Dogrucudavut tarafından postalanan herşey
-
Yılbaşı kutlamalarını eleştiren Vakit yazarı,
Yılbaşında içki içen gençlere saldırı: 1 ölü Bahçelievler’de içki içtikleri parkta saldırıya uğrayan 3 kişiden biri öldü, ikisi yaralandı. Alınan bilgiye göre, Haznedar İstanbul Evleri Sarmaşık Sokak’taki parkta içki içen Soner Karaağaç (20), Mustafa Uçan ve T.Y. (16), yanlarına gelen kimliği belirsiz bir kişi tarafından, parkta içki içmemeleri konusunda uyarıldı. Parktan ayrılan ve kısa bir süre sonra geri dönen bu kişi, 3 arkadaşa satırla saldırdı. Karaağaç, Uçan ve T.Y’nin olay yerinden kaçmak istemesi üzerine şüpheli, 3 arkadaşın arkasından silahla ateş etti. Boynundan yaralanan Karağaç Özel Hospitalium’a, göğsünden ve karnından yaralanan Uçan ile kasığından yaralanan T.Y. ise Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesine kaldırıldı. Karaağaç, tüm müdahalelere rağmen kurtarılamazken, yaralıların hayati tehlikelerinin devam ettiği bildirildi. Polisin, olayı gerçekleştirdikten sonra kaçan ve çevredeki vatandaşlar tarafından da tanınan saldırganı yakalamak için başlattığı çalışma sürüyor ( Hürriyet ) Tebrikler, Abdürrahim Karakoç! Bu da yandaş medya! Yavrusu, irisi ile işi manupile edip servise koydu.
-
Einstein'ı Çürüten Türk Bilimadamı !
Sn. Yamyam, kütlesi olan hiç bir cismin ışık hızına ulaşamayacağını 'Özel Görelilik Kuramı ' söyler, Genel Görelilik değil. Genel Göreliliğe göre de hiçbir etkileşim ışık hızından büyük hızla yayılamaz. Şunu da ifade edeyim, Maxwel'in Elektromagnetik kuramına göre, ışık, birbirine göre dikey olarak yayılan Elektrik ve Magnetik alanlardan oluşur ve boşluktaki hızı ışık hızıdır ve bu da Genel ve Özel Görelilik ile ters düşmez. 'Güneş birden bire ortadan yok olsa bunu 8 dk sonra değil anında hissederiz' demek aslında Newton Mekaniğiyle düşünmek demektir. Çünkü, Genel Göreliliğe göre hiçbir etkileşim ışık hızından büyük hızla yayılamaz. Atom altı ölçeklerdeki olaylarla ilgili Kuantum Kuramına göre ise kütle çekim etkileşimini taşıyan Gravitonlar kütlesizdir. Dolayısıyla, bu açıdan Kuantum ile Özel Görelik çelişmez.. Ancak, etkileşim hızının sonsuz hızda olduğunu öngören Kuantum ile Genel görelik çelişiyordu. Sanırım, anladığım kadarıyla, Prof. Yarman’ın öngörüsü ve bunun deneyle kanıtlanması bu iki kuramı birleştirme yolunda bir adım olabilir. Saygılar.
-
''Ya sev ya terk et'' ile taçlanan Korkunun Cumhuriyeti...
Bunları kimler tezgahlıyor, biraz daha açabilirmisiniz ?
-
Yeni Yıl Dilekleri - 2009 YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN
Yeni yılda, Dünya'ya, özellikle barış, huzur ve sevginin hakim olması dileğiyle, HERKESE MUTLU YILLAR
-
Sultan II. Abdülhamid'in hazırlattığı haritaya göre
Duyarlılığınız için teşekkürler, Saygılar.
-
Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
Silahlı mücadelede, İnsan Haklarını gözetmenin Gandhicilik ile alakası yoktur. Çünkü, Gandhi temelde, silahlı mücadeleye karşıdır. Bu cümleniz, çelişkili, sanki Gandhi 2008’de yaşıyormuş gibi, Bakın, Hindistan Cumhurbaşkanı K.R.Narayanan, ne demiş: ’ Biz Hindistan'da bağımsızlığımızın 50. yılını yeni kutladık. Bu vesileyle, Hindistan'ın bağımsızlık hareketinin, Türkiye'nin verdiği bağımsızlık mücadelesinden ve Kemal Atatürk'ün fikirleri ve felsefesinden esinlendiğini hatırlatmak isterim. Mahatma Gandhi Atatürk'ü "insanoğlunun yüce bir evladı" şeklinde tanımlamıştır. Jawaharlal Nehru ise onu "modern çağın kurucularından biri" olarak sıfatlandırmıştır.’ Hindistan İstiklal Hareketi’nin öncüsü Gandi, Hindistan’ın Mustafa Kemal Atatürk’üdür. Aralarındaki fark, Gandi’nin, milletinin hürriyeti için zülme karşı Satyagraha direnişinde sivil, şiddeti içermeyen Ahimsa itaatsızlığına başvurmasıdır. Kemal Atatürk ise, Türkiye’nin ve Türk toplumlarının hürriyeti için, bu direnişi ancak silah gücüyle yapabilirdi ve o yolda başarılı oldu. Atatürk askeri bir deha... Ve geri kalmış, ezilmiş bir millete, çağdaş eğitimle kültürün önemini öğreten reformist liderdi. Gandi yine aynen Atatürk gibi zenginlik heveslisi değildi, çalıp çırpmadı, kimseyi kandırmadı. Basit bir hayat yaşadı, Hintliler’in Charkha dedikleri çarkta yün ipliği işledi. Gandi’nin en büyük prensiplerinden biri, Başbakan Erdoğan’ın takiyye politikasının tam aksi olan yalan söylememekti. Ölümünden 70 yıl sonra, Hindistan Gandi’nin mirasına sahip çıkmaması gibi Türkiye’de Atatürk’ün mirasına sahip çıkmamıştır. Sorunlar, bundan kaynaklanmaktadır. İşte bu yüzden, Türkiye’ye yeni bir Atatürk gerek diyorum ben.
-
Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
Sn.Mavi, Türkiye'ye Gandhi gerek derken onun bağımsızlık mücadelesi ile işgalcilere karşı mücadele arasında paralellik kurmadığınızı anlıyorum. Açıklamaya çalıışmanızdan anlaşılıyor ki, sizin Türkiye için gerekli dediğiniz Gandhi'nin iç politika tarzı. Bakalım, Gandhinin iç politikası tutarlı mı ve işe yaramış mı ? Prensip olarak Gandi dinsel birlik görüşüyle çatıştığı için siyasi bölünmeye karşıydı.[61] Hindistan'ın bölünerek Pakistan'ın kurulması hakkında Harijan 'da 6 Ekim 1946'da şöyle yazmıştır: [Pakistan'ın yaratılması isteği] Müslümanlar Birliği tarafından öne sürülmesi İslam dışıdır ve hatta günah dolu olduğunu söylemekten de çekinmem. İslam birliği ve insanlığın kardeşliğini temel alır, insanlık ailesinin birliğini bozmayı değil. Dolayısıyla Hindistan'ı büyük bir ihtimalle savaşan iki gruba bölmeye çalışanlar hem Hindistan'ın hem de İslma'ın düşmanıdır. Beni parçalara ayırabilirler ama yanlış olduğunu düşündüğüm bir görüşe katılmamı bekleyemezler [...] çılgınca konuşmalara rağmen tüm müslümanları dost edinmeye çalışmak arzumuzdan vazgeçmemeliyiz ve onları sevgimizin esiri olarak tutmalıyız.[62] Ancak, Homer Jack Gandi'nin Cinnah ile Pakistan konusundaki uzun mektuplaşmalarında şunlara dikkati çeker: "Her ne kadar Gandi kişisel olarak Hindistan'ın bölünmesine karşıysa da öncelikle bağımsızlığın elde edilmesi için Kongrenin ve Müslümanlar Birliğinin işbirliğiyle kurulacak olan geçici bir hükümet altında işbirliğini yapılması ve daha sonra çoğunluğu Müslüman olan bölgelerde yapılacak bir halk oylamasıyla bölünme sorununa karar verilmesini belirten bir anlaşma önerdi."[63] Hindistan'ın bölünmesi hakkındaki bu çifte görüşü nedeniyle Gandi hem Hindular hem de Müslümanlar tarafından eleştirilmiştir. Muhammed Ali Cinnah ve çağdaşı Pakistanlılar Gandi'yi Müslüman siyasi haklarını baltalamak ile suçladı. Vinayak Damodar Savarkar ve müttefikleri Gandi'yi Müslümanların Hindulara karşı düzenlediği vahşete gözünü kapayarak Müslümanların siyasi olarak gönlünü almakla, ve Pakistan'ın yaratılmasına izin vermekle suçluyordu. Bu siyasi olarak çekişmeli bir konu hâline gelmiştir: Pakistan asıllı Amerikalı tarihçi Ayesha Jalal gibi bazıları Gandi ve Kongre'nin Müslümanlar Birliği ile iktidarı paylaşmaktaki isteksizliklerinin bölünmeyi hızlandırdığını iddia ederken; Hindu milliyetçi siyasetçi Pravin Togadia gibi diğerleri Gandi'nin liderliğinde gösterdiği aşırı zayıflık sonucunda Hindistan'ın bölündüğünü söyler. Dalit kastından lider B. R. Ambedkar Gandi'nin Dalit toplumundan sözederken kullandığı Harijanlar terimini kınamıştır. Bu terimin anlamı "Tanrı'nın Çocukları"dır;[88] ve bazıları tarafından bu Dalitlerin sosyal olarak olgunluğa erişmediği ve ayrıcalıklı Hint kastlarının babacan bir tavır içine girmesi anlamına geldiği şeklinde yorumlanmıştır. Ambedkar ve müttefikleri aynı zamanda Gandi'nin Dalit siyasal haklarını da baltaladığını hissediyordu. Gandi, her ne kadar Vaişya kastında doğduysa da, Ambedkar gibi Dalit aktivistler olmasına rağmen Dalitlerin adına konuşabileceği konusunda ısrar ediyordu. Birbirlerine büyük saygıda da duysalar Gandi ve Rabindranath Tagore nir çok kereler çok uzun süren tartışmalara girmiştir. Bu tartışmalar zamanlarının en ünlü iki Hintlisinin felsefi görüş farklılıklarını örnekler. 15 Ocak 1934'de Bihar'da meydana gelen bir deprem çok büyük yaşam kaybına ve zarara yol açtı. Gandi bunun dokunulmazları kendi tapınaklarına kabul etmeyen üst kast Hinduların günahları nedeniyle olduğunu belirtti. Tagore ise Gandi'nin bu görüşüne şiddetle karşı geldi ve dokunulmazlık uygulaması ne kadar itici de olsa ahlaki sebeplerin değil yalnızca doğal sebeplerin depreme yol açabileceğini savundu. ( Alıntı-Vikipedi )
-
Yılbaşı kutlamalarını eleştiren Vakit yazarı,
Her defasında, işlerine geldiği için ideolojilerini miletin çıkarlarının üstünde gören ve demokrasiden, 'açık toplum'dan söz ederek, Batıdan aldığı destekle Laik Cumhuriyeti eleştiren birtakım dinci yazarlar, konu yılbaşı kutlamalarına gelince, nedense bunları unutur ve insanların yaşamlarını en ağır küfürlerle eleştirirler. Eleştirmek, tabii ki, demokrasinin gereğidir, dindarsındır, yılbaşının bu tarz kutlanmasını uygun bulmaz, tenkit eder ve insanlara doğrusunu anlatmaya çalışırsın, bu gayet normaldir. Ama işin içine hakaret ve küfür girerse, bu demokratlık olmaz. Kendini demokrat, özgürlükçü olarak lanse etmeye kalkanların ne kadar demokrat olduğu böyle durumlarda anlaşılır. Mahalle baskısı yok diyenler de bunlardır. Ama eninde sonunda şapka düşer kel görünür.
