Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

GeceKuşu

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    3.724
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    30

GeceKuşu tarafından postalanan herşey

  1. Size zahmet olmuş değerli arkadaşım... 01.02.1979 tarihinde sızıntı dergisinde Cilt1-Sayı1 de yayınlanan " Fethullah Gülenin" anlatımlarını aktarmışsın buraya.. Ama biz alıntısız sana ait görüşleri okumayı tercih ederdik... Saygılar...
  2. Ona gelen vahiy üzre Muhammet ve kuran böyle demiyor ama!
  3. Saçmalıktan bahseden ben değilim sevgili omar sensin... Bilimin dinsel argümanları doğrulamak gibi bir işlev ve amacı yoktur. Tesadüf kavramı yaradılışcıların ortaya attığı bir kavramdır. Evrimin "doğal seçilim" olarak yaptığı açıklamaları çarpıtmak için öne sürülür genelde... Bence tek bir kaynaktan beslenip aynı mahallede dolaşmak yerine farklı kaynaklardan beslenip ufkunu genişletebilirsin... Bence dene aslında bunu yapamayacak bir kafa yapın yok... İnancını kaybetmeden yaşamı objektif değerlendirmek mümkün... Ama yine de riskli, bir şeyleri kavrayıp dur bir dakika demekte mümkün... O nedenle "doğal seçilim" kavramını çarpıtmak için "tesadüf"demek gerekli... Böyle yapmak gerekli ki, birileri bir şeyleri kavrayıp dur bir dakika ne oluyor yahu diyemesin.. Düzende böyle devam edip gitsin!
  4. Kendini kandırma sevgili omar... İmam hatiplerde Hristiyanlıkla ilgili tek bir satır bir şey öğretiliyor mu? Bırak Hristiyanlığı, Alevilikle ilgili bu güne kadar ne özgürlük verdiler? Kafandaki karmaşa seni yanıltıyor aç gözünü!
  5. Evet sevgili omar vardır ama sana göre, sana göre olduğu içinde kabul ettiğin özel isimle anıyorsun... Benim için bir problem yok... Ta ki sen de kabulle etmek zorundasın diyene kadar... Dediğin gibi aldanmamak için yaşama inançların penceresinden bakmak gerekli... Fakat bu da yine sana göre... Uydurma bir inanç, acaba öyle mi demeli, neden böyle bir tanımlama yaptın ki? Uydurma demeyelim bence varsayımlar üzerine kurulu bir inanç sistemi... Yalnız bilimle örtüştüğü su götürür!.. Bu da yine sana göre... Hadisler dersen evet birebir anlatılan rivayetler üzerine yazılı metinlerdir, gerçek olduğu kabul edilmektedir. Aklıma gelecek en saçma şey ne olabilir acaba? İnsan oğlunun saçmalıklarıyla uğraşır mı dersin sence? Evet dersen o zaman senin saçma işlerle uğraşan bir tanrın var demek olmaz mı bu?
  6. GeceKuşu

    Dava_Franz Kafka

    Dava Yazar Franz Kafka Tür Roman Dava kendisine özgü özellikleri bulunmayan belirlenmemiş bir şehirde geçer. Yüzyılın ilk on yıllarındaki Prag olabilir. Ancak ayrıntının önemi yoktur. Çünkü bu psikolojik olaydaki gerçek ruhtur. Romanın kahramanı Joseph K. otuz yaşındadır. Bir bankada çalışmaktadır. İyi bir insan olarak tanınır. Değişik işlerde çalışan insanların yaşadıkları kiralık bir evde oturur. Yemeklerini sakin kahvehanelerde yer ve geceleri geç saatlere kadar çalışır. İçine kapanıktır ve ruhasal bir boşluk olduğuna dair varsayımları vardır. Bir sabah, onun bu rutin hayatı parçalanır. İki kişi evine gelerek tutuklandığını söylerler. K. herhangi bir suç işlediğini hatırlamaz. Zaten bunu yapacağı bir ortamı da, durumu da yoktur. Aradan oldukça bir zaman geçtikten sonra, kaderinin gelişigüzel, sivil bir mahkeme elinde bulunmadığını da görür. Durum karmakarışıktır, şaşkınlık vericidir. Ne gibi bir suç işlediği ve ya kanunun hangi maddesine göre tutuklandığı kendisine hiçbir zaman söylenmez. Karşılaştığı herkes onun suçlu olduğunu kabul eder. Fakat günlük işlerini yürütmekte serbesttir. Muhakeme işlemleri, belirli yerlerden uzaklarda berbat durumlarda yapılır. Yargılama sırasında, hiç de beklenmedik zamanlarda saray görevlileri ve ya sarayla ilgili kimseler mahkemede görülür. Hiçkimse hatta mahkemem görevlileri bile bu işin iç yüzünü anlayamazlar. En güçlü yargıçlar o kadar uzaklardır, o kadar yabancıdırlar ki, hiç kimse onların gerçekten varolup olmadıklarını bilmez. En kötüsü yargılama yıllarca sürmesine rağmen kimse beraat etmez. Roman K.’nın, kendisini temize çıkarmak ve ya hiç olmazsa kendisine yüklenilen suçun ne olduğunu anlamak için giriştiği faaliyetlerle ilgilidir. Bir yıl boyunca, birinden diğerine başvurarak kendisine yardım etmelerini ister, fakat başarılı olamaz. K. kendini aleyhindeki davaya öyle vermiştir ki, bankadaki işini aksatır. Amcası Karl, bu davalarda şöhret kazanmış Huld adında bir avukat bulur. Huld, geçirdiği bir kaza sonucu sakat kalmış, bu kazadan snra kendisini iyice işine vermiş ve hızla işinde büyük bir yükseliş gerçekleştirmiştir. K. hayatındaki bir arkadaşının tavsiyesi üzerine Titorelli adında bir ressamı görmek ister. Ressam kaldırım kadınlarının cirit attıkları bir sokakta berbat bir evde yaşamaktadır. Titorelli, sarayın özel ressamıdır. Hakimler arasında büyük etkisi olduğunu söyler. Kesinlikle beraat, ki buna imkan yoktur; şartlı beraat, ki herhangi bir anda tutuklanabilir; süresiz erteleme ki, ne beraat demektir ne de mahkumiyet. K., arzu etmemesine rağmen, bir kaç resim satın alır ve ümitsizlik içinde ressamın yanından ayrılır. Daha sonra avukatının davayı ihmal ettiğini sanarak başka birini bulmayı düşünür. Huld’un, Block adında bir müvekkilini görür. Huld, bu adamın bir davasını yüklenmiş, kesin bir sonuca erdirmeksizin yıllarca sürdürmüştür. O da, avukatının ihmalinden şikayet eder ve gizliden gizliye diğer avukatlara danıştığını söyler. Huld, K. ’nin kendisinden vazgeçmek istemesine sinirlenir ve müvekkilleri üzerindeki etkisini göstermek için Block’u çağırır. Block avukatın önünde diz çöker, adeta bir köle gibidir ve ona yalvarıyordur. Son görüşme K.’nin iş için gittiği şehrin kilisesinde yapılır. Kilise, karanlık ve boştur. Birdenbire, mihraptaki kürsüden, K.’ye seslenilir. Kürsüdeki kiş kendisinin hapishane papazı ve bundan böyle mahkemenin bir hizmetkarı olduğunu söyler. K.’ye durumun kötüye gittiğini, onun, mahkemenin niteliğini anlamadığını, diğerlerlerinin, özellikle kadınların yardımına çok güvendiğini bildirir. Bu görüşme sonunda papaz, K.’ye içinde gerçek payı bulunan ve K.’yi huzursuzlaştıran bir hikaye anlatır. Hikayede hukukçu olmak isteyen bir kişinin hukukçu olmak için geçmesi gerekn kapıda başından geçen olaylar anlatılır: ”Adam çok çalışmasına ve defalarca denemesine rağmen o kapıdan geçemez. Bekçiye rüşvet verir fakat yine giremez. Ölümünden sonra ruhu kendini o kapıda bulur, bekçiye sorar neden defalarca denememe benimle beraber bu işi birçok kişininde denemesine rağmen kimse başarılı olamadı. Bekçi, bu kapıdan sadece bir kişi geçebilirdi. O da sizdiniz ama vaktin gelmesini beklemeliydiniz. Artık vakit geldi. ”K. bu olaydan kendine göre yorumlar çıkarır fakat gerçek sorunun ve bu hikayenin kendisiyle olan ilişkisiniz anlayamaz. Kitabın son bölümü, birinci bölümlerden bir yıl sonra, K.’nın otuzbir yaş öncesinde geçer. Radingotlu ve silindir şapkalı iki şişman adam K.’nin kapısına gelir ve hiçbir direniş göstermeyen K.’yı alıp götürürler. K. onların cellat olabileceklerini sanır. Fakat artık mücadele azmini tamamen yitirmiştir. Kendisini kurtarsa bile polis ona yardım etmeyecektir zaten. Ve artık istediği adalete kavuşacaktır. Hikayenin kendisiuyle olan ilgisini anlamıştır. O adaleti yaşadığı yalanlar ortamında değil, gerçeğin var olduğu diğer hayatta sürdürecektir. Dava bitmiştir. Sanık artık gidebilir.
