Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

GeceKuşu

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    3.724
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    30

GeceKuşu tarafından postalanan herşey

  1. III Yaşam, tıpkı genel olarak insanlık için olduğu gibi birey içinde katlanılması güçtür. İçinde yerini aldığı uygarlık, bireye belirli bir miktar yoksunluğu zorla kabul ettirir ve diğer insanlar, ya bireyin uygarlığının ahlaki kurallarına rağmen ya da uygarlığın kusurları nedeniyle bireye belirli bir ölçüde acı verirler. Buna doğanın birey üzerindeki incitici etkileri –birey buna kader adını verir- eklenir. Birey, doğanın, kaderin tüm insanları olduğu gibi kendisini de tehdit eden üstün güçlerine karşı acaba kendisini nasıl savunmaktadır? Uygarlık, bireyi bu görevden kurtarır. Bu sorunu herkes için aynı biçimde çözümler. Ve bu konuda tüm uygarlıkların benzer bir davranışı göstermeleri dikkate değer. İlk aşamada bile büyük kazanç sağlanır; doğanın insanlaştırılması. İnsanın dışındaki güçlere ve mukadderata erişilemez, bunlar sonsuza dek ulaşılamaz kalırlar. İnsan kendini bir kez daha, küçük bir çocukken ana-babasıyla olan ilişkilerinde benzer bir çaresizlik durumunda bulmuştur. İnsan onlardan, özellikle babasından korkmak için nedene sahipti, ama gene de bildiği tehlikelere karşı korunduğundan emindi. Dolayısıyla bu iki durumu birbiri içinde eritmek doğaldı. İnsan doğa güçlerini, yalnızca, eşitleriyle ilişki kurar gibi davranabileceği kişiler haline koymakla kalmaz onlara bir baba niteliğini de verir. Onları, yalnızca çocuksu değil soygelişimsel bir ilkörneği izleyerek tanrılara dönüştürür. Her birimizin tepesinde, yalnızca görünüşte sert olan ama bizim doğanın çok güçlü ve acımasız güçlerinin oyuncağı olup acı çekmemize izin vermeyen cömert bir tanrı bizi gözetlemektedir. Ölümün kendisi yok oluş, inorganik cansızlığa dönüş değil, daha üstün bir şeye doğru gelişme yolundaki yeni bir tür varoluşun başlangıcıdır. Ve başka bir yönden bakıldığında bu görüş, bize uygarlığımızın geliştirdiği ahlaki kuralların, karşılaştırma kabul etmez bir güç ve sürekliliğe sahip bir yüce divan tarafından gözetilmek önkoşuluyla tüm evrende de hüküm sürdüğünü bildirir. Tanrı tek olduğuna göre insanın onunla olan ilişkileri bir çocuğun babasıyla olan ilişkilerindeki yakınlık ve yoğunluğa tekrar sahip olabilirdi. Ama babası için bu kadar çok şey yapan insan bir mükafat görmek veya en azından onun sevilen tek çocuğu, seçilmiş kavim olmayı isterdi.
  2. II İnsanlar uygarlık için ensest, yamyamlık ve öldürme ihtirası gibi bazı içgüdüsel arzulardan feragat ederler. Bu en eski içgüdüsel feragatler halen, diğer tüm daha ileri feragatler için de önem taşıyan bir psikolojik unsur içerirler. İnsan aklının en eski çağlardan beri hiçbir değişmeye uğramadığı, bilim ve teknolojideki ilerlemelerin aksine bugün de tarihin başlangıcındaki, durumu aynen koruduğu doğru değildir. Bu zihinsel ilerlemenin birini işaret edelim. Dış zorlamanın yavaş yavaş içselleşmesi insan gelişmesinin seyriyle uyum gösterir; çünkü özel bir zihinsel yapı, insanın üstlendiği bu görevi üstlenir ve kendi emirleri arasına katar. Her doğan çocuk bu yolla ahlaki ve toplumsal bir varlık olur. Bu şekilde içlerinde bu güçlenme gerçekleşen kişiler, uygarlığın karşıtları olmaktan çıkıp uygarlığın araçları haline dönüşürler. İnsanların büyük bir çoğunluğunun bu noktalardaki kültürel yasaklamalara yalnızca dış zorlamanın baskısıyla boyun eğdiklerini şaşkınlık ve ilgiyle görürüz. Bu, uygarlığın ahlaki talepleri olarak bilinen ve herkesin aynı şekilde tabi olduğu şeyler konusunda da geçerlidir. Edinilen tecrübeler göstermiştir ki fırsat bulduğunda ve ceza görmedikleri sürece diğer insanları yalan, hile ve iftirayla incitmekte bir an bile tereddüt etmeyen sayısız uygar insan vardır.
  3. Kitap Adı: Bir Yanılsamanın Geleceği Bilim ve İman Kitabın Yazarı: Sigmund FREUD Basım Yılı ve Yeri: 1995 (3. Basım), İstanbul I Kişi belirli bir uygarlıkta uzunca bir süre yaşayıp sık sık bu uygarlığın kökenlerini ve nasıl bir yol izleyerek geliştiğini keşfetmeye çalıştığında, bazen karşı yöne de bir bakarak bu uygarlığın akıbetini ve hangi dönüşlere uğramaya mukadder olduğunu sorma gereksimini duyar. Fakat bu sorgulamanın değeri birkaç unsur tarafından sınırlandırılır. En başta geleni, insan faaliyetini tüm genişliğiyle değerlendirebilecek pek az sayıda insan vardır. Bireyin öznel beklentileri başka bir güçlüktür. Diğeri ise, insanların genellikle içinde bulundukları durumu sanki içeriği hakkında bir değerlendirme yapma yeteneğinden yoksunmuşcasına algılamalarıdır. İnsan uygarlığı, bir yanda insanın doğa güçlerini denetlemek ve insan ihtiyaçlarının doyumu amacıyla doğanın zenginliklerini özümlemek için edindiği tüm bilgi ve yetenekler toplamını, öte yandan insanların birbirleriyle ilişkilerinin ve özellikle mevcut zenginliğin dağıtımının düzenlenmesi için gerekli tüm kuralları içerir. Uygarlığın bu iki yönü birbirinden bağımsız değildir. Uygarlık bireye karşı korunmalıdır ve uygarlığın kuralları, kurumları ve buyrukları bu amaca yöneliktir. Tüm insanlarda yıkıcı, dolayısıyla toplum ve kültür karşıtı eğilimlerin bulunduğu ve insanların büyük bir bölümünde bu eğilimlerin insan toplumu içindeki davranışlarını belirleyecek derecede güçlü olduğu gerçeği hesaba katılmalıdır. Uygarlığın kurallarına ancak belirli bir derecede zor uygulamasıyla geçerlilik kazandırabileceği gerçeğinden sorumlu olan iki yaygın insani özellik vardır. İnsanlar kendiliklerinden çalışmaktan hoşlanmazlar ve tutkuları karşısında mantıksal tartışmalar yararsızdır.
  4. Sonuç ve Değerlendirme Fromm, tarihi şartların Tanrı’ya yüklediği ama aslında kendisine ait olduğuna inandığı güçleri, Tanrı’dan almak suretiyle Tanrı’nın üzerinde bulunduğu zemini yok ettiğine inanmıştır. Bu açıdan o da “Tanrı öldü” diyen bir anlayışın temsilcisidir. O, kendi Tanrısının öldüğüne inanır. Ama ölen Tanrı’nın kişiliğidir. Ona yüklenen olumlu güçler ise, yok olmamış yeniden gerçek sahibi olan insana dönmüştür. Çünkü sonuçta Tanrı, ona göre, adalet, iyilik ve sevgi gibi hümanist niteliklerin sembolüdür. Bu yönüyle o,Tanrı duygusunun var olduğu ama Tanrı’nın olmadığı bir durumdan söz etmektedir. Tanrı’dan ve dinden koparılan insan gerçekte insan olmanın anlamını kavrayamadığı için makineleşmek suretiyle ölmüştür. Bu durumda bile insan yine dini yönelimlerden uzak kalamayacağı için, yeni dinlerin mensubu olmaktan kendini kurtaramamıştır. Çünkü bir ihtiyaç olarak din, ona göre insan için vazgeçilmezdir. Bu yönüyle din, insanın önemli ve temel ihtiyaçlarına cevap niteliğindedir. Fromm, Tanrı kavramındaki olumlu anlamları görmezlikten gelmez. Bu yüzden insanları Tanrı’dan uzaklaştırmak yerine, Tanrı’yı anlamaya çağırır. O, Tanrı’yı anladıkça, insanın da anlaşılabilmesinin kolaylaşacağına inanır. Nitekim her türlü çabası insanın kendisini daha iyi anlayabilmesi, kendini geliştirmesi ve diğer insanlarla sevgiye dayalı bir ilişki kurabilmesi açısından, yeryüzünde daha olumlu bir işlev görmesi ideali içindir. Sonuç olarak o, Tanrı’yı tanımayan, ama mistik yönleri ağırlıklı olmak kaydıyla dini tanıyan kendi ifadesiyle “ateist bir mistik”tir.
