süre sonunda menopoz ortaya çıkar. Bu süre içerisinde adet döngüsünün uzamasını belirleyen temel olay yumurta hücresinin olgunlaşmasına kadar geçen sürenin uzamasıdır. Şekilde üst üste yer alan üç eğriden ortada olanı kadınların çoğunda görülen adet döngüsü süresini gösterirken bu eğrinin üstünde ve altında yer alan eğriler kadınların %5'inden daha azında görülen adet döngüsü süresinin kadının yaşına göre dağılımını göstermektedir. Dr. Kağan KOCATEPE
-
Adet döngüsünde yumurtalıkta gerçekleşen olaylar Her adet döngüsünün başında yumurtalıklardan birinde yumurtalığın dış yüzeyine yakın yerleşimli yumurtalık hücrelerinden biri beyinden salgılanan FSH hormonu etkisiyle olgunlaşma sürecine girer. Olgunlaşan yumurta hücresi bu süreçte içi berrak bir sıvı dolu olan ve folikül adı verilen bir kesecik içindedir. Başlangıçta birkaç milimetre olan folikül, adet döngüsünün ortasına yaklaşıldığında 16-20 milimetre çapına ulaşır. Folikül içinde adet döngüsünün ilk günlerinden itibaren giderek artan miktarlarda salgılanan östrojen hormonu folikül olgunlaştıkça ve büyüdükçe daha da çok miktarlarda üretilir ve kana geçer. Kandaki östrojen en yüksek seviyeye ulaştığında beyinde luteinize edici hormon (LH) salgısını uyarır. LH salgısı 12 saat gibi kısa bir sürede hızla artar ve doruk noktasına ulaşır. LH hormonu seviyesinin bu denli hızlı artmasıyla olgun folikül yapısı en ince noktasından çatlar ve içindeki yumurta hücresini serbest bırakır. 28 günlük adet döngüsü olan bir kadında yaklaşık 14. gün gerçekleşen bu olaya yumurtlama adı verilir. Serbestleşen yumurta hücresi komşu Fallop tüpünün saçakları tarafından yakalanarak tüp içine alınır. Yandaki resimde bir Fallop tüpünün kesiti görülmektedir. Fallop tüpü saçakların bulunduğu uçta karın boşluğuyla, diğer uçta rahim içi boşlukla temas halindedir. Saçakların aktif hareketleri yumurta hücresinin karın boşluğuna düşmesini engeller ve tüp içine giren yumurta hücresi, tüpün içinde bulunan silya adlı tek yönde harekete izin veren özel "tüycükler" yardımıyla Fallop tüpünün içinde rahim içi boşluğa doğru ilerler. Folikül çatladıktan sonra "çatlama bölgesinde" Sarı Cisim (lat: Corpus Luteum) adı verilen bir yapı oluşur ve bu yapı progesteron hormonu üretmeye başlar. Sarı Cisim gebelik oluştuğunda bebeğe hormon desteği vermek üzere yaklaşık 10. gebelik haftasına kadar progesteron hormonu salgılamaya devam eder. 10. haftadan itibaren bebek kendi progesteron hormonunu kendisi üretebilecek hale gelir ve görevi devralır. Gebelik oluşmazsa Sarı Cismin işlevi 14 günde biter ve sarı cisim geriler. Sarı Cismin hormon salgısının durmasıyla kanda progesteron hormonu seviyesi kısa sürede düşer ve bu rahim iç tabakasının desteğini kaybederek "yıkılmasına" neden olur. Bu "yıkılma" adet kanamasıyla birlikte olur ve "yıkılan" doku kanamayla birlikte vücuttan atılır. Adet kanamasıyla birlikte yeni bir adet döngüsü başlar. Yumurtalık dokusunda adet döngüsünün ilk yarısında östrojen hormonu hakimiyetinde gerçekleşen folikül olgunlaşması foliküler evre, ikinci yarısında Sarı Cisim (Corpus Luteum) tarafından salgılanan progesteron hormonu hakimiyetinde gerçekleşen evre luteal evre adını alır.
