Dogrucudavut tarafından postalanan herşey
-
BİLİMSEL DETERMİNİZM
KUANTUM BELİRSİZLİKLERİ ÖZGÜR İRADE SORUNUNU ÇÖZEBİLİR Mİ? Teizmin her şeyi bilen ve etkin sıfatlarına uygun bir Tanrı anlayışını sunmak isteyenler, bütün kuantum belirsizliklerini belirleyen bir Tanrı anlayışını benimsemişlerdir. Bu arada birbiriyle ilişkili özgür irade ve kötülük sorunlarını göz ardı etmemişler, Pollard gibi kuantum teorisindeki Tamamlayıcılık Prensibi ile analoji kurarak, zıt gibi gözükenlerin bir arada bulunabileceğini söyleyerek ve Nancey Murphy[45] gibi Tanrı’nın tüm belirsizlikleri insanın özgür iradesini ihlal etmeden (hem cansız dünyada kuantum seviyesinde, hem zihin gibi üst seviyelerde etki ederken) belirlediğini söyleyerek tezlerini savunmuşlardır. Pollard’ın pozisyonunu Malebranch’ın okkasyonalizmine (occassionalism: ara-nedencilik) benzetebiliriz; kimi sorunları çözerken okkasyonalizm ile benzer sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Diğer yandan, bu yaklaşımı özgür irade ve kötülük sorununun çözümü için yeterli görmeyenler, evrensel indeterminizmi, Tanrı’yı da kapsayacak şekilde genişleterek Tanrı’nın bütün belirsizlikleri belirlemediğini savunmuşlardır. Bize göre, bu iki yaklaşımdan birincisini tercih etmek daha doğru olacaktır. Tanrı’nın - kendi isteği sonucunda bile olsa - kendisinin bile bilemeyeceği belirsizlikler oluşturduğu fikrinin, teizm açısından kabul edilemez olduğunu düşünüyoruz. Diğer yandan, Tanrı’nın, geleceği göremeyeceğini varsaymak veya Tanrı’nın etkinliğini kısıtlayan modeller önermek, kanaatimizce özgür irade sorununu çözmeye yeterli değildir. Özgür irade sorununun en az teistler için olduğu kadar ateistler için de geçerli olduğunu; Laplace’ın cininin geleceği görebilmesinin, ateistler için varoluşsal bir kabus oluşturduğunu daha önce gördük. Fizikteki muhalif açıklamalara rağmen, evrensel indeterminizmin sadece epistemolojik bir durumdan kaynaklanmadığını, ontolojik indeterminizmin evrenin gerçek yapısını oluşturduğunu kabul etsek bile, özgür irade ile ilgili sorunun giderilebileceğine dair Prigogineci optimizmin de şüpheyle karşılanmasının gerektiği kanaatindeyiz. Kuantum kuramı kimi düşünürlerce insan zihnindeki süreçlerle de ilişkilendirilmiştir. Örneğin Penrose, insan zihnine dair gizemlerin çözümünde kuantum kuramının gizemlerinin faydalı olabileceği kanaatinde olanlardandır.[46] Kuantum kuramı, insan zihni ve Tanrısal etkinlik konusunu birleştirmek için ayrıntılı şekilde yaklaşımlar geliştirenlerin başında George Ellis gelmektedir. Ellis, insan zihnindeki kuantum belirsizliklerinin belirlenmesi suretiyle Tanrısal vahyin ve ilhamın, doğa yasaları ihlal edilmeden gerçekleşmiş olabileceğini göstermeye çalışmaktadır.[47] Buna göre kuantum boşlukları, Tanrı-insan arasındaki ilişkinin nasıl kurulmuş olabileceği hususunda fiziksel bir açıklamayı mümkün kılar; beyin de her madde gibi atomlardan ve atom-altı parçacıklardan oluşmuştur, kuantum seviyesindeki müdahaleler düşünce ve duygu oluşumlarına sebebiyet verebilir. Ellis, kuantum kuramının aşağıdan-yukarı (bottom-up) etkiyi gösteren genel yaklaşımından farklı olarak, insan zihnine etki aracılığıyla, insan bedeni kullanılarak yapılacak yukardan-aşağı (top-down) değişiklikleri gündeme getirmektedir. Ellis, kendi yaklaşımını, özgür irade sorunu ve buna bağlı olarak ahlak alanı açısından önemli bulmaktadır.[48] O, determinist kaos ve klasik fiziğin doğada boşluk bırakmayan determinist yaklaşımlarının, Özel Tanrısal Etkinliğin nasıl gerçekleştiğinin doğa yasaları çerçevesinde açıklanmasını sağlayamayacaklarını, bunu açıklayacak tek potansiyele kuantum kuramının sahip olduğu kanaatindedir.[49] Ellis, zihin seviyesindeki Tanrısal etkinlik ile insanlarda özgür iradenin varlığını uzlaştırmaya çalışmıştır. Sonuçta, Ellis’in yaklaşımı, doğa yasaları ihlal edilmeden Tanrısal etkinliğin zihinsel seviyede nasıl gerçekleşebileceğine dair bir model sunma çabası olması açısından değerlidir. Fakat, onun yaklaşımı da, diğer tüm teistik ve ateistik yaklaşımlar gibi, özgür irade ile ilgili paradoksları çözebilecek bir yaklaşım değildir. İndeterminist bir evrende bile olsa, kendisinden önceki fiziksel koşullarla belirlenen insanın, özgür iradeye sahip olduğu söylenirken, ne kadar tutarlı olunabildiğini dikkatlice irdelemek gerekir. Pollard, Murphy ve onlar gibi düşünenler özgür irade sorununun nasıl çözülebileceğini gösterememişlerdir; fakat özgür iradenin varlığının, Tanrı’nın evrendeki belirsizlikleri belirlemesiyle uyumlu olabileceğini söyleyerek, teizmin klasik Tanrı anlayışı ile daha uyumlu bir anlayışı seslendirmişlerdir. Diğer yandan özgür irade ve buna bağımlı olarak kötülük sorununu çözmek için Tanrısal etkinliği sınırlayanların çabası, hem bahsedilen sorunları çözmeye yeterli değildir; hem de teizmin klasik Tanrı anlayışından uzaklaşmışlardır. İnsanın özgürlüğüne dair sorun, sadece evrenin, determinist yapıda olup olmaması ile alakalı değildir; insan zihninin (veya ruhunun) ‘neliği’ ve bu seviyede determinizmin olup olmadığıyla da alakalıdır. Mevcut bilim, insanın ‘neliğini’ henüz çözememiştir ve hala insanın maddi cevher dışında bir cevher (ruh) taşıdığı savunulabilmektedir; bu düşünce doğruysa, nüfuz edilemeyecek madde-dışı cevher yüzünden, insanın ‘neliği’ sorunu hiç çözülemeyecek demektir. Diğer yandan insanın sadece maddi cevherden oluştuğunu savunanlar da, beynin hala gizemini koruduğunu kabul etmektedirler ki - bu yaklaşımda beynin gizemini çözmek için gelecekte ümit kapısı var gibi gözükse de - bu da insanın ‘neliğinin’ hala çözülememiş olduğunu gösterir. Ayrıca insanı önceden belirleyen fiziksel koşullara rağmen (indeterminist koşullar olsa bile), özgür iradenin mümkün olup olmadığı ile ilgili sorunu ve felsefi olarak herkesin üzerinde uzlaştığı tek bir özgür irade tanımının olmadığını da hatırlamakta fayda vardır. Özgür iradeyi temellendirmek ve buna bağımlı olarak kötülülük sorununu çözmek için, Tanrısal etkinliği ve bilgiyi sınırlayan bir model tasarlayanlar, hem çözmek istedikleri sorunları çözememişler, hem de teizmin her şeyi bilen ve etkin Tanrı anlayışından - çözemedikleri bir sorun uğruna - uzaklaşmışlardır. Özgür irade sorunu ne teizm, ne de ateizm için çözülebilmiş bir sorun değildir. Bizce bu sorun çözülemez; çünkü salt doğa bilimlerine bağlı bir çözülememezlikten değil, teizm için Tanrısal irade ile insan iradesi arasındaki sınırı çizmek ve bunu yaparken insanın sorumluluğunu da göz önünde bulundurmak gibi bir güçlükten; ateizm için ise kendinden bağımsız fiziki şartların belirlediği maddi bir varlığın, bu fiziksel belirlemeye rağmen ne kadar ve ne şekilde özgürlüğünden bahsedilebileceği sorunu gibi çözülmesi imkansız gözüken paradokslardan kaynaklanmaktadır. Bize göre, hem teizm hem ateizm adına özgür irade sorununu ve bununla bağlantılı olarak ahlak meselesini çözmek için yapılan hiçbir izah, bütün paradoksları çözmeyi ve tüm itirazları cevaplamayı başaracak güçte olamamıştır ve de olamaz. Kuantum kuramının, özgür irade ile ilgili sorunları, yeni bir evren modelinde düşünmemizi mümkün kılmasını önemli bulsak da, bu kurama dayanarak özgürlük meselesinin çözülmesinin mümkün olmadığını düşünüyoruz. Bunun yanında, bu teorinin en çok kabul gören yorumunun - ontolojik indeterminizm - Tanrısal etkinliğin doğa yasaları ihlal edilmeden de gerçekleşebileceğini gösterebildiği kanaatindeyiz.
