Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

_asi_

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    2.917
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    2

_asi_ tarafından postalanan herşey

  1. _asi_

    Ankara - Keçiören

    KEÇİÖREN İç Anadolu Bölgesi'nde, Ankara İli'ne bağlı ilçe olan Keçiören, doğu ve güneydoğusunda Altındağ, güneybatı, batı ve kuzeybatıda Yenimahalle, kuzeyde de Çubuk ilçeleri ile çevrilidir. Çok engebeli bir arazi üzerine kurulmuş olan Keçiören ilçesinin kuzeyinde,.Ufuktepe ve Karyağdı Dağları,.Kuzey batısında Etlik Tepesi, batısında Yükseltepe, Doğusunda Aktepe,Hüseyin Gazi Dağı ve 1.985 metre yükseklikteki İdris Dağı yer alır. İlçenin tek akarsuyu Çubuk Çayı’dır. Çubuk Çayı Aydos Dağlarının güney yamaçlarından doğar,.Çubuk Ovasından geçtikten sonra Keçiören topraklarına girer,İncesu ve Hatip Çaylarıyla birleşerek Ankara Çayını oluşturur. Deniz seviyesinden yüksekliği 850 metre olan ilçenin yüzölçümü 199 Km2, nüfusu ise 2000 yılı nüfus sayımına göre toplam 672.817'dir. Türkiye’ nin ve Dünya’ nın en büyük Meteoroloji istasyonlarından biri ve Ankara Üniversitesinin bazı bölümleri, Atatürk Sanatoryumu ile Gülhane Askeri Tıp Akademisi bulunmaktadır. Ayrıca Mustafa Kemal’ in Kurtuluş Savaşına hazırlandığı ve karargah olarak kullandığı Ankara Eski Tarım Okulu bugün müze olarak Keçiören sınırları içerisindedir. Tarihçesi Keçiören ismine ilk olarak Ankara Mufassal Tahrir defteri'nde rastlanmaktadır. 1463 tarihli kayıtlarda Karye-i Kiçiviran Tabi-i Kasaba olarak geçmektedir. Kiçi sözcüğü Türkçe'de küçük anlamına gelmekte olup Kiçiviran da küçük viran yer anlamındadır. Kiçiviran sözcüğü zamanla Keçiören'e dönüşmüştür. Keçiören'in ilk resmi kaydı Fatih Sultan Mehmet zamanında yapılmıştır. Keçiören'in tarihinin 1200-1300 yıllarına dayandığı bilinmekle birlikte, bölgede arkeolojik araştırma yapılmadığından kesin bilgi bulunmamaktadır. Ankara, 356 yılında Orhan Gazi zamanında Osmanlıların eline geçtikten sonra,1402’de Timur’un orduları ile Yıldırım Beyazıt komutasındaki ordular, Çubuk Ovasında karşılaştıklarında,Yıldırım Beyazıt’ın orduları,Keçiören Kalaba’yı karargah olarak kullanmışlardır. Kurtuluş Savaşı sırasında da Atatürk'ün savaşa hazırlanırken buradaki Eski Tarım Okulunu karargah olarak kullanmıştır. Ankara'nın başkent yapıldığı sırada bağlarla kaplı olan Keçiören'de yalnızca sayfiye olarak kullanılan bağ evleri bulunmaktaydı. Uzun yıllar kırsal nitelikli küçük bir yerleşme olarak kaldıktan sonra, 1950'lerdeki yoğun göç nedeniyle gelişmeye başladı. Kalaba (Gelebe), Etlik ve Ovacık Köylerinin arazilerinin gelişmesinden sonra 1936 yılında Bucak olmuş, 1966 yılında Altındağ İlçesine bağlanmış, 1984 yılında da ilçe statüsüne getirilmiştir. Eski Keçiören Keçiören 'in adı Ankara 'nın ünlü keçilerinin otlaklarının olduğu yer olarak tanımlanır. Keçiören gecekondularının ilk görünmeye başladığı 1955'li yıllardan önce son derece temiz havası ve ünlü bağlarıyla adeta bir sayfiye (dinlenme) yeri gibiydi. Orta halli ve zengin Ankaralılar temiz havasından dolayı Keçiören'e gelirlerdi. Evler bahçe içindeydi ve bahçelerde her çeşit meyve ağaçları, kümesler, havuzlar ve kuyular bulunurdu. Insanlar meyvelerini ve sebzelerini yetiştirir, suyunu kuyulardan temin eder, fırınlarda birkaç aile birleşip 10 günlük ekmeğini yapardı. Keçiören 'in özellikle bağları, üzümü ve nefis armudu ünlüydü. Ankara'nın ticaretini elinde bulunduran gayri müslimler de Keçiören'de otururlardı. Ticaretle uğraştıkları için zengindiler ve evleri, bahçeleri temiz ve bakımlıydı. Çok güzel mahalleleri olan gayri müslümler daha sonraları Keçiören'den teker teker ayrılmışlar ve evleri de satılmıştı. Hacı kadın deresi temiz ve berraktı. Bu dere Dutluk, Duvardibi, Kuyubaşı, Ahmet Çavuş ve Mecidiye'nin arka tarafından akardı ve 1955 yıllarına kadar da temizdi. Halk, şimdi Dutluk durağına adını vermiş olan ve büyük dut ağaçlarının bulunduğu yere piknik yapmaya giderdi. Ankara'da bulunan yabancı elçilik mensupları da burada yürüyüş yaparlardı. Çubuk Çayı'nda halı ve kilim yıkanır, akıntının çok olmadığı yerlerde yüzülürdü. Milli Mücadele ve Cumhuriyetin ilk yıllarında pek çok ünlü isim Keçiören'de oturmuştur. Keçiören 'den atla Ulus'a giderler ve atlarını Taşhan'a bağlarlardı. Keçiören eskiden beri bir otel-kent görümündedir.
  2. _asi_

    Ankara - Kazan

    KAZAN Kazan ismini 1402 yılında yapılan Ankara Savaşı`nda yenilen Osmanlı ordularının ağırlıklarını burada bırakıp çekilmesinden sonra geride kalan devasa kazanlardan almıştır.Osmanli Devleti Kazani asevi olarak kullanmistir.(savas boyunca).Ayrica bu Kazanlarda Osmanli yemekleri ve tolga sulekleri saklamislardir. Tarihçesi Bölgede yapılan kazılarda ortaya çıkan eserlere bakıldığında Kazan`ın tarihinin oldukça eskiye dayandığı görülmektedir. Mürted (Akıncı) Ovası tarih öncesi devirlerden beri yerleşmelere sahne olmuştur. Ovada yer alan Bitik Höyüğü`nde yapılmış olan kazılarda Bakır Çağı`na kadar inen yerleşme katlarına rastlanmıştır. 1942 yılında yapılan Bitik Höyüğü kazısında 9 tane yerleşim katı ortaya çıkartılmıştır. Bunlardan en alttaki Bakır Çağı`na aittir. Bunun üzerinde Hitit, Frig ve Klasik Döneme ait yerleşim katları tespit edilmiştir. Yine yörede bulunan Sancar Höyüğü`nde Bakır Çağı`ndan Klasik Döneme kadar yerleşmeler olduğuna dair ipuçları veren çanak çömlekler toplanmıştır. 1933 yılında yapılan Karalar kazısında bir Klasik Dönem (Manegerdos) yerleşmesi ortaya çıkartılmıştır. Bitik Höyüğü ve Karalar dışında, araştırma alanında birçok höyüğün bulunması, yörenin çok eski dönemlerden günümüze yoğun bir yerleşmeye sahne olduğunu kanıtlamaktadır. Coğrafya Kazan, Ankara`nın kuzey batısında bulunan Akıncı Ovası üzerinde kurulmuştur. 1971`de belediyelik, 1987`de ilçe olmuştur. 47000 hektarlık yüzölçümü 36 köyü ve 7 mahallesi ile 34568 kişilik nüfusile Türkiye'nin en hızlı gelişen ilçeleri arasındadır. Ekonomi ve Ticaret Kazan Ankara'ya yakınlığı ve planlı gelişimi ile Ankara`nın mesire kenti olma yolundadır. Bunun yanında sanayi kuruluşları ile ülke ekonomisinin gelişmesinde önemli katkılar sağlamaktadır. Ankara`nın en düzenli ve gelişen yapısıyla metropol ilçe olmaya adaydır. Ankara İstanbul arasındaki bağlantıyı sağlayan ve ilçenin sınırlarından geçen E-89 devlet karayolu ve TEM Otoyolu Kazan`ın gelişimine etki eden faktörlerin başında gelmektedir Kazan tarih ve turizm potansiyeli bakımından da oldukça zengindir. Köylerde bulunan tarihi eserleri, hafta sonu turizminde elverişli göletleri ve mesire alanından, şehrin gürültüsünden uzaklaştırmak isteyen Ankara halkına alternatif mekanlar sunmaktadır. Halkımızın geçim kaynağını ağırlıklı olarak tarım, hayvancılık ve sanayi oluşturmaktadır. Şekerpancarı, kum, fasulye, kavun, buğday ve henüz yeni, yeni gelişmekte olan seracılık ilçe çiftçilerinin gelir kaynaklarının başlıcalarındandır. Yetiştirilen bu tarım ününlerinin yanı sıra büyükbaş ve kümes hayvancılığı, arıcılık ve yumurta tavukçuluğu da yapılmaktadır. Modern, hijyenik şartlarda ve veteriner hekim kontrolünde kesim yapılmakta olan belediye et kombinası yalnızca Kazan`ın değil civar ilçelerin de et ihtiyacını karşılayabilmektedir. İki önemli ulaşım yolu üzerinde bulunan Kazan`da sanayileşmenin özellikle son yıllarda ciddi bir ivme kazandığı görülmektedir. Bugün ilçede küçük, orta ve büyük ölçekte 150`ye yakın sanayi kuruluşu bulunmaktadır. F-16 savaş uçakları ile saldırı helikopterlerinin üretildiği TAI - TUSAŞ, Kazan`da bulunmaktadır.
  3. _asi_

    Ankara - Kalecik

    KALECİK İç Anadolu Bölgesi'nde Ankara İline bağlı ilçe olan Kalecik'in dıoğusunda Sulakyurt, güneyinde Kırıkkale ve Elmadağ, batısında Çubuk, kuzeyinde de Çankırı bulunmaktadır. Ankara'nın kuzeydoğusunda yer alan ilçe, batı ve güneydeki dağlık ve engebeli kesimler ile güney-kuzey doğrultusunda Kızılırmak vadisinden oluşmaktadır. İlçenin batısını Karbasan Dağı, güneyini de İdris Dağı engebelendirmektedir. Doğuda Kızılırmak'ın kıyısında ise ova düzlükleri yer alır. İlçenin yüzölçümü 1.318 km2 olup, denizden yüksekliği 725 m., 2000 Yılı genel Nüfus Sayım sonuçlarına göre; toplam nüfusu 29.692'dir. İlçenin ekonomisi tarıma dayalıdır. * Bağcılık * Şekerpancarı * Buğday * Arpa * Elma * Armut yetiştirilir. * kayısı Hayvancılık ikinci plandadır. Kalecik Karası, Kızılırmak Vadisinin Ankara İli Kalecik ilçesi sınırları içerisindeki yöresel koşullarda gösterdiği üstün performansı ile bugün ülkemizin en önemli kırmızı şaraplık üzüm çeşididir. Orta Anadolu Bölgesinde bağcılık adına 1950’lerden bu yana yaşanan gerileme sürecinde en fazla etkilenerek kaybolmanın eşiğine gelen bu değerli çeşidimiz Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümünde Fidan ve ark.(1.2) tarafından yürütülen toplu ve teksel seleksiyon çalışmaları ile yöreye yeniden kazandırılmıştır. Bu çalışmalar sonucunda 45 adet klon baş omcası arasından seçilen en üstün 3 klon (9, 12 ve 15 no’lu klonlar) belirlenmiştir. Yukarıda sözü edilen yüksek verimli ve kaliteli klonlardan elde edilen şarapların haklı şöhreti, Kalecik yöresinde ününe sahip bağcılığın yüksek kazançlı bir sektör olarak yeniden ön plana çıkmasına neden olmuştur. Bugün kökenini tamamen sözü edilen klonların oluşturduğu Kalecik Karası bağları yörede hızla genişlemektedir. İlçe topraklarında bentonit ve mermer yatakları bulunmaktadır. İlçe ismini, şehrin ortasında, çevreye hakim tepe üzerindeki kaleden almıştır. Ancak bu kale küçük olduğundan ötürü sonuna "cik" eklenmiş ve Kalecik olmuştur. Bu isim kuruluşundan bugüne kadar hiç değişmeden gelmiştir. Anadolu tarihi coğrafyası üzerinde araştırmaları bulunan W.Ramsay Kalecik'in çevresinde Acıtorızıacum isimli bir kentten söz etmiştir. Ayrıca araştırmalarında W.Ramsay, Kalecik'i Eçelriga olarak tanımlamıştır. Tarihçesi Kalecik ve çevresinin tarihi oldukça eski yıllara kadar inmektedir. Kalecik ile Çankırı arasında İnandıktepe'de yapılan kazılarda Hitit dönemine ait bir mabet, tabletler ve kabartmalı bir vazo bulunmuştur. Bunlar Hitit kralı I.Hattuşili zamanına aittir. Bölgedeki Hitit egemenliği MÖ.1200'den imparatorluğun yıkılışı olan 1190 tarihine kadar sürmüştür. Hititleri Friglerin egemenliği izlemiş ve bu durum MÖ.650'de Friglerin Lidya egemenliğine girmesine kadar devam etmiştir. MÖ.550 yıllarında Anadolu'ya hakim olan Persler, Lidyalıları yenmiş ve Kalecik yöresinde de egemenliğini sürdürmüştür. Büyük İskender'in Perslerin hakimiyetine son vermesiyle, İskenderin ölümünden sonra da Anadolu'nun büyük bir kısmında olduğu gibi Kalecik de Seleukosların payına düşmüştür. Sonraki yıllarda Anadolu'ya Trakya üzerinden gelen Galatlar Ankara ve çevresine egemen olmuşlar, Romalıların Anadolu'ya gelmesine kadar da sürmüştür. MS.395'de Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılmasından sonra Ankara yöresi Doğu Roma İmparatorluğunun (Bizans) hakimiyeti altına girmiştir. Kalecik ve çevresinin Bizanslılardan Battal Gazi tarafından alındığı tarihi kaynaklarda belirtilmektedir. Anadolu Selçuklularından II.Gıyaseddin Keyhüsrev (1237-1246) Moğollara (1243) yenilmesinden sonra yöre Moğolların eline geçmiş ve 1328 yılına kadar İlhanlı yönetiminde kalmıştır. XIV.yüzyıl başlarında Kalecik, Çankırı, Kastamonu ve Sinop çevresinde kurulan Candaroğulları yöreye hakim olmuşlar, Moğolların Yıldırım Beyazıd'ı yenmesinden sonra Kalecik ve çevresi onlar tarafından yağmalanmıştır. 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet'in Candaroğulları Beyliği'ne son vermesi üzerine Osmanlı topraklarına katılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Kalecik ticari yönden gelişmiş bir şehir olup, "Küçük Mısır" ismi ile tanınmaktaydı. Bu dönemde özellikle döşemecilik, kumaş ve dericilik gibi sanatlarda çok üstün bir düzeyde olduğu bilinmektedir. Evliya Çelebi de kenti şöyle tanımlamıştır: ".... Oradan ileri gidip (Kalecik) Büyük Kalesine geldik. Burasını Bursa Tekfuru (Serdene) adlı Kral kızı için yaptırmıştır. Sonra Kastamonu hakimi (Topal Beyazıt) feth etmiş, ve Osmanlılara baş eğmeyip, nice köy ve kasabalara el uzatmağa başlamıştır. Nihayet Yıldırım Beyazıt Han bir gün birden bire bu kaleyi basıp feth eyledi. Hala Kangırı Sancağı hükmünde has ve su başlıdır. Yüzelli Akçalık Şerif kazadır. Kadısına senede dört kese has olunur. Kedhüda ve yeniçeri serdarı, müftüsü, nakibüleşrafı, ayan ve eşrafı, kale ağası, yirmi kadar kale neferi vardır." XX.Yüzyıl başlarında KalecikOsmanlılar zamanında Ankara yöresinde olduğu gibi Kalecik'te de Ahi teşkilatı oldukça etkin idi. Esnaf kuruluşun ahlaki değerlerine ve kurallarına titizlikle riayet ederdi. Örneğin Kale mahallesi halkı sabahleyin pazara inmedikçe kasaplar et ve sakatat satmazlardı. Halen Kalecikte Ahi Kemal mahallesi, Ahiler mahallesi, Halil Ağa mah Milli Mücadele Yıllarında Kalecik’in büyük ve önemli etkinliği ve rolü olmuştur. İstiklal Savaşı sırasında Kalecik'in önemli bir konumu vardı. İstanbul ve Karadeniz'den getirilen silah ve malzemeler Kastamonu-Ilgaz-Çankırı yolu ile Kalecik'e ulaştırılır, buradan da Haymana cephesine gönderilirdi. Bunun yanı sıra Kalecik'teki fırınlarda üretilen ekmek ve peksimetler de Haymana cephesine sevk edilirdi. Savaş sırasında Kalecik'teki Hamdi Camisi başta olmak üzere diğer camiler ve hükümet konağı askeri hastahane haline getirilmiştir. Ayrıca Kalecikliler de hastanedeki yaralı askerlerin yemek ve diğer ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmışlardır. Kuvay-i Milliyeciler de Kalecik'te ağırlanmışlardır. İlçenin belli başlı eserleri arasında; Kızılırmak'tan su almak için yapılmış 4 km.lik Roma yer altı yolu, Romalılar tarafından yapılmış Kalecik kalesi, Çankırı yolu üzerindeki 2 Hitit Aslanı heykeli antik çağlardan günümüze ulaşanlardır. Ayrıca ilçede Tarihi eser olarak; Saray (Şehsuvar) Camisi Küçük Şami Köyü Cami ve Türbesi Kazancı Baba Türbesi Çarşı Hamamı ve Hasbey, Tabakhane Camileri ile Kızılırmak üzerindeki Develioğlu Köprüsü bulunmaktadır.
  4. _asi_

    Ankara - Haymana

    HAYMANA İç Anadolu Bölgesi'nde Ankara iline bağlı olan Haymana'nın kuzey ve kuzeydoğusunda Gölbaşı, doğusunda yine Gölbaşı ve Bala, batı ve kuzeybatısında Polatlı, güneydoğu ve güneyinde Konya İli ile çevrilidir. Ankara'nın güney kesiminde yer alan Haymana bir plato niteliğindedir. Cihanbeyli platosunun devamı olan, yer yer ova ve bazen de yayla özelliğini taşıyan platonun batısında yüksekliği 1.400 m.ye ulaşan dağlar yer alır. İlçenin denizden yüksekliği 1.259 metre olup, yüzölçümü ise 2.976 km2'dir. 2000 Yılı genel Nüfus sayım sonuçlarına göre; toplam nüfusu 54.084'tür. İlçenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır. Bitkisel ve hayvansal üretim modern yöntemlerle yapılır. İlçenin verimli ve geniş topraklarında buğday, arpa, şeker pancarı ve baklagiller başta olmak üzere, çeşitli ürünler yetiştirilmektedir. Ayrıca yörede çok sayıda koyun yetiştirilir, özellikle merinos koyunu önde gelmektedir. İlçe topraklarında mangenez yatakları bulunmaktadır. Haymana'ya bu ismin verilişi iki söylentiye dayanmaktadır. Divan-ı Lügat-ül Türk’e göre Haymana mera, otlak, yeşillik anlamına gelen bir sözcüktür. Diğer söylentiye göre Malazgirt Savaşı'ndan sonra (1071) Anadolu’ya yerleşen Türk boylarından Kaya Aşireti’nden bazılarının Ankara’nın batısındaki Karacadağ ve bugünkü Haymana dolaylarına yerleşmişlerdi. Ertuğrul Bey'in önderliğinde buraya gelen bir grup vardı. Ertuğrul Bey’in annesinin ismi Hayme Hatun idi. Söylentiye göre Hayme Hatun öldüğü zaman kaplıca yakınlarına gömülmüştü. Çok sevilen Hayme Hatun'un ismini ölümsüzleştirmek için kaplıca çevresine Hayme Ana adı verilmiş ve bu isim zamanla Haymana’ya dönüşmüştür. Kent merkezine uzaklığı 73 km. olan Haymana kaplıcalarıyla dünyaca ünlüdür. Kaplıcaların tarihi Hititlere kadar uzanmaktadır. Hititlerden sonra Romalılar devrinde kaplıca tesisleri yeniden onarılmış, ayrıca kaplıcanın 1-1.5 km doğusunda halen harabeleri bulunan bir şehir kurularak, bu bölge bir su tedavi merkezi haline getirilmiştir. Haymana Kaplıcaları ile de ünlü bir ilçedir. Anadolu’ da ki şifalı kaynakları ilk kullanan kavmin Hititler olduğu sanılmaktadır. Yıllar önce Haymana kaplıcasının olduğu yerde yapılan kazılardan çıkan havuz parçalarının Dereköy yakınındaki Hititi ibadet yeri olduğu kesinlik kazanan Gavur Kalesi taşlarıyla aynı kökenli olduğu uzmanlarca tespit edilmiştir. Tarihi Kral Yolu güzergahında bulunan Haymana kaplıcalarının, daha birçok kavim tarafından kullanıldığı sanılmaktadır. Bu bölge de Galatların bu bölgeye Galatia Salutaris yani sıcak su kaynağı adının vermesi rastlantı değildir. Hititler ve Galatlar’ dan sonra Romalılar da bu kaplıcayı geliştirmiştir. Romalılar’ ın, Hititlerin horasan harçtan yapılmış bir galeri içinde topladıkları suları daha sonra dağıtım yerine kadar olan galerileri bozulmuştur. Daha sonra toprak kanaldan düzenlenmiş olan kaplıca, Halaşlı Mehmet Ağa'nın ailesinden bir şahıs tarafından onarılmıştır. Kaplıca ilk büyük onarımını 1929 yılında Belediye Başkanı olan Bekir Fahri Daldaloğlu zamanında görmüştür. Tarihçe Haymana'nın çeşitli yerlerinde yapılan kazılarda ortaya çıkan kalıntı ve buluntular yöre tarihinin çok eski yıllara kadar indiğini göstermektedir. Bu araştırmalar Paleolitik, Kalkolitik ve Tunç devirlerinde yörede bir yerleşim olduğunu göstermektedir. Özellikle Kral Yolu'nun buradan geçmesi de yörenin önemini arttırmıştır. Gavur Kalesi kazılarında ortaya çıkan kültür tabakaları Hititlerin MÖ.2000'de buraya yerleştiğini ortaya koymuştur. MÖ.1600 yıllarında yapıldığı sanılan Gavur Kalesi Hititlerin bu yıllarda Haymana'da yerleştiğini gösteren kanıttır. XIX.yüzyılda ilk kez gezginlerin gördüğü ve bilim dünyasına tanıttığı tepe üzerinde dik kayaların güneye bakan yüzünde yer alan; birbiri ardına yürüyen iki tanrı, karşılarında oturan bir tanrıça kabartması ve bu kayalığın çevresindeki iri bloklardan oluşan duvarlar ile dikkati çekmiştir. Bu kaya kabartmaları Hititlere özgü eserler olup, Anadolu’nun birçok yerinde de benzerleri ile karşılaşılmaktadır. Bunlar MÖ.2000'de yöredeki Hititlerin varlığına işaret etmektedir. Hititlerden sonra Frigyalılar ve Galatlar yöreye yerleşmişlerdir. Ankara yöresi Galatların en büyük merkezlerinden biri olmuş ve kaplıcalarından ötürü de burada uzun süre hüküm sürmüşlerdir. MÖ.25'de Romalılar, İmparator Augustos döneminde buradaki kaplıcalardan yararlanmışlardır. Nitekim bugünkü kaplıcaların 1-1,5 km. doğusunda bulunan Yılanteseri denilen yerdeki kalıntılar bu döneme işaret etmektedir. Romalılar Haymana yöresini şifa merkezi olarak kabul etmiş, Bizanslılar döneminde de buradan aynı şekilde yararlanılmıştır. 395-1073 yılları arasında Ankara çevresinde yerleşen Bizanslılar Haymana'yı ordularının kışlık konaklama yeri olarak seçmişlerdir. Bu yüzden de Haymana'nın bir çok yerinde Bizans kalıntıları ile karşılaşılmaktadır. Bunların başında Culuk, Çalış, Cingirli, Durutlar, Emirler eski çalış, Kadıköy, Sarıgöl, Türk höyüğü, Yeniköy, Karahoca, Kara Süleymanlı, Kızılkoyunlu, İkizce, Boyalık, Çayırlı, Çerkezhöyük, Karaağızlı, Oyaca'da günümüze ulaşan kalıntılar gelmektedir. Haymana, 1127 yılından sonra Selçukluların egemenliğine geçmiş ve Kutluhan Köyü yakınındaki Kutluhan camisi ve Yenice Köprüsü (1188) o dönemden günümüze gelen eserlerdir. Moğolların Anadolu istilasından sonra Haymana yöresi de onların eline geçmiştir. Yavuz Sultan selim zamanında Osmanlı topraklarına katılan (1521) Haymana, Ankara Anadolu eyaletinde kendi ismiyle tanınan bir sancak ve Kadılık merkezi olmuştur. Daha sonra bu sancak Ankara, Ayaş, Yabanabad, Çubuk, Şorba, bacı, Yörük, Murtazabad, Çukancak kazalarına ayrılmıştır. Bunlardan Yörük kazası, büyük ve küçük Haymanalar ile Uluyörük, Aydınbeyli, Karakeçili diye adlandırılan ve sancağın güneyini kaplayan yörük bölgesini kapsıyordu. XIX.yüzyılın ilk yarısında 264 köye sahip olan Haymana, bir kaza merkeziydi. Bugünkü Haymana başlangıçta Sivri köyündeydi. 1862’ büyük bir yangın sonucu hükümet konağı yanınca, Sivri Köyü'nden bugünkü Haymana’ ya 7 Km. uzaklıktaki Sarı Değirmen ( Elif ) Köyüne geçici olarak taşınmıştır. 1880 yılında ise kaza merkezi bugünkü yerinde kurulmuştur. İstiklal Savaşı sırasında, Sakarya Meydan Savaşı Haymana'nınn stratejik yönden önemini ortaya koymaktadır. Bu yüzden Haymana Türk ve Yunan orduları için askeri yönden çok önemli idi. Yunanlılar Anadolu'nun içlerine ilerlediklerinde Haymana'ya gelerek Ankara'yı tehdit etmeleri halk üzerinde ve Mecliste büyük sıkıntılar yaratmıştı. Atatürk'ün Başkomutanlık karargâhı da Ankara Polatlı karayolu üzerindeki Alagöz'de kurulmuştu. Ancak, Türk kuvvetlerinin baskısından ötürü Yunanlılar buradan 12 Eylül 1921 günü çekilmek zorunda kalmışlardır. İlçede arkeolojik yönden önemli eserler bulunmaktadır. Buradaki ilk arkeolojik araştırmayı Atatürk'ün isteği doğrultusunda H.H.Vonder Osten tarafından yapılmış ve Hititlerin ibadet yeri olarak bilinen Gavurkale'de önemli bir Frig yerleşmesi ortaya çıkarılmıştır (1930). Burada 1998 yılında Anadolu Medeniyetleri Müzesinin yapmış olduğu kazılarda ortaya çıkan eserler müzeye konmuş ve Gordiondakilerle çok yakınlığı olduğu görülmüştür. Türkhöyük Köyü sırıları içerisinde bulunan mezarlıkta mermer sütunlar ortaya çıkarılmış olup, bunlar Roma ve Bizans dönemine tarihlendirilmiştir.Oyaca'nın yakınındaki Külhöyük'te Anadolu Medeniyetleri Müzesi 1992 yılında kazı çalışmaları başlatılmış ve çalışmalar sürmektedir. Bu höyük de önemli bir Hitit yerleşim merkezidir. Kazılar sonunda Hititlerin mimari yapısı, sarnıçları ve surlarının yanı sıra ele geçen keramik, bronz gibi buluntular, Haymana yöresinin 5.000 yıl öncesinden itibaren iskân edildiğinin en açık göstergeleridir. Haymana'nın çeşitli köylerinde ortaya çıkan mezar taşları ve stellere dayanılarak Bizans döneminde Heliopolis kentinin burada iddia edilmişse de bu iddia kesinlik kazanamamıştır. Örneğin; Yenice beldesi yakınlarında bulunan bir mezar taşı üzerinde de şu ibareye rastlanmıştır: “Burada Nikolos kilisesinin ve Heliopolis şehrinin başpapazı Aurelios Monios’un karısı Aureliya Muna yatıyor. Bu taşı kocası ve yedi çocuğu ile beraber onun hatırası için diktiler.”
  5. _asi_

