Dogrucudavut tarafından postalanan herşey
-
Kur’an’dan rahatsızlığın öfkesini Atatürk’ten almaya adamlık demezler.
Bugün İslâm dünyasındaki düşünce hayatında birbirinden ayrı üç Kur’ân tasavvuru bulunmaktadır. Aşağıda bu üç tasavvuru yer yer meteforlara da başvurarak izah etmeye çalışacağım. I – Birinci tasavvur,tarih boyu İslâm dünyasında egemen olmuş Sünni tasavvurdur. Bu tasavvura göre Kur’ân kutsal bir kitaptır. Mutlak olan Allah’ın mutlak kelâmıdır. O’nun zatı ile kaim ezeli sıfatları olan ilim, irade ve kelâm sıfatlarının bir tecellisidir. Bundan dolayı “Kelâm-ı Kadîm”dir. Yaratılmamıştır. “Kelâm-ı Nefî” olarak yani mana olarak Allah ile birlikte ezelidir. “Kelâm-ı Lafzi” olarak yani Arapça olarak Hz. Muhammed’e 7. yüzyılda indirilmiştir. Hitabı ve hükümleri evrenseldir. Yani bütün insanlaradır. Hükümleri itibariyle tarih üstü, toplum dışı sabit ve mutlaktır. Tanrı nihaî hakikati söylemiştir. Bu inanç giderek bütün hakikati söylemiştir kanaatine dönüşmüştür. Teşbihde hata olmaz. Onun taşı toprağı (harekesi-harfi cerri) altındır. İbarelerin, ifadelerin, cümlelerin altında binlerce anlam gizlidir. Her çağa göre manalar çıkarılabilir. O evrensel bir akide ve evrensel bir şeriattır. Vahiy, aklın alternatifidir (akıl-nakil). Aralarında derece farkı değil; mahiyet farkı vardır. Vahiy (Kur’ân), tabir yerindeyse Allah’ın aklının bir ürünüdür. Kur’ân’ın içerdiği dini ruh, şeriatı da beden metaforlarıyla karşılayacak olursak; onun ruhu da bedeni de kıyamete kadar bakidir, değişmez ve evrenseldir. Bu Kur’ân anlayışını ‘Ay’ meteforuyla da izah edebiliriz. Ayın sınırları bellidir. Sönmüştür, ancak sürekli ışık verir. Ayın ışık kaynağı Güneştir. Kur’ân da sabittir. (Mevrid-i nassda içtihata mesağ yoktur). Ancak, Ayetlerden her zaman yeni manalar çıkarılabilir. O manaları ayetin altına Allah depolamıştır. Böylesine mutlak-kutsal-sabit bir Kur’ân anlayışı doğal olarak Hz. Muhammet ve onun hadislerine de sirayet etmiştir. ‘Sahih-i Buhari’nin veya ‘Kütüb-i Sitte’nin neredeyse Kur’ân’a denk epistemolojik otoritesi buradan gelir. Mutlaklık veya kutsallık anlayışı mıknatıs gibi yakınında duran şeyleri kendine çeker ve onları ‘yerden’ kaldırır. Hz. Muhammed’in “Nur-i Muhammedi” kavramıyla varlığın ontolojik kaynağı haline gelmesi veya “levlake levlâk, Lema halaktu’l-Eflâk = sen olmasaydın evreni yaratmazdım” anlayışı buradan çıkar. Artık Hz. Muhammed “Arpa ekmeği yiyen Arap bir kadının oğlu, içimizden birisi değil, “fahr-i kainat”tır. Bu kutsallık ve mutlaklık Hz. Muhammed ve hadislerden geçerek Sahabeye, tabiun’a ve mezhep imamlarına sirayet etmiştir. Özetle, mutlak, kutsal ve sabit olan “merkez” etrafını, çevresini de kendine benzetmiştir. II- İkinci Kur’ân tasavvuru, İslâm dünyasının ve düşüncesinin çöküşüyle beraber pozitivist bilim felsefesinin etkisinde kalan laik Müslüman aydınlarda oluşan tasavvurdur. Onlara göre Kur’ân, sönmüş bir yıldız gibidir. Zayıf bir parlaması vardır o kadar. Aklın ‘aydınlama’sından sonra ona bir ihtiyacımız yoktur. Biz ilhamımızı gökten değil akıldan almalıyız. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir. Bilim ve akıl sadece “Nasıl?” sorusunun cevabını vermez. “Niçin?” sorusunun cevabını da verir. Kur’ânın ruhu da bedeni de tarihseldir. Ortaçağın mistik aklının ürünüdür. Onun şeriatı “çöl kanunu”dur. Kur’ân kendi döneminde fevkalade ileri-devrimci adımlar atmıştır, fakat o adımların bugün için bir örnekliği veya kılavuzluğu söz konusu değildir. Halkın dini inancının kaynağı olması hasebiyle dolaylı bir saygınlığı vardır. III – Üçüncü tasavvur yeni oluşmaktadır. M.İkbal, Fazlurrahman, H. Hanefi, M. Abid el-Cabiri, R.Garaudy, Ali Şeriatî, Abdulkerim Suruş, Mehmed S.Aydın, Mehmet Hatiboğlu gibi Müslüman entelektüeller tarafından savunulmaktadır. Bu tasavvurun ortak paydasını şöyle özetleyebiliriz: Mu’tezile’nin savunduğu gibi Kur’ân Allah’ın fiil sıfatlarından olan irade ve kelâm sıfatının ürünüdür. Yani ezeli değildir, yaratılmıştır. Mutlak olan Allah rölatif olan varlıkla ilişkiye girdiği zaman, çıkan ürün rölatiftir, mutlak değildir. Çünkü, Kur’ân’ı oluşturan dil (Arapça), Hz. Muhammed (insan) ve Arap toplumu rölatiftir. Vahiy ilişkisi bir zamanda (7.yüzyıl) ve bir mekanda (Arap yarımadası) vuku bulmuştur. Kur’ân, Lahûtî (ilahi) olduğu kadar nasûtîdir(insanidir). Allah insan aklı ve insan diliyle insana hitap etmiştir. Vahiy ile insan aklı arasında mahiyet farkı değil, derece farkı vardır. Vahyin fikri muhtevası Arap kültürünün ve Arap zihin dünyasının içindedir. Tevrattan, İncilden dini fikirler içerdiği gibi, Arap cahiliye döneminin doğru fikir ve fillerini de içerir. Başta Hz. Ömer olmak üzere Hz. Muhammed ve arkadaşlarının doğru görüp uyguladıkları fikir ve fiiller vahiy tarafından onanır. (Muvafakat-ı Ömer). Bundan dolayı Musa Carullah, bazı farzların temelinin sünnet olduğunu savunur. Bu bakış açısına göre vahyin bir dudağı gökte, bir dudağı da yerdedir. Yukarı aşağıyı belirler, aşağı da yukarıyı. Kur’ân sadece gökten inmemiştir, aynı zamanda yerden bitmiştir. Yerle gök arasında diyalektik bir ilişki söz konusudur. Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya insanın hakkı insana verilmiştir.(Esbab-ı Nuzul, Nesih-Mensuh, Mekki-Medeni.) Allah, Araplara hitap etmiştir. Arapça ile bütün insanlığa hitap etmemiştir. O günkü iletişim imkânlarını ve yabancı dil bilme oranını göz önünde tutarsak bu son derece doğaldır. Aksi, abes olurdu. Allah dini Arap olmayanlara yayma sorumluluğunu (şahidlik.2/143) Araplara yüklemiştir. Kur’ânda tekrar hatırlatılan (tezkire) ‘ed-Din’ Hz. Ademden beri peygamberlerin tebliğ ettikleri dindir. Yani İslâmdır. Ruh –beden metaforuna tekrar başvurursak, bu tasavvura göre Kur’ânın ruhu Hz. Ademden kıyamete kadar sabittir. Bunlar da Tevhid, MEAD (ahiret), ibadet (tapınma) ve Adalettir (salih amel/ahlak). Kur’ânın bedeni ise (şeriat) tarihseldir. Yani Kur’ândaki sosyal ve siyasi hükümler (muamelât) Arap toplumunun maslahatları göz önünde tutularak oluşturulmuştur. Çünkü, sabit olan ed-Din, indiği toplumun yapısına göre ‘tedeyyûn’ eder. Etini ve elbisesini tarihten ve toplumdan giyer. Vahyi ve ilahî (semavî) anlamda din tektir. Şeriatler ise muhteliftir. Son şeriatın (Kur’ân ve Sünnet) ismi de ‘Şeriat-i Muhammedi’dir. Ortaçağda ‘islâmi İlimler’i tedvin eden Müslüman alimler, Arapların ihtiyacını karşılayan ‘Şeriat-ı Muhammedi’ (Kur’ân-Sünnet) den ümmetin bütününün ihtiyaçlarını karşılayacak ‘islâm şeriatı’nı (İslâm medeniyetini) inşa ettiler. Geleneğin katılığı ve