-
Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
Bu görüşlere uygun olarak, 1940'ta Britanya Adaları'nın Nazi Almanyası tarafından işgali sözkonusu olduğunda Gandi Britanya halkına şu öğütleri verdi (Savaş ve Barışta Pasif Direniş ): "Sahip olduğunuz silahları ne sizi ne de insanlığı kurtarmaya yeterli olmadığı için bırakmanızı isterim. Kendi varlığınız saydığınız ülkelerden ne istiyorlarsa almaları için Herr Hitler ve Sinyor Mussolini'yi davet edin.... Eğer bu centilmenler evlerinize girmek isterse, siz evleriniz terkedin. Eğer sizin serbestçe gitmenize izin vermezlerse, erkek, kadın ve çocuk sizi katletmelerine izin verin ama onlara bağlılığınızı sunmayı reddedin." Savaş sonrası bir mülakatta 1946'da daha da uç bir görüşünü açıkladı: "Yahudiler kendilerini kasabın bıçağına sunmalıydılar. Kendilerini kayalıklardan denize atmalıydılar." Gandi'nin Holokost ile yüzyüze kalmış olan Yahudiler hakkındaki görüşleri bir çok yorumcunun eleştirisine neden olmuştur. Siyonizmin karşıtı olan Martin Buber 24 Şubat 1939'da Gandi çok sert bir açık mektup yayımladı. Buber Britanyalıların Hintli uyruklarına davranışı ile Nazilerin Yahudilere karşı yaptıklarını kıyaslamanın münasebetsiz olduğunu belirtmiş; ve hatta Hintliler zulmün kurbanları olduğunda Gandi'nin bir zamanlar kuvvet kullanımını desteklediğini belirtmiştir. Hintbilimci Koenraad Elst'de Gandi'yi eleştirmiştir. Gandi'nin pasif direniş kuramının etkinliğini sorguladı ve bunun Britanyalılardan yalnızca ufak bir kaç ödün koparabildiğini belirtti. Elst ayrıca Britanyalıları pasif direnişten değil şiddet eylemlerinden korkmaları nedeniyle (ayrıca II. Dünya Savaşı'nın ardından kaynakların da tükenmesiyle birlikte) Hindistan'ın bağımsızlığının kabul edildiğini iddia etmiştir. Elst'e göre buna örnek olarak Subhaş Çandra Bose'nin Hindistan Ulusal Ordusu'na olan Hint toplumunun desteği verilebilir. Övgü olarak da şunu belirtir: "Gandi'nin ünlü olmasının başlıca nedeni, sömürgeleşmiş toplumlar içindeki özgürlük liderleri arasında, Batı modellerinden (milliyetçilik, sosyalizm, anarşizm vb. gibi) değilde yerli kültürden çıkan politika ve stratejiler üreten tek lider olmasıdır." ( Alıntı-Vikipedi ) Sn.Mavi, Türkiye'ye Gandhi gerek derken onun bağımsızlık mücadelesi ile işgalcilere karşı mücadele ile paralellik kurmadığınızı anlıyorum. Açıklamaya açlışmanızdan anlaşılıyor ki, sizin Türkiye için gerekli dediğiniz Gandhi'nin iç politika tarzı. Ona da gelicem ama öncelikle yukardaki alıntılardan anlaşılıyor ki , Gandhi, silahlı eylemin mümkün olmadığı bir durumda pasif direnişle mücadele vermiş. Ancak, şunu da belirtmek gerekir ki, Gandhi'nin başarısı sadece kendi çabası ve felsefesinin ürünü değil, Hindistan Ulusal Ordusu'nun şiddet eylemlerinden korkan ve 2. Dünya savaşıyla kaynakları tükenen Britanyalılar'ın savaştan vaz geçmeleri ile ilgilidir. Batılılar bükemedikleri eli öpmezler, o nedenle Gandhi Nobel Barış ödülünü vermişler ama Batılıların emperyalist heveslerini kursağında bırakan Atatürk'ü dışlamaya, Türklere unutturmaya yönelik politikalarını ardı ardına uygulamışlar. AB üyeliği için Kemalizmi ve Atatürk'ü bırakmanız gerekir diyen AB parlomento üyelerinin görüşleri bu düşüncenin uzantısıdır.
-
Bizim adımıza özür size mi düştü ****? seçilmişer...!
Atatürk ve Kürtler MUSTAFA Kemal Paşa’nın Milli Mücadele sırasında Kürtlere özerklik (muhtariyet) sözü verdiği, ama sonra aksini yaptığını iddia edenlerin dayandığı belgelere bir bakalım. Milli Mücadele sırasında, Ekim 1919’da kararlaştırılan Amasya Protokolleri’nin gizli tutulan 2. kısmında “Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırki hukuk ve içtimai haklar bakımından müsaadelere sahip olması” şeklinde bir hüküm mevcuttur. Aynı metinde, bundaki amacın, Kürtlere “zahiri bağımsızlık” vaat eden İngiliz propagandasını etkisizleştirmek olduğu da belirtilmiştir. 22 Temmuz 1922’de TBMM’nin Elcezire (Irak) Cephesi Komutanlığı’na gönderdiği talimatta da hem ülke genelinde hem Kürtlerin yaşadığı yerlerde halkın geniş katılımına dayalı yerel yönetimlerin “aşamalı olarak” kurulması politikası anlatılmaktadır. Zafer’den sonra 16 Ocak 1923 akşamı İzmit’te yaptığı basın toplantısında Gazi Paşa, Türklerle Kürtlerin nasıl iç içe geçtiğini anlatarak ayrı sınır çizmenin felaket getireceğini, ayrı bir Kürt yapılanmasının “kesinlikle söz konusu olamayacağını” vurgulayarak özetle diyor ki: “Ayrı bir Kürtlük düşünmektense, anayasamız gereğince zaten bir tür mahalli özerklikler oluşacaktır. O halde hangi vilayetin halkı Kürt ise onlar da kendi kendilerini özerk olarak idare edebileceklerdir.” Gazi’nin bahsettiği, 1921 Anayasası’dır; 11. madde illere “mahalli işlerde” özerklik tanıyordu. Gazi aynı konuşmasında şunu da söylüyor: “Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait mesele yaratmaları daima mümkündür.” Bu belgeler gösteriyor ki Kürt meselesi yeni değildir. Ama Türkiye hiçbir zaman iki halktan oluşan federatif bir toplum olarak düşünülmemiş, onun için Kürtlerle özel bir anlaşması yapılmamış, Kürtlere mahsus bir özerklikten de bahsedilmemiştir. Dünden bugüne Milli Mücadele’de İslamiyet birleştirici bağ olarak vurgulanırken, İngilizlerin Doğu’da esasen Ermenistan kurmak istediği anlatılmış, Kürtlere yönelik “zahiri bağımsızlık” propagandasına karşı, ülke genelindeki illerin özerkliği sisteminden Kürtlerin de yararlanacağı belirtilmiştir. Ve, 1924 Anayasası’nda illerin özerkliği kaldırılmıştır! Bazı yazarlar 1924 Anayasası ile merkeziyetçi bir sistemin kurulmasını Kürt isyanlarına bağlıyor. Halbuki Koçgiri İsyanı 1921’de, Şeyh Sait İsyanı 1925’tedir. “Ama Hangi Atatürk” adlı kitabımda ayrıntılı olarak anlattım; dönüm noktası 24 Temmuz 1923’te Lozan’ın imzalanmış olmasıdır. Lozan’daki ırki ve dini azınlıklar tartışması Türkiye’nin istediği şekilde çözüme bağlandıktan sonra, “ulus devlet”in kuruluşu sürecinde hukuki aşamaya gelinmiş, 20 Nisan 1924’te yeni Anayasa’yla illerin özerkliği kaldırıldığı gibi “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk denilir” hükmü konulmuştur. Türkiye’de “ulus devlet” yapay değil, tarihi köklere sahip sosyolojik bir süreçtir. Uzun süredir ulus devletin demokratikleşme aşamasını yaşıyoruz. Kürt meselesi vardı, bugün de var. Ulus devleti yıkarak değil, ulus devlet içinde bireysel özgürlük ve yerel yönetim ilkeleri açısından çözümler düşünmeliyiz. Çözümsüzlük halinde “daima mesele yarattıklarını” da tarih gösteriyor. ( Taha Akyol-Milliyet )
-
Bizim adımıza özür size mi düştü ****? seçilmişer...!