    Ankara - Güdül

    GÜDÜL İç Anadolu Bölgesi'nde, Ankara'ya bağlı bir ilçe olan Güdül, kuzeydoğusunda Çamlıdre, doğusunda Kızılcahamam, güneydoğu ve güneyinde Ayaş, batısında Beypazarı ilçeleri, kuzeyinde de Bolu İli ile çevrilidir. Güdül Karadeniz'in dağlık ve ormanlık alanlarıyla İç Anadolu'nun tepeleri arasında geçiş kuşağıdır. Kuzeydeki küçük bir bölümü Karadeniz Bölgesi'ne taşan ilçe toğpraklarının kuzeyini Köroğlu Dağlarının güney uzantıları kaplamıştır. İlçe topraklarının sularını kuzeydoğu-güneybatı doğrultusunda akan Kirmir Çayı sular. Kirmir Çayının vadi tabanında ise Ova düzlükleri uzanır. Deniz seviyesinden 720 m. yükseklikteki ilçenin yüzölçümü 419 km2, 2000 Yılı genel Nüfus Sayım sonuçlarına göre; toplam nüfusu 20.938'dir. Ankara'ya 82 km. uzaklıktadır. İlçenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır. başlıca ürünleri arasında, buğday, arpa, şekerpancarı ve üzüm gelmektedir. Az miktarda da olsa elma, armut, pirinç, nohut, mercimek ve fasulye yetiştirilir. Hayvancılık sığır ve tiftik keçisi üzerinde yoğunlaşmıştır. Kirmir Çayı vadisinin güneyinde kurulan Güdül, gelişmemiş bir yerleşimdir. Belediyesi 1903'te kurulmuştur. 1957'de ilçe konumuna getirilmiştir. Güdül'ün evleri iki veya tek katlı olup, toprak damlı kerpiç duvarlıdır. Bunlardan 39 ev , iki cami, 4 çeşme ve 13 işyeri Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından Sit alanı olarak koruma altına alınmıştır. Güdül Evleri Tarihçesi Yapılan araştırma ve incelemeler, Güdül çevresinde tarih öncesi çağlardan beri yerleşildiğini ortaya koymuştur.İlçe yakınından geçen Kirmir Çayı boyunca kayalara oyulmuş mağaraların Hititlere(M.Ö. 2000) ait olduğu sanılmaktadır. MÖ.VIII.yüzyılda Frigler buraya egemen olmuşlardır. İlçenin İn-Önü denilen bu mevkiindeki mağaralarda haç işaretlerine rastlanmasından ötürü, Hıristiyanlığın yayılması sırasında buraların Romalılardan kaçan Hıristiyanlarca kullanıldığını göstermektedir. Sonraki dönemlerde Bizanslıların da burada yaşadıkları sanılmaktadır. Dağın içini oymak suretiyle yapılan bu mağaralarda, merdivenlerle kat kat yukarılara çıkılmaktadır. Bu mağaralar İç Anadolu’daki Ürgüp-Göreme mağaralarına benzerlik göstermekte olup, Bizans döneminde Hıristiyan keşişlerinin yaşadıkları yerlerdir. Malazgirt Savaşı'ndan (1071) sonra Güdül ve çevresi Anadolu Selçukluları’nın idaresine geçmiştir. Anadolu Selçuklu hükümdarlarından I. Mesut’un eniştesi ve Ankara Emiri olan Şehabüldevle Güdül Bey tarafından bugünkü ilçenin olduğu yerde küçük bir şehir kurulmuştur. Güdül'de kayalara oyulmuş mağaralar
  6. _asi_

    Ankara - Gölbaşı

    GÖLBAŞI Gölbaşı; 1923 yılına kadar Örencik köyüne bağlı 10 haneli Gölhanı ile anılan bir mahalle iken, Oğulbey köyündeki bucak müdürlüğü ve jandarma karakolunun taşınması sonucu bucak olmuştur. Gölbaşı adını ise, yerleşim yerinin Mogan ve Eymir gölleri arasında olması nedeniyle, bu göllerden almıştır. 1955 yılında küçük bir yerleşim iken aynı yıl Ankara-Konya karayolunun (E-5 karayolu) hizmete girmesiyle birlikte hızlı gelişme süreci de başlamıştır. E-5 karayolundan geçen araçlara verilen hizmetler ile toprağa dayalı ürünlerin satışı bu yıllardaki en önemli gelir kaynağı oluşturmuştur. 1960’lı yıllardan sonra Mogan ve Eymir göllerinden istihsal edilen su ürünlerinin ticaretinin başlamasıyla birlikte, balıkçılık da önemli bir gelir grubu olmaya başlamış ve 1965 yılında ise ilk belediye teşkilatı kurulmuştur. 1976 yılından itibaren yol boyunca sanayii tesislerinin yaygın olarak kurulmaya başlaması ile birlikte, ticaret ve turizm sektörlerinde meydana gelen canlanma, istihdam artışına paralel olarak yakın köylerin yanında il dışından da yoğun göç alınması sonucunu doğurmuştur. Bu durum Gölbaşı’nın ekonomik yapısının değişmesine ve aynı zamanda hızlı ve çarpık bir kentleşme sürecinin de başlamasına yol açmıştır. 1980 yılından itibaren Ankara Metropolitan alanının etkisine girmesiyle birlikte hafta sonu rekreasyon ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik tesislerde de hızlı bir artış olmuş ve tüm bu hızlı değişim ve dönüşümler sonucu 30.11.1983 yılında ilçe yapılmıştır. Ankara’nın gelecekteki gelişim akslarından birinin üzerinde yer alması, Ankara’ya yakınlığı, ulaşım kolaylığı, sahip olduğu rekreatif değerler ve hızlı bir kentsel gelişme sürecinin başlaması gibi nedenlerle Gölbaşı Belediyesi, İçişleri Bakanlığı’nın 14.08.1991 tarihinde onayı ile Ankara Büyükşehir Belediyesi ilçe belediyeleri kapsamına alınmıştır. Bu tarihten sonra altyapı, ulaşım gibi bazı kentsel hizmetlerin çözümünde Ankara Büyükşehir Belediyesi yetkili kılınmıştır. Gölbaşı idari yönden ilçe merkezi ve merkeze bağlı 34 yerleşimden oluşmakta olup, bu yerleşimlerden Karagedik, Selametli ve Bezirhanede belediye teşkilatı bulunmaktadır. Gölbaşı ilçe merkezinin yanısıra 10 köy yerleşimi Özel Çevre Koruma Alanı sınırları içine girmektedir. Gölbaşı yerleşim merkezi Bahçelievler, Gaziosmanpaşa, Karşıyaka, Seğmenler ve Şafak mahallesi olmak üzere 5 mahalle biriminden oluşur. Gölbaşı’nın hızlı ve kontrolsüz büyümesi, sınırlar içinde bulunan ve ilçenin bir cazibe merkezi olmasının temel nedeni olan, Mogan ve Eymir Göllerinin yoğun bir kirlilik baskısına maruz kalmasına yol açmıştır. Göllerin korunması için 22 Ekim 1990 tarihinde Bakanlar Kurulu ile Gölbaşı ilçe merkezi ve 10 yerleşimi kapsayan 245 km2’lik alan, Özel Çevre Koruma Bölgesi olarak tespit edilmiş ve bu bölgedeki tüm planlama ve denetim yetkisi Özel Çevre Koruma Kurumuna devredilmiştir. Tarihçesi M.Ö.3000.-1000'de yörede ilk yerleşimin olduğu Kültür Bakanlığı'nın Selametli, Tulumtaş, Tulumtaş-Ortaçayır Mevkii, Kızılcaşar-Gökçepınar Mevkii, Bacılar Köyü, Bezirhane Kültepe Mevkii, Bezirhane-Kepenekçi ve İncek-Harmantepe Mevkiinde yapmış olduğu araştırmalarda ortaya çıkmıştır. Ankara gibi Gölbaşı ve yöresi de en eski medeniyetlerin yerleşim alanlarından biridir. Gölbaşı sınırları içinde, buranın eski tarihine ışık tutan sit alanı ve ören yerleri bulunur. Yapılan kazı ve araştırmalarda bölgede ilk Tunç, Hitit İmparatorluğu, Roma ve Bizans dönemlerine ait bulgulara rastlanmıştır. Bunlardan bir kısmı ilçe sınırları içindedir. Buluntulara genellikle yörede bulunan küçük yerleşim alanlarında rastlanmaktadır. Bunlar, kuzeybatıda Ahlatlıbel ve Taşpınar, güneybatıda Gökçehöyük, güneydoğuda Karaoğlan, güneyde Selametli Beldesi, doğuda Yurtbeyi Köy yerleşimleridir. Selametle, Gökçehöyük ve Bezirhane köylerinde ilk Tunç çağına ait höyükler ve kalıntılar, Taşpınar Köyünde Roma döneminden kalma mezarlık ve sütun başları; Karaoğlan’da Bizans Dönemine ait sikkeler ve kalıntılar; Yurtbeyi ve Karaoğlan köylerinde Erken hıristiyanlık dönemine ait kilise kalıntıları bulunmuştur. Osmanlıların Söğüt'e gitmeden önce Gölbaşı, Beynam, Karaoğlan, karaali ve Oğulbey'de bir süre yaşadıkları bilinmektedir. Ankara Savaşı öncesi (1402) Timur fillerini Gölbaşı yöresindeki ormanlarda saklamıştır. İlçe yakınında yer alan diğer önemli bir ören yeri ise Tulumtaş mağarasıdır. Ankara Çevre Otoyolunun yapımı sırasında işletilen bir taş ocağında çıkan bu mağara İncek, Hacılar ve Tulumtaş köyleri arasındaki Karayatak Tepe Mevkiinde bulunur. Ankara’ya 15 km uzaklıktadır. Uzunluğu 5 km, genişliği 1-1.5 km, yüksekliği 30-40 m olan, büyük bir kireç taşı bloğunun içinde kimyasal erimeler sonucunda oluşan mağarada görülmeye değer dikit, sarkıt ve sütunlar bulunmaktadır. Bu mağara ve çevresi 1. derece doğal sit alanı ilan edilmiştir.
  7. _asi_

    Ankara - Evren

    EVREN İç Anadolu Bölgesi'nde Ankara İline bağlı bir ilçe olan Evren, kuzey ve kuzeydoğuda Kırşehir, batı ve güneyde Aksaray illeri, güneybatı ve batıda da Şereflikoçhisar ilçesi ile çevrilidir. Ankara İl Merkezine 178 km. uzaklıktaki ilçenin yüzölçümü 218 km2, 2000 Yılı Genel Nüfus sayım sonuçlarına göre; toplam nüfusu 6.167'dir. İlçenin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır. 1963 yılına kadar köy statüsünde olup, Çıkınağıl adı ile anılan ilçe 1957 yılınd, daha önceki kuruluş yeri Hirfanlı Baraj Gölü suları altında kaldığından bugünkü yerine taşınmıştır. İlçe ve çevresinde rastlanan höyük ve kilise, kale kalıntıları bu yörenin eski bir yerleşim yeri olduğunu göstermektedir. İlçe sınırları içerisinde Evren-Sarıyahşi yolu üzerinde Evren’ e 2 km. uzaklıkta bir höyükte bin yıla ait seramik kalıntılarına rastlanmıştır. Çatalpınar Köyünün 2 km güneybatısında bulunan Sığırcık Kalesi Geç Bizans ve Osmanlı Dönemine aittir. Höyük diye adlandırılan tepecikte bol miktarda I.bin seramiğine rastlanmıştır. Ayrıca Çatal Pınar Köyü'nün yaklaşık 2 km. güneybatısında Sığırcık Kalesi denilen yerde Bizans ve Osmanlı dönemine ait bir kale kalıntısı bulunmaktadır. 1963 yılında Şereflikoçhisar ilçesine bağlı olarak belde olmuş, 1982 yılında ismi Evren olarak değiştirilmiştir. 1990 yılında çıkarılan 3644 Sayılı Kanun ile adı "Evren" kalmak kaydı ile ilçe statüsüne dönüştürülmüştür. Tarihçesi Evren, Ankara’ya bağlı en uzak ilçelerden birisi olup (178 km.) ,Hirfanlı baraj gölü kıyısında 5000 nüfuslu bir yerleşim merkezidir. Çıkınağıl adıyla belirlenen eski yerleşim alanı 1957 yılında Hirfanlı Baraj Gölü’nün suları altında kalmış ve 1958 yılında şimdiki yerine planlı ve imarlı olarak taşınarak kurulmuştur. 1963 yılında Ş.Koçhisar İlçesine bağlı olarak Belediye statüsü kazanan ilçemiz 1982 yılında EVREN adını almıştır. 1988yılında Ankara Vilayeti İl Genel Meclisince ilçe olması yönünde karar alınmış ve 1989 yılında TBMM ye verilen kanun teklifi ile 1990 yılında 3644 sayılı yasayla ilçe statüsü kazanmıştır. İlçemizde yaklaşık 2 km. mesafede Semizbağı mevkiinde 25-30 m yükseklikte , 80-100m taban genişliğinde bir Höyük Yine aynı ölçülerde sokak uşağı bölgesinde göl içerisinde başka bir höyük bulunmaktadır. Ayrıca Ilgıyer mevkiinde bir ermeni mezarlığı, Çatalpınar köyünde sığırcık kalesi ve eski torun obası köyü yanında toplu kalesi bulunmaktadır.yine Çatalpınar ve Solakuşağı köyleri arasında Bizans dönemine ait olduğu belirlenen Sarnıçlı Kızlar Kalesi bulunmaktadır.Bizans ve Osmanlı dönemine ait bu kalıntılardan eski bir yerleşim alanı olduğu ortaya çıkmaktadır.
  8. _asi_

    Ankara - Etimesgut

    ETİMESGUT İç Anadolu Bölgesi'nde Ankara İline bağlı bir ilçe olan Etimesgut, kuzeyde Kazan ve Yenimahalle, doğu ve güneyde yine Yenimahalle, batıda da Sincan ilçesi ile çevrilidir.Doğudan batıya doğru eğimi azalan çanak şeklinde bir oluk vadi görünümdedir. Bu vadinin tabanına oturmuş Ankara Çayına dik tepe aralarından uzanan yan vadilerle bütünleşen Ankara Ovası yer alır. Ankara'ya 20 km. uzaklıktaki ilçenin yüzölçümü 101 km2, 2000 Yılı genel Nüfus Sayım sonuçlarına göre; toplam nüfusu 171.293’dür. İlkçağlardan itibaren bir yerleşim yeri olduğu anlaşılan Etimesgut, bulunan tarihi kalıntı ve belgelerden elde edilen bilgilere göre Hititlerin, Friglerin, Romalıların, Bizanslıların, Selçukluların ve Osmanlıların egemenliği altında kaldı. Tarihi kaynaklarda Amaksyz, Amaksis, Amaksuz, Akmasuz, Ahi Mesud ve Etimesud isimleriyle anılan ilçe son olarak Etimesgut adını aldı. Etimesgut’un bugünkü yeri Hititler döneminde ‘Amaksis’ olarak adlandırılırken, ünlü haritacı Kiepert çizmiş olduğu haritada Etimesgut’un bulunduğu yeri Amaksyz olarak belirtiyor. Osmanlılar ise bu yeri Akmasus olarak andılar. Orman fidanlığında bulunan kuş başlı, aslan vücutlu ve kanatlı kabartma ile Boğa kabartması büyük ihtimalle Hititlerin son dönem eserleri arasındadır. Tarihi İpek Yolu'nun buradan geçmesi de ilçeye ayrı bir önem kazandırmıştır. Etimesgut Bahçeli ParkıAtatürk'ün Ankara'ya geliş ve gidişlerinde buradaki tren istasyonunu kullanmasından ötürü ilçe Cumhuriyet tarihinde önem kazanmıştır. Etimesgut'a bu ismin verilmesinde Ahi Mesud'un büyük rolü vardır. Tarihi kaynaklarda Ahi Mesud'un kimliği konusunda yeterli bir bilgiye rastlanmamakla beraber Osmanlıların kuruluş yıllarında büyük payı olan Ahilerin önde gelen kişilerinden birisi olduğu Osmanlı arşivlerindeki belgelerden anlaşılmaktadır. Osmanlı arşivlerindeki muhasebe defterlerinden, ilçenin bulunduğu yerin Ahi Mesud'a ait bir vakıf arazisi olduğu ve burada tarımsal ürünler ile tiftik keçisi yetiştirdiği öğrenilmektedir. Aynı zamanda Etimesgut Milli Mücadele yıllarında önemli merkezlerden biri olmuş, Cumhuriyetin ilanından sonra burada örnek köy olarak kurulmuştur. Atatürk'ün isteğiyle İstiklâl Savaşı'ndan sonra Batı Trakya'dan getirtilen göçmenler buraya yerleştirilmiştir. 1968 yılına kadar çevresindeki 18 köy ile birlikte nahiye merkezi olarak kalmış, İstasyon Mahallesi ismiyle Yenimahalle ilçesine bağlanmıştı. Etimesgut 20 Mayıs 1990'dan itibaren ilçe olmuş ve bu tarihte de ilk belediye seçimi yapılarak Etimesgut Belediyesi de kurulmuştur. Etimesgut’ ta 600 yataklı Devlet Hastanesi ve Havaalanının yanı sıra Zırhlı Birlik Tümen Komutanlığı, Hava İkmal Merkez Komutanlığı ile Hava Lojistik Komutanlığı bulunmaktadır. Ayrıca Kale Şelale Parkı, Alparslan Türkeş Parkı, Bahçeli Park, Eğitim Parkı, Necdet Kayan Parkı, Şükrü Kaya Parkı, Zafer Parkı da bulunmaktadır. Tarihçesi İlkçağlardan itibaren bir yerleşim yeri olduğu anlaşılan Etimesgut bulunan tarihi kalıntı ve belgelerden anlaşıldığına göre Hititlerin, Friglerin, Romalıların, Bizanslıların, Selçukluların ve Osmanlıların egemenliği altında kalmıştır. Tarihi kaynaklarda Etimesgut değişik adlar almıştır. Amaksyz, Amaksis, Amaksuz, Akmasuz, Ahi Mesud, Etimesud ve Etimesgut olarak en son halini almıştır. Etimesgut'un tarihine ışık tutan en önemli kaynaklar arasında burada çıkan tarihi eserler önemli bir yer tutar. Etimesgut'da bulunan Arslan kabartmasına Etilerle Frigyalılar arasındaki geçit çağı eseri olarak bakılmaktadır. Ernest Mamboury “Guide Touristique” adlı kitabında Etimesgut'un bulunduğu yerin hangi uygarlıkların etkisi altında kaldığını bulunan tarihi eserlerden yararlanarak şu şekilde açıklamaktadır: “İstasyonun yanında aşağıya doğru ine yolun sağında yaklaşık 10 m. yüksekliğinde 120 m’ye 80 m. ebadında kuzeyden güneye doğru yönelmiş biraz elipsi andıran bir tepecik dikkati çeker. Bu sırasıyla Friglerin, Romalıların, Bizanslıların ve Müslümanların yerleşim yeri olarak kullandığı eski bir yerleşim yeri ya da höyüktür. 1928'de buraya ilk gidişimiz özellikle burada bulunan ve çevresinde çeşitli kalıntıların olduğu muhteşem bir aslan heykelini görmek içindi. Bu heykel diğer kalıntılarla çevrilmişti. Kalıntılar arasında oymalı Roma sütun başlığı Lidya dönemine ait bir lahit parçası, Selçuklu dönemine ait sarkıt tavan kalıntıları, Osmanlılara ait nargileler ve içi kızıl ya da kahverengi kızıl sırlı kırmızı kahverengi ve siyah renkli Hitit ve Frig dönemine ait çömlek kalıntıları bulunmaktaydı. Talebimiz üzerine Müzeler Müdürlüğü’nce kaldırılan aslan heykeli “Auguste Mabedi”nin bulunduğu Hitit Müzesi’ndedir. Etimesgut'da bulunan Roma dönemine ait kalıntılarÜlkede çokça bulunan bazalt taşı üzerine biraz rölyefle yontulmuş 2m.x 0,95 m x 0,35 m boyutlarındaki ve üst yüzeyinde derince dört delik olan aslan, sağa doğru gidiyor şekilde yontulmuştur. Aslanın soylu ve sakin bir yürüyüş şekli var; kuyruğu sırtına doğru kalkık, ağız açık büyük ve düzgün bir kafası var. Bilhassa arka ayaklarının kasları olmak üzere yapılı ve belirgin kasları kendine büyük bir güveni gösteriyor. Ve Asur eserlerini hatırlatıyor. Önemli bir eski yerleşim merkezi ya da oturduğu yeri dekore ettirme imkânına sahip bir prensin sarayına tanıklık ediyoruz. Toprağa gömülmüş başka kalıntıların varlığını da göz ardı etmemek gerekir. Bu kalıntı her durumda bölgenin Hitit döneminde iskâna açık bir yer olduğunun tartışılmaz bir kanıtıdır” (Mamboury, 1933). Etimesgut'un bugünkü yeri Hititler döneminde "Amaksis" olarak adlandırılmıştır. “Kiepert” çizmiş olduğu haritada Etimesgut'un bulunduğu yeri "Amaksyz" olarak belirtmektedir. Osmanlılar ise bu yeri “Akmasus” olarak anmışlardır (Gülekli,1948). Orman fidanlığında bulunan kuş başlı, arslan vücutlu ve kanatlı kabartma ile Boğa kabartmasına, Etilerin (Hititlerin) son devirlerinin eserleri olarak bakılmaktadır. Atatürk'ün av köşkü olarak da kullandığı Nahiye Müdürlüğü binasıEtimesgut ile ilgili bilgilere ulaşılan diğer önemli bir kaynak ise Osmanlı arşivleridir. Burada yapılan incelemelerle dönemin muhasebe defterleri kayıtlarında bu yerin Ahi Mesud olarak geçtiği ortaya konulmaktadır (Tekin, 1998). Kanuni Sultan Süleyman dönemine ait 1530 tarihli Anadolu Muhasebe Defterinde Etimesgut'dan şöyle bahsedilmektedir: "Melike Hatun Vakfı, Ankara kazasında bulunan vakıflar arasında olup, İnebey Hamamından hissesine düşen 17 akçeden dördünü Melike Hatun Mescidine, ikisini Seyyid Sinan'a, ikisini Seyyid Mahmut'a ve iki akçesini de kalede oturan kale imamına tahsis etmiştir. Bağlıca köyünü de kapsayan 1574 'akçe'lik gelirin dörtte üçü Ahimesut zaviyesine, kalan dörtte biri de Ahi Şemseddin Zaviyesine gitmekte idi. 1530 yılında Ahimesut'da: 9 hane, 1 imam, 2 bekâr vergi mükellefi, bir de zaviyedar vardı. “Ayrıca, hicri 1260 tarihli Ankara Temettuat Defteri’nde yer alan Ahimesut köyünün bazı sakinlerinin işledikleri topraklardan elde ettikleri gelirde Hacı Bayram Veli'nin de hissesinin olduğunun belirtilmesi Etimesgut 'un Selçuklu ve Osmanlı döneminde de vakfa tahsis edilmiş pek çok gelirinin olduğunu kanıtlamaktadır.” Etimesgut ilçesinin jeomorfolojik yapısıYine Osmanlı arşivlerinde bulunan 1840 tarihli Ankara Temettuat Defteri’nde Etimesgut şu şekilde anılmaktadır: “Ankara eyaletinin Zir kazasına bağlı Ahi Mes'ud köyü birinci muhtarının 580 akçe gelirinin olduğu, bunun yarısının Ankara'da Hacı Bayram Veli Efendinin hissesi olduğu belirtilmektedir.” Elde edilen bilgiler Etimesgut'un bir vakıf arazisi olduğunu, tarımsal faaliyetlerin yapıldığını göstermektedir. Ayrıca Aktüre'nin verdiği bilgilerden hareketle bu bölgede tiftik keçisi yetiştiriciliği yapıldığı sonucunu çıkarabiliriz. “Zir” kazasında bulunan tiftik keçisi yünü işleme tezgâhlarının ham maddesi çevrede bulunan köylerde yetiştirilen keçilerden sağlanıyordu. Başka bir yerde bu kalitede ve bu parlaklıkta yün elde edilememesi bu bölgede yetişen otlarla açıklanmaktadır (Aktüre, 1984). Kayıtlarda bahsi geçen Ahi Mesud'un kim olduğuna ilişkin yazılı kaynaklara ulaşamadık. Bu yere ismini veren Ahi Mesud'un Osmanlı arşivlerinde verilen bilgilere göre ahilik teşkilatı üyesi olduğu anlaşılmaktadır. Osmanlı arşivlerinden elde edilen ve Ankara tren yolunun güzergâhının belirtildiği aşağıdaki haritalarda Etimesgut "Amaksyz" olarak geçmektedir. Ankara'nın idari sınırları 1927 yılında tekrar belirlenmiştir. 1932 yılma gelindiğinde ise Etimesgut merkeze bağlı bir nahiyedir. Tarihi kaynaklarda "Amaksyz", "Amaksus" ve "Akmasız" olarak adlandırılan Etimesgut uzun bir tarih boyunca Ahi Mesud olarak adlandırılmıştır (Gülekli, 1948). 1890 yılında Almanlar tarafından yapılan Ankara ve çevresi haritasıİncelemelerimiz sonucunda haritalarda gösterilen "Amaksus" veya "Akmasız" adlarının Ahi Mesud ve günümüzde adlandırılışı ile Etimesgut'un çok yakınlarında başka bir yeri ifade ettiğini anlıyoruz. Etimesgut açısından Ankara'nın Milli Mücadele'nin merkezi olması ve ardından yeni devletin başkenti olması büyük önem taşır. Cumhuriyet'le birlikte "muasır medeniyet" seviyesine ulaşma çalışmaları kapsamında örnek köy kurulması kararı Etimesgut'u tarih sahnesine çıkartmıştır. Ahimesud'da örnek bir köy kurulması kararı 16 Mayıs 1928 tarih ve 6639 sayılı kararnameyle alınmıştır. Yapılan araştırmanın ardından hazırlanan rapor doğrultusunda Bakanlar Kurulu örnek köy kurulması kararını vermiştir. Etimesgut bu kapsamda örnek bir köy olarak kurulmuş ve buranın yeni devletin diğer alanlarına da örneklik yapması amaçlanmıştır. Günümüzde Etimesgut ilçesi başkent Ankara'nın batısında toplam 10300 hektar yüzölçümüne sahip bir ilçedir. Batısını Sincan kuzey, güney ve doğusunu Yenimahalle ilçesi çevreler. Ankara metropolünün merkez ilçelerinden biri olan Etimesgut dört bir yandan önemli devlet yollan ile çevrelenmiştir. Etimesgut tarihi İpek yolu üzerinde kurulmuştur. Bugün de Ankara-İstanbul demiryolu, Ankara-Ayaş ve Ankara-İstanbul karayolu Etimesgut'dan geçmektedir. Ayrıca Ankara-Eskişehir karayolu ilçenin güney sınırını teşkil etmektedir. Ankara çevre yolunun büyük bir bölümü Etimesgut sınırları içindedir. Ankara ve çevresine ait 1915 tarihli Osmanlı haritası / Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü / AnkaraAyrıca Etimesgut'u doğu batı yönünde bir baştan bir başa aşıp giden banliyö trenlerinin de Etimesgut ulaşımına önemli bir katkısı vardır. Askeri havaalanı, Türk Kuşu tesisleri ve Kara Havacılık tesisleri de ilçe sınırlan içerisindedir. Etimesgut ilçesi doğudan batıya doğru eğimi azalan çanak şeklinde bir oluk vadi görünümündedir. Vadinin tabanına oturmuş Ankara Çayı’na dik tepe aralarından uzanan yan vadilerle bütünleşen Ankara ovası yer alır. Etimesgut'u doğudan batıya yüzde üç eğim ile geçen Ankara çayı, Çubuk, İncesu ve Hatip çaylarınım birleşmesiyle oluşmuştur. Ankara çayı Akıncı ovasından gelen Ova Çayını (Zir Çayı) aldıktan sonra Malı köyde Haymana suyunu da alarak Sakarya ırmağı ile birleşir. Uzunluğu 140 km. olan ırmak üzerinde Çubuk 1, Çubuk 2, Kurtboğazı, Bayındır ve Kusunlar barajları kurulmuştur. Ankara çayının Etimesgut sınırları içinde kolu ve barajı yoktur. Etimesgut 1968 yılına kadar nahiye merkezi olarak kalmış, çevresindeki 18 köy Etimesgut nahiyesine bağlanmıştı. 1968 yılında nahiyelik kaldırılarak "İstasyon Mahallesi" adıyla Yenimahalle ilçesine bağlanmıştır. 20 Mayıs 1990 tarihi itibariyle ilçe statüsü kazanmıştır. 19 Ağustos 1990 tarihinde ise ilk belediye seçimi yapılarak Etimesgut Belediyesi kurulmuştur.
  9. _asi_