  5. İşlevlerine Göre Dinler: Otoriter ve Hümanistik Dinler Fromm, psikolojik bir yaklaşım sergileyerek, dini herkesin ihtiyaç duyacağı bir yönelim objesi olarak değerlendirir. Ona göre, insanda bundan daha güçlü bir enerji yoktur. Bu anlamda önemli olan insanın bu enerjiyi nasıl kullandığıdır. Fromm’a göre, önemli olan dinlerin insana yönelik işlevleridir. Yani inanılan dinin ismi, ritüelleri vb. çok da önemli değildir. Ona göre, insanların tercih ettiği bir dini değerlendirirken, insanın kendini geliştirmesine dönük olumlu katkılarına bakılmalıdır. Fromm, salt teolojik din tanımlamalarının ötesinde ayrı bir kategori önermektedir. Dinlerin bu kategorik ayrımı, Fromm’un din anlayışını belirleyen en önemli konulardandır. Ona göre bu kategoriler iki tanedir: Otoriter ve hümanistik dinler. Bu ayrıma göre, insanın gelişimine dönük işlev gören dini sistemlerin tümü “hümanistik”, insanı ve sahip olduğu güçleri önemsiz kılan tüm sistemleri ise “otoriter” olarak değerlendirir. Otoriter din anlayışına göre insan, yaptığı her şeyi Tanrı’ya yansıtıp, kendini beceriksiz olarak görür ve ezik bir kişilik olur. Buna göre, tüm sevgi, tüm bilgelik, tüm adalet Tanrı’dadır. İnsan ise bütün özelliklerinden soyutlanarak, zayıf ve değersiz bir şekilde ortada kalakalmaktadır. Kendini küçük görerek başladığı bu süreçte, zamanla tüm gücünü yitirmiş ve yetersizleşmiştir. Çünkü böyle bir anlayışta, ona güç veren, kendine güven getiren her şeyi Tanrı’ya yansıtınca, kendisi her yeterlikten yoksun kalmış ve çaresizleşmiştir. Hümanistik dinin merkezinde insan ve güçleri vardır. Bu tür dinde Tanrı, insanın kendi yüceliğinin bir sembolü gibidir. İnsan da bir gün bu sembole erişip, onun gibi olabilme şansına sahiptir. Gerek Tanrılı gerek Tanrısız tüm büyük dinler hümanistik karakterdedirler. Fromm’a göre, tektanrılı dinlerde de hümanistik dini sistemlerin tümünde de ahlak, kurumların ve nesnelerin herhangi bir insandan üstün olmadığını, hayatın amacının insanın sevgi ve akıl yeteneklerini ortaya çıkarmak olduğunu ve diğer tüm insan etkinliklerinin bu amaca hizmet etmesi gerektiği ilkelerine dayanır. O halde ahlak, Tanrı’ya inanma üzerine kurulmamıştır. Ahlakı Tanrı’ya bağlamak yerine, doğrudan insanın içsel yönelimleri üzerine temellendirmek, Fromm’un ahlak anlayışının özünü oluşturur. Bu öz de vicdandır. Fromm vicdanı, kaynağı itibariyle iç yahut içe mal edilmiş dış otoritenin sesi olup olmaması açısından ikiye ayırarak değerlendirir: Otoriter ve hümanistik vicdan Otoriter vicdan, içselleştirilmiş olsa bile, bir dış otoritenin, örneğin ana-babanın, devletin ya da belli bir kültür içerisindeki herhangi bir otoritenin sesidir. Fromm’a göre bu vicdan, Freud’un süperegosu olarak tanımladığı şeydir. Fromm hümanistik vicdanın ise, kendi sesimiz olduğunu söyler. Ona göre, hümanistik vicdan içimizdeki bilgiye dayalı ve duygusal bir tepkidir. Ve şöyle der; “otoriter ahlakta, insan için neyin iyi olduğunu söyleyen ve davranış kurallarını ve yasalarını koyan bir otorite vardır; hümanistik ahlakta ise kuralları koyan da kurallara bağlı kalan da insanı kendisidir; insan hem kuralların formel kaynağı ya da düzenleyici gücüdür, hem de bu kuralların uygulandığı kişidir” Fromm’ a göre kurumsal dinler, hem hümanistik hem de otoriter anlayışların her ikisini de içerisinde barındırmaktadır. Önemli olan bunları doğru yorumlayabilmektir. Fromm, tüm dinleri, özellikle, peygamberlerin sözleri bağlamında başlangıçta hümanistik olarak yorumlar. Ona göre, dinlerin tarihi süreçlerinde sosyal şartlara daha doğrusu sosyal hayatta hangi ilkenin daha güçlü olduğuna dayalı olarak, her iki ilke de yer yer egemen olmuştur. Fromm, özellikle Yahudiliği çok iyi bilen biri olarak, gerek kutsal kitap gerekse Talmud’tan sık sık alıntılar yaparak yorumlarda bulunur. Çalışmalarının pek çoğunda, Eski Ahit’te geçen, Adem ile Havva’nın cennetten kovulmaları, Musa peygamber döneminde Yahudilerin Mısırdan çıkışlarını anlatan hikaye, Kral Solomon, Musa’nın Firavunla mücadelesi, Yahudilik inancının önemli esaslarından olan cumartesi yasağı vb. çağdaş toplum anlayışına uyarlamak suretiyle yeniden yorumlanır. O, hayatının hiçbir evresinde bu bilgileri reddetmemiş ve her zaman kendi düşünceleri doğrultusunda bunlardan yararlanmaya çalışmıştır. Fromm’a göre, Yahudilikte bir kural olarak konulan altı günlük çalışmanın sonunda bir gün dinlenme işlemi, insanın fiziksel ve ruhsal gerginlikten kaçınması anlamına gelmez. Fromm’a göre cumartesi günü çalışma yasağının anlamı, insanların kendi aralarındaki ve insanla doğa arasındaki uyumun yeniden sağlanması sonucunda ortaya çıkan bir huzur ve sükunettir. Buradaki dinlenme, insan ve doğa arasındaki bir barışı ifade eder. İnsanlar, cumartesi günleri dinlenirken, doğaya müdahale etmeyip, hiçbir şeye sahip değilmiş gibi yaşayarak “olmak” güdüsüyle hareket ederler. Fromm, Hıristiyanlıktaki baba-oğul Tanrı anlayışını, psikanalitik açıdan da yorumlar. Oğul Tanrı kavramıyla birlikte, oğlun ikinci bir Tanrı olarak baba Tanrı’nın yanında yer aldığını ve böylece baba-oğul arasında var olan gerginliğin yerini uyuma bıraktığını söyler. Fromm, bu süreci yorumlarken, ilk durumda odipüs suçunun devam ettiğini, ancak ikinci anlayışla bunun bertaraf edildiğini belirtir.
  6. Din ve Tanrı’nın Evrimsel Dönüşümü: Tanrısal insandan Mutlak Tanrı’ya Dinin Tarihi Gelişimi Din ve Tanrı inancının, insanın dışındaki bir güce ilişkin gerçeklikten değil, ancak insanın kendisinden kaynaklandığını öngören Fromm’a göre, din ve Tanrı ilk insandan günümüze evrimleşerek sürmüştür. Fromm, dinlerin ve Tanrı inancının oluşumunda insanın hayatı olumlu ve anlamlı kılmaya dönük umut ve özlemlerinin etkili olduğu kanaatindedir. İnsanlar, zamanla varoluş sorunlarına, ancak insancıl güçlerinin tam olarak gelişmesi yoluyla bir çözüm bulabilecekleri ve sevgi ve akıl güçlerini geliştirmeleri halinde, dünya ile bir uyum içine girebileceklerini anlamışlardır. Bununla birlikte doğaya esir olma ve akıl güçlerini asgari düzeyde kullanma durumunda, varoluşlarının biteceğini fark etmişlerdir. İşte bu yeni anlayış vizyona bir ad verme gerekliliğini hissetmeleri sonucu Tanrı kavramı geliştirilmiştir. Fromm’a göre, Tanrı insan gibi değildir ama insan olabildiği ölçüde Tanrı’dır. Böylelikle insan, yardım eden bir babaya ihtiyaç duymadığı sürece kendini var edebilir. Diğer türlü Tanrı, bir baba olarak var olduğu sürece ona tapan kişi çocukluktan kurtulamaz. Nitekim Fromm’a göre Tanrı’ya inanan insanların bir çoğu günümüzde, halen çocukça bir yanılsama içinde yardım eden bir baba haliyle yaşamaktadır. Günümüzde insanlar, eski tasarım objelerini değişikliğe uğratarak, hayat biçimleri çerçevesinde Tanrı’ya yüklenen işlevi farklı nesnelere yüklemekle ve tapınılacak yeni Tanrılar geliştirmektedirler. Bu çerçevede genellikle otoriter ülkelerde Tanrı’nın yerini devlet ve iktidar, otoriter olmayanlarda ise, makineler ve kazanılan başarılar almaktadır. Ona göre, bunlarda çağdaş putlar olup insanı yabancılaşmaya ve ölümseverliğe götürür.
  7. Fromm Düşüncesinde Din Fromm ve Din: Fromm Düşüncesinde Din Kavramının Anlam ve Önemi Fromm dini, insanlığın genel bir olgusu olarak olumlu işlevi bağlamında değerlendirir. Dinin insanda bir ihtiyaç olarak belirmesi ve çeşitli şekillerde yaşanması sürecini, temel insan ihtiyaçları bağlamında değerlendirir. Bu bağlamda din denilince kurumsal dinler anlaşılmamalıdır. Ona göre, “din” kavramından ziyade, “dini” yahut “dini tutum” kavramlarının taşıdıkları anlamlar önemlidir. Fromm düşüncesinde insanın temel ihtiyaçlarından birisi, kimlik ihtiyacıdır. Eğer insan, kendini yeterince tanıyamaz, güç ve yetilerinin farkına varamazsa, bu ihtiyacını bir başka varlık, örneğin Tanrı yahut grupla özdeşleşerek telafi edebilir. Bu nedenle çoğu kimse kendini “ben bir Protestanım”, “ben bir iş adamıyım”, “ben bir Amerikalıyım” şeklinde tanımlarken, aynı zamanda bu ihtiyacını karşılamaktadır. Fromm’a göre insanı dini inanca götüren asıl ihtiyaç, bir yönelim ve bağlılık nesnesine duyulan ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç, insan oluştaki enerjinin en güçlü kaynaklarındandır. Ona göre insan, her zaman sevgi, özgürlük ve adaletin hüküm sürdüğü bir dünyayı düşler. Ama böyle bir ortamı bir türlü bulamadığı için bu özlemlerini tatmin etmeye yarayan dini oluşturmuştur. O, dinin insana teselli, cesaret ve umut verdiğini, ayrıca kişiyi hayata bağlı ve ayakta tutacak bazı hayaller kurmasını sağladığı görüşündedir. Fromm’a göre dini ihtiyacı olmayan hiç kimse yoktur. Çünkü bir yönelim ve bağlılık sistemine duyulan ihtiyaç, insan varoluşunun ayrılmaz bir öğesidir. Bu sistem, tanrılı, çok tanrılı, yahut tanrısız bir din olabileceği gibi; ulus, sınıf, parti, başarı, tapınılan ağaç, hayvan, taştan yapılmış putlar da olabilir. Fromm’a göre bunların hepsini din kavramı içinde değerlendirmek mümkün müdür, değil midir sorusu pek önemli olmamakla birlikte, onun din tarifine göre bütün bunlar dindir. Çünkü Fromm, dini, “bir topluluğun bireylerince paylaşılan ve o bireylere belli bir yöneliş, belli bir bağlanma amacı kazandıran herhangi bir düşünce ve eylem sistemi” diye tanımlamaktadır. Freud’un Tanrı kavramını eleştirir. Ve Fromm’a göre de Tanrı bir yanılsamadır, ancak o, bu kavramı tehlike olarak görüp, tümden kaldırmaya dönük bir girişimde bulunmaz. Freud’un yanılsama düşüncesinde dinlerin hayali bir mutluluk verdikleri inancı yatar. Oysa Fromm bu yanılsamanın olumlu yanları da olduğu düşüncesindedir.
  8. İki Hayat Biçimi: Sahip Olmak ya da Olmak Fromm’a göre, kaynağı ölümsüz olma dürtüsü olan “sahip olmak”, kişinin kendi benliği, diğer kimseler, şöhret ve bilgi gibi maddi değeri olmayan şeylerde söz konusu olabildiği gibi, günümüzde daha çok mülkiyete ulaşma ve onu sahiplenme noktasında odaklanır. Aynı zamanda güç ilişkileri, saldırganlık ve gereğinde başkalarını dışlamak üzere temellenen bir yaşantıya öncülük eder. “sahip olmak”, insanı sözde özelleştirir gözükmesine karşın, gerçekte sahip olunan şeylerin esiri yapmaktadır. Sahip olma güdüsü, insanı malını koruma ve daha fazlasına sahip olma gibi bazı kaygılarla, şiddet kullanmaya ve başkalarını açık yahut gizli olarak sömürmeye yönlendirmektedir. “olmak” tarzında bir yaşantıya ulaşabilmek için birey, hayallerden arınmış ve “sahip olmak” karakterinin gözlerini görmez hale getirmesinden uzaklaşmış olmalıdır. Fromm, “sahip olmak” yöneliminde, ölümsüz olma arzusunun belirleyici olduğunu söyler. Ona göre “olmak” yönelimindeki temel özellik ise, özgürlük ve insanın güçlerini kullanarak yapacağı faydalı işlerdir. İnsanı şiddetle başkalarıyla birlikte olmaya yönlendiren “olmak” güdüsü, aynı zamanda aşkınlık, gelişme, kendilik ve sevgiyi de ifade eder. Fromm, “olmak” eksenli bir yaşam sürdürebilmek için “sahip olmak” tan uzaklaşmak gerektiğini, ikisinin bir arada olamayacağını vurgular. Gerçek anlamda insan olabilmek, yani insan olmanın anlamını kavrayabilmek “olmak” eksenli bir hayatı yaşayabilmekle mümkündür.