-
Adet döngüsünde beyinde gerçekleşen olaylar Adet kanamasının ilk günü yeni bir adet döngüsünün başlangıcıdır. Bu aşamada beyin dokusunun derinlerinde yer alan hipotalamus adlı bölgeden salgılanan GnRH adı verilen hormon, hipotalamusa yakın yerleşimli hipofiz adı verilen salgı bezinden folikül uyarıcı hormon (FSH) salgısını başlatır. FSH hormonu etkisiyle yumurtalıklardan birinde yeni bir yumurta hücresi folikül adı verilen bir kesecik içinde olgunlaşmaya başlar. Bu olgunlaşma süreci tamamlandığında, olgun folikül içinde üretilen yüksek miktarlarda östrojen hormonu etkisiyle bir yandan rahim iç tabakası gelişmeye başlar, öte yandan hipofiz bezinden LH adı verilen başka bir hormon salgılanır. LH hormonu yumurta hücresini barındıran folikülü "çatlatır" ve yumurta hücresini serbest bırakır. Yumurta hücresinin serbest kalmasına yumurtlama (ovulasyon) adı verilir. Üstteki şekli ortadan ayıran kesikli çizgi yumurtlamanın oluştuğu anı, eğriler ise LH ve FSH hormonlarının kan seviyesini göstermektedir. Hemen yumurtlama öncesinde LH hormonunun ne kadar keskin bir yükselme gösterdiğine dikkat ediniz. Bu ani yükselmeye LH piki (pik, ingilizcede doruk anlamına gelen peak kelimesinden dilimize uyarlanmıştır) adı verilmektedir. LH pikinin oluşamadığı durumlarda folikül olgunlaşsa dahi, yumurtlama gerçekleşemez. Halk arasında "çatlatıcı iğne" olarak bilinen ilaçlar LH hormonu içerirler. Yumurtlama olduktan sonra gebelik oluşursa salgılanan hormonlar beyindeki hormonların işlevlerini durdururlar ve böylece gebelik döneminde ve lohusalık döneminde yumurtlama ve adet kanaması geçici olarak durur. Gebelik gerçekleşmediğinde belli bir süre sonra oluşan adet kanaması sonrasında beyindeki hormonlar yeni bir adet döngüsünü başlatmak amacıyla yeniden salgılanırlar. Görüldüğü gibi yumurtlama ve adet kanaması temel olarak beyin tarafından yönetilen işlevlerdir. Bu işlevin merkezi olan hipotalamus beyin dokusunun duygulanımlarla ilgili olan bölümleriyle çok yakın komşuluktadır. Bu yakın komşuluk nedeniyle ruhsal kaynaklı stres kadında yumurtlama işlevinin olumsuz etkilenmesine ve bu da adet kanamasının zamansal özeliklerinin değişmesine neden olabilir (adet kanamasının gecikmesi veya erken gerçekleşmesi gibi).
-
ADET DÖNGÜSÜ - KADININ 28 GÜNÜ Üreme çağında olan bir kadında ortalama 28 günde bir tekrar eden sürece adet döngüsü adı verilir. Adet kanamasını tarif etmek için dilimizde halk arasında farklı ifadeler kullanılmaktadır. Bunlar arasında en sık rastlanılanları "aybaşı olmak", "adet olmak", "adet görmek", "regl olmak", "menstruasyon kanaması görmek" (menstruasyon İngilizce'de adet kanamasının tam karşılığı olan menstruation kelimesinden dilimize aktarılmıştır), "mens olmak", "kanama görmek", "peryod" ve "hastalanmak" ifadeleridir. Daha ender rastlanan ve olayın tam karşılığı olmaktan uzak olanlar ise "kirlenmek" ve "renkli olmak" şeklinde olanlardır. Adet döngüsü veya siklus, son adet tarihinin ilk gününden bir sonraki adet tarihinin ilk gününe kadar geçen zamanı ve bu zaman içinde kadın vücudunda gerçekleşen olayları ifade eder. Bir adet döngüsü kadında genellikle 28 gün sürmekle birlikte 21 ile 35 gün arası normalin alt ve üst sınırlarıdır. Adet kanaması ortalama 4 gün devam eder ve 1 ile 7 gün arası normalin alt ve üst sınırları olarak kabul edilir. Adet kanaması esnasında 20 ile 80 mililitre arasında miktarda kan kaybedilir. Adet döngüsü ergenlik döneminden, yumurtalıklarda olgunlaşabilecek yumurta hücrelerinin tümüyle tükendiği menopoz dönemine kadar devam eder. Bu zaman dilimi içerisinde gebelik döneminde ve emzirmenin devam ettiği sürenin büyük kısmında geçici olarak duraklar. Adet Kanamasının Ay İle İlgisi Var mı? Kadınların bir kısmı adet kanamasını "aybaşı" olarak tarif ederler. Bu, insanoğlunun ay ile kadının adet döngüsünü çok önceden beri ilişkilendirdiğini gösteren önemli bir bulgudur. Aynı ilişkilendirme yabancı dillerde de yaygındır. "Menses" Latince'de "adet kanaması" anlamına gelmekle beraber yine bu dilde aynı zamanda "ay" anlamına gelen "mensis" kelimesinin çoğuludur yani "aylar" anlamına da gelmektedir. Bu kelime Latince'ye muhtemelen Yunanca'da "ay" anlamına gelen "mene" kelimesinin aktarılmasıyla türetilmiştir. Ay ile adet döngüsü ve kanaması arasındaki en önemli benzerlik dünyanın uydusu olan Ay'ın da aynen adet döngüsü gibi kendine özgü bir döngüsü olmasıdır. Bu döngünün başından sonuna doğru ay dünyamızda farklı şekillerde görünür. Ay'ın bir döngüsü 29.5 gün sürer ve bu döngüde bir şaşma olmaz. Bazı kültürlerde tüm kadınların aynı zamanda adet gördüklerine ve kadınların hepsinin Ay ile birlikte çeşitli ruhsal ve bedensel evrelerden geçtiklerine inanılmaktadır. Bilimsel olarak kanıtlanmamış, ancak Amerikan halkının kullandığı bir yönteme göre adet düzensizliği olan kadınlar odalarında ay ışığını temsil eden hafif bir ışığı açık bırakarak uyumakta ve iddialarına göre adetleri düzene girmektedir. Yine eski bir Amerikan geleneğine göre adet sorunları olan kadınlar ayla konuşmaktadırlar. İlk "Adet Kanaması" Çocukluk çağından ergenlik çağına geçiş döneminde, ortalama olarak 12.5 yaşında kız çocuğu ilk adet kanamasını görür. Bu "ilk kanama" henüz yumurtlama süreci devreye girmediğinden, gerçek ve düzenli aralıklarla oluşan bir adet kanaması olmaktan uzaktır. Kız çocuğunun hormon salgı mekanizmaları ve genital organları olgunlaştığında yumurtlama süreci de başlar ve oluşan adet kanamaları, adet döngüsünün bir parçası olarak düzenli hale gelir. Adet kanamasının işlevi nedir? Adet döngüsü esnasında beyinde, yumurtalıklarda ve rahim iç tabakasında farklı olaylar meydana gelir. Beyinden salgılanan hormonların yumurtalıklardan birini uyarmasıyla başlayan süreç, uyarılan yumurtalıktan döllenmeye hazır bir yumurta hücresinin serbestleşmesine neden olur, bu esnada rahim iç tabakası da kendini muhtemel bir gebeliğe hazırlar. Döllenme gerçekleşmediğinde serbestleşen yumurta hücresinin ömrü biter ve gebelik için hazırlanmış rahim iç tabakasının adet kanamasıyla dışarı atılmasını takiben yeni bir adet döngüsü başlar. Adet kanamasının amacı her adet döngüsünde oluşabilecek muhtemel bir gebeliğin yerleşebilmesi ve uygun şartlarda gelişebilmesi için rahim iç tabakasının "tazelenmesi" olarak değerlendirilebilir.