-
BİLİMSEL DETERMİNİZM
BELİRSİZLİKLERİN BELİRLEYİCİSİ OLARAK TANRI Ateistlerin bir kısmı kuantum belirsizliklerini, evrende her türlü belirlenimden uzak olarak ‘ontolojik şansın’ varlığı için bilimsel bir temel olarak görmüşlerdir; bu ‘şans’ onları, Laplace cininin yol açacağı materyalist kaderci anlayıştan koruyacaktır. Bu düşünceye göre, evrenin aynı başlangıcını oluştursak bile, pekala evrenin bugünü farklı olabilirdi; en maharetli zeka bile, tüm maddi parçacıkların konumunu ve hızlarını hesaplasa da geleceği göremez, çünkü gelecek önceden belli değildir. Bu yaklaşım birçok kişiye, önceden belli geleceği yaşamadıklarına ve özgür iradeleri gerçekten mevcut olduğuna dair bir optimizm vermiştir. Bu evren görüşünde “A”, mutlaka “B” yi belirlemez; olasılık kümesinden bir şıkkı belirler; “B” kadar C veya D de olasıdır. Ateistlere göre şans olarak gözüken belirsizlikler, bazı teist düşünürlerce ise Tanrı’nın evrene etki alanları olarak değerlendirilmiştir. Buna göre Tanrı, bu belirsizlikleri belirleyerek evrensel oluşumları ve mucizeleri dilediğince gerçekleştirir. Polkinghorne’un ifadesine göre, Tanrısal etki, sisteme bilgiyi dahil eder ama bunu enerji girişi olmadan gerçekleştirir; bu yüzden bu etki, fiziksel bir sebep gibi tespit edilemez.[34] Böylesi bir Tanrı müdahalesi tarifi, termodinamiğin birinci yasası olan “madde ve enerjinin korunumu” yasası ihlal edilmeden Tanrısal etkinin oluşabildiğini savunur. Kuantum belirsizliklerini Tanrı’nın etkinlik alanı olarak yorumlayanlar, yeni tarzda bir doğal teoloji yapmamaktadırlar; çünkü bilimden çıkan sonuçlarla, teizmin yaklaşımının doğru olduğunu temellendirmeye kalkmamaktadırlar. Daha ziyade Barbour’ın dediği gibi doğanın teolojisini yapmaktadırlar.[35] Bu bakış açısı, Tanrısal etkinliğin doğa yasaları ihlal edilmeden nasıl gerçekleşmiş olabileceğini gösterir; ama modern bilimin Tanrısal etkinliği ispat ettiğini iddia etmez. Bilimsel yaklaşımın Tanrısal etkinliği dışladığına dair itiraza, bu yaklaşım, modern bilimin verileriyle uyumlu bir Tanrısal müdahale anlayışının nasıl olabileceğini (doğanın teolojisinin) göstermesi açısından çok değerlidir. Üstelik bu yaklaşım elektron mikroskobundan, lazerden, transistörden, süper iletkenlere kadar birçok buluşun gerçekleştirilmesini ve atomun yapısından, elektriğin iletilmesinden, kimyasal bağlara kadar birçok önemli fenomenin açıklanmasını sağlayan kuantum kuramına[36] dayanılarak gerçekleştirilmektedir. Kendisinden önceki Karl Heim[37] gibi bazı düşünürlerin çalışmalarından etkilenmiş olsa da, Tanrısal etkinliğin kuantum belirsizliklerini belirleyerek gerçekleştiğine dair iddiaların öncüsü olarak fizik profesörü ve rahip olan William Pollard gösterilmektedir. Onun görüşüne göre Tanrı, kuantum belirsizliklerinin hepsini belirleyerek evrene etkide bulunur. Evren yasaları determinist değil olasılıkçıdır; Tanrı, kuantum belirsizliklerini belirleyerek, olasılıklar arasında seçim yapar ve evrenin gidişatını yönlendirir.[38] Buna göre, evrenin içinde indeterminizm vardır, ama Tanrı’yı işin içine kattığımızda, yine deterministik bir yapı karşımıza çıkar. Bu gösteriyor ki, Einstein’ın, Tanrı’nın hiçbir şeyi şansa bırakmayacağını belirtmek için söylediği “Tanrı zar atmaz” sözünü, kuantum kuramının objektif indeterminist yorumuna karşı kullanması doğru değildir. Kuantum belirsizliklerini belirleyen bir Tanrı anlayışı, Tanrı’nın nüfuz edemediği bir şansın olmadığını gösterir; kuantum kuramı, belirsizliklerin, Tanrı için de geçerli olduğu - öyle düşünenler olsa da - anlamını taşımaz. Pollard, Tanrı’nın belirlemesi ile özgür irade arasında çıkabilecek çatışkının farkındadır; bu sorunu ise kuantum kuramıyla kurduğu bir analoji ile çözmeye çalışır. Niels Bohr’un Tamamlayıcılık Prensibi’nin, birbirine zıt gibi gözüken parçacık ve dalga olmayı, aynı gerçekliğin birbirini tamamlayan iki ayrı biçimi olarak sunduğunu söylemiştik. Pollard, Tamamlayıcılık Prensibi’nin fiziksel dünyada zıt gibi gözüken olguların pekala bir arada bulunabileceğini göstermesinden; Tanrı’nın belirlemesi (veya önceden bilmesi) ile özgür iradenin, paradoksal gözükmesine rağmen bir arada bulunabileceklerine geçiş yapar.[39] Bu yoruma göre, parçacık ve dalga ikilemi sadece görünüşte bir çatışkı olup, gerçekte var olmadığı gibi; Tanrısal belirleme ve özgür irade ikilemi de ancak görünüşte bir çatışkı olup, gerçekte var değildir. Pollard, kuantum teorisinin teolojik yorumundaki en önemli öncü olmuştur, fakat bu teorinin teolojik yorumunda herkes onunla aynı kanaatleri paylaşmamıştır. Örneğin, Arthur Peacocke, kuantum belirsizliklerinin Tanrı için de belirsiz olduğunu; bu yüzden Tanrı’nın geleceği bilemeyeceğini, Tanrı’nın yaratılışta riskler aldığını ve kendini sınırladığını (self-limitation) düşünür.[40] Bu noktada, Peacocke’un, pananteist[41] olduğunu hatırlamak faydalı olacaktır. Peacocke için Tanrısal doğa ile evren yasaları arasında bir ilişki vardır, aynı ilişkiyi Spinoza da kurmuştu, ama o kendi döneminin bilimi gereği evrende olan determinizmi Tanrısal doğa ile ilişkilendirmişti; Peacocke ise kuantum kuramından da destek alarak indeterminizmi Tanrısal doğa ile ilişkilendirir. Bu anlayışta Tanrı, belirsizlikleri belirleyip veya doğa yasalarını ihlal ederek evrensel oluşumları gerçekleştirmez; çünkü Peacocke bu yaklaşımların, doğa ile Tanrı arasında ayrıma sebep olacağını ve kötülük sorunu hakkında kabul edilemez neticelere götüreceğini düşünür.[42] Sadece evrenin içinde ontolojik indeterminizmin olduğunu söylemekle, Tanrı için de geçerli indeterminist bir yapı olduğunu söylemek arasında önemli bir fark vardır. Pollard gibi düşünenler ontolojik indeterminizmin sadece evren içinde olduğunu düşünürler. Buna göre Tanrı, indeterminizmdeki boşlukları belirlediği için aslında hiçbir boşluk yoktur; yani, Tanrı’nın içinde yer aldığı ontoloji açısından bir indeterminizm söz konusu değildir. Peacocke gibi düşünenler için ise ontolojik indeterminizm, Tanrı bile ontolojiye dahil edildiğinde var olacak kadar geniştir. (Peacocke, sürekli yaratacak kadar etkin bir Tanrı anlayışı ile geleceği bilmeyen bir Tanrı anlayışını uzlaştırmaya çalışmıştır.) Thomas Tracy[43] ve Robert Russell[44] gibi başkaları da, Tanrı’nın sadece bazı kuantum boşluklarını belirlediğini söyleyerek, evrende ontolojik indeterminizmin varlığını savunmuşlardır.
-
BİLİMSEL DETERMİNİZM
KUANTUM KURAMININ BELİRSİZLİK İLKESİNE FARKLI YAKLAŞIMLAR Entropi yasasının ve izafiyet teorisinin fiziksel yaklaşımı üzerinde genel bir ittifakın olduğu söylenebilir. Felsefeciler ve teologlar, bu teoriler üzerinde, ortak fiziksel kabullere rağmen farklı ve birbiriyle çelişen yorumlarda bulunmuşlardır. Oysa kuantum teorisinin, fiziksel yaklaşımı üzerinde de bir ittifak yoktur; bu teorinin fiziği üzerindeki farklı yaklaşımlardan herhangi birini benimseyenlerin felsefi ve teolojik yorumları da farklıdır. Bu teorinin, objektif indeterminist bir evrene işaret ettiğine dair yorumda bulunanların felsefi ve teolojik yorumları farklı olabildiği gibi, bu görüşe katılmayanlar da kendi içlerinde farklı felsefi ve teolojik farklı kanaatlere sahiptirler. Bu teori, mevcut haliyle ancak olasılıkçı yorumlara izin verir. Birçok atomdan oluşan radyoaktif bir elementin ne zaman bozulacağını olasılık hesaplarıyla tahmin edebiliriz, ama belirli tek bir atomun ne zaman bozulacağını tam olarak söyleyemeyiz. Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi atom-altı bir parçacığın yerini ne kadar iyi hesaplarsak, hızının o kadar belirsizleşeceğini; hızını ne kadar iyi hesaplarsak, konumunun o kadar belirsizleşeceğini söyler. Atom-altı dünyadaki bu belirsizliklerin, gerçek dünyadaki var olan ontolojik bir belirsizliğe mi, yoksa bizim epistemolojik durumumuzdan kaynaklanan bir belirsizliğe mi karşı geldiği konusunda en ünlü fizikçiler dahi kendi aralarında itilaf etmişlerdir. Farklı görüşleri, Barbour’ın sınıflamasını takip ederek üçe ayırabiliriz:[23] 1- Cehaletimizden Kaynaklanan Belirsizlik: Özellikle Newtoncu yaklaşımın determinist modelini takip edenler, atom-altı dünyadaki belirsizliklerin, ontolojik gerçekliği yansıtmadığını düşünmüşlerdir. Planck, Penrose ve Einstein bu görüşün en önemli temsilcileridir. Einstein’ın ünlü “Tanrı zar atmaz”[24] sözü, kuantum dünyasında ontolojik belirsizliklerin bulunamayacağını ifade etmek için söylenmiştir. Einstein, Podolsky ve Rosen atom-altı dünyaya dair teorilerimizin eksik olduğunu ve bizim bilemediğimiz ‘gizli değişkenlerin’ (hidden variables) olması gerektiğini söylediler.[25] Buna göre, cehaletimiz belirsizliklerin sebebidir, kuantum teorisinin olasılıklarla ifade edilmesi, gerçek dünyaya olasılıkçı yasaların hakim olmasından kaynaklanmaz, gerçek dünyada determinist yasalar çerçevesinde olaylar gerçekleşir. 2- Deneysel ve Kavramsal Sınırlılıklarımızdan Dolayı Belirsizlik: Bahsedilen görüş, belirsizliklerin aslında olmadığı görüşü için kullanılabileceği gibi, atom-altı dünyanın bizim için tamamen ulaşılmaz olduğu ve objektif determinizmin veya indeterminizmin hangisinin gerçekte var olup olmadığını bilemeyeceğimizin dile getirilmesi için de kullanılabilir. Bu düşünce ‘kendinde şey’in ulaşılmaz olduğunu söyleyen[26] Kant’ın modern fizikteki izdüşümü olarak kabul edilebilir. Bu, aynı zamanda, kuantum teorisi ile, klasik fizikteki gözleyenin rolünün önemsenmediği epistemolojik yaklaşımın da değiştiğini ifade eder. Bu görüşü savunanlar, deney aşamasında gözleyen ile gözlenen arasındaki etkileşimden belirsizliğin çıktığını söylerler. Bir elektronun gözlemlendiğini düşünün; en azından bir ışık kuantasının bu elektrona çarpıp gözümüze gelmesi gerekir ki elektronu görebilelim. Bir gezegeni görmemiz de, ona çarpan ve sonra gözümüze gelen ışık sayesinde olur, ama makro düzeyde bu etki gezegenin konumunu da hızını da etkilemeyecek kadar önemsizdir. Ama mikro düzeyde, elektrona çarpan ışık parçacığı elektronun konum ve hızını etkileyeceğinden gözlemimizin neticesine de etki eder. Sonuçta atom-altı dünya ile ilgili gözlemler için, gözleyenin etkisinin de dikkate alındığı bir epistemoloji geliştirmek gerekir. Fakat kuantum teorisinin belirsizlikleri sadece bu tip gözlemlerle alakalı değildir; radyoaktif elementlerin bozumunun ne zaman olacağı gibi belirsiz durumlar vardır ki, bunlar, gözleyenin etkisiyle açıklanamaz.[27] Kavramlarımızın sınırlılıklarından dolayı belirsizlik olduğu iddiası ise adeta Kant’ın, insan zihninin kendi kategorilerini dış dünyaya dayattığına dair görüşünün bir tekrarı gibidir. Deneysel durumu seçerek, hangi kavramsal çerçeveyle (dalga veya parçacık; konum veya hız) elektronun durumunu değerlendireceğimizi seçeriz. Barbour, bu yaklaşımın agnostik olduğunu; atom-altı dünyada determinizmin mi, indeterminizmin mi olduğunu anlayamayacağımız anlamına geldiğini belirtir.[28] 3- Objektif İndeterminizm Olarak Belirsizlik: Bu yaklaşıma göre, atom-altı dünyaya dair belirsizliklerin, bizim “gizli değişkenleri” bilemememiz veya deneysel ve kavramsal yetersizliklerimiz gibi epistemolojik eksiklikler ve sorunlar ile alakası yoktur; belirsizlikler doğanın bir gerçeği olarak vardır, doğada epistemolojik indeterminizm veya subjektif indeterminizm denilebilecek sahte bir indeterminizm değil, gerçek ontolojik indeterminizm vardır. Bu görüşün en ünlü savunucusu olan Heisenberg, kuantum kuramına özgü matematik şemanın, klasik mantığın bir genişlemesi veya tarz değişimi olarak yorumlanması gerektiğini söyler. Ona göre bu kuram, mantığın en temel ilkelerinden “üçüncü halin olanaksızlığı” ilkesinin değiştirilmesini gerektirir.[29] Adı kaos teorisiyle özdeşleşen Prigogine de, metafiziksel ve felsefi bir tercihe bağlı olmaksızın, fizikte, indeterminizmin kendini kabul ettirdiğini şöyle ifade eder: “Bergson, Whitehead, Popper tarafından savunulan indeterminizm, bundan böyle fizikte kendini kabul ettirmiştir.”[30] Fakat bizce, Prigogine’in metafiziksel bir tercihten bağımsız olarak indeterminizmin kendini kabul ettirdiğini söylemesi hatalıdır. Prigogine kitaplarında “Laplace’ın cininden” olan rahatsızlığını birçok kere dile getirmektedir. Örneğin Isabelle Stengers ile beraber yazdığı kitabında şöyle der: “İki yüzyıla yakın bir süredir, Laplace’ın cini hayal gücümüze musallat oldu; her şeyi anlamsız kılan kabuslar getirdi. Eğer dünya gerçekten de bir cinin, bir anlık durumdan yola çıkarak geleceğini ve geçmişini hesaplayabildiği bir dünya olsaydı, bizim tanımlayabileceğimiz basit sistemleri, bir cinin ancak tanımlayabileceği daha karmaşık sistemlerden niteliksel olarak ayıran hiçbir şey olmasaydı, o zaman bu dünya bir yoğun totolojiden ibaret olurdu. İşte bu, atalarımızdan devraldığımız bilimin bize meydan okuyuşudur, artık büyüsünden kurtulmamız gereken tılsım da budur.” Sonuçta, Prigogine’in neden Einstein’ın yaklaşımını değil de Heisenberg’inkini tercih ettiğinin cevabı, sadece modern fiziğin önüne çıkardığı tablo olamaz; Einstein aynı tablodan kendi metafizik tercihine uygun seçim yaptığı gibi, Prigogine de kendi metafizik tercihine uygun olarak, hep yakındığı Laplace’ın cininden kendini kurtaracak yorumu tercih etmiştir. Burada durumu ilginç olan bizce Popper’dır. O, fizikte indeterminizme en büyük desteği veren Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi’ne karşı çıkmış olsa da,[31] kuantum kuramından bağımsız olarak insan özgürlüğüne tehdit olarak gördüğü Laplaceçı determinizme karşı indeterminizmi savunmuştur.[32] Heisenberg ve onun takipçileri, epistemolojik olarak neyi bilebileceğimizi betimlerken, bunun ontolojik gerçekliği tarif ettiğine geçiş yaparak, belirsizliğin cehalet ile deneysel ve kavramsal sınırlılıklarımızdan kaynaklanmadığını, doğanın gerçek bir durumu olduğunu savunmuşlardır. Bu durum, Polkinghorne’un “Epistemoloji ontolojiyi şekillendirir”[33] sözüyle ifade ettiği gibi; neyi bilebileceğimizin veya bilemeyeceğimizin, neyin gerçekte varolduğunu anlamamızın güvenilir bir rehberi zannedilmesinin bir neticesidir. Bu stratejiyi Newton da benimsemişti, onun Heisenberg’den farkı: Newton bildiklerinden yola çıkarak ontolojik determinist bir evren modellemiş, Heisenberg ise bilmediklerinden (belirsizliklerden) yola çıkarak ontolojik indeterminist bir evren öngörmüştür. Determinist evrende alternatiflerin ontolojik statüsü imkansızlığa eşitken, indeterminist evrende alternatif olayların oluşmasının ontolojik statüsü mümkündür. Tanrı-evren ilişkisi açısından ontolojik determinist evren modeli, birçok felsefi ve teolojik yaklaşımın çıkmasına sebep olduğu gibi, ontolojik indeterminist evren modeli de felsefi ve teolojik birçok yeni yaklaşımın hareket noktası olmuştur.