    Ankara - Elmadağ

    ELMADAĞ İç Anadolu Bölgesinin yukarı Sakarya bölümünde yer alan Elmadağ Ankara’nın 41 Km. doğusunda adını aldığı Elmadağ’ın Kuzeydoğu eteklerinde kurulmuş; çok eski bir yerleşim alanıdır. Yapılan arkeolojik araştırmalardan elde edilen prehistorik eserler, Elmadağ ve çevresinin çok eski medeniyetlere sahne olduğunu göstermektedir.. Bu araştırmalara göre M.Ö. 547’ye kadar Frigler ve Lidyalılar, M.Ö.84’e kadar Persler ve değişik kavimlerin varlıklarını sürdürdüğü yöre bu tarihten sonra Roma İmparatorluğunun eline geçmiştir. 1071 Malazgirt savaşından sonra Anadolu’ya yerleşmeye başlayan Türkler 1073’ten sonra yörede etkin olmuşlardır. Anadolu’ya yapılan Moğol saldırılarından da nasibini alan yöre Moğol İmparatoru Boycu Noyan komutasındaki Moğol ordusu tarafından yakılıp yıkılmıştır. Denizden yüksekliği 1135 m. olan ve oldukça arızalı bir topografyaya sahip olan ilçemizin batısı kısmen düzlüktür. Her tarafından derin vadilerle yarılmış yaylalar üzerinde aşınmış tepeler ve sırtlar yer alır. Güney batısında 1862 m. yüksekliğe sahip Elmadağ , kuzeyinde ise 1995 m. yüksekliğinde kütle halinde İdris Dağı bulunur. İlçeyi boydan boya geçerek akan ve kuzeyde Kızılırmak ile birleşen Kargalı Deresi kar ve yağmur suları ile beslenen düzensiz bir rejime sahip bir akarsudur. İlçemiz Perme-Trias yaşlı kalkerlerle, plosen formasyonları üzerinde yer alır. Bu alanın büyük bir kısmı mermerleşmiş beyaz kalker ile kaplıdır. Bazı kısımlarında ince kil tabakaları bulunur. Kalker tabakaları doğuda ve güneyde; yüzeyde görülürken batıya gidildikçe üzeri örtü tabakaları ile kaplıdır.Kargalı deresi çevresinde dar bir şerit halinde kalınlığı fazla olmayan alivyal topraklar yer alır. Kuzeybatısında plosene ait kırmızımsı esmer renkli killi seriler bulunur. Yöre kışları soğuk ve sert geçen karasal iklimin etkisi altındadır. Yüksek ve dağlarla çevrili olması sebebiyle gece-gündüz ve yaz-kış sıcaklıkları arasında büyük farklılıklar görülür. Kar yağışları Kasım ayında başlayıp Nisan ayına kadar sürer. En fazla yağış Ocak ayında görülür. Sonbahar mevsiminin son aylarında sis vardır. Rüzgar her yönden esse de Güneydoğu yönünden esen rüzgar daha etkilidir. Tarihi ve Tarihî Eserleri İlçemizin kuruluş tarihinin nereye kadar uzandığı kesin olarak bilinmemektedir. İlçemizin yakınında Sungur yakınlarında bulunan heykel, küp, çanak, çömlek gibi kalıntılar incelendiğinde buranın çok eski dönemlerde yerleşmelere sahne olduğu anlaşılmaktadır. Bunlardan Hygeia (Sağlık Tanrısının Kızı Roma Dönemi) ve Asklepios (Sağlık Tanrısı Roma Dönemi) heykelleri Roma Dönemine, Yenipınar Mahallesi'ndeki Aşağı Cami Osmanlı Dönemine ait kalıntılardır. İlçemizin yerleşmesine ait ilk belgeleri yaklaşık 400 yıl önce düzenlenen Ankara Şer'iye Mahkemesi sicillerinde görüyoruz. Yozgat Köyü adı ile anılan Elmadağ, bu dönemde Ankara' ya bağlı bir yerleşim yeri idi. Bu kayıtlardan Elmadağ' da kervanların konakladıkları bir Derbent Köyü olduğu belirtilmektedir. İlk yerleşme bugünkü Yenipınar ve Yenidoğan Mahallelerinde olmuştur. 1785-1809 Yılları arasında Ankara Sancağı, 13 kazadan meydana geliyordu. Bunlardan Kasaba-i Bala ve Çukurcak Nahiyesine bağlı Yozgat Köyü (Asi Yozgat) görülmektedir. 1902 Yılında Ankara Vilayeti Salhanesi'nde Ankara İlinin 5 Sancak ve 21 Kazadan oluştuğu belirtilmektedir. Asi Yozgat, bu sancaklardan biri olan Ankara merkez sancağına bağlı Bala Kazasına ait bir köydür. Kurtuluş Savaşına her şeyi ile katılan Elmadağlılar Atatürk Ankara'ya geldiğinde O' nu karşılayan Seymen Alayı' nın içerisinde de varlıklarını göstermişlerdir. Yapılan arkeolojik araştırmalardan elde edilen prehistorik eserler, Elmadağ ve çevresinin çok eski medeniyetlere sahne olduğunu göstermektedir.. Bu araştırmalara göre M.Ö. 547’ye kadar Frigler ve Lidyalılar, M.Ö.84’e kadar Persler ve değişik kavimlerin varlıklarını sürdürdüğü yöre bu tarihten sonra Roma İmparatorluğunun eline geçmiştir. l07l Malazgirt savaşından sonra Anadolu’ya yerleşmeye başlayan Türkler l073’ten sonra yörede etkin olmuşlardır. Anadolu’ya yapılan Moğol saldırılarından da nasibini alan yöre Moğol İmparatoru Boycu Noyan komutasındaki Moğol ordusu tarafından yakılıp yıkılmıştır. İlçe merkezinde halen devam eden tandır ekmeği yapımı Selçuklulardan günümüze kadar devam ettiği sanılmaktadır. Yine kökü Selçuklulara kadar uzanan halıcılık, el dokuması, kilim, heybe ve çantalar kültürümüzün zenginliklerini günümüze kadar getirmiştir. Ekonomi İlçemizde M.K.E.Kurumuna bağlı olarak faaliyet göstermekte olan barut ve roket fabrikaları yanında Roketsan roket fabrikası ,Orica Nitro patlayıcı madde fabrikası, Bastaş ile yan kurulusu Tam-Tas , Yibitas çimento fabrikası,ÇimSA Ankara çimento fabrikası, Yataş, Öz Petek Bal fabrikası gibi özel şirketlerle 30’u askın kireç ocakları mevcuttur. Lalahan’da Hayvan Araştırma Enstitüsüne bağlı çiftlikler ve Çay-Kur Çay Paketleme fabrikası gibi Kamu İktisadi Teşekkülleri mevcuttur. Bu kurumlar nüfusun büyük bölümünü istihdam etmektedirler. İlçemiz Ankara-Samsun karayolu üzerinde bulunması nedeniyle sanayi yönünden gelişmeye müsaittir. İlçe arazisinin tarımsal açıdan verimsiz olması faal nüfusu genellikle isçilik ve memurluğa yöneltmiştir.Çalışan kesim içinde isçiler çoğunluktadır. İlçede 7000’i aşkın konut bulunmaktadır. İlçe Merkez ve beldelerde konut yapımında kooperatifleşme oranında artış görülmektedir.
  10. _asi_

    Ankara - Beypazarı

    BEYPAZARI İç Anadolu Bölgesi'nin kuzeybatı kesiminde, Yukarı Sakarya Havzası'nda yer alan Beypazarı, kuzeyinde Bolu ili, kuzeydoğusunda Çamlıdere, doğusunda Güldül ve Ayaş, güneyinde Polatlı, güneybatısında Eskişehir ili, batısında da Nallıhan ilçesi ile çevrilidir. Ankara’nın 100 Km batısında , eski Ankara-İstanbul yolu üzerinde bulunmaktadır. Geçmişte olduğu gibi bugün de Ayaş, Güdül, Nallıhan ve Kıbrıscık İlçelerinin ortasında sosyal, kültürel ve ekonomik merkez olma özelliğini korumaktadır. Yüz zölçümü 1.868 km2, deniz seviyesinden yüksekliği ise 675 m’ dir. 2000 Yılı genel Nüfus Sayım sonuçlarına göre; toplam nüfusu 51.841'dir. İlçe ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Yetiştirilen tarımsal ürünlerin başında arpa, buğday ve pirinç gelmekte olup, bağcılık ve sebzecilik yapılmaktadır. Meyvecilikte ise; elma, armut, badem ve ceviz yetiştirilir. Hayvancılıkta koyun, Ankara keçisi üretimi yanında tavukçuluk , ipekböcekçiliği ve arıcılık yaygındır. İlçe topraklarında zengin linyit yatakları bulunmaktadır. İlçe el sanatları bakımından çok zengindir. Bez ve kilim dokumacılığı, semercilik, Sim-sırma işlemeciliği yapılmaktadır. Dokuma olarak Bürgü denilen kadın baş örtüsü dokunmaktadır. Telkâri gümüş işlemeciliğinde mutfak eşyaları (güğüm, ibrik, yemek kapları), Demircilik el işlerinde de çapa, keser, balta, bıçak, orak, tırpan, saban demiri, tasma, maşa, kürek, kapan, soba, mangal gibi eşyalar yapılmaktadır. Kaybolmaya yüz tutan telkâri isçiliğinin yurt dışında da tanıtım çalışmaları başlamıştır. Telkârideki motifler, tabiatın Türk-İslam düşüncesi ile yorumlanışını ve Türk zevkini aksettirir. Beypazarı’nın takıda sembolü "tılsım" dır. Tılsım, giremesinin etrafı gümüşle süslenir, kolye olarak takılır. M.S.VI.yüzyıla kadar Lagania olan Beypazarı’nın adı bu tarihten sonra değişmiştir. M.S. 491-518 yılları arasında hüküm süren Bizans imparatoru Anastasios’un o dönemlerde piskoposluk merkezi olan Lagania’ yı ziyaretine atfen şehrin adı, “Lagania-Anastasiopolis” ( Anastasios'un kenti ) olarak değiştirilmiştir. Osmanlı Devleti’nin toprak rejimi ve askeri sisteminin bel kemiğini oluşturan Anadolu Sipahi Merkezleri’nden birisi olan Beypazarı; yöredeki Sipahi Beyi’ne ve ticari, ekonomik hayatın yoğunluğuna dayanarak Beğ Bazarı diye isimlendirilmiştir. İlçenin tarihi, Hitit ve Friglere kadar uzanmaktadır. Beypazarı ve çevresinde zaman zaman toprak altından çıkan buluntular, sikke ve kalıntılar üzerinde yapılan araştırma ve incelemeler sonucunda, ilçe ve çevresinde sıra ile Hititler, Frigler, Galatlar, Romalılar, Selçuklular ve Osmanlılar’ın egemen oldukları anlaşılmaktadır. Beypazarı, Roma döneminde, İstanbul’u Ankara ve Bağdat’a bağlayan önemli büyük tarihi geçit yolları üzerinde bulunmaktadır. Türklerin Sultan Alparslan komutasında Anadolu’ya girmesinden kısa bir süre sonra Marmara’ya ulaşmaları ile Beypazarı da ilk Türk akıncıları ile karşılaşmıştır. Selçuklu yönetimindeki Beypazarı, konum itibarı ile sık sık göç eden Türkmen boylarının yerleştiği yerlerden biri olmuştur. Bu boylardan en önemlisi Kayı boyudur. Anadolu Selçuklularının kendilerine yurt olarak yer gösterdiği bu Türk boyu, Gazi Gündüzalp yönetiminde ilk önce Ankara civarına yerleşmiştir. Ayrıca Maraş ve Adana yöresinde yaşayan Ramazanoğulları ve onların yanı sıra Eşrefoğulları ile Dulkadiroğulları da buraya yerleşmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Bey’in dedesi Gazi Gündüzalp’in mezarının Beypazarı’nın Hırkatepe köyünde olduğu bilinmektedir. Selçuklular döneminde Beypazarı, İstanbul-Bağdat yolu üzerinde önemli bir ticaret merkezi olmuştur. Beypazarı, Orhan Bey’in Ankara’yı alması ile Hüdavendigar (Bursa) Sancağı’na bağlı bir nahiye, sonrada kaza merkezi olarak Osmanlı yönetimine geçmiştir. Tanzimatın ilânından sonra Ankara'ya bağlı bir kaza konumuna getirilmiştir (1868). Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde Beypazarı’ndan da söz etmiştir: " İlk kurucusunu bilmiyorum. Fakat ilk fatihi Kütahya beylerinden Germiyanoğlu Yakup Şah’ın veziri Dinar Hezar’dır. Onun için şehre “Germiyan Hezar” da derler. Haftada bir gün güzel süslü bir pazar kurulup, bütün kıymetli eşyalar bulunur. Halkının uğraşları tiftik keçisi olduğundan, pazarında sof çok satılır. Müşterisi vardır. Senede bin kantar sof ipliği satılır. Sofu olmaz fakat güzel mümeyyizi olur. Pazarına her hafta etraf köylerinden 10 bin insan toplanır. Şehir Anadolu toprağından Engürü sancağı hududunda olup, İstanbul’da kim Şeyhülislam olursa ona has olur. Padişah hasından ayrılmadır. Müftü tarafından hakimi subaşısıdır. 150 akçelik kazadır. Senelik kadısına yedi kese gelir getirir. Damga emini, Sipahi Kethüda yeri ve Yeniçeri Serdarı vardır. Fakat kale ağası ve neferi yoktur. Kalesi bir dere içinde olup, iki tarafı balık sırtı gibi kaya üzerindedir. Genişliğini bilmiyorum. Aşağıda şehir iki geniş dere içinde olup 20 mahalle 41 mihraptır. Fakat öyle mükellef camileri yoktur. Çarşı içinde cami güzeldir (Paşa Camii). Hepsi 3060 tane iki katlı evleri vardır. Duvarları kerpiçtendir. Yüzeyleri tahta ile kaplıdır. Medrese Darulhadis ve Darulkurrası vardır. Çünkü talebe bilginleri çoktur. Medreseleri kargir değildir. 70 adet çocuk mektebi vardır. Çocukları gayet temiz ve olgun olup, 700’ ün üzerinde hafızı vardır. Bir Şeyhülislamı var ki; bütün bilginler onunla ilmi tartışmaya girmekten acizdirler. Nakibüleşrafı fadıl değil fakat, gayet cömert bir kimsedir. Halkının çoğu bilginlerdir. Hepsi renk renk sof giyerler. Türk şehri olduğundan halkı Oğuz taifesidir. Yani Türk kavmi demenin güzel bir ifadesidir. Yedi tane hanı vardır. Çarşı içindeki güzel bir han yanmıştır. Hamamları, 600 dükkanı vardır. Çarşıda kasaplar içinden akan dere kenarında hafta pazarı olur. Dere burada şehrin aşağı tarafından akarak bir nehir vasıtası ile Sakarya’ya dökülür. Şehir yüksek yerde olduğundan caddeleri kumsalca ve kaldırımsızdır. Halkı garipsever ve cömert kişilerdir. Kadınları gayet edepli ve akıllı olurlar. Bağ ve bahçesi çoktur. Bostanlarından bir çeşit kavun olur ki lezzetinden adamın damağı yarılır. Misk ve hamamber gibi kokusu vardır. Şehir halkının çoğu bu kavundan zerde pişirir. İçine tarçın ve karanfil korlar. Muaviye’nin icat ettiği zerdeden tatlı bir zerde olur. Bir çeşit yeşil armudu olup, yuvarlak olduğu gibi dördü beşi de bir okka gelir. Gayet hoş ve suludur. İstanbul’a nice bin kutu armudu pamuklar içinde hediye gider. Bu armudun eşini acem diyarından başka yerde görmedim. Bir çeşit siyah arpası olur ki, gayet yağlıdır. Ata çok vermekten çekinilmelidir. Sahrasında pirinci olur ki, gayet pişkindir. Velhasıl etrafı geniş, eşyası ucuz ünlü bir şehirdir. Şeyh İvaz dede adında bir de türbesi vardır." Ankara sivil mimari örneklerinin en iyi korunanları da Beypazarı'nda karşımıza çıkmaktadır. Bunlar çoğunlukla iki ve üç katlı, cumbalı,sofalı mimari örneklerdir. Beypazarı XIX.yüzyıldan sonra yedi büyük yangın geçirmiş, bu yüzden de 200 yılı aşkın tarihi olan evlerinin büyük bir kısmı yanmıştır. Ancak bu evlerin çoğu Safranbolu'dan getirilen ustaların yardımı ile orijinallerine uygun bir şekilde yenilenmiştir. Bu evlerin en büyük özelliği sert zemine oturtulmaları ve toprak içerisine oyularak mahzenler yapılmasıdır. Bu mahzenler soğuk hava deposu olarak kullanılmıştır. Beypazarı'nın en büyük konağı olan Çayıroğulları'na ait 40 odalı 4 katlı konak 1969'da bir okul yapılmak üzere yıkılmıştır. İlçenin diğer tarihi evi olan Limoncuoğlu Konağı ise Ankara Gazi Üniversitesi tarafından restore edilmektedir. Beypazarı’nda günümüze gelebilen tarihi eserler; Akşemseddin Camisi Cami-i Kebir (Ulu Cami- Alaaddin Camisi) Kurşunlu Camisi Nasuh Paşa Hanı (Sulu Han) Boğzakesen Kümbeti Rüstem Paşa Hamamı Gazi Gündüzalp Türbesi (Kırka Tepe) Kara Davut Türbesi (Kuyumcu tekkesi) Karacaahmet Türbesi ‘dir. Tarihçesi Beypazarı Ankara'nın 100 Km batısında, eski Ankara-İstanbul yolu üzerinde bulunmaktadır. Geçmişte olduğu gibi bugün de Ayaş, Güdül, Nallıhan ve Kıbrıscık İlçelerinin ortasında sosyal, kültürel ve ekonomik merkez olma özelliğini korumaktadır. Anadolu'nun tarihi seyrine baktığımızda, Beypazarı ilçesine ilk çağda HİTİT, FRİG, GALAT, ROMA, BİZANS, daha sonra da ANADOLU SELÇUKLU ve OSMANLILAR'ın egemen oldukları görülmektedir. Beypazarı, Roma döneminde, İstanbul'u Ankara ve Bağdat'a bağlayan önemli büyük tarihi geçit yolları üzerinde bulunmaktadır. İlk adı LAGANİA'dır. Bilge UMAR ‘ın Türkiye'deki “Tarihsel Adlar” adlı kitabında Lagania' nın anlatımı yapılmış ve ‘Kaya Doruğu Ülkesi' anlamına geldiği sonucuna varılmıştır. M.S. 6.yy' a kadar adı Lagania olan Beypazarı'nın adı bu tarihten sonra değişmiştir. M.S. 491-518 yılları arasında hüküm süren Doğu Roma (Bizans) imparatoru Anastasios'un o dönemlerde piskoposluk merkezi olan Lagania' yı ziyaretine atfen şehrin adı, “Lagania-Anastasiopolis” ( ANASTASİOS kenti ) olarak değişiyor. Türklerin Sultan Alparslan komutasında Anadolu'ya girmesinden kısa bir süre sonra Marmara'ya ulaşmaları ile Beypazarı da ilk Türk akıncıları ile karşılaşmıştır. Selçuklu yönetimindeki Beypazarı, konum itibarı ile sık sık göç eden Türkmen boylarına yurt olmuştur. Bu boylardan en önemlisi Kayı boyudur. Selçuklu Sultanlığı'nın kendilerine yurt olarak yer gösterdiği bu Türk boyu, Gazi Gündüzalp yönetiminde ilk önce Ankara civarına yerleşmiştir. Osmanlı Devleti'nin kurucusu olan Osman Bey'in dedesi Gazi Gündüzalp'in mezarının Beypazarı'nın Hırkatepe köyünde olduğu bilinmektedir. Selçuklular döneminde Beypazarı, İstanbul-Bağdat yolu üzerinde önemli bir ticaret merkezi olmuştur. Beypazarı, Orhan Bey'in Ankara'yı alması ile Hüdavendigar (Bursa) Sancağı'na bağlanarak Osmanlı yönetimine geçmiştir. Beypazarı 1868 yılından itibaren siyasi yönetiminde yer değişikliği ile Ankara'ya bağlı bir kaza olarak önemini sürdürmüştür. Osmanlı Devleti'nin toprak rejimi ve askeri sisteminin bel kemiğini oluşturan Tımarlı (Anadolu) Sipahi Merkezleri'nden birisi olan Beypazarı; yöredeki Sipahi Beyi'ne ve ticari, ekonomik hayatın yoğunluğuna istinaden BEĞ BAZARI diye adlandırılmıştır. EVLİYA ÇELEBİNİN SEYAHATNAMESİNDE BEYPAZARI Evliya Çelebi, Seyahatnamesi'nde (Hicri 1058 Miladi 1638) Beypazarı'ndan şöyle bahseder: " İlk kurucusunu bilmiyorum. Fakat ilk fatihi Kütahya beylerinden Germiyanoğlu Yakup Şah'ın veziri Dinar Hezar'dır. Onun için şehre “Germiyan Hezar” da derler. Haftada bir gün güzel süslü bir pazar kurulup, bütün kıymetli eşyalar bulunur. Halkının uğraşları tiftik keçisi olduğundan, pazarında sof çok satılır. Müşterisi vardır. Senede bin kantar sof ipliği satılır. Sofu olmaz fakat güzel mümeyyizi olur. Pazarına her hafta etraf köylerinden 10 bin insan toplanır. Şehir Anadolu toprağından Engürü sancağı hududunda olup, İstanbul'da kim Şeyhülislam olursa ona has olur. Padişah hasından ayrılmadır. Müftü tarafından hakimi subaşısıdır. 150 akçelik kazadır. Senelik kadısına yedi kese gelir getirir. Damga emini, Sipahi Kethüda yeri ve Yeniçeri Serdarı vardır. Fakat kale ağası ve neferi yoktur. Kalesi bir dere içinde olup, iki tarafı balık sırtı gibi kaya üzerindedir. Genişliğini bilmiyorum. Aşağıda şehir iki geniş dere içinde olup 20 mahalle 41 mihraptır. Fakat öyle mükellef camileri yoktur. Çarşı içinde cami güzeldir (Paşa Camii). Hepsi 3060 tane iki katlı evleri vardır. Duvarları kerpiçtendir. Yüzeyleri tahta ile kaplıdır. Medrese Darulhadis ve Darulkurrası vardır. Çünkü talebe bilginleri çoktur. Medreseleri kargir değildir. 70 adet çocuk mektebi vardır. Çocukları gayet temiz ve olgun olup, 700' ün üzerinde hafızı vardır. Bir Şeyhülislamı var ki; bütün bilginler onunla ilmi tartışmaya girmekten acizdirler. Nakibüleşrafı fadıl değil fakat, gayet cömert bir kimsedir. Halkının çoğu bilginlerdir. Hepsi renk renk sof giyerler. Türk şehri olduğundan halkı Oğuz taifesidir. Yani Türk kavmi demenin güzel bir ifadesidir. Yedi tane hanı vardır. Çarşı içindeki güzel bir han yanmıştır. Hamamları, 600 dükkanı vardır. Çarşıda kasaplar içinden akan dere kenarında hafta pazarı olur. Dere burada şehrin aşağı tarafından akarak bir nehir vasıtası ile Sakarya'ya dökülür. Şehir yüksek yerde olduğundan caddeleri kumsalca ve kaldırımsızdır. Halkı garipsever ve cömert kişilerdir. Kadınları gayet edepli ve akıllı olurlar. Bağ ve bahçesi çoktur. Bostanlarından bir çeşit kavun olur ki lezzetinden adamın damağı yarılır. Misk ve hamamber gibi kokusu vardır. Şehir halkının çoğu bu kavundan zerde pişirir. İçine tarçın ve karanfil korlar. Muaviye'nin icat ettiği zerdeden tatlı bir zerde olur. Bir çeşit yeşil armudu olup, yuvarlak olduğu gibi dördü beşi de bir okka gelir. Gayet hoş ve suludur. İstanbul'a nice bin kutu armudu pamuklar içinde hediye gider. Bu armudun eşini acem diyarından başka yerde görmedim. Bir çeşit siyah arpası olur ki, gayet yağlıdır. Ata çok vermekten çekinilmelidir. Sahrasında pirinci olur ki, gayet pişkindir. Velhasıl etrafı geniş, eşyası ucuz ünlü bir şehirdir. Şeyh İvaz dede adında bir de türbesi vardır." Tarihi Camileri Camii Kebir (Sultan Alaeddin Camisi) Beypazarı Cumhuriyet Mahallesi Çınar Sokağı’nda bulunan caminin Selçuklu Sultanı Alaeddin tarafından yaptırıldığı ileri sürülüyorsa da mimari üslubu XV-XVI.yüzyılda yapıldığını göstermektedir. Büyük olasılıkla bu caminin bulunduğu yerde Selçuklu dönemine ait bir başka cami bulunuyordu. Cami dikdörtgen planlı olup, üzeri kırma ahşap çatı ile örtülüdür. Onarım geçiren caminin doğu duvarı orijinal olarak günümüze ulaşmıştır. Taş duvarlı, hatıllı tuğla duvar örgüsüne sahiptir. Kuzeybatı köşesine minare yerleştirilmiştir. Minarenin gövdesi tuğla, şerefesi taştandır. Kurşunlu Cami (Evsat Hoca Nazır) Beypazarı’nın en tanınmış eseri olan Kurşunlu Cami kitabesinden öğrenildiğine göre 1684 tarihinde yapılmış, yangın geçirmiş ve 1882 de Hacı Latif tarafından onarılmıştır. Caminin XVII.yüzyılda sadrazamlık yapmış olan Nasuh Paşa tarafından yaptırıldığı söylenmekte ise de bu iddia kesinlik kazanamamıştır. Cami dikdörtgen planlıdır.İbadet yeri 22.50 x 22.50 m ölçüsündedir. Arazinin meyilli oluşundan ötürü mihrap cephesi diğer bölümlerden daha yüksektir. Klasik Osmanlı Mimari üslubundaki cami kesme taştan yapılmıştır. Üzeri sekizgen kasnaklı bir kubbe ile örtülüdür. Gezilecek Yerleri Hıdırlık Tepesi Beypazarı'nı ziyaret edenlerin ilk uğrak yeri, şehrin tüm güzelliklerini bir arada görebildikleri Hıdırlık Tepesi'dir. İlçenin tüm bölgelerine hakim olan tepeden tarihi konakların ve doğal güzelliklerin ön plana çıktığı şehir dokusunu tüm ayrıntılarıyla seyredebilirsiniz. Alaattin Sokak Restorasyonu tamamlanmış ve hizmete açılmış bir çok Tarihi Konağı barındıran Alaattin Sokak; yöresel ürünlerin satıldığı stantların kurulduğu şehrin en gözde mekanı. Beypazarılı ev hanımlarının el emeği ürünleri tadarak alışverişinizi yaparken sohbet etme fırsatı da bulabilirsiniz. İnözü Vadisi Beypazarı'nın kuzeyinde yer alan İnözü Vadisi; doğal bitki örtüsü ve kültürel kalıntıları ile oldukça zengin bir görünüme sahiptir. İnözü Çayı'nın aşındırıcı etkisiyle iki tarafı balık sırtı görünümünde yükselen dik kayalardan oluşan Vadi; doğa sporlarını sevenler için eşsiz güzellikler barındırmaktadır. Kültür Evi ( Müze ) Nurettin Karaoğuz tarafından bağışlanan konak, 1996 yılından itibaren “Beypazarı Tarih ve Kültür Evi” olarak kullanılmaktadır. Beypazarı kültürünü yansıtan eserlerin, kıymetli madenlerin, antika eşyaların ve Beypazarı tarihine ışık tutan tarihi belgelerin sergilendiği Kültür Evi; görülmeye değer bir Beypazarı mirası. Halk Evi Restorasyonu tamamlandıktan seminerler ve çeşitli organizasyonlar için kullanılan Halk Evi; ilk açıldığı 1938 yılındaki amaçlara hizmet etmektedir. Hafta sonları siyah beyaz Beypazarı fotoğraflarının sergilendiği Halk Evi'ni mutlaka ziyaret etmelisiniz. Yaşayan Müze (Abbaszade Konağı) Abbaszade Konağı; 19. yüzyılda yapımına başlanılan ve iki yıl içerisinde tamamlanan yan yana iki konaktan birisidir. Osmanlı döneminin mimari yapısını yansıtan Konak; Beypazarı Belediyesi tarafından restore edilerek “Yaşayan Müze” olarak ziyarete açılmıştır. Müzede ziyaretçiler tarihi eşyaları görebildikleri gibi ayrıca; ebru sanatı, ıhlamur baskısı gibi kültürümüze özgü sanatları uygulamalı olarak deneme fırsatı da bulabilirsiniz. Gümüş Mağazaları Beypazarı'nın en önemli simgelerinden birisi olan Telkari Gümüş İşlemeciliği'nin birbirinden güzel el işi takılarını bulabileceğiniz gümüş mağazaları özellikle bayanların ilgi odağı. Belediye binasında bulunan Gümüşçüler Çarşısı'nın yanı sıra şehir merkezinde de bir çok gümüş mağazası bulabilirsiniz. Hıdırlık Tepesi'nden, tarihi dokuyu koruyan Beypazarı manzarası
  11. _asi_