-
Sperm üretimini hormonlar kontrol eder. Bu hormonlar, FSH, LH ve Testosterondur. Spermler, ejakülasyon öncesinde seminal bezler ve prostat bezinden salgılanan sıvılarda meniye karışır. Meninin ilk kısmı çinko, yağlı bileşikler, amino asitler ve enzimler içerir. İkinci kısmı ise spermlerin kadın üreme organları içinde ilerleyebilmeleri için rahim ve tüplerin kasılmasını sağlayan, spermleri besleyen ve vajinanın asit ortamını nötralize eden maddeler içerir. Günlük Yaşamda Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar -Sigara sperm sayısını, hareketini ve yapısını olumsuz etkiler. Sigara içen erkeklerin eşlerinde düşük ihtimalinin arttığı belirlenmiştir. -Alkol impotans ve sperm üretiminin bozulmasına neden olur. Kronik alkolizm vakalarında testisler küçülür, testosteron üretimi bozulur. -Uyuşturucu maddeler sperm kalitesini ve üretimini olumsuz etkiler. Bu maddeler hormonal dengesizliklere de yolaçar. -Birçok hastalığın tedavisinde kullanılan ilaçlar sperm üretimini olumsuz etkiler, bu etki geçicidir. Antibiyotiklerin birçoğu, parazit ilaçları, depresyon, mide ülseri, hipertansiyon ve alerjik hastalıkların tedavisinde kullanılan bazı ilaçların erkek üreme sağlığını olumsuz etkilediği gösterilmiştir. -Kemoterapi kanser tedavisinde kullanılan ilaçlar sperm üretimine zarar verir. Bu ilaçların bir kısmının etkisi kalıcı olabilir. Kemoterapi öncesinde bu hastalardan ileride kullanılmak üzere sperm örnekleri alınarak dondurulabilir. -Radyasyon testislerde sperm üreten hücreler radyasyona çok duyarlıdır. Meydana gelen hasarın derecesi ve kalıcılığı radyasyon dozuna bağlıdır. Radyoterapi gören hastalarda sperm üretimi 3-5 yıl içinde tekrar başlayabilir. -Yüksek ısı özellikle sauna ve sıcak su banyoları sperm üretimini olumsuz etkiler. -Haşere ilaçları da sperm üretimini olumsuz etkiler. Sperm Sayımı İlişki sırasında boşalma ile vajinaya 100-300 milyon arasında sperm bırakılır. Vajinaya boşalan spermlerden ancak 25-30 tanesi yumurtanın yakınına ulaşır. Bunlardan bir tanesi yumurtanın zarını delerek geçer ve yumurtayı döller. Sperm hücresi vajinada 2-4 saat yaşar fakat ilişkiden 16 saat sonra bile vajinadan alınan örneklerde canlı sperm görülebilir. Kadında enfeksiyon olduğunda veya cinsel ilişki sırasında kayganlaştırıcı maddeler kullanıldığında spermler daha kısa süre canlı kalır. Uzun süre boşalma olmadığında spermler yumurtayı dölleyebilme yeteneklerini kaybederek dejenere olur. Cinsel perhiz süresi uzadıkça sperm sayısı artsa bile kalitesi iyileşmez, normal yapıdaki spermlerin oranı azalır. İdeal cinsel perhiz süresi ortalama 4 gündür. Basit bir soğuk algınlığı bile sperm sayısını ve kalitesini bozar. Sperm analizi geçirilen hastalıklar göz önünde bulundurularak yapılmalı ve analiz sonucunun bozuk olduğu durumlarda üç ay sonra sperm analizi tekrarlanmalıdır. Sağlıklı bir sperm sayımının mutlak genetik laboratuarlarında ve bunları barındıran tüp bebek merkezlerinde yapılması gerekir. Normal meni miktarı 1,5 ile 6 ml arasında değişir. Sperm sayısının ml’ de 20 milyon ve üzeri, hareketliliğin % 40 ve üzeri, normal yapıdaki sperm oranının ise % 14’ün üzerinde olduğu meni örnekleri normaldir. Spermiogram Meni incelemesidir. İnceleme için meni verilirken dikkat edilmesi gerekenler: -2-7 günlük cinsel perhiz olması -Örneğin mastürbasyon ile temiz bir kaba alınması -Örnek alınırken kayganlaştırma amacı ile tükürük, sabun veya şampuan gibi maddelerin kullanılmaması -Örneğin inceleneceği laboratuara en geç 60 dakika içinde ulaştırılması Meni incelemesinde, miktar, renk, koku, viskosite (akışkanlık), sıvılaşma süresi değerlendirilir. Sperm sayımı yapılır, spermin hareketliliği ve yapısı değerlendirilir. Menide lökositlerin ve mikroorganizmaların varlığı incelenir. Normal Değerleri Nelerdir? Dünya Sağlık Örgütü’nün kriterlerine göre normal meni değerleri aşağıda gösterilmiştir. Hacim: 2-6.0 ml Konsantrasyon: >20 x 106/ml Total sperm sayısı: >40 x 106/ml Hareket: >%50 Morfoloji: >%30 Vitalite (canlılık): >%75 Lökosit: <1.0 x 106/ml Öncesinde Nelere Dikkat Etmek Gerekir? Meni incelemesinin sonuçları, cinsel perhiz süresine, mevsime, geçirilmiş hastalılara, strese, alkol ve sigara kullanımına bağlı olarak değişiklik gösterebilir. Kesin sonuca varılmadan önce birer ay ara ile üç kez meni incelemesi yapılmalıdır.