-
BİLİMSEL DETERMİNİZM
KUANTUM TEORİSİ VE İNDETERMİNİZM Einstein, Newton’un mutlak uzay ve mutlak zaman kavramında değişiklikler yaptı, çekim-gücünü daha sofistike bir tarzda açıkladı ve ışığın hızını, fiziğinde, mutlak değer olarak kullandı. Fakat bu fizik de Newton fiziği gibi deterministti ve realistti (matematik formüllerde ifade edilen evrenin, dış alemde, gözlemcilerden bağımsız ve gerçek olarak, bu matematik formüllere uygun olarak var olduğunu kabul ediyordu). Atom-altı dünyayı tarif eden kuantum teorisi, Einstein’ın izafiyet teorisini geliştirdiği dönemde şekillendi; aslında Einstein da atom-altı dünyanın daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunanlardandı. Ernest Rutherfold’un, 1911 yılında ortaya koyduğu atom modeli aşağı yukarı Güneş sistemimizin bir benzeriydi; çoğunluğun zihnindeki atom modeli hala böyledir: ortada Güneş gibi duran bir çekirdek ve gezegenler gibi dönen elektronlar. Oysa kuantum teorisinin atom modelinde, elektronlardan, dönen gezegenler yerine olasılık dalgaları olarak bahsetmek daha doğrudur; bu teoriye göre atomun resmedilmesi mümkün değildir. Bugün bilinen şekliyle kuantum teorisi, 1925’te Werner Heisenberg’in “matriks mekaniği” ve 1926’da Erwin Schrödinger’in “dalga mekaniği” olarak başlamıştır, birbirlerinden ayrı kuramlar olarak başlatılan bu çalışmalar daha sonra kapsamlı tek bir kuram şeklinde Paul Adrien Maurice Dirac tarafından birleştirilmiştir.[13] Kuantum mekaniğine göre, atom-altı parçacıklar olarak tarif ettiklerimiz aynı zamanda dalgalardır. Bu birbirine açıkça zıt iki farklı durumu da destekleyecek deneysel veriler mevcuttur.[14] Kuantum durumunu açıklayan Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi’ne göre atom seviyesinde parçacıkların konum ve hızını aynı anda tam olarak hesaplamamız imkansızdır.[15] Bu ilkeye göre, bir parçacığın konumunu ne kadar doğru olarak belirlersek, hızı o kadar belirsizleşir; parçacığın hızını tamamen doğru olarak belirlersek ise konumu tamamen belirsizleşir. Kuantum teorisinin kurucularından Schrödinger, atomu, çekirdek ve elektronlardan oluşan bir sistem olarak değil de madde dalgalarından oluşan bir sistem olarak tanımlamıştı. Bohr ise, maddenin parçacık ve dalga görüntülerini, aynı gerçekliğin birbirlerini tamamlayan iki ayrı biçimi olarak yorumladı (Tamamlayıcılık Prensibi: Complementarity Principle). Heisenberg, Schrödinger ve Bohr’un yorumlarının bir sınıra kadar uygulanıp, çelişkilerden kurtulamadıklarını, ancak belirsizlik bağlantısının çizdiği sınırlar ile çelişkilerin kaybolacağını iddia eder.[16] Heisenberg’in yaklaşımı klasik fizik açısından kabul edilemez niteliktedir. Klasik fizikte bir parçacığın konumunu ve momentumunu (hızı) bilirsek, daha sonra nerede olacağını rahatlıkla hesaplayabiliriz; zaten, Laplace’ın cininin geleceği görme kabiliyeti de böylesi bir hesaplanabilirliğe dayanır. Bohr’a göre, gözlem yapmadığımız zaman atom bir hayalettir, ancak gözlem yapılınca atom gerçeklik kazanır. Ayrıca neyi gözlemleyeceğimize de biz karar veririz, konumuna bakarsak atom yerindedir, hızına bakarsak hızını hesaplayabiliriz; fakat hem konuma hem hıza bakamayız. Paul Davies, modern fiziğin en ünlü isimlerinin dile getirdiği bu tabloyla kafası karmakarışık olanlara ve bu sonucun kabul edilmeyecek kadar paradoksal olduğunu düşünenlere, üzülmemelerini, çünkü Einstein’ın da kendileriyle aynı fikirde olduğunu söyler.[17] Kuantum kuramında sadece olasılıklar vardır. Olasılıkların fiziğe girişi ilk olarak entropi yasası ile (19. yüzyılın sonunda) olmuştur; fakat bu yasada olasılıkların oluş nedeni, katrilyonlarca parçacığın Newton mekaniğine uygun hareket etseler de, hesaplanmalarının imkansız oluşundan kaynaklanmaktadır. Yani bizim epistemolojik yetersizliğimizden dolayı entropi yasası olasılıkçıdır. Oysa kuantum teorisinde, Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi ile iddia edilen, subjektif indeterminist (bizim epistemolojik yetersizliğimizden kaynaklanan bir indeterminizm) bir evren içinde olduğumuz değildir; objektif indeterminizm evrenin bir gerçeği olarak kabul edilir. Buna göre evren olasılıklara göre hareket eder. Bu tarz bir durumda, Laplace’ın cini ne kadar maharetli olursa olsun geleceği göremez, çünkü gelecek belli değildir; evrenin başlangıcına gitsek ve Big Bang patlamasını yüzde yüz aynı şekilde gerçekleştirsek, muhtemelen evren bugünkü gibi olmayacaktır ve biz de burada olmayacağızdır.[18] Böyle bir evren Newton ve Einstein’ın determinist evreni değildir; eğer böyle bir evren tablosu doğruysa, determinist bir evren tasarımının etkisiyle şekillenmiş Kant’ın yaklaşımlarından, Spinoza’nın itirazlarından, Tanrı-evren ilişkisine, mucize ve özgür irade konularına kadar felsefe ve teolojiyi ilgilendiren birçok konunun yeni baştan ele alınması gerekir. TANRI’NIN EVRENDEKİ ETKİNLİKLERİ Tanrı-evren ilişkisi konusu işlenirken, Tanrı’nın evren üzerindeki etkinliği genelde iki başlık altında incelenmektedir: 1- Genel Tanrısal Etkinlik (General Divine Action), 2-Özel Tanrısal Etkinlik (Special Divine Action). Bu ayrımdan Genel Tanrısal Etkinlik, Tanrı’nın başlangıçtaki yaratışını ve evrenin yasalarıyla beraber muhafazasını ifade etmek için kullanılır. Özel Tanrısal Etkinlik ise Tanrı’nın belirli bir yer ve zamandaki etkinliğini ifade için kullanılır, geleneksel anlamdaki mucizeler ve dini tecrübeler bunun içindedir.[19] Bize göre Tanrısal etkinliği dörtlü bir kategoriyle incelememiz daha faydalı olacaktır. Yağmurun yağışı açısından bu dörtlü kategoriye örnek vererek ne demek istediğimizi açıklamaya çalışacağız: 1- Tanrı’nın Yaratışı: Tanrı’nın evreni ve yasalarını yoktan yaratması kastedilir. Buna göre Tanrı, yağmuru oluşturacak atomları oluşturacak madde ve enerjiyi, ayrıca yağmurun yağmasında önemli rolü olan çekim gücü gibi kanunları yoktan yaratmıştır. 2- Tanrı’nın Muhafazası: Tanrı’nın yarattığı madde ve yasaların, zaman içinde varlığını devam ettirmesi kastedilir. Buna göre Tanrı, evrensel maddenin ve yasaların varlığını zaman içinde devam ettirdiği için, evrenin başlangıcından 15 milyar yıl sonra bugün yağmurun yağması mümkündür. 3- Tanrı’nın Oluşumları Gerçekleştirmesi: Tanrı’nın muhafaza ettiği evren ve yasalar çerçevesinde gerçekleştirdiği oluşumlar kastedilir. İlk başta bu şıkta ifade edilen Tanrısal etkinlik ile ikinci şıktaki Tanrı’nın muhafazasının aynı olduğu zannedilebilir; oysa belirgin bir fark vardır. İkinci şıkta kastedilen birçok kişinin zorunluluk (necessity) dediği şeydir. Bu şıkta kastedilen ise birçok kişinin şans (chance) dediği şeydir; yani, Tanrı’nın, yarattığı yasalar çerçevesinde mümkün olan birçok olasılıktan birini gerçekleştirmesidir. Pekala, Tanrı evreni ve yasalarını bu şekilde yaratabilirdi, ama Güneş’e mevcut mesafede, suyun ve atmosferin bu şekilde varolduğu bir Dünya var olmayabilirdi. İkinci şıkta kastedilen, yağmurun evrenin başlangıcından 15 milyar yıl sonra yağdırılmasının, bunla ilişkili yasaların muhafazası suretiyle mümkün kılınması iken; bu şıkta kastedilen, 15 milyar yıl sonra o olasılığın belirli bir yer ve zamanda gerçekleştirilmiş olmasıdır. 4- Tanrı’nın Mucize Gerçekleştirmesi: Tanrı’nın doğa yasalarını belirli özel durumlar için askıya alıp, belirli bir yer ve zamanda olağanüstü olaylar gerçekleştirmesi kastedilebileceği gibi; doğa yasaları çerçevesinde, olması çok düşük olasılıkları belirli bir yer ve zamanda gerçekleştirmesi de kastedilebilir. Buna göre, hiç bulutun olmadığı ve yağmurun yağmadığı bir yerde, Tanrı, sevgili bir kulunun duası gibi bir sebeple yağmur yağdırabilir. Böyle dörtlü bir ayrım yaparak, Tanrı’nın evrendeki etkinliğinin mutlaka dört farklı biçimde olduğunu iddia etmiyoruz. Fakat, Tanrı’nın evrendeki etkinliği ile ilgili dile getirilen iddiaları sınıflandırmak açısından bu şekilde dörtlü bir ayrımın, genelde yapılan ikili ayrımdan daha faydalı olacağını düşünüyoruz. İkili ayrımdaki Genel Tanrısal Etkinlik ile Özel Tanrısal Etkinliği birleştirme çabaları olmuştur.