    Ankara - Bala

    BALA Ankara’nın güneyinde yer alan Bala ilçesi, Kırşehir iline bağlı Kaman ilçesi Kırıkkale ili Karakeçili ilçesi Ankara iline bağlı Elmadağ, Çankaya, Gölbaşı, Haymana, Şereflikoçhisar ve Konya ili Kulu ilçeleri ile çevrilmiş geniş ve düz bir araziye sahiptir. İlçe, Ankara ilinin yüksek yaylalarından biri olan Kartal yaylası üzerinde 700 metreden başlayan Kartal yaylasının 1.310 m. yükseklikteki kısmında kurulmuştur. Bala’nın geniş ovaları olmamakla birlikte arazisi tarıma elverişli topraklardan oluşmaktadır. Bala ilçesinin en önemli yüksek dağları Küre Dağı, Paşa Dağı, dede Dağı, Kartal Dağı ve Beynam Dağıdır. Bala ilçesinin en önemli akarsuyu Kızılırmak ile Elmadağ’ından doğup Kızılırmağa karışan Balaban Çayıdır. Kızılırmak üzerinde bulunan Kesikköprü Barajı hem sulama hem de enerji üreten barajlarımızdandır. Yüzölçümü 2. 530 km2, 2000 Yılı genel Nüfus Sayım sonuçlarına göre; toplam nüfusu 39.714'tür. İlçenin ekonomisi sanayi ve ticarete dayanmaktadır. Ancak, sanayideki büyük yatırımlar yerine küçük çaptaki atölyeler bulunmaktadır. İlçe merkezi dahil 56 yerleşim biriminde yaklaşık olarak tarım alanlarının dağılımında 5.500 çiftçi ailesi mevcut olmakla birlikte ilçe genelinde toplam arazi varlığı 2.321.000 dekar dır. Buğday ve arpa haricinde nadasa bırakılan arazilerin bir bölümüne 2. ürün olarak yağlık ve eğlencelik ayçiçeği, yeşil mercimek, nohut, fasulye, şeker pancarı, kavun ve karpuz ekimi yapılmaktadır. Bala Cami Maketiİlk kurulduğu yıllarda Kartaltepe adını alan Bala ilçesi daha sonraları Sultan II.Abdülhamid'den ötürü Hamidiye adını almıştır. Daha sonraları çevreden gelenlerle nüfusu çoğalan Hamidiye bucak merkezi olmuştur. Bala ilçesi önceleri merkez olan Karaali’ye bağlı iken, 1887 de merkez Karaali’den alınıp Bala’ya verilmiştir. Ankara’nın en eski ilçelerinden birisi olan Bala’nın yüzyıllık bir geçmişi vardır. Bu tarihlerde çok geniş bir araziye sahip olan Bala, Hasanoğlan, Elmadağı gibi yerleşim yerlerini de kendi sınırları içerisinde bulunduruyordu. Bala çevresinde en eski yerleşim yeri Kara Ali adında bir Türk tarafından kurulan Karaali Kasabasıdır. Bala ilçesi sınırlarındaki, ilçeye 35 km uzaklıktaki Beynam Ormanları ve Kesikköprü Barajı Balâ ilçesinin olduğu kadar Ankara’nın da önemli mesire yerlerindendir. Burası genellikle çam ormanlarıyla kaplıdır.
  12. _asi_

    Ankara - Ayaş

    AYAŞ İç Anadolu Bölgesi'nde, Ankara İline bağlı bir ilçe olan Ayaş, doğusunda Sincan ve Kazan, batısında Beypazarı, kuzeyinde Güdül ve Kızılcahamam, güneyinde Polatlı ilçeleriyle çevrilidir. Ankara’nın 58 km. kuzeybatısında ve engebeli bir arazi yapısına sahip olan ilçenin Denizden yüksekliği 910 metre, yüz ölçümü 1158 km2, 2000 Yılı genel Nüfus Sayım sonuçlarına göre; toplam nüfusu 21.239'dur. İlçenin ekonomisi tarım ve besi hayvancılığına dayalıdır. Ayaş dutu, kirazı ve domatesi özellikle aranır. Yetiştirilen tarımsal ürünlerin en önemlisi şeker pancarı olup, modern yöntemlerle tarım yapılmaktadır. Ayaş, Ankara keçisinin en önemli üretim alanlarından biridir. Ayaş, cezaeviyle de ünlüdür. Ayrıca Ayaş Kaplıcaları ve Karakaya kaplıcası oldukça ünlüdür. Kaplıcalar; Ayaş’a 23 kilometre uzaklıkta, Ayaş-Beypazarı yolunun 5 kilometre kadar içesindedir. Kaplıca suyunun sıcaklık derecesi 51 derece’ de 15 lt/sn, toplam mineraliz 410 mg/lt, Radyoaktivitesi 38 ş/Avp’ dir. İçme olarak kullanıldığında mide-barsak, karaciğer, safra kesesi ve metabolizma hastalıklarına iyi gelmektedir. Kaplıcalar 1000 yatak kapasitesine sahiptir. Tedavi amacıyla kullanılan kaplıca, otellerin dışında halka açık iki havuzu, dört özel banyosu, içme tesisleri ve Fizik Tedavi Enstitüsü’nün yanında lokantası, gazinosu bulunmaktadır. Ayaş'ın ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu bilinmemekle birlikte; adının bir Türk oymağından geldiği sanılmaktadır.Ayaş, Türkçe bir isim olup, parlak aydınlık gece anlamına gelmektedir. Ayaş Oymağı, Oğuz Türklerinin Bozok kolu, Gün Han Oğulları, Bayat Boyu, Barak Obası’na bağlı bir oymaktır. Osmanlı Devletinde, Ayaş adına ilk defa 1462 tarihli ve 9 numaralı Vakıf kayıtlarında rastlanmaktadır. 1073 yılında, Doğu ile Batı ülkelerinin çeşitli merkezlerini birbirine bağlayan yol üzerindeki beş büyük piskoposluk merkezinden biri olan Mnizos’u fetheden Selçuklu Ordusu, buraya Ayas oymağını yerleştirmiştir. Hem savunmasının kolay olması hem de şifalı suları nedeniyle Karakaya mevkiine yerleşen Selçuklular, burada bir kale ile kaplıca inşa etmişlerdir. Bin yıldan beri insanlığa şifa dağıtan Karakaya Kaplıcasının yanında ayrıca Kırkevler adı verilen ve halen harabe halinde bulunan Osmanlı dönemine ait bir Ayan binası bulunmaktadır.1644 - 1682 yılları arasında yaşamış olan büyük Türk gezgini Evliya Çelebi, Ayaş’a da uğramış ve Seyahatnamesinde Ayaş'tan söz etmiştir: "Ayaş, Engürü sancağı hâkinde Harameyn evkâfıdır. Darüssaade ağası tarafından zaptolunur, yüzelli akçeli kazadır. Kalesi haraptır. Kethüda yeri vardır. Bin hane, on mihrabdır. Çarşı içindeki cami ve mescid ve han ve hamamları, hünkar hamamı, sûk-i muhtasarı müferrihtir. Cabeca bağ ve bahçesi vardır. Lâkin dere ve tepeli yerde vâki olmakla havası sakiledir. Amma şehri mamur ve cevanib-i erbaası bayırlıdır. emirdede ziyaretiyle, karşı batı tarafındaki dağ üzerinde Şeyh Buhari ziyareti vardır". Ayaş ve çevresinde yapılan arkeolojik kazılar sonunda, Frig dönemine ait tanrı heykeli, kadın heykeli, mitoloji tanrılarından Dionysos, bir Hitit mührü, antik sikkeler, ağırşak, Prehistorik devir öğütme aleti ve el baltası, Roma, Helenistik, Frig, Kalkolitik Çağa ait kaplar, kırılmış bir Hitit Phyton’u ve hayvan heykelcikleri bulunmuştur. Ayrıca yöredeki höyüklerde öellikle Tekke Köyü’nde Gordion’dakilerin benzeri öğütme taşı , Gökçebağ Köyü’nde Galatlara ait kale kalıntıları, Ayaş, Hisartepe, Örenciktepe ve Bayram Köyü’nde Roma İmparatoru Diocletionus ve Maximianus dönemine ait kalıntılarla karşılaşılmıştır. Roma dönemine ait keramikler, Ilıca Köyü’nde menhirler, küp mezarlar da yöredeki diğer buluntulardır. Bunların yanı sıra 6-10 milyon yıl öncesine ait hayvan fosilleri de ortaya çıkmış ve koruma altına alınmıştır. Ayaş yöresinde hüküm süren selçuklulara ait kale kalıntıları ve kaplıcaların yanı sıra Osmanlı eserleri bulunmaktadır. Bunlardan bazıları: Ulu Cami (Eski Cami) Killik Camisi Bünyamin Camisi ve Türbesi Aktaş Mescidi Paşa Hamamı 'dır. Ayrıca Ayaş'ın sivil mimari örnekleri de önemli olup,bunlardan 3 tanesi Kültür Bakanlığınca kamulaştırılarak müze ve kültür evi olarak değerlendirilecektir. Tarihi Camiler Bünyamın Cami ve Türbesi Bünyamin Cami’sinin kitabesi olmadığından yapım tarihi kesinlik kazanmamıştır. Bununla beraber yapı üslubundan XVI.yüzyıl başında yapıldığı sanılmaktadır. Caminin banisi olan Şeyh Bünyamin Hacı Bayram Veli’nin ölümünden sonra 1429’da kurulan Melamilik tarikatına intisap etmiştir. Cami, dikdörtgen planlı ve fevkani olarak yapılmıştır. Bugün doğu tarafında sonradan açıldığı sanılan bir kapıdan içerisine girilmektedir. Arazi konumundan ötürü caminin batı yönü daha yüksektir. Batıda yüksek bir kaide üzerinde minare yer almaktadır. Cami, üçerli iki sıralı ağaç direk ile mihraba dik üç nefe ayrılmıştır. Orta nef diğerlerinden daha yüksektir. Kuzeydoğu köşesinde camiye bitişik olarak Şeyh Bünyamin’in basit türbesi bulunmaktadır.Türbeye cami içerisindeki bir kapıdan girilmektedir. Türbenin hacet penceresi üzerinde Şeyh Bünyamin’in türbesi olduğu belirtilmişse de ölüm tarihi yazılı değildir. Killik Camisi Ayaş Hacı Veli Mahallesinde yer alan Killik Camisi’nin kitabesine göre Elhaç Veli Bin Hızır tarafından 1560 yılında yaptırılmıştır. Dikdörtgen planlı cami moloz taştan derzli olarak yapılmıştır. Ayrıca ağaç hatıllarda takviye edilmiştir. Kuzey cephesi dışında ağaç hatıllı ikişer pencere ile aydınlatılmıştır. Orijinalinde toprak damlı olan caminin üzeri bugün kırma çatı ile örtülmüştür. Caminin kuzeydoğu köşesine beden duvarları üzerine ahşap minaresi XX.yüzyılın başında yapılmıştır. İbadet mekanı iki sıra halinde dörder ahşap sütunla üç nefe bölünmüştür. Kıble duvarındaki alçı mihrap tavana kadar yükselmektedir. Aktaş Mesçidi Ayaş Hacı Memi Mahallesinde bulunan Aktaş Mescidi’nin XVI.yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır. Banisi belli değildir. Dikdörtgen planlı cami moloz taş duvarlı, kiremit çatılıdır. İbadet mekanı mihraba dik iki ahşap sütun sırası ile üç nefe ayrılmıştır. Kıble duvarındaki alçı mihrap Ankara yöresindeki camilerin çoğunda görülen alçak kabartmalıdır. Ulu Cami Ayaş Belediye Meydan’ındaki Ayaş Ulu Camisi Ayaş’ın en eski ve büyük camisidir. Kitabesi olmadığından yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır. Bununla beraber XV.yüzyıl eseri olduğu yapı tarzından anlaşılmaktadır. Dikdörtgen planlı cami moloz taştan yapılmış olup, üzeri kırma çatı ile örtülmüştür.İbadet mekanı üçer ahşap sütun ile üç nefe ayrılmıştır. Orta nef diğerlerinden biraz daha yüksektir. İçerisi kıble duvarında altlı üstlü ikişer, doğu ve batı yönü de altta üçer, üstte ikişer pencere ile aydınlatılmıştır. Mihrap dışa doğru çıkıntılı olup, Ankara camilerinin çoğunda olduğu gibi ahşaptandır. Caminin en dikkati çeken yanı ahşap minberidir. XV.yüzyıl ahşap minberlerinin bir örneği olup kündekari tekniği burada uygulanmıştır. Caminin doğu duvarında kesme taştan minaresi bulunmaktadır. Şeyh Muhittin Camisi Ayaş Camii Atik Mahallesi’ndeki Şeyh Muhittin Camisi’nin yapım tarihi bilinmemektedir. Dikdörtgen planlı cami taş temelli, kerpiç duvarlı ahşap çatılıdır. Kuzey doğu köşesinde ana duvarları üzerinde ahşap minaresi bulunmaktadır.l968 yılında buraya ikinci bir minare yapılmıştır. Cami basit bir yapı olmasına karşılık alçı mihrabı dikkat çekicidir. Ankara camilerinin çoğunda olduğu gibi mihrap yüzeyinde alçak kabartma halinde geometrik geçmelerden oluşan bir bezemeye yer verilmiştir. Sinanlı Köyü Ulu Camisi Ayaş’ın 5 km .uzağında bulunan Sinanlı Köyü Ulu Camisini 1547 yılında El Hac Sinan Bin Hacı Osman yaptırmıştır. Dikdörtgen planlı, 1648 x13.04 m. ölçüsündeki cami, mihrap duvarına dik ağaç direklerle beş nefe ayrılmıştır. Oldukça yüksek duvarlı yapının üzeri kırma çatı ile örtülüdür. Cami ilk yapıldığında üzerinin toprak olduğu bazı izlerden anlaşılmaktadır. Kuzey kısmının tamamını ahşap mahfil kaplamaktadır. Mihrap onarım görmüş ve özelliğini yitirmiştir. Tarihçesi Arkeolojik kazılardan ve M.T.A. tarafından yapılan incelemelerden anlaşılmaktadır ki; Ayaş’ta tarihi devirler MÖ.2000 yıllarında Hititler ile başlamaktadır. Kazılar ve incelemeler sonucunda bulunan küp mezarlar, Hitit, Frig ve Helenistik devirlere ait seramikler, Çivi yazıları ve Hiyeroglifler bunun bir göstergesidir. Roma ve Bizans devirlerine ait paralar, Roma seramikleri, tarihi Roma hamamı Ayaş’ın tarihi zenginliğini bize anlatmaktadır. 1071 Malazgirt savaşı sonrası Oğuz Türklerinin Ayaş oymağı ilçeye yerleşmiş ve parlak, aydınlık gece anlamına gelen AYAŞ ilçeye ismini vermiştir. Selçuklu döneminde ilçede inşa edilen kale ve kaplıca bin yıldan beridir insanlığa şifa dağıtmaktadır. Doğu ve batı ülkelerini birbirine bağlayan tarihi İpek yolu üzerinde bulunan Ayaş birçok medeniyete beşiklik etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde de önemini yitirmeden günümüze gelmiş tarihi bir dokuya sahiptir. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesine hanları, hamamları, çeşmeleri, camileri, bağ ve bahçeleri ile konu olmuştur. Ayaş; Osmanlı İmparatorluğu zamanında coğrafi ve idari durumunun kendine sağaldığı imkânlardan faydalanarak ekonomik, kültürel ve sosyal yönlerden hissedilebilir bir gelişme kaydetmiş ve bunun sonucu olarak da, ilimde, sanatta ve devlet idaresinde önemli kişiler yetiştirmiştir. Ayaş’tan yetişen Bünyami-i Ayaşi, Vezir-i Azam Nişancı İsmail Paşa, Hekim Şaban Şifai, Seyit İsmail Paşa, Es’ad Muhlis Paşa, Muallim Şakir Efendi ve Sadullah Paşa gibi vezirler ve büyükelçiler Osmanlı İmparatorluğunun önemli isimlerindendir. Bu özelliğini yitirmeyen Ayaş Cumhuriyet döneminde de Başkent’in bürokrat düzeyini oluşturmakta ve Eğitim-Öğretime verdiği hassasiyeti günümüzde de göstermektedir.
  13. _asi_