taklidin yaygınlığı nedeniyle yeniçağa geçerken bu ortaçağ şeriatı aşılamadı. İslâm dünyasının her alanda yaşadığı krizin anlamı budur. Bugün ‘şeriat’ denince herkesin şuuruna üşüşenler bunun kanıtıdır. Bu tasavvura göre Kur’ân güneşe benzer. Güneş sıcaktır, dinamiktir varlık olarak sınırları belli olsa da ışıma yoluyla görülmez. Işıma yoluyla kendinden bir şeyler kaybeder. Kur’ân’ın ışıması Müslüman entelektüelin kalbi (aklı ve sezgisi) vasıtasıyla olur. Kur’ân’ı okuyan mümin entelektüel, ondan kimliğini, kişiliğini, benliğini, karakterini ve bilincini oluşturur ve dünyevi olgular, olaylar, fenomenler dünyasına dalar ve sorun çözer. Kur’ân’ı tefsir etmez. Olayları tevîl eder (aslına, hakikatine icra eder, çözer). Bundan dolayı peygamber “Ma raahu’l-muminune hasenen fehuva intallahi hesanun= müminlerin iyi gördüğü, Allah indinde de iyidir” demiştir. Bu durumda hata da yapılsa bir sevap alınır. Hz. Ömer böyle bir şahsiyet idi. Bu tasavvura ‘fenomenolojik’ tasavvur ismi verilebilir. Olguların özüne bakar. Kur’ân bütünüyle ‘ölçü’ değildir. Örnektir. Örneği kavrayan, Allah’ın karakterini ve insanlardan ne istediğini anlayan mümin, Allah gibi sorun çözer, kitap yazar, hüküm koyar. Çünkü ‘her dönemin ayrı bir hükmü vardır’(13/98). Kitabı şerh etmez. Bulunduğu epistemolojik zemin yorumsamacıdır. hermenötiktir. Rölativizm ile mutlak hakikat iddiasının arasında, dinlemeyi bilen, hakikatin bulunabileceğine inanan, delile dayanan, iknai bir yoldur bu. Bu tasavvuru bir başka metaforla da açıklayabiliriz. Bu tasavvurun Kur’an kavrayışı ‘yağmur’a benzer. Yağmur rahmettir. Yağmuru oluşturan su yeryüzünden gökyüzüne çıkar ‘bulut’ olur yoğunlaşır ve yere ‘yağar’. Vahyin, Kur’ân’ın fikri malzemesi de yerden alınır. Vahyin bütün verileri yeryüzüne aittir. Olgular, niyetler, duruşlar, fiiller Allah tarafından Semadan dinlenir ve Vahiy pasajları (ayetler) olarak ‘inzal’ edilir. Vahiy, Kur’ân’da rahmettir(7/203).Yağmur humuslu topraklarda berekete dönüşür. Vahiy de kalbi ‘yumuşak’ olan insanlarda hidayete dönüşür. Bu bakış açısında merkez dinamik olduğu için çevre ve etraf da dinamiktir. Hz. Muhammed ve Sünneti de ölçü değil, örnektir (usce). Kur’ân ile sünnet arasındaki fark Allah ile Hz. Muhammed (halik-mahluk) arasındaki fark kadar büyük değildir. Hz. Muhammed’in yanılabilirliği oranında azdır. İnsanların en hayırlıları Sahabe, sonra tabiun, sonra etba-ı tebiun değildir. İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir. En hayırlıları en muttaki olanlarıdır. Üçüncü tasavvura göre din, salt bir takım kutsal kişiler (peygamber, sahabe, veli, şeyh, imam, ilahiyatçı,vs.) kutsal mekanlar (Kâbe, Mescid-i aksa, cami,vs.), kutsal zamanlar (Ramazan, Cuma, Kadir gecesi vs.), kutsal nesneler (Kur’ân, zemzem, tesbih, seccade, sarık, cübbe, vs.) değildir. Din salt ahiret için (köşk, şarap, huri) yapılan bir takım özel ibadetler (hacc, oruç, namaz, Kur’ân okuma vs.) de değildir. Din, Tevhid inancı ile birlikte (iman) bunun zorunlu yansıması olan adalettir (salih amel). Din, dünya içindir, dünya da ahiret içindir. Din, gün boyu iyiliği, adaleti hakkaniyeti ayakta tutmaktır, bunları ikâme etmektir. Kötülüğü, haksızlığı, zulmü engellemektir (emr-ibil ma’ruf ve nahye ani’l-munker). Sosyal ve siyasal günah işlememektir. Çünkü bunlar büyük günahlardır. İnsan hakları ihlalleri büyük günahlardır. Ahlâki her davranış, gün boyu işlenen daimi sevaptır, ibadettir. Bir öneriyi, çözümü, fikri ve fiili ‘dini’ kılan şey, başına bir ayet veya hadis yerleştirmek değildir. Muttaki bir bilinç, temiz bir vicdandan gelen her öneri, çözüm, fikir ve fiil, dinîdir. ( İlhami Güler )
-
5,5 MİLYON SEÇMEN NEREDE ?
Sn.dünyahepimizin, bence, katılmadan önce konuyu anlayın, derim.. Saygılar.
-
5,5 MİLYON SEÇMEN NEREDE ?
Bekir, söylediğimiz bu değil, seçmen niye arttı denmiyor. Elekronik ortam-mernis gibi projelerinden önce insanlar mahalle muhtarına bile kayıt olmuyorlardı. Olsa bile, başka yere taşındıklarında, kaydını almayıp, yeni taşındığı yerdeki muhtarlığa da kayıt yaptırıyorlardı. Muhtar nerden geldiğini sorsa bile uzaktan yazılırdı. Bu gibi çarpıklıklar pekala mükerrer oy için kullanılabilir. Madem kendinden örnek vermişsin, ben de kendimden örnek vereyim: Ben, bu ülkede, 27 senedir seçmenim, oy kullanıyorum. Seçmen bilgi kağıdı hep adresime gelmiştir.Taşındığım zaman da eski mahallemden kaydımı alıp yeni mahalleme kaydettirmişimdir. Konu senin 2007 yılında kaydolman değil, 2008’de olması gereken seçmen sayısının, nüfus artışına bağlı olarak, 2002 ve 2004’e göre az çıkması. 5 milyonu AKP türetti diyen mi var. Bu 5 milyonun sebebi, nüfus kayıtlarının elektronik ortama aktarılması, yaşı gelen yeni seçmenlerin katılımı, bu anlaşılır bir şey. Sorguladığımız ise, 2002 22 Temmuz baz alındığında, bu 5 milyon artış az görünüyor. Sorun burada, yani; 2002 ve 2004 seçimlerinde bir şişirme söz konusu. Garabet burada. Önce, konuyu anla, öyle cevapla. Kaldı ki, AKP’nin, 2002 ve 2004 ‘te insanları minibüslerle oy kullanmaya götürmelerini ve yurt dışındaki partililerin oy kullanması için Kapıkuleye otobüs servisleri düzenlediğini düşünürsek, yani; bu kadar gayret gösterilmesi, bu şişirmeyi AKP’nin mükerrer oy kullandırmak yoluyla türettiğinden de şüphe duymamıza neden oluyor.
-
MUHAMMED GERÇEĞİ .............
Hayır, demirefe, tamamen yanlış anlamışsın. Şu yazıyı, sabredip sonuna kadar okursan, demek istenileni anlarsın. Özellikle, 3.madde...
-
Bırakın İran'ı Malezya'yı! Türkiye İspanya olacak mı?
Sn.Evren, 14 No'lu iletimi okudunuz mu ? Okuduysanız, sizinle tartışmak isterim
-
Bırakın İran'ı Malezya'yı! Türkiye İspanya olacak mı?
Sn.dünyahepimizin, arkadaşın yazdıklarını bir daha okursanız, Osmanlı örneğini, köleliğin varlığı için verdiğini anlarsınız. İyi olduğu için değil
-
BİLİMSEL DETERMİNİZM
Demirefe, şu yazıyı okursan, bir tartışırız. iyi Geceler.
-
''Ya sev ya terk et'' ile taçlanan Korkunun Cumhuriyeti...
Kaplan arkadaşımız net olarak söyledi ne için söylendiğini, buna dayanarak ben de söylüyorum. Bunun ırkçılıkla ilgisi yok. 80 öncesi dış güdümlü Devrimcilerin bu ülkeyi kaç parçaya bölecekleri belli idi. Onlara da söylenmişse doğrudur. Arada ayağı bu topraklara basan,kuru yanında yanan yaşlar da olmuştur, o ayrı konu. Kimse Kürde, Laza git demiyor, çarpıtmayalım lütfen. Gitmesi istenenler bölücüler! Çünkü, bölücülük suçtur. Suçluların konumunu yargı tayin eder. Yargıdan kaçanlar da istediği ülkeye gider. Bu kadar basit.
-
''Ya sev ya terk et'' ile taçlanan Korkunun Cumhuriyeti...