-
Kadın cinsel organının adı nedir?... Nasıl?... Yeterince tedirgin edici ya da suratınızda hafif bir tebessüm oluşturan bir soru mu? İlle de cevaplamak zorunda olduğumuzu düşünürsek, soruyu soranın kimliğine göre ayarlarız cevabı değil mi? Bir doktor soruyorsa başka bir şey dersin, kız arkadaşına başka, annene başka dersin, çocuğuna başka, sevgiline başka, küfredeceksen, aşağılayacaksan başka. Sanki uygun durumda seçilebilsin diye bu kadar çok çeşit adı var. Ya da üzerinde çok fazla düşünüldüğü ama ismini ve yerini bulunca düşünülmekten vazgeçildiği için sadece adı var, tanımı yok. Erkek cinsel organı için de isim çeşitlemesi daha zengin olmakla beraber, içerik farkı daha az gibi. Küçük çocuklarınki ile yetişkinlerinkini ayırmaktan öteye gitmez. Bir de işin tıp literatüründeki adı vardır o kadar. Gerisi hep 'özel' isimdir zaten. Çoğu zaman bu isimlerden hiçbirini söyleyemeyiz. 'O', 'Oram' der geçeriz. Kendi hemcinslerimiz arasında bile bunu adıyla telaffuz etmeye utanırız. Bizden bir parça gibi değil de, o apayrı biri, bir şeymiş gibi 'o' diye nitelendiririz. Üçüncü tekil şahıstır o. Ayrı, kendi başına şahsiyet! Belki anatomik olarak yerinin, bir kadın için kendi kendini incelemeye çok uygun bir durumda olmayışı sebebiyle, belki çok içerlerde gizlenmiş ve kapalı bir konumda olduğu için kadınlar kendi cinsel organlarını iyi tanımazlar.'Ben'in bir parçası olmasını bu yüzden pek kabul etmiyoruz belki de. Hem tek başına ayrılacak kadar önemsenen hem de kendi bedeninden ayrı tutulan. İçin için kanayan bir yaradır çoğu zaman. Hem gerçek anlamda hem mecaz olarak. Gizlenen, kapatılan ve bu yüzden de içine kapanık olmuş bir organ. Hatta Freud'a göre kadınlar erkeklik organi olmadığını, cinsel organı üzerinde tüyleri uzatarak gizlemeye çalışırlar der. Bir şeyleri gizleme konusu doğru olmakla birlikte bunun bir erkeklik organi eksikliğinden ziyade, ismini bile söylemekte zorlanacak kadar utandırıldığı organı ile yüzleşmeyi reddetmek olabilir. Ne adını duymaya tahammülümüz vardır ne de kendisini öyle pek sık görmeye. Hatta erkekler sorar 'nasıl utanmıyorsunuz ağdacıya gitmeye diye'. Her gün erkekler tuvaletinde amir, memur hep birlikte yan yana işeyen bir grup, bunu sormanın abesliğini düşünmez bile. Ama bu ağdacı konusu açılmışken orada bile ağdacı kadın sorar, 'komple mi ', 'orası da dahil mi? ' der. 'Evet' dersin 'orası da dahil. Orası neresi diye sorulmaz. Herkes bilir orası neresi. Ama yeni dönem genç ağdacılar uygun bir isim bulmuşlar 'kasık' diyorlar. Çok daha şık geliyor kulağa değil mi? Çocukken anneme oramın adı ne dediğimi hatırlıyorum. Annemin cevabı çok hoştu. 'Elmas-yakut' demişti. Hazinemmiş. Çok kıymetliymiş. Gerçi annemden başka böyle adlandıranı duymamıştım ama hoşuma gitmişti. Hatta çocukluğumda mahalledeki bazı çocukların nefesleri kesilene kadar ağızlarını köpürte köpürte ettikleri küfürlerde yeri hiç de iyi geçmiyordu örneğin. Aşağılanmayı anlamak için fonksiyonların ne ise yaradığını, işin mekaniğini öğrenmeye gerek yoktu. Apaçık ********* bir şeyden bahsediyorlardı işte. Annemin bahsettiği bu hazineyi herkesten saklamam gerektiği, külotumu kimseye göstermemem gerektiği konusunda çok sıkı tembihlenmiştim. Bunun çok ayıp olduğunu defalarca duymuştum komşu teyzelerden. 