Zıplanacak içerik

Dogrucudavut

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Dogrucudavut tarafından postalanan herşey

  1. DOMUZ ETİ HARAM MI? On iki yıldır yürütmekte olduğum Kur?an tetkikleri esnasında yaptığım ve beni çok şaşırtan tesbitlerden biri de, domuz etinin haram olmadığıdır. Çünkü Kur?an?ın, lehmü hınzır (domuz eti) diye dikkat çektiği et, herhangi bir hayvan etine değil, yenilebilirliğini kaybetmiş bozuk veya kokmuş etlere dikkat çekmektedir. Ancak sonraki kuşak İslâm âlimleri, dergimizin ilk sayısında açıkladığımız gibi, peygamber ve peygamber isimlerini teşhis edemedikleri gibi, Kur?an?ın dikkat çektiği hayvan ve hayvan isimlerini de teşhis edememişler ve bundan dolayı da, Kur?an?ın yenmesini yasakladığı lehmü hınzır?ı, yani bozuk eti, Tevrat menşeli rivayetlerin de tesiriyle domuz hayvanına yormuşlardır. Halbuki Kur?an, hınzır sözcüğü ile belli bir hayvana dikkat çekmemektedir. Yani, Kur?an?da adı geçen veya Kur?an?ın resmettiği hayvanlar arasında, hınzır diye bir hayvan yer almamaktadır. Kur?an hınzır sözcüğü ile, doğallığını kaybetmiş etlere ve doğruluktan saptığı için, fıtratı bozulmuş insanlara dikkat çekmektedir. İslâm âlimleri, Kur?an?ın doğru anlaşılması için büyük önem arz eden ve aşağıda vereceğimiz âyetin vurguladığı, Kur?an kelimelerinin içerdiği, çok temel bir özelliği, yeterince idrak edemedikleri için, bu ve buna benzer birçok konuyu doğru anlamamışlardır. ?Allah sözün en güzelini birbirine benzer, ikişerli bir Kitap halinde indirdi...? (39/23 S. Ateş çev.) Âyet, Kur?an?ın benzer anlamlı, ikil kelimeler içeren bir Kitap olduğuna dikkat çekmektedir. Örneğin, Ahmed ve Muhammed kelimeleri hem lafız olarak, hem anlam olarak, birbirlerinin benzeri, iki ayrı kelimedir. Kelimeler, aynı şahsa dikkat çeken, iki ayrı özel isim ve son peygamber Ahmed-Muhammed (a.s)?a dikkat çekmektedirler. Dergimizin ilk sayısında da açıkladığımız gibi, Kur?an?ın içerdiği bu özellik, sadece peygamberlere ait bir özellik değildir. Kur?an, Kur?an?da adı geçen herkese ve herşeye de, iki ayrı kelime ile dikkat çekmektedir. Biz, Kur?an?ın bu özelliğini dikkate alarak, Kur?an?da adı geçen hayvanları teşhis ettik ve Kur?an?ın, bizim domuz adını verdiğimiz hayvandan hiç söz etmediğini tesbit ettik. Çünkü Kur?an, Kur?an?da adı geçen hayvanları, bazı özellikleri ile birlikte anlatarak, hangi hayvanlardan söz ettiğini dikkatlere sunmaktadır. Ancak, İslâm âlimlerinin domuzdan söz ettiğini iddia ettikleri ve Kur?an?da, beş ayrı yerde geçen âyetlerden, sözü edilen şeyin, herhangi bir hayvan olmadığı anlaşılmaktadır. ?De ki: Bana vahyolunanda (bu haram dediklerinizi) yiyen kimse için haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Ancak leş, yahut akıtılmış kan, yahut DOMUZ ETİ (lehmü hınzır) -ki pistir- ya da Allah?tan başkası adına boğazlanmış bir fısk (murdar olmuş hayvan) olursa başka (bunlar haramdır).? (6/145 S. Ateş çev.) Âyet, domuza ve domuz etine dikkat çektiği iddia edilen ve genel olarak benzer ifadeler içeren, Kur?an?daki dört ayrı âyetten, en geniş olanıdır. Rivayetler dikkate alınmadığı takdirde, âyetin orijinalinde geçen lehmü hınzır kelimelerinin, domuz etine değil de, kedi, tavşan, tilki, tavuk veya hindi gibi hayvanlardan birinin etine dikkat çekmediği nasıl iddia edilecektir. Çünkü, yukarda verdiğimiz âyette ve diğer âyetlerde geçen, hınzır kelimesinin, hangi hayvana dikkat çektiği anlaşılmamaktadır. Kur?an, etinin yenmesini yasakladığı bir hayvanın, hangi hayvan olduğunun bilinmesi için, illa rivayetlere mi ihtiyaç duymaktadır? Anlaşılmak için, illa rivayetlere ihtiyaç duyan bir Kitabın, beşeri olmadığı, Allah katından olduğu nasıl anlaşılacaktır? Halbuki Kur?an, etler dahil, temiz olan, yani insan sağlığına zararlı olduğu açıkça bilinmeyen bütün yiyeceklerin helal olduğunu vurgulamaktadır. ?Bugün size İYİ ve TEMİZ şeyler helal kılındı. Kendilerine Kitap verilenlerin yemeği, size helal, sizin yemeğiniz de onlara helaldir...? (5/5 S. Ateş çev.) Kur?an, yukarda verdiğimiz âyetin vurguladığı bir olayı, dört ayrı yerde, (2/172-5/4,5-16/114) tekrar tekrar vurgulayarak, yenilecek şeylerle ilgili temel kuralın, temizlik kuralı olduğuna dikkat çekmektedir. Âyet, Kitap Ehlinin yediği yemekleri, Müslümanlara da helal kılarak, Kitap Ehlinin yediği yemeklerin de temiz olduğunu vurgulamaktadır. Eğer Kur?an?ın, yenmesini yasakladığı lehmü hınzır, bilhassa Hristiyan dünyasının yediği domuz eti olsaydı, âyet Hristiyanların yediği yemekleri Müslümanlara helal kılmazdı. Bir önce verdiğimiz ve lehmü hınzır?a dikkat çeken âyetin, lehmü hınzır?ın yenmesini, pis olduğu için yasakladığı açıkça anlaşılıyor. Âyetin dikkat çektiği pisliğin, maddi bir pislik olduğu da anlaşılıyor. Madden pis olan bir yiyeceğin, insan sağlığını mutlaka etkileyeceği de kaçınılmazdır. Bu durumda, yüz yıllardan beri, domuz eti yiyen Hristiyan dünyası, domuz etinden olumsuz yönde etkilenmediğine göre, domuz etinin de temiz olduğu anlaşılmaktadır. Bir kitap, temiz olan bütün yiyecekleri, önce helal kılıp, sonra da, temiz olduğu yüzlerce yıllık tecrübe ile bilinen bir yiyeceği haram kılarsa, çelişkiye düşmüş olmaz mı? Veya Yüce Allah, Kitap Ehli Hristiyanların yediği yemekleri Müslümanlara da helal kılarken, domuz etinin, Hristiyanların temel bir yemeği olduğunu bilmiyor muydu? Hemen Asrı Saadet sonrası yapılan yanlış yorumların, İslâm anlayışında oluşturduğu bu çelişkiyi, sadece Türkiye?de bulunan 27 ayrı ilahiyat fakültesinin, yüzbinlerce ilahiyatçının, onbinlerce doktor, doçent ve profesörün, 100 bin mensubu bulunan ve bu fakir milletin bütçesinden kattrilyonları götüren, Diyanet Teşkilatının, müridlerine hidayet dağıtan, kalb gözleri açık Allah dostu! yüzlerce tarikat şeyhinin iza?nına ve insafına sunuyorum. ?İşte öyle, kim Allah?ın yasaklarına saygı gösterirse, o (hareketi) Rabbinin yanında kendisi için iyidir. Size (âyetlerle) oku(nup açıkla)nanlar dışındaki hayvanlar sizin için helal kılınmıştır...? (22/30 S. Ateş çev.) Yenilecek etler veya yiyecekler için temel kuralın, temiz olmaları kuralı ise de, bazı hallerde veya bazı hayvanların boğazlanmasının yasak olduğu da, yukarda verdiğimiz âyetten anlaşılıyor. Âyete göre, bazı hayvanların yenmesinin yasak olduğu, Kur?an?da bize okunmaktadır. Acaba Kur?an?da okunan, yani Kur?an?ın yenmesini yasakladığı hayvan, hangi hayvan veya hangi hayvanlardır. ?Ey inananlar, Allah sizi, ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği bir av?la dener ki, gizlide kendisinden kimin korktuğunu bilsin (Görmeden Allah?a inanıp O?ndan korkanlar ortaya çıksın, bilinsin). Kim bundan sonra saldırıda bulunursa onun için acı azap vardır. Ey inananlar, İHRAMDA iken av öldürmeyin. Sizden kim kasden onu öldürürse, öldürdüğünün dengi olan bir hayvan cezası vardır ki (bu öldürülene denk olduğuna) içinizden iki âdil kişinin karar vereceği, Kabe?ye varacak bir kurban; yahut yoksullara yedirme şeklinde keffaret; yada buna denk oruçtur. Ta ki böylece (o insan) yaptığı işin vebalini tadsın. Allah, geçmişi affetmiştir. Kim yine (ihramlı iken av öldürmeğe) dönerse Allah ondan öç alır...? (5/94-95 S. Ateş çev.) Âyetler, belli bir dini eğitim almamış veya klasik dini rivayetlere şartlanmamış her insanın, kolaylıkla anlayacağı gibi, yavrulama, yumurtlama veya hamilelik dönemlerinde, evcil veya vahşi, her tür hayvanın avlanmasını veya boğazlanmasını yasaklamaktadır. Yani âyetler, hayvan haklarına dikkat çekerek, her tür hayvan neslinin mutlaka korunmasını vurgulamaktadır. Ancak, sonraki kuşak ve günümüz din adamları, akıllara durgunluk veren bir gafletle, âyetlerin, Hac zamanı, Mekke?ye giden hacılarla ilgili ve sadece, Mekke ve Mekke?nin çevresi ile sınırlı olduğunu sanmışlardır. Halbuki âyetler, yavrulama veya hamilelik dönemlerinde, her tür hayvanın, avlanmasını veya boğazlanmasını yasaklamakta ve Yerküre?nin her yanındaki hayvanları kapsamaktadır. Aşağıda vereceğimiz âyetten de, evcil veya vahşi, her tür hayvan etinin, esas itibariyle helal olduğu ve insanlar istedikleri takdirde, sağlığa zararlı olmayan, her tür hayvan etini yiyebilecekleri anlaşılmaktadır. ?Yahudilere bütün tırnaklı(hayvan)ları haram ettik. Sığır ve koyunun da, yağlarını onlara haram kıldık; yalnız (hayvanların) sırtlarının yahut bağırsaklarının taşıdığı, yada kemiğe karışan yağlarını haram etmedik. Aşırılıkları yüzünden onları böyle cezalandırdık. Biz elbette doğru söyleyenleriz.? (6/146 S. Ateş çev.) Âyetten, Yüce Allah?ın; Yahudileri cezalandırmak için, onlara, kedi, köpek, kurt, ayı, tavuk, kuş gibi pençeli bütün hayvanların etini yasakladığı anlaşılıyor. Ancak, aynı âyetten ve aşağıda vereceğimiz âyetten, bu yasağın, sadece Yahudilerle sınırlı olduğu, diğer insanlar ve Müslümanlar açısından bağlayıcı olmadığı, pençeli, pençesiz bütün hayvanların Müslümanlara helal kılındığı da anlaşılıyor. ?Yahudilerin yaptıkları zulümlerden, çok kimseyi Allah yolundan çevirmelerinden dolayı kendilerine helal kılınmış temiz ve hoş şeyleri onlara yasakladık.? (4/160 S. Ateş çev.) Daha önce de değindiğimiz gibi Kur?an, bilim veya tecrübe yoluyla, insan sağlığına zararlı olmadığı anlaşılan, her türlü et veya yemeğin, temiz olduğunu vurgulayarak, Müslümanlara helal kılmaktadır. Aşağıda vereceğimiz ve konumuzla ilgili, en önemli ve en detaylı âyetin ilk ifadesi de, bizim bu tesbitimizi açıkça onaylamaktadır. ?De ki: BANA VAHYOLUNANDA (bu haram dediklerinizi) YİYEN KİMSE İÇİN HARAM EDİLMİŞ BİR ŞEY BULAMIYORUM. Ancak leş, yahut akıtılmış kan, yahut domuz eti -ki pistir- yada allah?tan başkası adına boğazlanmış bir fısk (murdar olmuş hayvan) olursa başka (bunlar haramdır). Ama kim çaresiz kalırsa (başkasının hakkına) saldırmamak ve (zorunluluk) sınırı(nı) aşmamak üzere (bunlardan yiyebilir). Çünkü Rabbin bağışlayandır, esirgeyendir.? (6/145 S. Ateş çev.) Geleneksel anlayışın verdiği bir bakış açısıyla ve çok bozuk yapılan âyet çevirisini aynen verdik. Âyetin ilk cümlesi için yapılan çeviri, âyetin ilk cümlesinin verdiği mesajı aynen vermekte ve âyetin dikkat çektiği etler dışında kalan, her tür hayvan etlerinin, yenildiği takdirde, helal olduğu vurgulanmaktadır. ?Ancak leş, yahut akıtılmış kan, yahut domuz eti -ki pistir-...? Âyetin, resm veya tasvir ettiği eti vurgulayan bu ifadelerine giydirilen anlamlar, âyetin vurguladığı eti, resm veya tasvir etmekten son derece uzaktır. Bu durum; âyetin tercümesinden kaynaklanan yanlışlıktan veya âyetin tercümesindeki zorluktan kaynaklanmıyor. Âyetin orijinalinin, resm veya tasvir ettiği etin, anlaşılamamasından kaynaklanmaktadır. Âyetin orijinali, ?Ancak ölmüş, yani kanı akmamış, yani zararlı bir et olursa ki öylesi pistir?, demektedir. ?Ya da Allah?tan başkası adına boğazlanmış bir fısk (murdar olmuş hayvan) olursa başka (bunlar haramdır).? Âyetin bu cümle ile vurguladığı olay da çok yanlış, hatta hiç anlaşılamamıştır. Çok ilginçtir, âyet bu ifade ile, ehli tarafından boğazlananmamış, yani usulüne uygun kesilmemiş, usulüne uygun kesilmediği için de, kanı içinde kalmış, doğal olmayan (fısk) yada doğal yolla elde edilmemiş etlere dikkat çekmektedir. Âyet bu ifade ile; ?yani olağan dışı, Allah?ın emrettiği gibi boğazlanmamış olursa başka...? demektedir. Âyetin bu ifadesi ile, bir önceki ifadesi bir bütün olup aynı olayı vurgulamaktadır. ?Ancak ölmüş, yani kanı akmamış, yani zararlı bir et olursa ki, öylesi pistir, çünkü, Allah?ın emrine uygun boğazlanmamıştır.? Veteriner hekimlerden ve kasaplardan edindiğim bilgilere göre, hayvanlar boğazlanırken, boğazlarından geçen belli damarlar kesilmediği takdirde, hayvanların vücutlarındaki kan yeterince akmaz ve etleri fazla kanlı kalır. Kan mikroplu olduğu için de, fazla kan, fazla mikroba yol açar ve bu tür etler, insan sağlığı için zararlı (muzır) olurlar. Bir de, hiç boğazlanmadan, kendiliğinden ölen bir hayvanı düşünelim. Çok taze ölmüş de olsa, doğal olarak mikroplu olan kan bütünüyle vücutta kalacak ve kandaki bütün mikroplar ette de olacaktır. Yukarda verdiğimiz âyet, benzeri diğer âyetler ve biraz sonra vereceğimiz âyet, bilhassa bu olayı vurgulamakta ve sağlıklı kesim yapılmasına dikkat çekmektedir. Hınzır: Âyetin orjinalinde geçen ve domuz hayvanına yorulan hınzır kavramı, Türkçe?ye de muzır şeklinde girmiş olup, zararlı, zararı dokunan, anlamında kullanılmaktadır. Kavram, esas itibariyle Kur?an?da da bu anlamda kullanılmasına rağmen, zaman içinde anlam değişikliğine uğrayarak, domuz anlamına dönüşmüş bulunmaktadır. Lehm, et demektir. Lehmü hınzır ise; zararlı et, yani mikroplu veya bozuk et demektir. Lehmü hınzır kavramının, domuz eti anlamını ihtiva ettiğini veya Kur?an?ın, domuz etini haram kıldığını düşünmek, hem mantığa, hem de Kur?an?ın içerdiği usluba da uymamaktadır. Çünkü, kedi, köpek, at, eşek dahil, sağlıklı kesilen, sağlıklı hiçbir hayvan etini yasaklamayan Kur?an?