Demirkazık’ın ne dediğinin önemi olmaması gerekir, yarın CHP’ye gelip farklı şeyler söylese bile kaale almam. Baykal’ın ne dediğini değil de niyetini ve sözde söylem değiştirmesini eleştiriyorsanız, aynı mantıkla, Demirkazık’ı da eleştirip samimi bulmamanız gerekir. Bir kere, Şemdinli olayı, bir PKK provokasyonu idi. Konu daha önce tartışıldı. Baykal’a gelince, daha öncede söyledim. Adam ne demiş, ‘Türk Tanımı’ demiş, Kart Kurt mu demiş ? Ne demiş, ‘Tanım’ demiş, bunda ne var ? Bunun neresi inkar ? Ha, bu ülkede apayrı başlıbaşına bir Kürt Milleti Kimliği var diyorsanız o başka, o zaman işler değişir. Etnik kimlik başkadır, Millet kimliği başkadır. Tanımı reddediyorsanız, inkar konusunda haklısınız, reddetmiyorsanız, tepki göstermemelisiniz. Ha, Baykal’ın üslubuna takmışsanız o başka. Kullandığı yöntemleri ve üslubunu ben de eleştiriyorum. Bunları ayırmak gerek. Arkadaşım, 7 sene önce Türkçe dışındaki diller konusunda yayın yasağı kalkmadı mı ? Adam onu diyor. Yasakların kalkmasına rağmen, oynanan oyunun farkında. AKP’nin kendi şeriat özlemi uğruna nasıl da olayı kışkırtıp ülkeyi bir çıkmaz içine düşürdüğünden bahsediyor. Demirkazık bunu da çarpıtmış, göremiyormusunuz ? Gecenin yarısı evleri basıp, talan edenler, canlara kıyan kimler ? PKK mı bu ülkenin sahibiymiş ? Evinizi kim bastı ve neden ? Dünyanın neresine giderseniz gidin, vatanseverlik, insan olmanın da koşuludur. İnsan, toplumda yaşar. Yetiştiği topluma karşı sorumlulukları da vardır. Ancak, İnsan kelimesinin bu kadar kutsanması, bireyciliğe yol açmıştır. Özal döneminden sonra, bireyci anlayış bugünkü vurdumduymaz, apolitik, her an ülkesini satabilecek insanları ve beraberinde yolsuzlukları, hırsızlıkları, banka boşaltmaları, deniz fenerlerini, terörü getirmiştir. Vatan olmazsa, unutmayalım ki, o eski vatanda yabancı gibi yaşamak zorunda kalacak olanlarda o ‘İnsan’dır.
-
ANAYASA MAHKEMESİ İKTİSATÇI BAŞKANI HAŞİM KILIÇ ANAYASANIN DEĞİŞTİRİLEMEZ İLKELERİNİ TARTIŞMAYA AÇMA MESAJI VERMİŞ... Mesajı alalım ve tartışalım_mı?
Yine geldik, Türkiye Cumhuriyetini Hitler?e benzetmeye?Bak Bekir kardeşim, Fransa?da da, Almanya?da da bugün bu tür değiştirilemez maddeler var. Bu gayet normal aslında, şimdi,açıkkonuşalım; değiştirilemez olan maddelerde takıldığın mevzu, eninde sonunda laiklik değil mi ? E, laiklik olmadan da demokrasi olamayacağına göre, eğer, demokrasiden yana isen bu maddeyi desteklemen gerekir. Ha, 12 Eylül Anayasasının getirdiği çarpık yapı yok mu ? Elbette var ama bu derin bir konu. Meslela, Senato'nun kaldırılması gibi? Bu konu ile ilgili bir makale var. Alıntı yapacağım. Onu okuduktan sonra tartışalım mevzuyu. Evet, olmaz değildir ve görünen köy de klavuz istemez. Bunu görmek için de müneccim yada allame-i cihan olmak gerekmez. Demokrasinin çoğunluk iktidarı olmadığını bilmeyenler için anlaşılmaz olsa da? Bekir, 2.Meşrutiyetle, Cumhuriyet arasında bir Dünya Savaşı ve bir de Ulusal Kurtuluş Savaşı var, olayı çarpıtma! 1921 Anayasası zamanında ülkede çok partili demokrasi varmış gibi konuşuyorsun birde..Neyi neyle kıyaslıyorsun, millet de doğru sanacak Şimdi sen Sosyal devlete mi itiraz ediyorsun, laik devlete mi açık konuş, konuları saptırma! Teorik olarak demokrasiyi istemeyen güçler, demokrasiden faydalanarak, yine teorik olarak demokrasiyi ortadan kaldırmak isteyemezler. Pratik olarak, bunu mantık gücünün durdurması gerekir. Bakla ağızdan çıkmış; ?Cevval laiklik?! Neymiş bu 'Cevvallik' bir tartışalım tabii, herkes için faydalı olur. Bu haklar, zaten ?İnsan hakları? başlığı altında değil mi ? Madde-4 ile korunan, Madde-2'deki ?insan haklarına saygılı? ibaresi bunları zaten kapsamıyor mu, Bekir ? Amma demogoji yapmışsın ha, her neyse?
-
ANAYASA MAHKEMESİ İKTİSATÇI BAŞKANI HAŞİM KILIÇ ANAYASANIN DEĞİŞTİRİLEMEZ İLKELERİNİ TARTIŞMAYA AÇMA MESAJI VERMİŞ... Mesajı alalım ve tartışalım_mı?
Onur Öymen: Bakınız, aynı tartışmalar başka ülkelerde de vardır. Demokratik olan ülke sadece Türkiye değildir ki. Size bir örnek vereyim. Almanya, demokratik bir ülke midir yoksa değil midir? Demokratik bir ülkedir. Alman Anayasası’nın 79. maddesi, Almanya’da hükümetlerin aldığı yetkinin hangi sınırlar içinde kullanılacağını belirler ve Alman Anayasası’nın hangi maddelerinin değiştirilemeyeceğini söyler. Hani Almanya özgürlük ve demokrasi ülkesiydi? Neden değiştiremesin? “ Madem ki halktan oy almış, demek ki değiştirir.” diyebilir misiniz? Değiştiremez. Peki Hükümet orada Anayasa değişikliği için Meclis’e öneride bulunamaz mı? Bulunabilir. Peki Anayasa değiştirilemez mi? Değiştirilebilir. Ama bir şartla değiştirebilir: Almanya’da Anayasa değişiklikleri bile Anayasa Mahkemesi’nin denetimine tabidir. Açınız 79. maddeyi, orada çok açık bir şekilde göreceksiniz ki Alman Anayasası’nda Meclis tarafından yapılacak değişiklikler bile Alman Anayasa Mahkemesi’nin denetimine tabidir. Niçin? Çünkü diyorlar ki; “Demokrasi olmak için oy almak yetmez, milletin iradesine dayanmak da yetmez. Devletin temel değerlerini, temel sistemini korumak zorundasınız.” 1. – 20. maddelerinin değiştirilmesi bile teklif edilemez. Alman Anayasası’na göre, Almanya’nın eyalet hudutlarını, ülke sınırını değiştiremezsiniz. Bu yasaktır ve bunu yapmaya çalışanların cezası 10 yıl hapistir. Almanya’nın genel sınırlarını değiştirmek için çalışanların cezası müebbet hapistir.
-
5,5 MİLYON SEÇMEN NEREDE ?
2002'de, Siirt'te Pervari İlçesi'ne bağlı 706 seçmeni bulunan Doğan Köyü'nün seçime katılmadıkları için, seçimlerin iptal edilmesine neden olduğunu ve yasaklı olması nedeniyle ne milletvekili, ne de başbakan olabileecek olan R.T.Erdoğan'ın, Baykal'ın desteğini alıp yasağının kaldırılmasının akabinde Siirt'ten milletvekili olarak Meclise girdiğini ve bu seçime katılımın da düşük olduğunu düşünürsek, sizce AKP'nin 2002'de ve 2004'teki oy oranları gerçeği yansıtmıyor mu ? Seçimlerde sahtecilik mi var ?
-
IRKÇI TERANELER
Güzel bir örnek Şimdi, bu cümleyi neye göre ve hangi bilgilerimizle anlayıp, "Burada aslında kireçtaşından bahsedilmektedir. Her ne kadar siyah demişse de, onu öyle anlamamak gerekir. Hem volkanik deyince, yani öyle yerden çıkan lavları filan anlarsak olmaz!" gibi yorumları saçma buluyoruz ? Tabii ki, Jeoloji, Fizik, Jeofizik ve Türk Dilbilimi gibi tutarlı bilimlerden öğrendiğimiz bilgiler ışığında değil mi ? Aynı şekilde, Maide 38'deki ifadeyi de, Kuran'ın genel bütünlüğü çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Çünkü, Kuran'ın tutarlı olduğunu bize Kuran kendi söylüyor ve bu ifadesi ile çelişmemesi gerekir. Bu nedenle, yapılan bu tür yorumları, Kuran'ın geneline göre ve dönemindeki Arapça dilinin inceliklerine göre değerlendirilmesi de gayet normaldir. Yapılacak karşı çıkışların da bu çerçevede olması gerekir. Kaldı ki, sırf bu insan haklarına aykırı ve acımasız hükümler barındıran ayetlerin olduğunu öne sürüp dini reddetmenin mantığı sığ olur. Yani; İslamı reddetmek için bu tür şeylerin argüman yapılması çocukça olur. Nasıl ki, inanmak için bu tür hükümlerin hikmetleri yada Kuran'ın modern bilime uyduğu iddia edilen ayetleri öne sürülemeyeceğine göre, aynı şekilde dinden çıkmak için de bu hüküm sanılan argümanlar da öne sürülemez. Yapılması gereken, bu yorumları kendi mantığı içerisinde çürütmeye çalışmak yada çürütenlerin yorumlarını buraya taşımaktır.