'Adını söyleme', 'kimseye gösterme', 'Yok say kurtul işte'. Kimseye baktırma demişti. Ama ben işi abartıp çok uzun zaman kendim bile bakmadım. ****** bir şeyden kaçar gibi. Külot değiştirirken bile gözlerimi kapıyordum o çocuk halimle. Daha sonraları da, adını söylemem gerektiği durumlara hiç girmemeye çalıştım. Hani kayın validesine anne demeye dili varmayan, ama başka bir isim de söyleyemeyen utangaç yeni gelinler gibi, 'şey şey' diye geçti kaç senem. Okulda, ingilizcesini söyleyebileceğimi keşfettiğimde müthiş rahatladım. Ulu orta arkadaşlarımızın arasında söyleyiverdik utanmadan. Zaten bu tip şakaların, kelimelerin, fıkraların ve küfürlerin ingilizcesi o kadar ayıp olmuyordu. En ayıpçı dil türkçeydi tabii ki. Buna benzer bir de 'meme' konusu vardır. Birçok kadın meme demeye utanır, göğüs der mesela. Göğüs ile memenin farklı olduğunu bile bile. Söylemesi hiç hoş olmayan yasaklı kelimeler listeleri vardır kadınların. Gebe, meme falan gibi. Bir başka tespitim, kırsal kesimden ve daha alt sosyo-ekonomik gruptan olan kadınlar bunu daha rahat telaffuz eder de, eğitimli ve şehirli kadınlar daha çok zorlanır. Şehirli eğitimli, rahat ve aşmış görünen kadın bu eğitime, bu sosyal statüye yakıştıramaz halk dilindeki isimlerini. Kibar olanın ise komik kaçtığını görür, bir türlü kendi durumuna uygun isim bulamaz. İngilizce argosu en tercih edilen halidir, ama bence bu en komik versiyonudur. Belki sevgilimle yataktayken, biraz da karşımdaki 'dirty talking' denen şeyi seviyorsa az biraz konuştum ve az da olsa ketumluğumu bozdum. İnlemek serbestti, ama adını söylemek. Ah, bir rahatça söyleyebilseydim. Söylemeyi çok istesem de bir türlü cesaret edemedim. Yıllarca bu korkumu karşımdakiler fark etmedi ya da beni üzmek istemeyip çok üstüme gelmediler, ta ki oğlum konuşmayı öğrenene kadar. Yaşı gereği aklı ve eli devamlı pipisinde dolaşıyor, benim hem pipim var hem popom var, anne senin sadece popon mu var dediğinde, evet sadece popom var yanıtını alıyor. Yuvada biraz daha büyük çocuklardan en argo şekliyle öğrendiği o kelimeyi otobüste avaz avaz anlamını bilmeden söylüyor. Aslında kötü bir şey söylediğini biliyor ama aldığı tepkiler hoşuna gidiyor. Bir anda ne kadar amca teyze abla abi varsa herkesten bir renk değişikliği, gülme, sus bakayım ayıp falan gibi bir reaksiyon alıyor. Görünen tablo eminim çok komik onun bakış açısından. Bir laf diyorum ortalık birbirine giriyor diye düşünüyor olmalı. Hatta bazı tipler 'nereden öğrenmiş bunu' diye soruyorlar, vallahi ben bunca yıl söyleyemedim ama yuvada eğitimin bir parçası mı demeli bilmiyorum. Küçücük oğlum sanki karşı cinsinin bunca yıllık utanç duvarlarını yıkmak görevini üstlenmiş bir erkek olarak bu kelimeyi hala söyleyip duruyor evin içinde. Arka arkaya ve durmadan yapıyor bunu. Söylersen ağzına biber sürerim dedim, ters tepti. İlgilenmeyeyim dedim, ilgimi çekmek için daha çok üsteliyor. Tam vazgeçti diye düşündüğüm gün gelip kulağıma söylüyor. Sanırım ses olarak hoşuna gidiyor arka arkaya tekrarlamak. Benim senelerce ingilizcesi ve tıp terminolojisinde gecen haliyle konuştuğumdan habersiz en amiyane tabiriyle yüzüme vurup duruyor. Bakın hala söyleyemiyorum okuduğunuz üzere. Simdi bu yazı bittiğinde siz kaç tane ismini bildiğinizi yazın bir kenara. Bütün söyleyemeyen kadınlar için, içinizden okuyun bir kez...