  7. GeceKuşu

    Türk Klasikleri

    Sergüzeşt Yazar Samipaşazade Sezai Tür Roman Evinden ayrılıp bir gemi ile yurdundan uzaklaşan küçük kız, onun gibi başka bir esir kız ile birlikte neresi olduğunu bilmediği bir yere getirilmiştir. Bu kızı bundan sonra birçok sürprizler beklemektedir. İlk olarak kız -henüz bir ismi yoktur, yaşlı fakat zengin bir kadını yanına ona hizmet etmesi amacıyla satılmıştır. Küçük kız burada tam bir esaret hayatı yaşamaktadır. Sürekli olarak buradan nasıl kurtulabileceğinin planlarını yapmaktadır. Bu evin hanımının yanı sıra hanıma hizmet etmekte olan başka bir kadın da kıza baskı yapmaktadır. Bu durum kızı yıpratmakta, zaten bir umudu olmayan yaşamdan onu iyice somutlamaktadır. Bir gün kız bu evden kaçmayı iyece kafasına taktığı bir anda bir gece yarısı evden kaçar. Çevreyi pek tanımadığı için saatlerce yürür fakat bir yerede yorgun bir şekilde yere yığılmaktan başka çaresi yoktur. Yerde kaldığı bölgede bir evin bahçe kapısının önüdür. Sabah olunca evin hizmetlilerinden biri kızı farkeder ve onu içeri almak için yaşlı ev sahibine danışır. Oda bunu çok olumlu bir şekilde karşılar ve hemen yardım etmek niyetiyle onu yanına alır. İlk olarak karnı doyurulur, güzel bir uyku çektirirlir. Daha sonra kız kendine gelince ona neler olup bittiği sorulur. Oda analatır evin hanımı kızın yaşadıklarını duyunca çok üzülür ve ona yardım edeceğini söyler, kızdabuna çok sevinir. Evin hanımı ona sahibinden izin alacağını ve artık kendi yanında kalacağını söyler. Bunun için hanımı kızın kaçtığı eve gider. Ve onu yanına almak istediğini söyler. Fakat kadın bunu onur meselesi yaparak kabul etmez. Bundan sonra kızda eski evine geridöner. Bu olay kızı çok etkilemiştir. Çünkü daha önce kaçtığı eve tekrar dönmüştür. Gider gitmez yine hiç hoş olmayan durumlarla karşılaşmıştır. Günler böyle geçip giderken birgün Mustafa bey evin sahibi birkaç yıl önce işlediği bir hatadan dolayı bir çok borcu olmuştu ve bu borçları ödemek için karısıyla tartışırdı. Birgün karısıyla beraber kızın satılmasına kara verirler. Kızın adı kaçtığı evde hanımın onu çok güzel bulması üzerine “dilber” olarak koyulmuştu. Bundan sonrada ona ‘dilber’ olarak seslenilmeye başlandı. Dilber kendisi hakkında satılması kararının alınmasından sonra bir esirciye satıldı. Ve Dilber’in bütün hayatı bu yönde değişti. Dilber bundan sonra belli bir süre esir hayatı yaşamıştır. Bu süre içinde bir çok kendisi gibi esir hayatı yaşamış olan kız arkadaşları olmuştur. Onların hayatlarını dinledikçe aslında kendi hayatının okadarda kötü olmadığının farkına varmıştır. Daha nice insanların kendisi gibi cefa çektiğini anlamıştır. Buradaki bir çok kızın çeşitli meziyetleri vardır. Bir tanesi çok iyi bir şekilde ud çalmaktadır bu yüzden çoğu yerden çağrılmaktadır. Dilber’de onun gibi ud çalabilmeyi çok istemektedir. Dilber’e bir gün bir talip çıkmıştır, ve Dilber’de o eve gitmek zorunda kalmıştır zaten onun böyle bir şeyi isteyip istemediği pek önemli değildir, önemli olan bir kaç kişinin işinin görülmesidir. Dilber’in gittiği bu evde ona bir esir gibi değil, bir insan gibi yaklaşılması onu çok etkilemiştir. Evde bir hanımefendi, onun kocası ve onların tek oğlu olan Celal bey bulunmaktadır. Celal bey aynı zamanda bir ressamdır. Yaptığı porrelerle ün kazanmıştır. Dilber’i evde görünce o da çok şaşırmıştır. Çünkü Dilber’i Cleopatra’ya benzetmişti. Celal bey yalnız yaşadığı için kız arkadaşı ya da sevgilisi yoktur. faKat Dilber’I gördüğü andan itibaren içinde bir kıvılcım oluşmuştur. İlk zamanlarda Dilber’de buna bir karşılık doğmamış fakaat günler geçtikçe Dilber’de onaa karşı ilgi duymaya başlayacaktır. Celalbey Dilber’I boş bulduğu zamanlarda odasına çağırıp onun resimlerini yapmaya başlamıştır. Kimi zaman nü resimlerinide çalışır. Dilber’in bebeksi vücudunu gördüğü zamanlarda daha önce hç yaşamadığı duyguları tadıyordu. Ona her baktığında onun daha değişik bir güzelliğini yakalıyordu. Günler geçtikçe Dilber zamanının büyük bir kısmını Celal beyin yanında geçirmeye başlar. Böylelikle Celal beyin Dilber’e olan aaşkı da diğer ev halkı tarafından da öğrenilir. Bu arada Celal bey açıkça aşkını Dilber’e de belli etmeye başlar. Dilber bu olaya ilk önceleri çok şaşırır. Çünkü böyle bir şeye asla imkan vermez. Bunun nedeni de onun esir kız olmasıdır. Daha ssonraları Dilber de Celaal beye karşılık vermeye başlar. Günler geçtikçe onlar aşklarını bariz bir şekilde yaşarlar. Evin baahçesinde yıldızları seyrederler, beraber gezerler. Fakat bu durum Celal beyin annesini olddukça rahatsız eder ve buna akarşı bir önlem almak ister. Bu beraberliği bitirmek için Dilberi Celal beyin evde olmadığı bir zamanda bir esirciye satar. Tabii Dilber’in yapacak birşeyi yoktur. Celal bey daha sonra eve döner ve ilk olarak Dilber’in nerede olduğunu sorar önce bunu öğrenemesede daha sonra öğrenir fakat onu bütün aramalrına rağmen bulamaz. Bundan sonraki bütün hayatı boyunca oda Dilber’de mutlu olamaz. Bundan sonra ikiside hiç mutlu olmadığı gibi bu olay biçare dilberi intihara kadar sürükler bu yaptıklarına Celal bey’in aileside çok pişman olur ama yapabilecek bir şey yoktur.
  8. Erikler Çiçek Açtı Yazar Esat Mahmut Karakurt Tür Roman Bardaklardan boşanırcasına yağan yağmurlar içinde bir siyah otomobil hızla gelerek Yeşilköy Hava Alanı’nın yolculara mahsus salonunu önünde durdu. Otomobilden dışarıya bir erkek çıktı. En ağır başlı kadınlar bile yolda geçerken görseler onu, tamamiyle iradelerinin haricinde bütün bir dişilik arzularının bir anda harekete geçerek, oldukları yerde hafifçe sendeleyip sarsıldıklarını hissederler. Adam uçağına biner. Oturacağı koltuğa gelir. Fakat kendi yerinde bir bayan oturmaktadır.Adam kadından kendi yerine geçmesini ister. Kadın birden kafasını kaldırır. Beyaz tenli, siyah saçlı, mavi gözlü ve gerçektende çok alımlı bir kadın. Gözgöze geldikleri anda bakışlarını birbirlerinden ayıramazlar. Kadın içine düştüğü müşkül durumdan hâlâ kendisini kurtaramaz. Ne kudretli ne tesirli bir bakıştır. Daha sonra kadın gözlerini çekmeyi başararak ellerini koltuğun iki tarafına koyup kendini yukarı doğru ittirmeye çalışır. Ateş bakışlı meçhul erkek gayet güzel bir İngilizce ile isterse kadının yerinde oturabileceğini söyler. İlerleyen saatlede aralarında geçen sohbetlerde genç adamın adının Orhan ve Hong-Kong’a gittiğini, kadınınsa sadece adının Madelena olduğunu öğreniyoruz.Adam kızın hakkında birşeyler öğrenmek istiyordu fakat Madelena şiddetle buna karşı çıkıyor ve sanki birşeyler gizlemeye çalışıyordu. Biraz sonra uçak kuvvetli bir fırtananın içine girdi ve uçak sallanmaya başlar.Madelena Orhan’dan ellerini avuçalarının arasına alıp sıkmasını ve acıtabildiği kadar acıtmasını istiyor. Çünkü korkuya ve heyecana düştüğü zaman vücüdunun yer yer yanmasını ve acımasını duymak istediğini söylüyordu. Büsbütün esrarengizleşmeye ve garipleşmeye başlayan bu güzel kadını düşündükçe şaşırıyor ve tereddüt etmeden sıkıyordu. Gece saatlerinde uçak Şam’a iner. Sonra içeri giren esmer bir delikanlı uçağın o gece hareket etmeyeceğini şayet fırtına durursa sabahın ilk saatlerinde harekete geçeceklerini ve bütün yolcular için bir hotelde yer ayırdıklarını söyler. Herkes iner ve uçakta sadece ikisi kalır. Kız inmek istemediğini,üşüdüğünü ve geceyi uçakta geçirmek istediğini söyler. Uçağin hostesi bunun mümkün olmadığını söyler. Madelena bunun üzerine hostesten koltuk deyneklerini istedi. Orhan o anda kızın bacaklarının sakat olduğunu anlar. Madelena ayaklarını bir trafik kazasında kaybetmiştir. Madelena’nın sakat olduğunu görünce Orhan kızı kucaklarına alarak dışarı çıkardı. Kız uçakta ufak bir paketinin olduğunu ve aldıktan sonra paketi Orhan’ın kendi çantasına koymasını istedi ve ekleyerek içinde çok güzel pastalar olduğunu, sabah kahvaltısında beraber yiyebileceklerini söyledi. Otele geldiklerinde adam kızı gene kucakladı ve odasına kadar götürdü. Orhan kendi odasına giderken kız kapısını kapamamasını ve duş aldıktan sonra yanına gelaceğini söyledi. Adam odasına gidip bu meçhul kadını düşünürken aradan bayağı bir zaman geçti ve birden kapının aralandığını hisseti. Kadın anadan doğma çıplak sadece üstünde zarif, mavi bir gecelikle içeriye bir rüzgâr gibi süzüldü. Kız adamı arzuladığını