-
Bırakın İran'ı Malezya'yı! Türkiye İspanya olacak mı?
Sn.Evren, bu konuyla ilgili bir yazıyı paylaşmak istiyorum. "Bugün İslâm dünyasındaki düşünce hayatında birbirinden ayrı üç Kur’ân tasavvuru bulunmaktadır. Aşağıda bu üç tasavvuru yer yer meteforlara da başvurarak izah etmeye çalışacağım. I – Birinci tasavvur,tarih boyu İslâm dünyasında egemen olmuş Sünni tasavvurdur. Bu tasavvura göre Kur’ân kutsal bir kitaptır. Mutlak olan Allah’ın mutlak kelâmıdır. O’nun zatı ile kaim ezeli sıfatları olan ilim, irade ve kelâm sıfatlarının bir tecellisidir. Bundan dolayı “Kelâm-ı Kadîm”dir. Yaratılmamıştır. “Kelâm-ı Nefî” olarak yani mana olarak Allah ile birlikte ezelidir. “Kelâm-ı Lafzi” olarak yani Arapça olarak Hz. Muhammed’e 7. yüzyılda indirilmiştir. Hitabı ve hükümleri evrenseldir. Yani bütün insanlaradır. Hükümleri itibariyle tarih üstü, toplum dışı sabit ve mutlaktır. Tanrı nihaî hakikati söylemiştir. Bu inanç giderek bütün hakikati söylemiştir kanaatine dönüşmüştür. Teşbihde hata olmaz. Onun taşı toprağı (harekesi-harfi cerri) altındır. İbarelerin, ifadelerin, cümlelerin altında binlerce anlam gizlidir. Her çağa göre manalar çıkarılabilir. O evrensel bir akide ve evrensel bir şeriattır. Vahiy, aklın alternatifidir (akıl-nakil). Aralarında derece farkı değil; mahiyet farkı vardır. Vahiy (Kur’ân), tabir yerindeyse Allah’ın aklının bir ürünüdür. Kur’ân’ın içerdiği dini ruh, şeriatı da beden metaforlarıyla karşılayacak olursak; onun ruhu da bedeni de kıyamete kadar bakidir, değişmez ve evrenseldir. Bu Kur’ân anlayışını ‘Ay’ meteforuyla da izah edebiliriz. Ayın sınırları bellidir. Sönmüştür, ancak sürekli ışık verir. Ayın ışık kaynağı Güneştir. Kur’ân da sabittir. (Mevrid-i nassda içtihata mesağ yoktur). Ancak, Ayetlerden her zaman yeni manalar çıkarılabilir. O manaları ayetin altına Allah depolamıştır. Böylesine mutlak-kutsal-sabit bir Kur’ân anlayışı doğal olarak Hz. Muhammet ve onun hadislerine de sirayet etmiştir. ‘Sahih-i Buhari’nin veya ‘Kütüb-i Sitte’nin neredeyse Kur’ân’a denk epistemolojik otoritesi buradan gelir. Mutlaklık veya kutsallık anlayışı mıknatıs gibi yakınında duran şeyleri kendine çeker ve onları ‘yerden’ kaldırır. Hz. Muhammed’in “Nur-i Muhammedi” kavramıyla varlığın ontolojik kaynağı haline gelmesi veya “levlake levlâk, Lema halaktu’l-Eflâk = sen olmasaydın evreni yaratmazdım” anlayışı buradan çıkar. Artık Hz. Muhammed “Arpa ekmeği yiyen Arap bir kadının oğlu, içimizden birisi değil, “fahr-i kainat”tır. Bu kutsallık ve mutlaklık Hz. Muhammed ve hadislerden geçerek Sahabeye, tabiun’a ve mezhep imamlarına sirayet etmiştir. Özetle, mutlak, kutsal ve sabit olan “merkez” etrafını, çevresini de kendine benzetmiştir. II- İkinci Kur’ân tasavvuru, İslâm dünyasının ve düşüncesinin çöküşüyle beraber pozitivist bilim felsefesinin etkisinde kalan laik Müslüman aydınlarda oluşan tasavvurdur. Onlara göre Kur’ân, sönmüş bir yıldız gibidir. Zayıf bir parlaması vardır o kadar. Aklın ‘aydınlama’sından sonra ona bir ihtiyacımız yoktur. Biz ilhamımızı gökten değil akıldan almalıyız. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir. Bilim ve akıl sadece “Nasıl?” sorusunun cevabını vermez. “Niçin?” sorusunun cevabını da verir. Kur’ânın ruhu da bedeni de tarihseldir. Ortaçağın mistik aklının ürünüdür. Onun şeriatı “çöl kanunu”dur. Kur’ân kendi döneminde fevkalade ileri-devrimci adımlar atmıştır, fakat o adımların bugün için bir örnekliği veya kılavuzluğu söz konusu değildir. Halkın dini inancının kaynağı olması hasebiyle dolaylı bir saygınlığı vardır. III – Üçüncü tasavvur yeni oluşmaktadır. M.İkbal, Fazlurrahman, H. Hanefi, M. Abid el-Cabiri, R.Garaudy, Ali Şeriatî, Abdulkerim Suruş, Mehmed S.Aydın, Mehmet Hatiboğlu gibi Müslüman entelektüeller tarafından savunulmaktadır. Bu tasavvurun ortak paydasını şöyle özetleyebiliriz: Mu’tezile’nin savunduğu gibi Kur’ân Allah’ın fiil sıfatlarından olan irade ve kelâm sıfatının ürünüdür. Yani ezeli değildir, yaratılmıştır. Mutlak olan Allah rölatif olan varlıkla ilişkiye girdiği zaman, çıkan ürün rölatiftir, mutlak değildir. Çünkü, Kur’ân’ı oluşturan dil (Arapça), Hz. Muhammed (insan) ve Arap toplumu rölatiftir. Vahiy ilişkisi bir zamanda (7.yüzyıl) ve bir mekanda (Arap yarımadası) vuku bulmuştur. Kur’ân, Lahûtî (ilahi) olduğu kadar nasûtîdir(insanidir). Allah insan aklı ve insan diliyle insana hitap etmiştir. Vahiy ile insan aklı arasında mahiyet farkı değil, derece farkı vardır. Vahyin fikri muhtevası Arap kültürünün ve Arap zihin dünyasının içindedir. Tevrattan, İncilden dini fikirler içerdiği gibi, Arap cahiliye döneminin doğru fikir ve fillerini de içerir. Başta Hz. Ömer olmak üzere Hz. Muhammed ve arkadaşlarının doğru görüp uyguladıkları fikir ve fiiller vahiy tarafından onanır. (Muvafakat-ı Ömer). Bundan dolayı Musa Carullah, bazı farzların temelinin sünnet olduğunu savunur. Bu bakış açısına göre vahyin bir dudağı gökte, bir dudağı da yerdedir. Yukarı aşağıyı belirler, aşağı da yukarıyı. Kur’ân sadece gökten inmemiştir, aynı zamanda yerden bitmiştir. Yerle gök arasında diyalektik bir ilişki söz konusudur. Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya insanın hakkı insana verilmiştir.