- 1 yorum
-
- 1
-
-
Bir çoğumuz herhangi bir nedenle evini değiştirmiştir zaman zaman... Boş ve yeni eve koliler, eşyalar taşınır. Evin her yanında neredeyse üstünden atlanarak geçilecek eşyalarla doludur. Taşıyıcılar hala getirmeye devam ettikleri eşyaları nereye koyacaklarını sorup dururlar; - Bu nereye koymalıyım? - Yatak odasına. - Bu dolap nereye konulacak? - Oraya bir yere bırak. Muhtemelen dolabın da üstünden atlamayı göze alarak verilen direktiflerin sonucunda, her şey ortaya bir yerlere dağılmış durur. Hiç toparlayamadığımız hayatlarımız gibi… ~Sevgi nerede? Şu tarafta sanırım. ~Öz veri ? Az önce üstünden geçtim. ~Sabır ? Galiba arka odada kaldı, şimdi buraya tam olduğum yere tekrar taşımak gerekecek. ~Ya umutlar? İşte onlar her kolinin arkasından tekrar çıkabilir ortaya…
-
ÇOCUK GELİNLER: "EVLİLİK DEĞİL EVCİLİK OYUNU"
GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Güncel Konular
Çocuk Gelinler İmza Kampanyası Uçan Süpürge Kadın İletişim ve Araştırma Derneği'nin, Sabancı Vakfı desteğiyle 54 ilde yürüttüğü "Çocuk Gelinler" projesinde bugüne dek binlerce imza toplandı. Çocuk evliliklerine dair yasal düzenlemelerin yapılması, reşit olmayanların evliliğine izin verilmemesi ve bu toplumsal sorunun çözümü için somut adımlar atılması talebiyle düzenlenen kampanyada toplanan imzalar TBMM'ye, ilgili bakanlıklar ve komisyonlara iletilecek. Bu hak ihlaline ortak olmayalım! Çocuklarımızı erken evliliklere kurban etmeyelim! İmzanızla destek olun, fark yaratın! imza kampanyasına katılmak için lütfen resime tıklayın www.ucansupurge.org -
ÇOCUK GELİNLER: "EVLİLİK DEĞİL EVCİLİK OYUNU"
GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Güncel Konular
ÇOCUK GELİNLER: "EVLİLİK DEĞİL EVCİLİK OYUNU" Dünyada üç saniyede bir 18 yaş altı evlilik yapılıyor. Üç kadından birinin çocuk evliliği yaptığı Türkiye ise bu oranla Avrupa sıralamasında ikinci sırada yer alıyor. Türkiye ise Avrupa ülkeleri olarak değerlendirilen ülkeler arasında erken evlilik oranı yüzde 17 olan Gürcistan'ın ardından yüzde 14 oranıyla ikinci sırada görülüyor. Türkiye’yi yüzde 10 ile Ukrayna takip ediyor. İngiltere ve Fransa'da da erken evliliklerde yüzde 10'luk bir oran görülüyor. Kesin rakamlara ulaşmak mümkün olmasa da gelişmekte olan ülkelerde her yıl yaklaşık 10-12 milyon kız çocuğunun erken yaşta evlendiriliyor, Türkiye özelinde ise her üç kadından biri çocuk evliliği yapıyor. Daha çok kadınlar Türkiye'de 18 yaş altı evlilik yapan erkeklerin oranı yüzde 6,9 iken, bu rakamın kadınlarda yüzde 31,7’ye çıkıyor. Evli kız çocuğu sayısın evli erkek çocuğu sayısına oranla 14 kat daha fazla. Bu evliliklerin yüzde 16,9'unun kentte, yüzde 24,6'sının da kırda gerçekleşiyor. Raporda, Türkiye'de 18 yaşın altında evliliklerin yaklaşık yarısının okur-yazar olmayan, yüzde 31,7'sinin ise okur-yazar olan fakat hiç okula gitmeyen çocuklar tarafından yapıldığı belirtiliyor. -Erken evlenen kadınlar daha çok hastalık yaşıyor- ''Psikosomatik rahatsızlıklar kişinin kendi içinde yaşadığı psikolojik sorunları çözümleyemediği veya ifade edemediği zaman bedenine yansıtmasıyla oluşan bir rahatsızlık türüdür. Erken hatta çocuk yaşta evlilik yapanlarda çözümlenmeyen psikolojik ve kendini ifade edememe psikosomatik sorunlara bağlı nedeni açıklanmayan ağrılar yaşarlar. 18 yaşından küçük her 3 kadından biri sebebi belirlenemeyen ağrılar yaşadığını, bu ağrılar için doktora gittiklerinde herhangi bir sebebinin bulunmadığını söyledi. Erken yaşta evlenen bu kadınların evlilikleri ile ilgili görüşlerine daha az oranda başvurulduğu, daha fazla çocuğa sahip olduğu, daha fazla düşük yaptığı ve ayrıca bu kadınlarda psikosomatik şikayetlerin çok daha sık görüldüğü gözlemlendi.'' ''18 yaşından önce evlenen her 3 kadından 1'ine evlenmekle ilgili görüşü sorulmamakta. Bu oran 18 yaşından sonra evlenen kadınlar arasında çok daha düşük seyretmekte. Erken yaş evliliklerinde başlık parası ödenmesine daha sık rastlanmakta, 18 yaşında önce evlenenlerde berdel, beşik kertmesi adetleri daha sık. Erken yaşta evlenen kadınların yaşadığı ortalama düşük sayısı daha ileri yaşta evlenenlerinkinden yüksek, sahip oldukları ortalama çocuk sayısı daha yüksek. Evliliklerinin neredeyse yarısı akraba evliliği ve 18 yaş sonrasında evlenmiş kadınlarda görülenden anlamlı düzeyde daha fazla. 18 yaşından önce evlenmiş kadınların yüzde 49.7'si kendisinde bir hastalık olup olmadığı sorulduğunda 'evet' yanıtını verirken, 18 yaşından sonra evlenenlerden ise sadece yüzde 26'sı 'evet' demiştir. Erken yaşta evlenen kadınların yüzde 46.2'si doktorların nedenini bulamadığı ağrıları olduğunu bildirmişken, bu oran 18 yaşında veya sonrasında evlenmiş kadınlarda yüzde 26.1 olmuştur'' -