ın, somut bir gerekçe olmadan, domuz etini yasakladığı düşünülemez. Domuz etinin haramlığına, domuzun pis oluşunu, domuzun pis oluşuna da, domuzun et ve dışkı yemesini gerekçe göstermek, hiç tutarlı bir gerekçe değildir. Çünkü, köpek de et ve dışkı yemektedir. Kur?an, köpek etini veya köpeği pis saymazken, neden domuzu veya domuz etini pis saysın? Yine veteriner hekimlerden aldığım bilgiye göre, kedi, köpek ve domuz gibi hayvanlar da sağlıklı oldukları ve usulüne uygun kesilip, usulüne uygun pişirildikleri takdirde, besin yönünden ve insan sağlığı açısından, koyun, keçi ve inek gibi diğer hayvanlardan farksızdırlar. Güney Kore, Çin, İspanya ve İtalya gibi ülkelerde kedi ve köpek eti yenmesi, domuz etinin dünyada çokça tüketilmesi, veteriner hekimlerden aldığım bilgilerin doğru olduğunu, zaten kanıtlamaktadır. Eğer bu etler, insan sağlığına zararlı olsa idi, bugüne kadar mahzurları çoktan ortaya çıkardı. Lehmü hınzır kavramının domuz eti anlamını içermesi, Kur?an?ın içerdiği hitabet uslubuna da aykırıdır. Çünkü Kur?an, etten söz ederken, sözünü ettiği etin ait olduğu hayvanın cinsinden hiç söz etmez. Örneğin; Türkçe?deki gibi, dana eti, koyun eti, inek eti, balık eti veya bıldırcın eti gibi ifadeler kullanmaz. Etlerden genel olarak söz eder ve sözünü ettiği etin, ait olduğu hayvandan söz etmez. Kur?an sadece bir yerde kuş eti tabirini kullanır ki, kuş tabiri de gökte uçan bütün kanatlı hayvanları tanımlayan genel bir tabirdir. ?Fıskan uhille li ğayrillahi bihi.? Âyetin bu ifadesine de, Allah?tan başkası adına boğazlanmış olursa gibi, mantıksız bir anlam yüklenildi. Halbuki âyet, biraz önce de değindiğimiz gibi, usulüne uygun boğazlanmamış, yani usulüne uygun öldürülmemiş hayvanlara ve bu tür hayvanlara ait etlere dikkat çekmektedir. Âyetin bu ifadesi ve bir önceki ifadeleri hep aynı şeyi, usulüne uygun ölmemiş, ölü bir hayvanı, değişik ifadelerle ve değişik açılardan anlatmaktadır. Ancak ölmüş, yani kanı akmamış, yani zararlı bir et olursa ki, öylesi pistir, çünkü Allah?ın emrine uygun boğazlanmamıştır. Âyetin son ifadesine, ?Allah?ın emrine uygun boğazlanmamıştır?, anlamı yerine, ?Allah?tan başkası adına boğazlanmış olursa? gibi realite dışı bir anlam yüklenildi. Halbuki, hayvanlar zaten insanlar adına, insanlar yesin için boğazlanmaktadırlar. ?... Allah o(kocaman hayva)nları size boğun eğdirdi ki şükredesiniz. Onların etleri ve kanları Allah?a ulaşmaz. Fakat sizin takvanız O?na ulaşır...? (22/36-37 S. Ateş çev.) Âyete giydirilen anlamın yanlış olduğu, Allah?tan başkası adına veya Allah?ın ismi anılmadan boğazlanan hayvanlara ait etlerin, hiçbir kurum ve kişi tarafından test edilebilir olmayışından da anlaşılmaktadır. Halbuki, usulüne uygun boğazlanmamış bir hayvan etini, tıbbı tahlil veya şahsi tecrübeler ile tesbit etmek mümkün olmaktadır. ?Allah?ın emrine uygun boğazlanmamış? Kur?an, hayvanların Allah?ın emrine uygun olmayan bir yöntemle boğazlanmasını veya öldürülmesini yasaklarken, yasakladığı öldürme veya ölme yöntemlerine de açıkça dikkat çekmektedir. ?... boğulmuş, (tahta veya taşla) vurul(arak öldürül)müş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve canavar parçalayarak ölmüş olan hayvanlar -henüz canları çıkmadan kestikleriniz hariç- dikili taşlar (putlar) adına boğazlanan hayvanlar ve fal oklariyle kısmet (şans) aramanız size haram kılındı. Bunlar fısktır (insanı yoldan çıkaran kötü şeylerdir)...? (5/3 S. Ateş çev.) Âyet, yenmesi yasaklanan etlere ve bu etlerin elde ediliş biçimine dikkat çekmekte ve konuyla ilgili diğer âyetleri (6/145, 2/173, 16/115) daha geniş ve başka bir açıdan tefsir etmektedir. Ancak, diğer âyetler gibi bu âyete giydirilen anlamlar da, âyetin tasvir veya resmettiği olayı yeterince yansıtmamaktadır. ?... dikili taşlar (putlar) adına boğazlanan hayvanlar ve fal oklarıyle (şans) kısmet aramanız size haram kılındı...? Âyet çevirisinde yer alan, bilhassa bu ifadelerin, âyetin anlattığı olayla hiç ilgisi bulunmamaktadır. Âyet bu ifadelerle, ucu yontulmuş parçalarla, yani ok veya süngü gibi aletlerle öldürülmüş hayvanlara dikkat çekmektedir. Âyetin anlamı, aynı sûrenin, ?içki, kumar, yontulmuş satranç taşları? gibi, kumar araçlarına dikkat çeken, 90. âyetinin anlamı ile karıştırıldı. Âyet, ?boğularak veya yuvarlanarak veya boynuzlanarak veya kurt tarafından; canları çıkmadan kestikleriniz hariç veya ucu yontulmuş, yani sivri bir şey sokularak ölmüş olursa ki, bunlar fısktır. (Doğal değildir.)? demektedir. Âyet: 1- Herhangi bir şekilde havasız kalarak ölmüş, 2- Uçurumdan yuvarlanarak veya yüksek bir yerden düşerek ölmüş, 3- Başka bir hayvan veya kurt gibi vahşi bir hayvan tarafından öldürülmüş, 4- Taş, tahta, ok, kurşun veya sivri bir şeyle öldürülmüş hayvanlara ve bu şekilde ölmüş hayvan etlerine dikkat çekmektedir. Klasik tabirle; ?Allah?tan başkası adına boğazlanan? (Allah?ın emrine uygun boğazlanmamış) hayvanlara dikkat çekmektedir. Âyette geçen ve dikili taş diye anlam verilen alâ nusb kelimesi, ucu yontulmuş anlamına, kısmet ve fal oku diye anlam verilen teksimu bi eclam kelimeleri de sert, sivri parçalar, yani sivri âletler anlamına geldiği; Kur?an?dan anlamlandırıldığında anlaşılmaktadır. -http://www.yeniyorumlar.org/turkce/2.sayi/domuz.htm-
  2. Aynen öyle, Arap Saçı Suçlu aramak değil de Sn.Yakışıklı, doğruları bulmak gerekiyor. Bu da, ha diyince olabilecek bir şey değil. İşin içinde tanıdık bir kelime var;'menfaat'
  3. 1-6/121 kurban için söylenmiş. 2-6/145'te ise tanımlanan haram etler ve İslami usüllere aykırı kesilmiş etlerden ( kanı akıtılmamış ) bahsediyor. Yani; Şintoist de kurallara uygun ( ki en sağlıklısı budur ) kesmişse yenir.
  4. Kurbanlık hayvanlar hakkında : 22/36 ALLAH'a kulluğun bir işareti olarak, hayvanların kurban edilmesinde sizin için yararlar mevcuttur. Onlar sırada diziliyken üzerlerinde ALLAH'ın ismini anmalısınız. Yanları üzerine düştükleri zaman da onlardan yeyin ve dilenene de dilenmeyen yoksula da yedirin. Şükredesiniz diye onları size amade kıldık. İstisna hayvanlar hakkında: 16/115 Size yalnızca leş, kan, kokmuş et ve ALLAH'tan başkası için adananları haram kılmıştır. Kim (bunları yemek) zorunda kalırsa, istekli olmamak ve sınırı aşmamak koşuluyla ALLAH Bağışlayandır, Rahimdir. Bu tür besinleri yeme usulu hakkında: 6/118 Ayetlerine inanıyorsanız, üzerinde ALLAH'ın ismi anılanlardan yeyin. Sözün özü: Nas; Leş, kan, kokmuş et hariç her besinden yararlanabilir! Müslümanlar; Ehli kitabın ürünlerinden de yiyebilir! Ama bunları mideye gönderirken "Allah'ın adını anmak" şartıyla! Anmıyorlarsa da kendileri bilirler, zaten ayet "inananlara" seslenmektedir!!!
  5. Temiz olan nimetleri yemek bizlere helal kılınmıştır: Maide 4. …Sizin için bütün temiz nimetler helal kılınmıştır… Bakara 57. …Rızık olarak size verdiklerimizin, en temizlerinden yiyin…. Maide 88. Allah'ın size helal ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin…. Taha81. Size verdiğimiz rızkın temizlerinden yiyin!... Fakat bir nimetin temiz mi yoksa pis mi olduğu konusu subjektif/göreceli bir konu değildir. Bir nimetin temiz olması demek onun sağlık açısından zararsız olması demektir. Nimetlerin hangisinin insan sağlığına yararlı olduğuna şahıslar kendi keyiflerine göre karar veremezler. Verseler de isabetli görüş belirtemezler. Bu konuda yetki şahıslar da değil sağlık otoritelerindedir. Örneğin tavuk konusu. Tavuk islami usule göre kesilip temizlenmeliymiş. Bu islami usulse “kuru yolum” tekniğiymiş. Tavuk Firmaları tavukları kestikten sonra kaynar suya attıklarından ve sonraki etapta yolduklarından dolayı mikroplu/pis/necis oluyormuş. Bu hikayeye inanan ben okulda yada işte yıllarca tavuk eti yemedim. Halbuki bu mevzunun yani -kuru yolum tekniğinin- İslam diniyle zerre kadar alakası yok. Meselenin dinle alakalı olan kısmı sadece ürünün “temiz” yani “sağlıklı” olması. Buna da modern tekkelerinde pinekleyen yobazlar değil sağlık otoriteleri karar verir. Bir nimetin temiz olması yani helal olması bizim onu gönül rahatlığıyla yememizi haliyle gerektirmiyor. Temiz olan geniş yelpazedeki nimetlerden kültürümüze ve demak zevkimize uygun olanları yeriz. Örneğin solucan. Temiz ve Vitaminli olabilir. Ama bizim göreneklerimizde -solucan tava- yemeği yoksa onu yiyemeyiz. Onu yiyememek ayrıdır biz yemediğimiz için onu haram yada mekruh ilan etmek ayrıdır. Bunu şunun için yazdım: Ömer Nasuhi Bilmen’in İlmihal kitabında Ahtapot, istakoz vs. için “balık suretinde olmadığından ve görünüşü çirkin olduğundan dolayı yenilmesi tahrimen/tenzihen mekruhtur” yazıyor. İşte bu tip adamlar resmen ve alenen kendi damak zevklerini dinleştiriyorlar. Halbuki Rabbimiz deniz ürünlerinin tamamını helal kılmıştır (Maide 96)(pis/sağlıksız olanlar hariç zira sadece temizler helal=serbest) Bir diğer konu da Allah adı anılarak yada anılmayarak kesilen hayvanlar. Bence bu meselenin iki yönü var. Ve bu iki yön birbirine karıştırılıyor. -Allah adı anılarak kesilen hayvanlar değil Allah’a adanarak yada gayrısına adanarak kesilen yani KURBAN EDİLEN hayvanlar. -Sadece etini yemek için kesilen yada öldürülen hayvanlar. Yani KURBAN konusu ayrı, sadece ET YEME konusu ayrı. Eğer mesele KURBAN EDİLME yani ADANMA ise o zaman kesinlikle Allah adına kesilenler helaldir. Gayrısı haramdır. Ama mesele sadece etinin yenmesi kastıyla kesilen hayvanlarsa o zaman (kim keserse kessin, ister besmeleyle ister besmelesiz kessin) tamamı (haram olarak sayılanlar ve sağlığa zararlı olanlar istisna) helaldir. Allah’a yakınlaşma adına KURBAN edilecek hayvanları keserken besmele (Bismillahi Allahu Ekber) denilmesi güzel bir adettir ama şart değildir. Meselenin asıl can alıcı noktası kurbanın Allah’a yakınlaşma adına adanmasıdır. Sadece etini yeme adına kestiğimiz hayvanlarda ise besmele ile kesilmiş olma şartı hiç yoktur. Bu gerçeği Maide 5’te Rabbimiz bizlere anlatmıştır: Maide 5. Bugün size bütün temiz nimetler helal kılındı. Kendilerine kitap verilmiş olanların yemekleri size helaldir. Sizin yemekleriniz de onlara helaldir…. Yahudi ve Hristiyanlar hayvanlarını keserlerken/öldürürlerken besmele çekmediklerine göre, ve Rabbimiz de bu ayette sebze yemeği, et yemeği ayrımı yapmadığına göre ve bu koşullardaki nimetler de bizlere helal edildiğine göre, ölçüt şudur: Yahudi ve Hristiyanların bizlere takdim ettikleri bir nimetin helal olması o yiyeceğin Allah tarafından açıkça haram edilmemiş olmasına ve temiz/sağlıklı olmasına bağlıdır. Sadece et yeme adına kesilen hayvanlardaki yegane iki ölçüt de budur. Görüşlerimde yanılıyor olabilirim. En doğrusunu Allah bilir. ( Alıntı- Kurandakidin)
  6. Sn.Yakışıklı, Kuranda Domuz yemek haram değildir. Bu yapılan çevirilerin (meal) eksikliğinden kaynaklanır. Bugün, Kuranı kerimde geçen kelimeleri, dönemin Arapçası ile birlikte değerlendirilmesi gerekir.. Bunu yapan din adamları vardır. Çünkü, Kuran Arapçası bugünkünden farklıdır. Kurandaki kelimeler, Aramice( eski Süryanice) ve İbranice kökenlerine uygun olarak çevrildiğinde asıl anlamlar ortaya çıkar. Bunun hikayesi uzundur. Peygamber döneminden sonraki siyasi çekişmeler neticesinde ve özellikle Emevi döneminde uydurulan hadisler ile İslamiyet bir Araplaştırma unsuru, bir siyasi alet haline getirilerek gelenekselleştirilmiştir.
  7. Gördüğünüz tablo doğru. Türkiyede bugün, 3 değişik İslam tasavvuru var. 1-Yüzyıllardan beri gelenekselleşmiş, Kuran'dan daha çok Hadis ve Sünnetlere dayanan geleneksel, uydurulmuş, siyasallaştırılmış Mezhepçi İslam anlayışı. ( Orta Çağı temsil eden skolastik düşünceli Katolik Hristiyan anlayışa benzetilebilir ) 2- Evangelistlerin ve Siyonist Neoconların, BOP planı çerçevesinde yerleştirmeye çalıştığı ve AKP'nin misyonu yüklendiği Ilımlı ve Reformcu İslam.( Katoliklikten Protestanlığın doğuşuna benzetilebilir. ) 2-Yalnızca Kuran'ı baz alan, hadis ve sünneti reddeden ve bence gerçek İslam.
  8. Hanif Kardeş, 1-Ben bir Müslümanım. 2-Teist Tanrıtanızmaz( Ateist) demek değildir. Müslümanlar için de Deist denebilir. Belki, kelimeyi yanlış yazmışsın dikkatsizlikten, belki de Ateist anlamında yazmışsın. Lütfen, ukalalık olarak algılama, sadece bir hatırlatma yapayım dedim. 3-Evrim teorisi Kurana aykırı değildir. 4-Evrim teorisine göre İnsanlar, maymundan gelme değil, hem maymunların hem de insanların atası olan Primatlardır. 5-Hayvan hakları savuncuları arasında Ateistler de olabilir ve vardır. 6-Kurban bayramı diye bir şey Kuranda yoktur. Bu bir gelenektir ancak Müslümanlar arasındaki kardeşliği teşvik ettiği için kaldırılmaması gerektiğini düşünüyorum. 7-Sokakta Kurban kesilmesine karşı olmak gerekir. Bunun yerinin işinin ehli kasapların olduğu ruhsatlı mezbahaneler olması gerekir. 8-İslami kesim usülleri hayvana en az acı çektiren yöntemdir. 9-Evrensel normlar, Kuranın da öngördüğü, insanın fıtratından kaynaklanan Doğal Hukukun gereğidir. 10-Bugün ensest ilişki müslüman toplumlar gibi geri bıraktırılmış toplumlarda görülen bir çarpıklıktır Saygılar.