[20] Yaptığımız dörtlü ayrımdaki kimi şıkların da Tanrısal etkinliği tarif şeklimize göre birleştirilmesi mümkündür. Örneğin Tanrı’nın, gereğinde evrendeki düşük olasılıkları gerçekleştirerek mucize gerçekleştirdiğini, fakat hiçbir zaman doğa yasalarını askıya almadığını savunan biri, üçüncü ve dördüncü maddeyi birleştirebilir. Fakat, hiçbir yaklaşımın, sıraladığımız dört maddeye yeni bir maddenin eklenmesini gerektirmeyeceği kanaatindeyiz; bu yüzden bu şekilde dörtlü bir ayrımın yapılmasını öneriyoruz. Birinci maddede belirttiğimiz evrenin yoktan yaratılışı ve ikinci maddede belirttiğimiz evrenin muhafazasına dair teistik iddialara bu makalede odaklanmayacağız. Üçüncü maddede belirttiğimiz Tanrı’nın evrensel oluşumları meydana getirmesini birçok teist, Tanrı’nın gerçek sebep (birincil sebep: primary cause) olarak, doğa yasalarını ise araçsal sebep (ikincil sebep: secondary cause) olarak kullanmak suretiyle gerçekleştirdiğini söyleyerek, doğa yasalarını ihlal etmeyen bir Tanrısal müdahale anlayışı geliştirmişlerdir. Doğa yasalarının askıya alınması ile ilgili teistik iddialar, en çok mucizelerin gerçekleşmesi hususunda gözükür; daha önce değindiğimiz gibi bu konudaki itirazlar, hem natüralizm adına hem de teolojik yaklaşım adına yapılmıştır. Fakat genel eğilim, Tanrı’nın doğa yasalarını askıya alması şeklinde mucizeleri tarif etmeye yönelik olmuştur. David Hume, mucizelerin gerçekleşmesine karşı getirdiği ünlü itirazlarını, mucizelerin doğa yasalarının ihlal edilmesi anlamına geldiğini söyleyen mucize tarifine dayanarak yapmıştır.[21] Determinist evrende mucizelerin oluşumu, Tanrısal yasaların (İslami literatür açısından Sünnetullah da denebilir), doğa yasalarından çok daha geniş kapsamlı olduğu; bir peygamberin gönderilmesi gibi özel bir durumda doğa yasalarının askıya alınmasında bu yüzden, Spinoza ve Schleiermacher’in düşündüğü gibi Tanrı’nın kendi koyduğu yasalarla (veya kendi doğasıyla) çelişmesi gibi bir durumun söz konusu olamayacağı şeklinde açıklanabilir. Bu, fabrikada mekanik kanunlar çerçevesinde çalışan makinelerin, birkaç senede bir, genel çalışmalarından farklı olarak durdurulup bakıma alınmalarının, bu makinelerin tâbi olduğu determinist yasalara aykırı olmaması gibi bir durumdur. Ayrıca Leibnizci bir tarzda, baştan ayarlanan düzen (pre-established harmony) ile, determinist evrendeki doğa yasaları ihlal edilmeden de mucizeler açıklanabilir. Leibnizci böylesi bir yaklaşımı, deizm ile karıştıranlar olmuştur; biz, bu yaklaşımın tamamen hatalı olduğu kanaatindeyiz. Deizmin Tanrısı, evreni baştan yaratır ve sonra zaman içindeki oluşumlardan habersizdir ve evrene karşı umursamaz bir tavırdadır. Oysa bu yaklaşımda, zamanın içindeki her bir anın yaratıcısı, baştan tüm bu kareleri tasarlayan Tanrı’dır. Tanrı’nın müdahale etmediği hiçbir an olmadığı için, bu Tanrı tasavvurunu deizm ile karıştırmak hatalı olur. 15 milyar yıl önceden (Big Bang başlangıcında) her şeyi bilen bir Tanrı için, 15 milyar yıl önce ile birkaç saniye önce müdahale etmek arasında fark yoktur. Özellikle Einstein’ın izafiyet teorisi ile zamanın izafi olduğu ortaya konduktan sonra[22] 15 milyar yıl ile birkaç saniye arasındaki farkın önemi de kalmamıştır. Tanrı’nın uzaya aşkın olmasına rağmen, uzayın her noktasına müdahalelerde bulunduğuna inananlar için, zamana aşkın Tanrı’nın, zamanın en başından, zamanın tüm anlarına müdahalede bulunabileceğini kabul etmekte bir sorun olmaması gerekir. Örnek olarak üç teist dinde kabul edilen Hz. Musa’nın denizi yarmasını alırsak, bu bakış açısına göre Tanrı, evrenin başından planlayarak gelgit olayındaki gibi fizik yasalarını kullanarak, hiçbir determinist yasayı ihlal etmeden, bu yasaları araçsal sebep olarak kullanarak, Hz. Musa’nın tam geçeceği anda denizi yarmıştır. Fakat tüm bu yaklaşımlar, determinist bir evrende, Tanrısal müdahalenin, yoktan yaratılıştan sonra en sıra dışı şekli olarak kabul edilen mucizelerin açıklanması içindir. Oysa ilerleyen sayfalarda göreceğimiz gibi indeterminist bir evren, mucizeler gibi Tanrısal müdahalelerin açıklanma şekli için yeni olanaklar sunmaktadır.
-
BİLİMSEL DETERMİNİZM
KANT’TAN SPİNOZA’YA DETERMİNİST EVREN ANLAYIŞININ YOL AÇTIĞI SORUNLAR Kant, Laplace’tan önce, Newton’la kemaline ermiş determinist evren anlayışının insan özgürlüğüne çıkaracağı sorunu görmüştü. Nitekim Kant’ın ünlü antinomilerinin üçüncüsünde, determinizmin özgürlüğe yer bırakmayacağı işlenir.[8] Kant, saf aklın özgürlüğü ispatlayamayacağı kanaatindedir, ama ahlak teorisinin temelini oluşturacak ‘kategorik buyruk’ için özgürlüğe muhtaçtır.[9] Sonuçta özgürlüğün numen aleme ait olduğunu, determinizmin fenomen aleme ait olduğunu söyleyerek, antinominin kendince çözümünü yapar. Kant’ın sisteminde numen alemin rasyonel şekilde anlaşılamayacağını göz önünde bulundurduğumuzda, onun sisteminde özgürlük sorununun rasyonel çözümünün olmadığını görürüz. Fakat, Kant, pratik aklın saf akla üstün olduğunu söyler ve Tanrı, ahiret ile beraber insan özgürlüğünü postula olarak ahlak yasası hatırına kabul eder.[10] Böylece Kant yıktığı metafiziğin yerine kendi metafiziğini inşa eder. Burada tespit edilmesi gerekli önemli nokta, Kant’ın tüm sistemini inşa etmesinde Newtoncu determinizmin ne kadar önemli rol oynadığıdır. O, saf aklın gerektirdiklerine inanırsa, determinizmi bütün sonuçlarıyla kabul etmesi gerektiğini zannetmişti. Geleceğin, determinist yasalarla işleyen bir evren anlayışına göre belli olduğunun farkındaydı, ama o ahlak teorisini oluşturmak için özgürlüğe gerek duyuyordu; belki de sırf bu yüzden literatürde “Kant’ın cini” diye bir kavram oluşmadı. Fakat eğer doğa, birazdan kuantum teorisinin en yaygın yorumunda göreceğimiz gibi “objektif indeterminist” bir yapıda ise, acaba Kant’ın özgürlüğü temellendirmek için hem saf aklın otoritesine saldırısı, hem de pratik aklı bütün felsefi geleneğin tersine saf aklın üzerine çıkarma çabası boşuna olmuyor mu? Bilimsel determinizmin getirdiği tartışmalar özgür irade ile sınırlı değildir. Determinist bir evrende hiçbir boşluk yoktur, “A” hep “B”yi, “B” hep “C”yi belirler, “B” gerçekleştiği zaman arkasından ne geleceği bellidir, aksi bir durum mümkün değildir. Bu tip bir evrende Tanrı’nın evrene müdahalesinin nasıl gerçekleştiği ile ilgili sorun karşımıza çıkar. Monoteist üç dinin bilime aykırı olduklarına dair yöneltilen eleştirinin kaynağı da bu sorundur. Evrenin varlığı, yasalarının muhafazası ve Tanrı’nın evrensel yasaları araçsal sebep olarak kullanması gibi Tanrısal müdahalelerin, determinist yasalar ihlal edilmeden de mümkün olduğu, birçok teist filozof ve teolog tarafından savunulduğu için, en büyük sorun özellikle monoteist dinlerin Tanrısal müdahalelerin bir kısmının “mucize” şeklinde gerçekleştiği ile ilgili iddialarında ortaya çıkar. Teist düşünürler genelde “mucizeleri” doğa yasalarının ihlali veya askıya alınması olarak anlamışlardır. Buna göre “B”nin “C”yi gerçekleştirmesi gerekirken “C” gerçekleşmez ve “M” gerçekleşir. Bilimsel olarak “C”nin “B” etkisinin sonucu olması gerekirken; bahsettiğimiz teologlar, “M”nin gerçekleştiğini söyledikleri için, materyalist-ateist kimi düşünürler, dinin bilime aykırılığını özetlediğimiz bu hususa dayandırmışlardır. Teist dinlere karşı yapılan bu itiraz sadece ateizmden değil, kimi zaman teolojik kökenli yaklaşımlardan da gelmiştir. Spinoza, doğa yasalarının, Tanrı’nın doğasının ve mükemmelliğinin bir sonucu olduğunu, Tanrı’nın bu yasalara aykırı hareket ettiğini iddia edenlerin, Tanrı’nın kendi doğasına aykırı hareket ettiğini söylemek gibi bir saçmalığa düşeceklerini söyler.[11] Spinoza, doğa yasalarının, Tanrı’nın doğasından kaynaklandığını söylerken Descartes’ın etkisindedir. Fakat, Descartes için, Tanrı ile evren farklı cevherlerdi ve onun vurgusu, mekanistik bir bilim anlayışını kurmak içindi; mucizeleri inkar etmek için böylesi bir yaklaşımı kullanmadı. Oysa Spinoza, monist idi, Tanrısal cevher ile doğayı özdeşleştirmişti; bu yüzden, Tanrısal doğa ile doğa yasaları arasındaki geçişi doğrudandı ve mucizeleri doğa yasalarına aykırı gördüğü gibi, Tanrısal doğaya da aykırı görüyordu. Schleiermacher de, teolojik sebeplerle, doğa yasalarının ihlali anlamındaki mucize anlayışının Hıristiyan teolojisinden çıkarılması gerektiğini savundu. O, nedenselliği mantıki bir zorunluluk olarak kabul etmişti ve evrensel her olguyu Tanrı’nın eseri olarak görse de, bu olguların doğa yasaları çerçevesinde, bu yasalar ihlal edilmeksizin gerçekleştiğini savunmuştu.[12] Görüldüğü gibi Kant’ın felsefesinden Laplace’ın cinine ve özgür irade sorununa, Tanrısal müdahalenin doğa yasalarını ihlal etmesine natüralist felsefeye dayanan bilim anlayışı adına veya Spinoza ile Schleiermacher’inki gibi teoloji adına itirazlara kadar, felsefe açısından çok önemli birçok sorun, hep evrende “objektif determinist” yasaların var olduğuna inançtan kaynaklanan yaklaşım çerçevesinde şekillenmiştir. Bu inanç Newton fiziğiyle doruğa ulaşmış, Einstein ile daha da pekişmiştir. Fakat hiç umulmayan gelişme atom-altı dünyada kuantum teorisinden gelmiştir.