Hayatımız ufakken kurduğumuz hayaller kadar toz pembe ilerlemez bazen, Hesaplar kitaplar birbirini tutmaz, İkiyle ikiyi toplarsınız, bazen o bile dört bile etmez. Öyle bir durum olur ki hayatta; somut sandığınız gerçekler bile bir anda “Pufff” buhar olmuş uçmuş. Tıpkı hiç geçmeyecek sandığımız ömrümüzün her geçen gün farkına varmadan geçip gitmesi gibi… Peki kayıp giden çocukluğunuz,çocukluğumuz? Bunun hesabını kim verecek? Çocukken ota boka üzüldüğümüz anlar bile ileride kişiliğimize kalıcı hasarlar verirken, Bebekle oynaması gereken kız çocuğuna kendinden onlarca yaş büyük olan Onun deyimiyle amcasının, Başkalarının ona zorunlulukla yüklediği sıfatla KOCA’sının Bıyıklarıyla,saçlarıyla oynamasının bu kıza vereceği psikolojik zararın Evet bu kahrolacasına kaderin,bunun hesabını kim verecek? Bazılarınız şuan belki gülümsüyor, Ama sizin gülümsemeleriniz başkalarının kaderi olabiliyor bazen, Tıpkı çocuk yaşında evlendirilen Çocuk Gelinler gibi… Tıpkı daha kendi çocukken kucağına aldığı bebeğin oyun arkadaşı yerine Kendi çocuğu olduğu gerçeğini tokat gibi bir gerçeklikle anlaması gibi… *** Allah’tan ki güzel şeyler de oluyor güzel ülkemde… Türkiye'nin kanayan yarası 'Çocuk Gelinler'e dikkat çekmek amacıyla düzenlenen “Ben Kızımı Vermem Projesi “gibi. Proje kapsamında geliri; Uçan Süpürge Kadın İletişim ve Araştırma Derneği'ne aktarılacak olan, 'Ben Kızımı Vermem' isimli proje için dokuz ünlü isim; Hakan Yılmaz, Tan Sağtürk, Ebru Cündübeyoğlu, Neşe Erberk, Ece Doğulu, İdil Çeliker, Yeşim Salkım, Burhan Şeşen ve Burçin Orhon çocuklarıyla objektif karşısına geçti. Yukarıda ki trajediden rahatsız mı oldunuz? O halde bu projeye destek verin! Güzel şeyler olsun,güzel şeyler konuşalım.
-
Böyle bir olaya gülünür mü bilemem ama bu MİT ve emniyet olayını gülmesem de gülümseyerek izliyorum. O kadar çok nedenim var ki gülümsemem için, hangisini anlatayım. Ergenekon olayı ilk başladığında Paris’teydim. 2-3 gün gazetelerden neler olup bittiğini anlamaya çalıştım, ne zaman ki işin içinde Fatih Ürek’in adını işkenceci, Kadir İnanır’ı ajan olarak okudum, bu işin ciddi olmadığını anladım. Bu söylediğim şaka değil, eğer savcılık kendisine verilen bu abuk sabuk bilgileri dava dosyasına eklemişse bu davadan bişey çıkmaz diye düşündüm. Aylarca “Davayı sulandırmayın…” diyenlere hep bu açıdan yanıt verdim, sulandıran davayı hazırlayanlardı çünkü. Esas inandığım başka bir şeydi doğal olarak, ben derin devletle hesaplaşmanın ancak sosyalist bir iktidarla olacağına inanıyorum. Burjuva hükümetleri derin devletle iç içe yaşadıklarından fazla dokunmazlar, zaten AKP’de yıllarca kendisiyle barışık olmayan derin devlet kademeleriyle uğraştı ve uğraşıyor. Bunun en büyük delili en fazla faili meçhul cinayetlerin işlendiği dönemden hiç sanık olmamasıdır. En fazla faili meçhul cinayetin olduğu dönem Tansu Çiller-Necmettin Erbakan koalisyonunun olduğu dönemdir yani AKP’nin içinde olduğu dönemdir. Kimi solcu yada liberaller bu dönemden çok memnun kaldılar ve kafalarında ya Recep Tayyip Erdoğan’ı yada Fetullah Gülen’i mitleştirdiler. Sanırsın ki iki demokrat imam çıkmış meydane, solcuların, demokratların, sosyalistlerin ve komünistlerin yapamadıklarını yapacaklar. Gülen-Erdoğan kavgasını 2009 yılında yazdığımda en yakın arkadaşım bile dalga geçiyordu benimle. Neyse ki yazılarımı kitaplaştırdığımdan delilim duruyor. Daha sonra Kürt açılımı teranesi başladı. Yine ikinci günü olamayacağını yazdım. İki neden öne sürdüm, birincisi AKP kendi parti programında