    Ankara - Altındağ

    ALTINDAĞ İç Anadolu Bölgesi'nde, Ankara İline bağlı bir ilçe olan Altındağ, Ankara Ovası, Çubuk ve Mürtet Ovaları arasındaki engebeli arazide kurulmuştur. Kuzeyde Çubuk, batıda Keçiören ve Yenimahalle, güneyde Çankaya ve Mamak, doğuda ise Elmadağ ilçeleri ile çevrilidir. İlçe, Keçiören, Yenimahalle ve Çankaya ilçelerine doğru düz, Mamak ve Çubuk yönünde ise orta yükseklikte tepelerden oluşan bir arazi yapısına sahiptir. Hıdırlıktepe, Karyağdı Dağı ve Ankara Ovası ilçemiz sınırlarındadır. Çubuk Çayı üzerinde kurulan Çubuk Barajı Altındağ’ı kuzey ve güney yönünden ikiye bölmektedir. Deniz seviyesinden yüksekliği 850 m. olan ilçenin yüzölçümü 170 km2 olup, 2000 Yılı genel Nüfus Sayım sonuçlarına göre; toplam nüfusu 407.101'dir. Ankara’nın metropol ilçe merkezlerinin başında gelmektedir. İlçenin gelişimi Ankara ile bağlantılı olmuştur. 13 Ekim 1923 tarihinde Ankara’nın başkent olmasıyla hızlı bir nüfus artışı başlamış ve 1955 yılında Altındağ ilçesi kurulmuş ve 29 Kasım 1983 tarihinde ilçe olarak bugünkü idari yapısına kavuşmuştur. Ankara KalesiAltındağ’ın kuruluşunun, Ankara yöresinde ilk yerleşimin başlamasıyla aynı zamanda olduğu sanılmaktadır. Eski Ankara ile aynı kültürel konuma sahip olan Altındağ'ın 6000 yıllık geçmişi vardır. Bu yüzden de yöre pek çok uygarlıklara sahne olmuştur. Friglerin, Lidyalıların, M.Ö. 547’de Perslerin, M.Ö.281 yılında da Galatların egemenliğine giren yöre, MÖ.25 yılında Romalıların eline geçmiştir. Bunu Bizans, Selçulu ve Osmanlı dönemleri izlemiştir. Bu nedenle de Altındağ'da Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait eserler bulunmaktadır. Bizans döneminde yapılmış Julianus Sütunu, Augustus Tapınağı, Roma Hamamı, Galatlar tarafından yapıldığı sanılan tarihi Ankara Kalesi bu dönemde yapılan eserlerin başında gelmektedir. Ayrıca Selçuklu dönemine ait pek çok camii, türbe de onları tamamlamaktadır. Ankara'da bir dönem Ahi teşkilatının egemen olduğu görülür. Bu yüzden de Altındağ sınırları içerisinde Ahi Elvan, Ahi Şerafeddin (Aslanhane) gibi önemli camiler yer almaktadır. Hacıbayram Cami, Karacabey Camii, Cenabi Ahmet Paşa Cami gibi Osmanlı dönemi Cami ve türbelerinin yanı sıra XIV. ve XV. yüzyıllara ait pek çok mescit, han, dergah ve bedesten de yine ilçemizin önemli tarihi ve manevi değerlerini oluşturmaktadır. İlk Meclis Binası (Cumhuriyet Müzesi)Altındağ'da Kale civarında Samanpazarı, At Pazarı, Çıkrıkçılar Yokuşu, Koyun Pazarı, Saraçlar Çarşısı gibi önemli ticaret merkezleri bulunmaktadır. Buralarda bakırcılar, hasırcılar, kunduracılar, sobacılar yer almaktadır. Bunların yanı sıra bu pazarların en büyük özelliği; Ankara'ya özgü geleneksel el ürünlerinin satıldığı bu yerlerin tarihi yönden önem taşıyan binalar içerisinde olmalarından kaynaklanmaktadır. Altındağ İlçesinde, Etnoğrafya Müzesi, Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Müzesi, Cumhuriyet Müzesi, Devlet Resim ve Heykel Müzesi, Demiryolları Müzesi, İstiklal Marşı Şairi Mehmet Akif Ersoy’un Müze evi gibi önemli tüm müzeleri yer almaktadır. Ayrıca Ankara Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi gibi önemli kültür merkezleri de burada bulunmaktadır. Bunların yanı sıra Ankara’nın en büyük hastanelerinin hemen hepsi Altındağ sınırları içerisindedir. Ankara Kalesi Tarihçesi Tarihi M.Ö 4000’lere kadar uzanan Ankara, Cumhuriyetin kurulmasıyla başkent olur ve sahip olduğu manevi coğrafyanın üzerine inşa edilerek bu günkü görünümüne ulaşır. Ankara’yı Ankara yapan tüm değerler Altındağ’dadır. Altındağ’ın (Eski Ankara’nın) tarihi, Kale’nin tarihiyle özdeş sayılır, bilinen tarihi paleolitik çağlara kadar uzanıyor. Ancak en aydınlatıcı bulgular Hititler’den öteye gitmiyor. M.Ö. 40OO-1200 yıllarına denk gelen Hititler döneminde Ankara Kalesi'nin İçkale bölümünün yerleşime açık olduğu biliniyor. M.Ö. 547 yılındaki Pers egemenliğinden sonra, M.Ö. 281 yılında Galatlar'ın eline geçen Ankara, bu dönemde kale-kent haline dönüşür. Ankara Kalesi'nin konumu, yapılış şekli, kullanılan taşların özellikleri Galatlar tarafından inşa edildiğini gösteriyor. Ankara, M.Ö. 25 yılında Roma topraklarına katılır, bulunduğu bölgenin başkenti niteliğini kazanır. M.S.1O yılında Hacı Bayram-ı Veli Camii'nin bulunduğu yerde İmparator Augustus adına bir tapınak inşa edilir. Yine bu dönemde İmparator Augustus Yunan şehir devletlerini (polis) örnek alarak Ankara'yı 12 semtten (füle) oluşan serbest bir şehir haline dönüştürür. Ankara, M.S. 395 yılında Roma İmparatorluğu'nun ikiye bölünmesiyle birlikte 1O73 yılına kadar Bizanslıların yönetiminde kalır. 1073'te kent Türkler’in eline geçer; 1143’te Selçuklu Sultanı 1.Mesut, 1169'da da 2. Kılıçarslan tarafından yönetilir. İç Kale'deki Alaaddin Camii, Samanpazarı semtindeki Arslanhane Camii Selçuklu döneminden günümüze kalan önemli eserler. 14. yüzyılda sık sık el değiştiren Ankara; İlhaniler, Eretna Beyligi, Ahiler daha sonra da Osmanlılar’ın egemenliğine girer, 14O2'de de ünlü Ankara Savaşı'na sahne olur Osmanlı döneminde, önce Büyük Anadolu Eyaleti'nin merkezi, sonra da sancak merkezi olan Ankara'da sof yapımı, debbağlık ve kundura üretimi oldukça gelişir, ticaretin gelişmesiyle birlikte birçok han ve bedesten inşa edilir. Cumhuriyetin kurulmasıyla başkent olan Ankara, sahip olduğu tarihi mirasın üzerine inşa edilerek bu günkü görünümüne ulaşır. İlk yerleşim merkezi olmaya başladığı yıllardan itibaren Ankara, Altındağ bölgesinde kurulur ve gelişir. Kalesi, camileri, hanları, hamamları ve evleriyle kale ve civarında yerleşilmiş bir Anadolu kasabasıdır Ankara. Altındağ, mimarinin yanı sıra önemli düşünürlerin, sanat adamlarının izlerini de taşır. Hacı Bayram-ı Veli, Mimar Sinan, Cenab-ı Ahmet Paşa bu önemli düşünürlerden birkaçıdır. Bu düşünürleri Altındağ bölgesi içinde somutlaştıran ve günümüze kadar ulaştıran Hacı Bayram-ı Veli Camii ve Mimar Sinan’ın izlerini taşıyan Cenab-ı Ahmet Paşa Camii en önemli eserlerdendir. Ankara’yı Ankara Yapan Tüm Değerlerler Altındağ’da Altındağ dünyanın en önemli uygarlık müzelerinden olan Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni de içinde barındırıyor. Ayrıca Kurtuluş, Cumhuriyet, Etnografya, Gar gibi diğer önemli müzeler de Altındağ sınırları içinde yer alır. Cumhuriyeti kuran ilk meclis ve Cumhuriyet’in simgesi Zafer Anıtı Altındağ’ın merkezi Ulus’tadır. Yüzyıllardır ayakta kalan 30’a yakın Selçuklu ve Osmanlı dönemi camisi de tüm ihtişamlarıyla kenti süslemeyi sürdürüyor. Sulu Han ticaretiyle, Çengel Han sanayi müzesiyle, Pirinç Han ise kültür ve sanat merkezi olarak Altındağ’a hayat veriyor; Roma Hamamı, Augustus Tapınağı, Julianus Sütunu sizleri Roma ve Bizans İmparatorluklarına doğru mistik bir geziye çıkarmak için bekliyor. Ankara’ya gelen yerli ve yabancı gezginlerin görmeden gidemeyeceği bir yer Altındağ. Kale’ye çıkılır ve Ankara tümüyle kuşbakışı seyredilir. Kültürel ve tarihsel zenginlikleriyle, camileri, kiliseleri ve havrasıyla Altındağ, Anadolu mozaiğinin en zengin örneklerindendir. ALTINDAĞ (ESKİ ANKARA) KRONOLOJİ M.Ö. 8.yy-7.yy - Frigler M.Ö. 7.yy-547 - Lidyalılar M.Ö. 547-331 - Persler M.Ö. 331-278 - Helenistik Dönem M.Ö. 278-189 - Galatlar M.Ö. 189-M.S.395 - Romalılar 1. Bizanslılar 2. Selçuklular 3. Haçlı Orduları 4. Danişmendliler 5. Selçuklular 6. Muhiddin Mesud 7. Rükneddin Süleyman 8. İlhanlılar 9. Bağımsız Ahi Yönetimi 10. Süleyman Paşa kenti Osmanlı topraklarına kattı (Özerklik) 11. Osmanlılara bağlandı 12. Ankara Savaşı 13. Anadolu Eyaleti’nin Sancaklığı 14. Celali İsyanları 15. Mehmed Ali Paşa Orduları İşgal etti 16. Ankara Vilayet Merkezi yapıldı 17. Kıtlık 18. Demiryolu yapımı 19. Büyük Yangın 20. Cumhuriyet
  14. _asi_

    Ankara - Akyurt

    AKYURT İç Anadolu Bölgesi, Ankara sınırları içerisindeki Akyurt İlçesi, geniş ve düzgün bir arazi üzerinde kurulmuştur. İlçenin doğusunda Kalecik, batısında Keçiören, güneybatısında Elmadağ ilçeleri bulunmaktadır. İlçe merkezi Çankırı, Kastamonu, Sinop’u Ankaraya bağlayan Devlet karayolu üzerinde olup, İl merkezine uzaklığı 32 km. dir. İlçenin kuzeyinde Kalecik'e bağlanan yol üzerinde 1250 m. yüksekliğinde Tekeli Dağı, güneyinde 1.415 m. yüksekliğinde Hüseyin Gazi Tepesi, doğusunda da 1.985 m. yüksekliğindeki İdris Dağı bulunmaktadır. Çam, Karayatak, Kızık derelerinin birleşmesinden meydana gelen Ravlı Çayı ilçenin içerisinden geçerek Çubuk çayına karışır. Akış hızı oldukça düzensiz olan bu çay, kış ve bahar aylarında artan su miktarı ile yaz aylarında çevredeki bahçelerin sulanmasını sağlar. Ayrıca Bozca köyünde Gökseki, Örezve Soğukpınar’dan gelen çayların birleşmesiylede büyük bir dere oluşmaktadır. Dağlardan toplanan yağmur ve kar sularıyla kendi kaynağını oluşturan Akyurt Sulama Göleti şehi mekezine 4 km. uzaklıkta ve Karacalar Köy yolu üzerindedir. 1969 yılında Devlet Su İşleri tarafından yapılmış ve kullanımı 1971 yılından itibaren belediyeye devredilmiştir. Yüzölçümü 258 km2, deniz seviyesinden yüksekliği de 960 m.dir. 2000 Yılı genel Nüfus Sayım sonuçlarına göre; toplam nüfusu 18.907'dir. Akyurt, tarım ve hayvancılığın yanı sıra ilçe sınırlarında kurulmuş olan pek çok fabrika ve işletme sayesinde geçim kaynaklarını bulmuş ve pek çok çalışan bu sayede meslek ve sanat sahibi olmuştur. Ayrıca Akyurt ilçesi çevre ilçeler ve Ankara ilinedeki fabrikalar ile iş istihdamı sağlamıştır. İlçenin eski adı Ravlı olup, bu isim 1962 yılında Akyurt olarak değiştirilmiştir. Alka Ravlı sözcüğünün Oğuz Türkçesinde avlu, evli anlamlarında olduğu bu konudaki araştırmacılar tarafından belirtilmiştir. Büyük olasılıkla bunun yurt anlamına geldiği de düşünülebilir. İlçeye bu ismin verilmesinin buradan kaynaklandığı sanılmaktadır. Akyurt'un İlk yerleşimi Ankara yöresi ile birlikte Paleolitik Döneme kadar uzanmaktadır. Balıkhisar Köyü Höyüktepe mevkiinde bulunan höyük ile Elecik Köyü sınırları içinde yer alan Kızıleşik mevkiindeki tümülüste bulunan çanak çömlek parçalarının tarihlendirilmesi sonucunda buradaki yerleşimin MÖ.3000'de başladığını göstermiştir. Ayrıca Balıkhisar Köyü'nün kuzeydoğusunda 1 km.lik mesafede bulunan höyükte Eski Tunç Çağına ait kalıntılarla karşılaşılmıştır. MÖ.3000'e tarihlenen 15 m. yüksekliğinde 200x300 çapındaki höyükte taş temelli kerpiç duvarlı evler, çanak çömlek parçaları ve madeni buluntular ele geçmiştir. Buradaki Kızıleşik tümülüsü Anadolu Medeniyetleri Müzesince 21-23 Eylül 1987 tarihlerinde kazılmış ve Roma dönemine ait koku kapları, altın küpeler, yüzük ve kolye başta olmak üzere çeşitli yaprak ve şerit parçaları, bronz menteşeler, bronz halkalar, çiviler bulunmuştur. MS.I-II.yüzyıllara ait olan bu eserlerin bulunmasından sonra kazı çalışmaları derinleştirilmiş ve tümülüsün örtü toprağı içerisinde MÖ.3000'e ait keramiklerle karşılaşılmıştır. Büyük olasılıkla bu çanak çömlek parçaları yakındaki bir tümülüsten buraya taşınmıştır. Akyurt'ta yapılan kazılarda ortaya çıkan eserler bugün Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesinde sergilenmektedir. Romalılardan sonra bölgeye Galatlar, Bizanslılar, Anadolu Selçukluları ve Danişmendliler hakim olmuştur. XIII.yüzyılın ikinci yarısında Moğol istilasından kaçanlar Ankara yöresine yerleşmiştir. Bununla beraber Kral Yolu'ndan ötürü Akyurt da yöredeki diğer kentler gibi önemini korumuştur. Anadolu Beylikleri döneminde Danışmentli sultanı Gümüş Tigin Ahmet Gani’nin Sivas başkent olmak üzere Malatya, Tokat ve Amasya’ da egemenlik kurmuştur. Ahmet Gani'nin ölümünden sonra oğlu Emirgazi, Ankara, Çankırı'yı kapsayan devletinin sınırlarını Bolu’ya kadar genişletmiştir. Emirgazi’nin ölümünden sonra, II. Kılıçarslan (1178) da bu beyliğin topraklarını Anadolu Selçuklu Devleti sınırları içerisine almıştır. Selçuklu Ordusunun (1243) tarihinde yapılan Kösedağ Meydan Savaşı ile Moğol ordusuna yenilmesinden sonra Moğollar, 150 yıl boyunca Anadolu’ya hakim olmuş, yağmalamış ve maddi kaynaklarından yararlanmıştır. Eskiden Çubuk'a bağlı 16 köy ile Kalecik'e bağlı dört köy 1990'da birleştirilmiş ve merkezi Akyurt olmak üzere ilçe konumuna getirilmiştir. Akyurt'ta yapılan kazılarda ortaya çıkan ve Anadolu Medeniyetleri Müzesine götürülen eserler dışında ilçede, Roma dönemine ait bazı kalıntılar da bulunmaktadır. Bunların arasında mimari parçalar çevre köylerdeki okulların bahçelerinde bulunmaktadır. Tarihçesi İlk yerleşimi Paleolitik Döneme (Yontma Taş Çağı) uzanan Ankara ve güzel ilçesi Akyurt’un iyi bilinen en eski tarihi Eki Tunç Çağı’na (M.Ö.III. Bin) kadar iner. Gerek Balıkhisar köyü Höyüktepe mevkiinde bulunan höyükte, gerekse Elecik köyü sınırları içinde yer alan Kızıleşik Mevkiinde tümülüs üzerinde dolgu toprakta ele geçen çanak çömlek parçalarının tarihlendirilmesi Akyurt sınırları içinde yerleşimin M.Ö. III. bin yılından beri varolduğunu göstermektedir. Balıkhisar köyüne 1 km. uzaklıkta, köyün kuzeydoğusunda yer alan 15 metre yükseklikte 200x300 çapındaki höyükte Eski Tunç Çağında (M.Ö. III. bin)günümüze yerleşim olduğu tespit edilmiştir.eski tunç çağında karşımıza çıkan ilkler arasında; bakır ile kalayın karıştırılarak tunç madeninin elde edilmesi geleneksel Anadolu mimarisini temsil eden taş temelli kerpiç duvarlı konutlar, maden kullanılması, seramik yapımında form olarak zenginlik ve bezeme, madeni kapların taklidi çanak-çömlek yapımı, dönemin sonlarında kullanılmaya başlanan seramik çarkının kullanılmasıdır.Elecik köyü sınırları içinde yer alan Kızıleşik Tümülüsü kazısı Anadolu Medeniyetleri Müzesi Müdürlüğü’nce 21-23 Eylül 1987 tarihleri arasında yapılmıştır.Roma dönemine ait tümülüste ele geçen eserler İmparatorluk Dönemine ait koku kapları, bir çift altın küpe, bir yüzük, bir kolyeye ait 7 muhtelif yaprak ve şerit parçaları, bronz menteşe parçası 4 bronz halka ve döğme tekniği ile yapılmış 3 adet çividir. Mezardan çıkan eserle ve mezarın mimari yapısı M.S. 1.2. yüzyılın özelliklerini taşımaktadır. Ayrıca tümülüsün örtü toprağı içinde M.Ö. III. bine ait çanak çömlek parçaları bulunmuştur. Bu çanak çömlek parçaları tümülüs yakınındaki bir höyükten taşınmış olmalıdır. Akyurt’ta bulunan mermer bir yılan heykeli, Roma dönemine ait olup, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin ‘Çağlar Boyu Ankara’ bölümünde sergilenmektedir.Roma dönemine ait eserler ilçe sınırları içerisinde köylerimizde de hali hazırda mevcut olup, bunun en iyi örneklerini Elecik köyünde ilköğretim okulu bahçesinde ve köy yolunda, Güzelhisar (Kızılhisar) köyü meydanındaki çeşmenin üzerinde de görebilmek mümkündür. Bun dönemin ardından M.Ö. 21’de Galatya (Ankara, Çankırı, Yozgat) yöresi bir Roma eyaleti haline gelince, bu yol güzergahının hemen üzerinde, aynı zamanda ‘Krallar Yolu’ denilen bu yolda Akyurt’ ta, tarih içindeki önemi sürdürmüştür.Daha sonra sonraları Bizanslılar, Anadolu Selçukluları, Danişmendliler arasında el değiştirmiştir.13. yüzyılın ikinci yarısında Moğol akınlarından kaçan çok sayıda esnaf ve zanaatkarın Anadolu’ya göçleri sonucu ekonomik ve toplumsal yaşamda değişiklikler olmuş, Akyurt’ta bulunduğu konumdan dolayı bundan etkilenmiştir. 1071 Malazgirt savaşından sonra Anadolu kapıları Türklere açılmış ve gruplar halinde içerlere doğru akmışlardır.Ankara, Kırşehir, Yozgat, Çorum, Kastamonu, Çankırı ve Eskişehir çevresinde Türk göçlüğünün yoğun olduğu ve bu çevrelerin ilk Türkmenlerce yurt ve otlak olarak kullanıldığı kayıtlardan anlaşılmaktadır. Oğuzeli’ nin, kolları olan bu insanlar, yukarıda bahsi geçen illerimiz ve çevrelerine yerleşirken, Akyurt’ta bunu yoğun olarak yaşayan bir yöre olmuştur. Oğuzhan’ ın, altı oğlundan olma 24 torununun isimlerinden bazı boy adları yörede yaşatılmaktadır. Prof. Dr. Faruk Sümer, Oğuzlar ve Türkmenler adlı kitabında bu konuyu o günün araştırma şartları içerisinde en güzel ve doğru şekliyle oluşturmuş ve kitaplaştırmıştır. Bu eserden özetle aktarılabilecek bilgilerimizde şunlardır: Oğuz: Ok+Uz şeklinde tahlil edilmiştir. Buna göre Ok; boy(kabile) ‘Z’ de cemi adatıdır. Böylece Oğuz sözünün boylar demek olduğu ortaya çıkmaktadır. Ok’ un eski zamandan beri ‘boy’ anlamına geldiği bilinmektedir. Batı-Göktürk Devleti de 10 boya dayanmakta olup, buna 10-Ok denilmekteydi. Oğuzeli iki kola ayrılmakta bunlardan birine Bozok ötekisine de Üç-Ok adı verilmektedir. İki adın Üçok’ tan meydana geldiği bilinmektedir. Bozok’ unda ‘yayı’ ifade ettiği bilinmektedir. Burada yeri gelmişken kısa bir bilgi olarak şunu da sunmak istiyoruz. VI. Yüzyıl Türkçe konuşan el (kavim)’ lerden ancak biri Türk adını taşıyordu. Bu el’ in adı olan Türk (O zamanlar Törük = Türük) sözünün Yörük (Yöremekten) gibi, Törümek mastırından geldiği bilinmektedir. Bu Türk kavmi, adı geçen yüzyılda, Çin Settinden Hazar Denizine kadar olan bölgede bir imparatorluk kurmak suretiyle, hemen bütün Türkçe konuşan kavimleri idareleri altına toplamıştır. Bu keyfiyet yakın – doğuda Türk adına Türkçe konuşan bütün kavimleri içine alan umami bir anlam kazandırmıştır. Türkler, ancak Müslüman olduktan sonra yakın doğudaki dindaşlarından Türk kelimesinin bu geniş manasını öğrenmişlerdir. Oğuz Türklerine Türk adını verenlerde yine yakın – doğu Müslümanları olmuştur. Yine Türkmen adına baktığımızda da Türk – Man (Manend)’ dan meydana geldiği oldukça yaygın bir fikir olarak görülmektedir. İkinci fikre göre de, Türkmen Türk-i imandan gelmektedir. Zamanımızda ise, Türkmen sözünün sonundaki men-in Türkçe mübala eki olduğu (kocaman, azman) söylenerek bu adın Öz-Türk anlamına geldiği üzerinde durulmaktadır. Kısaca bu bilgilere baktıktan sonra Akyurt’ un eski adı olan Ravlı’ nın ve hemen yanındaki Kızık ve Büğdüz köylerinin de Reşit-Ud Din’in çizelgelerinde de belirttiği Oğuzeli’ nin kolları olduğunu görüyoruz. Ve yine bilinen bir gerçekte Anadolu’ya gelen Oğuz boylarının, Türkmenlerin, atalarının isimlerini yaşadıkları yörelere verdiklerini ve onların sadece isimlerini değil, gelenek ve göreneklerini de yaşattıklarıdır. İlçenin eski ve yeni isimleri konusundaki bulgularımıza baktığımızda Kaçkarlı’ da Alka-Bölük olarak Reşid-ud’ in çizelgesinde de Alka Ravlı olarak Karşımıza çıkan bu boy zaman içinde Ravlı olarak telafuz edilip Oğuz Türkçesinde karşılığını Avlu, Evli, İvli olarak verilmiştir. Bunun yurt manasında alınabilmesi de söz konusudur. Nitekim Cumhuriyet döneminde Akyurt isminin ortaya çıkışı ve ilçeye verilişi ( İçişleri Bakanlığı 5442-2/C 1961 ) geçmişten gelen güzel bir geleneğin bugünkü Türkçemizde yaşatılması şeklinde ortaya çıkmış Alka’nın Ak, Ravlı’nın da yurt olması şeklinde yerini bulmuştur. Oğuz Türkçesinde harflerin yer değiştirilmesi bilinir. Tıpkı, Yabgu – Beygu örneğinde olduğu gibi. O takdirde de şunu müşahade edebilmemiz mümkündür. Alka’nın yerini bugün ‘ak’ , Ravlı’nın ki ifade ettiği mana ‘Avlu, Evli, İvli’ şeklinde telafuz edilir. Anlamında da- ‘Nereye varsa başarı gösterir’-i görebiliriz.16. Yüzyıldan buyana bütün boylar, yer adı kaybına uğramış olmakla beraber yörede bu isimler kalmıştır.Akyurt, tarih boyunca sadece ülkemizin dört bir yanından değil, yurt dışından da gelen tüm insanlara, O ak ve güzel bağrını açmış, zaman zaman konuk ettiği gibi yerleşik olarak kalmalarını da sağlamıştır.Onlara yurt olmuştur. Bunu da daha sonra izleyeceğimiz Osmanlı Tahrir Defteri kayıtlarından görebilmemiz mümkündür.Şimdi kısaca Kızık ve Büğdüz isimlerinin manalarına da bakalım. KIZIK: Anlamı itibariyle ‘kuvvetli ve yasakta ciddi’ BÜĞDÜZ: ‘Herkese tevazu gösterir ve hizmet eder’ anlamındadır. Tüm bu bilgilerin ardından da devam eden tarihe baktığımızda Birinci Anadolu Beylikleri döneminde Danışmentli sultanı Gümüş Tigin Ahmet Gani’nin Sivas başkent olmak üzere Malatya, Tokat ve Amasya’ da egemenlik kurmuş olduğunu, Ahmet Ganinin ölümünden sonra oğlu Emirgazi’nin Ankara, Çankırı illeri olarak sınırlarını Bolu’ya kadar genişlettiği bilinmektedir. Emirgazi’nin ölümünden sonra, II. Kılıçarslan (1178) de bu beyliğin topraklarını Anadolu Selçuklu Devleti sınırları içerisinde almıştır. Selçuklu Ordusunun (1243) tarihinde yapılan Kösedağ Meydan Savaşı ile Moğol ordusuna yenilmesi Moğollar, 150 sene müddetle Anadolu’nun maddi ve manevi kaynaklarını yağmalamışlardır. Moğol sömürüsü altında ezilen Selçuklu Devleti bütün gücünü kaybetmiş, II. Mesut’tan sonra dağılarak yerini beyliklere bırakmıştır(1308). II. Anadolu Beylikleri döneminde kurulan Eretna Beyliği ( 1335-1390 ) Ankara, Kayseri, Konya ve Erzurum’a kadar geniş bir alan üzerinde hakimiyet kurmuştur. Eretna sülalesine de Kadı Burhanettin Ahmet son vermiştir. Kadı Burhanettin 1397-1398 tarihinde öldürülmüştür. Oğlu Alaattin Çelebi (Zeynel Abidin) kısa bir süre Sivas’ta tahta çıkmıştır. Bu arada Anadolu halkı yaklaşan Timur tehlikesinin de etkisiyle Osmanlı Devletine tabi olmuş, katılmıştır. Bu dönemde de görevlerinin bilincinde olan Akyurt halkı, Osmanlının yanında yer almanın yanı sıra, Osmanlı Padişahı Yıldırım Beyazıt Hana’ da otağını kurduğu yeri vererek ev sahipliği yapmıştır.
  15. _asi_

    Ankara Tarihi

    ANKARA MUHAREBESİ Ankara Muharebesi, Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid ile Timur arasında, Ankara'nın Çubuk Ovası'nda yapılan savaş. Geç ortaçağ tarihinin en kanlı meydan savaşlarından biri olan ve Osmanlıların yenilgisiyle sonuçlanan Ankara Muharebesi, Osmanlı Devleti'nin parçalanmasına ve Fetret Devri (1402-1413) olarak bilinen bir iktidar boşluğu döneminin yaşanmasına yol açtı. Muharebe öncesi şartlar Osman Gazi ve Orhan Gazi ile I. Murad'ın inşa ettikleri devlet, daha çok Balkanlar'da genişlediği gibi, henüz gevşek vâsallık bağlarına dayanıyordu. Bu dönemde Osmanlılar özellikle Anadolu'da hızlı ve kesin ilhaklara girişmişlerdi; aradaki çatışmalara karşın, Türk-İslam beylikleriyle daha yumuşak bir ilişkiyi gözetiyorlardı. Yıldırım Bayezid ise, İstanbul kuşatmasını sürdürürken, bir yandan da Anadolu birliğini sağlamak amacıyla çeşitli savaşlara girişti. Karamanlılara karşı kazanılan Akçay Muharebesi sonucu kazanılan zaferle (1398) Konya, Niğde, Karaman ve Develi Osmanlıların eline geçti; Sivas hükümdarı Kadı Burhaneddin'in öldürülmesiyle Sivas, Tokat, Kayseri ve Aksaray Osmanlı egemenliğine girdi (1399). Aynı yıl Memluk sultanı Berkuk'un ölümünden ve yerine çocuk yaştaki Nasıreddin Ferec'in geçmesinden yararlanan I. Bayezid, Malatya'yı Memluklerden aldı. Dulkadiroğullarının elinde bulunan Kahta, Divriği, Besni ve Darende kaleleri de Osmanlılara geçti. Osmanlı sınırları böylece Orta Fırat'a dayanmış oluyordu. Bütün bu fetihlerden sonra I. Bayezid, yenilgiye uğrayan yerel hanedanları tasfiyeye yönelerek, sıkı bir merkezi yapı kurmaya girişti. Bu amaçla Balkanlar'ın Hıristiyan prensliklerine ve aristokrasisine yaslanması ise, Türk beylerinin ve İslam ulemasının kendisine duyduğu tepkiyi artırıcı bir rol oynadı. Nedenleri Türkistan ve İran'da güçlü bir devlet kuran Timur, kendini İlhanlıların varisi sayarak Anadolu üzerinde hak ileri sürmekteydi. Bayezid döneminde Osmanlıların erken bir aşamada Ön Asya'ya dayanması Timur'un dikkatini çekti. Timur'un saldırılarıyla topraklarını yitiren Celayir sultanı Ahmed ile Karakoyunlu devletinin hükümdarı Kara Yusuf Osmanlılara sığınınca, Bayezid ile Timur arasında mektuplaşma başladı. Bayezid, Timur'un, Kara Yusuf ile Sultan Ahmed Celayiri'nin geri verilmesi yolundaki isteğini kabul etmedi. Osmanlılara gözdağı vermek isteyen Timur, Bayezid tarafından toprakları ellerinden alınan ve Timur'un yarı-kabilesel devletinde kendilerine daha yakın bir sosyal düzen bulan Anadolu beylerinin de kışkırtmasıyla Sivas, Halep ve Şam'ı ele geçirdi . Timur'un Bağdat'a yönelmesi üzerine Bayezid de doğuya ilerleyerek Timur'a bağlı Mutahharten'in egemenliğindeki Erzincan ve Kemah'ı istila etti. Bu gelişme iki hükümdarın arasını iyice açtı. Bayezid'e bir elçi gönderen Timur, Kemah'ın Mutahharten'e Anadolu Beyliklerinden alınan yerlerin de sahiplerine geri verilmesini, Kara Yusuf'un teslim edilmesini ve Osmanlıların kendisine bağlanmasını istedi. Bayezid'in Timur'un yerine getirilmesi zaten imkânsız bu isteklerinin hiçbirini kabul etmemesi savaşın gerekçesi oldu. Muharebe Hem Balkanlar'da, hem de Anadolu'da yayılmış bulunan Osmanlıların harekat inisiyatifini ele alan Timur, 1402 başlarında Gürcistan'da yeniden büyük bir ordu topladı; Erzincan, Kemah ve Sivas üzerinden Ankara'ya gelerek kenti kuşattı. Ama Bayezid'in Tokat üzerinden Ankara'ya doğru yaklaştığını haber alınca, kuşatmayı kaldırarak Çubuk Ovasına çekildi. Fillerle desteklenen ordusu Bayezid'inkinden daha kalabalık ve askeri malzeme bakımından daha güçlüydü. On dört saat süren savaşın başlarında üstün görülen Osmanlı ordusu Kara Tatarlarla eski Anadolu beyliklerine bağlı askerlerin Timur'un saflarına katılmasıyla güç durumda kaldı. Bir tek Sırp müttefikleri Bayezid'i sonuna kadar terk etmediler. Muharebe, Timur'un lehine döndüğü sırada, I. Bayezid'in oğullarından Süleyman Çelebi, Mehmed Çelebi ve Sadrazam Çandarlı Ali Paşa kuşatmayı yararak kaçmayı başardılar. Üç yüz kişi kalıncaya kadar çarpışan I. Bayezid ise sonunda tutsak düştü. Sonuçları Ankara Muharebesi yenilgisi, Osmanlı Devleti'nin parçalanarak, devletin imparatorluk aşamasına geçmesinin 50 yıl kadar geçikmesine, Anadolu beyliklerinin yeniden kurulmasına ve Osmanlı tarihinde Fetret Devri olarak bilinen 11 yıllık bir iktidar boşluğu döneminin yaşanmasına neden oldu.
  16. _asi_