söyleyerek geniş kolları ve omuzlarıyla kendini sıkmasını istedi. Adam nerden geldiğini şaşırmış bir vaziyette donup kaldı. Orhan birden kendine geldi ve kadını kolları arasına alarak öpmye başladı. Kucaklayarak yatağa götürdü. Orhan sabah erkenden kalkar. İçeriye giren güneş ışıkları altına oturarak hakkında hiçbıirşey bilmediği bu meçhul kadını nasıl olupta koynuna aldığına düşünür. Fazla düşünmeye zaman kalmadan kapının önünden gelip geçenlerin hızlı hızlı ayak sesletrini duyar. Üzerini giyinmeye zaman kalmadan bir Habeşli kadar esmer adamlar odayı dolduru. Adamlardan biri zabıta olduklarını ve yanındaki kadının beyaz zehir kaçakçısı olduğunu söyler. İzin vaerirse el çantasına bakmak istediğini söyler.el çantasını alarak içinden kadının paketini çıkarır . Paketin içinde eroin paketleri vardı. Polisler kadını alır ve götürür. Artık yolculuğu tek başına tamamlayacaktır. Sabaha karşı uçak Hong-Kong’a iner. Adamı üniformalı genç bir teğmen karşılar. Ayaklarını birbirine vurup ellrini şapkasına kaldırıp sert bir selam verir. Aslında Orhan Bey Türk Genelkurmaylığına bağlı bir binbaşıydı. Birleşmiş Milletler adına Türkiye tarafından Hong-Kong’a gönderilmişti. Sonra teğmen Binbaşıyı İngiliz Merkez Komutanlığına götürdü. Orda komisyonun başkanı olan Albay Thomson onu beklemekteydi. Bir İngiliz yüzbaşı ve bir Amerikalı binbaşı daha vardı. Ayrıca birkaç gün sonra bir Kanadalı ve birde Fransız yarbay komisyona katılacaktı. Komisyonun görevi Hong-Kong’da faaliyet gösteren bir kominist terör örgütünü yok etmektir. Kominist örgüt Kore’de çarpışan Birlaşmiş Milletler Ordularına ait gizli malûmatı Tokyo’dan ziyade Hong-Kong’dan alır. Şans eseri küçük birTürk birliğini ve fransız kıt’asını Tokyo’ya götüren Amerikan bandıralı vapuru, Şanghay önlerinde havaya uçması son anda önlendi. Ayrıca Hong-Kong’dan Tokyo’ya gitmekte olan bir nakliye uçağının ise havada nasıl parçalandığı henüz öğrenilmiş değildi. Örgüt Dağıtan ve Azerbaycan gibi Türkler’in kesif olduğu yerlerde Türkler’le beraber yürüyor;Türkler gibi konuşup yazabilen Rus aslından kızıl kominist olup Moskova’da staj görerek Asya’nın çeşitli yerlerine gönderiliyorlar. Orhan Binbaşı Hong-Kong’da Akdeniz memleketlerine ham deri ihraç eden bir Türk tüccarı olarak bulunuyor ve daima sivil giyiniyordu. Kalacağı yer ise Hong-Kong Palas olarak belirlenmişti. Binbaşı daha sonra hotele gider. Duşunu alır, traşını olur ve yemek yemek üzere salona iner. Yemeğini yedikten sonra başını kaldırır kaldırmaz lâcivert gözlü esmer ve uzun saçlı bir kadınla göz göze gelir. Orhan Bey hayatında ilk defa bir kadın güzelliği karşısında titrediğini duyar. Hayatında ilk defa bu derece esrarengiz, bu derece manalı bir kadının güzelliği ile karşılaşıyrdu. Kadın büyük ihtimal Çinli idi ve yanında kocası da vardı. Yanlarında ise büyük ihtimalle Avrupalı olan biri daha vardı. Orhan Bey kadının adının Çing-Çung olduğunu öğrendi. Kocasıyla beraber ticaret yapıyordu ve Hong-Kong’un neredeyse yarısı onların emrindeydi. Binbaşı kadınayavaş yavaş yaklaştı ve gözlerine gayet kararlı bir bir şekilde bakarak dans etmek istediğini söyledi. Kadının kocası ilk defa reddetmesine rağmen kadın dans etmek istediğini söyledi. Danstan sonra kadın Binbaşı’ya kısık bir sesle birdaha karşılaşmak istemediğini ve kendisini birdaha gördüğü taktirde kafasını başka tarafa çevirmesini istedi. Aradan bir hafta geçer. Kısa boylu bir kız gelerek Orhan Beyle görüşmek istediğini söyler. Kız Madam Çing-Çung’un nedimelerinden biridir. Kız Madam Çing-Çung’un binbaşıyı güneş doğmadan ‘Erikler Çiçek Açtı’ ayinine davet ettiğini söyler. Ertesi sabah Binbaşı gün doğmadan Güneş Dağı’na gider. Âyinin başından sonuna kadar kadın Binbaşı ile hiç ilgilenmez ve tek bir kelime bile konuşmaz. Binbaşı tapınağın bir köşesinde donmuş gibi sadece olan biteni izler. Daha sonra kadın geriye döner ve Orhan Bey’e doğru yürümeye başlar. Sadece onun duyabileceği bir sesle üzerini değiştirdikten sonra geleceğini ve beklemesini söyler. Kadın geldikten sonra sadece Orhan Bey ve kadın ağaçların arasından geçerek bir su birikintisinin yanına gelirler. İkisi birbirine duygularını anlatırlar. Orhan Bey birara kendisini tutamayarak kadını sarar ve öpmeye çalışır fakat kadın birden geriye çekilerek sadece zevkleri için yaşayan kötü huylu bir kadın olarak anımlanmak istemediğini söyler. Bu arada İngilz Merkez Komutanlığı kominist örgütün liderinin sürekli Çing-Çunglarla gezen Avrupalı’nın olduğunu, Mr ve Mrs Çing-Çung’un da bu örgütün birer üyesi olduğunu ve bir nevi malî işlerle ilgilendiklerini buldular. Birkaç gün sonra Türkiye’den on kişilik bir subay heyetinin daha geleceği haber alındı. Albay Thomson, Kanadalı, Fransız ve Türk subaylar burdan Tokyo’ya geçeceklerdi. Fakat binecekleri uçağa kominist örgüt tarafından bir bomba yerleştirilir. Örgüt birgün gizli bir mağarada toplantı yapar fakat bu mağaranın yeri bilinmemektedir. Bu mağara da yapılan toplantılardan birinde Binbaşı’nın da içinde olduğu uçağa bomba konulacağı tüm örgüt elemanlarına duyurulur. Bunu Madam Çing-Çung da öğrenir. Binbaşı’nın uçağının kalkmasına birkaç saat kala gri spor arabasına binerek binbaşı’nın kaldığı otele gelir. Binbaşı ile yine o ilk buluştukları yere giderler. Binbaşı kadına Tokyo’ya gideceğini söyler. Kadın sanki yeni öğreniyormuş gibi üzüldüğünü ima edercesine bir hal takınır. Fakat adam gitmekte ısrar eder ve arabaya biner. Bu arada kadının gözlerinden yaşlar boşanmaya başlar. Eğer giderse kendisinin de öleceğini söyler. Artık Binbaşı uçaktadır ve uçak çalışmaya başlar. Pistte yavaş yavaş ilerlerken aniden önüne gri bir spor araba çıkar. Arabanın içindeki kadın uçağın içinde bomba olduğunu söylerken sesi yankılanır. Sonra o kadının Madam Çing-Çung olduğu anlaşılır. Bu arada güzel bir Azerî ağzı ile ‘Allaha ısmarladık Orhan Bey, ömrümün sonuna kadar sizi unutmayacağım’ der. Pisten hızla ayrılırken peşine iki tane askeri cip takılır. Daha sonra kadın arabayı denize doğru sürerek araçtan atlamayı son anda başarır. Daha sonra bir çalılığın arasına saklanarak askerler gidene kadar saklanır. Askerler gittikten sonra yerinden çıkarak gitmek için yola çıktığı anda koluna iki tane adam girerek onu gizli üslerine götürürler. Liderleri kadının kocasına sinirlenir çünkü kadının bombanın patlamasına engel olacağını biliyordu. Kadının suçu ise hem bombaya engel olması hem de örgütün içinde yeni bir örgüt daha kurarak silâh kaçakçılığı yapmak ve bu silâhları Türkmenistan’a yollamak. Bunun üzerine kadın kendisini kendi memleketinden zorla getirdiklerini ve zorla ismini değiştirdiklerini. Yine çalışması için zorlandığını ve damarlarında Türk kanı aktığının kimsenin unutmaması gerektiğini söyler. Silahları şerefli Türk Ordusu için yolladığını ve uçaktakileri gene şerefli Türk subayları oldukları Için kurtardığını söyler. Bunlara çok sinirlenen liderleri ikisininde sabah gün doğareken kurşuna dizilmesini emreder. Bu arada İngiliz Merkez Komutanlığı gizli sığınaklarını bulur ve zamana kaybetmeden sabah erkenden sığınağa baskın düzenleme kararı alınır. Sabaha karşı kadının kocası çoktan vurulmuştur ve gözü kapalı bir şekilde kendi sırasını beklemektedir. Tam o sırada silah pattlamaları duyulur. Binbaşı Orhan kendi mangasını arkasına takmış koşarak gelir. Gizli sığınakta ne kadar terörist varsa öldürülür ve kadın kurtarılır. Aradan bir ay geçer ve kadının mahkemesi sürmektedir. Binbaşı yeni bir göreve gitmek için hazırlıklarıa başlar. Son bir kere daha albayı görmek için merkez komutanlığına gider . Albay son bir isteği olup olmadığını sorar. Binbaşı ise son bir kere daha kadını görmek istediğini söyler.Kadın bazı işlemler için orda bulunmaktadır. Bunun üzerine albay kabul eder. Binbaşı kadının yanına gittiğinde duyduklarına inanamaz. Çünkü kadın Türk olduğunu, onun da damarlarında Türk kanının dolaştığını söyler. Ayrıca gerçek adınında Neslihan olduğunu söyler. Binbaşı Türkiye’ye dönmek için uçağına bindiğin de aniden içeriye Albay girer ve yanında da Neslihan vardır. Albay Neslihan’ın bazı hafifletici sebeblerden dolayı suçunun affedildiğini yalnız sınır dışı edilmesi gerektiğini söyler. Sınır dışı edilirken de gitmesi için Binbaşı’nın bindiği uçak seçilmişti. Yolculuklarını beraber tamamladılar.