  9. Kişilik Kuramı ve Karakter Tipleri Fromm, Freud’un aksine, insan kişiliğinin kültür tarafından şekillendirildiği ve kişiler arası ilişkilerden etkilendiği görüşündedir. Ona göre kişilik, kalıtımın yanında, sosyal ve kültürel etkilerle oluşur. Bireysel karakterden daha çok sosyal karakter üzerinde durur. Sosyal karakter özellikleri, bireyin kendini, içinde bulunduğu toplumsal şartlara uyarlayarak, yapmak zorundaymış gibi bir arzuyla hareket etmesiyle gelişir. Freud’un kişilik sisteminde insan, kendine dönük ve içgüdüsel ihtiyaçları tatmin edebilme yahut engellemeye bağlı olarak kişilik geliştirirken, Fromm insanı öncelikle sosyal bir varlık olarak ele alır. Bu nedenle, bireysel psikolojinin aynı zamanda ve temelde sosyal psikoloji olduğuna, psikolojinin temel sorunun, içgüdüsel isteklerin tatmini yahut engellenmesideğil, kişinin dış dünyaya ilgi durumu olduğuna inanır. Bireysel psişik yapı ile sosyo-ekonomik yapı arasındaki ilişkinin sonucu ortaya çıkan karakter yapısına, sosyal karakter adını verir. Fromm, sosyal psikoloji odaklı karakter tiplerini üretken yahut üretken olmayan yönelimli diye temelde ikiye ayrılabileceğini belirtir. Üretken olmayan yönelim biçimlerini; alıcı yönelimli kişiler, sömürü yönelimli kişiler, istifçi yönelimli tipler ve pazarlayıcı yönelimli tipler olarak dörde ayırır. Üretici yönelimli tipler, aynı zamanda Fromm’un ideal tipleridir. İnsanın kendisinde kalıtsal olarak var olan potansiyellerini gerçekleştirmesi ve kendi güçlerini kullanma yeteneğidir.
  10. Fromm Düşüncesinde İnsan Freud psikanalizinin temel kavramlarını, hümanistik psikolojisine uyarlayarak, daha çok insanın olumlu yönlerine vurgu yapan Fromm, insana temelde varoluşçu-hümanistik bir perspektiften yaklaşır. Psikanalizin kültürel ve sosyal yapının etkilerini göz ardı ettiğini düşünerek, yeni açılımlara ihtiyaç duyduğuna inanır. Psikanalizin temel varsayımı, davranışların önemli bir bölümünün bilinçdışı süreçlerden kaynaklandığıdır. Bilinçdışı süreçler derken, insanın farkında olmadığı ama yine de davranışlarının etkilendiği arzu, korku ve düşünceler anlatılmaktadır. Fromm başlangıçta Freud’un bütün teorilerini kabul eder, fakat daha sonraları farklı bir noktaya yönelir. Bu farklı nokta, insanın temel yapısında var olan his ve duygular ile diğer insanlarla ilişkileridir. Fromm, ne Freud gibi biyolojik güdüleri temel alır; ne de insanı salt toplum tarafından belirlenen bir kişilik olarak değerlendirir. Fromm, bireyi, toplum içinde ve sevgi ile üretme yetilerini öne çıkararak değerlendirir. Ona göre insan kendi problemlerini çözebilecek bir kapasiteye sahiptir. Hatta çözmesi gerektiğinin farkında olan bir varlıktır. Nitekim o, en çok insana ve insanın güçlerine inanır. Hayatı anlayabilmek için önce insanı anlamak gerektiğine inanan Fromm’a göre, insanı sağlıklı bir şekilde tanımak ve tanımlayabilmek için, onun salt insan olma özelliğinden hareket etmek gerekir. Ortak noktamız budur ve tek bir insan, insan soyunun simgesidir. Fromm’a göre, insanlığın yaşadığı sayısız çelişkileri aşmanın tek yolu, gerçekle yüz yüze gelerek, temelli tek başına ve yalnız olduğunu kabul etmek ve kendi sorununu, kendisi için çözebilecek hiçbir gücün bulunmadığını onaylamaktadır. Bunun aksine bir davranış olan, yaşanan varoluşsal çelişki ve günümüz şartlarının acımasızlığı karşısında yenilgiyi kabullenme ve umudu bir başka dünyaya ertelemeyi o, teslimiyetçi ve edilgen bir davranış olarak görür. Ona göre insanın hayatı boyunca en önemli ödevi, kendi içsel güçlerinin ve iç potansiyelinin gelişmesine, ortaya çıkmasına, diğer bir ifadeyle içsel doğumuna gayret geliştirmesidir. Fromm insanın varoluş şartlarından kaynaklanan bazı ihtiyaçların var olduğunu ileri sürer. Bunların belli başlıları olarak da; ilişki ihtiyacı, aşkınlık ihtiyacı, kimlik ihtiyacı, köklülük ihtiyacı ve bir yönelim nesnesine duyulan ihtiyacı sayar.
  11. Kitap Adı: Ateist Bir Mistik ERİC FROMM Kitabın Yazarı: M. Doğan KARACOŞKUN Basım Yılı ve Yeri: 2006, Samsun Eric Fromm’un Hayatı ve Düşünce Temelleri Eric Fromm (1900- 1980), Alman asıllı ABD’li bir psikanalist ve sosyal bilimcidir. Yahudi asıllı bir ailenin tek çocuğu olarak Frankfurt’ta doğmuştur. Felsefe, psikoloji ve sosyoloji öğrenimi almış ve psikanaliz dalında eğitim görmüştür. 1933’te Yahudiler üzerindeki baskıdan dolayı Amerika’ya göç etmiştir ve üç evlilik yapmıştır. Fromm ailesi, Yahudi geleneğine aşırı derecede bağlıdır. Fromm’un ataları, Talmud’u okuyup yorumlamakla günlerini geçiren, dünyevi işler olan ticaret gibi ilişkileri olmayan haham kimselerdir. Atalarından aldığı Yahudiliğe ilişkin eğitimi ve zihinsel birikimi, hayatında oldukça önemli bir işleve sahiptir. Fromm, politik sistemler arasında en insancıl olanın demokratik sosyalizm olduğuna inanmaktadır. Gerçekte Marksist düşüncede ifadesini bulan demokratik sosyalizmin insanlığın reçetesi olduğunu iddia etmektedir. Fromm, 11920’li yılların sonlarında kurumsal dinleri eleştirerek geleneksel dini yapılara karşı çıkmış ve dini pratiklerden uzaklaşmıştır. Tüm kurumsal dinleri, akıldışı davranış formları olarak görerek, geleneksel Yahudilikten kesin bir şekilde uzaklaşmıştır. İnsan ilişkin özgürlükçü ve kendilikçi yaklaşımı çerçevesinde, Yahudiliği de içine alan bir bütünsel düşünceyi savunmaya başlamıştır. Lundgren’e göre o, aşkın bir Tanrı’nın varlığını inkar etmekle birlikte mistik bir dindardır. Yani kendi ifadesiyle, “ateist bir mistik” tir. Amerika’da kurulan Enstitüdeki hedefe uygun psikoloji üretme görevi Fromm’a verilmiştir. Fromm da, Marksizm ve Freud psikolojisini sentezlemiş ve bunu sık sık Yahudilikle de buluşturmuştur. O, bunu yaparken, her bir inanç ve düşünce sistemini kendine özgü yorumlarıyla revize etme yoluna gitmiştir. Hümanistik inanç diyebileceğimiz bir temel felsefeyi esas alan Fromm, oluşturduğu yeni sentezi, dini olarak nitelemiştir. Bir psikanalist olması sebebiyle Fromm, düşünce temellerini önemli derecede Freud düşüncesi üzerine oturtmuştur. Ancak Freud’un ortaya koyduğu klasik psikanalizi kendine göre yorumlamış, analizlerinde kültürel ve sosyal faktörleri, etkin biçimde kullanmıştır. Freud’un temel kavramları, Fromm düşüncesinde de önemli bir yer işgal etmiştir. O, bu kavramları aynen kullanmakla birlikte, Freud’un eksik bıraktığı yönlerini, analitik bir şekilde ortaya koymaya çalışmıştır. Fromm’un etkilendiği din, düşünce sistemi ve düşünürler arasında, Buda ve Budizm önemli bir yer tutar. Kitaplarının çoğunda bir şekilde değindiği bu dini sistem, onun hümanistik din tezinde, önemli bir örnek olarak öne çıkar.
  12. Sonuç Freud’un yaşadığı çevreyi göz önüne almak zorundayız. O devirde dine karşı bir katı tutum hakimdi ve bilim ön plandaydı. Her ne kadar sistemi din açısından kabul edilemez ise de Freud2un psikanalizle insanı anlamada önemli açılımlar sağladığı bir gerçektir. Yaşanan tecrübelerin insan zihni veya bilinçaltındaki tesiri inkar edilemez. Freud dine dışarıdan baktı ve onu hiçbir zaman dindar kimsenin algıladığı gibi bir bütün olarak sorgulamadı; kendisinin seçtiği noktalar üzerine yoğunlaştı. Tanrı hakkındaki kanaatleri çok netti: Tanrı çocukluğumuzdaki babamızın bir prototipi idi; yüceltilmiş babadan başka bir şey değildi. Bu özelliği taşıyan Tanrı’yı hayal etmek ve bu hayalin etrafında şekillenen doktrinlere inanmak insanın tabiat karşısındaki çaresizliğini, acziyetini katlanabilir hale getiriyordu. İnsanın arzularını tatmin için (aynen rüyalarda olduğu gibi) illüzyonlar ürettiği ve dinin de bunlardan birisi olduğu Freud’un temel yargısıydı. Tabi bu da nevrotik, dolayısıyla sağlıksız bir durum olmalıydı. Tüm insanlığı etkilediği için de bu nevroz evrenseldi.