  9. 'Ilımlı İslam'a götürülen bir Türkiye dinsizliğe gider!' Şirin sever 30 eylül 2007 ( SABAH - Y.N.Öztürk ile söyleşi )) Bize de nizam vereceklermiş! "Irak�ı demokratikleştireceğiz� diye bu hale getirenler bize de dönüp diyor ki; size de ılımlı İslam�la nizam vereceğiz! Ve AKP denen, Müslümanlar�ın dini hassasiyetlerini istismar ederek iktidar olan parti de buna eş başkanlık yapıyor. Şimdi ben ne diyeyim başka?" Ilımlı İslam, İslam'dan istifa etmenin adıdır! Ilımlı İslam diye bir din yok! Türkiye ılımlı İslam'a götürüldüğü sürece dinsizliğe gider. Kuran'ın anladığı manada bir dinin adı sadece İslam'dır" .. -İlahiyatçı değil, siyasetçi kimliğinizi ısrarla vurguluyorsunuz. Neden rahatsızsınız bundan? - Ben rahatsız olmuyorum; birileri rahatsız oluyor. - Kim birileri dediğiniz? - Siyasetçiler! Yani ilahiyatçı kimliğini kullandığın zaman bunu din istismarı gibi lanse ediyorlar. Onun için ben oralara girmek istemiyorum. Yani siyasetçiler ne kadar din konuşuyorsa ben de o kadar konuşayım! - Dini anlamda yadsınamayacak bir kimliğiniz var ama sizin. - O kimliğim devam ediyor yeri geldiğinde, bilgimden gerektiği kadarını ortaya koyuyorum. Ama ikide bir dini oraya sokmak, ikide bir ekranlarda din konusunda konuşmak doğru değil. Bakın benim üç kimliğim var; felsefeci, ilahiyatçı ve hukukçu kimliğim... Şimdi siyasetteyim hukukçu kimliğim öne çıkıyor, onu gündemde tutuyorum. Bu benim en doğal hakkım! Türkiye'nin meselelerine de bir ilahiyat hocası olarak çözüm aramıyorum; bu meseleleri pratik olarak çözmeye talibim. - O zaman konuya girelim. 'İslam siyasallaştırılıyor, din saltanat aracına dönüştürülüyor' diyen biri olarak Türkiye'deki durumun fotoğrafını çekseniz ne dersiniz? - Bugün, İslam dini İslam'ın düşmanları tarafından Müslümanlar aleyhine kullanılıyor. - Kimi kastediyorsunuz? - Hıristiyan güç odaklarını kastediyorum; Batı'yı... İçeride de bunlarla işbirliği yapan, dini siyasal çıkarları için kullanan, yüreklerine, vicdanlarına ve ruhlarına asla din girmemiş ikiyüzlü ekipler var. Onları buldu Batılı, şimdi onları kullanıyor. - AKP'yi mi kastediyorsunuz? - Sade AKP değil, bir yığın... Ama iktidarda olanlar bunların ta kendileridir. - Niye bu işbirliğini yapıyorlar peki? - Menfaatleri için! Bunu kendilerine sorarsınız... Yani Türkiye'de son yıllardaki havanın arka planını karıştırdığınız vakit menfaatin ne demek olduğunu anlarsınız. Niçin belediyelerden Türkiye'de siyasete geçiş dönemi açıldı? Çünkü Türkiye, belediyeler tarafından soyuluyor, soyulan paralarla da Türkiye'yi yönetmenin keyfine varmak üzere siyasete geçiyorlar. - Peki bugün yaşanan gerilimin adını nasıl koyuyorsunuz; Türkiye'de iki taraf oluştu 'Yaşam tarzım elimden alınacak' kaygısı yaşayanlar ve 'ötekiler'... - Ben ötekiler diye bir şey kullanmadım... - Siz kullandınız demiyorum, ben soruyorum şu anda... Bekir Coşkun'un yazdığı gibi insanı kendi dininden korkar hale getiren nedir? - Müslümanlar dininden asırlardır korkuyor; bugünün olayı değil bu. Biz niçin dedik ki 'Bugün İslam adı altında iki tane din var' diye... Birisi Kur'an'daki İslam, diğeri de Kur'an'dan onay almayacak uydurma İslam! Kur'an'daki İslam'ı ne istismar edebilirsiniz ne siyasete alet edebilirsiniz; ya ona inanır mümin olursunuz yahut inanmazsınız. Ama Kuran dışındaki dini, uydurma İslam'ı, hurafe İslamı'nı istediğiniz gibi istismar edebilirsiniz. Siyasette de, ekonomide de, ticarette de, her alanda... Mesela Kuran der ki 'Allah eliyle aldatmayın!' O zaman ne yapacaksınız? Evvela dini yozlaştıracaksınız, sonra yozlaştırılmış İslam'ı Türkiye'ye dayatacaksınız. O hale geldik ki artık; din istismarı Türkiye'deki istismarcıları doyurdu, şimdi ta Amerika'nın öbür ucundan Neocon'lar (Amerikan yönetimindeki şahinler için kullanılıyor, yeni muhafazakârlar) istismar ediyor. İşte ılımlı İslam! Benim dinimin adını değiştirme görevi Neo-con'lara mı kaldı? Bu dinde bir ıslahat, bir reform, bir düzenleme yapılacaksa bunu Hıristiyanlar mı yapacak? - Ilımlı İslam kelimesine şiddetle karşı çıkıyorsunuz... - Ilımlı İslam, İslam'dan istifa etmenin adıdır! Ilımlı İslam diye bir din yok! Türkiye ılımlı İslam'a götürüldüğü sürece dinsizliğe gider. Kuran'ın anladığı manada bir dinin adı sadece İslam'dır.
  10. Sn.Yakışıklı, oldukça objektif bir değerlendirme yapmışsınız. Saygılar.
  11. Komitacı Kara Kemal öldürülmemiş, tutuklanacağını anlayınca saklandığı kümeste intihar etmiştir. Ergenekon'u kim finanse etmiş ? Cenazesi parasızlıktan zor kaldırılan işadamı Kuddisi Okkır mı ? Bu sınıfı mason Mendereslerin, Demirellerin, Özalların desteklediğini bilmeyen var mı ? Çocuk mu kandırıyor bunlar ? Menderesten sonraki iktidarlar Atatürkçü ekonomiyi mi yoksa Amerikancı ekonomiyi uygulamış ki, bu sınıflar palazlanmış. II. Dünya Savaşı sonrası oluşan ekonomik darboğazın ardından yabancı ülkelere para akışının önünün kesilmesi ve toplumsal tutum bilincinin oluşması amaçlanmıştır. Bu amaçla zamanın başbakanı İsmet İnönü 12 Aralık 1929'da yaptığı konuşmayla yerli malı kullanmanın ve tutumlu olmanın öneminden bahsetti. 1946 yılından itibaren Yerli Malı Haftası olarak kutlanmaktadır. 1983 yılında adı Tutum, yatırım ve Türk malları haftası olarak değiştirilmiştir. Hedefi, yerli mallarının tüketiminin artmasıdır. Bu hafta süresince tutumlu olmanın, yatırım yapmanın ve yerli malı kullanmanın önemi anlatılır. ( Wiki ) Özal'ın dışa açılmayı, serbest rekabeti detekleyen siyasetini de alkışlayanlar da onlardı. Onun için, bu soruları Özala, Mendrese, Demirele soracaksın. Cumhuriyetçilere, Atatürkçülere değil... Sırf karşı olmak için tarihi çorba yap anlat. Neredeyse, Kenedy'yi de Atatürkçüler öldürmüş, Küresel Isınmaya da Atatürkçüler neden olmuş diyecekler
  12. Güneş Dil Teorisi Kuramın kaynağı Atatürk tarafından not olarak hazırlanmış olan Etimoloji, Morfoloji ve Fonetik Bakımdan Türk Dili isimli kitabın 7. sayfasında da söylendiği üzere Dr. Phil. Hermann Kvergić'in La Psychologie de Quelques Éléments des Langues Turques (Türk Dillerindeki Bazı Unsurların Psikolojisi) isimli 41 sayfalık basılmamış Fransızca eseridir. Bu tez, yazarı tarafından 1935 yılında Viyana’dan önce Türk Dil Kurumu'ndan Ahmet Cevat Emre'ye gönderildi. Emre'nin kıymetsiz bulduğu mektubuna cevap alamayan Kvergić, bu kez eserini doğrudan Atatürk’e gönderdi.[2] Kuramdaki esas fikir bizzat Atatürk tarafından geliştirildi ve sunuldu. Kuramın içeriği ve siyasi hedefleri Hermann Kvergić'in teorisinin ana fikri "Türk dilinin dünyada esas bir dil olduğu ve dünya dillerindeki birçok kelimenin de Türkçeden türediği"ydi.[kaynak belirtilmeli] Güneş Dil Teorisinin tarih içerisinde oynadığı rol, Atatürk Devrimleri'nin ideolojik hattını anlamak açısından önemlidir. Ümmetten millete geçme aşamasında olan ve Batı karşısında kendisini aşağılanmış hisseden Türk milletine özgüven aşılamak Teorinin amaçları arasında görülmüştür. Atatürk Devrimleri'nin yıktığı düzenle ve Avrupa merkezci tarih teorileriyle hesaplaşma çabası olarak değerlendirilmektedir. Teori, bilimsel nedenlerden çok siyasi nedenlerle desteklenmiştir. ( Wiki ) Sarıgöl, başlık ne, sen neden bahsediyorsun. Bunları yazmakla neyi ispatlamaya çalışıyorsun ? Fikrini, amacını öyle Engin Ardıç gibilerinin zırvalarını bırakıp, açıkça, mertçe ifade et ki bilelim!
  13. Kurban kesmek farz mıdır ve Kuran'da kurban bayramı uygulaması var mıdır? Kuran'da kurban kesmek sadece hac ibateti YERİNE GETİRİLDİĞİ SIRADA FARZ KILINMIŞTIR. YANİ KURBAN HACCA GİDEN HACILAR TARAFINDAN KESİLİR. KURBAN KESMEYİ ALLAH'A OLAN TESLİMİYETİN VE SAYGININ BİR SEMBOLÜ OLARAK ANLAMAK VE ALLAH'A YAKLAŞMAYA BİR VESİLE GÖRMEK GEREKİR. YOKSA AYETİNDE İFADESİYLE KESİLEN HAYVANLARIN NE ETLERİ NE DE KANLARI ALLAH'A ULAŞMAZ ALLAH'A ULAŞACAK OLAN SADECE KULLARIN TAKVALARIDIR. Hac Suresi Ayet 37: Onların etleri de kanları da Allah'a asla ulaşmaz; fakat sizin takvanız O'na ulaşır. Onları size bu şekilde boyun eğdirdir ki, sizi hidayete erdirdiği için Allah'ı yücelterek anasınız. Güzel düşünüp güzel davrananlara müjde ver. Daha sonraları bu uygulama hacca GİDEMEYEN KİŞİLER TARAFINDANDA BULUNDUKLARI YERLERDE YERİNE GETİRİLMEYE BAŞLANMIŞ VE ARDINDAN KURBAN BAYRAMI UYGULAMASI OLUŞMUŞTUR. KURBAN BAYRAMININ HACILARIN HACDA KURBAN KESMEKLERİ İLE AYNI DÖNEME GELMESİNİN NEDENİ BUDUR. Kurban'ın hiç bir ayetinde bayram uzgulaması yer almaz. YANİ BAYRAM YADA BAYRAM NAMAZI TAMAMEN GELENEKSEL KABULLERE DAYANAN UYGULAMALARDIR. ANCAK BURADA BELİRTİLMESİ GEREKLİ OLAN BİR HUSUS VARDIR ODA BU ŞEKİLDE BİR UYGULAMANIN YAPILMASININ KURAN'A AYKIRI OLMADIĞIDIR. YANİ MÜSLÜMANLARIN KENDİ ARALARINDA GELİŞTİRİP GELENEKSELLEŞTİRDİKLERİ BU GİBİ UYGULAMALARIN ÖZELLİKLE İNSANLARIN KAYNAŞMALARI VE YAKINLAŞMALARINA VESİLE OLMASI VE DİNİ BİR TAKIM DUYGULARIN CANLANMASI AÇISINDAN OLDUKÇA ETKİLİ VE GÜZELDİR. ANCAK BU SOSYOLOJİK BİR HADİSEDİR, MÜSLÜMANLARIN GENELİNİ BAĞLAYICI BİR FARZ DEĞİLDİR. RAMAZAN BAYRAMI DA AYNI BU ŞEKİLDE ORTAYA ÇIKMIŞ BİR HADİSEDİR. KURAN'DA YERALMAZ. ALLAH İÇİN BİR AY BOYUNCA BELİRLİ SAATLERDE YEMEK İÇMEK VE CİNSEL İLİŞKİYE GİRMEKTEN UZAK DURAN MÜSLÜMANLAR YAPMIŞ OLDUKLARI İBADETLERİNİN BİR KUTLAMASINI YAPMAKTADIRLAR. -http://www.kurandakidin.net/sss/sssoku.asp?id=38-
  14. Kur'an-ı Kerim ve İRTİCA, Daha evvel de Laiklik kavramının tarihçesi hakkında bir özet çıkartmış idim. -http://ahmetdursun374.blogcu.com/2625490/- buradan bakabilirsiniz. Şimdi buna tekrar deyinmek istemiyorum.Ancak laiklik ile birlikte anılan bir kavramın daha açıklanamsının gerekli olduğunu düşünmekteyim.O kavram da İRTİCA kavramıdır. İrtica her nekadar gericilik olarak algılansa da bazı konuların da tekrar gözden geçirilmesinin gerekli olduğu kannatindeyim. Yani Lakik olmak Emperyalizme karşı olmakla eş değer diyenlerin olmasının yanında asıl laik olmanın din ile alakasız olmak anlamında bir söyleme dönüştürülmesinin de önüne geçilmesi için yine bu kavramı yüce Kur'an dan inceleyelim. Kur'an geriye dönmek hakkında ne demiş.Ne diyor da biz anlamıyoruz.Ya da anlamları mı karıştırıyoruz bunu inceleyeceğiz. Ancak bir konuya da dikkat çekmek istiyorum.Biz laik iz diyerek dinden kendimizi bağımsız,dinsiz gibi algılattırmak isteyenlerin amaçlarını da öncelikle incelemeliyiz. Başka bir deyişle bizim dinle işimiz yok,çünki laik düşünceliyiz demek Ilımlı İslamcıların istediklerine boyun eymek anlamındadır. Anacak unutulmamalıdır ki dini bir sistemle de devletin işleri düzenlenemez ve yürütülemez. Yani dini bir düzenleme ne yazık ki o dinden olmayanlar için de sıcak bir bakış açısını içermez. Hatta bir hırsız gelir de dini yönetimde olan bir ülkede söz sahibi olursa o halde hırsızlığı bu din öngördü diyebilirmiyiz?Buna meydan verebilirmiyiz? O halde inanç kökenli bir yönetime evet dememiz ne kadar doğru olur ve bu evet bizim inançlarımıza nedenli zarar verir? yani inançlarımızı işte din budur ,böyle din olmaz olsun sözleri ile karılaştırmamak için bundan sakınmalıyız. Dinsiz olmak başka bir olgudur.İnançsız olmayanların ya da başka deyiş ile farklı inançlara mensup olanların da yaşam haklarını tabii ki islam da savunmaktadır. Ancak laiklik kavramını çok iyi inclemek durumundayız.Bu konu hakkında daha evvel yazdığım için bu kısmı şimdilik kapatıyorum. Bakalım Kur'an İrtica için ne demiş? Kur'an dilinde bu konu, İrtidad kelimesinde anlamını bulmuştur. İrtidad: Geri dönme, vaz geçme. Terim olarak, kişinin İslam'a girdikten sonra küfre dönmesi, tevhidi bırakması. Düşmandan korkup kaçma. Alçalma, düşüş, çöküş, tereddi, gerileme, rücu. Tevhid şu ayetlerde geçmektedir. (AL-İ İMRAN SURESİ / 64), (NİSA SURESİ / 125), (ZUHRUF SURESİ / 28), Tereddi ise (LEYL SURESİ / 11) de geçmektedir. Tereddi: Gerileme, çöküş, düşüş. Terim olarak, kişinin İslam'ın izzet ve şerefine mensup olduktan sonra geri dönmesi, alçalması. Dejenerasyon. Şimdi de diğer ayetlere bakalım: Geriye gitmek,geriye dönmek anlamındaki açıklamaların olduğu ayetlerede bakalım. Böylece biz sizi, insanlara şahid (ve örnek) olmanız için orta bir ümmet kıldık; Peygamber de üzerinizde bir şahid olsun. Senin üzerinde bulunduğun (yönü, Ka'be'yi) kıble yapmamız, elçiye uyanları, topukları üzerinde gerisin geri dönenlerden ayırdetmek içindir. Doğrusu (bu,) Allah'ın hidayete ilettiklerinin dışında kalanlar için büyük (bir yük)tür. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz, Allah, insanlara şefkat edendir, esirgeyendir. (BAKARA SURESİ / 143) Muhammed, yalnızca bir elçidir. Ondan önce nice elçiler gelip-geçmiştir. Şimdi o ölürse ya da öldürülürse, siz topuklarınız üzerinde gerisin geriye mi döneceksiniz? İki topuğu üzerinde gerisin geri dönen kimse, Allah'a kesinlikle zarar veremez. Allah, şükredenleri pek yakında ödüllendirecektir. (AL-İ İMRAN SURESİ / 144) Ve onların kalbleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen Kur'an'da sadece Rabbini "bir ve tek" (ilah olarak) andığın zaman, 'nefretle kaçar vaziyette' gerisin geriye giderler. (İSRA SURESİ / 46) (Musa) Dedi ki: "Bizim de aradığımız buydu." Böylelikle ikisi izleri üzerinde geriye doğru gittiler. (KEHF SURESİ / 64) Geriyedöndürme,döndürülmeye zorlanma olarak algılayacak olursak bakmamız gereken ayet de mevcuttur. Kitap Ehlinden çoğu, kendilerine gerçek (hak) apaçık belli olduktan sonra, nefislerini (kuşatan) kıskançlıktan dolayı, imanınızdan sonra sizi inkâra döndürmek arzusunu duydular. Fakat, Allah'ın emri gelinceye kadar onları bırakın ve (onlara ne sözle, ne de eylemle) ilişmeyin. Hiç şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir. (BAKARA SURESİ / 109) Şüphesiz (Allah), onu yeniden-döndürmeye güç yetirendir. (TARIK SURESİ / Peki bu geriye gidişte kandırılma mümkün değilmidir? Tabii ki mümkündür.Peki bu kandırılma Fitne ile mümkün olmaz mı?Bu manada fitneyi yorumlar isek,yine Kur'an'da bahsedildiği üzere,onlar istemedikleri halde hak geldi denmesi geriye giden zamanı yani haktan olan Kur'an dan evvelki geri zamanı anlatmaz mı? Tabii ki anlatır,öyle ise bunun içinde ayet mevcuttur. Öyleyse ayete bakalım.... Andolsun, daha önce onlar fitne aramışlardı. Ve sana karşı birtakım işler çevirmişlerdi. Sonunda onlar, istemedikleri halde hak geldi ve Allah'ın emri ortaya çıkıp-üstünlük sağladı. (TEVBE SURESİ / 48) Şimdi ise kendilerine fitne isabet edecekleri kastederek,inançları Kur'an üzerinden olmayıp başka yerler üzerinden olanların kastedildiği açıkolan ayete bakalım. Yani fitneye kapılarak Kur'an öncesine(İrtica)geriye dönebileceklere uyarı yapmaktadır.Çünki inançları zayıf olduğundan her an geriye Kur'an dan öncesine dönebileceklere bir uyarıdır. Bakalım: İnsanlardan kimi, Allah'a bir ucundan ibadet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek olursa yüzü üstü dönüverir.O, dünyayı kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır. (HAC SURESİ / 11) Peki bu yüce kitap herşeye yer vermiş ise acaba bağımsızlığı başkalarına devretmeye çalışanlara,ekonomik olarak bağımlılığa milletini mahkum etmeye çalışanlara da (AB-D mandacılarına,işbirlikçilere,eş başkanlığa soyunanlara)birşeyler söylemiş olamaz mı? Tabii ki buna da yer vermiş ve ekonomik ya da sayıca,malca daha gelişkin olanlara aldanmayın diye de ikaz mevcuttur.öyle ise buna da bakalım. Bir ümmet diğer bir ümmetten (sayıca ve malca) daha gelişkindir diye, yeminlerinizi kendi aranızda bir bozuculuk unsuru yaparak, ipini kuvvetle eğirdikten sonra bozup-çözen gibi olmayın. Şüphesiz Allah, sizi bununla imtihan etmektedir. Kıyamet günü hakkında ihtilafa düştüğünüz şeyi size muhakkak açıklayacaktır. (NAHL SURESİ / 92) Değerli dostlar,ey iman edenler,ey milli birlikten bahsedenler,ey vatanı uğruna canını seve seve feda edenler ve etmeye hazır olanlar, Demek ki kandırılıyoruz....... Demek ki biz Kur'an-ı Kerim'i okumadığımız için kandırılmaya herdaim müsait durumdayız. Bu milletin düşmanları aynı zamanda yüce dinimizin de düşmanlarıdır. İşte Büyük Atatürk burada birkez daha rahmet ve özlem ile anılmayı herzamanki gibi hak etmektedir.Çünki Atatürk'ün izdiği yol da Kur'an ın dışında bir yol değildir. Tam bağımsızlığı görüldüğü üzere Kur'an da emretmiştir.Bağımsızlığın nekadar değerli olduğunu açıkça belirten bir ayetide paylaşıyım istedim. Hani babasına demişti: "Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun? (MERYEM SURESİ / 42) Milletinin özgürlüğünü düşünmeyip,kendi ekonomik çıkarlarını düşünenlere,yandaşlarına çıkar sağlayanlara,belli güçlerini kullanarak yoksul milleti yerine ceplerini düşünenlere de yine Kur'an bakınız ne diyor. Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır. (BAKARA SURESİ / 177) Biz Türkler ne yazık ki zamanlama yapmasını bilmiyoruz.Belki de en büyük hatalarımızdan biri de budur. Şimdi zamanlama yapma zamanıdır.Sizlere en çok vaad de bulunanlara değil,riyakarlık içinde olanlara değil,sizleri inanç adına geriye götürenlere değil,AB ve ABD nin köleliğine talip olanlara değil,Hakça bir yaşama,adaletli olana oy veriniz. Zira yaılgı içine olduğunu görmek ve bunu kabul ederek yanlıştan dönmek bir ERDEM dir. Saygı ile.... Ahmet Dursun Bir konuşmadan alıntı vermek istiyorum. Konuşmacının adı bende saklıdır. Önemli olan isimler değil fikirlerdir.Bu nedenle konuşmacının adını bende saklı olarak alıntılıyorum.... Tarikatlar 5?inci yüzyılın ortalarına doğru bu şekilde ortaya çıktı. Halbuki İslam?ın tasavvuf denen mistik felsefesi. Anlatmak için mistik felsefe diyorum, onunla da farklı tarafları var. İslam?ın sahabe neslinden itibaren vardır. Tarikatlar İslam?ın bu mistik felsefesinde yani tasavvufta bir yozlaşmanın ürünüdürler, bir defa bunu koyacaksınız. Burada tereddüt ettiniz mi, yozlaşmanın ürünüdür de tarikatlarda tasavvufa uygun, elle tutulur, ciddiye alınır, insanlık için değer ifade eden şey yok mu? Var ama. Tarikatlar devlet, vakıflar ve çıkar odaklarıyla beraberliğe çekilen bir tasavvuf hayatını anlatır, işte yozlaşma orada başlar. Mesela tarikatlarda tasavvufun tam aksine. Bilimde derinlik bir değer olmaktan çıkmıştır. Yani İslam?ın Kur?an ve sünnet kaynaklı verileriyle taban tabana zıt, bir yığın kabulü içinde taşıyor. Yani düşünün ciddi tarikat kitaplarında Adem?in cennette dolaşırken başına koyduğu taç hangi tarikatın tacıdır diye ciddi kavgalar yapılmıştır. Bunları İslam?ın kabul etmesi mümkün mü? Başka bir şey daha var, bu çok önemli. Müslümanların tökezlemesine esas yol açan budur. Tarikatlar şunu kabul edelim tarikatlar eğer biz İslamı ilahi kaynağı Kur?an?dan öğrenmek gibi bir niyet taşırsak, o zaman şunu diyeceğiz; Tarikatların kendi şeflerine veya şeyhlerine -bazısı şeyhtir, bazısı şeftir- verdikleri sıfatları Kur?an mahbedi olduğu peygamberi Hazret-i Muhammed?e vermez. Mümkün ve muhtemel değildir. Dolayısıyla burada daha baştan çok ciddi bir omurga kayması var. Tasavvuf, klasik İslam tasavvufu yani İslam?ın ruh, ahlak, sevgi, paylaşım, derinlik kurumu olan tasavvuf siyasi liderliğe yani imaret dediğimiz mevkii sahibi olmaya temelinde karşıdır. Düşünün klasik tasavvufun tasavvufa karşılığıyla bilinen İbni Teyniye gibi birisi tarafından bile tebcil edilen ve yolun önderi diye vasıflandırılan Cüneydi Bağdadi, arkadaşı ve yakın dostu Amr Bin Osman El Mekki ki o da bir fikir ve tasavvuf devidir. Bağdat kadılığını kabul etti diye onla bütün münasebetlerini kesmiş ve gördüğü yerde de ?bu adama bakın, bu adam dünyaya tapma tutkusunu 40 yıl içinde taşıdı, sonra ortaya çıkardı? demişti.