-
BİLİMSEL DETERMİNİZM
TANRI-EVREN İLİŞKİSİ AÇISINDAN DETERMİNİZM, İNDETERMİNİZM VE KUANTUM TEORİSİ Dr. Caner Taslaman* ÖZET Modern fiziğin makro alemdeki en önemli teorisi izafiyet teorisi, mikro alemdeki (atom-altı) en önemli teorisi ise kuantum teorisidir. Bu makalede, daha önceden doğa bilimlerine hakim olan determinist evren görüşünün, ilk olarak kuantum teorisiyle nasıl sarsıldığı incelenecektir. Ayrıca bu teorinin ontolojik indeterminist bir evren olduğunu söyleyen yorumunun Tanrı-evren ilişkisine, mucizeler ve özgür irade sorunlarına getirdiği yeni bakış açılarını göstermeye ve bu konudaki farklı görüşleri tartışmaya çalışacağız. Bu makaleyle, kuantum teorisinin Tanrısal müdahaleyi, mucizelerin ve özgür iradenin varlığını ispat ettiğini söylemiyoruz; yani doğal teoloji yapmıyoruz. Fakat, modern bilim açısından, Tanrısal müdahalenin ve mucizelerin gerçekleşmesinin imkansız olduğunu, çünkü bunun, doğa yasalarının ihlal edilmesi anlamına geldiğini iddia eden görüşün, yanlışlığını göstermeye çalışıyoruz. Kısacası doğanın teolojisinin yapılmasının modern bilimin yasaları çerçevesinde de mümkün olduğunu (bu görüşün bilimsel olarak doğru olduğunu değil) savunuyoruz. Bunu yaparken ‘mümkün’ü göstermeye çalışmamızın, ‘olan’ ile ilgili bir iddia taşımadığını özellikle belirtmek istiyoruz. Anahtar Kelimeler: Din felsefesi, bilim felsefesi, fizik, determinizm, indeterminizm, kuantum, kaos, Tanrı-evren ilişkisi, mucize, özgür irade. ABSTRACT While the theory of relativity is the most important theory of modern physics at the macro level, the quantum theory is the most important theory at the micro level (subatomic). In this article, we shall attempt to analyse how the quantum theory was the first to shake the foundations of the deterministic interpretation of the universe that had previously dominated the natural sciences, and how its ‘ontological indeterminist’ interpretation enabled new points of view related to the questions about divine action, miracles and free will. We will try to present various approaches concerning this matter. In this article, we do not claim that the quantum theory proves the existence of divine intervention, miracles and free will; in other words we are not engaging in natural theology. What we are trying to do is to demonstrate the error of the assertion according to which, from the point of view of modern science, divine intervention and miracles are impossible, since they would be violations of natural laws. In other words we are claiming that the formulation of a theology of nature is ‘possible’ within the framework of the laws of modern science (but not claiming that this view is scientifically correct). We would like to stress in particular that as we do this, our attempt to show what the ‘possible’ is, does not include a claim related to what the ‘actuality’ is. Key Words: Philosophy of religion, philosophy of science, physics, determinism, indeterminism, quantum, chaos, Divine action, miracles, free will. LAPLACE’IN BELLİ GELECEĞİ GÖREBİLEN CİNİ Kopernik-Kepler-Galile ve Newton ile yaşanan süreçte insanlık ilk defa detaylı, sistematik ve bilimsel bir kozmolojiye sahip oldu. Artık evren, matematiksel yasalarla tarif ediliyordu ve bu yasalar evrenin tümünde geçerliydi. Aristo’nun, bin yıldan uzun bir dönemde hüküm süren, evreni Ay-altı ve Ay-üstü alem diye bölerek, farklı alanlarda farklı yasaları geçerli gören sistemi, Newton ile tamamen gözden düştü. Evren hakkında bütüncül ve determinist bir görüş benimsendi. Fizikteki bu görüşün felsefe, teoloji ve diğer tüm bilimlerde büyük etkisi oldu; filozoflar ve teologlar yaklaşımlarını fizikteki gelişmelerden etkilenerek şekillendirdi, diğer bilim dalları ise Newton fiziğini örnek alarak kendilerini düzenlemeye uğraştılar. Newton yasalarının evreni tarif etmekteki başarısından etkilenen Laplace, sistemli bir şekilde bilimsel determinizmi ilk dile getiren kişilerden biridir.[1] Laplace’a göre, evrenin bütün parçacıklarının belli bir andaki konum ve hızlarına dair bütün ayrıntıları bilen üstün bir zeka (Laplace’ın cini: Laplace’s demon), evrenin geçmişine ve geleceğine dair bütün her şeyi bilebilir. Evreni, kendi dışından müdahale almayan bir alan olarak kabul eden natüralist felsefe ile madde dışında hiçbir cevher bulunmadığını savunan materyalist felsefe ve Laplace’ın determinizmi birleştirilirse; geleceğin, daha Big Bang’in ilk anında belirlendiği sonucuna giden materyalist kadercilik görüşü kaçınılmaz olacaktır. Natüralist felsefe, doğaya dışardan müdahale edilemeyeceğini söyleyerek evrensel determinizmi Tanrı’ya karşı korur; materyalizm ise ruhun ayrı bir cevher olamayacağını söyleyerek evren içindeki varlıklara karşı da determinizmi korur. Descartes, hayvanların, insan ürünü makinelerden çok daha üstün olsalar da birer otomat olduklarını[2]; yani madde dışında bir cevher taşımayan, determinist yasalara bağlı varlıklar olduklarını savunmuştu. Descartes’tan etkilenen[3], fakat felsefesini Descartes’ın madde-ruh dualizmine karşı geliştiren La Mettrie gibi filozoflar ise insan ruhunu da otomatların içine soktular. Maddeden farklı bir cevherin varlığı (Tanrı veya canlı ruhu), Laplace’ın cininin tahminini, maddi evrendeki varlıkları ve süreci (determinizmi) etkilemek suretiyle bozabilir.[4] Burada asıl ilginç olan husus, ateist-materyalist Laplaceçı bir ontolojinin, geleceğe dair tüm olayların en baştan belli olduğuna dair materyalist bir kaderciliğin içinde olduğudur. Natüralist-determinist evren anlayışı içinde, evrende takip edilen süreçte alternatif bir yolun gerçekleşmesinin ontolojik statüsü imkansızlığa eşittir; bu evren anlayışında, şu anda bu makalenin bu sayfalarını tutarken parmaklarınızın tam olarak tutuş şeklinin de, şu saniyenin içinde okumakta olduğunuz cümlenin de, farklı olmuş olması imkansızdır: Laplace’ın cini, bundan bir milyar yıl önce hesap yapsa hem bu sayfayı tutuş şeklinizi çizebilirdi, hem bu cümleyi okuyacağınız anı saniyesiyle size bildirilebilirdi. Sartre gibi filozofların, “insanın kendini inşa ettiğine”[5] dair iddiaları, determinist-materyalist ve natüralist bir felsefi inancın, zaruri mantıki sonucu olan evren tasarımı açısından sadece yanılgıdır. Böylesi bir evrende, Laplace’ın cininin tüm geleceği görebilecek olması da bu yanılgıyı gösterir. Teizm içinde de kaderci görüşler olmuştur, İslam düşüncesindeki Cebriye mezhebi ve Hıristiyanlık’taki Lutherci görüş bu yöndedir. Fakat teizmin ontolojisi geniş imkanlar sunmuştur; örneğin, Tanrı’nın özgür olmasına vurgu yapılarak, dilerse Tanrı’nın kendisi gibi özgür kullar yaratabileceği ve maddi bir cevher olmayan ruhun bu özgürlük alanı (determinizmden serbest alan) olduğu söylenmiştir. Ayrıca ruh ayrı bir cevher olmasa da, maddenin insan beyni şeklinde organize olunca, zuhur eden (emergent) bir özellik olarak özgür iradeye sahip olunduğu bile söylenebilir.[6] İslam düşünce tarihindeki Mutezile ve Hıristiyanlık’taki Katoliklik gibi, insanın özgür iradeye sahip olduğunu savunmaları, teizmin ontolojisinin sunduğu geniş imkanlardan kaynaklanır: çünkü Tanrı için her şey mümkündür.[7] Teizmdeki özgür irade iddiaları, yanlışlanamayan ve doğrulanamayan bir iddia olarak bilimsel değildir. Fakat tersi gösterilemediği için (insan zihninin yapısı ve işleyişi hala gizemini korumaktadır; bu da insanın ve iradesinin, ‘neliğinin’ inceleme konusu olmasını imkansız kılar), bu iddiayı saçmalığa indirgemek (reductio ad absurdum) de mümkün değildir. Diğer yandan determinist ve tek cevherin madde olduğunun iddia edildiği (materyalist bir ontolojinin kabul edildiği) bir evrende, hep belli sebepler belirli sonuçları belirleyeceğinden, herhangi bir özgür sebebin (özgür iradenin varlığı özgür sebepler anlamına gelir) varlığına dair iddia mantıksal açıdan rahatlıkla saçmalığa indirgenebilir.