  13. Musa ve Tektanrıcılık Freud, bu eserinde milletlerin ihtiyaç ve sıkıntıları üzerine mitsel kişilikler ürettikleri tezinden hareketle öncelikle Musa’nın tarihte yaşayan gerçek bir kişilik olup olmadığını sorgular. Sonunda ister istemez gerçek bir kişilik olduğunu belirtir. Çünkü tarihçilerin bu konuda ittifakları vardır. Bu eserinde 5 temel tez ortay koyar; 1-Musa Yahudi değil, Mısırlıdır. 2-Musa’nın Yahudilere sunduğu din Mısır firavunu IV. Amenophis’in Aton dinidir. 3-Erkeklerin sünnet olma adeti Musa tarafından Mısır’dan getirilmiş ve Yahudilere empoze edilmiştir. 4-Mısırlı Musa Yahudilerce öldürülmüş, ama daha sonra Medyenli Musa ortaya çıkmış ve bu iki Musa tarihsel olarak birbiriyle karıştırılmıştır. 5-Daha önce gerçekleşen primal babayı öldürme eylemi Musanın şahsında tekrarlanmış ve neticede her iki öldürme olayından duyulan pişmanlıkla İsa yeniden dirilen Musa ve primal baba olarak ortaya çıkmıştır. Birinci tez, yani Musa’nın Mısırlı olduğu, fikri isimden yola çıkarak böyle bir tez ortaya atıyor Freud. 2. Tezini ise mitlere dayandırarak ortaya koymaya çalışmaktadır. Yanlış, eksik, çelişen mitlerle bunu desteklemeye çalışmıştır. Musa ve Tektanrıcılık’ta ortaya konan tezi özetlemek gerekirse; Tanrı yüceltilmiş bir babadır. İlk devirlerde yaşanan primal (ilkel) aile ortamından gelen bir yansımadır. Musa bu yansımanın bir diğer örneği ve bastırılan şeylerin tekrar ortaya çıkışıdır. Bu tez içerisinde Freud’un iki temel nokta ileri sürdüğünü görüyoruz; 1-Bütün insanlığa has olan bir primal tecrübe vardır. 2-Bu primal tecrübe Musa’dan sonra ırki bilinçaltı kanalıyla yayılmıştır.
  14. Bir Yanılsamanın Geleceği (1927) veya Bir Geleceğin Yanılsaması Totem ve Tabu’da dinin tarihi kaynağını ilkel insanın tecrübelerini tahlil ederek belirlediğine inanan Freud, medeniyet, din ve bilim konularına yer verdiği Bir Yanılsamanın Geleceğinde kültür ortamına geçildikten sonra dini fikirlerin ortaya çıkışını, rolünü ve bu fikirlerin insanlar tarafından niye hala kabul gördüklerini inceler. Freud, gelecek bilime aittir; bilimin meyvelerinin artmasıyla din gerileyecektir diyor. Din, çocukluktaki acziyet duygusuna, koruyucu (baba) ihtiyacına cevap veren bir yansıtmadan ibarettir. Sürekli var olan bu acziyet duygusu ve hayat boyu tecrübe edilen elemler bir babaya ve onun yerini alacak olan bir güce tutunmayı gerekli kılar. Tabi bu güç, kadiri mutlak ve koruyucu bir baba olacaktır. Freud’a göre kendi içgüdülerini sınırlayan medeniyete karşı çıkan insan, tabiatın tehlikelerinden korunma zorunluluğuyla karşı karşıya olduğu ve bu korumayı da medeniyet sağladığı için onu kabullenmek zorundadır. Freud’a göre tabiat karşısında aciz düşen insan için Tanrılar 3 kategoride psikolojik tatmin sağlarlar ve bu durum bugün hala devam etmektedir. 1- Tabiatın dehşetlerini (terörünü) durdurmak. 2- Kaderin soğuk yüzüyle özellikle de ölümle insanı uzlaştırmak. 3- Acılar, elemler ve mahrumiyetleri telafi etmek, onların karşılığını vermek. Tanrı insanın kendinde eksikliğini hissettiği özellikleri çaresizlik içinde atfettiği bir yansıtmadır, yüceltilmiş bir babadır. Buna itirazlarda şöyledir; “yansıtmanın gerçekliğini kabul etsek bile, bunun kaynağı biz değil Tanrı’dır, yani tanrı kendisini insana bildirmek için böyle bir yöntem kullanmaktadır; insanda böyle bir imaj oluşturarak onda tecelli etmektedir.” Bu tür itirazlar “yansıtma olsa bile bu, Tanrının realite olmadığını göstermez. Çünkü insanın Tanrıyı bu şekilde algılaması gerekir” ana fikrini taşımaktadır. Freud dini doktrinlerin, dogmaların insanların zekasını körelttiğini ileri sürer. Dini inançların çok güçlü ruhsal kaynakları vardır, insanlığın en eski, en güçlü ve en ısrarlı arzularını tatmin ederler. Onun için illüzyondurlar. Çocukluktaki çaresizlik duygusunun etkisi tüm hayat boyu devam eder ve babaya tutunma duygusu ileride daha güçlü yeni bir baba (Tanrı) ihtiyacını doğurur. Dolayısıyla ilahi bir güce tutunmak, insanın hayatın tehlikeleri karşısındaki korkularını dindirir. Psikanaliz alanında arzuların tatmin edilmeleri gerektiğini savunan, bunun ruh sağlığı için zaruri olduğunu iddia eden birisinin, din alanındaki arzularının tatmininin insanlığa zarar verdiğini söylemesi bir çelişki olsa gerektir. O zaman Freud dinin gerçekliğini kabullenmese bile, en azından kendi öğretisiyle çelişmemek için, dinin ruh sağlığına faydalı olduğunu söyleyebilirdi.
  15. Totem ve Tabu: Dinin İlkel Kaynakları Bu eserinde Freud, ilkel insanın Totem ve Tabu ile ilişkisini, dolayısıyla insanlığın ilk dini tecrübesinin mahiyetini ortaya koyan antropolojik verileri psikanalizle yorumlar. Totem, babanın yerine geçen ve sonunda Tanrı’ya dönüşecek olan bir semboldür. Yani Tanrı, yüceltilmiş bir baba imajıyla şekillenmiştir. Freud Totem ve Tabu’daki tezlerini 3 kişiden aldığı hipotezler üzerine kurar. 1- Darwinin maymunların alışkanlıklarından tevarüzle insanların ilk devirlerde despot bir babanın yönetiminde, bu babanın oğulları da dahil olmak üzere genç erkeklere istediği gibi hükmettiği, tüm kadınlara sahip olduğu küçük gruplar halinde yaşadığı hipotezidir. 2- Darwinin hipotezini bir adım daha ileri götürerek bu ataerkil yapının oğulların babaya başkaldırarak onu öldürüp etini yemeleri (totem yemeği) ile sona erdiğini iddia eden R. Smith’in geliştirdiği hipotezdir. 3- J. Atkinson’un yine bu hipotezlerin devamı mahiyetinde ortaya koyduğu, babayı öldüren kardeşlerin ayrı gruplar kurmaları ve barış içinde yaşamak için babaları gibi kadın edinmekten vazgeçerek dış evlilik kuralının getirdiği, iç evliliğin yasaklandığı totem teorisidir. Totem ve Tabu’nun temel iddiası şudur; tarihini bilemediğimiz devirlerde ilkel insanlar güçlü ve gücünü istediği gibi kullanan bir erkeğin (baba) hakim olduğu gruplar halinde yaşarlar. Bu grupta tüm kadınlar onun malıdır. Baba bu konuda oğullarına karşı kıskançtır. Eğer oğullar babanın kıskançlık duygusunu tahrik ederlerse öldürülür, hadım edilir veya gruptan atılırlar. Bu oğullar ancak küçük bir klan oluşturup başka bir klandan kadın çalabilirler. İçlerinde güçlü olan aynen babası gibi hakimiyet kurar. Oğullar klanlarını oluşturdukları dönemde babayı öldürme ile ilgili anılar tekrar hatırlanır. Güçlü veya korkulan bir hayvan seçilerek totem şeklinde babanın yerine ikame edilir. Bir zaman sonra totem korkulan, nefret edilen, aynı zamanda saygı duyulan ve kıskanılan primal babanın (yegane otorite sahibi olan kişi) yerinde olan bir vekil olmaktan çıkıp Tanrının bir prototipi haline gelir. Oğlun babaya karşı gelişi duygusal yakınlığa dönüşür ve bir uzlaşma olur. Bunun amacı babayı öldürme işlemini telafi etmektir. Tabu’nun iki çağrışımı vardır. Biri kutsal veya takdis edilmiş, diğeri ise esrarengiz, telikeli, yasaklanmış, temiz olmayan anlamınadır. Tabunun ilkel insanlardan başlayarak var olduğunu belirtiyor Freud. Wundt’un eserine müracaat ederek ilkellerde bazı tabuların olduğunu söylüyor. Ve nevrozlularla ilkellilerin bu noktada birleştiğini söylüyor. Aynı tabular farklı şekiller de ortaya çıkıyor. Freud, Afrika’dan Güney Amerika’ya ilkel kabileler üzerinde yapılan araştırmalardan hareketle totemizmin dinin yerini tutan bir sistem olduğunda karar kılmıştır. Freud dinin, ahlakın, toplumun ve sanatın başlangıcının Oedipus komplekste birleştiğinde ısrar eder ve bu bilginin de aynı kompleksin tüm nevrozların çekirdeğini oluşturduğu bilgisi ile uyuştuğunu belirtir. İnsan zihninde oluşan Tanrı imajının baba imajına benzer bir şekilde oluştuğu, Tanrıyla ilişkini baba ile ilişkiye bağlı olarak şekillendiği ve neticede Tanrının yüceltilmiş bir bab olduğu fikri vardır Freud’da.