  15. Değişik Bakış ile Kürtler 20. yüzyılda belkide hiçbir topluluk hakkında Kürtler kadar çok yazı yazılmamıştır. Araştırma yapılmamıştır. Kürtler’in kökenleri, dili, dini, diğer kültürel özellikleri bu denli didik, didik edilmemiştir. Bu yüzyılda Kürtler hakkında binlerce eser yazılmıştır. Son 10 yılda Türkiye’de sadece bu satırların yazarının kütüphanesinde biriken kitap sayısı 1000’i bulmuştur. Yayınlanan dergi sayısının çeşidi onlarca, çıkan sayılar ise yüzlerce olmuştur. Kürtlüğe ilk ilgi Rusya kaynaklıdır. V. Miorsky, B. Nikitin, Jaba gibi Rus kürdologlar konuyu iyi araştırmak için Urumiye ve Erzurum konsolosluklarında bile görevlendirilmişlerdir. Ruslar, 1856 Paris Antlaşması ile sıcak denizlere boğazlar yolu ile inme umudunu kaybedince hemen 1860’da St. Petersburg Üniversitesi’nde bir Kürdoloji bölümü kurmuşlar Jaba, Nikitin, Bazinin ve Minorsk’i Kürtlüğü İncelemek için görevlendirmişlerdir. General Maslofsky Rus projesini şöyle anlatır. “Rusların bu uğurdaki gerçek niyet ve ülküleri Fırat boylarında Rus-Kazakları ile Mujiklerini yerleştirmek, yani buralarda Kırım ülkesi, Kuban boyları ve Karadeniz’in doğusu gibi Ruslaştırarak, İskenderun ile Basra Körfezi’ne çıkmaktı.”(1) B. Nikitin Kürt tarihi ile ilgili olarak; “Tarih ve dilbilim alanında yaptığımız bu gezi henüz bir çok noktayı karanlıkta bırakıyor ve Kürtlerin kökenleri üzerinde ancak bazı varsayımlar öne sürmemize imkan veriyorsa, antropolojide bize bu konuda fazla yardımcı olamayacaktır” diyor: Yani Kürtler’in kökeninin belirsiz olduğu, tartışmalı olduğu vurgununu yapıyor. Nikitin gibi Minorsky’ninde Kürtler hakkında yazdıkları bazı Kürtler tarafından bayrak gibi algılanır. Ama bakın Minorsky; “Kürtlerin menşei meselesinin hallini, Kürt, ananeleri ve İslam kaynakları kolaylaştırmamaktadır.” diyerek Kürtlerin kökeni konusunda çok iddialı konuşmamak gerektiğini yazıyor. “Kürtlerin Kökeni” kitabı ile Kürtler arasında önemli bir ün edinen İhsan Nuri bile kitabında Kürtlerle, Kürtlerin ataları kabul edilen Medler hakkında bir ilişki kurmanın tarihsel zorluklarında bakın nasıl sözediyor: “Bugün Med diye bir aşiret de yoktur. Medistan’ın merkezinde Kürt milletinin ortaya çıkması nasıl olmuştur?” Kemal Burkay’da, tıpkı İhsan Nuri gibi; Araplar’ın fethinden önce Kürt Tarihi, sanatı ve diğer kültürel özellikleri hakkında yeterli bilginin mevcut olmadığını ifade ediyor. Kürtlere ısrarlı tarih oluşturma çabaları çok parlak sonuçlar oluşturmamıştır. Çünkü bu konuda araştırma yapanların çabası Kürtlüğü binlerce yıl öncesine götürmek ve Mezopotamya coğrafyasında Kürtlere bir tarih bulmaktır. Halbuki, her etnik kimlik belirli bir dönemin ve belirli şartların oluşturduğu bir olgudur. Tarihin belirli bir döneminde farklı bir çok toplumsal yapı belirli şartlar altında toplumsal harman oluş surecinden geçerek yepyeni bir etnik kimlik oluşturabilir. Tarihte Etiler, M.Ö 200 li yıllarda, Hunlar M.S. 4.5. yüzyılda oluşmuş etnik kimliklerdir. Bugün bunlar toplumsal olarak tarihe mal olmuşlardır. Silinmiş gitmişlerdir. Kürtlere ilgi, Ruslar’dan sonra tarihi olarak Batılı büyük güçler tarafından olmuştur. Geleceğe yönelik planlarında tesadüflere yer bırakmak istemeyen Batılılar hazırlık olmayı kendilerine ilke edinmişlerdir. Onlar işe, dünyann başlıca petrol yatakları olan Orta Doğu’nun etnik haritasını en ince detaylarına kadar araştırmakla başlamışlardır. Türk, Fars, Arap dışında kendi denetimlerine tabi yeni bir toplumsal gücün Orta Doğu’da olması kendileri için gereklidir. Orta Doğu’da oynanacak satrançta böyle bir taş hayati önemde olabilir. İşte bu yeni unsuru keşfetmek için ilk yol ve en masum, barışçı yol “bilim aşkı ile yanıp tutuşan” sosyologları, antropologları yani araştırmacıları bölgeye yığmaktır. Kürt milliyetçileri ise, “mal bulmuş mağribi” misali bu araştırmacıların ardından ütopyalarını oluşturmaya çalışırlar. Sonuçta; bu maksatlı, dışarıdan belli bir amaç için yönlendirilen duygusal çabalar sosyal bilimlerin şaşmaz, taviz vermez nesnel yaklaşım ilkeleri karşısında yenik düşer.. Ortada varsayımları aşmayan birbirleriyle ve zaman zaman kendi ile çelişen çok farklı “tezler” ortaya çıkar. Ve hala Kürtlerin kökeni aydınlatılmadı. Nikitin’in, Bazinin’in, Minorsky’nin, Bruniessen’in v.s. tezlerinin hem Kürtçülüğü savunanlara, hem Türkçülüğü savunanlara, hem Zazalığı savunanlara, hem karşı tezlere referans oluşturmasının sırrı burada aranmalıdır. Bu yoğun çalışmalar, iyi ayıklanmak ve bilimsel nitelik gözeterek yine de önemli veri birikimlerini sağlamayı gerçekleştirmiştir. Doğru sonuç çıkarmak sağlıklı bakış açısına bağlıdır. Kürtler’de, Osmanlı’dan bugüne kalan mirastır.Kürtler’in tarihini bir kısım yazarlar Mezopotamya’da 5.000 yıllık geçmişe götürür. İlk Kürt ya da Kürdistan adının, Mısır Firavunları’nın yazılarında görüldüğü, Zebur’da, Tevrat’ta görüldüğü, Babil’in çamur tabletlerinde okunduğu, Ksenefon’un “Onbinler’in Dönüşü”nde “Karduhi” adına rastlandığı bilinenler arasındadır. Kürtler’in tarihi konusunda 3 görüş vardır. Bunlardan birincisi; Kürtler’in 5 bin yıldır Mezepotamya’da yaşayan bir halk olduğu, atalarının da Medler olduğu savunur. Bu düşünce bazı Batılı Kürdologlar tarafından ve Kürt siyasileri tarafından savunulur. Bu konuda ikinci geniş; Kürt diye bir halk yoktur. Kürtçe diye bir dilde yoktur. Kürtçe’nin varlığına dayanarak Kürtler’in varlığı ispatlanmaya çalışılıyor. Kürtçe diye bir dil yoktur. Kırmanci, Sorani, Gorani gibi bazı kabile dilleri var. Her dil ille de etnik bir kimlik olmadığına göre Kürt diye bir etnik kimlik te yoktur. Ya da dil sayısı kadar etnik kimlik var ise Kürtçe diye bir dil yoktur. Kurmanciye, Goraniceye, Soraniceye, Dimiliceye v.s. ayrı etnik toplum demek gerekir. Bu diller boy, aşiret v.s. dilleridir. Kürtler daha milliyet, millet, ulus v.s. olmuş bir toplum değildir. Millet, milliyet v.s. oluşumu öncesi toplumlardır. Kürtçe denilen dil; Farsça ve Arapça’dan oluşmuş bir lisandır. Kürtler önce Rus daha sonra da Batılı güçlerin manipüle ettikleri bir toplumdur. Alfabesi, sözlüğü, yazım kuralları v.s. bile batılı Kürdoloji Enstitüleri tarafından oluşturulan bir lisandır. Alfabesi, sözlüğü, yazılı edebiyatı, yazılı tarihi olmayan bir dildir. Her şey Batılıların talebine göre oluşturulmaktadır. Bu konuda üçüncü görüş ise; Kürt diye bir toplum yoktur. Batılı araştırmacılar Kürt dedikleri Zağros kavmine ve Mezopotamya ülkesine bağlama saplantısı vardır. Kürtlükle ilgili pek çok veri başka bir coğrafyayı Asya Steplerini göstermektedir. Örneğin; Yenisey Elegeş anıt taşında Alp Urunga “Ben Kürt İlhanıyım” diye dünyaya seslenmektedir. Prf. Dr. Aydın Taneri bu düşünce tarzını yazdığı kitabın başlığına taşımak suretiyle; “Türkistan’lı Bir Türk Boyu Kürtler” demiştir.(1) Bu tartışmalar basınımızda son 100 yıldır yapılıyor. Toplumumuzda önemli tahribatlarda yapmıştır. Bu nedenle çok kan kaybıda olmuştur. Kürtler’in Kürtlüğü-Türklüğü artık geçmişte kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği üyeliği çerçevesinde oluşan konsept sonucu Kürtler’in “Kürt” olduğu devleti temsil eden en yetkili ağızlardan da ifade edilmiştir. Süleyman Demirel Başbakanlığı döneminde Diyarbakır ziyaretinde; “Kürt realitesini tanıyoruz. Kürtler 1. sınıf vatandaştır” derken, Mesut Yılmaz’da başbakanlığı sırasında AB görüşmeleri ardından bir Diyarbakır ziyareti sırasında; “Avrupa Birliği”nin yolu Diyarbakır’dan geçer” diye ifade etmiştir. Kürtçe, AB uyum yasaları Kopenhag kriterleri çerçevesinde “anadilde yayın” kapsamında Kürtçe’nin kırmançi lehçesinde ilk yayınını 9 Haziran 2004 de TRT’de yapmaya başladı. Aynı kapsamda; Çerkesçe, Arapça, Boşnakça ve Zazaca yayında başlamış bulunuyor. KÜRTLER’DE DİN Kürtler’in dini yapısını incelerken 2’ye ayırarak incelemek gerekir. Bunlar; 1) Sûnni (Şafii+Hanefi Kürtler) 2) Alevi Kürtler 3) Hıristiyan Kürtler Sûnni Kürtler’i, Şafi ve Hanefi Mezhebi diye bölmek gerekir. Sûnni Kürtler toplam Kürtler’in %70’ini oluşturuyor. Şafii Kürtler ise Sünni Kürtler’in %80’ini oluşturuyor. Alevi Kürtler denilen Kürtler toplam Kürt nüfusun %30’unu oluşturuyor. Ama bu kesim Kürt olmaktan çok Kürtçe’yi 1. dil ya da 2. dil olarak konuşan kesimdir. Sosyologların ve Alevi toplumunun kanaat önderlerine göre, Kürtçe konuşan Aleviler Osmanlı’da Yavuz S. Selim-Şah İsmail arasında olan Çaldıran Savaşı’ndan sonra can güvenliği nedeni ile Kürt bölgelere 1516 lardan sonra zorunlu göç eden Türkmen Alevilerdir. Süreç içinde önce Kürtçe öğrenilmiştir ardından ise yüzyıllar sonra kürtleşmişlerdir. Aleviliği kabul eden Kürte tarihsel olarak rastlamak olanaksızdır. Kürtleşen toplumsal kesimdir. Bu durumu; P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar” kitabında; “Bugün Kürtleşmiş gruplar arasında önceden bir Türk kimliğine sahip olduğunu hatırlayan veya bir Türk kimliği atfedebilecek olanlarda vardır.” Dedikten sonra, “Ayrıca Kürtler’in Türkleştiği durumlara dair belgelerde mevcuttur.” Diyor. Tunceli ve Erzincan yaylalarında hala kenar-göçer bir aşiret olarak yaşayan Şavak Aşireti için ise; “Tunceli’de yaşayan ve farklı bir kültüre sahip yarı göçebe bir grup olan Şavak bir çeşit Kurmanca konuşur, fakat konuştukları dil Kurmanca konuşan diğer insanlar tarafından anlaşılamaz, lehçeleri çok benzer olanlar bile aynı güçlüğü” yaşarlar.” tesbitini yapmıştır. Alevi Kürtler denilen kesimin son yüzyıldır Şafii Kürtler ile hiçbir toplumsal ilişkisi nerede ise yoktur denilirse abartı sayılmaz. Şafii İslam, İslam dininin en katı yorum tarzıdır. Şafii Kürtler; Ağalık, Şeyhlik sistemenin en katı olarak yaşadığı yörelerdir. Tutucu feodal ilişkiler olan Ağalık-Şeyhlik sistemi ile İslam’ın en katı yorumu olan Şafiilik birleşince daha tutucu bir toplumsal yapı ortaya çıkmıştır. Alevilik ise, İslam’ın en hümanist en liberal en özgürlükçü yorumudur. Bu iki yorumun birbiri ile barışık yaşaması çok zordur. Bu nedenle Aleviler ile Şafiiler’in diyalogu nerede ise hiç yoktur. Evlilikler nerede ise asla olmuyor. Olanlar ise başarısız oluyor. Hanefi Kürtler, Hanefi İslam anlayışından kaynaklanan bir özellik olması nedeni ile Şafiiliğe kıyasla daha liberal bir İslami anlayıştır. Hanefi olan Kürtler’in daha çok Kürtleşen Hanefi Türkmenler olduğu savı var. Toplumsal ilişkiler ve Kültürlerin birbirini etkilemesi sonucu Kürtleşen Türkler’in direk Şafiiliği benimsemeyip Hanefiliği muhafaza ettikleri söz konusu cemaat tarafından savunulmaktadır. KÜRT NÜFUSU Batı ve Türkiye kamuoyunda Kürtler denilince en çok nüfus sayıları merak ve tartışma konusudur. Türkiye’deki diğer azınlık nüfusların yaptırım gücü zayıfır. Türkiye’de Türkler’den sonra en büyük nüfusu Kürtler oluşturuyor. Kendi aralarında ise Şafii Kürt nüfusun oranı en yüksek orandır. Şafii Kürtler tüm Kürtler’in % 70’ini, Hanefi Kürtler tüm Kürt nüfusun % 10’unu, kendilerine Alevi diyen nüfus %20’sini oluşturur. Hıristiyan yani Yezidi Kürt sayısı orana giremeyecek kadar küçüktür. 