-
IRKÇI TERANELER
Hayır, Demir, ben de buna tamam demiştim. Yani, laikliğin felsefi yorumu olan kişiye indirgenmiş halinin olabileceğine itirazım yoktu. Çünkü, laiklik devlet için tanımlanmış bir kavramdır. Bunu, bir felsefe olarak ele alıp kişinin yaşantısına indirgenebilmesi bir yorumdur,olabilir, bir tercihtir. Benim vurgulamak istediğim, laiklik tanımının bunu kapsamasının zorunlu olmadığı. Yani; dünyada milyonlarca insan, dogmalardan tam anlamıyla arınmamış ama devletin de laik olması gerektiğini de kabul ediyor. Bu durumda bu insanlara sen laik değilsin denemez. Çünkü, laikliğin tanımı, devletin, herkesi ilgilendiren toplumsal kurallarının, herhangi bir dogmaya dayandırılamayacağı, bilimsel kuralları baz alması gerektiği ve bunun aynı zamanda bütün inançların özgürlüğünün garantisi olduğudur. Çünkü, herhangi bir inancı kural koymada baz alırsanız, diğer inançların özgürlüğü tehlikeye girer. Diyorsun ve ilerleyen satırlarında; diyerek, bunun cevabını kendi kendine veriyorsun. Bunun nedeni de, laikliğin felsefi yorumunu dikkate alman. Tıpkı, determinizm ilkesini de felsefi olarak kabul etmen gibi… Öyle bir şey demedim. Dediğim sadece, laikliği felsefi olarak alıp, metafizik inanca sahip olanların laik olamayacağını ifade etmenin yanlış olduğu. Böyle bir ısrarım ve dayatmamın olmadığını sen de biliyorsun. Bunu nerden çıkardın, anlamış değilim ? Olaya, üstten bakınca, yani; objektif değerlendirirsen, semavi bir dine mensup olanların bakış açısının inançları gereği bu olacağını görmen gerekir. Yani; bu görüş o insanların subjektif değerlendirmesi, tıpkı yukardaki satırların da senin subjektif bakış açını yansıttığı gibi. Sen, inancı daha geniş pespektifte tanımlıyorsun, bazıları da daha dar tanımlıyor, hepsi bu. Tabii ki kimse karışamaz, isteyen özüne, isteyen sözüne dönebilir. Demek istediğim, laikliğin gelişim tarihine bakarsan, laikliğin, “Aydınlanma”nın, Hristiyanlıktaki reform hareketlerinin ve burjuvazinin birbirine bağlı biçimde paralel gelişimini görürsün. Bütün bunların sonucunda da Ulusçuluğun ortaya çıkışıyla laikliğin girift biçimde, birbirini tamamlar biçimde gerekliliğini de anlamış olman gerekir. Bu durumda, laiklik, dinde reformun olmadığı yerde yaşamaz. Türk devriminin de en önemli saç ayaklarından biri olan laiklik, Devletçilik hariç bütün Atatürk ilkeleri ile doğrudan ilişkilidir. Yani; yalnızca halkın egemen olması demek olan “Halkçılık” da, “Cumhuriyetçilik” de, etnik ve dini temele dayanmayan ulusun kararlarını ve çıkarlarını gözeten “Ulusçuluk ( Milliyetçilik )” da, her alanda devrimi ön gören “Devrimcilik” de laiklik ilkesi ile sıkı sıkıya bağlantılıdır. Kılık-kıyafet devrimi de, Diyanet’in kurulması da bu amaçladır. Bu amaç doğrultusunda, Arapça Kuran tercüme ettirilmiş ve doğru tefsirler yapılmasının yolu açılmıştır.Daha sonraki sağ iktidarlar yüzünden bu kurum Hanefi mezhebini dayatan bir niteliğe dönüşmüştür. Ben, Arapça bilmiyorum. Sen biliyor ve öyle yorumluyorsan bilemem. Benim bu konuda diyebileceğim şey, Kuran’daki anlatılan olaylardan genel hüküm çıkartılma zorunluluğunun bulunmadığı, bu olayların anlatılan dönemle birlikte değerlendirilmesi gerektiği. Öyle olmasa, bugün Cariyelik, kölelik kurumu yok olur muydu Müslüman ülkelerde ? Demek ki; bazı hükümler tüm zamanlara ait değil. Kaldı ki, Arapça’yı senden benden çok daha iyi bilen, üstelik sadece Arapça da değil, Kuran’daki kelimelerin Aramice, eski Süryanice köklerini bilerek vermek istediği mesajları ve anlatmak istediklerini daha doğru akla ve mantığa uygun yorumladığını iddia eden insanları bir kalemde silip atmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Bu konunun açıklaması çok uzun ve daha önce birkaç arkadaş da söylemiş gerçi ama ben yine de özet olarak söyleyeyim; Tevbe suresinde bahsedilen bir savaşın Haram aylarına denk gelmesi ve bu ayların çıkmasından itibaren savaş durumunun devam ettirilmesinin uygun olacağı. Nedeni de bu aylar bitmeden savaşmak isteyen Müslümanların bulunması. Yani; bu yorumlar seni bağlamaz, inanmayabilirsin tabii de, aynı senin gibi yorumlayan Emeviler’in yaptıklarını dile getirmeme, dini özünden saptırdıklarını iddia etmeme neden bu kadar tepki gösteriyorsun ki ? Emeviler, Mısırdaki İskenderiye kütüphanesini yakmışlar, Mısır halkını, Kuzey Afrika halkını Araplaştırmışlar, dillerini unutturmuşlar. Hatta, Türklerle de çok uğraşmışlar ama pek müslüman yapamamışlar. İslamın akla dayanan Rönesansının sonlanmasına sebep olmuşlar. Zaten, Emevilerin yaptıkları yüzünden Haçlı seferleri düzenlenmiş. Bunlar bir aklama çabası değil, sadece tarihsel gerçekler. Bak kardeşim, ben de açık ve net söylüyorum; sadece Y.Nuri değil, Kuran’ı senin ve dincilerin okuduğu gibi okumayanlar ve aynı zamanda laikliği kabul eden insanlar var. Bundan neden rahatsız oluyorsun, anlamış değilim gerçekten ? Bunların her birinin çok net ve akılcı cevapları var. İstersen bu başlıkta, istersen ilgili başlıklarda cevabını veririm. Bu iddianın da nedenini ortaya koydum. Bugün, dini bu tür argümanlarla eleştiren herkes tabii ki ırkçılık yapmak için eleştirmiyor. Ancak, bu yöntemi siyaseten destekleyen ve kullananlar Evangelistler, Neoconlar, Batılı ırkçılar...Yani; yöntem açısından bir örtüşme söz konusu. Bu şekilde davranmak, bu grupların ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramıyor, bu da gerçek. Bu yöntemin, BOP ve Ilımlı İslam projeleri yanında, ikincil bir proje olduğunu daha önceki iletimde yazmıştım. Bir de tabii Cyrano’nun dediği gibi Müslümanların ve Hristiyanların yaptıklarını alt alta toplarsanız, hangi din mensuplarının daha fazla şiddete bulaşmış olduklarını da somut olarak anlama olanağına kavuşursunuz.
-
Kemal Kılıçdaroğlu ve Yeni iddialar.
Ülke Tv deki tartışma programlarına çıkan Yaşar Okuyan, Ceyhan Mumcu ( Uğur Mumcunun kardeşi ), Can Ataklı gibi isimler çapraz ateşle sürekli sözleri kesilerek konuşturulmamış, konular boğuntuya getirilmişti.
-
İmam nikahlı eşe tazminat!
Sn. Bekir, İkimizin de atladığı şu galiba; 1. ve 2. fıkrada söz konusu olan, birden çok resmi evlilik, hileli resmi evlilik...Tespit edildikten sonra iptal edilmesi kararının kesinleşmesi ile suçun zaman aşımının başlaması normal görünüyor. Suç işlenmiş ama bitirilmiş yani suçun tamamlanmasından sonra başlıyor zaman aşımı.
-
KADINA ŞİDDET ve TACİZ... 25 Kasım tüm dünyada “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü” olarak kutlanacak...
Sn.Mavi, yazıyı okursanız Türkiye'den bahsediyor, Suriyeden değil. Ben işkence yok demedim. Tabii ki göz altında, işkence , tecavüz, taciz kbul edilemez ve lanetlenmelidir. Ama olaylar çarpıtılmamalıdır. Karınca, bir yazıyı yapıştırdıysa arkasındadır ve her noktasına katılıyor demektir. Katılmadığı noktalar varsa belirtmelidir. Kendi düşüncelerine pek rastlamadım. Bu önüne geleni yapıştırma olayı bence gereksiz. İnsan kendi düşüncelerini kendisi ifade edebilmeli değil mi ?
-
IRKÇI TERANELER
Demirefe, laiklik başlığı altında, laikliğin ne demek olduğu konusunda anlaştığımızı zannediyordum ancak görüyorum ki anlaşamamışız. Sen yine, Laikliğin dinsizlik anlamına geleceğini, üstelik dincilere hak vererek beyan ediyorsun. Kişinin, metafizik dini bir inancı olabilir, bunun laiklik ile ilgisi yoktur. Laiklik demek, din kuralları ile devleti ve toplumu ilgilendiren kuralların düzenlenemeyeceğidir ve kişiler bunu kabul ediyorlarsa laik olurlar. Yeterince anlatamamışım demek ki, bizdeki laiklik, dinin özüne dönme ile birlikte düşünülmelidir. Kuran’daki, tarihi bir takım anlatımları hüküm kabul edip, genelleştirerek tüm zamanlara yayma modası Emevi’lerle başlamış, İslam dini, bir Arap emperyalizmi biçimine dönmüştür. Bu nedenle, Farabi, İbn-i Sina gibi Müslüman bilginlerin aklı öne çıkaran dönemi, Kuran’ı motomot anlama ve hüküm çıkartmalar yüzünden sona ermiştir.Bu anlayışa bakıp da İslam’ı eleştirmek yanlıştır. Kuranı özüne uygun olarak yorumlayanlar da vardır. Dinci, Mezhepçi İslam’a gösterdiğin anlayışı ve saygıyı, akla dayanan yorumlamalarla Kuran İslam’ını destekleyip inananlara da göstermelisin. Tarihte, Kur’anın yanlış yorumlanmasından dolayı bir Arap emperyalizmi ve yayılmacılığı dönemi olmuştur.Ancak, buna tepki olarak Haçlı seferlerinden itibaren, Hristiyan batının, Müslüman ülkelere karşı sistemli bir hareketi de gerçektir. Bunların uzantıları da günümüze kadar gelmiştir. Papa’nın açıklamaları da bu nefretin devam ettiğini gösterir. BOP,ılımlı İslam, Medeniyetler İttifakı, Papa’nın ziyareti hep bu bağlamda düşünülmelidir. BOP projesi, Ilımlı İslam, uluslararası şirketler kapitalizminin güdümündeki batı emperyalizminin, kökünde şiddeti barındırdığını ve teşvik ettiğini düşündüğü İslam dinini ehlileştirmek ve kontrol altına almak çabasıdır. Bu bağlamda hem katı Hristiyanların hem de emperyalistlerin çıkarı örtüşür. İkincil bir proje de, insan haklarından haberi olan, eğitimli Müslümanların, Mezhepçi yorumlardaki çelişkiler ile köşeye sıkıştırılıp İslam’ın tamamen ortadan kaldırılmasıdır. Bu propaganda ile diğer Müslüman ülkelerdeki gelişebilecek muhalefetin önü alınarak, Irak işgalinin, Filistin işgalinin sorumlusu olarak Müslümanlar ve İslam dini gösterilmek istenmektedir. Amaç, ‘Müslümanlık zaten budur’, ‘İnsan layık olduğu biçimde yaşar, pis Müslümanlar bunu hak ediyor zaten’ görüşünü yaymaktır. Bu da, temelde, Ortadoğu halklarının ırklarını dinsel kimlikle yapışık gören, kültürel ve ırksal anlamda kendilerini üstün gören batı ırkçılığının söylemi ile aynıdır. Çözüm, Müslümanların skolastik düşünceden kurtulmaları, Kuranın özüne dönmeleri ve emperyalizm gerçeğini görmeleri ile olacaktır. Yani, Radikal Mezhepçi İslama da, Ilımlı İslama da karşı çıkmaları, Kuran’ın özüne dönmeleri gerekmektedir.
-
KADINA ŞİDDET ve TACİZ... 25 Kasım tüm dünyada “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü” olarak kutlanacak...
Sn.Karınca, Yapıştırdığınız bu yazıdaki bu bölüme de katılıyormusunuz ? Eminimki buna cevap vermeyeceksiniz çünkü büyük ihtimalle okumayacaksınız. Sizin işiniz anladığım kadarıyla yapıştırıp geçmek. Kürt halkına yönelik ne tür saldırılar var sizce ? Kürt illeri ne demek ? Kürt kadınlarına yönelik kısırlaştırma niyetleri neye dayandırılarak söylenmiş ? Bu nasıl ırkçılık ithamı ? Bu nasıl bir bakış açısı ? Sadece, Kürtler mi Kürt oldukları için gözaltına alınıyor ? Gözaltında yapılanları eleştirmek başka bir şey, bu yapılanların bir tür soy kırım olduğunu söylemek başka bir şey.Bu insanlar neden göz altına alınıyor, sırf Kürt oldukları için mi ? Ankaralı, Konyalı, İzmirli, Muğlalı, Tokatlı bir DHKP-C militanı da mı Kürt olduğu için tecavüze uğruyor ?
-
ÜLKENİN EN GÜNCEL KONUSU
Türkiye?de din istismarı konusu uzun yıllara dayanan, kanayan bir yaradır. Batı tarafından maddi ve manevi destek sağlanan gerici unsurlar ülkemizde inanılmaz derece de örgütlenmişlerdir. Bugün pek çok cemaat ve tarikat vardır. Bu tarikat ve cemaatlerin pek çoğunun şirketleri, öğrenci yurtları, dershaneleri, özel okulları, üniversiteleri, örgüt evleri vb. vardır. Bu cemaatler aracılığı ile gencecik beyinler yıkanıyor ve istismar edilen din ile tarikat şeyhleri ve cemaat önderleri rahat bir şekilde yaşıyor. Diğer karmaşık konu ise Laiklik kavramıdır. Bu konuda da tam bir toplumsal anlaşmaya henüz varılamamıştır. Laiklik, laikliği savunduğunu zannedenler ile laiklik düşmanları arasında kalmıştır. Günümüzde pek çok sözcüğün anlamının bilinçli olarak içinin boşaltıldığı gibi, bugünde Laiklik, Dindarlık, İslam gibi sözcükler farklılaştırılıyor. Bu sayede halk arasında bir anlam karmaşası oluşturuluyor. Bu karmaşa neticesinde laik-dindar kutuplaşması anlamsız bir biçimde gerçekleşiyor. Yeşil Kuşak Projesi kapsamında Türkiye?de İslam?ın özünü kavrayamayarak, İslam?ı siyasallaştırıp bundan menfaat elde eden ve kendisini dindar olarak takdim eden insanlar, bu kutuplaşmanın bir tarafını oluşturmaktadır. Sovyetlere karşı oluşturulan bu bloğun bir kısmı, Sovyetlerin yıkımından sonra yönünü Batıya çevirdi. Bu sebeple Batı?da İslami Fundamentalizm tehdit olarak algılanmaya başlandı. Okun yönünün kendisine çevrildiğini gören Batı, Ilımlı İslam adı altında yeni bir sistem geliştirmeye başladı. İslami öğretilere uygun davranmayan ve dini siyasete dâhil eden İslam cahili köktenci kesim ise, kendisini İslam?ın savunucusu sayıyor ve Batının kışkırtmasıyla Atatürk?e ve Laikliğe cephe alıyordu. İslam?ın özünde Laikliğin olduğunun farkına bile varmadan kendilerini İslamcı olarak sınıflayan kesimin davranışlarının İslam?la alakasının olmadığı açıktır. Cumhuriyetin temel kazanımlarına karşı olan Batı, bu köktencileri çok iyi kullandı ve oluşturacağı kutbun bir tarafına yerleştirdi. Kutbun bir diğer tarafında ise, Laikliğin özünü kavrayamayan, sözde Atatürkçü ve Laik geçinen diğer bir kesim ise yine Batı?nın amaçları doğrultusunda hareket etti. ?Ne kadar cami açılırsa, o kadar meyhane açarak Laikliği savunabiliriz?11 diyecek kadar Laiklik ve İslam cahili olan bu sözde Atatürkçüler, Atatürk?ü ve Laikliği hiçbir şekilde anlayamamıştır. Son olarak her iki tarafa da söyleyeceğimiz tek bir söz vardır. ?Laiklik dinsizlik değildir. Laiklik dinsizlik olmadığı gibi bağnazlıkta değildir.? Laiklik kavramı üzerinden hatalara düşmek ülkemizi çok derin sıkıntıların içerisine doğru çeker. Ülkemiz o kadar dış ve iç tehditle meşgulken bu konuyu en azından kendi içimizde kutuplaştırma yaratmadan çözmemiz gerekmektedir. Bu çözümü ise, gelecek arayışı içinde olan biz gençler çözeceğiz. -http://www.laik.kemalist.org/index.php?news=95- Kavram Karmaşası Ekseninde Türkiye'de Din İstismarı ve Laiklik
-
Kemal Kılıçdaroğlu ve Yeni iddialar.