  16. Freud’un Tenkit Edildiği Noktalar Tenkitlerin en önemli noktası, teorilerin bilimsel verilerle desteklenmemesidir. Freud elde ettiği birçok veriyi veya bilgiyi önceden zihinde kurguladığı modele uygun sonuçlar çıkarmak için istediği şekilde yorumladı. Freud’un bulgularının önemli, ama çıkarımlarını sınırlı bulanlardan biri de Eric Fromm’dur. Freud’un her konuyu cinsellikle açıklamaya zorlayan sebep onun her şeyi tek bir sebeple izaha çalışan indirgemeci yaklaşımı olsa gerektir. Freud’un tenkit edildiği, yöntemle alakalı bir diğer önemli konu da onun sınırlı bir denek grubundan elde ettiği verileri evrenselleştirmesidir. Freud insan davranışları ve tercihleri de dahil olmak üzere tüm fenomenlerin bir evrensel sebeplilik prensibiyle hareket ettiği, her olayın bir sebebinin olması gerektiği anlayışına (determisizm) sahipti. Freud, her şeyin fizyolojik temele dayanması gerektiğini savunan bu bilimsel pozitivist görüşün etkisiyle ruhsal alanı fizyolojik bir temel bulacağını düşündü. Sevginin de cinsel bir nesneye yönelen fizyolojik kaynaklı bir içgüdü olduğunu savunmasının nedeni de buydu. Freud mekanistik-evrimci bir sistem oluşturmuştur. Bu sisteme göre şu an meydana gelen tüm oluşlar (tezahürler) geçmişten bağımsız olmadıkları gibi yeni hiçbir şey içermezler. Yani “oluş sürecinde yaratılan yeni bir şey yoktur, yeni olarak gördüğümüz şey eskinin değişmiş halidir.” Dini Ritüeller ve Nevrotik Saplantılar: Din Bir Nevroz Mu? Freud Totem ve Tabu eserinde, nevrotiklerdeki saplantılı davranışlarla dini ibadetler arasında benzerlikler olduğundan hareketle ibadetlerin birer saplantı nevrozu olduğunu iddia etmiştir. Böylece Freud evrensel nevroz dediği dinin ferde özel yönünü de bulmuştur. Bu iddianın ana fikri kısaca şöyledir; dindarlar da nevrotikler de aklı aykırı şeylere inanırlar, mantıksız ritüeller gerçekleştirirler, dolayısıyla aralarında bir bağlantı olmalıdır. Freud dini ritüellerle saplantılı davranışlar arasında 8 benzerlik noktası belirler; 1- İhmal edildikleri takdirde kişide bir vicdan azabı, bir sıkıntı oluşur. 2- Kişinin zihninde ayrı bir yeri vardır ve kişi bunları gerçekleştirirken diğer işlerden soyutlanır. 3- Tüm detayların icra edilmesine özen gösterir. 4- Suçluluk duygusu 5- Pişmanlık duygusu 6- İçgüdüsel dürtülerin bastırılması 7- Uzlaşma hali 8- Yer değiştirme mekanizması “Nevrotik davranışlarla dini ritüeller arasındaki bu benzerliklerin yanı sıra bariz ayrılıklar vardır diyor Freud. Bunlar arasındaki en önemli farklar; 1- Nevrotik seremoniler kişiye göre farklı hallerde tezahür ederken dini ritüeller sabit karakterdedir. 2- Nevrotik davranışların ferde özel bir tabiatı varken dini seremoniler umumi olma özelliğine sahiptir. 3- Nevrotik davranışlar anlamsız ve saçma görünürken dini seremonilerin ehemmiyetsiz ayrıntıları sembolik bir anlam ve önemi haizdir.” Burada Freud, “işte bu sebeple saplantılı davranış, yarı komik, yarı trajik olma gülünç bir özel din şeklinde ortaya çıkmaktadır “ diyerek kendi iddiaları yönünde bir sonuç çıkar. Freud’a göre, saplantının bilinçaltında tatmin ettiği bir karşılığı vardır. Freud’a göre, din bir evrensel saplantı nevrozudur ve nevroz da özel bir dini sistemdir; çünkü iki fenomen arasında bunların tabiatlarının aynı olduğunu gösteren benzerlik vardır.
  17. Oedipus Kompleks Teorisi Çocukta Oedipus veya fallik devre denilen 3-5 yaşlarında bilinçsiz olarak karşı cinsten olan ebeveyne sahip olma, aynı cinsten olan ebeveyni yok etme duygusu (komplaksi) mevcuttur. Freud teoriyi daha çok erkek çocuk nezdinde ortaya koyar. Freud’a göre bu kompleks evrenseldir, kültür farkı gözetmez. Ona göre tüm psikonevrozların çekirdek kompleksi budur ve birçok nevrotik takılmaların, cinsel sapmaların, suçluluk duygularının kökleri sağlıklı bir şekilde çözülmeyen Oedipal çatışmada aranmalıdır. Oedipus kompleksin kızlardaki karşılığı Elektra kompleksidir. Bu kavram eski yunan mitolojisinden alınmıştır. Oedipus bir kralın oğludur. Kahinler bu doğduğunda krala, bu çocuk senin tahtına geçecek derler. Bunun üzerine kral çocuğu bir çobana verir öldürmesi için. O da kıyamadığından bir ağaca ayağından bağlar. Oradan geçen biri bunu evlatlık edinir. Daha yıllar sonra bir gün kral bir adamıyla gezintiye çıkmışken bu çocuğa yolun ortasında rastlar. Yol vermediğinden tartışırlar ve kralı ve adamını öldürür çocuk. Kısa bir süre sonra bir ejderha çıkar bir yerde ve oradan geçen herkese bir soru sorar. Bilediklerinde onu öldürür. Oedipus da cesaretle oraya giderek soruyu bilir ve ejderha intihar eder. ( Sabah dört, öğleyin iki, akşam üç ayak üstünde giden hayvan hangisidir? “İnsan” ). Bu çocuğu kral yaparlar ve kraliçeyle evlendirirler. Yani annesiyle… Bu olay daha sonra ortaya çıkar ve hikaye biter. Çocuk hem babasını öldürmüş hem de annesiyle beraber olmuş oldu. Yani Freud’un Oedipus kompleksinde dediği gibi. Kurt Adam (Wolf Man) Vakası 1920 yılında Freud Kurt Adam ismini verdiği bir Rus hastayı tedaviye başlar. Hastayı 4-5 yıl tedavi eder ve birçok vakada olduğu gibi bu vakada da Oedipus kompleksin izlerini bulur. 30 yaşındaki bu adamın çocukluğu sıkıntılı geçmiştir. Anne ve babası rahatsızdır. Annesinin dini hikayelerinden etkilenir. 4 yaşında kurtla alakalı bir rüya görür ve ondan bu ismi alır. Kurt’u babası olarak yorumlar Freud ve diğer rüyalarındaki hayvan figürlerini de aynı şekilde yorumlar. Bu vaka incelemesinden Freud’un neticesi; babaya karşı geliştirilen nevrotik çatışmalar Tanrı figürüne yönlendirilmiştir ki, bu da Tanrı’nın baba imajının yansıması olduğunu gösterir. Netice itibariyle Tanrı yüceltilmiş bir babadır ve dini inancın temelinde babaya duyulan arzu vardır.
  18. Freud Psikanalizinin Temel İlkeleri ve Tenkit Noktaları Freud bir nevroz olarak gördüğü dinin kaynağını çocukluk devresindeki tecrübelerde aradı. Bu tecrübeler cinsel kaynaklıydı ve ilerde dini fikirlerin oluşmasına yol açacaktı. Psikanalitik teorinin ortaya koyduğu en önemli nokta, insanın bilincinde olmadığı bir zihinsel sürece sahip olduğudur. Psikolojik rahatsızlıklar ve nevrozlar bu sürecin yapısından kaynaklanır. (Freud’un cinselden kastı, genital olsun veya olmasın hazdır, zevktir) Psikanalizin ilk ve belki de en önemli vakası Anna O. Takma isimli kadının tedavisidir. Anna’nın durumu psikanalitik tedavi yönteminin ana unsuru olan “serbest çağrışım” tekniğinin ortaya çıkmasını sağladı. Bu vakadan Freud,psikanalize temel teşkil edecek iki önemli prensip belirledi.;1- çatışan bir duygunun bastırılması rahatsızlık doğurur. 2- zihinsel enerji kullanılması gereken yerde kullanılmayınca rahatsızlığa dönüşür. Nevroza sebep olan rahatsızlığın kaynağının cinsel bir duygu olduğu fikrini öne attı. İd, Ego, Süperego Freud’a göre kişilik id, ego, süperego’nun karşılıklı etkileşimiyle oluşur. İd, biyolojik istekler içeren ham dürtülerle, arzularla doludur. Her ne sürette olursa olsun bu arzuları gerçekleştirmek isteyen id, zevk prensibine göre hareket eder. Bu arzuların en güçlüsü cinsel (libido) olanıdır. İd’in karşısında dış dünyanın ailenin, toplumun, kültürün ölçülerini dikkate alan ve zamanla özümsenen süperego vardır ve bu iki güç sürekli çatışma halindedir. Ego ise id ile süperego arasında tampon bölge oluşturarak iki güç arasında dengeyi sağlayan bir uzlaştırıcı olma fonksiyonuna sahiptir. İd’in güdüsel ihtiyaçlarını tatmin etmek, ama aynı zamanda süperegonun emirlerini gözetmek durumundadır. İkisi arasında sıkışmıştır. Sıkışma ne kadar fazla olursa iç sıkıntısı da o kadar fazla olur. Bu sıkıntıyı azaltmak maksadıyla da savunma mekanizmalarına müracaat edilir. İd’in bilinçsiz yapısına karşılık ego genelde bilinçlidir ve id-ego-süperego üçgeninden oluşan kişilik yapısının icracısı durumundadır. Freud’a göre nevroz cinsel dürtülerin bastırılması veya bir başka ifadeyle egonun içgüdüsel dürtüleri id bölgesine hapsetmesinden kaynaklanır. Bu dürtüler bastırma eyleminden kurtulmak isterken ve egonun farkında olmadığı bir şekilde kendilerine yeni yollar bularak nevroz şeklinde kendilerini ifade etme şansı ararlar. Psikanalizin bilinçaltının derinliklerine giden yoldaki en önemli aracı rüyaların yorumuydu. Günlük hayatımızdaki birçok davranışımızda aslında bilinçaltı sürecini gün ışığına çıkarıyordu. Dil sürçmeleri, yanlış okuma veya yazmalar kazara olan şeyler değildi.
  19. Kitap Adı: Freud ve Din Kitabın Yazarı: Basım Yılı ve Yeri: 2005, İstanbul Sigmund Freud (1856-1939) Hayatı Yahudi bir aileden gelen Freud’un dedesi ve büyük dedesi hahamdır. Babası tekstil tüccarı ve kendisi en büyük kardeştir. Babası dindar değildi. Dini bilgileri dadısı Katolik Hıristiyan’dan öğrendi. Onunla kiliseye gidip geliyordu. Çalkantılı bir çocukluk geçirdi. Yahudi olarak azınlıkta oldukları için bundan etkilenmiştir. Küçük yaşta Viyana’ya taşındılar. Okulu genelde birinci olarak tamamladı. Viyana’da tıp öğrenimini tamamladı. Bilinçaltı kavramını Freud’dan önce keşfeden başka kimselerde vardı. Fakat bir sistem dahilinde somut ifadelerle ortaya koyan ilk kişi Freud’dur.
  20. Yedinci Bölüm: Dünyevileşme ve Meşruiyet Sorunu Protestan liberalizminin ekonomi ve teknolojideki kapitalist başarılar döneminin, batının gelişmesinin ve burjuva kültürü hakimiyetinin kısaca burjuva kapitalizminin altın çağının altyapısal temeli olarak kabul edilebilecek kısmına dikkat çekebiliriz. Bu dönem, batı medeniyetinin kültürel, siyasal ve ekonomik değerlerinde engin bir güvenin, yani protesan liberalizminin iyimser Weltanschauung’una tamamen yansıyan bir güvenin hakim olduğu bir dönemdi. Sonuçta bir ilahiyatçıyla yapılacak uzlaşma baskı altında yapılmıyor, aksine sırf maddi olarak değil taşıdığı değerler bakımından da oldukça cazip ve övgüye değer kabul edilen seküler bir kültürle karşılıklı oturularak ve istekle akdediliyor. Kaba bir biçimde ifade edecek olursak, Protestan liberalizmi geleneğin belli özelliklerinden payına düşen kısmı satmak için ne gerekiyorsa onu yapıyordu. Günümüzde Protestanlıkta popülerize edildiği biçimiyle radikal teolojinin aşırı şekillerinin yasallaştırmak için tasarlandıkları dini kurumların tam anlamıyla varoluşlarının kuyusunu kazabilecekleri yolundaki yalınkat bir nedene dayalı olarak sözü edilen modern bilinci sahaya taşıması öyle pek olası gözükmemektedir. Çünkü yasallaştırmalar bu durumda bizzat kendi kendilerini mağlup etmiş olurlar. Bununla birlikte Hıristiyanlığı dünyevileşen bilincin belli kilit realite varsayımlarıyla aynı çizgiye getirmek için yapılan daha ılımlı girişimler çok olasılıkla bundan sonra da olacaktır. Hususi olarak, dinin özelleştirilmesi, özellikle de psikolojizmin kavramsal mekanizması yoluyla özelleştirilmesi, olayların akışı bir kez daha iki dünya savaşı arasında neo-ortodoksiyi gün yüzüne çıkaran bir tür afetle kesintiye uğratılmadığı sürece öngörülebilir bir gelecekte kendi kendini feshetmesi ihtimal dışı olan geniş bir eğilim olarak algılanabilir. Modernleşmenin bugün dünya ölçeğinde bir olgu olduğunu ve farklı bölgeler ve ulusal kültürlerde uğradığı büyük değişikliklere rağmen modern sanayi toplumunun yapısının dini gelenekler ve onlara vücut veren kurumlar için dikkat çekici bir biçimde benzer durumlar ortaya çıkardığını vurgulamak yeterlidir.