Ne Mutlu Türküm Diyene!.. ( Mustafa Kemal ATATÜRK ) Dünya tarihinin en önemli liderlerinin başında gelen Mustafa Kemal Atatürk, Allah’ın Türk milletine verdiği en değerli hediyesidir. Atatürk Türk milletinin ve Türk adının tarihte devam etmesini sağlayan en önemli isimdir. Bu özel ve değerli insanın günümüz Türkiye’sinde dahi değerli yapan en önemli özelliği ise, geniş vizyonu ile ileriyi görebilmesidir. Ülke bütünlüğünü, milli birlik ve beraberlik ruhunu tüm etnik gruplara yansıtmasıdır. Bugün bazı Atatürk karşıtları dar vizyon ve sabit görüşleriyle geniş bir bakış açısıyla düşünemiyorlar. Dolayısıyla onun yaptıklarını tam olarak anlayamıyorlar. Anlayamadıkları için de yeteri kadar onun ilkelerine değer vermiyorlar. Şimdi bir düşünelim: Atatürk olmasaydı, parçalanmış ülkemizin azınlıkları olarak İngilizlerin mi, Fransızların mı yoksa Rusların mı hakimiyeti altında olacaktık? Ya da çok konuşulan dindar dinsiz kavgalarını kime anlatacaktık. Fransızlara mı, İngilizlere mi? Atatürk’ün devrimlerini hatırlayalım: Bir ülkenin kanunlarının değiştirilmesi dünyanın en riskli ve en zor işidir. Atatürk Arap alfabesini değiştirip, yerine Latin harflerini getirdi. Kılık kıyafette devrim yaptı. Dini kurumsallaştırdı. Din ve devlet işlerini ayırarak laik cumhuriyetin temellerini attı. İlk seçme seçilme hakkını birçok Avrupa ülkesinden önce Türk kadınına verdi. Yine dünyada ilk kadın savaş pilotluk unvanını da Atatürk Türk kadınına layık gördü. Çok kısa zaman içinde hızla üniversiteler, fabrikalar inşa ederek, hem ekonomiyi kalkındırdı hem de bilgi düzeyini artırarak eğitimi hızlandırdı. Ulaşım alanında ise, ülkenin dört bir yanını demir ağlarla ördü. Atatürk yüzünü hep batıya döndü. Tüm hayali genç Türkiye Cumhuriyeti’nin “çağdaş uygarlıkların seviyesine” kısa sürede kendi kimliğiyle yükselmesiydi. Çünkü batı ülkelerinin gelişen dünyaya öncülük yaptığını biliyordu. O günlerde olduğu gibi günümüzde de Atatürk’ü eleştirenler, onun bu hayalini anlamaları için modern dünyanın vazgeçilmez teknolojilerinin nereden geldiğine bakmaları gerekir. Şimdi soruyorum: Neden İslam birliği değil de Avrupa Birliğine girmek istiyoruz? Neden İslam Ülkerlerinde birleşme ve bütünleşme yoktur? Atatürk batıyı örnek aldığında din elden gidiyor diye yıllarca feryat edenler, şimdi ne oldu da onun fikirlerini kabul eder duruma geldiler? Atatürk bizi 84 yıl önce Avrupa birliğine dolaylı olarak sokmuş da bizler farkına varamamışız. Şimdi İslam ülkelerine bir bakalım: İran sizce ne kadar zengin ve refah bir ülke? Hatta ne kadar dindar bir ülke? Tartışılır… Zorla, baskıyla din yapılır mı? Zorla yapılan din sadece göstermelik olur. Tıpkı İran’daki gençlerin başlarına zorla örttükleri örtü gibi. Peki ya Arabistan? Ülkenin tüm servetini birkaç hanedan paylaşmış, zengin ile fakir halk arasında keskin bir uçurum oluşmuş. Afganistan’ın durumu ise tam anlamıyla içler acısı. Pakistan yokluk içinde. Gözlerimizin önündeki Irak parçalanmış durumda. Halkı perişan. Müslüman ülkelerinin neredeyse tamamında zengini çok zengin, fakiri çok fakir ve perişan yaşıyor. İslam tarihinde din ile ülke yönetimini sadece Hz. Muhammed tam olarak başarmıştır. Bu yönetimden tüm kesimler hatta peygamber karşıtları dahi memnun kalmıştır. Bunun dışında hiçbir dini yönetim onun yerini tutamamıştır. Bundan sonra da tutması mümkün değildir. Atatürk öyle bir akıl yürütmüş ki, bugün dahi kendini dindar sayanların yapamayacağı kadar İslam dinini korumuştur. Kimlerden korumuş? Hurafelerden, sahte şeyhlerden ve dini parayla satanlardan korumuş. İslam dininin modernize olması gerektiğini o dönemde dahi anlayıp; hurafelerin, şeyhlerin, hadislerin yönettiği İslam dinini aslına, özüne yani Kuran’a dönmüştür. Peki, Atatürk gerçekte ne yapmak istemişti? O hiçbir ülkeye boyun eğmeyen Türk kimliğini yaratmak istemişti. Şu andaki durum bu hayalin gerçekleşmediğini gösteriyor. Yurtdışına gidenler çok iyi bilirler. Türkleri yurtdışında genelde İspanyol, İtalyan veya Yunanlı sanırlar. Türküm dediğinizde asla inanmazlar. Çünkü bizlerin hala Arap toplumuyla aynı olduğumuzu sanıyorlar. Bu imaj günümüz Türkiye’sinde dahi maalesef değişmemiştir. Bir İngiliz, bir Fransız hatta bir Yunanlının dahi dünyada kimlikleri vardır. Çin, Hindistan, Japon, Afrikalının kimliği olurken, neden Türk milletinin kendine özel bir kimliği, imajı yoktur? Atatürk bu durumu değiştirip kendine özel bir adı olan yani markası olan diliyle, diniyle modern oluşuyla kendine has bir ülke yaratmak istemişti. Şimdi olduğu gibi ülkemizde o dönemde de çeşitli etnik gruplar vardı. Bunlar: “Lazlar, Gürcüler, Çerkezler, Arnavutlar, Ermeniler ve Kürtlerdi. ” Bunların tamamı yeni bir ülke olan Türkiye topraklarında Türk bayrağı altında “Türk milleti” adını aldılar. Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” sözüyle hafızalara kazınan bu slogan ülkemizdeki değişimin de en önemli sembolü oldu. Ben inanıyorum ki, bu sembol hala geçerliliğini korumaktadır. ( Alıntı-Nuran Yelkenci )
-
Bizim adımıza özür size mi düştü ****? seçilmişer...!
Değerli forumdaşım, bu konuşmanın ulus-devlet anlayışı ile ilgisi yok. Evet, Başbakan Erdoğan da, 2006 senesinde Meclis’te, Atatürk’ün, Meclis’in açılışının üzerinden henüz bir hafta geçtikten sonra yaptığı bu konuşmayı hatırlatıp ümmetçilik yapmaya kalkmıştı. Buna tarihi okumada ‘anakronik’ yaklaşım denir ve yanlış bir yöntemdir. Günümüzün kavramları, o tarihte olanlarla açıklanmaz yada şöyle söyleyeyim; tarihteki olayları günümüz kavramları ve ilkeleri ile açıklamaya kalkmak hatalıdır. Tarih böyle okunmaz. Daha Cumhuriyet kurulmamış ( 1920 ), Atatürk, hilafeti ve saltanatı da karşısına alarak bir Kurtuluş Savaşı’na hazırlanıyor. Atatürk ve düşüncesi oralardan başlamış, o tarihten bugüne evrilerek gelmiştir.
-
Bizim adımıza özür size mi düştü ****? seçilmişer...!
Sn. Mavi, inanın sizi sıkmamak isterdim ama forum demek tartışmak demek değil mi ? Birbirimizi anlamak, paylaşmak, tartışarak doğruyu bulmak için burada değil miyiz ? Elbette, açıklama yapacağız, fikirlerimizi daha net anlatmak için yeni yollar bulacağız. Tartışmak demek atışmak değildir zaten, açıklamak zorundayız ki anlaşılabilelim. Ancak, tartışmanın da belirli bir metodolojisi olmalı. Bir konuda taraf olmadan önce anlamak gerekir. Suçlamak, beğenip-beğenmemek, taraf olup-olmamak gibi duruşlar, anlamanın sonucu olmalıdır ancak. Eleştiriyi olanaklı kılan, anlamaktır. Ayrıca, herhangi bir fikir, tersi ispat edildiğinde aşılmış olur ve eğer, ortaya konan fikir gerçek olanla ilgiliyse onu yok etmek olanaksızdır.
-
DTP+PKK..TKP yi Siyasi Aşure Kazanında Kaynatıyor
Kürtlük, aşiret düzeniyle kendini var etmektedir. Kürt isyanların tamamı bu düzenin kaymağını yiyen ağa, bey ve şeyhlerin önderliğinde çıkmıştır. Şeyh Sait ile Dersim?i, Ağrı isyanıyla Koçgiri?yi birleştiren bu ortak özelliktir. Bu isyanların ulusal isyanlar olduğu söylemek saçmadır. Çünkü ulusal hareketler hem gerici derebeylik sistemiyle mücadele eder, hem de emperyalizme karşı kendini ifade eder. Bu bakımdan Türk Ulusal Kurtuluş hareketi ve Türk Devrimi tam anlamıyla ulusal bir harekettir. Kendisini Türk Devleti ve Devrimiyle savaşarak var eden Kürt hareketi ise gerici ve işbirlikçidir. Kürt isyanlarına İngilizlerin, Fransızların ve Ermenilerin desteği ve hatta bizzat onlar tarafından organize edilmesi, Kürt hareketinin işbirlikçiliğini gösterir. Bugün ister sağ, ister sol görünümlü olsun Kürtçü hareketler bu isyanlara sahip çıkıyorlar ve bunları Kürt ulusal harketinin doğuşu olarak görüyorlar. Şeyh Sait anması yapan bir ?sol? harekete rastlamak artık şaşırtıcı değil. Çünkü bu hareketlerin ortak noktası Kürt olmalarıdır. Ne siyaset, ne de başka bir şey önemli değildir. İşte bu yüzden aynı zamanda ırkçıdırlar. Bu isyanlar Türk Devriminin emperyalizm ve onun desteklediği geri toplumsal yapıyla mücadelesinin önüne konmuş bir engeldir. Atatürk ve devrimci kadrolar bu meseleyi en sert şekilde çözdüler ve 1938?ten sonra bu isyanlar bitti. Ancak 1970?lerin sonunda kurulan PKK, bugün ABD ve AB?den aldığı destek ve Türk Devletinin zayıf düşmesi sonucu yeni bir isyan dalgası yaratmak üzeredir. Tehlike büyüktür. Bölgede 2000?lere kadar Kürt bölücülüğüne karşı en kararlı tavrı alan Türk devletinin, bugün vereceği en ufak tavizin bedeli Misak-ı Milli sınırlarının değiştirilmesi olacaktır. Cumhuriyet tarihi bu meselenin nasıl çözüldüğünü bize göstermektedir. Atatürk?ün isyanlara karşı sert tavrı ve Kürtçülüğün yeşerdiği toplumsal zemini yok ederek Türklüğü yüceltme politikası bize yol göstermelidir.
-
Bizim adımıza özür size mi düştü ****? seçilmişer...!
Daha önce de bin kere söyledim. Hem ediyor, hem etmiyor. Türk olmak hem üst kimliktir, hem de Kürt, Laz, Çerkez, Arap vs. olmak gibi bir etniği ifade eden alt kimliktir. Bin yıldır bu coğrafyada yaşayanların tümüne ayırd etmeksizin Türk denmiş, bu coğrafyanın ismine de Türkiye demişler. Bunun da sebebi Doğu Roma'yı yıkıp devlet kuranların, bu topraklarda hakim olanların Türk olması.