(Esbab-ı Nuzul, Nesih-Mensuh, Mekki-Medeni.) Allah, Araplara hitap etmiştir. Arapça ile bütün insanlığa hitap etmemiştir. O günkü iletişim imkânlarını ve yabancı dil bilme oranını göz önünde tutarsak bu son derece doğaldır. Aksi, abes olurdu. Allah dini Arap olmayanlara yayma sorumluluğunu (şahidlik.2/143) Araplara yüklemiştir. Kur’ânda tekrar hatırlatılan (tezkire) ‘ed-Din’ Hz. Ademden beri peygamberlerin tebliğ ettikleri dindir. Yani İslâmdır. Ruh –beden metaforuna tekrar başvurursak, bu tasavvura göre Kur’ânın ruhu Hz. Ademden kıyamete kadar sabittir. Bunlar da Tevhid, MEAD (ahiret), ibadet (tapınma) ve Adalettir (salih amel/ahlak). Kur’ânın bedeni ise (şeriat) tarihseldir. Yani Kur’ândaki sosyal ve siyasi hükümler (muamelât) Arap toplumunun maslahatları göz önünde tutularak oluşturulmuştur. Çünkü, sabit olan ed-Din, indiği toplumun yapısına göre ‘tedeyyûn’ eder. Etini ve elbisesini tarihten ve toplumdan giyer. Vahyi ve ilahî (semavî) anlamda din tektir. Şeriatler ise muhteliftir. Son şeriatın (Kur’ân ve Sünnet) ismi de ‘Şeriat-i Muhammedi’dir. Ortaçağda ‘islâmi İlimler’i tedvin eden Müslüman alimler, Arapların ihtiyacını karşılayan ‘Şeriat-ı Muhammedi’ (Kur’ân-Sünnet) den ümmetin bütününün ihtiyaçlarını karşılayacak ‘islâm şeriatı’nı (İslâm medeniyetini) inşa ettiler. Geleneğin katılığı ve taklidin yaygınlığı nedeniyle yeniçağa geçerken bu ortaçağ şeriatı aşılamadı. İslâm dünyasının her alanda yaşadığı krizin anlamı budur. Bugün ‘şeriat’ denince herkesin şuuruna üşüşenler bunun kanıtıdır. Bu tasavvura göre Kur’ân güneşe benzer. Güneş sıcaktır, dinamiktir varlık olarak sınırları belli olsa da ışıma yoluyla görülmez. Işıma yoluyla kendinden bir şeyler kaybeder. Kur’ân’ın ışıması Müslüman entelektüelin kalbi (aklı ve sezgisi) vasıtasıyla olur. Kur’ân’ı okuyan mümin entelektüel, ondan kimliğini, kişiliğini, benliğini, karakterini ve bilincini oluşturur ve dünyevi olgular, olaylar, fenomenler dünyasına dalar ve sorun çözer. Kur’ân’ı tefsir etmez. Olayları tevîl eder (aslına, hakikatine icra eder, çözer). Bundan dolayı peygamber “Ma raahu’l-muminune hasenen fehuva intallahi hesanun= müminlerin iyi gördüğü, Allah indinde de iyidir” demiştir. Bu durumda hata da yapılsa bir sevap alınır. Hz. Ömer böyle bir şahsiyet idi. Bu tasavvura ‘fenomenolojik’ tasavvur ismi verilebilir. Olguların özüne bakar. Kur’ân bütünüyle ‘ölçü’ değildir. Örnektir. Örneği kavrayan, Allah’ın karakterini ve insanlardan ne istediğini anlayan mümin, Allah gibi sorun çözer, kitap yazar, hüküm koyar. Çünkü ‘her dönemin ayrı bir hükmü vardır’(13/98). Kitabı şerh etmez. Bulunduğu epistemolojik zemin yorumsamacıdır. hermenötiktir. Rölativizm ile mutlak hakikat iddiasının arasında, dinlemeyi bilen, hakikatin bulunabileceğine inanan, delile dayanan, iknai bir yoldur bu. Bu tasavvuru bir başka metaforla da açıklayabiliriz. Bu tasavvurun Kur’an kavrayışı ‘yağmur’a benzer. Yağmur rahmettir. Yağmuru oluşturan su yeryüzünden gökyüzüne çıkar ‘bulut’ olur yoğunlaşır ve yere ‘yağar’. Vahyin, Kur’ân’ın fikri malzemesi de yerden alınır. Vahyin bütün verileri yeryüzüne aittir. Olgular, niyetler, duruşlar, fiiller Allah tarafından Semadan dinlenir ve Vahiy pasajları (ayetler) olarak ‘inzal’ edilir. Vahiy, Kur’ân’da rahmettir(7/203).Yağmur humuslu topraklarda berekete dönüşür. Vahiy de kalbi ‘yumuşak’ olan insanlarda hidayete dönüşür. Bu bakış açısında merkez dinamik olduğu için çevre ve etraf da dinamiktir. Hz. Muhammed ve Sünneti de ölçü değil, örnektir (usce). Kur’ân ile sünnet arasındaki fark Allah ile Hz. Muhammed (halik-mahluk) arasındaki fark kadar büyük değildir. Hz. Muhammed’in yanılabilirliği oranında azdır. İnsanların en hayırlıları Sahabe, sonra tabiun, sonra etba-ı tebiun değildir. İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir. En hayırlıları en muttaki olanlarıdır. Üçüncü tasavvura göre din, salt bir takım kutsal kişiler (peygamber, sahabe, veli, şeyh, imam, ilahiyatçı,vs.) kutsal mekanlar (Kâbe, Mescid-i aksa, cami,vs.), kutsal zamanlar (Ramazan, Cuma, Kadir gecesi vs.), kutsal nesneler (Kur’ân, zemzem, tesbih, seccade, sarık, cübbe, vs.) değildir. Din salt ahiret için (köşk, şarap, huri) yapılan bir takım özel ibadetler (hacc, oruç, namaz, Kur’ân okuma vs.) de değildir. Din, Tevhid inancı ile birlikte (iman) bunun zorunlu yansıması olan adalettir (salih amel). Din, dünya içindir, dünya da ahiret içindir. Din, gün boyu iyiliği, adaleti hakkaniyeti ayakta tutmaktır, bunları ikâme etmektir. Kötülüğü, haksızlığı, zulmü engellemektir (emr-ibil ma’ruf ve nahye ani’l-munker). Sosyal ve siyasal günah işlememektir. Çünkü bunlar büyük günahlardır. İnsan hakları ihlalleri büyük günahlardır. Ahlâki her davranış, gün boyu işlenen daimi sevaptır, ibadettir. Bir öneriyi, çözümü, fikri ve fiili ‘dini’ kılan şey, başına bir ayet veya hadis yerleştirmek değildir. Muttaki bir bilinç, temiz bir vicdandan gelen her öneri, çözüm, fikir ve fiil, dinîdir. " ( İlhami Güler )
-
Görünmez varlıklar yada şu üçharfliler
CİNLERİN GERÇEK KİMLİĞİ Asrı Sââdet sonrası müslüman din adamlarının idrak edemediği çok önemli bir olay da, birçok din ve kültürlerde olduğu gibi Kur‘an’da da yer alan cinler olayıdır. Kur‘an, birçok din ve kültürlerde yer alan ve zaman içinde çok yanlış bir çerçeveye oturtulan cinler olayına açıklık getirmesine rağmen, müslüman din adamları, Kur‘an’ın cinlerle ilgili âyetlerini, Kur‘an öncesi veya Kur‘an dışı kaynaklardan edindikleri yanlış bilgilerin tesiriyle anlayamamışlardır. Halbuki Kur‘an, daha önce açıkladığımız gibi, Evren’in Kuzeyinde (Mescidi Aksâ’da) ikamet eden Ademoğullarını genel olarak cinler unvanıyla, özel olarak, inananlarını melekler, inkâr edenlerini de şeytanlar unvanıyla adlandırmaktadır. Kur‘an, Evren’in Güneyinde (Yeryüzünde) ikamet eden Ademoğullarını da genel olarak insanlar unvanıyla; özel olarak, inananlarını müslimler (müslümanlar), inkâr edenlerini müşrikler unvanıyla adlandırmaktadır. “Ben cinleri ve insanları sadece bana kulluk etsinler diye yarattım.” (51/Zariyat: 56, S. Ateş çev.) Yukarıda verdiğimiz âyet ve benzeri birçok âyet, cinler derken Gökteki Ademoğullarına, insanlar derken, Yerdeki Ademoğullarına dikkat çekmekte ve iki ayrı bölgede yaşayan iki ayrı topluluğa aynı anda hitap etmektedir. Aşağıda vereceğimiz âyet ve benzeri âyetler ise olmuş ve olacak iki ayrı olaya dikkat çekmektedir. “Ey cin ve insan topluluğu, içinizden size âyetlerimi anlatan ve bugününüzle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi? ‘Kendi aleyhimize şahidiz’ dediler. Dünya hayatı onları aldattı ve kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik ettiler.” (6/Enam: 130, S. Ateş çev.) Âyet, hemen ölüm sonrası Gök’teki ilk yargılamaya, Kıyamet sonrası Yerdeki ikinci yargılamaya dikkat çekmektedir. Âyet Dünya yaşamı sona erip Göğe dönen Ademoğullarının gökteki ilk yargılanışı ile, Kıyamet sonrası tekrar inecekleri Yerdeki ikinci yargılanışlarını birarada resmetmektedir. Din