Sn.Efendi Türkler, Alman Emniyeti iddiası ile demek istediğim, Alman Emniyetinin savunduğu bir iddia değil, Ülke TV'nin attığı bir iddiayı anlatmak istemiştim. Sauna konusu tamamen belden aşağı vurma amaçlı ( boksta bir tabirdir ), kaldı ki saunya gitmiş olmaları sadece onları bağlar, vicdani ve kişisel bir olaydır. Bunun dışında o arabada uyuşturucu yakalanmış mı ? Hayır ? Arabadaki adamların PKK bağlantısı İş mahkemesi emri ile kanıtlanabilir mi ? Hayır ? Ayrıca, o trafik makbuzunu Alman noteri mi tasdik etmiş, ona da bakmak lazım. Bir konunun google aramalarında çok olması da bir kanıt değildir. Ülke TV'nin programlarını da bilyoruz, sunucularının yanlı tutumunu da, Kemal Kılıçdaroğlunun Ülke Tv'ye çıkmak istememesi de anlaşılır bir durumdur. Belki seyretmişsinizdir, Ülke Tv deki tartışma programlarına çıkan Yaşar Okuyan, Uğur Mumcu, Can Ataklı gibi isimler çapraz ateşle sürekli sözleri kesilerek konuşturulmamış, konular boğuntuya getirilmişti.
-
Kemal Kılıçdaroğlu ve Yeni iddialar.
80 öncesi işlenen cinayetlerin olması bu adamların uyuşturucu bağlantısını ispatlıyor mu ? Bugün, siyaset yapanlardan kaç kişi 80 öncesi olaylara karışmamış ? İş Mahkemesi kararı patronun PKK’lı olduğunu mu yazıyor ? İşçi PkK’lı ise patron da mı PKK’lı olur ? Önce, Deniz Feneri kararından sonra CHP Alman devletinden yardım alıyor dediler tutmadı, şimdi de Kılıçdaroğlu’nu, PKK’lılarla birlikte olmakla suçlayan bir Alman Emniyeti iddiası! Yani, tam tersi… Bir karar versinler artık, CHP’yi Alman devleti destekliyor mu yoksa tersi mi ? Bu araştırmacı yazar Alman Emniyeti’nde ne tür bir görev yapıyor yoksa Ülke TV’nin polis muhabiri mi ?
-
TÜRBANLI CHP'LİLER
Yorum yazan arkadaşların çoğu samimiyete takmışlar. Söyleneni değil, söyleyeni hırpalamanın, üzüm yemenin değil bağcıyı dövmenin peşindeler. Onları ilgilendiren, bu ülkenin geleceği değil, alınan kararlardaki, söylemlerdeki sosyal fayda değil, Baykal üzerinden CHP’ye vurmak, bu kadar basit. AKP’nin hiç bir uygulamasındaki samimiyeti tartışmayan, o konularda sosyal fayda üzerine fikir yürütmeye çalışıp, ilerici bulanlar( İmam nikahına tazminat tasarısı, kömür, makarna dağıtmalar …), nedense CHP söz konusu olunca en küçük fırsatta samimiyeti öne sürüyorlar. Biri çıkıp, kültürünü(!) konuşturma derdinde, kırk yıllık Kani hikayesini anlatır, öbürü kendince mizah yapıp eğlenir, diğeri bu gelinen ortamdan CHP’yi sorumlu tutup sığ çıkarımlar yapar. Türkiye’de hangi partide gerçek anlamda demokrasi vardır ? Lider sultası olmayan tek bir parti gösterebilirmisiniz ? Doğrudur, CHP’de de bir Baykal tahakkümü vardır. Ancak, bu çarşaf tartışmasında görüldü ki, parti içinde tartışmalar ilkesel zeminde yapılabiliyor; bir Necla Arat çıkıp Baykal’ı sert bir şekilde eleştirebiliyor. Ama dikkat ederseniz, bu eleştiriler çıkar çatışması zemininde değil, ilkesel. Üstelik, hiçbir partide yapılamamış olan biçimde, herkesin gözü önünde yaşanan bir tartışma söz konusu.Ayrıca, partiye başvurup üyeliği kabul edilen belki 100 kişiye yapılan bir rozet takma töreninde 3-5 türbanlı kadının dikkat çekmesi ve basının bunu haber yapmasından doğal bir şey yok. Ne demişler, insan köpeği ısırırsa haber olur. Yani; sadece o türbanlılara yapılmış özel bir tören yok. Baykal’ın, bence gördüğü gerçek şudur ; maalesef, sosyal demokrat partilerin, soysal demokratların, laik görüşü benimseyenlerin halkımızın gözünde algılanan/algılattırılan/algılattırılmak istenen yüzü, dine karşı oldukları, dinsiz olduklarıdır. Bu propagandaların geçmişi eskidir, taa demokrat partiye ve öncesine dayanır ve dini siyasete alet etme geleneğinin çıkış noktasıdır. Bu propagandayı haklı çıkaran ve laikçi diye tabir edilen sosyal demokratlar da olmuştur, vardır. Sosyal demokratlara oy vermek isteyen ama bu yaklaşımlar ve propagandalar yüzünden ‘bunlar iktidara gelirse, bizi dinsizleştirirler’ korkusu ile vazgeçip diğer partilere mecbur bırakılan bir kitle vardır.Bunu daha önce fark eden DSP’nin lideri Ecevit, ‘dine saygılı sosyal demokrat’ söylemiyle yola çıkıp, oy veren halkın içini rahatlatmış ve gönül rahatlığı ile oy vermelerini sağlayarak başarılı olmuştur. Ben, bu yorumları bazıları gibi masa başından yapmıyorum, halkın içindeyim ve genelde algılanan husus budur. Bugün, AKP’den memnun olmayan, yolsuzluklarından, ekonomik gidişattan, dış politika garabetlerinden, sosyal adaletsizlikten bunalan halkımız bir alternatif aramaktadır. Eskiden, merkez sağ partilerine oy verenler, şimdi karşılarında böyle bir alternatif görememektedirler. Bu nedenle, ülkenin geleceği için gereken sosyal demokrat politikaların hayata geçirilmesi adına, Baykal’ın bu hassasiyetini, halka verdiği mesajı doğru buluyorum. Laikliğin anlamını anlayamayan, Laikçi diye tabir edilen insanların tepkisini de anlayabiliyorum ve fikirlerini son derece yanlış buluyorum. Baykal’ın söylediği yeni bir şey yok, Laiklik anlayışında da bir değişme yok, üye olan türbanlı kadınlara da bir vaadi yok, bu türbanlıların laiklik karşıtı bir beklentisi de yok. Gelelim, Baykal’ın oy kaygısıyla, kendi çıkarı için böyle bir açılım yaptığı iddiasına. Bildiğim kadarı ile Baykal yada çevresinin herhangi bir sermaye grubu ile bir ortaklığı yok. İktidar olmayı kendi ego tatmini nedeniyle de istemiş olabilir ancak zamanında sosyal demokratların aynı çatıda birleşmesi uğruna Ecevit’e yaptığı tahtından feragat teklifini unutmamak gerekir, aynı şekilde Erdoğan’a dokunulmazlıkların kaldırılması için yaptığı teklifi de göz ardı etmemek gerekir. Özellikle, balık hafızalı olanlar, değerlendirme yaparken daha objektif olmalılar. Bu arada, dikkatimi çeken bir husus ta, Baykal ile ilgili yorum yapan kadın yorumcuların değerlendirmelerindeki hissettiğim, Özal’ı sevimli bulup oy verenlere benzer şekilde bir yaklaşımla, ‘boyuna posuna, tavrına tarzına hayran’ olunan Erdoğan için yapılan olumlu yorumların aksine Baykal’ın dediklerine değil, tavrına, tarzına gıcık olup kadınca bir sezgi ile olumsuz değerlendirmeler yapmalarıdır. AKP’nin en güçlü olduğu dönemde CHP’den kopan Zafer Üskül neden çıkarcı diye anılmıyor veya Meclis başkanı yapılan Ertuğrul Günay ? Ancak, bence CHP'nin üzerine yapıştırılan dine, halkın değerlerine karşı olduğunun geçersizliği mesajı bu şekilde verilmez, Sn.Can Taylan’ın da dikkat çektiği üzere bu yanlış bir yöntemdir. Baykal’ın, 2002’de, Erdoğan’ın, Siirt’ten milletvekili şeçilmesini desteklemesi ve meclise girmesini sağlaması gibi vahim bir hatadır…Bence, Baykal yanlış bir yöntem seçmiş ve yine saçmalamıştır.
-
Mustafa filmine elestiriler...
Söylediklerinle fikirlerinin çeliştiğinin farkındamısın ?