-
Sultan II. Abdülhamid'in hazırlattığı haritaya göre
Etibank'ı Ellere Kaptırmayalım En önemli, stratejik dev kurumlarımız yabancılara satıldı. Bunlardan bazılarının bir yıllık getirisi bile, satış bedelinden fazla idi. Satmasaydık, bir yıl içinde o kadar para elimize geçecekti; yaşamsal kuruluşlarımız da bizde kalacaktı! Satışların çoğunda ekonomik endişeler olmadığı anlaşılıyor. Şaibeli sayanlar var. Kazanç getiren kurumlardan bazılarının ihalesiz (artırmaya çıkarılmadan) birilerine verilmesinin ardında hangi sebebin yattığı belli değil! Yalnızca "Peşkeş çekildi" denilerek geçiştirilemez. Gizli ortaklıklar mı? Topluma açıklanmayan dış baskılar mı? Nedir ihalesiz satışların altında yatan? Ne gibi mecburiyet ve gizli düzenlerle, büyük gelir getiren stratejik kurumlarımız yabancıların eline geçti? Ellere satılan büyük kurumların bir kısmı şöyle: Petkim, Tekel Rakı, İETT Garajı, Türk Telekom, Şekerbank, Kuşadası Limanı, İzmir Limanı, Araç muayene işi, Başak Sigorta, Adabank , Avea, Finansbank, Oyakbank, Denizbank, Türkiye Finans, TEB, Cbank, MNG Bank, Alternatif Bank, Dışbank, Telsim , Yapı Kredi'nin yarısı, Turkcell'in yarısı, Beymen'in yarısı, Enerjisa'nın yarısı, Garanti'nin yarısı, Eczacıbaşı İlaç, İzocam, TGRT(Fox), Demirdöküm, Döktaş, Süper FM� Bunların dışında birçok arsa, şirket hissesi ve başka varlıklar da yabancılara satıldı. Kapitalist ülkeler sigara oyunlarıyla dünyayı soyup; öldürüyor. Şimdi Tekel Sigara fabrikaları da satılacak.(Yazıyı yazarken o da gitmiş!) Alınan paralarla önemli bir yatırım yapılmadı. İş alanları yaratılmadı. O yüzden işsizlik arttı. Başka konularda olduğu gibi, işsizlik oranı için ilan edilen rakamlara inanmak olanaksız. Fiili işsizlik en az yüzde otuzla- yüzde elli arasındadır. *Keşke bu satışlardan gelen paralar yeni yatırımlara ve iş alanları açılmasına gitseydi. Ne yazık savurganlıklara kaynak oldu. *Keşke yabancıklar bizim hazır tesislerimizi ucuza kapatacaklarına; ülkemizde sıfırdan yeni tesisler kursalardı. İş alanları yaratsalardı. *Keşke vur kaç yapıp anında yurt dışına kayarak ekonomik depremler yaratan sıcak para yerine; fabrikalar kuran yatırımcı sermaye gelseydi. Bizimkiler dış ülkelerde fabrikalar kuruyor. Ülkemize ciddi iş kaynakları yaratan yabancı sermaye, pek gelmedi. *** HENÜZ SATILMAMIŞ DEV BİR HAZİNEMİZ VAR� Yer altı servetlerimizin bir kısmının ruhsatlarına sahip olan Etibank'a sıkıca yapışalım. Ülkemiz dünya bor rezervinin %75'ine sahip. Petrol ve maden yataklarımızın ruhsatlarını kapatan yabancılar, bor konusunda aynı uyanıklığı başaramamış. BOR yataklarımızın çoğunun ruhsatına ETİBANK sahip� Ne mutlu! Bu varlığımız, on trilyon dolar değerinde! Elbette Etibank'ın, diğer birçok maden alanları için ruhsatları da var. Bu kadar büyük bir servetin kırk milyon dolar gibi küçük bir parayla, güya en büyük müttefikimiz olan dev güce veya şirketlerine satılacağı haberleri yaygınlaştı. Kırk milyon dolar nedir ki! İstanbul'un mütevazi tüccarları bile bu parayı çıkarır. Emekli sandığının Ankara'da gelir getiren ve benim de kiracısı olduğum elli yıllık eski teknoloji ile yapılmış binası bile, o paranın iki katına satıldı. (Fransız Emekli sandığının hiç prim toplayamasa bile, 150 yıl emekli aylıklarını ödeyecek kadar taşınmazları olduğu söyleniyor. Böyle bir tehlike halinde, bizim emekli sandığı aylıkları nasıl ödeyecek?) Etibank bu kadar az bir parayla(çok para da olsa) adı önceden belli olan birine satılırsa; ülkece intihar etsek yeridir. Atatürk'ün adını koyarak yarattığı bu değerli armağanı, hiçbir bedelle sattırmayalım.
-
Sultan II. Abdülhamid'in hazırlattığı haritaya göre
Türkiye'de Petrol 1945 yılında keşfedilen Raman petrol sahasının keşfinden bugüne yapılan çalışmalar Türkiye'de petrol ve gazın varlığını kanıtlamıştır. Bugüne kadar irli-ufaklı yaklaşık 120 tane petrol ve doğal gaz sahası keşfedilmiştir. Keşifler ağırlıklı olarak Kilis'ten siirt'e kadar uzanan ve Adıyaman-Diyarbakır-Batman'ı kapsayan Güneydoğu Anadolu bölgesinde ve Trakya bölgesinde gerçekleştirilmiştir. Trakya bölgesinde genelde doğal gaz sahaları, Güneydoğu Anadolu bölgesinde ise genelde petrol sahaları keşfedilmiştir. Dolayısıyla, Türkiye'de petrl verdır ve ararsanız bulabileceğiniz kanıtlanmıştır. 1954 yılındaki petrol yasası sonrasında T.P.A.O'nun ve özellikle Shell ve Mobil gibi uluslararası şirketlerin arama ve sondaj çalışmaları neticesinde 1969 yılında ve ayrıca 1973 ilk petrol krizi ve şoku sonraaında petrol fiyatının 10 katı artması sonrasında yerli petrol aramacılığına ve sondaj çalışmalarına verilen önem ve ağırlık neticesinde 1991'de yerli petrol üretimleri rekor düzeylere, yılda 4.5 milyon tona, ulaştı. ancak, daha sonraki yıllardan günümüze kadar, değişik nedenlerle, petrol ve doğal gaz aramacılığına ve sondajına ayrılan bütçe azaldı ve halen yıldan yıla azalmaktadır. 1954 sonrası dönemde aramaya verilen önem neticesinde 1965'te 150 000 m'lik maksimum metraja ulaşıldı. Arama etkisini 4 yıl sonra 1969'da yıllık üretimi 3.6 milyon tona ulaştırarak gösterdi. 1973 sonrasında arama çalışmaları 1985'de 260 000 m'lik meksimum metraja ulaştı. 6 yıl sonra ise 1991'de üretim rekor sayılan 4.5 milyon ton olarak gerçekleşti. Aramaya yapılan yatırım etkisini 4-6 yıl sonrasında üretimde göstermektedir. 1991'de 4.5 milyon ton olan yıllık yerli üretimimiz şu anda 2.5 milyonton kadardır. Söz konusu azalmanın önümüzdeki yıllarda da devam edeceği kesindir. Yalnız; kanıtlanmış bir ilişki vardır, o da şudur: Türkiye'de petrol aramacılığına ve sondajına bütçe ayrılırsa petrol bulunabilmektedir. Türkiye'de petrole ülkemizin değişik bölgelerinde rastlanmıştır, varlığı kanıtlanmıştır ve ağırlıklı olarak Güneydoğu Anadolu bölgesindeki sahalardan üretim yapılmaktadır. Güneydoğu Anadolu bölgesinde Batman, Mardin, Siirt, Diyarbakır, Adıyaman ve Kilis illeri içinde bulunan sahalardan ve ayrıca Trakya bölgesinde küçük sayılabilir 1-2 sahadan petrol üretimi yapılmaktadır. Karadeniz ve Akdeniz'de petrol ve özellikle doğal gaz aramaları bütçe elverdiğince sürdürülmektedir. Türkiye'de son yıllarda yapılan en önemli keşif, 2 yıl önce Ege bölgesinde Manisa Alaşehir'de delinen bir kuyuda petrolün bulunması olmuştur. Çünkü, Ege bölgesinde ilk defa petrol bulunmuş oldu. Bundan sonra da aranırsa bulunabileceği ipucunu vermiştir. Orta Anadolu bölgesinde Tuz Gölü civarında doğal gaz ve petrol potansiyelinin olabileceği söylemektedir. Görüldüğü gibi; Türkiye'nin birçok bölgesinde petrolün varlığı bilinmektedir. Şimdi gelelim diğer önemli soruya: Türkiye'de petrol var ama Türkiye petrol zenginimidir veya petrol zengini olabilirmi? Maalesef bu soruya hemen evet demek mümkün değildir. İstatistiksel olarak bilinen bir gerçek: Türkiye'de bulunan petrol sahalarının Orta Doğu ülkelerindeki sahalar kadar büyük olmadığı ve bizim sahaların genelde ağır petrol içerdiğidir. Türkiye'de bugüne kadar yaklaşık 1 milyar ton petrol keşfi yapılmıştır. anak bunun %15'i olan yaklaşık 150-160 milyon ton petrol üretilebilir olarak tahmin edilmiştir. Bunun 112 milyon tonu (2000 sonu itibariyle) bugüne kadar üretilmiş olup, geriye kalan 40-50 milyon ton pertol Türkiye'nin üretilebilir petrol rezervidir. Bir başka deyişle, Türkiye'nin petrol rezervi yüksek değildir, ve ancak 1.5 yıllık Türkiye petrol tüketimini karşılamaya yetecek kadardır. Türkiye'de Petrol Verileri ve Değerlendirilmesi Petrol Aramacılığı: 1954 yılından günümüze Türkiye'de 200'e yakın şirket arama ve işletme faaliyetlerinde bulunmuş, bunlardan 27 tanesi halen faaliyetlerine devam etmektedir ve 5 tanesi (T.P.A.O., Ersan Petrol, Polmak, Demir Enerji ve Güney Yıldızı) yerli şirkettir. Petrol aramacılığında toplam 18 bölgeye ayrılmış olan Türkiye'de 1935'ten bugüne kadar 3000'e yakın kuyu delinmiş olup, bunun yaklaşık 1100 tanesi arama ve 1300 tanesi üretim kuyusudur. Arama kuyularının derinliği 2300 m'dir. Arama Kuyularının %30'u X. Bölgede (Siirt), %19'u XI. Bölgede (Diyarbakır), %18'i I. Bölgede (Marmara), %15'i XII. Bölgede (Gaziantep), %5'i XIII. Bölgede (Hatay) ve %4'ü XIV. Bölgede (Adana) delinmiştir. Arama kuyularının 1 tanesi 6000 m'den derine, 7 tanesi 5000 m'den derine, 22 tanesi 4500 m'den derine, 57 tanesi 4000 m'den derine delinmiştir. Denizlerde delinen kuyu sayısı 30'dur. Keşfedilen Petrol Sahaları 1945-2000 arasında 59'u T.P.A.O ve 41'i diğer şirketler tarafından 100 irili ufaklı petrol sahası keşfedilmiştir. Keşfedilen sahaların %36'sı X. Bölgede, %33'ü XI. Bölgede ve %27'si XII. Bölgede yeralmaktadır. Delinen arama kuyu sayısı ile keşfedilen saha sayısı arasında doğrusal bir ilişki bulunmaktadır. Ortalama olarak, 9 arama kuyusu delindikten sonra 1 saha keşfi yapılmaktadır. Ortalama olarak, her keşfedilen sahada 27 kuyu (arama+üretim+enjeksiyon+..) delinmektedir. Petrol Rezervi: Keşfedilen toplam 100 petrol sahası için, rezervuardaki yerinde petrol miktarı 1 milyar ton iken, üretilebilir petrol miktarı 150-160 milyon ton olup, bugüne kadar 110 milyon ton üretilmiş, kalan üretilebilir rezerv yaklaşık 40-50 milyon ton olarak verilmektedir. Türkiye genelinde üretilebilir petrol-yerinde petrol oranı %15 olup, T.P.A.O sahaları için bu oran %12 ve Shell sahaları için %25'tir. Ortalama rezervuar başına yerinde petrol 10 milyon ton ve üretilebilir petrol 1.5 milyon tondur. Petrol Üretimi 2000 itibariyle 45'i T.P.A.O ve 31'i diğer şirketlerce işletilen 76 sahadan üretim yapılmaktadır. Ortalama olarak, her üretim yapılan sahada 13 üretim kuyusu bulunmaktadır. Üretim kuyularının ortalama derinliği 1742 m'dir. Üretim kuyuları için ortalama yıllık üretim, 1997'de 4252 ton/(kuyu-yıl) iken 2000 yılında 3277 ton/(kuyu-yıl) olmuştur. Bir başka deyişle, 2000 yılında üretim kuyuları için ortalama debi günde 63 varil olarak gerçekleşmiştir. Yıllık toplam üretimin %47'si 5 sahadan (Raman, Batı Raman, Karakuş, Güney Karakuş, Kuzey Karakuş) gerçekleşmiştirve tamamı T.P.A.O. tarafından işletilmektedir. Bugüne kadar yapılan tüm üretimin %47'si X. Bölgede, %37'si XI. Bölgede ve %16'sı XII. Bölgede keşfedilen sahalardan gerçekleştirilmiştir. 