  21. Altıncı Bölüm: Dünyevileşme ve Makuliyet Sorunu Kitabı Mukaddes geleneğinden kaynağını alan dini gelişmeler modern seküler dünyanın oluşmasında nedensel etkenler olarak görülebilirler. Fakat bir kere bu dünya oluştuktan sonra, kesinlikle bir oluşturucu güç olarak dinin süregelen etkinliğini saf dışı bırakması elden bile değildir. İşte tam bu noktada, din ile dünyevileşme arasındaki ilişkide büyük bir tarihi cilve, bu öyle bir cilvedir ki tarihi bir dille söyleyecek olursak şematik olarak Hıristiyanlığın kendi mezarını kendisinin kazması biçiminde dile getirilen bir cilve, yatmaktadır. Daha önce gösterdiğimiz gibi dünyevileşmenin özgün mahalli ekonomik alandır ve özellikle de ekonominin kapitalist ve endüstriyel süreçlerde oluşan sektörleridir. Netice itibariyle modern toplumun farklı kesimleri bu süreçlere yakınlığına veya uzaklığına göre dünyevileşmeden farklı bir şekilde etkilenmiştir. Modern sanayi toplumu, dine karşı bir çeşit kurtarılmış bölge denebilecek merkezde yer alan bir sektör geliştirdi. Dünyevileşme işte bu sektörden dışa doğru toplumun diğer alanlarına yayıldı. Bunun ilginç bir sonucu, dinin kurumsal düzenin en açık ve en kapsamlı kesimleri arasında, özellikle de devlet ile aile kurumu arasında kutuplaşması yönünde bir eğilime sahip olması olmuştur. Gerek iş hayatında gerekse onun etrafında oluşan ilişkilerde yaşandığı gibi günlük hayatın kapsamlı bir dünyevileşme noktasına ulaştığı zaman bile devlet ve aile kurumu gibi kurumlara hala dini sembollerin iliştirildiği görülebilir. Bunu genel sosyolojik söylem açısından ifade etmenin yolu, bir yandan ekonominin diğer yandan da devlet ve ailenin dünyevileşmesi arasında bir kültürel boşluğun mevcut olduğunu söylemekten geçer. Kutuplaşmanın kapsamlı etkisi çok hem de çok önemlidir. Böyle bir durumda din kendini kamusal bir söylem ve özel bir erdem olarak takdim eder. Başka bir deyişle kamusal olduğu sürece din gerçekliği, gerçek olduğu sürece ise kamusallığı kaybeder. Bu durum, bir zamanlar belli bir toplumun üyeleri için kesinlikle bütüncül bir tanımlamalar demetini oluşturan bir kuruluş olarak dinin, geleneksel görevinden şiddetli bir biçimde kopuşunu simgeler. Dinin dünya kurucu potansiyeli böylelikle; alt parçalar, parçalanmış alan dünyaları ve birçok durumda da çekirdek aileden öteye geçmeyen makuliyet sağlayıcı yapılarla sınırlı kalır. Dini tercih sanki ilk defa benimseniyormuş gibi basma kalıp bir halde bırakılabilir. Dünyevileşme tarafından meydana gelen dinin kutuplaşması ve onun beraberinde getirdiği kamusallığın ve realitenin kayboluşu da yine, dünyevileşmenin ipso facto çoğulcu bir yapıya yol açtığını söylemek suretiyle tasvir edilebilir. Daha doğrusu çoğulculuk kavramı genellikle sırf içerisinde farklı dini grupların devlet tarafından hoşgörüyle karşılandığı ve birbiriyle serbestçe rekabete giriştikleri durumlar için geçerlidir. Dünyevileşme ile çoğulculuk arasında çok derin bir bağın var olduğu rahatlıkla görülebilir. İnsanlık tarihinin büyük bir kısmı boyunca dini kuruluşlar toplumda tekeller, yani öyle tekeller ki bireysel ve toplumsal hayatın nihai meşruluklarında yerini alan tekeller olarak mevcudiyetlerini sürdürmüşlerdir. Dini olarak tanımlandığı için bahis konusu dünyanın dışına adım atmak demek kaotik bir karanlığa, anomiye ve belki de çılgınlığa adım atmak demektir. Gerçekten de dini acımasızlığın bu anlamda Kitabı Mukaddes ekseninden çıkan dini geleneklerde elde ettiği temel ayrıcalık, Doğu Asya’nın büyük dinleri ekseninde genellikle mevcut değildir. Tarihsel arka planları ne olursa olsun tüm çoğulcu yapıların temel özelliği, eski dini tekelleri artık kalıcı durumundaki kitlelerin bağlılığını sağlamak için olduğu gibi kabul edilir olmaktan çıkarmaktır. Çoğulcu konum her şeyden önce bir Pazar konumudur. Orada dini kurumlar birer teşhir merkezleri haline gelirken dini gelenekler de birer tüketici malları haline dönüşür. Bu durumda her nasıl olursa olsun hatırı sayılır bir ölçüde dini aktivite Pazar ekonomisinin mantığına göre belirlenmeye başlar. Önceden dini kurumlar bir hizmetliler kitlesi üzerinde tekelci bir denetim kurmaya çalışan bir kurum olarak örgütlenmişti. Şimdi ise aynı gruplar kendilerini öyle örgütlemelidirler ki, bu örgütlenmeleri onların benzer amacı güden diğer gruplarla rekabet halinde iken bir tüketici çevre kazanmaya çalışmalarına elverişli olsun. Bu durumda derhal hasılat konusu önem kazanmaya başlar. Rekabetçi bir ortamda hasılat elde etmek için katlanılan baskı doğal olarak sosyo-dini yapıların rasyonelleştirilmesini zorunlu kılar. Çoğulcu durum genel olarak toplumda özel olarak da bir kimsenin başkasıyla rasyonel ilişkilerinde bağlı kalacağı bir bürokratik yapılar ağının bulunmasını zorunlu kılar. Çoğulcu yapı kartelleşme yönünde bir eğilim sergilediği için; sosyal, politik ve ekonomik dinamikleriyle kiliselerin evrensel birliğine doğru bir eğilim de sergiler. Çoğulcu durumun etkileri yalnızca dinin toplumsal yapısal yönleriyle sınırlı değildir. Ayrıca onlar dini içeriklerle yani dini pazarlama merkezlerinin ürünlerine kadar da uzanırlar. Herhangi özel bir dini dünya kendini bilince ancak ve ancak uygun makuliyet özelliği varlığını koruduğu ölçüde bir realite olarak takdim edebilir. Makuliyet özelliği etkin ve dayanıklı ise koruna gelmekte olan dini dünya da o nispette bilinçte etkin ve dayanıklı bir biçimde reel olacaktır. En azami yararın beklendiği bir anda, işte o zaman, dini dünya yalınkat bir biçimde olduğu gibi kabul edilebilecektir. Bununla birlikte makul olma özelliği zayıfladıkça söz konusu dini dünyanın öznel gerçekliği de zayıflayacak ve bir belirsizlik baş gösterecektir.
  22. Tarihi Unsurlar Beşinci Bölüm: Dünyevileşme Süreci Sekülarizasyon (dünyevileşme) kavramı biraz serüvenli bir tarihe sahip olmuştur. Kavramı ilk defa din savaşlarından hemen sonra arazi ve emlakin kilise otoritelerinin gözetiminden çıkarılmasını belirtmek amacıyla kullanıldı. Aynı kavram Roma dini hukukunda bu sefer tarikatlardaki bir müridin dünyaya yönelişini göstermeye başladı. Sekülarizasyon ve hatta onun türevi olan sekülarizm kavramı, geleneksel kiliseyle bağları olan çevrelerde ona Hıristiyanlaşmaktan uzaklaşma, dinsizleşme vb. olarak saldırılırken, ruhban karşıtı ve ilerlemeci çevrelerde ise modern insanın dini vesayetlerden kurtuluşu anlamı verilmeye başlandı. Sekülarizasyonla biz, kültür ve toplum alanlarının dini kurumlar ve sembollerin egemenliğinden çıkarıldığı süreci kastediyoruz. Modern batının tarihindeki toplum ve kurumlardan bahsettiğimizde, kuşkusuz sekülarizasyon tıpkı kilise ile devletin ayrılmasında ve kilise arazilerinin istimlaki ile eğitimin kilisenin daha önce gözetimleri veya nüfuzları altında tuttukları sahalardan tahliye edilmesinde kendini açıkça göstermektedir. Ama kültür ve sembollerden bahsettiğimizde ise sanat, felsefe ve edebiyatta dini içeriklerin kayboluşu ve hepsinden önemlisi de bilimin dünyada özerk ve tamamen seküler bir bakış açısı olarak yükselişinde gözlenebildiği gibi bu süreç, kültürel ve düşünsel hayatın tamamını etkisi altına alır. Nasıl toplum ve kültürün sekülarizasyonu söz konusuysa, aynı şekilde bilincin sekülarizasyonu da söz konusudur. Modern batının dini açıklamalardan yararlanmaksızın dünyayı ve kendi öz yaşamlarını yorumlayan gittikçe artan sayıda bireyler ürettiği anlamına gelir. Sekülarizasyon modern toplumların küresel bir olgusu olarak görülse bile hepsinde tek ve aynı tarzda yayılmıştır. Farklı insan toplulukları bu süreçten farklı bir biçimde etkilenmiştir. Dünyevişle Protestanlıkla modern hayata girmiştir. Katoliklerden ayrı olarak Protestanlık kutsalla bağlarını kesmiştir. Protestanlıkta tanrının köklü bir aşkınlığına dünyanın köklü bir içkinliği, yani kutsala kapalılık tekabül eder. Devamlılığa bir son vererek gök ile yer arasındaki göbek bağını kopardı. Eski Ahit, kendi yarattığı fakat karşısına alıp içine nüfuz etmediği bir kainatın dışında duran bir Tanrı ortaya kor. Bu Tanrı, herhangi bir tabii veya beşeri olguyla mukayesesi imkansız, köklü bir biçimde aşkın bir Tanrı’dır. O, sadece bu dünyanın yaratıcısı değil aynı zamanda tek Tanrıdır. Dahası bu Tanrı, her ne kadar özellikle İsrail tarihine münhasır olmasa da, kozmik olmaktan çok tarihsel olarak eylemle bulunan ve köklü ahlaki talepleri bulunan Tanrıdır. Tanrı’nın aşkınlaştırılması ve ona eşlik eden dünyanın büyüsünün bozulmasının, hem ilahi hem de beşeri faaliyetlerin bir arenası olmak üzere tarihin önüne bir boş alan açtığı söylenebilir. Öncekini tamamen dünyanın dışında duran bir Tanrı yerine getirirken, sonraki faaliyet insan anlayışında önemli ölçüde bir bireyselleşmeyi gerektirdi.buna göre insan Tanrının zatı karşısında tarihi bir aktör olarak gözükür. Böylece, tek tek insanlar, tipik bir arkaik düşünce olan, mitolojik toplulukların olsa olsa birer temsilcileri, fakat birey olarak önemli faaliyetler icra eden seçkin ve biricik fertler olarak gözükür. Burada oldukça yüksek bir şahsiyet sergileyen Hz. Musa, Davut, Elijah ve benzer kişiler akla gelebilir.