adamları, Ademoğullarının önce Gökte, sonra Yerde yaşadıklarına, daha sonra tekrar Gökte, en sonunda da tekrar Yerde yaşyacaklarına dikkat çeken Kur‘an âyetlerini tertil edip, formüle edemedikleri için, Kur‘an’ın dikkat çektiği cinlerin, yani melek ve şeytanların Ademoğlu veya dünya öncesi ve dünya sonrası insanlar olduğunu anlayamamışlardır. “And olsun, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık ki KALBLERİ var, fakat onlarla anlamazlar; GÖZLERİ var, fakat onlarla görmezler; KULAKLARI var, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapık.... Ve işte gaafiller onlardır.” (7/Araf: 179, S. Ateş çev.) Âyet, cinlerin de kalpleri, gözleri, kulakları olduğuna dikkat çekerek, cinlerin ve insanların aynı fizyolojik özelliklere sahip olduklarını yani, cinlerin ve insanların esas itibarıyle aynı varlıklar olduğunu vurgulamaktadır. Kur‘an’ın dikkat çektiği cinler esas itibariyle insan oldukları için, Kur‘an, cinlerin neden yaratıldıklarından, ne kadar yaşadıklarından, ne yeyip, ne içtiklerinden, cinsiyetlerinden hiç söz etmemektedir. Din adamı ve rivayetlerin, cinlerin ateşin görünmeyeninden yaratıldığını iddia etmeleri doğru değildir. Çünkü Kur‘an, cinlerin değil, Cann’ın ateşin görünmeyeninden yaratıldığını bildirmektedir. “Halakal can’ne min maricin min nar.” (Yarattı cann’ı görünmez bir ateşten) (55/Rahman: 15) Âyetin dikkat çektiği ve ateşin görünmeyeninden yarattık dediği can, daha önce de açıkladığımız gibi, cin ve insanların veya dünya ve Mescidi Aksâ’da yaşayan Ademoğullarının, ateş menşeli, ışın bir maddeden oluşan astral bedenleridir. Din adamları, âyetin dikkat çektiği cann’ı, ne yazık ki teşhis edemedikleri için, cinleri ateşten yaratılmış, görünmeyen, insan dışı ve fizik ötesi varlıklara yormuşlardır. Din adamları, cinlerin ateşten yaratılmış, görünmeyen, fizik ötesi varlıklar olduğunu iddia etmelerine rağmen, bazı kişilerin, her nasılsa cinleri görebileceğini, onları etki altına alıp, onlardan yararlanabileceğini, hatta bu tür kişilerin, cinlerle evlenebileceğini, istedikleri takdirde cinlerin, bazı kişilerin evlerini yakabileceğini, bazı insanları çarparak, hasta, felç veya kötürüm yapabileceklerini söyleyerek, İslâm ve insanlık dünyasında istismara çok müsait bir konunun oluşmasına, bilinçsizce sebep olmuşlardır. Din adamlarının, söz konusu gafleti yüzünden, her toplumda bulunan, iblisî duyguları tekâmül etmiş, Kur‘an’ın ifadesi ile bazı kancık kişiler (113/4) cinci, falcı vs. adı altında birçok insanı madden sömürdükleri gibi, manen de akılcılıktan, gerçekçilikten alıkoymuş ve alıkoymaktadırlar. Halbuki daha önce de dikkatinize sunduğumuz gibi, cinlerle yani ölülerle, insanlar arasında aşılamayacak bir engel olduğuna ve cinlerin Kıyamete kadar dünya’ya dönemeyeceğine, aşağıda vereceğimiz âyet açıkça dikkat çekmektedir. “Nihayet onlardan birine ölüm geldiği zaman: Rabb’im der, beni geri döndürünüz. Ki terk ettiğim dünya’da iyi işler yapayım. Hayır, bu onun söylediği bir sözdür. Arkasında, geri gönderileceği güne kadar (dönmesine engel olan) bir perde vardır.” (23/Müminun: 99, 100, Yazar) Âyetin dikkat çektiği, perde diye anlaşılan ve anlamlandırılan kelimenin orijinali berzah kelimesidir. Âyetin anlattığı olayın geçtiği mekân düşünüldüğünde, berzah kelimesinin, Mescidi Aksâ ile dünya arasındaki çok uzun mesafeye, yani Uzay boşluğuna dikkat çektiği anlaşılmaktadır. Yukarıda verdiğimiz âyetin vurguladığı olayı, aşağıda vereceğimiz âyet de değişik bir ifade ile ve değişik bir açıdan vurgulamaktadır. “Ey cinler ve insanlar topluluğu, göklerin ve yerin bucaklarından geçip gitmeğe gücünüz yeterse geçip gidin. Ancak delil ile gidebilirsiniz.” (55/Rahman: 33, Yazar çev.) Âyet, cinler derken Mescidi Aksâ’daki Ademoğullarına hitap ediyor ve bir delil olmadan, onların yeryüzüne inemeyeceğine dikkat çekiyor. Âyet, insanlar derken de, yeryüzündeki Ademoğullarına hitap ediyor ve bir delil olmadan, onların da Mescidi Aksâ’ya dönemeyeceğine dikkat çekiyor. Âyetin dikkat çektiği delilden maksat, öncelikle daha önce de açıkladığımız gibi, ölüm meleği ve ölüm emridir. Yani eceldir, ölüm zamanıdır. Din adamlarının anlattığı ve halk arasında anlatılagelen ve birçoğu da yalana dayanan cinlerle, Kur‘an’ın tanıttığı cinlerin çok ayrı şeyler olduğuna aşağıda vereceğimiz ayet de dikkat çekmekte ve cinlerin, insanlar gibi mekânda yer tutan ve belli ağırlıkları olan, fizyolojik varlıklar olduğunu vurgulamaktadır. “Ey iki SEKAL (yani yere ağırlık veren, yahut bir ağırlığı, şerefi olan iki toplum) sizin (hesabınızı görmek) için de boş vaktimiz olacak (sizin de hesabınızı göreceğiz).” (55/Rahman: 31, S. Ateş çev.) Baştan sona, hem cinlere hem insanlara birlikte ve aynı anda hitap eden Rahman Suresi’nin, yukarıda verdiğimiz âyetinin dikkat çektiği sekal ağırlık demektir. Âyet, daha önce dikkatinize sunduğumuz Araf Suresi’nin 179. âyeti gibi, iki topluluğu birlikte resmederek, her iki cinsin de fizyolojik varlıklar olduğunu vurgulamaktadır. Dikkatinize sunduğumuz âyetlerden, cinlerle (ölülerle) insanların ayrı ayrı gezegenlerde oldukları sürece, birbirleri ile irtibat kuramayacakları veya birbirleri ile haberleşemeyecekleri, daha önce dikkatinize sunduğumuz zikir ehli, yani peygamberler dışında mümkün olmadığı anlaşılmaktadır. Bize göre; bazı kişilerin, cinlerle irtibat kurduğunu veya ruhlardan haber aldığını iddia etmesi, insanları aldatmaya yönelik büyük bir yalan ve ölülere yapılan büyük bir iftiradır. Birçok müslümanın, halk arasında anlatılagelen cinlere, cincilere inanmasına veya itibar etmesine, bazı insanların, bilhassa çocukluk dönemlerinde ve özellikle de yalnız kaldıkları sıralarda gördükleri bazı halüsinasyon(hayâl)lara makul ve mantıklı bir cevap verilememiş olmasındandır. Halbuki halüsinasyon görmek, tıpkı rüya görmek gibidir. Çünkü insanlar sadece uyurken rüya görmezler. İnsanlar, uyanıkken de rüya görebilirler. Ancak insanlar, uyanıkken de rüya görülebileceğini bilmedikleri için, sözümona cincilerin yalanlarına inanmak zorunda kalmışlardır. Yeni Yorumlar
-
İmam nikahlı eşe tazminat!