2000 sonu itibariyle; sahaların keşfinden bugüne kadar toplam üretimi 50 milyon varilden büyük olan 5 saha, 25 milyon varilden büyük olan 9 saha, 10 milyon varilden büyük olan 27 saha ve 1 milyon varilden büyük olan 47 saha işletilmektedir. 2000 sonu itibariyle: Toplam Üretim/Delinen arama Kuyusu Sayısı Oranı ? 900 000 Varil/Arama Kuyusu (veya 125 000 ton/Arama kuyusu) Toplam Üretim/Toplam Arama Kuyusu Metrajı Oranı ? 400 varil/m Toplam Üretim/Toplam Delinen Kuyu Sayısı Oranı ? 300 000 varil/kuyu Toplam Üretim/Toplam Delinen Kuyu Metrajı Oranı ? 150 varil/m olmuştur. Bugüne kadar gerçekleşen toplam üretimin %48'i 1500-2000 m. derinliğindeki sahalardan, %27'si 1000-1500 m. derinliğindeki sahalardan, %14'ü 2500-3000 m. derinliğindeki sahalardan ve %10'u 2000-2500 m. derinliğindeki sahalardan gerçekleştirilmiştir. 1.85 milyar varil yerinde petrol rezervi ile Türkiye'nin en büyük sahası olan Batı Raman'dan üretilebilecek petrol rezervi yaklaşık %2 iken, sahada CO2 enjeksiyonu uygulaması sonucunda üretilebilecek petrol rezervinin %12'ye yükseltilebileceği anlaşılmıştır. bu yaklaşık 25 milyon ek petrol rezervidir ve petrol üretiminde üretim arttırma yöntemlerinin önemini göstermektedir. Sonuçlar ve Öneriler Türkiye'de petrol vardır. Kilis'ten Siirt'e uzanan Güneydoğu anadolu bölgesinde, trakya'da petrol üretilmektedir, Ege'de (Manisa/Alaşehir) keşfedilmiştir, Doğu Anadolu'da, Tuz Gölü yakınında, Karadeniz ve akdeniz'de petrol potansiyeli tahmin edilmektedir. Türkiye'nin yeteri kadar arandığını söylemek mümkün değildir. Tüm Cumhuriyet döneminde toplam 1200 arama kuyusu delinmişken, dünyada her yıl ortalama 20 000 arama kuyusu delinmektedir. Türkiye'de Cumhuriyet döneminde toplam 3000 kuyu delinmişken, A.B.D.'de ise her yıl onbinlerce kuyu delinmektedir. Eski Sovyetler Birliği'nde kuyu sayısı milyondan fazladır. Orta Doğu ülkelerinde olduğu gibi büyük petrol rezervuarları keşfedilmemiştir. rezervuarlarımız genelde göreli olarak küçük petrol rezervli, küçük ölçekteki rezervuarlar şeklindedir. türkiye'de petrol aramacılığı ve sondaj faaliyetlerine ayrılan bütçe yetersizdir. 2001 yılı yatırım programında T.P.A.O'nun sondaj öncesi (jeolojikve jeofizik çalışmalar) ve sondaj çalışmalarına yaklaşık 28 milyon dolar ayrılmıştır. Bu bütçe yetersizdir; çünkü: - Her kuyunun maliyeti birkaç milyon dolar düzeyindedir, - Hatta deniz aramacılığının maliyeti çok daha yüksektir. 2000 yılı içinde karadeniz'de delinen 2 kuyunun maliyeti 50 milyon dolar olarak verilmiştir. Geçen yıl İskenderun açıklarında delinen 2 kuyunun maliyeti 20 milyon dolar olmuştur. Uluslararası petrol şirketlerinin arama ve üretimde payları azalmıştır. T.P.A.O. ağırlıklı olarak arama ve üretim yürütmektedir ve herşey T.P.A.O.'dan bekleniyor havası hakimdir. Uluslararası petrol şirketlerinin arama ve saha işletme faaliyetleri teşvik edilmelidir. Derinin aranması ve daha önce aranmış sahaların yeni arama teknolojileri uygulanarak (örneğin 3D sismik gibi) yeniden aranması planlanmalıdır. Ülkemizde, bütçe ayırdığınızda ve aradığınızda petrolün bulunduğu, bugüne kadarki veriler, göstermektedir. türkiye'de yıllar içinde delinen kuyu sayısında ve kuyularla delinen toplam derinliği tanımlayan toplam metraj değerleri ve aramaya ayrılan bütçe yıllar içinde önemli değişiklikler göstermektedir (1985'te 260 000 m. ile son yıllardaki 40-50 000 m. arasında). Buna bağlı olarak, yerli üretimimizde inişli çıkışlı bir görüntü içindedir. Daha da tehlikelisi, 1986 yılından bugüne aramalara ayrılan bütçe sürekli olarak düşmüş, ve bunun neticesinde yerli petrol üretimimizde 1991'deki rekor düzeyinden itibaren günümüze kadar sürekli düşmüştür, ve en azından önümüzdeki 4-5 yıl daha düşmeye devam edecektir. Arama çalışmalarının yıllar içinde nişli-çıkışlı bir davranış göstermesi; kararlı ve sürekli bir petrol politikasının eksikliğini göstermektedir. Bunun yanısıra; sektör içindeki en büyük kuruluşların üst yönetimlerinde yaşanan şanssızlıklar ve sürekli değişiklikler yine petrol politikasındaki olumsuz göstergelerdir. Kalıcı, tutarlı, uygulanabilir, uzun dönemli, vizyon ve misyonu olan bir petrol politikasına gereksinim vardır. Sektörü politikacının değil politikanın, günlük politikanın değil sürekli ve tutarlı politikanın yönlendirmesi sağlanmalıdır. Kamu kuruluşlarının yönetiminde uzman-deneyimli-bilgili, teknik ve ekonomik konuşara hakim, politikacıların etkisinden arındırılmış bir yönetim yapısı kazandırılmalıdır. Varolan petrol sahalarından yapılan üretimin düşük olmasının bir nedeni de bu tür sahalar modern ve hatta geleneksel petrol üretim arttırma yöntemlerinin yeterince kullanılmamasındandır. Örneğin, türkiye'de yaklaşık 50 petrol sahasından üretim yapılırken, bunlardan sadece birisinde modern üretim arttırma yöntemi kullanılırken, diğer birkaç sahada ise su enjeksiyonu yapılmaktadır. Petrol sahalarından üretimi arttırmak üzere yeni teknolojilerin ve üretimi arttırma yöntemlerinin kullanılması gerekmektedir. Yeraltında bulunan petrolün üretilebilirlik oranı dünya ortalaması %33 iken bizde %15 olmasının en önemli nedenlerinden birisi; petrol sahalarının karmaşık yapısı ve içerdiği ağır petrolün olmasının yanısıra tukarıda değinildiği gibi üretim arttırma yöntem ve teknolojilerinin kullanılmamasındandır. Türkiye'nin stratejik petrol rezervi yoktur. A.B.D.'nin yaklaşık 100 milyon ton yeraltında depolanmış stratejik petrol rezervi vardır ki bu depolanmış miktar yaklaşık 1.5 aylık petrol tüketimine eşittir. bu rezerv rafinerilerde veya diğer yüzey tanklarında depolanmış petrol miktarını içermemekte, sadece yeraltında depolanmış petrol miktarını tanımlamaktadır. Türkiye'de ulusal enerji politikalarının ve doğal olarak petrol ve doğal gaz politikalarının belirlenmesinde yardımcı olan, uzun dönemli planlama çalışmaları yapan ve yürüten, sektörde ilgili yönetmelikleri çıkarma ve denetleme özellikleri olan bir birimin (örneğin Ulusal Petrol Enstitüsü, Ulusal Doğal Gaz Enstitüsü, Ulusal Petrol ve Doğal Gaz Enstitüsü veya Ulusal petrol kurumu ve konseyi gibi) kurulmasında yarar vardır. Söz konusu birimde sektörün her kesiminden (kamu ve özel kuruluşlar, mühendislik odaları, üniversiteler,...) temsilcilikler veya katılımcılar görev alabilirler. Günümüzün en önemli enerji kaynakları olan ve daha uzun sürede bu konumu koruyacağı belli olan ve toplumun tüm kesimlerini ilgilendiren petrol ve doğal gazla ilgili tüm etkinliklerin planlanacağı ve denetleneceği böyle bir birim veya enstitü, aynı zamanda toplumu eğitici ve uyarıcı ve gereğinde devletin ulusal petrol ve doğal gaz politikasını yönlendirici özelliklere sahip olabilir. Akaryakıt türlerinin ve diğer sıvı, doğal gaz ve LPG gibi petrol ürünlerinin analizini yapacak, standartlara uygun olup olmadığını araştıracak bağımsız laboratuvarlara gereksinim vardır. Ankara'daki PAL bu tür laboratuvarlara iyi bir örnektir ve Türkiye'nin diğer bölgelerinde de benzer laboratuvarlar açma çalışmalarının hızlandırılması ve girişimlerin teşvik edilmesi gerekmektedir. Biz İTÜ Petrol ve Doğal Gaz Mühendisliği Bölümü olarak talip olmamıza rağmen, devletten henüz gerekli maddi destek konusunda olumlu neticeler alamadık, ama girişimlerimizi kamu ve özel kuruluşlarla sürdürmekteyiz. Türkiye'de enerji sektörünün en önemli sorunlarının kökeninde; sektörün planlama eksikliği, bilimsel araştırma ve geliştirme ile teknoloji geliştirme etkinliklerinin azlığı gelmektedir. Türkiye'nin bilim politikasında enerjiye gereken yer verilmezken, enerji politikalarında AR-GE'ye (araştırma-geliştirme) gereken yer verilmemektedir. Petrol sektörü içindeki kamu ve özel kuruluşlar ile üniversiteler arasındaki bilimsel ilişkiler ve ortak çalışmalar çok düşük düzeydedir, ve devlet te üzerine düşen yönlendiricilik görevini yeterince yapmamaktadır. AR-GE çalışmalarına daha fazla kaynak ayrılmalı, Avrupa Birliği standartlarına uygun AR-GE programları teşvik edilmelidir. Sektörde var olan kamu kuruluşlarının uzman ve ileri teknoloji ağırlıklı, iş verimi yüksek ve maliyeti düşük özelliklere sahip olacak şekilde yeniden yapılandırılma konusu enerji politikalarında yer almalıdır. Petrol ve doğal gaz arama ve üretim sektöründe Türkiye'deki tek devlet kuruluşu olan T.P.A.O.'nun çok riskli ve bütçe gerektiren çalışmalarını sürdürebilmesi için gelir kaynaklarını arttırıcı ve petrol sektörü içinde daha geniş bir yelpazeyi kapsayacak bir entegrasyon uygulaması