  23. Dördüncü Bölüm: Din ve Yabancılaşma Toplum kolektif insan aktivitesinin bir ürünüdür. Böylece, sırf bu yönüyle o ferdi nesnel bir gerçeklik olarak karşısına alır. Toplum bireye kendisiyle ortak hareket etmeyi, yani onun toplum gerçeğinin kendisiyle sürekli kurulduğu ortaklaşa harekete katılmasının şart koşar. Bu hareketler bireye, onun gönülsüz de olsa, sırf kendilerine toplumsal olarak tahsis edilen objektif manalara katıldığı noktada toplumsal gerçekliğin öğeleri olarak gerçek gözükecektir. Nesnelleşme fertlerin içinde bulundukları şeyin dışında kalan gerçek bir toplumsal dünyanın üretilmesini ifade ederken, içselleşme aynı toplumsal dünyanın söz konusu fertlerin bilinçleri dahilinde bir gerçeklik statüsüne sahip olmasını ifade eder. Bilinç toplumsallaşmadan önce gelir. Dahası eğer başka bir şey, bir kimsenin kendi bünyevi süreçlerinin süre giden bilincine bunu temin etmediği sürece bilinç asla tamamen sosyalleştirilemez. İnsan toplum içinde yaşamanın bir sonucu olarak hem kendi dışında hem de kendi içinde başkalık üretir. Toplumsal bir dünyanın parçaları olduğu sürece insanın kendi öz eylemleri kendi dışındaki bir gerçeğin parçası olmaktan öteye gidemez. Toplumsal dünyanın başkalığı ve toplumsal hayatın başkaları konumunda olan somut insani varlıklar bilinçte içselleştirilir. Başka bir deyişle, başkaları ve başkalık bilinç haline dönüştürülür. Sonuçta, toplumsal dünyanın bireye yabancı gözükmesi olasılığının yanı sıra onun toplumsallaşan özünün belli yanlarıyla kendisine yabancılaşması olasılığı da ortaya çıkar. Bu yabancılaşmanın insanın toplumsallığında verili olduğunu, başka bir deyişle antropolojik açıdan zorunlu olduğunu vurgulamak gerekir. Dolayısıyla izlenecek iki yol var: biri, dünyanın ve özün yabancılığının her ikisinin de insanın kendi aktivitesinin ürünleri olduğunu hatırlamak suretiyle yeniden uyumlu hale getirilmesi, diğeri ise böyle bir uyumluluğun artık mümkün olmaması ve toplumsal dünya ile toplumsallaşan özün bireyi doğanın olgularına benzer değiştirilemez olgular olarak karşısına almasıdır. Sonuncu süreç yabancılaşma olarak adlandırılabilir. Birey, söz konusu dünyanın kendisi tarafından ortaklaşa üretilmesi ve sürdürülmesi gerektiğini unutur. Yabancılaşan bilinç diyalektik olmayan bir bilinçtir. Yabancılaşma hakkında üç önemli noktanın burada üzerinde durulması gerekir. Evvela şunu belirtmek gerekir ki yabancılaşan dünya bütün yönleriyle bir bilinç olayıdır, özellikle de bir yanlış bilinç olayı. O katiyetle yanlıştır, çünkü insan kendisinin olan ve kendi aktivitesi olarak kalacak olan yabancılaşmış aktivitesiyle yabancılaşmış bir dünyada yaşıyor iken bile bu dünyanın ortak üreticisi olmayı sürdürür. İkinci olarak yabancılaşmayı geç kalmış bir bilinç gelişmesi ve yabancılaşmamış cennetimsi bir varlık halini izleyen, ilahi inayetten bilişsel bir düşüş olarak sanmak oldukça yanıltıcı olabilir. Üçüncü olarak yabancılaşma anomiden tamamen farklı bir olaydır. Din insanlık tarihi boyunca anomiye karşı en etkin siperlerden biri olmuştur. Bu gerçek olgu dolaysız bir şekilde dinin yabancılaştırıcı eğilimiyle yakından alakalıdır. Din, tamamen güçlü, belki de en güçlü bir yabancılaşma aracı olduğu için, çok güçlü bir yasallaştırma aracı da olmuştur. Dini yasallaştırmanın getirdiği temel çözüm; insani ürünleri, insan üstü veya insan dışı olgular haline dönüştürmesidir. Buna göre insan tarafından kurulan dünya onun insan ürünü oluşu inkar edilerek açıklanır. Din, insani dünyaya yabancı olan varlıkların ve güçlerin realitede mevcut olduğunu öne sürer. Yabancı olan bir şeyi insana karşı öne sürmek suretiyle din, insanı kendisinden yabancılaştırmak eğilimindedir. Roller, davranışların sadece dışsal kalıpları olarak kalmaz, aynı zamanda onları icra edenlerin bilincinde içselleştirilerek o bireylerin öznel manevi varlıklarının asli bir öğesini de oluştururlar. İçselleştirilen rollerin dini açıdan büyüselleştirilmeleri onları, çifte bilinçlenme açısından bir hayli yabancılaştırmakla kalmaz, öte yandan kötü inanç olarak nitelendirilerek fazladan bir yanlışlama sürecini de kolaylaştırır. Tüm yabancılaştırmaların özü, hayali bir kaçınılmazlığın insanların kurduğu dünya üzerine empoze edilmesidir. Aktivite, süreç; hür irade ise kader haline gelir. Bu durumda insanlar, sanki kendi öz dünya kurma girişimlerinden tamamen bağımsız güçler tarafından kendilerinin ne yapmaları gerektiğinin belirlendiği bir dünyada yaşıyorlarmış gibi olurlar. Yabancılaşma dini açıdan yasallaştırıldığında bu güçlerin bağımsızlığı hem kolektif düzen hem de bireysel bilinçte geniş boyutta artar. Nasıl ki kurumlar izafileştirilebilir ve böylece beşerileştirilebilirse, benzer bir şekilde bu kurumları temsil eden roller de izafi ve beşeri bir konuma indirgenebilir. Geniş ölçüde din yoluyla yasallaştırılan yanlış bilinç ve kötü inanç da benzer bir biçimde yine din yoluyla açığa çıkartılabilir. Dinin tarihte hem dünya idame ettirici hem de dünya sarsıcı bir güç olarak görüldüğü söylenebilir. Söz konusu her iki görünümde de o hem yabancılaştırıcı hem de yabancılaşmadan uzaklaştırıcı olmuştur. Şöyle ki, çoğu kere dini girişimin bir bakıma kendine özgü içsel nitelikleri nedeniyle birinci özelliği, önemli durumlarda ise ikinci özelliği gün yüzüne çıkmıştır.
  24. Üçüncü Bölüm: İlahi Adalet(Teodise) Sorunu Her düzen veya yasa, beşeri duruma özgü düzen dışı veya yasa dışı güçler tarafından kendini yok etme tehdidine karşı sürekli yeniden inşa edilir. Bu olgu, toplumda insan aktivitesi düzeyinde bu aktivitenin, acı çekme, kötülük ve her şeyden önce ölüm gibi düzen dışı olayların bireysel ve kolektif tecrübeye mütemadiyen tecavüz etmesine karşın devam etmek üzere kurumsallaştırılmasını göz önünde bulundurduğumuzda bir problem ortaya çıkarır. Bununla birlikte bir problem de yasallaştırma düzeyinde kendini gösterir. Bu olayların dini yasallaştırmalar ve ne ölçüde teorik bakımdan karmaşık oldukları yönünde bir açıklaması teodisi olarak adlandırılabilir. En az, günahsız bir kimsenin acı çekmesinin Mutlak İyilik ve Mutlak Kudret sahibi bir Tanrı anlayışının yokluğunu ispat etmediği göstermek için bir tez yazan geniş bilgili bir ilahiyatçı kadar, bir çocuğun ölümünü Tanrının iradesine bağlamak suretiyle açıklayan okumamış bir köylü de teodisi ile meşgul olmaktadır. Şüphesiz toplumsal olarak geliştirilen böyle bir kuram toplumun bir ucundan ötekine farklı karmaşık düzeylerde kırılmaya uğrayabilir. Bu nedenle Tanrının iradesi hakkında konuşurken bir köylü, her ne kadar meramını anlatamasa da ilahiyatçı tarafından oluşturulan muhteşem teodisiyi bizzat kast etmiş olabilir. Her düzen ferdi, onu ve onun tüm tecrübelerini kapsayan manalı bir gerçeklik olarak karşısına alır. Hayatına ve onun çelişkili ve acı dolu yönlerine anlam kazandırır. Birey, doğuştan, yaşayan, acı çeken ve sonunda tıpkı atalarının kendinden önce yaptıkları ve çocuklarının kendinden sonra yapacakları gibi ölüp giden biri olarak gözükür. O, konunun bu tarafını kabul eder ve içsel olarak kendine mal ederken kendi bireysel deneyimlerinin görülmemiş acı ve korkularını da hesaba katarak kendi öz bireyselliği kadar biricikliğini de aşar. Nihayet anlamlı düzenin koruyucu şemsiyesi, bireyi inim inim inleyen bir canlı durumunu düşüren tüm hayat tecrübelerini bile kapsayacak derecede geniş olduğu için acı daha çok dayanılabilir ve korku daha az bunaltıcı hale gelir. Her toplum bireysel benin, onun ihtiyaçlarının, endişe ve problemlerinin belli bir ölçüde inkar edilmesini zorunlu kılar. Düzenin en önemli işlevlerinden biri ferdin bilincinde bu inkarın kolaylaştırılmasıdır. Ayrıca bu benlik inkarının topluma ve onun düzenine teslim olmanın, özellikle dinle bağlantılı olarak yoğunlaşması söz konusudur. Bu bir mazoşizm tavrıdır, yani içerisinde bireyin kendini hemcinsleri karşısında, gerek tek başına gerek topluluklar halinde gerekse onlar tarafından kurulan düzen içerisinde iken durgun ve eşya gibi bir nesne konumuna indirgediği bir tavır. Mazoşist teslimiyet; yalnızlıktan, aynı zamanda tek ve mutlak bir mana olarak ortaya konan hiç değilse teslimiyetin vuku bulduğu anda ortaya konan bir başkası içerisinde özümlenmek suretiyle ondan bir kaçma girişimidir. Böylece mazoşizm, insanın hem toplumsallığının hem de manaya olan ihtiyacının tuhaf bir karışımını oluşturur. Teodise, ferde toplumdaki somut hayatında dolaysız olarak etki eder. Makul bir teodisi ferde kendi hayat hikayesinin düzensiz tecrübelerinin, toplumsal olarak kurulu düzenle ve onun kendi öz bilincindeki öznel karşılığı ile bütünleşmesine imkan verir. Teodisilerin