"Günümüzde cinsel aldatma çoğu toplum için sosyal bir sorun haline gelmiştir. Tarihin hiçbir döneminde eşlerin birbirini aldatması, modern dünyadaki kadar yaygın olmamıştır. Örneğin Amerika`da yapılan bir araştırmaya göre evli her yüz kadından 25`i en az bir kere başka bir erkekle cinsel ilişkiye giriyor. Yine evli her yüz erkekten 70`i de başka bir kadınla eşini aldatıyor. Cinsel aldatmanın bu kadar yaygın olması elbette boşanma oranlarına da yansıyor. ABD`de 1955`te boşanma oranları yüzde 10 iken 1995`te bu oran yüzde 52`ye çıkmıştır. ABD`de ve bazı Batılı ülkelerde son yıllarda kadın ve erkeğin istediği kişiyle cinsel ilişkiye girmesi şeklinde tanımlaman `açık evlilik`ler giderek yaygınlaşıyor. Tarafların evliyken başka birileriyle cinsel ilişkiye girmeyi kabullenmesi aslında bir aldatmacadan ibarettir. Çünkü bu durum, evliliğin anlamına, genetik yapısına terstir. `Evlilikte duygusal bağ daha önemli, duygusal aldatma olmadığı sürece cinsel aldatma önemli değil` yaklaşımının geçerli olması mümkün değildir. Çünkü cinsel aldatma, duygusal bağlılığa zarar verir ve bunun duygusal aldatmadan bağımsız olduğu düşünülemez. Sevgilisi olan erkek ya da kadın giderek ailesinden uzaklaşır, fatura da çocuklara dolayısıyla topluma çıkar. Erkektir aldatır! Birçok toplumda erkeğin eşini aldatması daha yaygındır. Ancak Batı toplumlarında, giderek kadınların erkeği aldatması da yaygınlaşmaktadır. Türkiye`de ise erkeklerin eşlerini aldatması aile kurumu için önemli bir sorundur. Bunun temelinde geleneksel aile anlayışımızın erkeğe adeta aldatma özgürlüğü vermesi yatar. `Erkektir, elinin kiridir, yapar ama döneceği yer yine evidir` düşüncesinin geleneksel aile modelinde hala geçerli olduğunu söylemek mümkündür. Ancak eğitim seviyesinin giderek yükselmesi ve çekirdek aileye geçişle birlikte erkeğin eşini aldatması da artık boşanma nedeni olarak daha sık karşımıza çıkmaktadır. Yani erkeğin eşini aldatması artık kadın tarafından eskisi gibi kabullenilmemektedir. Aslında erkeğin aldatmaya meyilli olması onun doğasından yani biyolojik yapısından kaynaklanır. Erkekte çok eşlilik özelliği vardır. Bu genetik bir eğilimdir. Erkekte neslini devam ettirebilmek için en iyi avantajı/eşi bulma eğilimi kadına göre güçlüdür. Bu da çok sayıda üreme hücresi (sperm) demektir. Kadının vücudunda bulunan yumurta sayısı dört-beş bin arasındadır ve hayatı boyunca kullandığı yumurta sayısı yaklaşık dört yüzdür. Ancak erkekte sadece bir santimetreküp menide beş ila on milyon arasında sperm hücresi bulunur. Bu da erkeğin, neslinin devamı için kadına göre daha fazla cinsel beraberliğe girme eğiliminde olduğu anlamına gelir. Kadın ise neslini devam ettirme dürtüsünde en iyi avantajı yakalamak için kendini gösterme eğilimindedir. Çünkü korkuya direnci zayıf olan kadın, annelik ve şefkat duygusunu ön planda tutar. Dolayısıyla kadının anneliği iyi yapabilme ve kendi genlerini aktarabilme eğilimi daha güçlüdür. Bu yüzden kadın, eş seçiminde biyolojik olarak en iyi avantajı yakalayabilmek için cinselliği ikinci planda tutma eğilimindedir. Duygusal aldatma/cinsel aldatma Biyolojik olarak erkeğin kadına nispeten cinsel ilişkiyi ön planda tutması, elbette aldatmanın tek nedeni değildir. Çünkü evlilik sadece cinsel ilişki üzerine kurulmaz. Bu yüzden, erkeğin eşini aldatmasının nedenleri arasında biyolojik eğilim dolaylı bir etken olarak değerlendirilmelidir. Yukarıda bahsettiğimiz geleneksel `erkektir yapar` anlayışının yanı sıra, modern hayatın cinselliğe bakışı da erkeği hatta kadını aldatmaya teşvik etmektedir. Cinsel mutluluğu hayatın merkezine koyan anlayış, bireyi cinsel mutluluğu sınırsız yaşamaya teşvik ederken, bireyleri özellikle de erkekleri bu konuda kontrolsüz davranmaya itmektedir. `Dünyaya bir kez geldim, istediğim gibi yaşayacağım` anlayışı, soyut hedefi, inancı olmayanlar için mantıklı ve cazip görünebilir. Cinsel öğelerin ilgili ilgisiz her alanda, özellikle de reklam sektörü ve medyada kullanılması da bu anlayışı güçlendirmektedir. Duygusal aldatma ile cinsel aldatma arasında önemlilik-önemsizlik sıralaması yapmak da cinsel aldatmanın kılıfı olarak kullanılmaktadır. Bu anlayış cinsel özgürlüğü sevginin önüne koymakta, eşler arasındaki bağların yok sayılmasına izin vermektedir. Erkeğin cinsel anlamda özgürce hareket etmesi kadını sadece cinsel bir obje olarak görmesi demektir. Üstelik yukarıda da belirttiğimiz gibi kadın erkek ilişkilerinde cinsel aldatma-duygusal aldatma ayrımı yapmak mümkün değildir. Tek gecelik cinsel ilişkilerde bile, erkek ertesi gün yaşananları unuturken, kadın en azından bir telefon bekler... Aldatmaya karşı kadın ne yapmalı? Evlilikte erkeğin eşini aldatmasına biyolojik özelliklerinden daha çok, eşiyle yaşadığı sorunlar, `Ben erkeğim, aldatırım` bakış açısı ya da cinselliğe duyulan zaaf neden olmaktadır. İş hayatında bakımlı ve kozmetik sanayinin desteğiyle bir şekilde sevimli görünen kadınlarla karşılaşan erkeğin, evde kendisine ilgi göstermeyen bir eşi varsa, evlilikte olumsuz hava oluşur. Böyle bir durumda erkeğin, inancı da zayıfsa, cinsel sadakatini devam ettirmesi güçleşebilir. Evde sürekli gerilime neden olan sorunların yaşanması, eşlerin çocuklar konusunda sürekli tartışması ya da kişilik çatışmaları erkeği evden ve eşinden uzaklaştırır. Sorunlar karşısında gösterdiği, sığınacak güvenli bir liman arama özelliği, onu farklı arayışlara iter. Kadının erkeği kendisinden uzaklaştıracak böyle durumların farkında olması gerekir. Bu açıdan kadının, evin içindeki farklı sahalarda üstlendiği roller çok önemlidir. Kadının rollerinden birini fazlaca önemseyip, eşine karşı duyarsızlaşması da aldatma nedeni olabilmektedir. Genellikle evlilikte bu durum çocuklar olduktan sonra çok yaşanır. Anne olan kadının öncelikleri, biyolojik özelliklerinin etkisiyle değişir. Bütün dikkatini çocuklarına ya da ev işlerine verir, eskisi gibi ilgilenemediği, sevgisini veremediği ya da sevgisine karşılık gösteremediği eşini ihmal etmeye başlar. Elbette ki bu durum erkeğin yeni arayışlara girmesini haklı göstermez. Bu durumda erkeğin yapması gereken, sorunu çözmeye çalışmak, kendi hatalarını ve eşinin eksikliklerini analiz etmek ve bunların düzelmesini sağlayacak adımlar atmaktır. Ama birçok erkek doğru olanı yapmak yerine, kendini anneliğe kaptırmış eşini kendi haline bırakıp, yeni arayışlara girmeye, eksik kalan duygularını aldatma yoluyla tatmin etmeye çalışmaktadır. Bu yüzden kadının anne ve eş rolleri arasındaki dengeyi gözetmesi önemlidir. Cinsel sadakatsizlik geliyorum der! Aldatmanın ilk belirtisinin tarafların birbirine duyduğu ilgisinin azalması olduğu düşünülür. Eşler, ilginin azalmasını en kötü ihtimale yorarlar. İlgi azalması durumunda, `Eşim benimle ilgilenmiyor, demek ki hayatında başka biri var` gibi bir senaryo yazılır ve bu senaryoya göre hareket edilmeye başlanır. Bu son derece yanlıştır. Çünkü aldatma gibi ciddi bir konuda zanla, ihtimalle hareket edilemez; somut delillerin olması gerekir. Somut bir durum varsa, oturup soğukkanlı bir şekilde sorunu masaya yatırmak hatta üçüncü bir kişiden yardım almak lazımdır. Bunu yaparken de, aldatılan taraf sadece eşini suçlamak yerine, sorunun kendisine değen, kendisinden kaynaklanan yanları olup olmadığını anlamalıdır. İlgi azalması yanı sıra, eşini seven bir insan aldatıldığını ya da aldatılacağını mutlaka anlar. Çünkü evlilikte sevgi önemli bir güçtür. Dolayısıyla eğer somut bazı belirtiler varsa, aldatılan taraf durumu öngörüp bunun önüne geçebilir. Çünkü cinsel aldatma bir süreçtir; genelde birdenbire gerçekleşmez ve ne kadar çabuk fark edilirse geri dönüşü o kadar kolay olur. Cinsel aldatma üç aşamalı bir süreçtir. Birinci aşama hoşlanma duygusu, ikinci aşama sevgililik, üçüncü aşama ise cinselliktir. Uyanık ve mantıklı davranan kişi, henüz hoşlanma aşamasındayken eşinin