    Ankara Ekonomisi

    EKONOMİ Ankara nüfusunun dörtte üçü hizmet sektöründe çalışmaktadır ve bu sektör ilin gayrisafi hasılasında en büyük paya sahiptir. Bu sektörün bu kadar gelişmesinin nedeni, göçle gelen nüfusa isthidam sağlayacak kadar büyük sanayinin bulunmamasıdır. Ankara il genelinde toprakların %60'ı tarım alanı olarak kullanılmaktadır ve bu oran Türkiye ortalamasının oldukça üzerindedir.[44] 2001 yılı itibariyle Gayri Safi Yurtiçi Hasılasının Ankara'ya düşen kısmının %45.3'ü ticaretten kaynaklanmaktaydı. 2001 yılında en hızlı gelişen ekonomik sektör yılda %231 ile "banka hizmetleri", en hızlı gerileyen sektör ise "madencilik ve taş ocakçılığı" idi (%-55). İl, Türkiye gayrisafi millî hasıla'sının %9'una sahiptir. Ülkenin toplam vergi gelirlerinin %12'si, bütçe gelirlerinin %12.3'ü buradan toplanır; buna karşılık ilin ülke bütçesinden aldığı pay %6.4'tür. 2006 yılında Ankara'nın bütçe gelirlerine 16,5 milyar TL, bütçe gelirlerine katkısı 21,1 milyar TL olup, bütçeden aldığı pay 11,3 milyar TL'dir. 2006 yılında toplam 1.355.000 kişinin istihdam edildiği Ankara'daki işsiz sayısı, 185 bin kişidir ki bu oran olarak %12,1'e denk gelmektedir.[44] Sanayi Ankara ilinde özel sektörün katma değer içindeki payı %85'in üzerindedir. İlin sanayisi başlıca küçük ve orta boy işletmelerden oluşur. Bunların %40'ı, savunma ve taşıt üretimi yapan büyük kuruluşların talep gösterdiği makine ve metal alanında üretim yapmaktadır, bunun ardından gıda ve tekstil sanayileri gelir. Üretim açısından en önemli sektörler, gıda (şeker, un, makarna, süt, içki), taşıt, makine (tarım araçları, taşıt, traktör), savaş, çimento ve dokuma (yünlü dokuma, trikotaj, konfeksiyon) olarak sayılabilir. Ayrıca tarım ilaçları, mobilya, şekercilik ve matbaacılık da önemlidir.Savunma sanayii, yazılım sektörü, elektronik sektöründe Ankara Türkiye'de başta gelir. Ankara Sanayi Odası'na (ASO'ya) kayıtlı yaklaşık 3500 şirketi vardır. Türkiye'nin en büyük 500 şirketinin 48'ünün ASO'ya bağlı olmasıyla Ankara, 2009 yılında İstanbul'dan sonra Türkiye'nin 2. sırada sanayi merkezi sayılmaktadır. Ankara'daki sanayi üretimin büyük bir kısmı Sincan, Akyurt, Çubuk ve il merkezine yakın olan İvedik ve Ortadoğu Sanayi ve Ticaret Merkezi (OSTİM) Organize Sanayi bölgelerinde gerçekleşmektedir. OSTİM, Türkiye'nin en büyük küçük ve orta boy sanayi üretim alanıdır. 2009'da Ekonomi ve Dış Politika Araştırmalar Merkezi tarafından hazırlanan bir çalışmaya göre, en rekabetçi il Ankara bulunmuştur. Ankara, "Rekabetçilik" endeksini oluşturan alt endeksler arasında insanî sermaye, yaratıcı sermaye ve sosyal sermaye endekslerinde ilk sırada yer almıştır. Özellikle üniversite ve öğretim üyesi sayısının yüksekliği, patent vb. başvurular için başkentin bir merkez niteliği taşıması gibi faktörler Ankara'yı özellikle yaratıcı sermaye endeksinde Türkiye'de birinci yapmaktadır. Tarım, hayvancılık ve ormancılık Ankara topraklarının yaklaşık %50’si tarım için kullanılmaktadır. Önemli tarla ürünleri buğday, arpa, şeker pancarıdır. Diğer önemli ürünler kavun, karpuz, domates, havuç, armut, elma, vişne ve üzümdür.Tarla arazilerinin yaklaşık %24'ü buğday, %23'i arpa, kalanı diğer ürünler yetiştirilmektedir.Polatlı, Türkiye’nin ikinci büyük tahıl ambarı olması dolayısıyla en aktif tahıl borsalarından birine sahiptir. Ankara rakım ve mera özellikleri açısından, küçükbaş hayvancılığa daha elverişlidir. Hayvancılık eskiden il ekonomisinde önemliyken gittikçe gerilemektedir.İlde koyun (ak ve karaman cinsi) ve sığır beslenir. Tavuk yetiştiriciliği de önemli boyuttadır.Ankara keçisi olarak bilinen tiftik keçisi sayısı 1970'lerdeki sayılarının onda birinin altındadır ve günümüzde koruma amaçlı olarak bunların yetiştiricilerine ücret verilmektedir. Ankara orman varlığı bakımından pek zengin değildir. 2007 verilerine göre ilin %13'ü ormanlarla kaplı olup, yüzölçümünün %7'sini bozuk ormanlar, %6'sını ise normal ormanlar oluşturmaktadır.Kayda değer bir ormancılık üretimi yoktur, ama Türkiye çapında önemli düzeyde bir ağaç işleri sektörü (mobilyacılık, döşemcilik, vd.) gelişmiştir. Enerji Nallıhan'da Çayırhan Termik Santrali linyit (634 MW güçlü), Esenboğa termik santrali ise fuel oil (54 MW) yakararak enerji üretirler. Ayrıca, Sarıyar Barajı (160 MW), Hirfanlı Barajı (128 MW) ve Kesikköprü Barajı (76 MW) hidrolelektrik enerji üretir. Madencilik Ankara, Türkiye'nin madencilik potansiyeli fazla olan illerindendir. İlin Beypazarı ve Nallıhan ilçelerinde Türkiye'nin en önemli linyit yataklarından bazıları bulunur. Tuz Gölü çevresinde önemli petrol yatakları olduğu tahmin edilmektedir ve bu yönde araştırmalar yapılmaktadır. Ayrıca Tuz Gölü ve çevresinde tuz çıkarımı yapılır. Türkiye'de İzmir'deki Çamaltı Tuzlası'ndan sonra en büyük tuz çıkarımı, Tuz Gölü ve çevresinden yapılmaktadır. İle bağlı Güdül ilçesi'nde turistik değer taşıyan mağaralar.İlde ayrıca, Beypazarı ve Kızılcahamam çevresinde Sodacılık gelişmiştir. Su kaynakları Hidroelektrik enerji sağlayan barajların yanı sıra, Ankara'da içme suyu ve sulama suyu sağlayan barajlar da bulunmaktadır. Bunlardan Çubuk-1 Barajı, Çubuk-2 Barajı, Bayındır Barajı, Kesikköprü Barajı ve Çamlıdere Barajı içme suyu sağlar, Asartepe Barajı sulama suyu sağlar, Kurtboğazı Barajı ise hem içme hem sulama suyu sağlar. Bunlardan Bayındır barajı Ankara'nın %70'inin içme suyu ihtiyacını karşılar. Başkentin su ihtiyacını karşılamaya yetmediği için Kızılırmak nehrinden su getirilmesi ve yeni baraj inşaat projeleri görüşülmektedir. Turizm Denizi olmayan, bu nedenle de deniz turizminden mahrum olan Ankara'da, başta kültür turizmi olmak üzere, kent merkezi ve çevresinde kongre turizmi, Elmadağ çevresinde kış turizmi, Kızılcahamam, Ayaş, Çubuk ve Haymana çevresinde kaplıca turizmi ile Güdül'deki Tuluntaş Mağarası'da mağara turizmi gerçekleştirilmektedir. Anıtkabir başta olmak üzere birçok müze ve anıt ile Beypazarı ve Kızılcahamam'daki tarihi evler yurtiçi turizmine katkıda bulunmaktadır. Ankara'ya 2001 yılında yaklaşık 208.000 yabancı giriş yapmıştır. Aylara dağıtıldığında en çok turist yaklaşık 40.000 kişiyle temmuz ayında, en az turist yaklaşık 9000 kişiyle kasım ayında gelmiştir. 2003 yılında ise sadece Esenboğa Uluslararası Havalimanı'ndan ile 196.559 yabancı, 409.696 Türk giriş, 244.479 yabancı, 533.262 Türk çıkış yapmıştır. Aynı şekilde 2003 yılında Ankara Turizm Danışma Müdürlüğü'ne 4230 yerli, 1902 yabancı toplam 6132 kişi müracaat etmiştir.
  17. _asi_

    Ankara Cografi Yapısı

    COĞRAFİ YAPI Ankara ili, doğuda Kırıkkale, kuzeydoğuda Çankırı, Çankırı ve Bolu, kuzeybatıda Bolu, güneyde Konya, güneydoğuda Kırşehir ve Aksaray, batıda Eskişehir ile komşudur. 1355 kilometre uzunluğu ile tamamı Türkiye üzerinde yer alan en büyük nehir olan Kızılırmak ilin doğusunu, 824 kilometre ile Türkiye'deki en büyük nehirlerden olan Sakarya Nehri ilin batısını sulamaktadır. Sakarya Nehri'nin kollarından Ankara Çayı, il merkezinden geçmektedir. İlin güneyinde ise 1300 km² ile ülkenin en büyük ikinci, %32,4 tuz oranıyla da dünyanın en tuzlu ikinci gölü olan Tuz Gölü vardır. Ayrıca Tuz Gölü'nün de içinde bulunduğu havza, Türkiye'nin en büyük kapalı havzasıdır. Ovalık bir alanda kurulan ilin yüzölçümünün; yaklaşık %50'sini tarım alanları, %28'ini ormanlık ve fundalık alanlar, %12'sini çayır ve meralar, %10'unu tarım dışı araziler teşkil etmektedir. İlin en yüksek noktasını 2015 m. yüksekliğindeki Elmadağ, en geniş ovasını 3789 km²'lik yüzölçümü ile Polatlı Ovası, en büyük gölünü yaklaşık 490 km²'lik yüzölçümü ile Tuz Gölü'nün il içindeki alanı, en uzun akarsuyunu yaklaşık 151 km'lik uzunluğu ile Sakarya Nehri'nin il içindeki alanı, en büyük barajını 83.8 km²'lik yüzölçümü ile Sarıyar Barajı oluşturmakta olup, il geneli itibarıyla 14 doğal göl, 136 sulama göleti ve 11 baraj bulunmaktadır. İklim İlin güney ve orta bölümlerinde Bozkır İklimi'nin soğuk ve kar yağışlı kışları ile sıcak ve kurak yazları, kuzeyinde ise Karadeniz İklimi'nin ılıman ve yağışlı halleri görülebilir.Kara iklimi olan bölgelerde gece ile gündüz, yaz ile kış mevsimi arasında önemli sıcaklık farkları bulunur. En sıcak ay temmuz veya ağustostur, ildeki yerine göre ortalama en yüksek gündüz sıcaklıkları 27-31°C; en soğuk ay ise ocak ayıdır, en düşük gece sıcaklıkları ildeki yerine göre ortalama -6 ila -1°C arasındadır. Yağışlar en çok aralık, en az temmuz veya ağustos ayında düşer. Yıllık ortalama toplam yağış, 60 cm (Kızılcahamam) ilâ 35 cm (Kızılcahamam) arasında değişir. Depresemsellik Ankara toprakları iki dağ kuşağı arasında sıkışmıştır. Faylara (kırık hatlara) rastlanır. Ankara il sınırları içindeki alanın %30'u 1. ve 2. derece deprem alanıdır. Son yüz yılda meydana gelmiş küçük şiddetli depremlerin çoğu Kuzey Anadolu Fay Hattı ve yakın çevresinde veya başkentin güney doğusunda Tuzgölü ve Kırşehir fayı civarındadır. Bu dönemde meydana gelen 1944 Bolu-Gerede depremi ve 1938 Kırşehir depremi Ankara il sınırları içinde hasara yol açmıştır. Ankara içinde meydana gelen en kuvvetli deprem, 6.1 şiddetindeki 2005 Bala depremidir. Jeoloji Ankara topraklarının kuzey kısımları volkaniktir. Orda andezitik ve trakitik kayalar; kuzeydoğuda granit türü kayalar; kuzeybatıda ise kireç taşları ve kumtaşları görülür. İlin güney ve güneydoğu bölgeleri mezozoik (II. zaman) oluşumlardan meydana gelir. Sakarya nehri çevresinde Tersiyer; Polatlı civarında Eosen; Tuz gölü dolaylarında Neojen ( III. zamanın son sistemi); çukur ve düz alanlar ile akarsu boylarında Kuaterner oluşukları bulunmakadır. Başkent bölgesi büyük ölçüde volkanik yüzey malzemesine sahiptir. İlin büyük bölümü kireç taşlarından oluşmuştur, bu yüzden çok kireçli topraklarla kaplıdır. Akarsu boylarında tarıma uygun alüvyon topraklarına rastlanır. Bu jeolojik yapıların bazıları oluştukları döneme ait fosiller içermektedir, bunlar o dönemlerin canlıları hakkinda fikir vermektedir. Neojen dönem oluşuklar fosil bakımından zengindirler. Kızılcahamam yakınlarındaki Sinap yakınlarındaki bir fosil yatağında Neojen memeli kalıntıları ve adını Ankara'dan alan Ankarapithecus meteai adlı bir hominoid (insansı) türe ait fosil keşfedilmiştir. Bu canlının evrimde insansılar ile insanların ortak atası olduğu öne sürülmüştür. Güneybatıda kalan Polatlı çevresindeki kireç taşları fosiller açısından oldukça zengindir. Alt Paleosenden kalma sığ deniz bitkilerinin fosilleri bulunmuştur. Çamlıdere'deki Taşlaşmış Ağaç Fosil Ormanı, Erken Miyosen’de (23–15 milyon yıl öncesi) gelişmiş olan çam ve meşe ağaçlarının bulunduğu karışık bir ormanın fosil kalıntılarından oluşur. Bitki örtüsü Ankara'nın iklim şartları ve topografik yapısı nedeniyle ilde bozkır (step) ve orman bitki örtüleri bulunur. Bozkır bölgelerde ağaç hemen hiç bulunmaz, bir tek akarsu kıyılarında iğde (Elaeagnus), söğüt (Salix) ve kavak (Populus) ağaçları bulunur. Bozkırda genelde dikenli çalılar ve otlar vardır. Otlar arasında başlıca ayrık otu (Elymus repens), geven (Astragalus), sorguç otu (Stipa), üzerlik (Peganum harmala) , katırtırnağı (Spartium junceum), yabani arpa (Hordeum murinum), püsküllü brom (Bromus tectorum), yavşan otu (Veronica), gelincik (Papaver), papatya (Anthemis ve Matricaria), hatmi (Alcea), kekik (Thymus), sütleğen (Euphorbia), ballıbaba (Lamium), kuşburnu (Rosa canina), böğürtlen (Rubus) sayılabilir. Ormanlar başlıca dağların kuzey yamaşlarında görülür, ayrıca bozkır ortasında korular da mevcuttur. Ormanlarda en çok karaçam (Pinus nigra), ardıç (Juniperus) ve yer yer meşe (Quercus) görülür. İlin kuzeyine doğru iğne yapraklı ormanlar yaygınlaşır. Ankara'da 1362 bitki türü doğal olarak bulunmakta olup bunların 268'i endemiktir. Ankara çiğdemi (Crocus ancyrensis), tükürük otu (Ornithogalum), peygamber çiçeği (Centaurea) gibi türler yöreye özgüdür. Familya düzeyinde en sık görülenler papatyagiller, baklagiller, buğdaygiller, turpgiller, ballıbabagillerdir.İlin kendi adıyla anılan Ankara armudu ve Ankara çiğdemi, ayrıca Kalecik Karası olarak bilinen misket üzümü il dışında da meşhurdur. Ankara'nın Expedition 19 uzay ekibi tarafından çekilmiş uydu görüntüsü (11 Nisan 2009)
  18. _asi_

    Ankara Tarihi

    TARİHÇE Ankara ilinde keşfedilmiş en eski tarih öncesi kalıntılar Eski Taş Çağına kadar uzanmaktadır. Bu döneme ait çeşitli eserlere Gâvurkale, Ergazi, Lodumlu ve Maltepe'de rastlanmıştır.Bunlar dışında Ankara'nın Polatlı ilçesinde, M.Ö. 3000 yıllarına ait insan yerleşmelerine rastlanmıştır. Hitit Uygarlığı'nın simgesi sayılan ve Ankara şehrinin de amblemi olan Hitit Güneş Kursu. Hititler, Frigler, Lidyalılar, Ahamenişler, Galatlar ve Romalılar Hint-Avrupalı bir kavim olan Hititler (M.Ö. 1660-1190), Anadolu'ya boğazlar yoluyla gelmişlerdir. Hititlerin Anadolu’ya göç tarihleri, kesin olarak bilinmemektedir.Ankara ve çevresinde Hitit dönemine ait yerleşkelerin kalıntıları, Balıkhisar, Ballıkuyumcu, Bitik, Karaoğlan, Gâvurkale ve Külhöyük höyükleridir.M.Ö. 2. bin yılın sonlarına doğru Hititlerin siyasal olarak çöktüğü ve yerini Friglere bıraktığı görülmektedir. M.Ö. 2. binyılın sonlarında bölgede, hızla büyüyen bir Frigya kasabası vardı.Frig Krallığı'nın başkenti olan Gordion kentinin kalıntıları Polatlı'nın 29 kilometre kuzeybatısında bulunmaktadır. Gordion, en parlak dönemini Frigya Kralı Midas zamanında (M.Ö. 725-675) yaşamıştır. Ankara'da, Frigler dönemine ait kalıntılar arasında bulunan Yumurtatepe Tümülüsü'nün bulunduğu yerin, kurulduğu dönemlerde çok önemli bir yerleşim olmasa da stratejik bir noktada olduğu düşünülmektedir.Frigler, M.Ö. 700'lü yıllarda Kafkaslardan gelen Kimmerler tarafından ortadan kaldırıldı. Tunç Çağı'nın sonlarında Frigler ile birlikte Anadolu'ya gelen ve Batı Anadolu'da varlıklarını sürdüren Lidyalılar, Friglerin ortadan kalkmasını fırsat bilerek bugünkü Ankara ili'ni de kapsayan Kızılırmak yöresini ele geçirdiler. M.Ö. 7. yüzyılda Anadolu'ya hakim oldular ve 140 yıl hüküm sürdüler.Lidyalıların madeni parayı icat ettikleri kabul edilir.Lidyalılar döneminde Anadolu'da ticaret gelişmiş, tahıl üretimi, hayvancılık, zeytinyağı ve şarap üretimi ilerlemiştir. Orta Anadolu'nun ana ulaşım yolu üzerinde bulunan Ankara ili toprakları da bu gelişmelerden istifade etmiştir.Medlerle ve Perslerle savaşan Lidyalılar, komşuları Ahameniş Pers Hükümdarı Kiros ile M.Ö. 547'de Kızılırmak kavisi içinde yaptıkları savaşı kaybederek tarih sahnesinden silinmişlerdir. Persler, M.Ö. 545’den itibaren Anadolu'ya egemen olarak, Anadolu'daki Helen kültürüne son verdiler.M.Ö. 5. yüzyılda Herodot, Pers İmparatorluğu'nun ordu, ticaret ve posta hattı olarak kullanılan Kral Yolu'nun Ankara'dan geçtiğini yazar. Kral Yolu, Efes'te başlıyor, Sardes şehrinden Lidya'yı, sonra Gordion, Ankyra ve Kızılırmak'tan geçerek, Kapadokya üzerinden Kilikya'ya, oradan Fırat ve Dicle nehirlerini geçip Asur'dan Susa kentine ulaşıyordu. Ankara ili toprakları M.Ö. 334'de Makedonya Kralı Büyük İskender tarafından Ahameniş İmparatorluğu'ndan alınana kadar; tarihi boyunca Frigler ve Hititler'in haricinde Hattiler, Lidyalılar ve Ahamenişler egemenliğine girmiştir. M.Ö. 3. yüzyılda Anadolu'ya gelen savaşçı bir kavim olan Galatların Tektosaglar boyuna başkentlik etmiştir.Strabon, ünlü eseri Geographika’da, bugün merkezde bulunan Ankara Kalesi'nin Tektosaglar tarafından inşa edildiğini söyler.Daha sonra bölgede siyasal birliği kuran Roma İmparatoru Caesar Divi Filius Augustus, M.Ö. 25 yılında Ankara kentini ve il topraklarını ele geçirmiştir. M.S. 395 yılında yılında Roma İmparatorluğu ikiye bölününce Ankara Doğu Roma (Bizans) sınırları içinde kaldı. Ancak il toprakları üzerindeki Doğu Roma hakimiyeti zaman zaman kesintilere uğradı. M.S. 654 yılında Müslüman Araplar kısa süreliğine bölgenin kontrolünü ele geçirdiler. 833 ve 842 yıllarında Abbasi Halifesi Mutasım ve Türk komutanı Afşin Ankara kentini kısa süreliğine ele geçirdi. 871 yılında Pavlikian mezhebinden Hristiyanlar Ankara kentinin kontrolünü yaklaşık bir yıllığına ele geçirdiler. Bu kesintilerden sonra her seferinde Doğu Romalılar kenti geri alarak otoriteyi temin ettiler. Roma İmparatorluğu döneminde Galatya. Selçuklular ve Osmanlı İmparatorluğu Ankara'nın Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun eline geçmesi, Malazgirt Meydan Muharebesi'nden sonra 1073 yılına rastlar. 12. ve 13. yüzyıllarda Selçuklu Sultanlarının da çabasıyla transit ticarette gelişme gösteren Ankara'nın merkezi, önce Ahiler'e, ardından 1304'te göreli özerklik verilerek Osmanlı İmparatorluğu'na bağlandı. İlin güneybatı ilçeleri bu dönemde Germiyanoğulları'na bağlanırken, güneydoğu ilçeleri Karamanoğulları'na bağlanmıştır.I. Murat zamanında kesin olarak Osmanlı topraklarına bağlanan ilde, 1402 yılında Büyük Timur İmparatorluğu İmparatoru Timur ile Osmanlı İmparatorluğu Padişahı Yıldırım Bayezid arasında Ankara Muharebesi yapıldı.Yıldırım Bayezid'in savaşı kaybetmesi ve Timur'a esir düşmesi sonucu Osmanlı Devleti, Fetret Devri denen bunalım ve iktidar boşluğu dönemine girdi. Ankara Muharebesi'nde bölge büyük ölçüde harap olmuş, Anadolu birliğini yeniden kuran II. Murat zamanında Anadolu, yeniden onarılmıştır.1841 yılında Anadolu Eyaleti kaldırılıp yerine vilayetler kurulunca il bir vilayet oldu.Ankara, Çorum, Yozgat, Kayzeri ve Kırşehir sancakları bu vilayete bağlandı. Ankara Vilayeti, varlığını 1922 yılında kadar sürdürdü. Ankara'nın 18. yüzyıldan kalma bir resmi. Bu anonim eser Hollanda'daki Rijksmuseum'dadır. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Dönemi Ankara ilinde Kurtuluş Savaşı sırasında merkezî bir yeri olmuştur. 27 Aralık 1919'da Ankara şehrine gelen Mustafa Kemal burasını Anadolu’daki direniş hareketinin yönetimi olan Heyet-i Temsiliye'nin merkezi olarak seçti. Şehir, coğrafî olarak Anadolu'nun ortasındaydı, demiryolu ile İstanbul'a ulaşılabiliyordu, Batı cephesine yakındı ve halkın millî mücadeleye olan desteği tamdı. İstanbul'un İngilizler tarafından resmen işgalinden iki gün sonra, 18 Mart 1920'de, İstanbul'da bulunan Meclis-i Mebusan kendini resmen fes edince, 23 Nisan 1920'de Ankara'da Büyük Millet Meclisii kuruldu. Ankara ili, Türk-Yunan Savaşı'nın en yoğun muharebesinin gerçekleştiği yer olmuştur. 1920 yazında Yunan birlikleri Sakarya nehri kıyılarına kadar ilerlemişti ve amaçları Ankara şehrini ele geçirmekti. Ancak 23 Ağustos - 13 Eylül arasında süren Sakarya Meydan Muharebesi sonucunda Yunan saldırısı geri püskürtüldü. Polatlı yakınlarında meydana gelen zorlu muharebe Kurutuluş Savaşı'nın dönüm noktası olmuş, Mustafa Kemal Atatürk ünlü "Hattı Müdafa yoktur, sathı müdafa vardır. Bu satıh bütün vatandır" sözü bu sırada söylemiştir. Birkaç hafta sonra Fransa ile yapılan Ankara Anlaşması ile Türk-Fransız ihtilafı sona ermiştir. Kurtuluş Savaşı sonucu toprakları üzerindeki egemenliğini kanıtlayan Türkiye, 1922 Lozan Barış Konferansı ve 1923 Lozan Antlaşmaları ile uluslararası toplulukta millî sınırlarını tescilledi ve bağımsızlığını onaylattı. Türkiye Büyük Millet Meclisi 13 Ekim 1923'te Ankara ilinin merkezi olan Ankara kentini başkent ilan etti.
  19. _asi_