ile (rafinaj, boruhattı taşıma, satış-pazarlama çalışmaları yapabilecek şekilde) yeniden yapılandırılması uzun süreden beri dile getirilmektedir. ancak bunu yaparken, yukarıda sayılan özelliklere (uzman ve ileri teknoloji ağırlıklı, iş verimi yüksek) sahip olacak şekilde yapılandırılması konusu gündeme getirilmeli, tartışmaya açılmalı, incelenmeli ve gerekli çalışmalar gerçekleştirilmelidir. Özet Dünyada ülkelerin gelişmişliğini yansıtan en önemli göstergelerden birisi, hepinizin bildiği gibi "kişi başına düşen enerji tüketimi" değildir. Artık onun yerine "tüketilen enerji başına yapılan üretim" göstergesi kullanılmaktadır. Yani tükettğimiz enerji başına ne kadar ürettiğimizdir önemli olan. Burada, doğal olarak "verimlilik" gündeme gelmektedir. Yani enerjiyi verimli kullanıyormusunuz, üretiminizde verimlilik gözönüne alınıyormu. Şubat 2001 ekonomik krizinin bize öğrettiği "maalesef bu ülkede üretim yapılmadığı ve üretimimizin artması gerektiği, gelişmenin mal ve iş üreterek sağlanabileceği" oldu. Mal ve iş üretimindeki soru aslında yerli petrol üretiminde uzun yıllardan beri vardır. Yerli üretimdeki düşüş, aramalara yapılan ihmalden, aramalara yeteri kadar bütçe ayrılmamasından kaynaklanmaktadır. Bununda kökeninde; Türkiye'de uzun süreli, kararlı ve tutarlı petrol politikasının olmaması, sektördeki ilgili kuruluşların verimli çalıştırılmaması, politikadan çok politikacıların sektörü yönlendirmesi olguları ve gerçekleri yatmaktadır. Sektörde ilgili, yetkili ve sorumlu kuruluşlar verimli çalışmamakta ve çalıştırılmamakta, yasal altyapıda eksiklikler olduğu çıkarılan yeni yasalardan anlaşılmakta, bunlardan daha kötüsü; bütün bunların bize IMF veya Avrupa Birliği tarafından dayatılması sonucunda anlaşılması ve düzenlemelere gidilmesidir. Prof. Dr. Abdurrahman Satman ( İ.T.Ü. Petrol ve Doğalgaz Mühendisliği öğetim üyesi )
-
Sultan II. Abdülhamid'in hazırlattığı haritaya göre
Bakın, Sn.Birce, bunda şaşılacak bir şey yok. O zaman Osmanlı toprağı olan Musulda ilk petrolü bulan İngiliz şirketinin ismi Türk Petrolleri A.Ş. ( Turkish Petrolleum CO. ). Alıntılarımda ayrıntısı var. Musulda petrol varsa, coğrafi uzantısı olan Anadoluda da var demek için süper zeka olmak gereksiz. Kaldı ki, bu petrollerin peşinde hem Almanlar, hem de İngilizler vardı. Bu haritayı da Alman Mühendise yaptırmışlar. Osmanlı, Abdülhamit döneminde de, siyaseten bağımsız değildi, bütünüyle Alman İmp.'nun, kaynaklara sahip olma ve yönlendirmesi var işin içinde. Ayrıca, bu konu Cumhuriyet tarafından da araştırılmamış değil, yine ayrıntıları alıntıladıklarımda var. TPAO'nun araştırmaları, Raman dağındaki petrol kuyusu da bulunmuş. Ancak, Sn.Cryano nun belirttiği gibi marjinal maliyet hesabından verimli bulunmamış. Abdülhamit'in haritasında yeni bulunan Karadenizdeki kaynaklar gösterilmiş mi ? Neden yok ? Almanların imkanı bu kadarmış diyelim. Bu haritanın şimdi bulunmuş gibi ortaya çıkarılması, tamamen, Abdülhamit'i, İttihat ve Terakki düşmanı olduğu için, Abdülhamit Han ( hiç bir padişah için söylemezler ) diye lanse etmeye çalışan, günümüzün dinci siyasi propogandacıların bir göz boyaması. Elbette, her padişah gibi onun da yaptığı doğru şeyler vardır. Ancak, onu 'Ulu Hakan' olarak göstermeye çalışanların yaptıkları bir çarpıtmadan ibaret.
-
Bizim adımıza özür size mi düştü ****? seçilmişer...!
Madem dürüstlüğüne inanıyorsun neden aynı konuda hem fikir değilsin, bunu ortaya koyman lazım. Ciddi ve milli bir meseleyi, mizah yazısı tadında ele alıp, 'sözde' fikir belirtmekle tartışma olmaz. Sence, her konuda bir kişi haksız olabilir mi ? Hayata uyuyor mu bu yazdıkların. Yoksa, 'canım bu kadar bastırıyorlar, güçlüler, paraları da var, hem ateş olmayan yerden duman çıkmaz' anlayışıyla ve okuduğunu bile ezik psikoloji ile çarpıtıp doğru imiş gibi sunma çabası, aykırı olma hazzından mı kaynaklanıyor. Sayı ile konuşmak acı bir şey ama dürüstlüğüne güvendiğin Murat Bardakçı'nın, Talat paşa'nın evrak_ı matrukasına dayanarak, 924 kişi olarak tespit ettiği tehcir edilen Ermeni sayısının 1200 olduğunu söylemek, üstelik hepsinin öldüğünü iddia edebilmek için okuduğunu anlamamk mı yada başka bir şey mi ? Murat Bardakçı yazdı Erivan seyahati uğruna suçlamaları meşrulaştırmayın 05.09.2008 17:27 Cumhurbaşkanı Abdullah Gül yarın Ermenistan’a gidecek ya, güzide basınımız Erivan seyahati konusunda ahkâm kesmekle meşgul. Ermeni meselesinin geçmişini bilen bilmeyen kim varsa birşeyler yazıyor, fikir veriyor, derin yorumlar yapıyor. Yorumlara hakim olan hava, şöyle: Türkiye’nin başına senelerden buyana yeteri kadar dert açmış olan Ermeni meselesi zaten çok uzamıştır, başımız gün geçtikçe daha da fazla ağrıyacaktır, dolayısıyla ayağımıza kadar gelmiş olan bu yakınlaşma fırsatını değerlendirmemiz ve biraz da alttan alıp işi tatlıya bağlamamız gerekmektedir! Hele, Türk ve Ermeni cumhurbaşkanları 1915’te can verenlerin hatırasına stadyumda bir dakikalık saygı duruşu yaptıkları takdirde, senelerden buyana devam eden tansiyon düşecek, meselenin halli konusundaki en önemli adım atılmış olacaktır. Ve en önemlisi: İşlerin bu hâle gelmesinin sebebi sadece Türkiye, daha doğrusu Osmanlı Devleti’dir; zira 1915’te Ermeniler’e karşı çok fena işler etmişizdir. Aydın yazarlarımız Ermeni meselesini bu şekilde yorumluyor, çözümü de böyle gösteriyorlar. Türkiye’de, 1915’te çok acı hadiseler olduğu, doğrudur... Bu hadiseler yüzünden yüzbinlerce kişi evini-barkını, memleketini ve çok daha önemlisi hayatını kaybetmiştir. Anadolu’nun nüfus yapısı büyük ölçüde değişmiş, bu değişme birçok sosyal çalkantıya ve 90 küsur sene sonra, günümüzde de devam eden bir “Ermeni meselesi”ne sebebiyet vermiştir. Talât Paşa’nın bende bulunan ve çok yakında tamamını yayınlayacağım belgelerine dayanarak ve açıkça söyleyeyim: 1915 yılında tehcir edilen Ermeni sayısı 924 bin, Ermeni nüfusta 1914 ile 1916 arasında görülen azalma ise maalesef daha fazla, 950 bin civarındadır. Ama, tehcir öncesi ile sonrasındaki nüfus arasındaki bu yüksek farkın tehcir sırasında bu kadar kişinin hayatını kaybettiği şeklinde yorumlanmaması gerekir. Zira, bu sayıya çeşitli sebeplerden dolayı ölenlerin yanısıra Osmanlı topraklarını terkederek başka memleketlere, özellikle de Rusya’ya, Güney Amerika’ya ve Avrupa ülkelerine göçedenler de dahildir ve bu kişilerin bir kısmı 1918 sonrasında dönmüştür. O halde 1915’te bütün bunların yaşanmasının sebebi nedir? İşte, “Ermeni meselesini artık alttan alarak halletmemiz gerekir” diyenlerin bir türlü düşünmedikleri yahut düşündükleri halde her nedense söylemedikleri husus, yani meselenin temeli buradadır. Tehcir döneminin Dahiliye Nazırı, yani İçişleri Bakanı ve sonranın Sadrazam’ı Talât Paşa, tehcirin ilhamını gördüğü bir ruyadan alıp uykusundan uyanır uyanmaz “Bugün şu Ermeniler’i bir güzel süreyim” dememiştir. Sadece Talât Paşa değil, o devirde Türkiye’nin kaderini elinde bulunduran İttihad ve Terakki’nin Doktor Nazım yahut Bahaeddin Şakir Beyler gibi liderlerinden hiçbiri bu işe durup dururken kalkışmamışlardır. Tehcir, o tarihe kadar çeyrek asır boyunca devam etmiş ve çoğu son derece kanlı şekilde yaşanmış olan ardarda gelişmelerin zorunlu bir neticesidir. Dünya Savaşı’na girmiş ve sınırlarının hemen tamamı cephe halini almış bir ülkeyi, yani o günlerin Osmanlı İmparatorluğu’nu düşünün... Doğu’da Rus Ordusu’na karşı son derece kanlı çarpışmalar devam ederken senelerdir zaten isyan halinde olan azınlık gruplardan biri savaşı fırsat bilerek cephenin hemen gerisinde bağımsız bir devlet kurmak istiyor... Bu yoldaki bütün hazırlıklar tamamlanıyor ve üstüne üstlük hem savaşan orduya arkadan saldırılılar başlıyor, hem de erkekleri askere gittiği için savunmasız kalan Türk köylerinde katliamlar yaşanıyor... Sınırlarda savaşan birliklerin kumandanları Genelkurmay’a ve Savaş Bakanlığı’na hemen her gün “Köyünün saldırıya uğradığını işiten askere hâkim olamıyoruz. Silâhlarıyla beraber firar edip memleketlerine gidiyorlar. Tedbir almazsanız orduyu iç taraflara doğru çekmek zorunda kalacağız” meâlinde telgraflar gönderiyorlar. 1915 tehciri öncesinde, Anadolu’nun doğusunda işte bunlar yaşanmış ve tehcir kararı, köylerdeki karşılıklı kıtalin üzerine Van’da Rus destekli müstakil bir Ermeni Devleti kurulmasına ramak kalmışken alınmıştır. Yani, devlet, meşru müdafaa hakkını kullanmak ve tehcir kanununu çıkartıp uygulamak zorunda kalmıştır. Bu yazdıkların aydın, entelektüel, düşünür, sivil toplumcu yahut barış aktivisti olduğuna inanan zevât tarafından “şovenist”, “ilkel”, “ucuz” veya “basit” olarak nitelense de, işin aslı böyledir. Ve, netice: 1915’te yaşananların bir facia olduğunu reddedilmesi ve Türkiye ile Ermenistan gibi iki sınır komşusunun, aralarında 80 küsur seneden buyana devam eden bu tuhaf soğukluğa artık bir nihayet vermelerinin zamanının çoktan gelmiş olduğuna karşı çıkılması tabii ki akıl kârı bir iş değildir. Ama, Ermenistan ile yakınlaşma ve dolayısıyla da Batı’dan prim sağlama uğruna bundan 93 sene önce kullanmak zorunda bırakıldığımız meşru müdafaa hakkını bir cinayetler zinciri olarak göstermeye ve böylelikle Türkiye’yi soykırım gibi aşağılık bir suçlamanın hedefi yapmaya da kimsenin hakkı yoktur. haberturk
-
Einstein'ı Çürüten Türk Bilimadamı !