  9. GeceKuşu

    Kendi Ayakları Üstünde

    Kendi Ayakları Üstünde Yazar İpek Ongun Tür Roman Günlük 24 Haziran’la başlar. Serra yaz tatili için gittiği İzmir’deki Kuzeni Sıla’nın anlattıklarıyla konuya başlar. Arkadaşı Zeynep’in Amerika’da okuyan Nilgün ablasının Amerikalı bir gençle evlenme kararı alması ve bunun evdeki yankılarından bahseder. Yaşlıların bu olaya yaklaşımına, anne babanın olaya olumlu yaklaşımına ve genç yaşta Nilgün’ün aldığı böyle bir kararın etrafında yarattığı izlenimlerden bahsediyor. Bu arada Sıla’nın uçuk hareketlerine, ne olduğu belli olmayan mankenlik ajansına manken olmak için başvurmasına, kendini tanımadığı kişilere kaptırıp bir görüşte aşık olmasına ve sorumsuzca fevri hareketlerine yer veriyor. İzmir’den arkadaş grubuyla bir Akdeniz turuna katılır. Bu, annesinden ayrı ilk çıkacağı yolculuklutr. Kendisi on sekiz yaşlarına yeni girmiş lise iki öğrencisidir ve bu geziyi kendi ayakları üzerinde durmanın ilk aşaması olarak görmektedir. Kendisinde çok büyük değişiklikler görmeye başlamıştır. Bir kere, annesini iş nedeniyle üç günlük dış geziye göndererek bu süre zarfında evde yalnız kalmaya ikna etmiş ve bunu da çok güzel başarmıştır. Erkek arkadaşının başkasıyla çıkıyor olması onu yıkmıştır, ama bunun gençlikte yaşanan ilk aşklardan olduğunu, unutlması gerektiğini yaşayarak ve tecrübe edinerek öğrenmiştir ve bunu da olgunlaşmanın bir aşaması olarak görmüştür. Arada bir Ankara’ya babaannesinin yanına ve ayrı yaşayan babasına ziyarete gider. Babasının evlenmeyi düşündüğü yeni bayandan, olgun görünen yetişmiş insanların da aynı çocukluk hatalarının yapabileceklerini ima eden konuları duyar. Daha çok okul çevresinde olup bitenlere günlüğünde yer verir. Özellikle öğretmeni Mualla Hanım’ın hayata atılmak ve kendi ayakları üzerinde durmakla ilgili verdiği tavsiyeler öğrencileri bayağı etkilemektedir. Meslek seçimi konusunda şimdiden karar vermeleri tavsiyesi üzerine, Serra da içinde gizli kalan gezme ve görme tutkusunun onu turizm mesleğine daha yatkın olduğunu keşfetmesini sağlar. Bunun içinde hafta sonları bir turizm acentasında çalışmaya gider. Burada gerçekten aradığı mesleğin turizm olduğunu keşfeder ve kararını verir. Mualla hanım o yıl 10 Kasım’ı Ankara’da Anıtkabir ziyareti şeklinde düzenler. Serra bu geziden çok etkilenir ve bu geziyle ilgili “10 Kasım ve Atatürk” diye içinden geldiğince bir kompozisyon yazıp bunu Mualla Hanım’a verir. Kompozisyon çok beğenilir ve bunu bir dershanenin düzenlediği Amerika’ya gezi ödüllü “10 Kasım ve Atatürk” konulu kompozisyon yarışmasına gönderirler. Yarışmada da Serra’nın yazısı birinci gelir ve iki haftalık Amerika gezisini kazanır. Şubat tatilinde de yine yalnız olarak yeni yerleri ve dünyayı keşfetmek için yola çıkar. Sırf bu geziye çıkmak için bile pasaport, vize, uçak bileti alma gibi birçok konuyla Serra ilk defa karşı karşıya gelir ve tüm bunları yaşayarak üstesinden gelmeyi başarır. Serra kendisinin ayakları üstünde durmasını sağlayacak yıldızını bulmuştur. Artık kararını vermiştir ve turizmci olacaktır. Akdeniz gezisi, yazı yarışmasını kazanması ve ABD gezisinin kendisine çok şeyler kazandırdığına inanır. Hem gönlü hem de kafası zenginleşmiştir. Cüneyt’e gelince tüm gezi boyunca hatırlamamıştır bile.
  10. Bu farkında olmak değil ki sevgili OMAR; Yaşamı sadece inançlarının penceresinden bakarak yorumlamak... Aklı sırada espiri yapmış dostumuz "tesadüf tabii bunu hiç düşünememiştim." diyerek.. Naparsın herkesin espiri anlayışı farklı işte... Gülelimde ayıp olmasın arkadaşa karşı... Ha Ha Haaa...
  11. Değerlendirme ve Sonuç Arketipsel sembollerle dolu yapısıyla psişe, dini bir tabiat arz eder. Psişeyi dini bir yapıya çeviren asıl öz, ruhun derinliklerinde mutlak hakimiyeti temsil eden “numinous” varlık, yani Tanrıdır. Jung’a göre Tanrı imgesi ruhta hakim olmasaydı, doğal olarak mutlak bir din-ruh ilişkisinden söz edilemeyecekti. Jung düşüncesinin nihai amacı, geçmişten geleceğe yüzyıllar boyunca aktarılan değerlerin ortak öğelerini ortaya çıkarmak ve bu değerlere bağlı tüm insanlığı bireyleştirerek bütünleştirmek. Ona göre bu amaç gerçekleştiği taktirde, aynı temeller üzerinde yükselen, sadece kültürel farklılıklarla birbirinden ayrılan, kendini gerçekleştirmiş, ayrıntıların dışında birbirine yabancı olmayan ideal niteliklere sahip bir toplum biçimi ortaya çıkacaktır. Din-psikoterapi ilişkisi bağlamında Freud ve Jung arasındaki derin farklılığı iki cümleyle özetlemek mümkündür: Freud, ruh sağlığının teminatını dinden kurtuluşta görmesine karşın söz konusu teminatı Jung, psişenin dini tabiatıyla barışık olmasında görmüştür. Freud, dini “obsesyonel nevroz” tanımlamasıyla psikopatolojiye mahkum ederken Jung, Freud’un iddiasının tam aksine nevrozun nedenini dinin psişedeki etkinliğini kaybetmesine bağlamıştır. Ona göre, batı dünyasının modernleşmeyle birlikte karşı karşıya kaldığı ciddi kayıpların ardındaki en önemli nedenlerden birisi, mevcut maddeci eğitim anlayışının kişilik bütünlüğüne hizmet eden dinin psişedeki etkinliğini hesaba katmaya yanaşmamasıdır.