-
ÜLKENİN EN GÜNCEL KONUSU
Fatih, Mevlana, Hacı Bektaş, Yunus, Turgut Reis, Barbaros ... daha sayayım mı ? Şimdi, Menderesten girip Özaldan, Erdoğandan çıkardım ama uzun olur, Sn. 'Last Ottoman' Osmanlı devam etseydi, Hayırsız ada bile kalmazdı elimizde, merak etme Sn.'Last Ottoman' O topraklar 1914'ten itibaren 1.Dünya Savaşında gidenler, Kurtuluş Savaşı olmasaydı şimdiki 778 bin km2'dan da bahsedilmeyecekti belki sen ve ben bile olmayacaktık. Yada olsak bile adımız coni, mayk olurdu herhalde Sn.'Last Ottoman'
-
ÜLKENİN EN GÜNCEL KONUSU
Gençlik hatası diyelim zaman, yakında farkederler hatalarını Allah, Allah, vay be! Demek ki 17.yy'dan beri toprak kaybetmesi ve çöküşü bu kendinden emin ve açık görüşlülüğündenmiş Çanakkale'de 19.Tümene bağlı 57.Alay olmasa, şimdi konuşamıyor olacaktık belki de. O alayın başında da Von Sanders'in askeri dehasından övgü ile bahsettiği Kurmay Yarbay Mustafa Kemal vardı. Sen koskoca Osmanlı ordusunun başındaki Alman Generalle övünmeyi ulusal onurunla nasıl bağdaştırıyorsun, bu ne perhiz bune lahana turşusu! Evet, bizim redettiğimiz şeyler hem Alman hem de Anglosakson emperyalizmi! Ruhumuza ters olan ve karşı çıkmamız gereken gerçekleştirmediğimiz sanayi devrimi değil herhalde. Bunun sorumlusu da Cumhuriyet değildir. Cumhuriyet devrinde açılan fabrikaları harita üzerinde göstersem küçük dilini yutarsın. Bu gelişmeye engel olan ve ülkeye kültür emperyalizmini taşıyan ABD sempatizanı Menderesten taaa Özala, Çillere, Erdoğana gelen bir teslimiyetçi zihniyettir. Eleyemediği ortada, Mezhepçi İslam anlayışı hortladı ki ne hortlama! Dünyada ilk renkli TV yayını 1954 yılında yapıldı. Yaygınlaşması ise 10 yıl sürdü yani 1964. ise 1966'da ilk renkli yayını gerçekleştirdi. TRT, televizyonda tamamen renkli yayına 1984 te geçti. Bir de Matbaa'nın Osman'ya gelişini konuşsak. Johann Gutenberg ise çırağı Fust, ilk çalışmaları olan 42 satırlık İncil’i 1455 yılında basmışlardır.Osmanlı topraklarında çalışan ilk matbaadan 234 yıl sonra Osmanlı'nın İslam tebaasından olan İbrahim Müteferrika, Lale Devri olarak bilinen dönemde, 1727 yılında matbaasını kurmuştur. Evet beyler tam 234 yıl sonra! Neymiş bu Osmanlı ya, kıymetini bilemedik, bu Cumhuriyet başımıza bir sürü şey açtı, binlerce okunacak kitap ve seyredecek Tv programı ve internet! O dönem kapatılan Tarikatların liderleri bile itiraf ediyor, Tekkelerin kokuşmuşluğunu. Medeniyet tarikatı lafının hoş bir latife olduğunu göremiyormusun ? Kimmiş o ''hakiki alimler' Şeyh Sait mi ? Menemen'de Kubilay'ın başını kesen Derviş Mehmet mi ? İşte, AKP zihniyetini çok güzel tanımamış oldun. Teşekkür ederim. Yaz yaz da hepsini çürütelim. Latin alfabesine geçmeden okuma yazma oranlarına bir bak istersen. Arap alfabesi özümüz mü ki ? Göktürk, Uygur desen neyse. Cuma namazına gidemiyormusun ? Cuma günü tatil olacağı nerede yazıyor. Tatil olsa her şey çözülecek mi? Yoksa, karışacak mı ? Bir düşün bakalım. Yabancı devlet adamları, iş adamları cumartesini mi bekleyecekler ?
-
ÜLKENİN EN GÜNCEL KONUSU
Aynı! Yani Ben de itiraz ediyorum. Çağdaş olmak Batılı olmak değildir.
-
IRKÇI TERANELER
Güzel İttihatçı Jön Türk Enver Paşa tarafından yükselmesi önlenen, Çanakkale savaşındaki, Kurtuluş Savaşımıza nüve teşkil eden kararlardaki dehasıyla Mustafa Kemal Atatürk'ün değerini anladığınıza memnun oldum. Ben de teşekkür eder, en derin saygılarımı sunar, başarılarınızın devamını dilerim.
-
IRKÇI TERANELER
19. Tümen komutanı Kurmay Yarbay Mustafa Kemal çıkartma başladığı sıralarda 57. Alay ve bir topçu bataryasıyla Conk Bayırı’na hareket etmişti. Karargahta, 3. Kolordu Komutanı Esat Paşa’ya (Albay Mehmet Esat Bülkat Bey’e) kararını anlatmıştır. Esat Paşa, bu kararı onaylamış, Albay Halil Sami Bey’in 27. Alay’ını da yarbayın komutası altına vermiştir. Esasen 19. Tümen, ordu ihtiyatıdır, ancak Mareşal Sanders’le halen temas kurulamamış olması nedeniyle Esat Paşa, kendi inisiyatifini kullanarak tümeni komutası altına almış ve Mustafa Kemal’in görüşü yönünde görevlendirmiştir. Bu arada Kılıçbayır yönüne sevk edilen Avustralya birlikleri, bölgeye ulaşır ulaşmaz muharebeye sürülmektedir. Çünkü Türklerin sırtlardan aşağı akıp cephe hattını kırmaları an meselesi olarak görünmektedir. 19. Tümen’e bağlı dört alayın bölgeye intikali ardından Türk Arıburnu Kuvvetleri Yarbay Mustafa Kemal Bey emriyle saat 15:30 dolaylarında yeniden bu kez toplu olarak taarruza geçmişlerdir. General Hamilton anılarında şöyle anlatır. “Gebe dağlar Türk doğurmakta devam ediyor. Bizim mevzilerimizin en yüksek ve en merkezi yerine birbirini kovalayan dalgalar halinde yükleniyorlar.” (Vikipedi ) Çanakkale Boğazını gemilerle geçemeyeceklerini anlayan düşmanlarımız, topraklarımıza karadan girmeyi denediler. İngiliz, Fransız, Avustralya, Yeni Zelanda ve diğer bazı sömürge ülkelere ait askerler 25 Nisan 1915 günü karadan çıkarma yapmaya başladılar. Kara savaşları, 9 Ocak 1916 tarihinde son düşman birlikleri de geri çekilene kadar devam etmiştir. 6-7 Ağustos 1915 gecesi Anafartalara yapılan çıkarma harekatını Mustafa Kemal komutasındaki birliğimiz durdurmuştur. 25 Nisan 1915 ve 9 Ocak 1916 tarihleri arasında , yaklaşık sekiz ay boyunca şiddetli kara savaşları olmuştur. ( cafesiyaset ) 1908’de Genç Türkler İhtilali ile yıldızı parlayan Enver’in hızlı yükselişi 1913’te Yarbayken yine aynı senenin sonlarında Albaylığa, 19 gün sonra 1 Ocak 1914’te Paşalığa yükselmesi ile başlar. Kabineye Harbiye Nazırı olarak girer; Genelkurmay Başkanlığı’ndan bir süre sonra da Başkumandan Vekilliği yetkilerini de elinde toplar. Naciye Sultanla evlenip, saraya, Padişaha damat oluşu da bu safhaya rastlar. Enver Paşa kendini zirveye ulaştıran basamakları yine kendi elleriyle döşemişti.Web Siteme Git Kelime oyunları ile nereye varacağınızı sanıyorsunuz ?
-
IRKÇI TERANELER
Atatürk diktatör değildi Bütün gücün Atatürk'ün elinde toplandığı bir an bile olmadı. Meclisi var, hükümeti var, yargıları var. Söyleyip de yaptıramadıklarını konuşalım mı? 3 kere toprak reformu için neredeyse yalvarıyor ama yapılmıyor. Meclisin fesih yetkisinin Cumhurbaşkanı'nda olmasını istiyor, 'Diktatörlük olur, hayır' diyorlar. Veto hakkını kullanmak istiyor, 'Hayır' diyorlar. Birinci Büyük Millet Meclisi'nde de İkinci Büyük Millet Meclisi'nde de Ortaçağ galip gelmiştir. Atatürk keşke diktatör olsaydı da şu toprak reformunu getiritip bizim köylümüzü çiftçi yapabilseydi. ( Turgut Özakman ) Atatürk cepheye giderken Meclis’te, “Benim Başkumandan olmamı kabul eden var mı?” diye oylama yapıyor. Böyle bir diktatör olabilir mi? ( Mustafa Balbay )
-
IRKÇI TERANELER
Öncelikle hoş geldin diyelim. Bir son Osmanlımız eksikti, o da, sen geldin, tamamlandı çok şükür. Arkadaşım, Osmanlı zamanındaki 300 kadar misyoner okulunun Cumhuriyette kapatılmasından mı bahsediyorsun ? İngilizlerin her fırsatta kullandığı ( bkz. Şeyh Sait olayı ) hurafelerin üretildiği, Kuranın özüne aykırı Tekke ve Zaviye gibi çürümüş kurumların kapatılmasından mı söz ediyorsun ? Emperyalizmin son oyunu ‘Medeniyetler İttifakı’ yalanını, Papa’yı ortaya atıp kullananlar ve buna boyun eğen ülkemizdeki iktidar sahipleri dışında, Papa denilen şahısı o diyarlarda takan var mı zannediyorsun,? Halife zannettiğin şahısı, müslüman Arapların 1. Dünya Savaşında taktığını mı zannediyorsun ? Çanakkale'de, Churchi'li yenmiş bir insana mı, İngilizlerin subayı iftirası atıyorsun ? Vahdettin'in torunlarının bile takdir ettiği ve haklı bulduğu bir insanı, sen nasıl yabancı ajanı ilan edersin ? Batı'da, o Kral ve Kraliçe'leri, takanlar olsa yerlerinde kalacaklarını mı zannediyorsun ? Onların sembolik ve tarihi olarak bir kültürel, müzelik, turistik unsur oldukları gerçeğini neden çarpıtıyorsun ? “Garplılaşmak demek, içimizdeki o her şeyi kötürüm eden “menfi köhne Şark’ı” öldürmek ve Ortaçağa has dünya görüşünü, ve o ortaçağa has hayat sistemini yıkmak, ilimde ve sanatta bütün eski ve yeni prejüjelerden, düne ve bugüne ait her türlü fikir ve ruh esirliğinden kurtulmak, tabiatı, hayatın, ilimlerin ve sanatların kafaları ve vicdanları ihtilale veren mukaddes ateşini tutuşturmak demektir “ "Şu anda batıl itikatlardan oluşan ikinci bir din mevcuttur.Fakat bu cahiller sırası gelince aydınlatılacaktır. " "Türkiye bir maymun değildir. Ne Amerikanlaşacak ne de Batılılaşacaktır. Türkiye yalnızca özleşecektir." "Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır." "Milletimizin içinde hakiki, ciddi alimler vardır. Milletimiz bu gibi alimleriyle iftihar eder. Bu gibi alimlere gidin, bu efendi bize böyle diyor, siz ne diyorsunuz deyin. Fakat umumiyetle buna da ihtiyaç yoktur. Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Eğer bizim dinimiz akla mantığa uygun bir din olmasaydı mükemmel olamazdı, dinlerin sonuncusu olmazdı". "Bütün zorba hükümdarlar hep dini alet edindiler; Hakiki ulema, dini bütün alimler hiçbir vakit bu zorba hükümdarlara boyun eğmediler. Fakat gerçekte alim olmamakla beraber, sırf o kılıkta bulundukları için alim sanılan, çıkarına düşkün haris ve imansız bir takım hocalar da vardır. Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve işte bunlar dine uygundur diye fetva verdiler. Gerektikçe yanlış hadisler uydurmaktan çekinmediler. Gerçek ve imanlı ulema her vakit her devirde bunların kinine hedef oldu. " "Milletimiz daha da dindar olmalıdır diyorum.Ama bütün sadelik ve güzelliği ile.Dinime,bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum.Şuura aykırı ilerlemeye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor." ” Biz Garb ( Batı ) medeniyetini bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz, onda iyi olarak gördüklerimizi, kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya medeniyet seviyesi içinde benimsiyoruz ” “Dünya’nın bize saygı göstermesini istiyorsak, önce bizim kendi benliğimize, ulusal varlığımıza, bu saygıyı duyguda, düşüncede, açıkça bütün davranış ve tutumumuzda göstermemiz gerekir. Bilelim ki ulusal benliğini bulamayan uluslar başka uluslara av olurlar ” Mustafa Kemal hiçbir yerde Garp demez, muasırlaşmak der. Muasırlaşmak demek çağdaşlaşmak demek, Garplılaşmak demek Batılılaşmak demek. Mustafa Kemal Batılılaşmayı düşünmüyor. Mustafa Kemal çağdaş bir ülke olmayı düşünüyor. Sana tavsiyem, bu sözleri iyi düşün öyle yorum yaz!
-
TÜRBANLI CHP'LİLER
AKP'nin yolsuzluklarını, yanlışlıklarını dile getirmekten vakit kalmıyor herhalde Kemal Kılıçdaroğlu'nun CHP'nin çözüm önerilerini açıkladığı programların yayınlandığı TV'leri hiç seyretmediğiniz anlaşılıyor. Arkadaşım, yaptıklarının yanlış olup olmadığı tartışılan Baykal'ın üzerinden CHP'ye vurmak doğru bir yaklaşım mı sence ? Burada tartışılan konuyu atlamamanı ve varsa fikrini ortaya koymanı tavsiye ederim.