TOLGA YARMAN, Prof. Dr. 1963'de Galatasaray Lisesi'ni bitirdi. Üniversite öğrenimini Fransa'da gördü; 1967'de, Institut National des Sciences Appliquées de Lyon Mühendislik Okulu'ndan, yüksek lisans düzeyinde, mezun oldu. 1968'de, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Nükleer Enerji Enstitüsü'nde, ikinci yüksek lisans öğrenimini tamamladı. Doktora çalışmasını ABD'de yaptı; 1972'de, Massachusetts Institute of Tecnology'den Nükleer Mühendislik alanında Bilim Doktoru unvanını aldı. İTÜ'de Nükleer Mühendislik alanında, 1977'de Doçent, 1982'de Profesör oldu. 1972-73 ve 1975-77 arası Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi Nükleer Mühendislik Bölümü'nde çalıştı. İTÜ Nükleer Enerji Enstitüsü, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği Nükleer Mühendislik Dalı, Boğaziçi Üniversitesi Nükleer Mühendislik Bölümü, Anadolu Üniversitesi (AÜ) Fen Edebiyat Fakültesi, İ.Ü. Mühendislik Fakültesi ve Siyasal Bilgiler Fakültesi, Galatasaray Üniversitesi ve Işık Üniversitesi'nde öğretim üyesi oldu. İTÜ Nükleer Enerji Enstitüsü Müdür Yardımcılığı, AÜ Fen Bilimleri Enstitüsü Müdürlüğü, bu üniversitede Mühendislik-Mimarlık Fakültesi Dekan Yardımcılığı ve Makine Mühendisliği Bölüm Başkanlığı görevlerini yaptı. 1977 Eylül'ünde toplanan X. Dünya Enerji Konferansı Genel Raportörü oldu. 1975-1982 arası Başbakanlık Atom Enerjisi Komisyonu (AEK) Nükleer Güvenlik Komitesi, 1978-1982 arası da AEK Danışma Kurulu üyesi olarak çalıştı. 1984'te California Institute of Technology (CALTECH) Mühendislik Bilimleri Fakültesi'nde, konuk öğretim üyesi olarak bulundu. Bu sırada ABD'de çeşitli üniversite ve araştırma merkezlerinde konferanslar verdi. 1995-96 arası Brüksel Özgür Üniversitesi Mühendislik Fakültesi'nde (ULB) konuk öğretim üyesi oldu. Anadolu Bilim ve Teknoloji Stratejileri Araştırma Enstitüsü (BİLTES) (Eskişehir, 1987), Türkiye Sosyal, Siyasal ve Ekonomik Araştırmalar Vakfı (TÜSES) (İstanbul, 1988), ve Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV) (İstanbul, 1994) kurucu üyesi, diğer yandan Belçika Nükleer Topluluğu, Avrupa Nükleer Topluluğu, ABD Nükleer Topluluğu üyesi oldu. Genelkurmay Başkanlığı Harp Akademileri Komutanlığı'nda yıldız savaşları, nükleer silahlar, silahsızlanma, dünya enerji siyasası, ileri teknoloji, savunma sanayii alanlarında, 1985'den itibaren dersler ve konferanslar verdi. Pek çok Doktora ve Yüksek Lisans çalışması yaptırdı. Ulusal ve uluslararası birçok akademik etkinliğe katıldı. Nükleer enerji, enerji ve savunma alanlarında basılı kitapları, ulusal ve uluslararası basın ve konferanslarda yer almış çok sayıda çalışması bulunmaktadır.
-
Einstein'ı Çürüten Türk Bilimadamı !
Okan Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Tolga Yarman, ışıktan daha hızlı yayılabilen bir manyetik alan bulduklarını, bu keşfin Einstein’ın “ışık hızı” teorisiyle çeliştiğini söyledi. NTV Güncelleme: 11:45 TSİ 22 Aralık 2008 Pazartesi İSTANBUL - Çalışma arkadaşlarıyla basın toplantısı düzenleyen Yarman, ortaya çıkan sonuçların ise Belarus devlet üniversitesinde yapılan deneylerle kanıtlandığını belirtti. Yarman, son 10 yıldır, Einstein’in Görecelik Kuramı ile Modern Atom Kuramı üzerinde çalıştıklarını ifade ederek, teorisine göre, duran cisimlerin hangi uzaklıkta olursa olsun, birbirleriyle etkileşebildiğini, bu olayın da ışık hızından daha hızlı gerçekleştiğini vurguladı. Einstein’in, “Genel Görecelik Kuramı”na göre hiçbir etkileşmenin, ışık hızından daha hızlı olamayacağını belirten Yarman, kendi yaptıkları deneylerde, “bağıl manyetik alanın”, ışık hızından en az 4 kat daha hızlı yayıldığını bulduklarını anlattı. -http://www.ntvmsnbc.com/news/469510.asp-
-
Dünya müstakile yerleşti, Türkiye apartmanlaşıyor!
Sn.Nicleno, makalede, yangın açısından dayanıklılıktan bahsedilmiş, basınç yada çekme mukavemetinden değil.
-
Dünya müstakile yerleşti, Türkiye apartmanlaşıyor!
O gördüğün laleler ve çimlerin ömründen haberin var mı ? Ayrıca, sulamak için ne kadar su sarfedildiğinden ? İstanbul'da kullanacak suyun bile az olduğu o sıcak yaz günlerinde üstelik. Laleleri ve çimleri hangi firmaların sattığını, Belediye sayesinde neler kazandıklarını düşün bir de, hiç ihtiyaç ve yarar yokken, suya en çok gereksinim duyulan zamanlarda, sırf göz boyamak için, ' Büyükşehir Çalışıyor' ha, geç bunları
-
Sultan II. Abdülhamid'in hazırlattığı haritaya göre
İLK BOR MADENİNİN ANADOLUDAKİ KEŞFİ : 1850 yılında, Fransız mühendis Camille Desmazures’e İstanbul’da alçı taşından yapılmış bir heykel hediye edilmiştir. Fransız mühendis Desmazures, heykel üzerinde yaptırdığı analiz sonucunda, heykelin yüksek oranda boraks içerdiği anlamıştır. Bu şekilde, Anadolu’da bor madeninin varlığı ortaya çıkmıştır. Heykelin yapıldığı madenin geldiği yöre ise, Balıkesir’in Susurluk ilçesinin Sultan Çayırı’dır. Desmazures, Anadolu’da pandermit adı verilen bor madenine ulaşmış oldu.. Desmazures ve ortağı Groppler, Pandermit madenini 20 sene süreyle alçı taşı olarak Avrupa’ya satmışlardır. Boraks üzerindeki bu oyun, uzun yıllar bu şekilde sürmüştür. Osmanlılarca, Bu cevherin bor madeni olduğunun anlaşılması üzerine, bu kez de yabancılar cevheri, buğdaylar altında yurt dışına kaçırılmaya devam etmişlerdir. Bu kurulan düzene, kapitülasyon sarmalında olan Osmanlı Hükümetinin karşı çıkması olanaksızdı.. Çünkü yabancı ülkelerin Elçileri ve onların atadığı Komiserler, Osmanlı İmparatorluğu’nu idare ediyorlardı. ANADOLU BOR MADENİ ÜZERİNDE OYNANAN OYUNLAR : Bu arada içimizden olanlar acaba ne yapıyorlardı? Ermeni vatandaşlarımızdan Artin Dadyan Paşa Dışişleri Müşteşarı, Agop Kazasyan Paşa önce Hazine Bakanı sonra da Maliye Bakanı olmuştur. Sakız Ohannes Paşa ise, sırayla Dışişleri Bakanlığı Özel Kalemi sonra da Hazine Bakanı olmuştur. Osmanlı’nın Ermeni Bakanları, Yerli şirketlere işletme ruhsatı vermeyip Yabancı şirketlere veriyorlardı. ANADOLU MADENLERİ ÜZERİNDE YAPILAN ULUSAL MÜCADELE 1919’dan 1923 yılına kadar ulusal Kurtuluş Savaşı veren Türk ulusu, 1923’den sonra Anadolu’daki yabancı kumpanyalardan kurtulma savaşı vermiştir. Bu savaş, Osmanlı borçlarının kontrolü amacıyla kurulmuş olan Duyun-u Umumiye ve Galata bankerlerine karşı verilmekteydi. Doğal kaynaklarımız olan madenlerimiz, yabancıların alacakları karşılığı korkunç bir şekilde talan edilmiştir. Bu talanı, Cumhuriyet öncesi kurulan demiryolu güzergahını inceleyerek de görebiliriz. Demiryollarının, Ankara’ya giderken Balıkesir’i dolaşmasındaki erek neydi? Yabancı şirketler, demiryolu hatları boyunca aldıkları ruhsatlarla, maden işletmeciliği yapmışlardır. Türk Bor madenleri, 1904 yılında İngiliz William Vitaler’e geçmiştir. Yabancı Şirketlerce, Anadolu’da Boraks madeni çıkartılmasına Cumhuriyet devrinde de devam etmiştir. 1927 tarihinde ise, Türk bor madenleri John Oved Rıd’e daha sonra da Lord Meven Mervil’in eline geçmiştir. 1938 yılında ise, Desmont Abel Smith elinde bulunan Boraks Madenlerini, Dünya Tekeli US Borax Consolidated Ltd’ye devretmiştir. Türk Bor Madenlerinin Ulusal Kurumlara geçişi Bor madeni üzerindeki Amerikan - İngiliz egemenliği, ancak 1935’de kurulan ulusal kurumumuz ETİBANK sayesinde kırılır. 1950 yılına kadar, US Borax Türkiye`deki tek bor üreticidir. US Borax, 2. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’den yılda 15-16 bin ton ihracat yapmıştır. Ama aynı şirket, Türklerin Almanya’ya satış yapmasını engellemiştir. Türkiye’nin Bor ihracatı, 2000 tona düşürülmüştür. 1955 yılında US Borax, Türklere %2 hissesini vererek, Türk Borax Madenciliği adını almıştır. Bu şirkette çalışan ambar memuru Hüseyin Zeren, Türk Mühendislerin, yabancılarla yaptığı işbirliğini ortaya çıkarmıştır. 1956 tarihinde Kütahya Emet’te bor madeni bulundu. 1959 yılında ise, Kırka bölgesinde, Mortaş grubu (Yırcalı), Türk Borax (US Borax) ve Maden Tetkik Araştıma (MTA) bor araştırıyordu. Bu sahada araştırma yapan MTA’lı mühendis Sefer Demircan ise, bölgedeki ilk tinkal cevherini bulmuştur. Demircan, Rezervi MTA’ya bildireceğine Sırrı Yırcalı’ya bildirmiştir. Yırcalı (Mortaş), bir çok bor maden sahasını kapatarak, US Borax’la ortaklık ilişkisini girdi. Bu ortaklık, maden meslek dergisi olan‘Metal Bülletin’de de ilan edildi. 