  12. Jung Psikolojisinde Dine Psikolojik-Ampirik Yaklaşım Jung, psikolojinin konusunun ruhun yansımaları olduğunu ve sınırlarının da bu yansımaların ötesine geçemeyeceğini belirtir. Ona göre psikoloji metafizik iddiaları konu edinmez. Ampirik bir bilim olarak din fenomenine bakış açısı, sadece psikolojiktir; yani dini fenomenler, metafizik ya da felsefi değerlendirmelere tabi tutulmadan gözlemlenir. Jung “ahlak ilkesi, Tanrı kavramı ya da herhangi bir dini öz, gökten inerek insana isabet etmiş şeyler değildir. Aksine bunlar, içsel derinliklerinde temellenmiştir ve zaman geldiğinde bu derinliklerinden açığa çıkarlar. Ahlaki ilkelerle ilgili ilksel düşünceler ve Tanrı’yla ilgili olanlar, ruhun asla ortadan kaldırılamaz yapıtaşlarıdır.” Jung’un Psikolojik Yaklaşımına Yöneltilen Tenkitler Jung psikolojisini birkaç kişi sistemsiz ve karmaşık buluyor. Aynı zamanda da tutarsızlıkların olduğu bir sistem diyorlar. Fikirlerinin açık olmadığını, zor anlaşılır yapıda olduğu vurgulanıyor. “Tanrı imgesi, bireyin bilincinin ötesinde mutlak bir üstünlük karakterine sahip belirli bir psikolojik durumun ya da fonksiyonun sembolik ifadesidir. Tanrı, bilinçdışına ait bir fonksiyondur. Yani o, Tanrı imgesini aktifleştiren libido bütününün ayrımlaşmış bir görüntüsüdür. Oysa Ortodoks bakış açısına göre Tanrı mutlaktır; varoluşu kendindendir. Böyle bir yaklaşım, bilinçdışından tam bir kopuşa işaret eder… Biz sadece psişe aracılığıyla Tanrı’nın hayatımızı belirlediği inancını oluştururuz. Ancak belirleyişin Tanrıdan mı, yoksa bilinçdışından mı kaynaklandığını ayırt etmemiz mümkün değildir.” (Jung, Psikolojik Tipler kitabında) Jung, bilimselliği kabul ediyor fakat her şey bilimle elde edilemez diyor. İnsanlar ister kabul etsin isterse etmesin metafizik vardır ve hayatımızda etkilidir. Jung’a göre insanın anlaşılabilmesi, ancak psişik bütünlüğü içinde ampirist ve fenomenolojik bir bakış açısıyla mümkün olabilir. Din ile ilgili görüşleri açısından Jung’u Freud ile karşı karşıya getiren ayrılıkları, Jung’un Freud düşüncesinde kabul etmediği hususlar; 1- Dini cinsel bir nevroza indirgemesi 2- Dini ritüelleri çocukluk dönemi cinsel bastırmaların ve suçluluk duygularının kaynaklık ettiği takıntılara bağlaması 3- Freud’un din fenomenini kişilik gelişimi sürecinde tamamen olumsuzluğa mahkum etmesi 4- Çocukluk dönemi yaşantılarına dayandırarak şimdiki ve gelecek zaman boyutunu reddetmesi 5- Dini sembollerin, bastırılmış gizli dürtülerin yansımaları olduğu şeklindeki Freud’un görüşlerini kabul etmez
  13. Jung Psikolojisinde Amprik-Analitik Metod Jung, psikolojiyi teorik açıklamalar üzerinde yükselmeyen, sadece gözlemlere ve incelemelere dayanan ampirik bir gerçeklik içinde kabul eder. Jung, ampirik yaklaşımı bilimin yegane kaynağı olarak kabul eder. O, herhangi, bir konuda belirli bir inanca körü körüne teslim olmadığını ve onu savunmadığını; bunun yerine açık gerçeklikleri tespit etmeye ve bu gerçekliklerden hareketle tutarlı neticelere ulaşmaya çalıştığını her fırsatta dile getirir. Jung, çözümlerini Deneysel Psikolojinin verileriyle sınırlandırmamış, içsel deneyimlerin dikkate alınması gerektiği hususu üzerinde ısrarla durmuştur. Jung, istatitiksel kalıp ve sınırlara sığmayan içsel deneyimleri, psikolojinin yapı taşları olarak kabul eder. Bundan da öte o, modern bilimin istatistiksel genellemeci yaklaşımının insanı anlama noktasında başarısız kaldığına, buna karşın içsel deneyimlerin dayandığı malzemelerin çoğunun, dini ilhamlara dayalı imgelerin örüntüsünden oluştuğuna inanır. Jung başta arketipler olmak üzere bilinçdışı süreçlerle ilgili açıklamalarında, rüyalardan mitlere kadar zengin bir malzeme birikiminden istifade eder. Jung hastalarına hep aynı metotla yaklaşmamıştır. Her hastanın kendine has yöntemi olduğunu ve herkesin farklı olduğunu söylemiştir. Ve hastaya yardım edebilmek için önce onu anlamak ve tanımak gerekir. Bu yolla tedavilerini yapmaya çalışmıştır.
  14. Tanrı’yla Bütünleşme Sürecinde Kendilik ve Mandala Jung’a göre kendilik, her insanın dünyaya gelirken Tanrı vergisi olarak sahip olduğu bir arketiptir. Ben ve personadan farklı bir arketip olarak onun hedefi, biyolojik yapılanmada, ruhun manevi gelişmesinde, dinin ve sanatın ruhsal alandaki başarılarında gerçeklik kazanmaktır. Bu nedenle o, gizli bir sır, gizemli bir kaynak ya da tanrısal yansıma olarak görülebilir. Mandala genel anlamı itibariyle, psişik bütünlüğün evrensel imgelerini temsil eder. Jung açısından kendilik’in merkezi sembolü kimliğiyle insanlığın en eski dini sembolleri arasında yer alan bu figür, tüm kültürlerde öteden beri mevcut olmakla birlikte en ihtişamlı ve karmaşık biçimleriyle Doğu kültürlerinde yansıma bulur. Mandala sembolleri, psişenin derinliklerinde kendiliğinden doğar, kendine özgü bir düzene göre yansıma bulur ya da kaybolur. Mandalaları kendilikin somut yansımaları olarak tanımlamak mümkündür. Basit bir kare ya da daireden edebi yazı veya müzikal şekillere kadar zengin ifade imkanı bulan mandalalar, bireysel ile kolektif hayat arasında köprü vazifesi görerek aralarındaki uçurumu kapatırlar.
  15. Psişik Uzlaşma-Arketiplerin Gerçekleşmesi Bireyleşme süreci 4 evreyle tamamlanır. 1- Psişenin karanlık yönünü teşkil eden “gölge” arketipinin bilinş alanına yükseltilmesi süretiyle gerçekleşmesi. 2- Psişede karşı cinse ait unsurlar olarak Anima ve Animus arketiplerinin gerçekleşmesi. 3- Mitlerde ve yaşanan hayatta somut yansımalarıyla zengin bir görüntü çeşitliliği arz eden, ancak olumsuz özdeşmelere yol açabilen arketipler olarak “yaşlı bilge” ve “büyük ana” arketiplerinin gerçekleşmesi. 4- Psişenin bütünlük kazanmasında bireyleşmenin temel hedefi olarak “kendilik” arketipinin gerçekleşmesi. Gölge, psişik bütünlüğün görünmeyen, fakat ayrılmaz bir parçasıdır. Bu arketip, kişiliğin diğer yanı ya da karanlık kardeşidir. Gölgenin gelişimi, ben’in gelişimine paralel bir süreç takip eder. Ben’in ihtiyaç duymadığı, hoşlanmadığı ve reddettiği öğeler, gölgede toplanır. Gölgenin, biri kişisel bastırmaların toplandığı kişisel bilinçdışı; diğeri tüm insanların psişelerinde mevcut arketipik öğelere ait olumsuz kalıntılarının toplandığı kolektif bilinçdışı olmak üzere iki boyutu mevcuttur. Jung’a göre gölgenin olmadığı bir bireyleşmede bütünleşme de söz konusu olamaz. Herkeste vardır ve olması da doğaldır. İnsanla ayrılmaz bir bütündür. Karanlıkta, ışığın nesnelere verdiği gölge gibi… Anima, erkeğin bilinçdışındaki kadını simgeleyen ruh imgesini temsil ederken; Animus, kadının bilinçdışındaki erkeği simgeleyen ruh imgesini temsil eder. Ruh imgesinin arketipik figürü, her zaman karşı cinsi sembolize eder. Bu nedenle insan, kendi psişesinin özelliklerini temsil eden kişiyi seçerek ona bağlanır. Anima ve Animusun en önemli işlevleri, karşılıklı psişik dengelenme olarak tanımlanabilir. Kadın, tabiatında sınırlı olan bir erkeksi unsurla dengelenirken; erkek kadınsı bir unsurla dengelenir. Yaşlı bilge ve büyük ana arketipleri ruh imgesinin ortaya çıkmasından sonraki aşamada, aynı cinsiyet bağlamında ahlaki prensibin kişiselleştirilmesini temsil ederler. Bu aşamaya gelmiş birey, artık benliğinin karanlıkta kalmış birçok alanına ışık tutabilecek ve psişik süreçlerini kontrol edebilecek bir yetkinliğe ulaşmış sayılır. Hayatın genelde 2. Yarısında gerçekleşir. Jung’un kendilik kavramıyla tanımladığı enerji merkezi, insanın bilinçdışında duygusal yoğunlukla yüklü, tüm psişik dinamizminin kendisinden kaynaklandığı ve diğer tüm arketiplerin kendisine uygun olarak düzenlendiği bir enerji merkezidir. Kendilik, insandaki tüm psişik fenomenlerin toplamına işaret eder; kişiliğin birlik ve bütünlüğünü ortaya koyar. Kendilik, bilinçle bilinçdışının orta noktasını teşkil eden; ben ile bilinçdışı arasında eşit uzaklıkta bütünlük ve tatmin sağlayan ideal bir merkezdir.
  16. Bireyleşme Süreci ve Hayat Evreleri Bireyleşme, her şeyden önce tek tek bireylerin gelişmesini ve özelleşmesini hedefleyen genel bir sürece işaret eder. Bu nedenle bireyleşme, aynı zamanda bireysel kişiliğin gelişmesini ve özelleşmesini hedefleyen bir farklılaşma sürecidir. Jung’a göre, psişik hayatın derinliklerinde kendiliğinden ortaya çıkan; belirgin bir bozukluk tarafından engellenemeyen ve saptırılamayan; fiziksel büyüme ve yaşlanma sürecine bağlı belirli aşamalar paralelinde gelişen tabi bir olgunlaşma sürecine işaret eder. Kişiliğin bilinçdışında kalmış yanlarını bilinçli hale getirip bilinçdışının bilinçle uzlaşmasını sağlayan bireyselleşme süreci, kişilikte farklı yapı ve boyutlarda varlığını sürdüren ve birbiriyle uzlaşmaz görünen eğilimleri uyumlu bir bütünlük içerisinde bir araya getirir. Bireyleşme ve bireyselcilik birbirine karıştırmamak gerek. Bireyselcilik, kişisel özellikleri ön plana alma ve vurgulamayı ifade eder. Bireyleşme ise insanların ortak karar ve amaçlarının daha iyi ve daha mükemmel bir şekilde tatmin edilmesi anlamına gelir. Bireysellik, ben merkezli bir kişiliği işaret ederken, bireyleşme, özgün kişiliğin farkında olmayı bilinçdışı yönünü kabul ederek ona mümkün olduğunca ifade imkanı vermeyi ve canlı-cansız tüm evrenle barışık yaşamayı içerir. Bireyleşme, homojen uyumlu bir varlık olmak, kendi özel nitelikleri içinde kendi olmak demektir. Bireyleşmenin, bireycilikten ve benmerkezcilikten farklılığı, onun toplumsal bir bütünlük içinde, fakat toplum tarafından mutlak olarak belirlenmeksizin kendi insan potansiyellerini en üst düzeyde gerçekleştirme fırsatını vermesinde yatar. Jung hayatı iki evreye ayırır. 2. Evrede bütünleşmenin sağlanabildiğine, yani kendi olma yada kendini gerçekleştirme sürecinin tamamlandığını belirtiyor. Burada da yine dini öne çıktığı söylüyor.