1965 Genel Nüfus sayımında Kürt Nüfus; 2.219.502 dir. 1982 de Genel Nüfus sayımına göre; 3.800.000 dir. 1984 de; Genel Nüfus Sayımına göre; 6.200.000 dir. Bugün il ilçe köy düzeyinde HADEP, DEP, DEHAP’ın seçimlerde aldığı oylara göre v.s tahminen, 9-10 milyon arası Kürt nüfus bulunuyor. Bu oranın içinde 1 milyon civarında da Zaza nüfus bulunuyor. İllere göre dağılım ise şöyledir: Şafii Kürtlerin veHanefi Kürtler’in nüfusları; Van, Hakkari, Ağrı, Siirt, Bitlis, Batman, Şırnak, Muş, Diyarbakır, Urfa illerinin nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyor. Bir kısmında bu oran %70-80 civarındadır. Kars, Mardin, Bingöl, Erzurum, Elazıg, Malatya, Adıyaman, Gaziantep, Maraş, Tunceli, Erzincan, Sivas’ta ise seyrek olarak bulunuyor. Tunceli, Erzincan, Sivas’ta Şafii Kürt hiç yoktur. Osmanlı dönemindeki sürgünler nedeni ile; Cihanbeyli, Haymana, Kulu, Tokat gibi ilçelerde de vardır. Son yıllarda ki göçler nedeni ile ise; Ankara, İstanbul, İzmir başta olmak üzere, Bursa, Adana, Antalya ve Mersin’de çok önemli bir Kürt nüfus bulunmaktadır. Bu iller dışında seyrekte olsa bazı illerde de vardır. Alevi olup Kürtçe ya da Zazaca konuşan nüfus ise; Tunceli, Erzincan, Sivas, Elazığ, Malatya, Antep, Maraş, Bingöl il merkezlerinde ve Elbistan, Pazarcık, Kürecik, Akçadağ, Sarız,Çayırlı, Tercan gibi ilçelerde bulunuyor. Kürtçe konuşan ya da Zazaca konuşan Alevi sayısı ise yaklaşık 1 milyon civarındadır. Güneydoğu illerinden Batı illerine İstanbul, Ankara, İzmir hatta Antalya, Adana, Mersin gibi illere gelen Kürt nüfus kısa zaman sonra bölgede yapılan seçimlerde gösterdiği siyasal davranışı göstermiyor. Bölgede “Kürtçü” bilinen partiye oy verdiği halde Batıdaki kentlere göçtükten sonra aynı davranış görülmüyor. Oylar başka partilere gidiyor. Kürtler’de grup kimliğini oluşturan ortak koşul etnik kimlikten ziyade dinsel hatta mezhepsel kimliktir. Etnik kimlik ikinci planda kalır.Örneğin; seçimlerde geleneksel Şafii Kürt seçmen, önce dinimin partisi diye ifade ettiği Refah-AKP çizgisi, sonra milliyetimin partisi diye ifade ettiği etnik kimliğe öncelik vermektedir. Kürt bölgesinde feodalizm ağırlıklı olarak kendini toplumsal hayatta hissettirmektedir. Bölgede merkezi otoriteden çok mahalli otorite olarak ağanın otoritesi hakim olan otoritedir. Mahalli otorite olarak “Ağalık Sistemini” karşısına alan merkezi otorite temsilcisinin adeta yönetim şansı yoktur. Tüm bölgedeki düzenleme adeta bölgedeki bu “denge” üstüne oluşturulur. Osmanlı döneminde bu durum “ağalık-şeyhlik” lehine daha hakimdi. Cumhuriyetle birlikte kısmen bu otorite sarsıldı. Osmanlı’da tüm mülk Allah adına padişahındı. Özel mülkiyet yoktu. Ama bu kural Güneydoğu bölgesi için bir istisna teşkil ediyordu. Bu bölgede Aşiret reisi olan ağalara, şeyhlere gerektiği zaman Osmanlı sarayı toprakları babadan oğula miras yolu ile geçmekte dahil verliyordu. Bu bölgede tımar sistemi uygulanmıyordu. Osmanlı sarayı Kürt feodallerine adeta rüşvet dağıtıyordu. Kürt feodalleride bölgede Osmanlı’nın adeta ileri karakolu idiler. Kürt feodalleri Osmanlı’dan elde ettiği bu ayrıcalıklar nedeni ile Cumhuriyet’i benimsemedi. Cumhuriyete karşı Osmanlı’nın yanında yer aldı. Osmanlı’da kurulan Hamidiye Alayları kurulacak Kürt devleti için ordu oluşturuyordu. Kürtlere devlet yönetimini öğretiyordu. Bazı Kürt ağalarının çocukları Londra’da okutuluyordu. Kürt Teali Cemiyeti İngilizler’in desteklediği örgütlediği işbirlikçi bir örgüt idi. Kürt feodalleri ile laiklikten demokrasiden, insan haklarından, kadın-erkek eşitliğinden ve kanun önünde eşitlikten yana olan Cumhuriyet yönetimi arasında kan uyuşmazlığı vardı. Başta Kürt Teali Cemiyeti kanalı ile hilafeti saltanatı, şeriatı savunan Kürtler, Cumhuriyet kurulunca da yaptıkları isyanlarla Cumhuriyet karşıtlıklarını sık sık gösterdiler. Cumhuriyet yönetimine karşı, 1925’de Şeyh Sait önderliğinde Bingöl’de ardından Raçkotan ve Raman’da, Sason’da, Ağrı’da, Mutki’de, Bicar’da ayaklandılar. Asi Resul, Tendürik, Savar, Zeylan, Oramar ayaklanmalarıda bu ayaklanmaları izledi. Yaklaşık 20 ayrı ayaklanma ile Kürt feodalleri emperyalizme, işbirlikçilerine ve Osmanlı sarayı artıklarına karşı mücadele eden Kuvay-i Milliye ordusuna karşı ayaklandılar. Cumhuriyet’e karşı gerçekleşen bu ayaklanmaları o günkü dünya siyaset tablosundan ayrı düşünmemek gerekir. Sadece Şeyh Sait isyan Türkiye’ye Musul-Kerkük Petrollerini kaybettirmiştir. Bu ayaklanmalar hala paylaşılamayan Orta-Doğu petrol yataklarının hakimiyetini elde etme yarışından başka birşey değildir. Bugünden düne bakıldığında aradan geçen 80 yıldan sonra yine başa dönülmüş bulunuluyor. Değişen sadece hakimiyet mücadelesi veren güçler dengesi oluyor. Osmanlı döneminde Kürtler Türkler’den daha imtiyazlı bir toplumsal kesimdi. Türkler “edraki bi idrak” iken Kürt feodallerinin tapu hakkı vardı. Türk bölgelerinde mülk Allahın ama Kürt ağalarının hakimiyetinin olduğu yerlerde mülk ağanındır. Cumhuriyet yönetimine karşı Kürt feodallerinin en büyük tepkisi kanun önünde eşitliği kabul etmemeleridir. Onlar Osmanlı’daki imtiyazlarının devamını istiyorlardı. Bu nedenle “Toprak Reformu”na, Doğu’ya kadın-erkek eşitliğinin, eğitimin, yolun, suyun, okulun, seçme ve seçilme hakkının özgürce kullanılmasına hep karşı oldular. Cumhuriyet vatandaşlarına kanun önünde eşit olma ilkesini getirdi ve uyguladı. Kamuoyunun bildiği gibi 1. TBMM’nin üçte biri Kürt milletvekillerinden oluştu. Bu oran adeta gelenekselleşti. Bugünkü TBMM’nin de üçte biri Kürt kökenli milletvekillerinden oluşmuş bulunuyor. Şimdiye kadar kurulan 50’yi aşkın TBMM hükümetinde yüzlerce Kürt kökenli milletvekili bakan olmuştur. Şu andaki Başbakan baş danışmanı Cüneyt Zapsu 1925 deki isyanın elebaşısı Şeyh Sait’in torunudur. İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ve 10’a yakın bakan Kürt kökenlidir. Atatürk’ten sonraki Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Malatya’lı olup Kürt kökenlidir. Başbakan ve Cumhurbaşkanı olan Özal Malatyalı ve Bülent Ecevit Kürt kökenlidir. Türkiye’de önemli bir sermayedar kesim Kürt kökenlidir. Halis Toprak, Ağa Ceylan, Tatlıcılar v.s. bunlardan sadece bir kaçıdır. DEP’li Ahmet Türk Güneydoğu’da Mardin’de “Kanco Kale” denilen malikanesinde 5 bin özel koruması ile korunan şatosunda yaşıyor. DYP eski milletvekili Sedat Bucak ve aşiretinin 15 000 silahlı adamı bulunuyor. Tüm bunlara karşın Kürt eksenli siyaset ile seçimlere katılan HADEP, DEP, DEHAP adları %10 Kürt nüfusun ancak %4’ünü alabilmektedir. Özellikle kentlere göçen Kürtler, Kürt eksenli siyaset yapan partiye oy vermede ekonomik davranıyorlar. Alınan oy; genel seçimlerde 1,5 milyon yani, %4’ü %5’i geçmiyor. Bu sonuçlarda bu tür siyasallaşmaya halkın ilgisinin ölçüsü sayılabilir. Toplam Kürt Nüfus 10 Milyon ise bu oran yaklaşık % 10’u sayılır. Yani Kürtlerin yüzde 90'ı Kürtleri desteklemiyor. Uzun yıllardır her uluslararası toplantıda Türkiye’den Kürtlerle ilgili olarak; Kürtçe yayın ve Kürtçe anadili öğrenebilmesi için öğrenme hakkı isteniyordu. Mayıs 2004 de devlet televizyonu ve radyosu ile yayın başladı. Yaklaşık bir yıldır da Kürtçe kursları açıldı. Ama ne yazık ki, ne Kürtçe öğretmek için açılan dershaneler yeteri kadar öğrenci bulabildi. Ne de TRT’nin TV ve radyo kanalı ile başlattığı Kürtçe ve Zazaca yayın yeterli ilgiyi topladı. Batman’da bile açılan Kürtçe kursuna 480 kişilik dersaneye 80 kişilik öğrenci kayıt yaptırdı. Dersane öğrecisizlikte kapanmak üzere bulunuyor. Bu durum bu talebin halktan kaynaklanmadığını, halkın somut durumuna hitap etmediğini kabul edene de etmeyene de göstermiş oldu. Demek ki talep önemli ölçüde siyasi bir talepmiş, ya da küçük bir azınlığın talebi olduğunu gösteriyor. İngilizce kursu açılmış olsaydı daha çok talep olacağı tartışmasız bir olgudur. KAYNAKLAR Nitikin, Kürtler 1995 İstanbul Bazinin, Kürt Tarihi 1992 İstanbul Minorsky, Kürtler 1978 İstanbul İ. Beşikçi Bütün Kitapları 1995 Ankara Kemal Burkay, Kürt Tarihi 1996 İstanbul Yalçın Küçük, Kürtler Üstüne Tezler, 1988 Ankara Kürt İsyanları (Genel Kurmay Belgeleri 3 Cilt) 1992 İstanbul P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar M. Bayrak, Kürdoloji Belgeleri, 1997 Ankara M. Bayrak, Alevilik ve Kürtler 1997 Ankara Birikim dergisi S. 71. 72
  16. Şartların değişmesinden kastınız savaş ve ülkenin işgali ise haklısınız, ama sizi tanıdığım kadarıyla böyle bir şeyi istemeyecek kadar vatanseversiniz. Yoksa, yanılıyormuyum ? Buna dereyi görmeden paçayı sıyırmak demiş atalarımız. Yahu, durun hele! Hele bir keşfedilsin de o sistem, günü gelince bakarız, statik bir durum yok tabii, akıl ve bilim neyi gerektiriyorsa o yönde değişim kaçınılmaz olur. İlahi Bekir, sen olmasan hiç beyin jimnastiği yapmayacaktık, sağol be! Sosyal yapıyı düzenleyen değil, devletin yapısını düzenleyen madde o. Sosyal devlet kavramı da, şimdilik, dünyada ihdas edilmediğine göre, bir tuhaflık yok. Yani; bunu laiklik ilkesinin değiştirilebilirliği için dayanak yapmanız mümkün değil. İnşallah, anlatabilmişimdir. Madde-2’deki ‘insan haklarına saygılı’ ibaresi ile kastedilen ‘insan hakları’ evrensel insan hakları diye bildiğimiz konular ise neden kapsamasın ? Ayrıntıların hepsini, illa ki, 2.maddeye sığdırılacak diye bir kural mı var ? Önce ana ilkeyi koyarsın, daha sonra da içini doldurursun, kapsamını ayrıntılarla sen belirlersin. Bunda ne tuhaflık var. Yanlış bilgi ve yanlış sonuç Atatürk'ün getirdiği Laiklikte, devrimlerin de mecburen Jakoben karakterde olması nedeniyle, dinde reform yapamamış bir toplumda, devletin, dini, asıl kaynaklarına göre simgelerden arındırması, inancı akla dayandırması için bir çabası olmuş. Bu nedenle de Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş. Aynı anda da destekler maiyette, kılık-kıyafet kanunu da çıkmış. Yani, Türkiye’deki Laiklik biraz Fransız tarzı. Oysa, bu devrim tamamlanmadığı ve amacına ulaşmadığından dolayı hatta karşı devrim yüzünden bugün, sokaklarda türbanlı, çarşaflı, şalvarlılar normal oldu.Yani, bu tarz laiklik olabilmesi için Diyanet derhal, Hanefi mezhebinden, hadis ve sünnetlerden kurtarılmalı ve Kuranın çağdaş bir yorumu ve bence asıl anlamı halka öğretilmelidir. Senin bugünkü mevcut duruma göre düşündüğün Laiklik ise sanırım Anglosakson-Protestan sekülarizmi yani; din ve devlet tamamen ayrı alanlar olması. Halbuki, bu anlayış dinde reformun tamamlanmış olduğu ülkelerde geçerli. Yani; bu ülkelerde zaten, devletin din kurallarını baz almasını isteyenler yok. Az da olsa varlar belki ama onlar da kamusal alan dışında zaten özgür. Amerika’da Amishler var mesela… Faraziye olarak diyelim ki, halkın çoğunluğu Yahudi ve halkın istek ve düşüncesi Yahudi hukukunun uygulanması. Bu durumda, azınlıktaki bir Müslüman olarak buna razı olurmusun ? Yada, halkın çoğu Şii diyelim. Aynı soru bu durum için de geçerli. Dini hükümlerle yönetilen bir ülkede, yıkıcı ve bölücü olmamak kaydıyla, her fikrin ve yorumun özgürce savunulabileceğine inanıyor musun ? Savunulamazsa demokrasi olur mu ? Şu anda okullarda, makbuzla zekat alınıyor. Bu mudur laiklik sence ? Neden okullarda din kültürü dersleri adı altında Sünni anlayış tatbiki olarak öğretiliyor. Bu diğer görüşlere sahip olanlar için bir dayatma değil mi ? Bir inatlaşma sonucu kamusal alandaki yasakları Cevval laiklik deyip te abartarak, bir siyasi argüman yapan anlayış, neticede sıkmabaşlı kardeşlerimizin üniversitelerde okuyamamasına neden olmuştur. Yani; asıl bu giyim tarzını inatlaşma sonucu siyasi bir simge haline getiren siyasiler vebal altındadır. Yani; asıl cevval olan onlar. Bir de tabii, bu örtünme tarzının bir farz olup olmaması konusu var ki, anladığım kadarıyla, Kuranda böyle bir emir yok.