150 YILLIK BOR SERÜVENİ Ülkemize bugün yılda 400 milyon dolar kazandıran, bor madenlerimizi ele geçirmek için geçmişte olduğu gibi, bugün de çeşitli senaryolar düşünenler olabilir. Zaten bor madenciliğimizin 150 yıllık serüveni bu tip cinliklerle doludur. Resim: Susurluk sultançayırı bor maden ocaklarından, yabancı şirketlerinin deve katarlarıyla limana götürdükleri bor madeni (pandermit) 1860- 1959 a.. 1860 yılında İngilizler 60 bin İngiliz lirası vererek Balıkesir- Susurluk'taki boraks maden sahalarının maden işletme imtiyazını alıp, pandermit madeni adı altında yurtdışına götürmeye başladı. b.. 1956 yılında MTA Kütahya Emet'te önemli bir bor madeni olan kolamenit yatağını keşfetti. O tarihte MTA'nın Umum Müdür Muavini olan Ömer Eskici, Etibank Umum Müdür Muavini olan Tahsin Yalabık'a durumu haber eder. Bunun üzerine bulunan yeni bor yatağının başkalarının eline geçmesini önlemek için saha Etibank'a devredildi. c.. Etibank 1959 yılında yurtdışına ilk bor madeni ihracatını İtalya'ya tonu 44 dolardan kolemanit satarak gerçekleştirdi. d.. O tarihe kadar dünyada tek üretici konumda olan İngiliz asıllı US Borax şirketinin dünya üzerinde 99 yıl süren monopolü Etibank'ın İtalya'ya bor madeni satmasıyla kırılmış oldu. e.. İngiliz monopolü Etibank'ın piyasaya girmesi üzerine İtalya'ya yaptığı bor satışlarında fiyat kırmaya başladı. Etibank'la giriştiği rekabet sonucunda bor madeninin fiyatını 17 dolara düşürdü a.. Etibank'ın dünyada ikinci bor madeni üreticisi olarak devreye girmesinden sonra İngiliz şirketi dünyadaki eğemenliğini sürdürebilmek için Etibank ve Türkiye üzerinde çeşitli senaryoları denemeye başladı. b.. İlk olarak dizginleri elinde tutabilmek amacıyla Etibank'a ortaklık teklifinde bulundu. Burada asıl amaç Etibank'ın rafine ürün üretimine yönelmesini önleyip, sadece bir hammadde üreticisi olarak kalmasını temin etmek idi. c.. Etibank'ın rafineri kuralım teklifi üzerine, Etibank'a 3000 ton/yıl dan fazla kapasiteli bir yatırım karlı olmaz diyerek çok pahalı bir yöntemle Türkiye'de ortak bir rafineri kuracakmış gibi davrandılar. Etibank kurulacak rafinerinin 20 000 ton /yıl olmasını isteyince bu sefer işi yokuşa sürmek için ortaklıkta % 51 payın kendilerinde olmalarını şart koştular. Etibank bunu kabul etmeyince çeşitli bahaneler ileri sürerek oyalamalarını sürdürdüler. d.. Etibank rafineri kurmak için Polonya ile anlaştı. Ancak İngilizler Nato'yu devreye sokarak Türkiye'de rafineri kurulmasını engellediler. e.. 1960 yılına gelindiğinde ülkemizdeki bor sahalarının bir kısmı Etibank'ın, bir kısmı İngiliz şirketinin, bir kısmıda Türk firması kuruluş ve kişilerin elinde bulunuyordu. f.. Etibank rekabetin getirdiği düşük fiyatı gidermek için Türk özel firmalarıyla bir toplantı tertipledi. Onlara " bir ofis kuralım, üretilen bor madenleri ofis tarafından tek elden satılsın, herkes kalitesine ve üretim miktarına göre payına düşeni alsın " şeklinde bir öneri sundu. Ama başarılı olamadı. g.. Çünkü İngiliz monopolu bu küçük üreticilerin üzerinde etkili oluyordu. Zira kendilerine böyle bir ortaklığa giderlerse Türk mallarının alınmayacağını ve zarara uğrayacaklarını el altından tehdit olarak onlara iletiyordu. h.. Bu arada, monopol İngiltereden uzman jeolog ve maden mühendisleri getirerek, bölgede bor madeni bulunabilecek sahaların ruhsatını alıyordu. Amaç maden aramak değil, kendilerine Türklerin rakip olmasını önlemek amacıyla, yeni bor madeni bulunabilecek yerlerin ruhsatlarını alarak, bu bölgelerde arama yapılmasını önlemekti. i.. Hatta bu bölgede elinde bor sahası ruhsatı bulunan küçük madencilerden birkaç sahanın ruhsatını satın almasına rağmen bu sahalarda herhangi bir üretim faaliyetine geçmedi. j.. 1960 - 1968 yılları arasında Etibank'la monopol firma U.S Borax arasında kıyasıya bir fiyat belirleme savaşı yaşandı. Bunun sonucunda 1968 yılında İngiliz şirketinin imtiyazları devlet tarafından Etibank'a devredilmesiyle bor madeni işletmeciliği tamamen Türk firmalarına verilmiş oldu. 1968- 1978 a.. Bor madenlerinin üretimi hem Etibank hem de Türk aile şirketleri tarafından yapılıyordu. b.. Monopol bu defa Türkiye'deki aile şirketlerini kullanarak bor madenlerinin fiyatlarını istediği gibi yönlendiriyordu. Bunun sonucu olarak 1974 yılına gelindiğinde fiyatlar 30 dolarlara düşmüştü. Bir başka ifadeyle dünyanın en kaliteli bor madenlerimiz kireç fiyatına satılıyordu. c.. Bu nedenle bor cevherlerinin tek elden üretilmesi ve pazarlanmasının ülke menfaatine olacağı düşünülerek 1978 yılında 2172 sayılı yasa ile bor madenleri devletleştirildi. d.. Bor ihracatından para kazanan aile şirketleri hiç bir teknolojik yatırım yapmaksızın ilkel koşullarda ürtimlerini sürdürüyorlardı. Oysa Etibank ülkeye daha fazla döviz kazandıracak rafineri tesisleri kurmuştu. Bor madenleri birbirini ikame edebildiği için, Etibank'ın dünya piyasalarında etkili olması, ancak rakibi US Boraks gibi, tekel konumunda olması ile mümkün olabilirdi. a.. Etibank bor üretiminde ve pazarlanmasında tekel olduktan sonra katma değeri yüksek bor türevlerini üretmeye yöneldi. Boraks dekahidrat, penta hidrat, borik asit, sodyum perborat, sodyum perborat monohidrat v.b ürünleri üretip ihraç etmeye başladı. b.. Bunun yanında dünya bor piyasasını çok yakından izlemeye başladı. c.. 1978 yılında toplam 83 milyon dolar olan bor ihracatımız, 2007 yılında 400 milyon dolara ulaştı. d.. Tek elden pazarlamanın verdiği avantajla tonu 40-60 dolardan satılan ham bor madeni bugün ortalama 250-300, rafine ürünler ise 500-800 dolardan satılmaktadır. e.. Eti Maden Bor İşletmeleri nin katma değer üretimini arttırmaya yönelik rafine ürün yatırımları sonucu Türkiye % 100 ham cevher satan ülke konumundan % 20 konsantre ürün % 80 rafine ürün satan ülke konumuna geldi. f.. Eti Maden Bor İşletmeleri bütün bunların sonucunda dünya bor pazarının % 37'sini kontrol eder hale geldi. g.. Aracıları ortadan kaldırarak doğrudan tüketicinin kapısına mal ve ürün verebilecek bir pazarlama ağına kavuştu 1978- 2000 1959 - 1968 Özetle söylenecek olursa 1978 yılı öncesi, bu sektördeki yerli ve yabancı özel işletmeler fiyatlarda büyük indirimler yaparak birbirlerinin pazarını kapma yarışına girmişlerdir. Ancak çok kalitelilerinin çıkartılıp diğerlerinin yeraltında bırakıldığı, ciddi yatırım yapılmadan çevreye, doğaya, tarıma herhangi bir özen gösterilmeden yapılan iptidai denecek şekilde madencilik faaliyetleri yapılmış ve ülke büyük miktarda döviz kaybettiği gibi yer altı servetleri ucuz fıyatlarla yabancıların hizmetine sunulmuştur. kaynak: 1) ATO Ulusal Maden Varlığımız ve Bor Gerçeği, Nisan 2001 2-) Cumhuriyet Gazetesi 22-23 Kasım 2005 3-) Para Haber Dergisi – Emrah GÜRKAN makalesi
-
Sultan II. Abdülhamid'in hazırlattığı haritaya göre
GÜNEŞ ENERJİSİ Artan enerji fiyatları ve çevre duyarlılığı, CO2 emisyonu yapmayan, yenilenebilir yani hiçbir zaman yok olmayacak, temiz enerji teknolojilerini tüm ülkelerin gündemine oturmuştur. Güneş enerjisi bu çarpıcı gelişmeler sonucu ilgi çekmeye başlamıştır. Petrol doğal gaz gibi fosil kaynaklarına sahip olmayan Avrupa ülkeleri, başta Almanya, İtalya ve İspanya olmak üzere güneş enerjisine dört elle sarılmış ve 2007 de kurulu gücü 4690 MW yükseltmiştir.2006 yılı itibariyle kurulu güç artışı %54 civarındadır. Türkiye’nin, tüm gayretlere rağmen sadece 38000MW bir kurulu gücü göz önüne alınırsa, Avrupa’da elde edilen güneş kaynaklı güç büyük anlam taşır. Ülkemiz enerji politikalarını planlayanların bu gelişmelerden büyük ders almaları gerekir. Enerji Platformu bu dosyası ile güneş enerji konusunda kim ne biliniyorsa, gelecekte neler olacaksa, ülkemizin bu enerjiden nasıl yararlanacağını, enerji ile ilgilenen tüm profesyoneller ile paylaşacaktır. Ülkemiz Avrupa Birliği'ne (AB) katılmayı mili bir politika olarak benimsemiştir. Bu nedenle kendisini AB’nin enerji talep yansıtımlarından ve politikalarından soyutlayamaz. -http://www.enerjiplatformu.com/gunes-enerjisi-