olmayan bişeyi yapmaya kalkıştı ki bu olanaksıza yakındır çünkü kitle tepki koyar ve koydu da… İkincisi de Erdoğan konuyu ilk açıkladığında “Bu konuda partimizdeki Kürt milletvekilleri demeç vermesinler…” dedi. Bunları yazdığımda bana Ergenekoncu yada ulusalcı dediler. Kendileri toplantıdan toplantıya gidiyordu. Neredeydi toplantılar, emniyetin binasında, aralarında hiç Kürt olmadan yapılan Kürt açılımı toplantıları. Toplantılar yetmedi sabah kahvaltıları başladı. Kimler mi çağrıldı bu sabah kahvaltılarına, Seda Sayan, Nihat Doğan vb… Seda Sayan ve Nihat Doğan’ın bilgilendirilmek yada tartışmak üzere çağrıldığı bir Kürt açılımı olayına nasıl inandılar bilmiyorum ama işi yine Kürtler ve sosyalistler değil bence kendileri sulandırdı. Şimdi de karşımızda MİT, Özel Mahkemeler ve emniyet savaşımı var, daha doğrusu Fetullah Gülen-Recep Tayyip Erdoğan kavgası artık son noktasında… MİT olayı denince aklıma 3 başbakan geliyor hep, Turgut Özal, Tansu Çiller ve Recep Tayyip Erdoğan… Neden bu üçü geliyor, çünkü bana göre üçü de devlet insanı değil. Ülkeyi şirket yönetir gibi yönetmenin doğru olduğuna inandılar ve her türlü bürokrasiyi istedikleri bir alt şube gibi yönetebileceklerini sandılar. Dikkat edin, üçü de MİT’i sadece kendi inisiyatiflerinde ve kendi adamlarıyla idare etmek istedi. Oysa MİT yada ajanlık böyle bişey değil ki, hemen hemen her görüşten birileri var ve yıllarını vermişler. 12 Eylül darbesi sonrası Kenan Evren’in yaptırdığı olayın ceremesini hâlâ çekiyoruz aslında. Bu olay bitakım cinayetlere karıştığı iddia edilen eski ülkücülerin MİT’e alınması yada kullanılmasıydı. Abdullah Çatlı ve Alaattin Çakıcı Ermeni örgütü ASALA için alındılar ve yurt dışına gönderildiler bikaç arkadaşıyla. ASALA olayı bitince aynı kişiler PKK ve Apo’ya karşı da kullanıldı. Bişey elde edebildiler mi, hayır çünkü onların böyle bir derdi yoktu, kimileri uyuşturucu ticaretinden yattı ama hepsi zengin oldu, mafya oldu. Sonuçta bir Susurluk çıktı karşımıza, MİT, Ülkücüler, asker ve emniyet iç içe geçmiş durumda… Bunu Özal’da kullandı Çiller de… Erdoğan aynısını yapmak istedi, MİT’in sadece kendisine çalışmasını, özel bir MİT oluşmasını istedi… Şimdi deniyor ki, MİT çok başarılı çalıştı ve KCK’nın içine çok ciddi sızdı. KCK’nın içine giren MİT elemanlarını örgüt içindeki eylemlerden yargılarsanız bu emri veren başbakanı da yargılamak zorunda kalır ve yüce divana verirsiniz ama benim derdim bu değil. KCK’nın yada PKK’nın içinde bu kadar MİT elemanı varsa bir takım ölüm olaylarının MİT’in teşvikiyle yapılmadığını bana kim anlatacak? Aynı 12 Eylül öncesi yada Ergenekon davasında olduğu gibi darbe hazırlamak için kışkırtılan eylemlerin aynısını Kürtleri halkın gözünde küçük düşürmek için bir takım eylemler yapıldıysa -ki bu durumda yapılmaması olanaksıza yakın-, o zaman Erdoğan kimi yargılıyor. Şu an derdim MİT, Ergenekon, Emniyet yada özel yetkili mahkemeler değil. Yakılan otobüsü kim yaktı, MİT bu işin neresinde… Aynı 12 Eylül sonrasında olduğu gibi MİT adına lümpenleri doldurduysanız bunun sonuçlarını önleyemezsiniz. İşte kendisini solcu, sosyalist yada liberal zannedenler, Erdoğan’la beraber sizler de bunu hesabını bize vermek zorundasınız. Her türlü bilgiyi anında yayınladığınıza göre bunu da çoktan biliyordunuz ama siz Kürt açılımının başarısızlığında hep Kürtleri suçlu buldunuz. Bir sevinçle karşılama olayını siyasi cinayete çevirdiniz. Yada aklıma başka bişey daha geliyor ki bu hükümetten ve Gülen’den beklerim bunu, o da KCK’nın içinde yüzde 50’ye yakın MİT elemanı var diyerek bütün Kürtlerin birbirine şüpheyle bakmasını sağlayıp onları bu şekilde elemine etmeye çalışacaksınız. Şimdi çok şaşırdınız ve birbirinizi yiyorsunuz. Bu gece CNN’de Nagehan Alçı “MİT şeffaflaşmalı…” diye bişey söyledi. Lütfen hanginizin sözünü dinler bilemem ama birisi bu kadına MİT’in dernek olmadığını anlatsın. Şimdi devleti ele geçirip darbe yapmak isteyenlerin sayısı 2’yken 3 oldu, Erdoğancılar, Gülenciler ve Ergenekoncularla ülkücüler… Hadi size kolay gelsin… MİT’leştirdiniz ya, buyurun buradan yiyin artık… ahmetnesin @Şubat 10, 2012