  17. Sn.Suheyla, mantığınız doğru, bu konu ile ilgili bir yazı daha alıntılıyorum. Umarım konuya açıklık getirir. Yazı biraz uzun ama... HAC GİRİŞ VE BEYT İbrahim peygamberin monoteist sistemdeki önemi büyüktür. Kuran'a göre İbrahim doğmatik inançlarla yüzleştiğinde sağduyusunu kullanmıştır. Babasını puta taparken gördüğünde buna bir anlam getirememiş, halkı onu tehdit ettiğinde şunları söylemiştir: 37:95-96 İbrahim dedi: "Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysaki sizi de yaptığınız şeyleri de Allah yaratmıştır." Kuran İbrahim'in nerede doğup yaşadığından bahsetmez yalnızca Tevrat ve İncil'in ondan yüzyıllar sonra indiğini söyler. Kesin bildiğimiz bir şey varsa o da İbrahim peygamberin hiçbir zaman Mekke diye bir şehirde bulunmadığıdır. Kuran Araplar'a Muhammed'den önce peygamber gönderilmediğini doğrular. Araplara göre Kâbe'yi de inşa eden İbrahim'dir ve bunu uydurdukları peri masalları ve bu masallara uyan çevirileriyle desteklemektedirler: Ve iz cealnel beyte mesabetel (1) lin nasi ve emna* vettehızu mim mekami (2) ibrahıme müsalla* ve ahidna ila ibrahıme ve ismaıyle en tahhira veytiye lit taifıne (3) vel akifıne ver rukkeıs sücud 02:125 Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara toplanma mahali (1) ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim'in makamından (2) bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrahim ve İsmail'e: Tavaf edenler (3), ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun, diye emretmiştik. (Diyanet) "Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin" bu cümleye itimat kazandırmak için Araplar bakırdan yaptıkları ayak izini Kâbe denen putlarının yanına koymuşlardır. Bu zanlarınca İbrahim'in namaz için konumunu temsil eder. Bunu iddia eden İslam alimleri peşinden gittikleri Arap dininin çok önemli bir çelişkisini daha farkedemeyecek kadar körleşmiştir: 03:96 Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbet), Mekke'deki (Kâbe)dir. Orada (FİHİ) apaçık nişâneler, (ayrıca) İbrahim'in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnîdir. (Diyanet) İbrahim'in makamı Kâbe'nin içinde (Fİ) değil, dışındadır. 03:96 Alemler için bereket ve yol gösterici olarak kurulan ilk SİSTEM Bekke'dedir. ONUN İÇİNDE (FİHİ) apaçık ayetler (MUCİZELER), İbrahim'in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Ona gidebilenin O SİSTEMİ TARTIŞMASI (HİCCUL BEYT) Allah'ın üzerine bir haktır. Kim inkar ederse, Allah alemlerden müstağnidir. İbrahim'in "makam"ı Ayette geçen kelimelere bakalım ve bir de ayeti biz tercüme etmeyi deneyelim. مثابة : toplanma yeri; girilip ödül ( ثواب ) alınan yer مقام : duruş, tutum; yer, mevki, konum طوف : gitme, yürüme fiili, etrafında yürüme veya çevresinde gezinmek; kuşatmak çevrelemek, kuşatmak; ona geldi; rastlamak, bulmak; ziyaret, ziyaret etmek; yaklaşmak 02:125 Ve biz sistemi (evi) insanlar için bir kazanç/ödül yeri ve güvenli bir yer kıldık. Ve (Rabbine) bağlı / kendini adayan İbrahim'in makamından bir yer edinin. İbrahim ve İsmail'e "Sistemimi (evimi) ziyaret edenler, sadık kişiler ve boyun eğip itaat edenler için temiz tutacaksınız" diye emretmiştik. Kendine bile faydası olmayan Mekke'deki kübik yapının insanlar için güvenli bir yer olduğu düşünülemez. Bu güvence ancak beyt kelimesi mecazi olarak düşünülürse anlaşılır. Allah'ın sistemine girenler güvene kavuşacaklardır. Bu ayetten iki ayet sonra tekrar aldatmacalara tanık oluyoruz: Ve iz yerfeu ibrahımül kavaıde minel beyti ve ismaıyl* rabbena tekabbel minna* inneke entes semıul alım 02:127 Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor (şöyle diyorlardı Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin. Gördüğünüz gibi cümlenin anlamını tamamen değiştirebilecek olan "min" (-den, -dan) kelimesi çevrilmemiş. 2:127'yi parçalarına bölersek: Ve iz yerfeu (ve yükselttiğinde) ibrahımül kavaıde (İbrahim temelleri) minel beyti (sistemDEN) ve ismaıyl (İsmail ile)... 124. ayetten okumaya başlandığından bu çevirinin daha mantıklı olduğu görülecektir. Bu evi gerçek anlamında kabul edersek şöyle bir soru çıkar karşımıza: "İbrahim zaten orada olan evin TEMELLERİNİ nasıl yükseltmiştir? İbrahim'in konumunun ne olduğunu anlamamız için bir de 22:26 ayetini inceleyelim: Ve iz bevve'na li ibrahıme mekanel beyti el la tüşrk bı şey'ev ve tahhir beytiye littaifıne vel kaimıne ver rukkeıs sücud 22:26 Bir zamanlar İbrahim'e Beytullah'ın yerini (MEKANEL BEYTİ) hazırlamış ve (ona şöyle demiştik): Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf edenler (TAİFİNE), ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut. (Diyanet) 22:26 Ve İbrahim için SİSTEMİN KONUMUNU saptamıştık: "Bana birşeyi ortak koşma; ziyaret edenler (sistemi bulanlar), sebat edenler (bakınız sayfa 33), tevazu gösterip itaat edenler için SİSTEMİ temiz tut. Bizim İbrahim'den almamız gereken makam çok güzel bir şekilde açıklanmış: "Allah'a şirk koşmamak." İbrahim'in ve BİZİM temiz tutmamız gereken sistem, şu an putperest Arapların inançlarının karıştırıldığı Allah'ın hakiki mesajıdır. Şimdi kısaca beyt kelimesinin kullanıldığı diğer ayetlere bir göz atalım.. Sure 8 Ayet 2 ve 6 Arası Kema ahraceke rabbüke mim beytike bil hakkı ve inne ferıkam minel mü'minıne le karihun 08:02-06 Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir. Onlar namazlarını dosdoğru kılan ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçek müminlerdir. Onlar için Rableri katında nice dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır. (Onların bu hali,) müminlerden bir gurup kesinlikle istemediği halde, Rabbinin seni evinden hak uğruna çıkardığı (zamanki halleri) gibidir. Hak ortaya çıktıktan sonra sanki gözleri göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi (cihad hususunda) seninle tartışıyorlardı. (Diyanet) Ayetleri baştan okursak kendisine vahiy ulaştıktan sonra Peygamberin evinden değil içinde bulunduğu inanç sisteminden çıkarıldığını görebiliriz. 08:02-06 Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir. Onlar BAĞLILIĞI GERÇEKLEŞTİREN / KORUYAN ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçek müminlerdir. Onlar için Rableri katında nice dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır. Rabbin seni HAK İLE (KURAN İLE) İNANÇ SİSTEMİNDEN çıkardı, Müminlerden bir gurup bundan nefret etti. HAK ONLARA GÖSTERİLDİKTEN sonra sanki gözleri göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi seninle tartışıyorlar. Sure 33 Ayet 33 33:33 Evlerinizde oturun, eski cahiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah'a ve Resûlüne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. Ayet Peygamberin hanımlarına hitap ediyor (33:32). Peygamberin hanımları sistemin kirli (bilgisiz) insanları olduğundan Allah onları arındırmak istiyor. 33:33 Evlerinizde oturun, eski cahiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. BAĞLILIĞI GERÇEKLEŞTİRİN / KORUYUN, ARINMA GÖSTERİN, Allah'a ve Resûlüne itaat edin. Ey SİSTEMİN EHLİ! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. Allah'ın Kâbe denen tapınakta sürekli kalan insanlara sesleniyor olamayacağı açık. Sure 14 Ayet 37 Çok kafa karıştıran bir ayet. Beyt kelimesi sanki gerçek anlamında kullanılmış gibi görünse de dikkatli bir göz ve Allah'ın taştan bir yapıya ihtiyacı olmayacağını anlayacak kadar bir muhakeme gücü ayeti çözmede işe yarayacaktır. 14:36 "Çünkü, onlar (putlar), insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular, Rabbim. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin." * Bu arada bazı ayetlerde geçen "resule uyun" gibi bu ayette de "uyun, izleyin" manasına gelen تبع (tebia) fiili kullanılıyor. İbrahim peygambere nasıl uyacağız? Neden onun da hadislerini aramıyoruz? 60. sure 4. ayette o da bize örnek olarak gösteriliyor? Neden sünnetini izleyip her hareketini taklit etmeye çalışmıyoruz? Kuran bize peygamberler arasında ayrım yapmayın diye öğütlemiyor mu? Rabbena innı eskentü min zürriyyetı bi vadin ğayri zı zer'ın ınde beytikel muharrami rabbena li yükıymus salate fec'al ef'idetem minen nasi tehvı ileyhim verzukhüm mines semerati leallehüm yeşkürun 14:37 "Ey Rabbimiz! Ey sahibimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem'inin (Kâbe'nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler." (Diyanet) عند (inde) : burada; ile; vasıtasıyla; nezdinde; yanında, yakınında; (-in) huzurunda; hakkında; -den, -dan; محرم (muharram) : yasak; kutsal İNDE BEYTİKEL MUHARRAM: Yasak / kutsal evinin yanında İnsanlar için yapılan "ev" (5:197 ve 2:125) şimdi yasak bir ev oldu (beytikel muharram'ı özel isim olarak düşünmek için geçerli bir nedenimiz yok) ve İbrahim peygamber zürriyetinden bazılarını buraya yerleştirebildi. 14:37 Rabbimiz, neslimden bir kısmını bağlılığı gerçekleştirmeleri / korumaları için KUTSAL SİSTEMİN İLE (BUNU AKILLARINA KAZIYARAK) işlenmemiş bir vadiye yerleştirdim. Bu nedenle insanların gönüllerini, ONLARA (NESLİME) meylettir ve onlara meyvelerden rızık ver ki şükretsinler. Sure 71 Ayet 28 71:28 "Rabbim! Beni, anne-babamı, inanmış olarak evime gireni, tüm inanmış erkekleri ve inanmış kadınları affet! Zalimlerin de sadece helâk ve perişanlığını artır!" Ayette gördüğümüz gibi Nuh'un zamanında iki (veya daha çok) SİSTEM mevcuttu ve ayette Nuh, kendi ile aynı inanç sistemini paylaşanların affedilmesi için Allah'a yakarıyor. Bunu da sular altında bulunan "ev"inde değil, kendi yaptığı gemisinde yapıyor. Sure 52 Ayet 4 Vel beytil ma'mur 52:04 Sık sık ziyaret edilen Eve (Kabe'ye)... عمر : ikamet etmek, içinde kalmak; tamir etmek, imar etmek; yaşanabilir yapmak; (bir yeri) iskân etmek; dini bir ziyaret yapmak Ma'mur kelimesi de bu kökün edilgen halidir. Ev ziyaret edilmiyor, mescit örneğindeki gibi inananlarca dolduruluyor. 52:04 İskan edilen / içi doldurulan SİSTEME 52:05 Yükseltilmiş tavana, (GÖKYÜZÜNE) 52:06 Kaynayan denize... gercekislam
  18. ALLAH ve AHİRETE İNANAN HERKES MÜSLÜMANDIR İslâm âlimlerinin önemli bir yanılgısı da, Allah ve ahirete inansalar da, diğer din mensuplarının müslüman olmadığıdır. Halbuki; aşağıda vereceğimiz ayetten, Kur’an’ın, Allah ve ahirete inananları müslüman olarak kabul ettiği anlaşılmaktadır. “İbrahim demişti ki: Rabbim, bu şehri güvenli bir şehir yap, halkından ALLAH’A VE AHİRET GÜNÜNE İNANANLARI çeşitli ürünlerle besle! (Rabb’i) buyurdu; İNKÂR EDENİ dahi az bir süre geçindirir; sonra onu cehennem azabına (girmeğe) zorlarım, ne kötü varılacak yerdir orası!” (2/126 S. Ateş çev.) Ayetten, inanmanın öncelikli ve temel şartının Allah ve ahiret inancı olduğu, kişi, Allah ve ahireti inkâr etmedikçe inananlardan sayıldığı anlaşılmaktadır. Dikkat edilirse,Hz.İbrahim hiç bir ayrıntıya girmeden ve hiç bir ayırım gözetmeden Allah ve ahirete inananlara dua etmektedir.Ayetin ikinci bölümünden de,cehenneme girmeye zorlanacak kişilerin Allah ve ahireti inkar eden kişiler olacağı anlaşılmaktadır. Aşağıda vereceğimiz ayetten de, Kur’an’ın, cami, kilise, havra ve manastırlar gibi müesseseler arasında da bir ayırım yapmadığı anlaşılmaktadır. “Onlar, sırf ‘Rabb’imiz Allah’tır’, dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah’ın bazı insanları diğer bazılarıyla savunması olmasaydı, içlerinde. ALLAH’IN İSMİ ÇOK ANILAN manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılırdı. (Fakat Allah, bazı insanları güçlendirerek, onlar vasıtasıyla, mümin kullarını savunur. Kendisine inananlar ile, isminin anıldığı mabetleri korur.) Allah kendi (dini) ne yardım edene elbette yardım eder. Kuşkusuz Allah, kuvvetlidir, gaalibdir.” (22/40 S. Ateş çev.) Görüldüğü gibi Kur’an, söz konusu müesseseler arasında ayırım yapmadan, “Allah’ın ismi çok anılan” yerler olarak nitelendirmektedir. İçinde Allah ve ahiret inancını barındıran bütün inanç sahiplerinin, iyi işler yaptıkları takdirde üzülmeyecekleri, yani cennete gidecekleri, dolayısıyla müslüman oldukları, aşağıdaki ayetten daha açık anlaşılmaktadır. “Şüphesiz inananlar, yahudiler, hıristiyanlar ve sâbiiler(den) Allah’a ve ahiret gününe inanan ve iyi işler yapanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (2/62 S. Ateş çev.) Ayet, inananlar derken, bütün peygamber ve ilâhi kitapları tasdik edenleri, ayet, yahudiler derken, Tevrat ve Hz. Musa’ya inananları, ayet hıristiyanlar derken, İncil ve Hz. İsa’ya inananları, ayet sâbiiler derken, herhangi bir şekilde Allah ve ahirete inanan,kabile,yöre veya ilkel dinleri vurgulamaktadır. En önemlisi, aşağıda vereceğimiz ayetten de, yanlış veya dogmalarla da olsa, iyi niyetle, Allah’a yönelenenlerin inananlardan, yani müslümanlardan olduğu anlaşılmaktadır. “... İcad ettikleri ruhbanlığı, biz onlara yazmamıştık, yalnız Allah’ın rızasını kazanmak için kendiliklerinden uyguladılar ama ona gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan İNANANLARA mükâfatlarını vereceğiz. Fakat onlardan bir çoğu da yoldan çıkmıştır.” (57/27 S. Ateş çev.) “ Biz de onlardan inananlara mükâfatlarını vereceğiz.” Ayetin bu ifade ile dikkat çektiği inananlar, peygamberlerden neden sonra, din adamlarının bilerek veya bilmeyerek din adına koydukları kural veya kayıtların doğru olduğunu zannedip, samimiyetle uygulamaya çalışan, Allah ve ahiret inancına sahip, herhangi bir dine, mezhebe mensup insanlardır. Buraya kadar verdiğimiz ayet ve Kur’an’daki diğer benzer ayetlerden, kişinin müslüman veya İslâm addedilmesi için, Allah ve ahirete inanmasının yeterli olduğu anlaşılmaktadır. Esas olan da budur. Bunun dışında kalan, inanç veya uygulamalardaki farklılıklar, kişi veya inançlar arası DERECE farklarını vurgulamaktadır. Bu tesbitimizi aşağıdaki ayetler de doğrulamaktadır. “O(insa)nlar, Allah katında derece derecedirler, Allah onların yaptıklarını görmektedir.” (3/163 S. Ateş çev.) “Her birinin yaptıkları işlere göre dereceleri vardır. Rabb’ın, onların yaptıklarından habersiz değildir.” (6/132 S. Ateş çev.) Hal böyle iken, İslâm âlimlerinin, diğer din veya mezheplere mensup insanları müslüman addetmemesinin sebebi, buraya kadar verdiğimiz ayetlerle, ilk bakışta çelişir gibi görünen aşağıda vereceğimiz ayet ve benzeri diğer ayetlerden kaynaklanmaktadır. “And olsun, ‘Allah ancak Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler elbette kâfir olmuşlardır...” (5/72 S. Ateş çev.) “‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler elbette KÂFİR olmuşlardır. Oysa yalnız bir tek Tanrı vardır, başka Tanrı yoktur. Bu dediklerinden vazgeçmezlerse elbette onlardan İNKÂR (nankörlük) edenlere acı bir azap dokunacaktır.” (5/73 S. Ateş çev.) İslâm âlimleri, bu ve buna benzer ayetlerde geçen kâfir kelimesini, müslüman