    İzmir - Balçova

    BALÇOVA Balçova, İzmir Büyükşehir sınırları içinde kalan Balçova'nın kent merkezine uzaklığı 15 kilometre olup, nüfusu 75.720 (2008) kişidir. İlçenin yüzölçümü 2890 hektardır. Eğitim, Fevzi Çakmak, Onur, Teleferik, Korutürk, Çetin Emeç, İnciraltı ve Bahçelerarası olmak üzere toplam 8 mahalleden oluşmaktadır. İlçenin doğusunda Konak, batısında ve güneyinde Narlıdere, kuzeyinde ise İzmir Körfezi bulunmaktadır. Bu konumuyla Balçova ilçesi, at nalı şeklindeki İzmir Körfezi'nin güney kıyılarında yer almakta, ilçe merkezinin yayılım alanı ise denizden 2-3 kilometre içeride bulunmaktadır. İlçenin havaalanına uzaklığı ise 18 kilometredir. Balçova, Anakent sınırları içerisinde yer alır. İlçede, 7 İlköğretim okulu, 4 orta öğretim kurumu bulunmakta; 8236 öğrencinin eğitim gördüğü bu okullarda 406 öğretmen görev yapmaktadır. Türkiye'nin ikinci modern teleferiği 1972 yılında hizmete açılmıştır. Güvenlik sebebiyle tesisler 2008 yılında kullanım dışı kalmıştır. Tarihi Balçova’nın tarihteki yeri ilçede bulunan kaplıcaların tarihi ile aynı döneme rastlar. Bu tarih M.Ö.1200 yıllarına denk gelir. Dünyanın en önemli destanlarından biri olan İlyada ve Odesia’nın yazarı olan şair Homeros M.Ö. 8 yy. da İzmir’de yaşamıştır. Homeros’un İlyada Destanı’nın bir bölümünde bahsettiği Agamemnon ve Menelaos Troia “Truva” seferini yapan Akhai ordusunun başında bulunan iki komutandır.Askerlerin burada şifa bulması ve de yaralarının iyileşmesi üzerine şifalı suyun çıktığı yerlere tesis olarak kapalı hücreler yapılıştır. Tüm Anadolu’nun olduğu gibi tarih boyunca birçok medeniyetin hakimiyeti altına girmiştir. Türklerin bölgeye gelmesi 1300’lü yıllarda hakimiyet kurması ise 1400’lü yıllarda olmuştur. 1910 yılına ait İzmir Vilayeti Haritası’nda Balçova Köyü olarak adlandırılan bölgede ilk belediye 01.03.1963 yılında kurulmuştur. İlçe 1980 yılında Narlıdere merkez olarak şube konumuna gelmiş, 03.06.1992 tarihinde ise tekrar belediye durumuna getirilmiştir. Coğrafi İlçenin 6 km doğal sahil şeridi bulunmakta, ayrıca bir adet baraj gölü (Cengiz Saran Barajı) ve 5 adet dere (Yahya Deresi, Sarıpınar Deresi, Hacı Ahmet Deresi, Molla Kuyu Deresi ve Ilıca Deresi) mevcuttur.İlçenin kuzeyinde yükseltiler olması nedeniyle yapılaşma doğu-batı yönünde oluşmuştur.İlçenin coğrafi konumu ulaşım kolaylığı açısından da olumlu olmuştur.Yeni yapılan çevre yolu ile Balçova’dan Adnan Menderes Hava Limanı arasındaki mesafe 15 dakikaya düşmüştür. Üçkuyular’daki vapur iskelesi ve yat limanı ile deniz ulaşımı sağlanırken, karayolu bağlantıları açısından da ilçe önemli bir nokta da yer almaktadır. İlçenin batısında Narlıdere, doğusunda ve güneyinde Konak ilçesi ile kuzeyinde Ege Denizi yer almaktadır. Turizm İlçe hem iç turizm ile dış turizm hem de günübirlik rekreasyonel etkinliklerin eşsiz mekanıdır. Balçova'nın doğal çekiciliklerinin temelinde, ilçe merkezinin hemen güneyinde 500 m.’ye yaklaşan bir yükselti alanı, onun önünde eğimi kıyıya doğru yavaş yavaş azalan bir etek ovası ve deniz kıyısının varlığı yatmaktadır. Bu üçlü morfolojik yapıyı ormanlar, ve termal sular tamamlamaktadır. Balçova ilçe merkezinin yaslandığı Dede Dağı, başta Ilıca Deresi olmak üzere, diğer derelerle yarılmış, büyük kısmı ormanlarla kaplı bir röfleye sahiptir.
  20. _asi_

    İzmir - Aliağa

    ALİAĞA Aliağa, İzmir iline bağlı bir ilçedir. İzmir ve Bergama uygarlıklarından izler taşımaktadır. Ege denizi kıyılarında sayıları 30'u aşan Aiol kentleri arasında en büyük ve önemlilerini oluşturan 12 kentten 4'ü Aigaia, Kyme, Myrna ve Gryneion ilçe sınırları içerisinde bulunmaktadır. Sınırları içerisinde Petrol Ofisi, Petkim Petrokimya Holding gibi büyük şirketleri barındırmaktadır. Dünyadaki 2 gemi söküm tesislerinden birisi Hollanda'da diğeri ise Aliağa'dadır. Her yılın yaz aylarında yapılan Emek Şenlikleri, bütün bir yılın yorgunluğunu atmak için düzenlenen, yaklaşık 4 gün süren, çevre ilçe ve illerden de katılımın olduğu halk konserleriyle şenlenen bir etkinliktir. Aliağa için uğraş verenler, Aliağa'nın bir liman kenti olması için yıllarca çalışmışlardır. Tam bir liman kenti sayılmasa da, Petkim Limanı ve Aliağa Limanı gibi limanlara bu uğraşlar sayesinde kavuşmuştur. Geniş bir plaj alanına ve bir kuş cennetine sahip olan Aliağa, daha çok yerli turistlerin ilgisini çekmektedir. Tarihi Adını Ali Ağa adındaki bir kişinin çiftliğinden alan Aliağa'nın kuruluşunun 4. Murat dönemine kadar uzandığı bilinmektedir. 4. Murat Bağdat'tan zafer alayı ile dönerken Bağdat Savaşı'nda Osmanlı Ordusu’na yardımı dokunanları beraberinde getirir. Onlara Batıda geniş topraklar bağışlar. Bu bağışlar sırasında bu bölgeyi Arapoğullarından Abdül Kerim Ağaya bağışlatmışlar. Abdül Kerim Ağa ölünce toprakları dört oğlu arasında paylaşılmıştır. Abdül Kerim Ağanın oğullarından Kuzu Beyi ile Kerim Ağa, Kuzubeyli taraflarına, Çelebi bey ile Ali Ağa da buraya yerleşmiştir. Türk Ordusu 13 Eylül 1922 günü Aliağa Çitliğine geldi. Kurtuluş yılından 1.5 yıl sonra, 1924'te Yunanistan'dan "Mübadele" diye bilinen olayla Türk göçmenler Aliağa Çiftliğinde Kazım Dirik Mahallesi'ne yerleştirildi. 1936 yılı sonu ve 1937 yılında gelen Bulgaristan Göçmenleri de Kurtuluş Mahallesi'nde iskan edildi. Göçmenler bu topraklara yerleştikten sonra, Aliağa Çiftliği Cumhuriyet çağının bucak merkezlerinden biri olmuştur. 1951-1952 yıllarında Aliağa'ya Bulgaristan ve Yugoslavya'dan yeni göçmenler geldi. Yeni gelenler, Aliağa'nın değişik mahallerinde kendilerine yer buldular. Bu tarihlerde nüfus birden artınca 1952 yılında Aliağa'da Belediye teşkilatı kuruldu. Belirtilen tarihlerde, Aliağa Beldesinde isim yine Aliağa Çiftliğiydi. Cuma günleri haftada bir Nahiye Müdürlüğü binası ile Mehmet Saka'nın Bakkal dükkanı arasında "Hükümet Bahçesi" denilen alanın etrafında Pazaryeri kurulmaktaydı. 1952-1960 dönemlerinde Aliağa Çiftliği bucak olmasına rağmen tipik bir kıyı köyü görünümündeydi. Balığı ve deniz ürünleri lezizdi. Ancak denizden geçimini sağlayan insan sayısı çok azdı. Halkın büyük çoğunluğu rençberlik yapmaktaydı. Çevre yollara akşama yakın vakitte tarlalardan dönen dört tekerlekli at arabaları sıralanmaktaydı. 1970'li yıllar T.P.A.O ve İzmir Rafinerisi'nin kuruluş yıllarıydı. Hızlı bir gelişme vardı. İşleri yürütmek üzere müteahhitlerle birlikte, teknik eleman ve iş arayanlar Aliağa'ya akın etti. Nüfus sürekli artıyor, ekonomik yaşam giderek canlanıyordu. 14 Ocak 1982 tarihine gelindiğinde Aliağa beldesi ilçe olmuştu. Kasaba ilçe statüsüne erince, yeni idareci ve memurlar atandı. Yurdun her tarafından ilçeye gelenlerle burada oturan insan sayısı daha da çoğalmıştır. Coğrafi Konum İzmir’in kuzeydeki bir ilçesi olan Aliağa, Ege Denizi'nin kıyısında yer alır. İlçe; Güney Doğusunda Dumanlı Dağı ve Kuzey Doğusuna düşen Yunt Dağı ile çevrelenmiş olup; Batısında Ege Denizi bulunmaktadır. İlçe, 38 Derece 56 Kuzey, 37 Derece güney enlemleri ile 26 derece 53 Dakika Batı, 27 Derece 10 Dakika Doğu boylamları arasında yer alır. Aliağa, uygulanan İmar Planları ve konut politikalarından dolayı, önceleri Kuzey/ Güney yönünde genişlerken, son yıllarda Doğu yönünde genişlemeye başlamış; yeni konut alanları bu yönde konuşlanmaktadır. Aliağa'nın yüzölçümü 393 km2'dir. İzmir’in Sanayi ilçesi Aliağa; Doğusunda Manisa, Kuzeyinde Bergama, Güneyinde Menemen, Güney batısında Foça'ya komşudur . İzmir- Çanakkale karayolu kentin içinden geçmekte ve çift gidiş-gelişe sahip olan bu karayolu ile ilçeden İzmir'e 45 dakikada ulaşılmaktadır. Aliağa- İzmir arasındaki Demiryolu hattında da iyileştirme çalışmaları devam etmektedir. Çift gidiş geliş hat çalışmaları devam eden tren yolu ve hızlı tren projesinin hizmete girmesiyle, demiryolu ulaşımı karayoluna önemli bir alternatif olacaktır. İklimi İlçe Akdeniz iklimi etki alanı içerisindedir. Kışlar genellikle yağmurlu geçerken, yaz mevsimleri kuraktır. Kışın kuzey rüzgârları hâkimdir. Yazın ise batıdan esen İmbat ilçeye serinlik getirir. Yazları ortalama sıcaklık 24-27 derece arasındadır. Gündüzleri bu sıcaklığın 35 C' geçtiği görülmektedir. Kış aylarının sıcaklık ortalaması 7 C' dir. Aliağa’da en soğuk ay Ocak'dır. Ekonomi Tarihi zenginlikleri, doğal güzellikleri, ve coğrafi özellikleri nedeniyle farklı bir çok potansiyeli barındıran Aliağa, Petro Kimya sanayinin kurulmasıyla birlikte 15-20 yıl içinde bir sanayi kentine dönüşmüştür. 1960'lı yılların başına kadar tarımsal yoğunluklu ekonomik etkinliğe sahip olan Aliağa, 1961 Anayasası’nın “Planlı kalkınma” hedefleri uyarınca, “Ağır Sanayi Bölgesi” olarak kabul edilince, 1970'lerden itibaren sanayi yoğunluklu ekonomiye dayalı bir karakter kazanmaya başladı. Makro ölçekteki kamu yatırımları olan Petkim-Tüpraş gibi dev sanayi kuruluşlarının bölgemizde kurulmasıyla başlayan Sanayileşme hızını arttırarak devam etti. Nemrut Limanının kuzeyine yerleşen, ülkemizin en büyük petrokimya endüstrisi, Petrol Ofisi ve çeşitli sıvılaştırılmış gaz depo ve dolum tesisleri; güneyinde irili- ufaklı ark ocakları ve demir çelik fabrikalarının kurulması Aliağa'nın bir sanayi kentine dönüşmesini hızlandırdı. 1970'li yılarda başlayan sanayileşme hareketleri sonunda ilçede bir sanayi sitesi, 40 kadar büyük sanayi tesis ve kuruluşu ile 1577 işyeri kuruldu. 1970'li yılların sonuna doğru özel şirketlerin de bölgemizde fabrikalar kurmaya başladığı görülmektedir. 1990'lı yılların ikinci yarısından itibaren özel sektör yatırımları hızlanmıştır. 1980'lerde Çukurova, İzmir Demir Çelik, Ege Metal, Çebitaş, Habaş gibi özel demir-çelik fabrikalarının işletmeye açıldı. Yine aynı bölgede Makine Kimya Kurumu'na ait hassas döküm tesisleri ve hurda işletmesi, Petrol Ofisi ile çok sayıda özel dolum tesisleri, iki adet gaz tribünü bu yıllarda kuruldu. Aliağa'da çok çeşitli ve farklı amaçlar için kurulmuş çok sayıda sanayi kuruluşları vardır. Bu sanayi kuruluşlarının dağılımında, Petkim ve Petkim'e bağlı olan 17 fabrika, Gemi-Söküm Tesisleri, Viking Kağıt Fabrikası, Ege Gübre Sanayi, Demir-Çelik Fabrikaları, haddehaneler ile deniz yolu nakliyeciliği yapan iş yerleri vardır. Ancak bu sanayi kuruluşları içinde en önemli yeri Petrokimya Tesisleri ve ark ocaklı Demir-Çelik işletmeleri oluşturmaktadır. Petkim ile Tüpraş arasındaki sahil şeridinde ise Gemi Söküm tesisleri bulunmaktadır. Kamunun kurmuş olduğu M.K.E Gemi Söküm tesislerinin hemen yanında, birçok özel Gemi Söküm tesisleri de açılmıştır. Yine aynı sahil şeridinde Opet ve Total gibi petrol şirketlerinin yatırımları da devam etmektedir. Güzelhisar Çayı'nın yakınında olması nedeniyle su gereksinimi duyan kimya sektörü Aliağa'da, Demir-Çelik ve haddehane tesisleri Nemrut Körfezi'nde kurulmuştur. Güzelhisar çayı üzerinde kurulmuş olan Güzelhisar Barajı daha çok petro-kimya tesislerine hizmet vermektedir. Rafineri ise güneyde, Menemen yolu üzerinde, Gediz'den özel su alma yapılarıyla suyunu 20 km. uzaklıktan getirmektedir. Bütün bu sanayi kuruluşları ve işletmelerde toplam 16.067 kişi çalışmaktadır. Böylesine büyük bir iş istihdamı doğuran bu fabrikalar Aliağa'yı her geçen gün biraz daha büyütmekte ve geliştirmektedir. PETRO KİMYA: Petkim, Tüpraş, Petrol Ofisi DEMİR ÇELİK: İzmir Demir Çelik, Ege Çelik, Habaş, Çebitaş, Dört Yıldız Demir Çelik, Akdemir Çelik, Özkan Demir Çelik, Sözden Demir Çelik, Kocaer Haddecilik, Kardemir Çelik, Erege Metal AKARYAKIT DEPOLAMA VE SATIŞ : Petrol Ofisi, Opet Petrolcülük A.Ş, Total Oil A.Ş, Tuta, Türk Petrol, Pet-Line, TÜPGAZ DOLUM TESİSLERİ: Totalgaz, İpragaz, Bizimgaz, Aygaz, Pegagaz, Ocakgaz, Milangaz ÖZEL SANAYİ KURULUŞLARI: İzmir Elektrik Üretim Ltd.Şti (Enka İntergen Enerji Santralı), Bersel Kimya, Molteks kimya, Egegaz, Ege Gübre, Viking Kağıt ve Selüloz A.Ş, Strocpak A.Ş, Penkar tekstil San. Tic. A.Ş, Dema Tekstil San. Tic. A.Ş, Batı Beton A.Ş, Saka Beton ltd. Şti, Güriş, Akfen
  21. _asi_

    İzmir Tarihi

    İYONYA İyonya (Yunanca: Ιωνία / Ionia), Anadolu'da bugünkü İzmir ve Aydın illerinin sahil şeridine Antik Çağ'da verilen addır. Bölgede bulunan 12 bağımsız sahil kenti (Kuzeyden Güneye) Phokai (Foça), Klazomenai, Erythrai, Teos, Kolophon, Lebedos, Ephesos (Efes), Priene, Myos ve Miletos (Milet) ile birlikte (halen Yunanistan'a ait olan) Khios (Sakız) ve Samos (Sisam) ada kentleri idi. Bu kentler M.Ö. 1000 dolayında Yunanistan'dan gelen Dorlardan kaçan Akalar tarafından kurulmuş 12 bağımsız şehir devletidir. MÖ 7. ve 6. yüzyıllarda İyon kentleri (özellikle bunların en önemlileri olan Ephsesos, Miletos ve Samos) tüm Akdeniz havzası üzerinde güçlü bir ticari egemenlik kurdular; bilim, sanat ve felsefe alanında, daha sonra gelişen Yunan ve Roma uygarlıklarının temeli olarak kabul edilen büyük başarılara imza attılar. İyonya M.Ö. 546 yılında Pers (İran) egemenliğine girdi. 502-496 yıllarındaki İyonya İsyanı'nın yenilgisinden sonra yıkıma uğrayarak önemini ve gücünü kaybetti. M.Ö. 133'ten sonra Efes ve Milet, Roma İmparatorluğunun Asia eyaletinin önemli kentleri olarak yeniden kalkındılarsa da, M.Ö. 6. yüzyıldaki kültürel ve siyasi önemlerine tekrar kavuşamadılar. Eski Farsça "İonan" adı, Perslerin İyonyalılara vediği isimdi. Farsça ve Arapça'dan Türkçeye Yunan biçiminde geçen bu ad, daha sonra Helen ulusunun tümü için İslam kültürel dairesindeki ulusların kullandığı ad oldu. İyonya'da Siyasi Yapı Siyasal yapılanmaları bağımsız şehir devleti şeklinde idi. Şehir devletlerinin temsilcileri "Panionion" adlı kutsal alanda (halen Kuşadası'na bağlı Güzelçamlı'da) dini ve siyasi amaçlar için dönemsel olarak toplanmakla birlikte, hiçbir zaman ortak bir siyasi yapıda bir araya gelmediler.Hiç bir zaman bir araya gelmedikleri için ortak karar aldıkları bir yerde yoktur.Tüm Karadeniz, Kuzey Ege, Güney İtalya ve Sicilya sahillerinde çok sayıda koloni kurarak Akdeniz havzasındaki ticari üstünlüklerini geliştirdiler. Amasra, Sinop, Trabzon, Batum, Kefe, Varna, Enez, Napoli, Sirakuza, Marsilya, Nis gibi birçok kent ilk kez İyonyalılar tarafından kolonize edildi. İyon şehir devletlerinin başında en eski dönemde krallar bulunuyordu. MÖ 7. yüzyılda halkın seçtiği kişiler, meclislerin yardımı ile şehirleri yönetmeye başladılar. 6. yüzyılda seçim yoluyla iktidarı ele geçiren güçlü yöneticiler tiranlık düzenini kurdular. İyonya'da Kültürel Yapı Felsefe ve bilim Ön Asya ve Akdeniz ticaret yollarının kavşak noktasında bir ülke olmaları bilim ve kültür alanında ileri gitmelerinin en önemli nedenidir. Bunun yanısıra merkezi otoriteye bağlı olmayan bağımsız kentler olarak örgütlenmeleri, özgür düşünce geleneğinin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Milet'li Thales, Batı felsefesinin ve matematiğinin kurucusu olarak anılır. Thales'in öğrencisi olan Anaksimandros, insanlık tarihinde (resmi kayıtlar ve kutsal kitaplar dışında) ilk kez bağımsız bir kitap yazan kişidir. Milet'li Hekataios eleştirel tarih anlatımının ve ampirik coğrafyanın ilk önemli eserlerini verdi; bilinen ilk dünya haritasını yayımladı. Efes'li Herakleitos "bir insan aynı nehirde iki kez yüzemez" deyimiyle özetlenen değişim felsefesini geliştirdi. Samos'lu Pythagoras üçgenin açıları arasındaki ilişkiyi hesapladı; günümüze dek Batı ve Doğu müziğinin temelini oluşturan ses dizilerini tanımladı. Milet'li Anaksagoras İyonya felsefe ekolünü Atina'ya taşıyıp, Eflatun ve Aristoteles'in öncüsü oldu. İyonyalılar'da İnanç Eski Yunan halkı arasında yaygın olan tanrılara ilişkin çeşitli inanç ve efsaneler ilk kez M.Ö. 9. yüzyılda İyonya'lı destan şairi (muhtemelen Sakız'lı veya İzmir'li) Homeros tarafından derlenerek sistemleştirildi. Homeros'un sistemleştirdiği mitoloji, Atina'nın egemenliği döneminde (MÖ 5. yüzyıl) tüm Helen dünyasının dini referans kaynağı olarak benimsendi. Yunan tanrıları insanlara benzerdi. Tanrılarla insanlar arasındaki en önemli fark ha ölümlü, tanrıların ise ölümsüz olmalarıydı.İyonyalılar birden fazla tanrıya inanıyorlardı. İyonyalılar'da Mimari Yunan geleneğindeki ilk anıtsal taş yapılar olan Samos'taki Hera Tapınağı, Efes'teki Artemis Tapınağı ve Milet'teki Apollon Tapınağı, M.Ö. 560 dolayında inşa edildiler. Daha sonra yeniden inşa edilerek erken döneme ait izlerini kaybeden bu üç yapı, Batı mimarisinin başlangıç noktası olarak kabul edilir. İyonlular'da Yazı Fenike Alfabesi'nden uyarlanan çeşitli Yunan Alfabeleri M.Ö. 9. yüzyıldan itibaren yaygınlık kazandı. Bunlar arasında soldan sağa yazılan İyon Alfabesi zamanla diğerlerini tasfiye ederek tüm Helenler tarafından benimsendi. Halen Yunan Alfabesi olarak bilinen alfabe, İyon Alfabesidir. Latin ve Kiril (Slav) alfabeleri Yunan alfabesinden türemiştir.
  22. _asi_