  17. Jung Psikolojisi’nde Din ve Tanrı Preblemi Din Problemi Jung dini, Tanrı tarafından açıklanmış bir kurtuluş yolu olarak takdim eder. Başlarda din ve ruh ayrı şeyler kabul edilip aralarında bağ olmadığına inanılıyordu. Freud’un yeni yaklaşımıyla din hayatın içine çekildi. Ve Jung biraz daha farklı bakmaya başladı dine. Bilinçdışı insanın dini hayatında çok önemli bir yer aldığını belirtir Jung. Bilinçdışı, dini fonksiyonların gerçekleşim ortamıdır. Din, tartışmasız olarak insan ruhunun en eski ve yaygın ifade tarzlarından birisidir. Din, kişiliğin tamamını kavrar ve etkiler. Kolektif bilinçdışında en büyü ortak argüman dinidir. Her insanda dünya ötesi aşkınlığa dayalı manevi-dini bir ihtiyaç kesin olarak vardır. Jung’a göre, Freud’a ters olarak, nevrozların ve sinir bozukluklarının özünde, içgüdülere ve dolayısıyla dini tabiata yabancılaşma olgusu, birincil patolojik etkenler arasında yer alır. Tanrıyı kavramada bilinçdışı aracılık eder. Her insanın bilinçdışında dine ilgi vardır. Ve her şeyin altında dini duygu vardır. Bunu insanın atması mümkün değildir. Arketipler de dinin yansımasıdır diyor Jung. Dini tecrübeye ulaşmada kiliseye önem veriyor. Gerçi bir olumlu biri olumsuz iki işlevinden bahsediyor kilisenin ama o olumlu yandan yaklaşıyor. Kiliseyi dini tecrübeye ulaşan insanları, yanlış yine gitmekten koruyan vasıta olarak görüyor. Bu yolla dini tecrübeye varılacağını belirtiyor. Dini ibadet ve ayinlerin bireyi dış tehlikelerden kuruduğuna inanır. İbadetler, bilinçdışı güçlerden korumanın yanında bilinçdışının potansiyelini de çoğu zaman artırır. Dine çok önem veriyor ve hatta en iyi tedavini din olduğunu belirtiyor. Jung, benimsemediği bir mezhebe bağlı olsa bile, hastasının herhangi bir kiliseye gidip dini uygulamalarda bulunmasını, prensip olarak her zaman tavsiye etmiştir. Dini ayinleri, bilinçdışı psişeden kaynak bulan dinamik güçlerle baş edebilmede önemli referans noktaları sunan eşsiz uygulamalar olarak hizmet görüyor. Jung, batının manevi değerlerini kaybettiğini ve maddeye, somuta yöneldiğini bundan dolayı da rahatsızlıkların ortaya çıktığını belirtiyor. Dindar olanların bilinçdışıyla orantılı bir yaşam süreceğinden karlı olduğunu belirtiyor. Tanrı Problemi Jung’a göre insan ruhunda en büyük güce sahip psikolojik gerçeklik Tanrı olarak etkinlik gösterir. Bilinçdışının en güçlü imgesi olan Tanrı insan varoluşu için zorunluluk arz eder. Psişede var olan üstün güç, Tanrı imgesine ait değilse, psişik enerjiyi bir içgüdü veya bir kompleks kendine çeker ve beni teslim alır. Böylece hakimiyet onlara geçer. Ve sorunlar ortaya çıkar. Jung’ göre, modern insanın Tanrı’yı bırakıp insan yönelmesinden dolayı boşluk ve sorunlar doğar. Tanrı ile insan dengeli yaşar. Bilinci dengede tutmanın yolu Tanrı’ya olan inançtır. Eğer bu değerini kaybederse yerine başka şeyler geçer. Bu da sorunlara neden olur. Jung, 1916’da yazdığı kitapta (Ölülere Yedi Hitabe) inandığı Tanrı, iyi-kötü, ışık-karanlık gibi zıtlıkları; güneşi olduğu kadar şeytanı da yapısında barındıran bir Tanrı’dır. Bu düşüncesine uygun olarak o, dinlerdeki mantık dışı ya da birbirine zıt kabul ve içeriklerin, dinin dinamik kalmasında önemli bir rol oynadıklarına inanır. Jung’a göre Tanrı, fiziksel değil, açık bir psişik olgudur; yani o fiziksel olarak değil sadece psişik olarak tespit edilebilir. Jung inançlı bir kişidir. Şu cümlesi çok manidar burada, “tüm düşüncelerim, güneşin etrafında dolaşan gezegenler gibi Tanrı’yı merkez alıyor. Bu çekim gücünü reddedersem, en büyük günahı işlemiş olurum.” Fakat herhangi bir Hıristiyan mezhebine bağlı değildir.
  18. Kolektif Bilinçdışı ve Arketipler Kişisel bilinçdışı, bir kenara atılmış olduğu halde her an bilinçte yeniden yapılandırılabilen, çeşitli nedenlere bağlı olarak bireyde rahatsızlık doğurduğu için bastırılmış, unutulmuş, bilinçsizce algılanan, düşünülen ve hissedilen öğelerin toplamıdır. Bu alanda biriken deneyimlerin tümü, kaynakları itibariyle bireysel tecrübelere dayanır. Buna karşın kolektif bilinçdışı, tüm insanlığın mirasını, tarihten, tek tek toplumlardan ve ırklardan bağımsız olarak başlangıçtan beri süregelen ve evrensellik kazanmış durumlar karşısında gösterilen kalıpsal tepkileri içerir. Korku, tehlike, savaş, aşk, nefret, doğum, ölüm, aydınlık, karanlık gibi durumlar, bu tür içeriklerin bazılarıdır. Kişisel bilinçdışı içerikleri, duygusal ifade tarzlarıyla doğrudan ilgili “kompleks”lere karşılık gelirken; kolektif bilinçdışının içeriklerini “arketip”ler teşkil eder. Jung kısaca kolektif bilinçdışını, daha önce hiçbir şekilde bilinç alanına ulaşmamış, miras olarak devralınan insanlığın tümüne ait ortak öğelerin toplandığı psişik kısım olarak tanımlar. Beyin aracılığıyla aktarıldığını iddia eder. Kolektif bilinçdışının tezahürü ancak sembollerle mümkündür. İşlevlerinden bir de mit üretmektir. Bilinçli akıl, her zaman benin çevreyle uyumuna yönelikken; bilinçdışı, tabiatın kişisel olmayan objektif niteliğine sahiptir. Arketipler Arketipler, en genel anlamıyla zihinsel biçimler ya da bilinçdışı tabiata ait imgeler olarak tanımlanabilirler. Bunlar, dünyanın hemen her yerinde kültürel yapıyı belirleyen ortak mitlerden, yaşantılardan ve bireyi her zaman etkileyen bilinçdışı kaynaklı ürünlerden oluşurlar. Arketipler, toplumsal anlamda sadece kültür ve gelenekler aracılığıyla değil, aynı zamanda kalıtımsal mirasla da aktarılan ortak oluşumlardır. Jung arketip kavramını daha önceki filozoflardan almıştır. Farklı kullanım şekilleri vardır. Jung’a göre arketipler insanı yönlendirirler. İnsan hayatının evrelere bağlı olarak arketiplerce düzenlendiğine inanır. Bilincin, yaratıcı ve yıkıcı ruhun da kaynağıdır. Jung’un özellikle yoğunlaştığı arketipler, gölge, anima-amimus, kendilik ve Tanrı arketipidir. Jung psikolojisinin en önemli niteliklerinden birisi, kişilik yaklaşımında birbirine karşıt güçlerin bir arada etkinlik göstermesidir. Mesela; persona-kendilik, anima-animus gibi… Bir bütün olarak arketipler, insan ruhunun tüm gizil güçlerinin toplamını; Tanrı, insan ve kozmus arasındaki derin ve sürekli ilişki bağlamında miras alınan tüm aktarımları temsil ederler.