olmayan veya sadece müslümanlıktan tamamen çıkan kimseleri vurgulayan bir kelime sanmışlardır. Halbuki; bu ve buna benzer insani sıfatları vurgulayan Kur’an’daki bütün kelimeler, asgari ve azami dereceleri olan kelimelerdir.Yani Kur'an'ın dikkat çektiği müşrik,fasık,kafir,facir,mümin,müslim,muttaki ve müslüman gibi artı ve eksi değerli sıfatlar,statik değil,dinamik sıfatlardır. Örneğin: Bir kişi, Allah’a karşı nankörlük ettiği veya Allah’a ortak koştuğu anlar da kâfir veya müşrik sıfatına bürünür. Allah’a şükrettiği ve sadece Allah’a yöneldiği anlar da da, müslim veya müslüman sıfatına bürünür. Aşağıda vereceğimiz ayetlerden de anlaşılacağı gibi, kişi Allah veya ahireti inkâr etmedikçe, nankörlükte veya Allah’a ortak koşma da zirveye çıkmış olmaz, yani Yüce Allah’ın cenneti ebediyen haram kıldığı, tescilli kâfir veya tescilli müşrik asla olmaz. Yani bir insan hem kâfir olur, hem mümin, hem müşrik olur, hem müslüman. Ben, peygamberler dışında, yani sıradan bir insanın yüzde yüz müslüman olabileceğini düşünmüyorum. Ancak, bir insanın yüzde yüz müslümanlığa (ideal İslâm'a) yaklaşabileceğine inanıyorum. “Onların çoğu, Allah’a ortak koşmadan inanmazlar.” (12/106 S. Ateş çev.) Konu başında verdiğimiz ayetle, inanmanın asgari şartının, Allah ve ahiret inancı olduğunu belirtmiştik. Yukarda verdiğimiz ayetin dikkat çektiği kişilerin de, Allah’a ortak koşarak, Allah’a ve ahirete inanan kişiler olduğu, yani nankör (kafir) müslümanlar olduğu anlaşılmaktadır. “Onun (İblis), onlar üzerinde zorlayıcı bir gücü yoktu. Ancak AHİRETE İNANANI ondan KUŞKULANANDAN (ayırd edip) bilelim diye (ona bu fırsatı verdik). Rabb’in her şeyi korumaktadır.” (34/21 S. Ateş çev.) “... Biz kemikler ve ufalanmış toprak haline geldikten sonra mı, BİZ Mİ YENİ BİR YARATILIŞLA DİRİLTİLECEĞİZ? dediler.” (17/98 S. Ateş çev.) “Bunlar mallarını insanlara gösteriş için verirler. ALLAH’A VE AHİRET GÜNÜNE İNANMAZLAR. Kimin arkadaşı şeytan ise, o(nun) ne kötü bir arkada(şı var)dır! Onlara ne olurdu sanki ALLAH’A VE AHİRET GÜNÜNE İNANSALARDI ve Allah’ın kendilerine verdiği rızıktan Allah yolunda harcasalardı! Allah onları biliyordu.” (4/38-39 S. Ateş çev.) Asgari inanmanın şartının Allah ve ahiret inancı olduğu yukarda verdiğimiz ayet ve benzeri bir çok ayetten de anlaşılıyor. Aşağıda vereceğimiz ayet ve benzeri bir çok ayet de inanmanın derecelerine dikkat çekip, inançların derece derece olduğunu vurguluyor. “Onlar cennet içinde soruyorlar: Suçluların durumunu: Sizi şu yakıcı ateşe ne sürükledi? (Onlar da) dediler ki: ‘Biz namaz kılanlardan olmadık.” “Yoksula da yedirmezdik.” “Boş şeylere dalanlarla birlikte dalardık.” CEZA GÜNÜNÜ YALANLARDIK.” (74/40-47 S. Ateş çev.) Dikkat edilirse, ayet cehennemliklerin 4 vasfına dikkat çekiyor ve dördüncü vasıflarının ahireti inkâr etmek olduğunu vurguluyor. Ayetten bir insan, namaz kılmasa, yoksula yedirmese, boş şeylere dalanlarla dalsa da Allah’a ve ahiret gününe inandığı sürece, müslüman kalacağı, yani ebedi cehennemlik insanlardan olmayacağı anlaşılmaktadır. Ayrıca, ayetten, bir insan Allah’a ve ahirete, sadece inanmakla kalmayıp, namaz da kılsa veya ayetin dikkat çektiği diğer işleri de yapsa, müslümanlık derecesi, yaptığı işlerle orantılı olarak artacağı da anlaşılmaktadır. Bu durum da: Biraz önce dikkatinize sunduğumuz ayetlerin vurguladığı, Hz. İsa’yı, Allah’ın oğlu veya Allah’ı, üçün üçüncüsü olarak zanneden insanların, “Allah’a ve ahiret gününe” inanmadığı düşünülebilir mi? Allah ve ahiret inancı olmayan bir insanın, Hz. İsa’nın, Allah’ın oğlu olduğunu düşünmesi psikolojik olarak mümkün müdür? Bir insan, bir Allah’ın olduğuna kesinlikle inanmadan, Allah’ın oğlu olabileceğine inanabilir mi? Ne yazık ki: İslâm âlimleri, Kur’an’ın dikkat çektiği insanı sıfatların,dinamik ve derece derece olduğunu tesbit edemedikleri için, insanlık tarihini sık sık kana bulayan din veya mezhep savaşlarına engel olunamadı. İslâm âlimleri, aynı gerekçeden dolayı, inananların evlenmesi yasaklanan müşriklerin (2/221) kimler olduğunu da anlayamadı. Halbuki; ayetin dikkat çektiği ve inananlara evlenmeyi yasakladığı müşrikler, Allah’ın veya ahiretin olmadığını açıkça iddia ederek, bir nevi ilâhlık iddiasında bulunan, yani Allah’ı dışlayarak kendisini veya insanı merkeze alarak, kendini Allah’ın yerine koyan, yani kendini Allah’a ortak koşan insanlar (ateistler) dir. 5/ Maide Sûresi 5. ayetin evlenmeye izin verdiği kişiler ise, Allah’a ve ahirete inanan, hristiyan, yahudi veya Allah ve ahiret inancına sahip herhangi bir din veya meshep mensuplarıdır. Kur’an’ın, inananlara evlenmeyi yasakladığı müşrikler, Allah ve ahireti inkâr eden müşriklerdir.Çünkü Kur'an,Allah ve ahireti inkar eden kişileri de, Allah'a ortak koşarak inanan kişileri de müşrik diye nitelendirmektedir. “Onlara şu iki adamı misal olarak anlat: İkisinden birine iki üzüm bağı vermiş, onların etrafını hurmalarla çevirmiş, ortalarında da ekin bitirmiştik. Her iki bağ da yemişini vermiş, ondan hiçbir şeyi eksik etmemişti. Aralarından bir de ırmak akıtmıştık. O (adam)ın (başka) ürünü de vardı. Arkadaşıyla konuşurken ona: “Ben malca senden zenginim, adamca da senden güçlüyüm.” dedi. (Herhalde adam bahçeye giderken arkadaşına rastladı. Böyle konuşa konuşa bahçeye vardılar.) (Böylece) kendisine yazık ederek bağına girdi. “Bunun hiç yok olacağını sanmam” dedi. “Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabb’ime döndürülsem bile (orada) bundan daha güzel bir sonuç (daha güzel bir yer) bulurum. Kendisiyle konuşan arkadaşı ona dedi ki: “Seni topraktan, sonra nutfeden yaratan, sonra da seni bir adam biçimine koyan Rabb’ine NANKÖRLÜK(kefere)mü ettin? Fakat O Allah benim Rabb’imdir, ben Rabb’ime hiç kimseyi ORTAK KOŞMAM . “Derken (o inkarcı kişinin bütün) ürünü yok edildi, çardakları üzerine yıkılmış durumda olan (bağ)ın karşısında, ona sarfettiklerine acımak suretiyle ellerini uğuşturmağa başladı: Ah n’olaydı ben Rabb’ime kimseyi ORTAK KOŞMAMIŞ olaydım! diyordu.” (18/32-42 S. Ateş çev.) Kıssada geçen konuşmalar dikkatle düşünülürse, Allah’ı ve ahireti inkâr eden kişiye, muhatabı, “ben Rabb’ime hiç kimseyi ortak koşmam” demek suretiyle, arkadaşının Allah’ı ve Ahireti inkâr etmekle, Allah’a ortak koştuğunu vurgulamaktadır. Kıssanın son bölümünde de, söz konusu inkârcı kişinin yaptığı işin Allah’a ortak koşmak olduğunu,bizzat itiraf etmesinden de, Kur’an’ın, Allah ve ahireti inkâr etmeyi, hem kafirlik, hem de müşriklik olarak nitelendirdiği anlaşılmaktadır KİTAP EHLİ ve İSRAİL OĞULLARI İslâm âlimlerinin düşüncesinde açıklığa kavuşmamış bir konu da, Kitap Ehli ve İsrail oğullarının kimler olduğu konusudur. Muhkem: Ademoğlu ve Kitap ehli Müteşabih: İsrailoğlu ve Zikir ehli Yukarıda verdiğimiz kelimeler, Kur’an kelimelerinin sistematik yapısı içinde yer alan, birbirinin benzeri ve yedeği dörtlü bir kelime grubudur. Kelimeler, Kur’an’daki bütün kelime grupları gibi, küçük nüanslarla birbirinden ayrılan, mikro ve makro anlamlar içeren bir grup kelimedir. Ademoğulları: Bu ifade, mikro anlamda, dünya hayatı öncesi, gökteki cennette bulunan insanları vurgular. Makroda: Gökte ve yerdeki, yani dünya, cennet ve cehennemlerdeki tüm insanları vurgular. İsrailoğulları: Bu ifade, mikro da: Hz. İbrahim ve Hz. İbrahim’in zürriyetinden gelen, Hz. İbrahim sonrası tüm peygamberleri vurgular. Zaten: İsrail, Hz. İbrahim’in ikinci özel ismidir. (bak: Yegane 19 Peygamber ve Dünyanın Uzaydaki İkizi, adlı kitap) Makro da: Hz. Nuh ve Tufan sonrası, tüm insanlığı vurgular. İslâm âlimleri, Kur’an’ın, özellikle sık sık dikkat çektiği İsrailoğullarının, Hz. Musa ve Tevrat’a inanan Yahudi ırkı olduğunu zannetmişlerdir. “Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimeti ve sizi âlemlere üstün kılmış olduğumu hatırlayın.” (2/122 S. Ateş çev.) Bu ve buna benzer, İsrailoğullarını öven veya yeren ayetlerin, Yahudi ırkına veya herhangi bir ırka dikkat çektiğini düşünmek, aşağıda vereceğimiz ayetle, dolayısıyla Kur’an ile çelişir. “Ey inananlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. ALLAH YANINDA EN ÜSTÜN OLANINIZ, EN ÇOK KORUNANINIZDIR. Allah bilendir, haber alandır.” (49/13 S. Ateş çev.) Kitap ehli: Kitap ehli ifadesi, Adem oğlu ifadesi ile müteşabih bir ifadedir. Yani ifade, mikro da: Dünya öncesi, gökteki cennette bulunan insanları vurgular. Makro da: Gökte ve yerdeki, ilahi kitaplara muhatap, akıl baliğ, sağlıklı, inanan veya inanmayan tüm insanları vurgular. Kitap ehli, zannedildiği gibi, sadece yahudi veya hıristiyanlar değildir. “Eğer Kitap ehli inanıp (Allah’ın azabından) korunsalardı, onların kötülüklerinden geçerdik ve onları nimeti bol cennetlere sokardık.” (5/65 S. Ateş çev.) Dikkat edilirse; ayetin dikkat çektiği Kitap ehlinin, inanmayan, yani Allah’ı ve ahireti inkâr eden insanlar olduğu anlaşılıyor. “Kitap ehlinden inkâr eden müşrikler, sürekli olarak cehennem ateşindedirler. Onlar halkın en şerlisidir.” (98/6 S. Ateş çev.) Bu ayet, Kur’an’ın, Allah’ı ve ahireti inkâr ederek, Allah’a ortak koşan insanları da, Kitap ehli diye nitelendirdiğini, yani Kur’an’ın, Kitap ehli derken, akıl baliğ, sağlıklı her insana dikkat çektiğini daha açık vurgulamaktadır. Aşağıda vereceğimiz ve İslâm âlimlerinin makul bir anlam veremediği ayet de, Kitap ehli ifadesinin mikro anlamını, yani gökteki cennette bulunan dünya öncesi insanları vurgulamaktadır. “Hayır, Allah onu (Hz. İsa) kendisine yükseltti. Allah daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir. And olsun KİTAP EHLİNDEN hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce ona inanacak olmasın. Kıyamet günü de O (İsa), onların aleyhine tanık olacaktır.” (4/158-159 S. Ateş çev.) Ayetin dikkat çektiği ve İslâm âlimlerinin bir anlam veremediği Kitap ehli, dünya öncesi, gökteki cennette bulunan ve Hz. İsa’dan sonra dünya da doğan tüm insanlardır. Ayetin dikkat çektiği ölüm, “Reenkarnasyon Yanılgısı” başlıklı bölümde açıkladığımız iki ölümlerden ilkidir. Zikir ehli: Zikir ehli ifadesi, mikro anlamda, bütün peygamberleri vurgular, Makro anlamda ise, Allah’a ve ahirete inanan, Allah’ın ve ahiretin varlığını hatırlatmaya çalışan tüm insanları vurgular. ( yeniyorumlar )
  19. siz hiç bomba koymaya eşinin otomobiliyle giden ajan gördünüz mü? ben ilk defa görüyorum... şemdinli olayları malum. iki tane çavuş yakalandı. deniyor ki, "derin devletin ajanları..." türk basını canhıraş şekilde manşet yapıyor hadiseyi... "suçüstü" ipuçları yayınlanıyor. ortada iki şüpheli araç var. biri içişleri bakanı bölgeye geldiğinde eskortluk hizmeti veren jandarma aracı. sarı damalı eşek gibi... tanımayan yok. öbürü, çavuşun eşinin otomobili... demek, derin devletin "gizli" araçları tamirdeydi o gün. yoksa insan mecbur kalmasa, şemdinli gibi yeri bombalamaya eşinin otomobiliyle gitmez herhalde... ya da yenge de "derin..." başka? jandarma aracının bagajından bomba atılan kitapevinin krokisi çıkmış... şemdinli dediğin yer, bir tane cadde... 300 metre falan. ajan o kadar salak ki, bagajına kroki koymuşlar, kolay bulsun diye. ama ajan gibi, krokiyi koyan da salak. çünkü krokiye bakabilmen için, durup, inip, bagajı açman lazım. bari torpidoya koy... bombanın atıldığı kitapevi bir pasajda. ele geçen krokide bununla ilgili "kritik" bir detay var... pasaj okla işaret edilmiş, yanına da şöyle bir not düşülmüş: "pasaj girişinde levha takılı değil..." e şimdi ajan nasıl bulsun pasajı? pasaj da akmerkez falan değil ha... züccaciye, ayakkabıcı, iddaa bayii ve kitapevinden oluşuyor. 4 dükkanlık... ajan bu 4 dükkanı aklında tutamadığı için, kitapevinin üzerine "çarpı işareti" konmuş. allah'tan kitapevi yerine züccaciyeciye atmamış bombayı... maazallah hasar daha büyük olurdu. başka? çavuşun bagajından kalaşnikof çıkmış. işte bu kötü... çünkü benim bildiğim, hakkari'de görev yapan askerlerin bagajından bowling topu çıkar. kalaşnikof'un orada işi ne? yanlış anlaşılmasın, amacım şemdinli'de olan biteni küçümsemek değil. aksine. bizim basında bu zeka varken, derin devletin yakalanmaması mümkün mü? Yılmaz Özdil sabah 13-11-2005
  20. İslâm dünyası ve müslüman din adamları, sadece, Hz. Muhammed’in yaşadığı ve Kur‘an’ın anlattığı esrâ olayını anlayabilmiş olsalardı, ölüm ve hemen ölüm ötesi bir muamma olmaktan çıkardı. Asrı Sââdet sonrası müslüman din adamları, Hz. Muhammed’in yaptığı esrarengiz yolculuğu, peygamber taassubundan dolayı bire bin de hurafe katarak, peygamberler arası kuvvet gösterisine dönüştürmüşler ve bu hengâmede yolculuğun esas esprisinin dikkatlerden kaçmasına yol açmışlardır. Rivayetlerden ve Kur‘an’dan da anlaşılıyor ki, Hz. Muhammed’in yaptığı söz konusu yolculuğun Hz. Muhammed ve Kur‘an’dan başka şahidi yoktur. Olay, Hz. Muhammed’in yaşadığı özel bir olay ve gördüğü özel bir mucizedir. Hz. Muhammed’in gördüğü mucizeye, kendisinin peygamberliğine inanan arkadaşları da dahil, muhataplarından hiçkimsenin vakıf olmadığı da anlaşılmaktadır. Bu durumda: Hz. Muhammed’in, gördüğü mucizeyi kendisine inanmayan, kendisiyle alay edip şiddetle muhalefet eden muhataplarına bile haber verip, anlatmasının çok önemli veya çok özel bir nedeni olmalı. Çünkü, çok iyi idrak ettikleri Kur‘an gibi açık ve kalıcı bir mucizeye rağmen, Hz. Muhammed’e inanmayanlar, kendileri görmediği halde, Hz. Muhammed’in göğe çıktığını duyunca mı inanacaklardı. Hz. Muhammed’in yaşadığı esrâ olayı, bütün peygamberlerin inanan inanmayan bütün insanlara anlatmakla sorumlu oldukları çok temel bir olaydır. Çünkü olay, bütün insanların kaçınılmaz olarak yaşadığı ve yaşayacağı ölüm ve hemen ölüm ötesi ile ilgili bir olaydır. “Eksiklikten uzaktır O (Allah) ki geceleyin kulunu Mescid-i Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksâ’ya yürüttü, (Esrâ, yaptırdı) O’na âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye. Gerçekten O, işiten görendir.” (17/Esrâ: 1, S. Ateş çev.) Âyette geçen ve sureye ad olan esrâ kavramı, adından da anlaşılacağı gibi beden dışı yolculuk anlamına gelen astral bir seyahati vurgulamaktadır. Çünkü insan da, biri ateş esaslı, biri de toprak esaslı olmak üzere iki ayrı, yani çift beden sahibidir. İnsanın asıl ve ölümsüz bedeni, ateş esaslı bir tür ışın olan, toprak esaslı bedene hayat verip canlılık kazandıran, Kur‘an’ın ifadesi ile Can’dır. Hz. Musâ ile ilgili kıssada harekete geçen Musâ’nın Asâ’sı bu olayı sembolize etmektedir. “Asânı at! Asâsının harekete geçip CAN’landığını görünce dönüp kaçtı arkasına bile bakmadı. Ey Musâ dön, korkma sen güvende olanlardansın.” (28/Kasas: 31) Dikkat edilirse âyet, asâyı hareket ettirip, hayat veren şeyi, cân diye adlandırmaktadır. Ne yazık ki din