en önemli toplumsal işlevlerinden biri, onların toplumsal açıdan yaygın güç ve ayrıcalık eşitsizliklerini açıklayabilmeleridir. Bu işleviyle teodiseler, şüphesiz dolaysız bir biçimde söz konusu özel kurumsal düzeni yasallaştırırlar. Böyle teodiseler hem güçlü hem de güçsüzler, hem ayrıcalıklı hem de yoksun kimseler için yasallaştırmalar olarak işlev görebilirler. Teodiseler fakirlere fakirliklerinin anlamını kazandırırken zenginlere de varlıklı olmalarına bir anlam verme imkanı sağlayabilir. Her iki durumda da sonuç, özel kurumsal bir düzenin idame ettirilmesidir. Fert atalarının kendi içinde esrarengiz bir şekilde yaşadığını tasarlarken aynı şekilde kendisinin de kendi öz varlığını çocuklarını ve sonunda torunlarına yansıttığını düşünür. Sonuç o kendine, ampirik hayat öyküsünün talihsizliklerini azalttığı kadar ölümü de kesin bir biçimde izafileştiren oldukça somut bir ölümsüzlük kazandırır. Kan bağıyla birbirine bağlı olan bütün bir topluluk, zamanın akışı içerisinde her bir üyesinde vücut bulan aynı değişmez hayatı taşıya geldiği için böylece tamamen somut bir şekilde ölümsüzleşmiş olur. Rasyonel-irrasyonel sıralamasının en uç kutupları arasında çeşitli düzeylerde kurumsal rasyonalizasyona elveren çok sayıda teodisi tipleri vardır. Evvela, bir teodisi, anomik olayların telafisini bu dünyaya ait terimlerle anlaşılan bir geleceğe yansıtmak suretiyle inşa edilebilir. Buna uygun vakit geldiği zaman acı çeken kimseler teselli edilecek ve haksızlar cezalandırılacaktır. Mesihçi-millenarist bileşimi, halihazırdaki ıstırap veya haksızlıkların parlak bir gelecekte üstesinden gelineceğine dair bir göreceleştirme yoluyla bir teodisi ortaya kor. Başka bir deyişle, anomik olaylar gelecekteki, bir düzenliliğe gönderme yapılarak yasallaştırılırlar ve böylece her şeyi kuşatan bir manalı düzen içerisinde yeniden bütünleştirilirler. Bu teodisi, tutarlı bir tarih kuramını ihtiva ettiği ölçüde rasyonel olabilir. Teodisilerin üçüncü tipine göre kainat, iki kuvvetli güç olan iyilik ve kötülüğün bir mücadele alanı olarak telakki edilir. Bunlar her ne kadar İran düalizminin Mitraizm ve Maniheizm gibi daha sonraki gelişmelerinde çok daha soyut kavramlar şeklinde belirse bile, Zerdüştlükte Ahura Mazda ve Ehriman tanrıları biçiminde kişiselleştirilmişlerdir. Kuşkusuz bu oluşumlarda tüm düzeysiz olaylar, kötülüğe veya negatif güçlere atfedilirken her düzenlilik de onların iyilik veya pozitif karşıtlarının sürekli üstün gelmeleri biçiminde anlaşılır. Teodisi sorunu köktenci ve ahlaki monoteizmde, yani Kitabı Mukaddes dini ekseni içerisinde çok keskin bir biçimde kendini göstermektedir. Tüm rakip veya küçük ilahların köklü bir biçimde ortadan kaldırıldığı ve yalnız tümüyle gücün değil aynı zamanda bütün ahlaki değerlerinde bu dünyadaki veya başka bir dünyadaki her şeyi yaratan bir tanrıya isnat edildiği varsayıldığında teodisi sorunu bu en merkezi kavrama yöneltilen gözde bir sorun haline gelir.
  25. İkinci Bölüm: Din ve Dünya-Koruma Toplumsal olarak kurulu dünyaların tümü doğuştan istikrarsızdır. İnsan aktivitesiyle desteklendikleri için insana özgü çıkarcılık ve budalalık olgularıyla tehdit edilirler. Kurumsal programlar çatışan menfaatleri dolayısıyla fertler tarafından baltalanırlar. Fertler sık sık basit bir şekilde onları ya unutur ya da ilk aşamada öğrenmekten aciz kalır. Başarılı olduğu oranda sosyalleşme ve sosyal kontrolün temel süreci bu tehditleri hafifletme işlevi görür. Sosyal düzenin yapısını etkilemede destek görevi yapan merkezi öneme sahip başka bir süreç daha vardır ki o da yasallaştırma sürecidir. Yasallaştırmayla sosyal düzeni açıklama ve haklılaştırma işlevi gören toplumsal olarak “bilgi” kastedilmektedir. Farklı bir deyişle, yasallaştırmalar kurumsal düzenlemelerin “niçin” öyle oldukları hakkındaki tüm sorular için cevap teşkil ederler. Yasallaştırma “neyin ne olduğu” gibi ifadelerle başlar. Bir anlamda her toplumsal olarak nesnelleşen “bilgi” yasa koymaktadır. Toplumsal olarak kurulu dünya kendini nesnel olgusal gerçekliği vasıtasıyla yasallaştırmaktadır. Ama istisnasız her toplumda ilave yasallaştırmalar gereklidir. Yasallaştırma için hem objektif hem de sübjektif bir yön vardır. Etkin bir yasallaştırma, realitenin objektif ve sübjektif tanımlamaları arasında kurulan bir örtüşmeyi ifade eder. Toplumsal olarak tanımlandığı biçimiyle dünyanın gerçekliği, insanın hem cinsleriyle olan diyalogunda dışsal olarak, bireyin kendi öz-bilinci içerisinde dünyayı algıladığı biçimiyle de içsel olarak muhafaza edilmelidir. Yasallaştırmanın tüm biçimlerinin asıl amacı, ister objektif düzeylerde isterse sübjektif, gerçeklik muhafazası olarak tanımlanabilir. Din yasallaştırmanın tarihi bakımdan en yaygın ve etkin aracı olagelmiştir. Din, o kadar etkin bir şekilde yasallaştırır ki, ampirik toplulukların istikrarsız gerçeklik inşalarını nihai gerçekliğe bağlar. Din, toplumsal kurumları onlara nihai olarak geçerli ontolojik bir statü bahşetmekle, yani onları kutsal ve kozmik bir referans çerçevesine yerleştirmekle yasallaştırır. Tüm yasallaştırmalar realiteyi koruma işlevini görürler. Dini yasallaştırma, beşeri açıdan tanımlanan realiteyi nihai, evrensel ve kutsal bir realiteye bağlamak demektir. Doğuştan istikrarsız ve geçici olan insan aktivitesinin yapılarına böylece, nihai emniyet ve kalıcılık görünümü verilmiş olur. Farklı bir deyişle, beşeri olarak kurulan düzenlere kozmik bir statü verilir. Tüm kurumlar objektiflik özelliğine sahiptir ve onların yasallaştırmaları muhtevaları neyi içerirse içersin sürekli bir şekilde bu objektifliği alttan desteklemelidir. Dini yasallaştırmalar ise toplumsal olarak tanımlanan kurumların realitesini evrenin nihai realitesine, yani “olduğu gibi” realiteye yerleştirir. Böylece kurumlara bizzat tanrılara atfedilen, karşı konulmazlık, sağlamlık ve kalıcılık vasıflarına benzer vasıfları haiz bir görünüm verir.Beşeri rol oynama daima başkalarından haberdar olmaya bağlıdır. Fert kendisini bir rolle ancak başkaları onu o rolle özdeşleştirdiği sürece özdeşleştirebilir. Fertlerin bağlı olduğu rollere ve kurumlara kozmik anlam yüklendiğinde, fertlerin onlarla kendilerini özdeşleştirmeleri daha ileri bir boyutu kavuşur. Ferdin role kendini özdeşleştirmesi, bu durumda, daha derin ve daha kararlı bir hal alır. Din, içerisinde insanların günlük hayatlarını sürdürdükleri toplumsal olarak kurulu dünyanın gerçekliğini koruma işlevi görür. Fakat onun yasallaştırıcı gücü başka önemli bir boyuta, yani günlük hayatın gerçekliğinin bir sorun olarak içerisinde yer aldığı kesinlikle marjinal olan durumların bir yasa ile bütünleşmesi boyutuna sahiptir. Din, marjinal durumları her şeyi kuşatan kutsal realiteye uygun bir şekilde yasallaştırmak suretiyle, toplumsal olarak tanımlanan realiteyi muhafaza eder. Bu ise marjinal durumlara şahit olan bireye kendi toplumunun dünyasında varlığını sürdürme fırsatı verir. Daha önceleri olduğu gibi kabul edilen realiteye güçlü bir şekilde tehdit oluşturan ve tüm toplumları ve sosyal grupları etki altına alan olaylar vardır. Böylesi durumlar; tabii felaket, savaş veya toplumsal kargaşanın sonucunda meydana gelebilir. Bu gibi zamanlarda dini yasallaştırmalar hemen hemen de değişmez bir biçimde ön plana gelir. Dahası, ne zaman bir toplumun kendi üyelerini öldürmek veya hayatlarını tehlikeye atmak üzere harekete geçirmesi gerekse ve böylece son derece marjinal durumlara düşmelerine izin verse derhal dini yasallaştırmalar önem kazanır. Dünyalar toplumsal olarak kurulur ve toplumsal olarak idame ettirilir. Onların hem objektif hem de sübjektif süregelen gerçekliği özgül toplumsal süreçler bağlıdır, yani söz konusu belli dünyaları sürekli bir şekilde yeniden kuran ve idame ettiren süreçlere. Diğer taraftan, bu toplumsal süreçlere müdahale etmek, söz konusu dünyaların gerçekliğini tehdit eder. Dolayısıyla her bir dünya, yaşayan insanlara gerçek görünen bir dünya olarak kendi varlığının devamı için toplumsal bir temele ihtiyaç duyar. Bu temel, onun makuliyet yapısı olarak adlandırılabilir. Herhangi bir fert için, belli bir dini dünya içerisinde var olmak demek o dünyanın da içinde makuliyetini kazanabildiği belli bir toplumsal ortam içerisinde var olmak demektir. Bireysel yaşam düzeninin dini dünya ile aşağı yukarı eş uzamlı olduğu bir yerde, sonrakinden ayrılmak bir anomi tehlikesinin göstergesidir. Her dini dünya kendisi de insan aktivitesinin bir ürünü olan makuliyet sağlayıcı bir yapıya dayandığı için daha doğuştan kendi gerçekliği içerisinde istikrarsızdır.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.