  19. Jung Psikolojisinde Psişik Süreçler Analitik psikoloji, tüm yaklaşımlarında ruhun gerçekliği tezinden hareket eder. Ruhun kendine has özel bir yapısı ve bağlı olduğu ilkeleri mevcuttur. İnsan dış gerçekliği, rahun yapısına göre kavrar. Jung, psişe ve ruh kavramlarını birbirinden ayırarak farklı anlamlarda kullanır. Buna göre psişe, tüm bilinçli ve bilinçdışı süreçleri kasteder. Ruh ise tüm psişe içinde “kişilik” olarak karakterize edilebilecek belirlenmiş ve sınırlanmış bir “fonksiyon kompleksi” ne işaret eder. Bilinç ve Bilinçdışı Jung’a göre insanda bilinç, kişisel bilinçdışı ve kolektif bilinçdışı olmak üzere üç farklı psişik alan vardır. Bilinç, insanın kendi psişesinin içerikleriyle ilgili doğrudan bilgisini içerir. Kişisel bilinçdışı, daha önce bilinç alanında olmalarına karşın, etkinlik güçlerini kaybettikleri için unutulmuş, bilincin dikkatini üzerinden uzaklaştırmış ya da dikkatini çekmediği halde herhangi bir şekilde psişeye ulaşmış içeriklerin toplandığı kısımdır. Kolektif bilinçdışı, doğuştan aktarılan, bireysel tecrübelerle elde edilmeyen, tüm insanlığın ve hatta tüm hayvan aleminin sahip olduğu ilksel formlardan oluşan ve bireysel psişenin temellerini teşkil eden ortak içeriklerden oluşur. Bilinç Jung, bilinci “psişik içeriklerin ben ile ilişkisini koruyan fonksiyon yada aktivite” olarak tanımlar. Kolaektif bilinçdışı kavramıyla jung, insan topluluklarının hayatlarını tayin ederken rehber edindikleri gelenek, örf, anane, ahlaki ilkeler, idealler, değerler, kurallar, inançlar ve önyargılarla ilgili bütüncü bilinci ya da bilinçli bilgiyi kasteder. Jung’a göre ben, bilincin merkezini teşkil etmekte beraber, kökleri bilinçdışı derinliklerine kadar uzanır. Ben ve bilinç kavramaları birbirinden kesin olarak ayrılmaz, bunun yerine dönüşümlü olarak kullanılırlar. Bilinçdışı Bilinçle bilinçdışı arasında bir gerilim vardır. Bu gerilim zamanla nevroza sürükler. Bunun iyileşmesi konusunda bilinçdışının bilinç alanında yansıma bulmasına bağlı olduğu noktasında Freud ve Jung birleşir. Bilinçdışını ifade şekli ve boyutunda ise ayrılırlar. Freud’a göre bilinçaltı, bireysel ve içgüdüseldir. Jung’a göre ise sadece bireysel değil, kolektif bir boyuta da sahiptir. Jung’a göre bilincin tüm işlevleri önceden bilinçdışında hazır bulunur. Bilinçdışı, birbirinden farklı pek çok öğeyi bir arada barındırabilen yüce algılara, ataların ve tüm insanlığın deneyimlerine sahip eşsiz bir hazinedir. Bu durumda bilinç, ancak ruhun bilinçdışı tarafının gecikmiş bir filizi sayılabilir. Herhangi bir duruma karşı normal koşullarda bilinç, dış gerçekliğe uygun kişisel tepkilerle cevap verir. Oysa bilinçdışı, tüm insanlığın yaşantısını dile getiren evrensel ölçütlere göre tepki verir. Bu yönüyle bilinçdışı, bilinci dengelemek suretiyle psişenin bütüncü yapısına uygun davranışların ortaya çıkmasına yardımcı olur. Jung’un bilinç, bilinçdışı arasındaki ilişki Freud’un ego, süperego ilişkisine biraz benziyor. Bunda da birbirlerini dengeleme olduğunu söylüyor Jung. Bu dengelemeyi rüyalar ve fantezilerle gerçekleştirebileceğini söylüyor.
  20. Jung ve Din (Doç. Dr Abdulkerim Bahadır) ( İz Yayıncılık; İstanbul, 2007) Yapısalcı psikoloji ekolünün kurucusu Wilhem Wundt (1832-1920) 1879’da ilk laboratuarı kurarak psikoloji bilimselleşti. İlk zamanlarda psişe ihmal edilmiş ve küçümsenmiştir. 20. yy başında Freud tarafından bu aralanmıştır ilk olarak. Freud dindarlara, psikolojik tedaviye muhtaç obsesif ve nevrotik hasta gözüyle bakmıştır. Jung ise, dinin insan için vazgeçilmez bir ihtiyaç olduğunu kabul etmiştir. Pek çok psikolojik rahatsızlığın ardında dini bağlılığın yoksunluğunu temel neden görmüştür. Jung, ilkel insan (arkaik insan)’la modern insan arasında büyük benzerlikler vardır diyor. Sadece varsayımlar farklıdır. Yani düşünce ve davranışları daha farklı temeller üzerine oturur. Modern insan her şeyi doğal ve açıklanabilir nedenlere dayandığını kabul eder. Arkaik insan ise her şeyin gizli, görünmez ve denetlenemez güçler tarafından organize edildiğini varsayar. Olayların arkasında tesadüfler değil, bilinmeyen niyet ve amaçların yattığına inanır. Jung’a göre, kurtuluşun ve sağlığın yolu, ecza dolabından değil, bizzat insanın içsel dinamiklerinden geçer. Bu durum, hem birey hem de toplum için geçerlilik arz eder. Özellikle manevi sorunların olumsuz neticelere yol açabileceğine inanmıştır Jung. Akademik Kişiliği ve Dini Altyapısı Dindar bir aileden geliyor Jung. Özellikle anne tarafı ya ilahiyatçı ya da rahiptir. Baba tarafı da doktorluk ve resmi görevlerle ön plana çıkıyor. Yani çok zengin ve deneyimli bir ortamda yetişmiş. Çocukluğu çok sıkıntılı geçmiş ve hayal gücü kuvvetli bir çocuktu. Hatta 1 nolu (dışa dönük) ve 2 nolu (içedönük) ayrımını o yaşlarda oluşturmaya başlamıştı. 1913 yılında psişik süreçleri konu edinen bir bilim dalı olarak kendi yaklaşımını “Analitik Psikoloji” olarak belirlemiştir. 1935 yılında yeni bir ad olarak “Kompleks Psikoloji” kavramını kullansa da pek kabul görmemiştir. Hayatının ikinci yarısında, teorik yaklaşımlarını ve pratik uygulamalarını zenginleştirmeye çalışmıştır. Bu bağlamda birçok konferans ve seminer vermiştir. Modern insanı daha iyi anlamak; başta arketip düşüncesi olmak üzere Analitik Psikolojinin temel yaklaşımlarını araştırmak üzere 1921-1925 yılları arasında birçok Afrika, Asya ülkesine gitmiştir (Tunus, Cezayir, Kenya, Uganda, Çin, Tibet, Hindistan) Jung’a göre Batı, pozitif kültür yapısıyla yetinmemeli, eksik olan manevi tarafını telafi etmek üzere Doğu’dan istifade etmelidir. Tanrının varlığı ve etkinliğiyle de çok ilgilenmiştir. Bu noktada psişede mevcut bir Tanrı imgesine kesin olarak inanmış, fakat objektif bir Tanrı anlayışı ortaya koymaktan uzak durmuştur. Jung, çocukluğunun ve gençliğinin önemli bir bölümü, Hıristiyanlığın her yönüyle hayatı belirlediği bir çevrede geçirmiştir. “İsa” imgesi ürkütücü ve güven vermeyen olumsuz bir bağlam dahilinde ön plana çıkmıştır. 15 yaşına kadar ki okumalarıyla Tanrı ile ilgili kanaati az çok oluşmuş. Tanrı’yı İsa’dan ayrı bir gerçeklik olarak kabul etmiştir. Hıristiyanlığı sorgulamaya başladı bu yaşlarda. Özellikle babasına sorduğu birçok soruya cevap alamadığından kendi Tanrı anlayışını oluşturmaya çalıştı. Jung’a göre, Tanrı’nın insan tarafından ispata ihtiyacı yoktur. Tanrı kendini bizzat kabul ettirir. Tanrı fikrini insan oluşturamaz, bu fikir insanda bir olgu olarak öteden beri mevcuttur.
  21. IX Bu bölümde görüşlerine karşı yazılmış eleştirileri, çelişkili yanları sıralayıp cevaplar vermeye çalışıyor… İnançlı kişi, dinin öğretilerine belirli duygusal bağlarla bağlıdır. Ama hiç kuşkusuz, bu anlamda inanç sahibi olmayan sayısız başka insan da vardır. Bu insanlar, dinin tehditlerinden gözleri korkup yıldıkları için uygarlığın hükümlerine boyun eğmektedir ve onu kendilerini kuşatan gerçekliğin bir bölümü olarak kabul etmeleri gerektiği sürece dinden korkarlar. Bu insanlar, dinin gerçeklik değeri konusundaki inançlarından vazgeçmelerine izin verildiği anda onu yüzüstü bırakır giderler. Dinsel düşünce ve dinsel telkinlerin zorla insanlara verildiğini adeta uyku ilacı gibi etkilediğini belirtiyor. X Bu bölümde de yine eleştiriyi ortaya koyup ona cevap vermeye çalışıyor. Eleştiri de; sizin çabalarınız, kanıtlanmış ve duygusal değer taşıyan bir yanılsamayı, kanıtlanmamış ve duygusal değer taşımayan bir başka yanılsamayla değiştirmek girişiminden ibarettir deniyor. Cevaben; yanılsamalardan sakınmanın ne kadar zor olduğunu biliyorum, belki dile getirdiğim umutlar da birer yanılsama niteliğindedir. Ama onları paylaşmamamın herhangi bir cezayı gerektirmemesi gerçeği bir yana, benim yanılsamalarım dinsel olanlar gibi düzeltilemez nitelikte değildirler. Biz, bilimsel çalışma yoluyla dünya gerçeği hakkında, sayesinde gücümüzü artırabileceğimiz ve yaşamımızı düzenleyebileceğimiz bazı bilgiler kazanılmasının mümkün olduğuna inanıyoruz. Bilim, çok sayıdaki ve önemli başarılarıyla bir yanılsama olmadığını kanıtlamıştır.
  22. VIII Uygarlık, insanın nefret ettiği, kendisine engel olan veya malına göz diktiği komşusunu öldürmemesi emrini verdiğinde, bu açıkça, insanın aksi taktirde gerçekleşemeyecek olan komünal varlığının yararına yapılmıştır. Ama biz insan öldürme konusundaki yasaklamanın ussal açıklamasını yaygınlaştırmayız. Yasaklamanın Tanrı tarafından konduğunu söyleriz. Tanrıyı tümüyle bir kenara bırakıp uygarlığın tüm kural ve hükümlerinin yalnızca insani bir kökenden kaynaklandığını dürüstçe kabul etmemiz kesin bir avantaj sağlayacaktır. Bu emir ve yasalar, varsayılan kutsallıklarıyla birlikte katılık ve değişmezliklerini de yitireceklerdir. İnsanlar, bunların pek de kendilerine hükmetmek amacıyla değil, aksine kendi çıkarlarına hizmet için konduğunu anlayabilecekler ve daha dostça bir tavır takınarak ortadan kaldırılmaları yerine yalnızca geliştirilmelerini amaç edineceklerdir. Din, insanlığın evrensel saplantı nevrozu olmuştur; çocukların saplantı nevrozu gibi o da Oedipus kompleksinden, babayla olan ilişkiden kaynaklanmıştır. Eğer bu görüş doğruysa, bir büyüme sürecinin mukadder kaçınılmazlığıyla birlikte dinden uzaklaşmanın mutlaka gerçekleşeceği ve bu gelişme aşamasında kendimizi tam da bu dönüm noktasında bulacağımız varsayılabilir. Bastırmanın etkilerinin yarını artık zihnin ussal işleyişinden doğan ürünlerin alması zamanının belki de gelmiş olduğunu ileri sürebiliriz. Dinsel doktrinlerin içerdiği gerçekler o derece çarpıtılmış ve sistemli bir biçimde maskelenmişlerdir ki insanlık onları artık gerçek olarak kabul edemez.