adamları, Kur‘an’ın dikkat çektiği cann’ı teşhis edemedikleri için, insanın asıl ve ölümsüz yönünün can olduğunu anlayamamışlardır. Halbuki can, bedenin her yanına nüfuz eden bir tür ışın madde olup, ruh’un asıl yüklenicisidir. Ruh ise, herhangi bir madde olmayıp, söz ve bilgi gibi soyut bir değerdir. Örnek olarak insanı bilgisayara benzetirsek: Kompüter bedene, disket cann’a, diskete yüklenen bilgiler de ruh’a benzetilebilir. Din adamları akıl yürütme alışkanlığını edinemedikleri için, ruh’un mahiyetini Allah’tan başka hiçkimse bilmez diyerek, ruh’u da hiç anlamamışlar ve anlamaya çalışmamışlardır. İleriki sayfalarda ruh ve can konusuna ayrıca değineceğiz. Şimdilik şu kadarını söyleyelim ki, ruh, insanı diğer yaratılmışlardan üstün ve farklı kılan yegâne değer veya yegâne özelliktir. Âyetin dikkat çektiği ve Hz. Muhammed’in astral bir seyahat yaptığı “uzaktaki bir toplanma yeri” anlamına gelen Mescidi Aksâ, zannedildiği gibi Kudüs’teki bir cami olmayıp, bütün insanların Kıyamete kadar bir daha dönmemek üzere, hemen ölüm sonrası astral bir seyahat sonucu çıktıkları, gökteki dünyanın benzeri (müteşabihi), zaman ve mekân kurallarının hakim olduğu bir gezegen ve o gezegenin çok özel bir bölgesidir. Çok ilginçtir, Hz. Muhammed’in ziyaret ettiği ve çok önemli olaylara şahit olduğu söz konusu gezegene Kur‘an, arzu edilen bir yıldız diye dikkat çekmektedir. “Arzulanan yıldıza andolsun. Arkadaşınız azıp, sapmadı. O, kendi arzusuyla konuşmaz. O’nun konuşması, vahiyden başka bir şey değildir. O’nu en güçlü öğretti. Üstün akıl sahibi, doğruldu. Kendisi yüksek ufukta iken. Sonra yaklaştı. İki yay uzunluğu kadar, yahut daha az kaldı. Kuluna vahyettiğini vahyetti. Gördüğünden yanılmadı. O’nun gördüklerinden kuşku mu duyuyorsunuz? And olsun, O’nu bir inişinde daha görmüştü. Sidretül Münteha’nın yanında. O’nun yanında cennetül-mevâ vardır. Sidreyi kaplayan kaplıyordu. Gözü yanılmadı ve haddi aşmadı. And olsun, Rabbi’nin büyük âyetlerinden bazılarını gördü.” (53/Necm: 1-18) Âyetler, Hz. Muhammed’in, söz konusu yıldızda görüp yaşadıklarını, adeta ayrı ayrı çizilmiş resim tabloları halinde sunduğu için, âyetlere verilen anlamlar, Hz. Muhammed’in orada yaşadıklarını yeterince yansıtmamaktadır. Genel olarak; âyetlerden cennetlerin söz konusu yıldızda olduğu ve Hz. Muhammed’in ziyareti esnasında Yüce Allah’ın cennete tecelli ederek, cennetin en yüksek yerinde bulunan Hz. Muhammed’e vasıtasız, doğrudan vahyettiği ve Hz. Muhammed’in, Yüce Allah’ı bir nevi gördüğü anlaşılıyor. Âyetlerle ilgili tefsirlerde yer alan yorumlardan, müslüman din adamlarının, âyetlerin dikkat çektiği olayları anlamaları şöyle dursun, âyetlerin yer aldığı sürenin adından da anlaşılacağı gibi, olay veya olayların bir yıldızda yaşandığını bile anlamamışlar ve âyetlerle ilgili gülünç yorumlar yapmışlardır. Halbuki âyetlerin dikkat çektiği yer bir önce verdiğimiz âyetin dikkat çektiği Mescidi Aksâ’dır. Çünkü bir önce verdiğimiz âyetin dikkat çektiği Mescidi Aksâ, iddia ve zannedildiği gibi Kudüs’teki bir cami değildir. Çünkü: 1- Âyetin dikkat çektiği Mescidi Aksâ’nın mübarek, kutsal ve bereketli bir yer olduğu vurgulanmaktadır. Halbuki, bizim bildiğimiz Kudüs’teki Mescidi Aksâ son elli yıldır savaş ve zulüm altında olduğu gibi, tarih boyunca da birçok savaşlara sahne ve sebep olmuş bulunmaktadır. 2- Mescidi Aksâ kavramı, çok uzaktaki bir ibadet veya toplanma yeri anlamına gelmektedir. Eğer Mescidi Aksâ, Kudüs’teki bir cami ise, bu durumda, âyet Kudüs’teki insanlar açısından zıt bir anlam ifade etmiş olmaktadır. 3- Eğer Hz. Muhammed’in astral bir seyahat yaptığı yer, Kudüs’teki bir cami ise, bu durumda, Hz. Muhammed’in göğe çıktığı ile ilgili iddialar havada kalmış olmaktadır. Çünkü, Hz. Muhammed’in göğe çıktığına doğrudan dikkat çeken başka bir âyet Kur‘an’da bulunmamaktadır. Hz. Muhammed’in yaşadığı ve İslâm literatürüne Miraç hadisesi diye girmiş bulunan ve Kur‘an’ın yüzlerce âyetle ışık tuttuğu olayın, asıl ve yegâne esprisi, ölümün Uzayın derinliklerindeki belli bir yıldıza yapılan astral bir seyahat olduğunu anlatmaktadır. ( newislam.org )
  21. AB kararları tavsiye niteliğindedir. Uyup uymamak bize kalır. Bence, kendi sorunlarımızı kendimiz çözebiliriz pekala. Bu kararlar sorun değil. Önemli olan yani çifte standart dediğimiz mevzular; örneğin Kıbrıs sorunu, örneğin Ermeni sorunu... Sizce bu sorunları biz mi yarattık. Kıbrısta hukuksuz bir durumumuz var mı ? Ermeni soykırımı yaptık mı da kabul edip özür dileyelim. İşte dayatılan, ön koşul olarak öne sürülen konular asıl bunlardır. Üstelik bu sorunları yaratanlarda Avrupalılardır. Yani kendi yarattıkları soruna çözüm bulmamız isteniyor ve çözüm olarak da kendi haksız planları dayatılıyor sorun budur. Öte yandan, PKK'ya destek verilerek Kürt sorunu derinleştiriliyor, ondan sonra da azınlık hakkı verin denilip, Lozan tanınmıyor. Ha, bence, AB gayet kolay askıya alınıp, sosyal demokrat bir hükümetle içimizdeki Alevi sorunu gibi sorunlar ve terör sorunları çözülebilir. Üstelik, Gümrük Birliği antlaşması ile Türkiye milyonlarca dolar kaybetmiştir ve etmeye devam etmektedir. Halkımızın AB konusundaki tek bildiği şey, AB'ye girince refaha kavuşacağımız, oluk oluk para geleceğidir. Çünkü, hemen yanıbaşımızda Yunanistan örneği vardır. Bu ortamda sıradan vatandaşı sadece kendi cebi ilgilendirmektedir. Bu nedenle kandırılmaya, sömürülmeye yatkın olmuşlardır. Yapmamız gereken, halka, kimsenin babasının hayrına bizi AB'ye almayacağını anlatmak olmalıdır. Not: Kedi erişemediği ciğere 'mindar' demez, 'murdar' der...
  22. Sn.dünyahepimizin, 1-Türkiyedeki sistemin süper olduğunu iddia eden yok. Avrupa'daki, ABD'deki sistemleri sadece siz bilmiyorsunuz, o ülkelerde olanlardan haberimiz var, giderek te gördük, yabancı siteleri de takip ediyoruz çok şükür ama konu bu değil. 2-Buradaki tespit edilen hatanın, yeni devreye giren ortak veritabanı oluşturma amaçlı bir bilişim teknolojisi olan Merkezi Nüfus İdaresi Sistemi (MERNİS) sayesinde ortaya çıktığının farkındamısınız ?
  23. 22 Temmuz seçimi yenilenmeli Can Ataklı 03.12.2008 Konu ilk olarak geçen pazar günü Star TV’de Ruhat Mengi’nin sunduğu “Her Açıdan” programında gündeme geldi. Siyasetçi ve araştırmacı Bülent Tanla Yüksek Seçim Kurulu’nun seçmen sayısının 48 milyona çıktığını açıklamasının skandal olduğunu belirterek bunun son yılların en önemli siyasi tartışması haline dönüşeceğini belirtti. Öyle sanıyorum ki, bu tartışma çok daha büyüyecek. Çünkü seçmen sayısının bir yılda 6 milyon artmasının akla ve mantığa sığar hiçbir tarafı yok. Dün Bülent Tanla ile uzun bir sohbet yaptım. Önceki seçimlerdeki rakamları verdi. Örneğin 2002 seçimlerinde 41 milyon kayıtlı seçmen vardı. İki yıl sonra yapılan 2004 yerel seçimlerinde seçmen sayısı 2 milyon artarak 43 milyon oldu. Garabet ise ondan sona başlıyor. Üç yıl sonra 2007 genel seçimlerinde seçmen sayısı “her nasılsa” 1 milyon düştü. Belki herkes şaşırdı ama ilgililerin “mükerrer yazılanları eledik” açıklamasına da karşı çıkamadı. Geldik günümüze. Yüksek Seçim Kurulu önceki hafta 2009 yerel seçimleri için “kayıtlı” seçmen sayısını 48 milyon olarak açıkladı. Yani bir yıl öncesine göre 6 milyon seçmen artmıştı. Şu ana kadar buna mantıklı bir açıklama getiren olmadı. Türkiye İstatistik Kurumu, Mernis ve Yüksek Seçim Kurulu ayrı ayrı nüfus sayımına göre çalışma yapıldığını ve kesin sonuca ulaşıldığını belirtiyor. O zaman ortaya çok ciddi sorular çıkıyor. Örneğin 2007’deki genel seçimde 6 milyon kişi “seçmen kartı olmadığı için” oy kullanamadı. Bülent Tanla bu 6 milyonu “kayıtdışı seçmen” olarak niteliyor. Yunanistan’ın toplam seçmen sayısına eşit “kayıtdışı seçmenle” bir seçime gittik ve iktidarı tek başına AKP’ye teslim ettik. Bu 6 milyon seçimde oy kullanabilseydi sonuç bugünkü gibi mi olurdu? Bunun kesin bir doğrusu yok. “Evet sonuç yine böyle olurdu” diyebileceğiniz gibi “Hayır, AKP kazansa bile tek başına iktidar olamazdı, baraj altında kalan başka partiler de Meclis’e girebilirdi” diyenlere karşı çıkabilir misiniz? Bu durumda “2007 genel seçimleri şaibeli hale gelmiştir ve seçimlerin tekrar yapılması gerekir” fikri hiç de yabana atılamaz. Ancak burada da başka bir engel var. Yasalarımız gereği Yüksek Seçim Kurulu kararları mahkemeye taşınamıyor. Ama durum Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürülebilir. Ve imzaladığımız anlaşmalar gereği eğer AİHM “Bu durumda seçimlerin yeniden yapılması gerekir” kararı verirse buna uymak zorunda kalırız. Bu mahkemeye de siyasi partiler ya da 6 milyon seçmenin eksikliği nedeniyle mağdur olduğunu iddia eden adaylar başvurabiliyor. Çünkü, mantıklı olmasa da teknik olarak bir parti “Bu 6 milyon seçmen bana oy verecekti, ama yazmadılar, biz de seçimi kazanamadık” diyebilir ve buna karşı çıkmak da mümkün olmaz. Sonuç olarak seçmen kütüğü yazma işini yüzümüze gözümüze bulaştırdığımız gerçeği ile karşı karşıyayız. Bülent Tanla Mayıs 2007’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada seçmen kütüklerindeki hataları dile getirmiş ve bunun için çok hızlı önlem alınması gerektiğini söylemişti. Ancak o sırada ne hükümet ne Yüksek Seçim Kurulu bunu hiç dikkate almadı ve bir şey yapmadı. Tabii “kayıtdışı seçmen” konusu öylesine şaibeli bir durum doğurdu ki, örneğin muhalefet partileri “AKP zaten kayıtlı olan 6 milyon kişiye daha seçmen kartı veriyor” dese bunun böyle olmadığının kanıtlanması bile aylar sürer.
  24. büyük skandal « : Mayıs 09, 2007, 14:02:53 » Bugün askıya çıkan yeni seçmen listesi, 2002’den bu yana nüfus 4.5 milyon artarken seçmen sayısının aynı kaldığını ortaya koydu. Bu durum, “3 Kasım’da 4 milyona yakın mükerrer ya da sahte oy kullanıldı” iddiasını güçlendiriyor 2002’DE nüfus 69 milyon 302 bin, seçmen sayısı 41 milyon 405 bindi. Bugün ise nüfus 73 milyon 875 bin. Seçmen sayısı ise neredeyse aynı: 41 milyon 465 bin. Genç nüfusun yoğunluğu dikkate alındığında normal olarak seçmen sayısının 46.5 milyona ulaşmış olması gerekiyordu. Ortada inanılmaz bir garabet var. 4 milyon mükerrer oy Kamuoyu araştırmaları ve rakamlar konusunda uzman olan CHP İstanbul Milletvekili Bülent Tanla, 3 Kasım’daki seçmen sayısı konusununda öteden beri tereddüt taşıyordu. Dün, “Haklı çıktım. Son rakamlar 2002’de en az 4 milyon mükerrer ve sahte seçmenin yer aldığını gösteriyor. Çok büyük bir skandal bu” dedi. Skandal... 2002 seçiminden beri nüfus 4.5 milyon artmış, seçmen sayısı aynı Seçim süreci bugün fiilen çalışmaya başladı. 22 Temmuz milletvekili genel seçimlerinde oy kullanacak seçmenlerle ilgili listeler dün askıya çıktı. Ve geçici listelerin askıya çıkmasıyla birlikte büyük bir skandal, 2002 seçimleriyle ilgili çok konuşulacak çok tartışılacak bir kuşku da ortaya çıkmış oldu. Bu skandalı ilk tespit eden CHP İstanbul Milletvekili Bülent Tanla. Kamuoyu araştırmaları ve rakamlar konusunda uzmanlığı ile bilinen Tanla, 2002 seçimlerinde seçmen sayısı konusunda öteden beri tereddüt taşıyan bir isimdi. Dün aradı ve “Haklı çıktım, çok büyük bir skandal bu. 2002’den beri seçmen sayısı artmamış aksine azalmış” dedi. Gerçekten de Tanla’nın verdiği rakamlar vahim bir tablo ortaya koyuyor. Şöyle ki: 2002 yılında Türkiye’nin toplam nüfusu 69 milyon 302 bin. 2002 seçimlerine baz oluşturan seçmen kütüklerine kayıtlı seçmen sayısı ise tamı tamına 41 milyon 405 bin. 2004 yılı Mart ayında yerel seçimler yapılıyor. O zamanki il genel meclisi seçimlerine baz oluşturan toplam seçmen sayısı 1.5 yılda 2 milyon 145 bin artarak 43 milyon 553 bine çıkıyor. Şimdi bugün askıya çıkarılan 22 Temmuz seçimlerine ilişkin seçmen listelerindeki toplam sayı ise 41 milyon 465 bin. Bu rakam Mart 2004’e göre 2 milyon 85 bin daha düşük. Oysa aynı dönemde nüfus 71 milyon 152 binden 2 milyon 723 bin artarak 73 milyon 875 bine çıkmış. Aynı şekilde 2002 yılında toplam seçmen sayısı 41 milyon 405 bin iken toplam nüfus 69 milyon 302 bindi. Bugün ise 73 milyon 875 bin. Yani toplam nüfusta 4 milyon 573 binlik bir artış var. Bu durumda normal olarak seçmen sayısının, genç nüfusun yoğunluğu da dikkate alındığında daha fazla artması lazım. Yani bu seçimlerde en az 46,5 milyon seçmen olması gerekiyor. Ama değil, nüfus artarken seçmen sayısı azalmış gözüküyor. İşte asıl skandal burada. Tanla’ya göre bu durum 2002 seçimlerinde çok fazla mükerrer ve sahte seçmen isminin yer almasından kaynaklanıyor. Tanla, Yüksek Seçim Kurulu’nun yaptığı son saha çalışmalarıyla mükerrer ve sahte isimlerin büyük ölçüde temizlendiğini söylüyor. En az 4 milyon mükerrer seçmenin kütüklerden silindiğini ve çıkan son rakamın doğru olduğunu belirten Bülent Tanla, “bu durumda 2002 seçimleri ve seçim sonuçlarının üzerine çok ciddi bir soru işareti düştüğünü” kaydediyor. Gerçekten de vahim bir durum. Şimdi ister istemez herkesin aklına şu sorular geliyor: Acaba mükerrer yazımlar seçim sonuçlarını ne ölçüde etkiledi? Bu mükerrer yazılan seçmenlerin oyları hangi partiye gitti? İktidar partisine mi? Bu durum MHP ve DYP’nin kılpayı baraj altında kalmalarında ne ölçüde etkili oldu? Tabii ki bu soruların yanıtları hiçbir zaman bilinemeyecek. Bu fark belki de 2002 seçimlerinde seçime katılmamış gözüken 8 milyon 639 bin seçmenin içinde kaldı. Bunları bilmek mümkün değil ama bilinen tek gerçek 2002 seçimlerindeki seçmen listelerinin hatalı olduğu en az 4 milyon civarında bir sahte seçmenin o zamanki kütüklerde kayıtlı olduğu... Tabii bu noktada şu da söyleniyor: “Yeni seçmen listeleri henüz askıya çıktı. TC kimlik numarası olmayan 2 milyona yakın seçmen bu listelerde yer almıyor olabilir. Ayrıca itirazlar gelecek sayı değişebilir...” Fakat bugünkü 41 milyon 465 kişilik seçmen listesi ne kadar değişse de 2002’deki hatayı telafi etmeyecektir. Belli ki 2002’de bir şeyler olmuş. Tanla, “Kesinlikle oldu. 2002 seçimlerinde mükerrer oy çok kullanıldı. Çünkü en az 4 milyon gerçek olmayan seçmen vardı o listelerde” diyor ve hükümete şu çağrıyı yapıyor: “Sağlıklı bir demokrasinin temeli seçimler olduğu gibi seçimin sağlığı da seçmen kütüklerinden geçiyor. Ama görülüyor ki 2002 seçimleri öyle olmamış. Bu rakamlar iktidarın hangi yöntemle nasıl geldiğini ortaya koyan tipik bir örnektir. Şimdi ben iktidarı milleti oyalamak yerine önümüzdeki seçim için sağlıklı ve dürüst bir ortam hazırlamaya davet ediyorum...” vatan gazetesi
  25. Konuyu anladığınıza sevindim. Zaten, bu tuhaflığın ortaya çıkması, yeni getirilen sistem sayesinde. Bunu da anlamış olmanızı dilerdim. Siz, Avrupalılarla bir olup gülmeye devam edin. Ama gülmeden önce size tavsiyem 'anlayın'.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.