    İzmir Tarihi

    1922 İZMİR YANGINI 14 Eylül 1922 günü İzmir Kordon 1922 İzmir Yangını veya, yabancı kaynaklarda kullanılan terimle, Büyük İzmir Yangını (Great Fire of Smyrna) -İzmir geçmişte başka büyük yangınlar da geçirmiş olduğu için bu terimin ne derece yerinde olduğu tartışmaya açıktır- 13 Eylül 1922 günü Basmane'de başlayan ve dört gün sürerek İzmir şehir merkezini (özellikle o dönemdeki merkezi ve bugünkü İzmir Enternasyonal Fuarı alanını) geniş ölçüde tahrip eden yangın hadisesidir. Türk ordusunun 9 Eylül 1922'de İzmir'i yeniden ele geçirmesinin hemen ardından, kritik bir dönemde vuku bulması, tarihi önemi bulunan bazı yapıların ve semtlerin yok olması ile neticelenmiş olması, günümüze dek süregelen karşılıklı suçlamalar ve farklı kaynaklarda yer alan değişik tezler nedeniyle güncelliğini koruyan bir hadisedir. Özellikle Yunan ve Ermeni kaynaklarında yer alan, şehri Türklerin yaktığına ilişkin savlar, özellikle iki kaynağa dayanmaktadır. Bunlar; Yunan işgali döneminde ABD İzmir Konsolosu bulunan ve şehre Türk ordusunun girmesiyle 11 Eylül 1922 günü (yangından önce) İzmir'den ayrılan George Horton'un, emekliye ayrıldıktan sonra 1926'da yayınladığı "Asya'nın belası" (The blight of Asia - Türkleri kastetmektedir:) isimli kitap; ve, Ermeni asıllı Amerikalı yazar Margaret Housepian (Hovsepyan) Dobkin'in 1971'de yayınladığı, yazarın ifadesiyle görgü tanıklarının anlatılarına dayalı olan ve yayınlandığı dönemde İngiliz Sunday Times gazetesi tarafından "Yılın Kitabı" seçilmiş bulunan, "İzmir 1922: Bir şehrin yok edilişi" (Smyrna 1922: Destruction of a city) adlı kitabıdır. Bilgi olarak, gazetecilikten diplomatlığa geçmiş bulunan ve bütün diplomasi kariyeri Yunanistan ayaklı bir zemine dayanmış (Atina, Selanik ve son olarak da Yunan işgalinde İzmir, ayrıca 1924'de birkaç haftalığına ABD Budapeşte yardımcı konsolosluğu yapmıştır) bulunan George Horton'un eşi (Catherine Sacopoulo) Yunan asıllı Amerikalıdır. Horton'un kitabının sansasyonel yankılı tam adı, "An Account of the Systematic Extermination of Christian Populations by Mohammedans and of the Culpability of Certain Great Powers; with the True Story of the Burning of Smyrna" şeklindedir. Buna karşılık, yangından Türklerin suçlu ve sorumlu olmadığını vurgulayan iki önemli kaynak vardır. Bunlar; İlki dönemin İzmir İtfaiye Şefi Paul Grescowich'in (Sırp asıllı Avusturya vatandaşıdır) resmi raporudur. İkinciside yangın esnasında İzmir'de bulunan Amerikalı mühendis Mark Prentiss'in ABD'ye döndükten sonra yangın nedeniyle Türklerin suçlandığına müşahade etmesi üzerine yayınladığı kapsamlı bir rapor da aynı yönde ilave bilgiler getirmektedir. Prestiss bu raporunu dönemin ABD Türkiye Yüksek Komiseri (büyükelçisi) olan Amiral Mark Lambert Bristol'a, tarihi belge oluşturması amacıyla, göndermiştir ve rapor ABD Kongre Kütüphanesi'nde "Bristol Papers" şeklinde tanımlanan ve tarih araştırmacıları açısından büyük önemi olan 33000 belgenin arasında yer almaktadır. Ermeni kaynakları, aynı Mark Pretiss'in New York Times gazetesinin serbest muhabiri sıfatıyla, yangının sıcaklığı sürerken gazetesine gönderdiği bir telgraf'a dayandırılarak 18 Eylül 1922 günü bu gazetede manşetten yayınlanmış olan ve Türkleri suçlayan bir makaleye atıfta bulunmaktadır. Hovsepyan'a göre, Prentiss sonradan Amiral Bristol'ün baskısı altında suçlamalarını Ermenilere yöneltmiştir. Yangını izleyen günlerde, genel olarak, İngiliz, Fransız ve İtalyan basını yangın hakkında temkinli habercilik anlayışı izlemiş ve peşin hükümler yürütmemiştir. Bir kısım ABD basını ise, yangının sorumlularını belirlemenin henüz pratik açıdan imkânsız olduğu en erken aşamalarda dahi, doğrudan Türkleri suçlu konumuna yerleştiren haberler yayınlamışlardır. Türklerin, kendi ülkelerinin en kıymetli şehirlerinden birini (İzmir açısından) nispeten pürüzsüz bir şekilde geri aldıktan dört gün sonra neden yakmak isteyecekleri önemli bir soru işareti oluşturmaktadır. Sonra bilinmektedir ki Yunanlılar Balkan Savaşı sonunda 1912 de ellerine geçirdikleri Selanik şehrindeki nüfusun büyük çoğunluğu ve şehrin içindeki binaların çoğu Türklerin elinde bulunmakta idi; fakat 1917'de çıkan (veya çıkartılan) bir büyük yangın şehrin Türk bölgesini neredeyse tamamen yok etmiştir. Demek ki Yunanlılar Türkleri Türk şehirlerinin ortasından söküp atmakta deneyimlilerdir. Bu deneyimlerini Yunan ordusu Batı Anadolu'dan çekilmesinde de daha ufak Turk sehirlerinde de uygulamışlardır. Yunan ordusunun Batı Anadolu'da geri çekilirken sebebiyet verdiği yıkıma , ve İzmir'de de, Rum ve Ermeni nüfus açısından, limanda onlarca yabancı (İngiliz, Fransız, İtalyan, ABD) savaş gemisinin varlığına dayalı bir uluslararası müdahale beklentisine dikkat çekilebilir. İzmir Özel Amerikan Koleji'ni günümüzde sürdürdüğü köklü eğitim kurumu kimliğine kavuşturan kişi olarak bilinen ve, Cumhuriyet dönemi de dahil, çok uzun yıllar Türkiye'de kalmış, eğitimci ve siyaset dışı bir kişilik olan Alexander MacLachlan, görgü tanığı sıfatıyla, 25 Eylül 1922 günü İngiliz The Times gazetesinde yayınlanan şu açıklamaları yapmıştır: "Yunanlıların Mayıs 1919'da Türkleri katlettiği gibi, Türkler Yunanlıları katletmediler. Yaptıkları en kötü şey, Yunanlıların zamanında Türk askerlerini "Zito Venizelos" diye bağırmaya zorlamış olmalarına mukabelen, esir aldıkları Yunan askerlerini "Yaşasın Mustafa Kemal" diye bağırtmak oldu. Türk askerleri şehirde asayişin tam olarak temin edilemediği ilk saatlerde Kolej'i korudular, bir Türk süvarisi başıbozukların eline düşen MacLachlan'ı dayaktan kurtardı. Türklerin kontrol altına almak için bütün çabayı gösterdikleri 3 günlük yangın boyunca Yunan ve Ermeni mahallerinde geniş bir alan tahrip oldu ve iki yüz bin kişi evlerini terketmek zorunda kaldı. Yangında Amerikan Kız Koleji de yandı. MacLachlan'ın yangının kökenleri hakkında yaptığı araştırma, Türk üniformaları giymiş Ermeni teröristlerin şehri ateşe verdiği sonucunu ortaya koydu. Teröristler batı ülkelerinin bir müdahalesini sağlamayı denemişlerdi." Aynı çizgide açıklamalar getiren pek çok diğer kaynak mevcuttur. Sonuç Türk ordusunun M.Kemal Paşa idaresinde 9 Eylül 1922'de İzmir'e girmesi, 11 Eylül'de İzmir'i tamamen kontrol altına alması mukabilinde, İzmir Yangını isimli esef verici olayın 13 Eylül 1922 tarihinde patlak vermesi düşündürücü ve çelişkilidir. Askeri açıdan kontrol altına alınmış bir şehirde düşman kuvveti kalmamış olmasına rağmen bu çaptaki bir yangının çıkarılmış olmasının sorumluları hala gizliliğini korumakta ve sır olarak bırakılmaktadır. Türkiye, Kurtuluş Savaşı sonrasında, çekilmiş acıların sorumlularını araştırarak zaman ve enerji kaybetmek yerine ülkeyi yeniden imar ve inşa etmek üzerinde yoğunlaştı. Bu yaklaşım yakın geçmişe kadar sürmüştür. Örnek olarak, Turgutlu gibi, bu acıları en şiddetli bir şekilde tecrübe etmiş bir merkezin tarihi, resmi bir kurum tarafından özetlenirken, "o günlerin geride kaldığı" özellikle vurgulanmış, "globalleşen dünyada en üst sıralarda yer edinebilmek için tüm halkımız olarak el birliği ile çalışma" gerekliliğine işaret edilmiştir. Ancak Türklere ve Türkiye'ye geleneksel olarak hasmane bir tutum içinde yer almış bazı çevreler (veya milletler) açısından "geride kalmış" bir konu bulunmadığı görülmektedir. Prof. Dr. Türkkaya Ataöv'e göre, suçlamalar zamanla dayatmalara dönüşebilir, Türkiye'yi dünya önünde olabildiğince zayıf bir konuma oturtmak için yeni sözde nedenler aranabilir. Dışta oluşan kimi kotarmalar ve onlara dayalı siyasi hedefli yabancı merkezli kararlar, durup dururken Türkiye'nin önüne konulabilir. Bu "globalleşen dünyada en üst sıralarda yer edinebilmek için gayret gösteren" Türk kamuoyunda şiddetli ve derin bir hiddete de yol açabilir. Türkkaya Ataöv, önceden hazırlıklı olunması, gerçeklerin bildirilmesi ve yayılması gerektiğine dikkat çekmektedir.
  23. _asi_

    İzmir Tarihi

    İZMİR SUİKASTI İzmir Suikasti, Haziran 1926'da yurt gezileri kapsamında bulunduğu İzmir kentinde Mustafa Kemal'e karşı yapılması tasarlanmış bir suikast girişimidir. Suikast gerçekleşmeden önce ortaya çıkarılmış, suçlu görülen çok sayıda kişi idam veya hapis cezasıyla cezalandırılmıştır. Suikast girişiminin ortaya çıkması Suikast girişimi, 15 Haziran 1926 günü Mustafa Kemal Balıkesir’deyken, suikastçiler İzmir Kemeraltı çarşısının ana caddesine (günümüzdeki adı "Anafartalar Caddesi", o dönemdeki adı -caddedeki Mevlevi dergâhı nedeniyle- "Mevleviler Sokağı") nâzır bir otelin pencerelerinden, Mustafa Kemal Paşa gezi programı üzere caddeden geçerken ateş açmayı planlıyorlardı. İhbara göre suikastçilerin arasında Mustafa Kemal'in yanında yer almış olan Kadı Hurşit'in oğlu ve yaşı büyütülerek meclise girip eski Lazistan mebusu olan Ziya Hurşit, İttihat ve Terakki nin fedaisi olup Milli Mücadele de Kocaeli bölgesinde faaliyet gösteren emekli jandarma yüzbaşı Sarı Efe Edip bey'in adamları olan Sarı efe Edip bey'in Değirmendere deki çiftliğinde kahyalık yapan Çopur Hilmi, Gürcü Yusuf ve İstanbul da kuyumcu soymaktan sabıkalı Samsun da kahve işleten Laz İsmail vardı. Yaptıkları plana göre bu kişiler Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'i İzmir'e ziyarete geldiğinde Kemeraltı karakolu önünde ateş ederek öldürecekler, kargaşadan yararlanarak Yemiş çarşısında bekleyen bir arabayla Giritli Şevki Bey'in rıhtımda bekleyen motoruna binip Sakız Adası'na kaçacaklardı. Fakat son anda Şevki Bey'in pişmanlık duymuş ve M.Kemal'in bir gece Mudanya da fazladan kalmasından dolayı programın değişmesinden ve vazgeçip olayın ihbar edilmesinden korkup olayı İzmir Emniyeti Siyasi Şube müdürü Mehmet Ali Konyar'a anlattı. O da vali Kazım Dirik'den izin alıp Giritli Şevki'nin evinde son toplantıdan çıkan suikastçıları kaldıkları yerde yakaladılar. Aynı odada kalan Laz İsmail ile Gürcü Yusuf Ragıp Paşa otelinde Ziya Hurşit Gaffarzade otelinde Çopur Hilmi de evinde yakalanıp tutuklandılar. 16 Haziran da İzmir'e gelen Gazi Mustafa Kemal Naim Palas oteli'nde kaldı ve halka karşı bir konuşma yaptıktan sonra suikastçılarını tek tek odasına çağırıp görüştü. İzmir'e yerleşen M.Kemal Ankara da ki başbakan İsmet İnönü den suikasta adlarının karıştığına inandığı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası üyelerinin paşa olanlar dahil tutuklamasını istemiştir. İsmet İnönü tutuklanan Kazım Karabekir'i serbest bıraktırdı ve diğer parti üyelerinin de tutuklanmasını engelleyince Recep Peker durumu Gazi'ye bildirdi. Mustafa Kemal başbakan İnönü'ye korkmamasını ve tutuklamaları gerçekleştirmesini emretti. Tutuklamalar bu emir üzerine başlatıldı. Suikastle suçlanan kişilerin yargılanması Gazi Mustafa Kemal 9 Temmuz'a kadar İzmir de kaldı. Suikastla ilgili İstiklal mahkemesi 26 Haziran 1926 da Milli Sinema salonun da çalışmalarına başladı. Olayın ardından silahlı ve bombalı olarak İzmir’de yakalan Ziya Hurşit’in açıklamaları doğrultusunda çok sayıda kişi gözaltına alındı ve hemen bir İstiklal Mahkemesi kuruldu. Yargılananlar arasında Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Bekir Sami Kunduh, Cafer Tayyar Eğilmez, Vasıf Karakol gibi Kurtuluş Savaşı’nın önde gelen isimleri de vardı. Bu ünlü kişilerin çoğu beraat etti. Ancak İttihat Terakki Cemiyeti’nin önde gelen bazı isimleri suikastla ilgili bulunarak idam edildi. O gece ve ertesi gün İstanbul ve İzmir'de yapılan tutuklamalarda Ziya Hurşit, Gürcü Yusuf, Laz İsmail ve Çopur Hilmi yakalandılar. Suikastın arkasında kapatılmış Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın içindeki bir grup olduğu sonucuna varıldı. Partinin kurucuları olan Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Adnan Adıvar gibi Kurtuluş Savaşı'nın ünlü isimleri suikastin diğer sanıklarıyla birlikte İzmir İstiklal Mahkemesi nde yargılandılar. Mahkeme Ziya Hurşit ve arkadaşlarını idam cezasına çarptırdı. 14 Temmuz 1926'da on dört kişinin idam cezası infaz edildi. Suikast girişiminden sonra bir ay gibi kısa bir süre içinde yıldırım hızıyla yargılanma tamamlanmış ve idam cezaları infaz edilmiş oluyordu. Kurtuluş Savaşı'nın önderlerinden biri olan ve o sırada yurt dışında bulunan Rauf Orbay gıyabında on yıl hapis cezası aldı. Terakkiperver Partisi'nin yargılanan diğer üyeleri her ne kadar mahkeme tarafından aklandılarsa da bir çoğu uzun bir süre kuşku altında kaldılar. Hükümet görevlerinden dışlandılar. Çoğu on yıl süreyle siyasi yaşamdan uzak kaldı. 18 Haziran 1926 Mustafa Kemal Paşa suikast girişimi hakkında Anadolu Ajansı’na verdiği demeci şu cümleyle bitirdi: Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.
  24. _asi_

    İzmir Tarihi

    HASAN TAHSİN İzmir Basını’nın gururla andığı sembolü Şehit Gazeteci Hasan Tahsin aynı zamanda Türk Kurtuluş Hareketinin ilk kurşununu sıkarak bir milletin destanını başlattı.. 1919 Yılı 15 Mayıs’ında İzmir Limanını dolduran Yunan Donanmasının içinden karaya ayak basmak için sabırsızlanan Yunan Efzun alayını yaşlı gözlerle izleyen İzmirliler, tarihin en karagününü yaşıyordu. Mavi – Beyaz bayraklarla donatılmış Kordonboyu o sabah hiç de ışıldamıyordu. Rum kızları eteklerini savurarak şarkılar söyleyip dans ederken ,Yunan Efzun Alayı karaya ayakbastı. Bando önde Başpapaz Hristamos önderliğindeki Efzun Alayı arkada Kordon boyunda gövdegösterisine başlamıştı. Hemen orada bir kıraathanede saçları dağınık esmer tenı güneşten iyiceyanmış bir genç kendi kendine söyleniyordu ‘Kollarını sallaya sallaya mı girecekler? Olmaz… Olamaz ki. Sonunda ölüm var .. Kan var. .Bunu anlamalılar. Bu genç Selanik’ten İzmir’e göç etmiş , Recep oğlu Osman Nevres beyden başkası değildi.Hasan Tahsin takma adını kullanıyordu. Selanik’te 1888 ‘de dünyaya gelen Hasan Tahsin orada Fevziye Lisesi’ni bitirdi. Devlet sınavını kazanıp Paris’te Sourbonne Üniversitesi Siyasi İlimlerAkademisi’ni bitirdi. İstanbul’a döndükten sonra, Osmanlı Devleti aleyhine Balkanları karıştıranİngiliz Buxton kardeşlerin bu faaliyetlerini önlemekle görevlendirildi. Buxton kardeşlere Bükreş’te birtünelde suikast düzenleyen Hasan Tahsin 10 yıla mahkum edildi. Birinci Dünya Savaşında, Bükreş’in Osmanlı Devleti ve müttefik Almanya tarafından alınmasından sonra , 2 yıl hapis yattığıbu yerden 1916 yılında kurtuldu. Mütarekenin karanlık günlerinde İzmir’e geldi. Osmanlı Sulh veSelamet Cemiyeti’nin sözcülüğünü yapan Hukuk-u Beşer (İnsan Hakları) Gazetesi’nin başyazarlığınıyapmaya başladı. Hukuk-u Beşer Gazetesi’nin başyazarı vatanperver Hasan Tahsin takma isimli Osman Nevres ogüne kadar kalemiyle , eylemleriyle bu istila akıbetini göstermeye çalışmış bir gazeteciydi. İştekorktuğu başına gelmiş , Efzun Alayı Kordonboyunda zafer çığlıkları atıyordu.Birden yerinden fırladı,aynı anda kendisini Yunan işgal askerlerinin karşısında buldu. Az önce kalemini hırsla kıranparmakları arasındaki Rovelver silahı ile ilk kurşunu attı. Kalabalığı yarıp tek başına fırlayan uzunboylu siyah elbiseli adamın attığıilk kurşun Efzun Alayının sancaktarını yere serdi. Sancaktar boğukbir sesle yere yıkılırken, o elindeki Rovelverle peşi sıra kurşun sıkmaya başladı. Hiç beklenmedik buateş karşısında, önce paniğe uğrayan Yunanlılar gerilediler , peşlerindeki Rum kalabalığıarasından denize düşenler görüldü. Fakat karşılarında ateş edenin yalnızca bir kişi olduğunu farkedenYunan Efzun Alayı hemen karşı ateşe başladı. Silahlardaki kurşunlar biten Hasan Tahsin, süngüdarbeleriyle şehit edildi. Hırslarını Hasan Tahsin’in vücudunu paramparça etmekle de alamayanEfzunlar, bu defa sağa sola tüfekle, mitralyözle ateşe başladılar, hatta denizden Yunan torpidolarıda ateşe katıldı. Bu sırada sivil halk arasından çok sayıda can veren oldu. Hasan Tahsin şehit edildiğinde 31 yaşındaydı. Güler yüzlü, neşeli bir vatansever olaraktanımlanan Hasan Tahsin, işgal acısına dayanamayan yüreğinin sesini dinleyip tek başına da olsa bir alaya savaş açacak kadar cesurdu. Atılan bu kurşun Türk Kurtuluş Savaşının meşalesiniyakarken, bütün dünyada Türk ulusunun bu işgali hazmedemeyeceğinin mesajını veriyordu. Bugün Konak Meydanı’nda bir elinde bayrağı diğer elinde Rovelveri ile anıtlaşan bu genç,TürkBasınının bir sembolü olarak tarihe gülümsüyor.
  25. _asi_

    İzmir Tarihi

    İZMİR'İN KURTULUŞU İzmir'in Kurtuluşu, Kurtuluş Savaşı'nın sonlarında Türk ordusunun Yunan işgali altındaki İzmir'e girmesini belirten tarih terimidir. 26 Ağustos 1922'de başlatılan Büyük Taarruz sonucunda Yunan ordusunu dağıtan Türk ordusu, peşine düştüğü Yunanlıları kovalayarak 9 Eylül 1922 sabahı kente girdi ve 3 yılı aşkın süredir işgal altında olan İzmir'i kurtardı. böylece Türk ordusu Yunan ordularını yurttan atmış oldu.Sonradan 9 Eylül günü, "İzmir'in Kurtuluş Bayramı" ilan edildi. Kurtuluş Savaşı ve Büyük Taarruz I. Dünya Savaşı sonunda, İtilâf Devletleri, Osmanlı Devleti ile 30 Ekim 1918'de Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzaladılar ve bu anlaşmaya dayanarak Anadolu'yu işgale başladılar. Türk milleti işgal hareketleri karşısında vatanını kurtarmak için 1919 yılında yer yer direniş hareketlerini başlattı. Bu hareketler, 19 Mayıs 1919 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a ayak basmasıyla kısa sürede merkezi bir nitelik kazandı. Bu süreçte arka arkaya kazanılan 1. İnönü Muharebesi, 2. İnönü Muharebesi, Dumlupınar Muharebesi ve Sakarya Meydan Muharebesi ile Türk yurdunun kurtarılması yolunda önemli adımlar atıldı. 26 Ağustos 1922 sabahı dikkat ve titizlikle hazırlanan taarruz planı uygulamaya konuldu. 26-30 Ağustos 1922’de yapılan Büyük Taarruz, Kurtuluş Savaşı'nın son safhasıdır. 30 Ağustos “Başkomutanlık Meydan Muharebesi” nde bir gün içinde Yunan ordusunun en önemli bölümü etkisiz hale getirildi. Böylece kesin sonuç beş gün içinde elde edilmiş ve hazırlanan plan tam bir başarıyla uygulanmış oldu. Yunanlılar'ın İzmir'den Çekilişi 31 Ağustos günü Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Batı Cephesi Komutanı İsmet İnönü ordu komutanları Yakup Şevki Subaşı ve Sakallı Nurettin Paşaları karargahını kurduğu Çalköy’ünde toplayarak, kaçabilen Yunan kuvvetlerinin hızla takip edilmesini ve İzmir ile dolaylarındaki kuvvetleriyle birleşmemesi için üç koldan Ege’ye doğru ilerlenmesini doğru bulduğunu belirtti. Türk Orduları'nın İzmir'e Gelişi 1 Eylül’de Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ordulara bir bildiri yayımlayarak şu tarihi emrini verdi: “Bütün arkadaşlarımın Anadolu'da daha başka meydan muharebeleri verileceğini göz önüne alarak ilerlemesini ve herkesin akıl gücünü, yiğitlik ve yurtseverlik kaynaklarını yarışırcasına esirgemeden vermeye devam eylemesini isterim. Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!”. Böylece Yunan ordularının akıbeti de belirlenmiş oldu. Çalköy’de verilen bu tarihi emir üzerine İzmir’de “Akdeniz”i, Mudanya’da “Marmara” yı görmek için 8-9 günlük bir zaman kâfi gelecekti. 31 Ağustos’ta başlayan amansız takip sonunda Türk kuvvetleri 2 Eylül’de yıkıntılar haline gelmiş Uşak’a girdi. Burada Yunan Ordusu Başkomutanı General Trikopis tutsak edildi. Takip Harekâtı insan üstü bir hızla ilerledi. Türk askeri dinlenmek ve uyumak istemiyordu. Çünkü kurtardığı her kasabanın, köyün, şehrin Yunanlılar tarafından yakıldığını, bölgedeki Türklerin de acımasızca katledildiğini görmekteydi. 9 Eylül günü 1 nci Kolordu Kemalpaşa’ya, 2 nci Kolordu Manisa’ya, 4 ncü Kolordu Turgutlu’ya ulaştı. Kuzeyde Kazancıbayırı’nda Yunan mevzilerine taarruz eden 3 ncü Kolordu ise Yunan ordusunu püskürterek Bursa’ya ilerledi. Mirliva Mürsel Bakü Paşa komutasındaki Birinci Süvari Tümeni, üç yılı aşkın süredir yas çeken İzmir halkının sevinç göz yaşları arasında 9 Eylül 1922 sabahı İzmir’e girdi. Süvariler, İzmir’e girerken birkaç yerde hafif ateşle karşılaşmaktan başka bir olay olmadı, Kordonboyu’ndan geçerken bir İngiliz müfrezesi tarafından selamlandı. 15 Eylül 1918'de Bakü'de Osmanlı sancağını göndere çeken Mürsel Bakü Paşa, 4 sene sonra İzmir'de Türk bayrağını Hükümet Konağına ve Kadifekale’ye çekti. Bir hafta önce Dumlupınar Meydan Muharebesindeki başarısından dolayı TBMM tarafından Mirliva rütbesi verilen Birinci Süvari Tümeni Komutanı Mürsel Bakü Paşa bir Fransız harp gemisi telsizi vasıtasıyla, İzmir’e girildiğini Ankara’da TBMM riyasetine bildirdi. İzmir’de Türk halkının sevinci o denli büyüktü ki askerler çiçek yağmuru altında kaldı. 9 Eylül 1922 Günü İzmir Vilayet Konağı Balkonundaki Direğe Türk Bayrağı’nın Çekilişi Mustafa Kemal Atatürk'ün ordulara mesajı Başkomutan İzmir’in alınışı dolayısıyla ordulara şu tarihi mesajını yayınladı: ...“İlk verdiğim Akdeniz hedefine varmakta orduların gösterdiği gayret ve fedakarlığı hürmet ve takdirle anarım. Elde edilen büyük muzafferiyetin yapıcısı olan kıymetli arkadaşlarıma en içten teşekkür ve tebriklerimi bildiririm. Orduların bundan sonra verilecek hedeflerin alınmasında da aynı fedakârlık yarışmasını göstereceklerine inancım vardır ve hep tam olacaktır”. 9 Eylül günü 3 ncü Kolordumuz Bursa’yı savunan Yunan birliklerini geri atarak şehri kurtardı. Türk Ordusu’nun İzmir ve Bursa’yı alması üzerine Mustafa Kemal Paşa, millete bir beyanname yayınladı. Torbalı ve Menderes Vadisi’nden çekilen Yunan birlikleri, Seydiköy civarında kısa bir çarpışmadan sonra süvarilerimiz tarafından esir alındı. 9 Eylül günü; Menemen yakılmadan kurtarıldı, Seydiköy Türk kuvvetlerinin eline geçti. Akıl almaz bir hızla ilerleyen piyade birlikleri de bir gün sonra Başkomutan ile birlikte İzmir’e gelmişti. İzmir'in Kurtuluşundan sonrası 18 Eylül 1922 tarihine kadar yapılan Takip Harekâtı ile bütün Batı Anadolu’daki Yunan askerleri sınırların dışına çıkarıldı. 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkıp, Anadolu’nun hemen yarısını istila ederek, burada Yunan Asya İmparatorluğu’nu kurmak rüyasıyla üç seneyi aşkın bir süre içinde Türk topraklarına saldıran Yunan orduları, nihayet 18 Eylül 1922 gününde tek bir er kalmamak suretiyle ülkenin bu bölgesinden tamamen temizlenmiş oldu. Takip harekâtının başarı ile sonuçlanması yalnız Batı Anadolu’yu Yunanlılardan temizlemekten ibaret değildir. Türk ordusunun yaptığı bu harekât ile, İzmit bölgesinden İstanbul Boğazı’na, Balıkesir bölgesinden Çanakkale Boğazı’na kadar hayati önem taşıyan diğer stratejik hedefler de büyük bir ustalıkla İtilaf Devletleri’nin işgalinden, olaysız olarak ve barış yoluyla kurtarıldı. Türk Ordusunun kazandığı bu zafer, Mudanya Ateşkes Antlaşması’na giden süreci başlattı. Türkiye, Mudanya Ateşkes Antlaşması’ndan sonra 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nı imzaladı. Böylece Türk milleti, varlığını bütün dünyaya kabul ettirmiş, Türk devleti de tam bağımsızlığını kazanmış oldu. İzmir'de düşman bayrağına saygı Mustafa Kemal ATATÜRK aynı gün öğleden sonra bir atın kuyruğuna bağlanmış yerde sürüyen Yunan bayrağını görünce "Bayrağı ters taşıyabilirler fakat; yerde süründürmesinler, bu bizim adetlerimize yakışmaz diye haber gönderir ve bayrak atın kuyruğundan kaldırılır. Daha sonra Mustafa Kemal yanına yazar Ruşen Eşref'i ve yaverlerini alarak otomobiline biner, biri otomobilinin önünde diğeri arkasında yer alan iki kısraklı süvari bölüğünün arasında, Konak Meydanı'ndan Karşıyaka'da onu konuk etmek için hazırlanmış eve gitmek üzere ayrılır. Karşıyaka'daki kalacağı eve geldiğinde evin mermer taraçasına çıktıktan sonra kapının önüne ipek bir Yunan bayrağı serilmiştir. Üzerine basılacak bir yol halısı gibi yayılmıştır. Kadın ve erkek orada bulunan İzmirliler: "Buyurunuz geçiniz.... Bizim öcümüzü yerine getiriniz. Yabancı kral bu evden içeri, bizim bayrağımıza basarak girmişti. Siz lütfedin, bu karşılıkla o lekeyi silin! Burası sizin şehrinizdir. Bu ev sizin evinizdir. Bu hak sizindir"diye yalvarıyorlardı. Mustafa Kemal yerde serili bayrağın önünde durur, ağlayarak yalvaran kadın ve erkeklere tatlılıkla bakarak; "O geçmişte kötü etmiş. Bir milletin istiklalini temsil eden bayrak çiğnenmez. Ben onun hatasını tekrar edemem"der. Bayrağı kaldırtır ve bembeyaz mermerlere basarak içeri girer. Ruşen Eşref Ünaydın "İşte sen İzmir'e ilk gün zaferinle böyle girdin"der.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.