  23. VII Öne sürülmüş bu fikirlere karşı bazı eleştiriler yöneltiliyor; sayısız insan tek huzuru dinsel doktrinlerde bulmakta ve ancak bunların yardımıyla yaşama katlanabilmektedir. Karşılığında daha iyi bir şey vermeden onları bu destekten yoksun bırakacaksınız. Bilimin şu ana kadar fazla bir ilerleme gösterdiği ve bu ilerlemeyi başarabilse bile insan için yeterli olmayacağı kabul edilmektedir… gibi eleştirilere delillerle cevap vereceğini belirtiyor Freud. Dinin insan uygarlığına büyük hizmetler yaptığı açıktır. Din, toplum dışı içgüdülerin ehlileştirilmesine büyük katkıda bulunmuştur. Ama bu yeterli olmamıştır. İnsan toplumunu binlerce yıl boyunca yönetmiş ve erişebileceği şeyleri göstermek için yeterli zamana sahip olmuştur. Eğer insanların çoğunluğunu mutlu kılmayı, rahatlatmayı, yaşama katlanmalarını sağlamayı ve onları uygarlığın araçları haline getirmeyi başarabilseydi hiç kimse bugünkü koşulları değiştirme girişiminde bulunmayı hayal etmezdi. Dinsel doktrinlerin doludizgin hüküm sürdüğü dönemde insanların genellikle daha mutlu oldukları kuşkuludur, daha ahlaklı olmadıklarıysa kesindir. İnsanlar, dinin hükümlerini dışsallaştırmanın ve böylelikle onların amaçlarını geçersiz kılmanın yolunu daima bulmuşlardır. Böylece şu kanıya varılmıştır; yalnızca Tanrı güçlü ve iyi, insan ise zayıf ve günahkardır. Her çağda ahlaksızlığın dinden aldığı destek, ahlakın aldığından az olmamıştır. Günümüzde ise dinin etkisi azalmaya başlamıştır. Bu değişikliğin bir nedeninin, insan toplumunun üst katmanlarında bilimsel ruhun artması olduğunu kabul edelim. Bilginin hazineleri ne kadar çok insana ulaşabilirse dinsel inançtan ayrılma o kadar yaygın olmakta, ilk önce dinin en modası geçmiş ve tartışma götürür uzantıları, ama sonra temel önermeleri de terk ettirmektedir.
  24. VI Dinsel düşünceler, deneylerle elde edilmiş sonuçlar veya düşünce ürünleri değildirler; bunlar yanılsamalar, insanlığın en eski, en güçlü en acil arzularının doyumudurlar. Yanılsama sözcüğünü açıklayacak olursak; Aristo’nun böceklerin gübreden oluştuğu biçimindeki inancı bir hataydı. Fakat Hint-Alman ırkının uygarlık yaratabilecek tek ırk olduğu yolunda bazı milliyetçiler tarafından ileri sürülen iddia veya çocukların cinselliği bulunmayan yaratıklar olduğu biçimindeki psikanalizin çürüttüğü inanç birer yanılsama olarak tanımlanabilir. Yanılsamalar için niteleyici olan nokta, insan arzularından kaynaklanmalarıdır. Dolayısıyla, güdülenmesinde arzu doyumu başlıca unsur olan inançlara yanılsama adını vermekteyiz. Dinsel doktrinler birer yanılsamadır. Bunların çoğunun gerçeklik değeri konusunda bir yargıya varamayız, ispat edilmedikleri gibi çürütülemezlerde. Bunlara eleştirel bir yaklaşımda bulunmak için halen bilgimiz yeterli değildir. Evrenin bilmecelerinin çözümü bizim incelemelerimizle çok yavaş olmaktadır; bugün bilimin yanıtlayamadığı birçok sorun vardır. Ama dışımızdaki gerçeklik hakkında bize bilgi verebilecek tek yol bilimsel çalışmadır. Sezgi ve içgözlemden herhangi bir şey beklemek yalnızca bir yanılsamadır; sezgi ve içgözlem bize zihinsel yaşamımızın yorumlanması güç ayrıntılardan başka bir şey veremez, dinsel doktrinin çok kolayca yanıt bulduğu sorunlar hakkında ise herhangi bir bilgi sunamaz.
  25. IV Bu bölümde kendi düşüncelerine karşı sorular sorarak irdelemeye çalışıyor. Ve dinsel düşüncelerin, uygarlığın diğer tüm ilerlemeleri gibi, bir tek gereksimden, insanın kendisini doğanın ezici derecede üstün gücüne karşı savunma gereksiniminden doğduğunu göstermeye çalışıyor. Buna ikinci bir güdü olarak da uygarlığın, kendilerini acı verici bir biçimde hissettiren yetersizliklerini düzeltme isteği eklenmiştir diyor. Birey bunları uygarlıkta mevcut bulur, bu düşünceler bireye hazır olarak sunulurlar, birey onları kendiliğinden keşfetme yeteneğini göstermezler. V Dinsel düşünceler, dış ve iç gerçekliğin, kişinin henüz kendisi tarafından keşfedilmemiş yönleri hakkında bir şeyler söyleyen ve kişinin inancını gerektiren olguları ve koşulları hakkındaki öğreti ve iddialardır. Bize, yaşamda bizim için en önemli ve ilginç olan şeyler hakkında bilgi verdiklerinden özellikle üstün tutulurlar. Dini öğretilere inanma gerekliliğinin nereden kaynaklandığını sorduğumuzda birbiriyle dikkat çekici derecede kötü bir uyum gösteren üç yanıt alırız. Birincisi, bu öğretilere ilk atalarımız inandığı için bizim tarafımızdan da inanılmayı hak ederler; ikincisi, bu konuda aynı ilkel çağlardan bize aktarılmış olan kanıtlarımız vardır; üçüncüsü, bu öğretilerin doğru olup olmadığı sorusunun herhangi bir biçimde ortaya atılması yasaktır. Üçüncü noktadaki yasaklanmanın tek bir nedeni olabilir. Toplumun, dinsel doktrinleri savunusunun, ardında yatan temelsizliğin iyice farkında olması. Aksi taktirde, gerekli verilerin kesin kanata varmak isteyen herkesin kullanımına sunulması kuşkusuz çok kolay olurdu. Diğer iki ispat zemini ise; inanmalıyız, çünkü atalarımızda inanmıştı. Ama bizimde öncellerimiz, bizden çok daha cahildirler. Bugün kabul etmemiz hiç de mümkün olmayan şeylere inanıyorlardı; dinin doktrinlerinin de bu kategoriye ait bulunması olasılığı aklımıza gelmektedir. Bize bıraktıkları kanıtlar, her türlü güvenilmezlik belirtisini taşıyan yazılı eserlerdedir. Bu eserler çelişkiler, düzeltmeler ve tahrifatlarla doludur ve olaylara dayanan kanıtlardan söz ettiklerinde bile, inandırıcı olamamaktadırlar. Buradan şu sonuca varırız; kültürel doğrularımızla sağlanan bilginin tümü arasında doğruluğu en az kanıtlanabilmiş unsurlar, tam da bizim için en fazla önem taşıması gereken ve evrenin bilmecelerini çözme, yaşamın acılarına katlanmamızı sağlama görevi üstlenmiş unsurlardır. Ruhçular, bireyin ruhunun ölümünden sonra yaşadığından emindirler ve bu dinsel doktrinin gerçekliğini hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde bize gösterme çabasındadırlar. Ama ne yazık ki ruhlara ait görüntü ve sözlerin yalnızca kendi zihinsel faaliyetlerinin bir ürünü olduğu gerçeğini kanıtlarla çürütmeyi başaramazlar. Bu nokta da sorundan kaçamak bir yolla kurtulmak için yapılmış iki girişimden bahsedebiliriz. Bunlardan saldırgan nitelikte olanı eski, diğeriyse ustalıklı ve çağdaştır. Birincisi, dinsel doktrinlerin mantığın yargılama alanı dışında –mantıküstü- olduğunu ileri sürer. Bu doktrinlerin gerçekliğini içimizde hissetmeliyiz, bunların kavranması gerekmez. Bu ancak kişisel itiraf olarak ilgi çekebilir, bağlayıcı gücü yoktur. Mantığın terazisinden başka yargı ölçütü yoktur. Her insandan sahip olduğu mantık yeteneğini kullanması istenebilir, ama yalnızca birkaç kişi için geçerli olan bir güdü temelinde herkese uygulanacak bir zorunluluk inşa edilemez. İkincisi, “sanki” felsefesince yapılmıştır. Bu felsefe, düşünce faaliyetimizin temelsiz ve hatta saçma olduğunu açıkça bildiğimiz çok sayıda varsayım içerdiğini kabul eder. Bunlar “kurgu” adını alır. Ama bazı pratik nedenlerden ötürü “sanki” bu kurgulara inanıyormuş gibi davranmamız gerekir.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.