durumunu fark edip aldatmasını engelleyebilir. Ancak bunu yaparken kıskançlık duygusuyla hareket edip, pire yüzünden yorgan yakmaya varacak tarzda davranmamak gerekir. Örneğin bir erkek, gerek olmadığı halde işyerindeki kadın çalışma arkadaşlarıyla sık sık yemeğe çıkıyorsa, eşi bu durumdan hoşlanmadığını ona net bir şekilde hissettirmeli ama bunu bir sopa gibi kullanıp evliliği yaşanmaz hale getirecek biçimde de davranmamalıdır. Kadın eşine, `Benim bu duruma alışmamı bekleme, zaten alışmam da doğru değil. Evliliğimiz bu durumdan zarar görür. Kendini benim yerime koy ve aynı şeyi ben yapsam, sürekli erkeklerle yemeğe çıksam sen bunu nasıl karşılarsın bir düşün` diyerek duruma müdahale etmelidir. Yani eşini düşünmeye, empati kurmaya sevk edecek şeyler söylemeli, `Senin hissettiğin hoşlanma duygusunu, ben de hissedebilirim` mesajını vermelidir. Aldatan eş, yere düşen mücevher gibidir Aldatmanın cinsellik konusundaki zafiyetten kaynaklandığı durumlarda, aldatan kişi ciddi manada pişmanlık duyar. Bir erkeğin, özellikle iş hayatında ve sosyal çevresinde bir araya geldiği kadınlarla eşini aldatması, çoğunlukla onun bu konudaki zaaflarından kaynaklanmaktadır. Bu tür aldatmalarda erkek pişman olduğu halde, kadın, en ufak bir tartışmada ya da herhangi bir sorunda kinayeli konuşarak, laf atarak evvelce yaşanan aldatmayı sürekli sopa gibi kullanırsa ya da o konuyla ilgili ayrıntıların üzerine giderse, eşinin kendisini aldattığı kadının ekmeğine yağ sürmüş olur. Aldatan eşini affeden kadınların en çok yaptıkları hata, sürekli geçmişi deşmektir. Kadınlar genellikle aldatmayı affeder ama unutamazlar. Zaten aldatılan kadının kendisine yaşatılan sadakatsizliği unutmasını beklemek doğru değildir. Ancak kadının sürekli aldatıldığını düşünmesi, hem depresyona girerek kendisinin mutsuz olmasına hem de bu durumun yansıdığı eşinin `Bu kadın değişti, artık beni mutlu edemez` düşüncesine kapılarak başka arayışlara yönelmesine neden olur. Eğer eşi gerçekten pişman olmuşsa, kadın da `Aramızdaki sevgi bağını arttırmak için ne yapmalıyım?` diye düşünülmelidir. İnsan değerli bir şey kaybettiği zaman onu hemen unutmaz, tekrar bulmaya çalışır. Evlilik de böyledir. Aldatan eş, yere düşen mücevher gibidir. Mücevheri yere düştü diye çöpe atmak yerine, yerden alıp temizlemekte fayda vardır. Ancak kadın aldatan eşini affederken ona mutlaka `Bir daha yaparsan sonuçları evliliğimiz için kötü olacak` mesajını vermelidir. Çünkü aldatan erkeğin hemen affedilmesini, hiçbir şey olmamış gibi davranılması, onun bu olayı `bir şey olmadı` şeklinde yorumlamasına ve aynı hatayı tekrarlamasına neden olur. Aldatılanın ve aldatmanın psikolojisi Depresyona etki eden olaylar arasında aldatmanın zannedilenden daha büyük yeri vardır. Hatta depresyona sebep olan en önemli olayların başında cinsel sadakatsizliğin geldiğini söyleyebiliriz. Ondan sonra ise eşin ölümü gelmektedir. Yani eşin aldatması, onun ölümünden daha çok psikolojik yaralanmaya neden olmaktadır. Aldatılıp da depresyona girmeyen az sayıda insan vardır. Eşinin başka birine ilgi duyduğunu ya da kendisini aldattığını öğrenen kişi, çok öfkelenir, kendini değersiz ve sevgiye layık olmayan biri gibi hisseder. Bu ruh hali, onun misilleme yapmasına neden olabilmektedir. Cinsel aldatma yaşayan kişilerin en çok yaptıkları hata budur. Aldatılan kişinin `Madem sen beni aldattın, ben de seni aldatırım` düşüncesiyle hareket etmesi, yanlışı düzeltmek değil, bilakis başka bir yanlış daha yapmaktır. Geleneksel aile yapımızda aldatılan kişinin, ki bu genellikle kadındır, bu şekilde intikam aldığı pek görülmez. Genelde kadınlarımız aldatmaya karşı duygularını bastırır ve olayı sineye çeker ya da evliliği bitirirler. Erkeğin pişman olduğu ve evliliğin sürdüğü durumlarda bile, kadın, kendisini beğenilmez hisseder ve eşinin diğer kadında ne bulduğunu sorgular. Aldatma için sevgi azalması, yani kişinin eşine eskisi gibi ilgi duymaması bir bahane olarak dile getirilebilir. Eşini aldatan birçok erkek, `Ben artık sana karşı bir şey hissetmiyorum, onu seviyorum` gerekçesiyle hareket eder. Halbuki sevgi değişkendir, bir dönem hayat arkadaşına karşı bir şey hissetmemek, ömür boyu bu şekilde hissedilecek anlamına gelmez. Ayrıca insanın hoşlandığı kişiye yönelmesi, yani `Çıkarıma olan şey iyidir, doğrudur` düşüncesiyle hareket etmesi, bir anlamda çocukluktur. Zevklerinin peşinde koşan insan olgunlaşmamıştır ve mutlu olamaz. İnsan gerçek mutluluğa eriştirecek olan soyut ideallerinin gerçekleşmesidir. Somut ve gündelik zevklerin yanı sıra, soyut idealleri de dikkate alarak yaşayan insan, hata yapsa da bundan pişman olur. Bu nedenle evlenecek kişilerin hayat felsefelerinin, kültürlerinin ve hayat piramitlerindeki ideallerin birbiriyle örtüşmesi çok önemlidir. Yaşam felsefesi sadece dünyevi zevklere odaklı insanların evliliklerinde aldatmalara daha çok rastlanılır. Bu tür evliliklerde iş hayatı ve bireysel zevkler ailenin önündedir. Kırklı yaşlara doğru biraz da maddi birikime ve çevreye sahip olununca `Dünyaya bir daha mı geleceğim, bir çiçekle bahar olmaz` düşüncesiyle cinsel zevkin peşine düşülür. Daha çok erkeklerde görülen bu tip davranışların sonucunda, kadının tepkisine göre, evlilik ya devam ediyor ya da biter. Halbuki insan, evliliğin sadece cinsel beraberlik anlamına gelmediğini, kutsal bir yönünün olduğunu da düşünüyorsa zaten aldatmaya yönelmez. Zaaflarına yenilip buna yönelse bile, hata yaptığını anlayıp evliliğini kurtarmak için kendini yeniden toparlar. Chat`te aldatma: Sevginin sanal tatmini Son yıllarda internette masum arkadaşlıklar şeklinde başlayan, ancak sonu fiziksel aldatmaya ve ailelerin dağılmasına varan ilişkilerin bir hayli yaygınlaştığını görüyoruz. İnternetteki sohbet ortamları, evlilikte iki önemli psikolojik ihtiyaç olan beğenilme ve sevilme ihtiyacı karşılanmayan kadın ya da erkeğin sığınacağı limanlardan biri haline geldi. Chat arkadaşlığının neden cazip olduğunu gösteren güzel bir örnek var: Ürdün`de boşanan bir çift, farkında olmadan internette chatleşmeye başlıyorlar ve sanal ortamdaki ilişkileri ilerleyince birbirlerine uygun kişiler olduklarını düşünüp yüz yüze görüşmeye karar veriyorlar. Tabii buluştuklarında şaşırıp kalıyorlar. Bu örnekte de görüldüğü gibi, birbirlerini daha önceden çok iyi tanıyan kişiler bile, chat odalarında gerçek yüzlerini gizleyip kendilerini farklı biri olarak tanıtabiliyorlar. İnsanlar, sanal ortamda, olmak istedikleri kişiliği yansıtır ve karşı tarafla sadece yazı ya da görüntü yoluyla iletişim kurdukları için, kendilerini olduklarından daha farklı biçimde yansıtırlar. Bunun nedeni, chat anında insanın içindeki düşünce ve duygu obsesyonlarına kolaylıkla kendini kaptırmasıdır. Düşünce obsesyonu, beynimizin bir bölgesinin istem dışı yanlış düşünce üretmesidir. Bir ablanın kardeşini gezdirirken, onu bir arabanın önüne iteceğini, kısa süreli olarak düşünmesi gibi. Bu düşüncenin bir veya iki kere akla gelmesinin bir zararı yoktur ancak bunlar sık sık tekrarlanır ve abla kardeşini sokağa çıkarmaktan korkmaya başlarsa bu bir obsesyon halini alır. Bir erkek, izlediği bir filmde gördüğü ya da sokakta karşılaştığı bir kadını eşinden daha fazla seviyormuş gibi hissedebilir. Bu da bir çeşit duygusal obsesyondur. İnsanda bu ve benzeri ani düşünce ve duyguların oluşması doğaldır. Önemli olan, insanın mantığının ve vicdanının bu düşünceleri onaylayıp onaylamadığıdır. İnsanın içindeki düşünce ve duygu obsesyonları, chatleşme esnasında kontrolden çıkar. Kişi o anda hiç düşünmeden, süzgeçten geçirmeden aklına gelen her şeyi yazı ya da ses yoluyla karşı tarafa aktarır. Arzular ve dürtüler ile mantıklar ve kurallar arasındaki denge, arzular ve dürtülerden yana bozulur. Ayrıca chatleşmede, kişiler karşı tarafa kendilerini istedikleri şekilde, yani olumsuz yönlerini bastırarak ya da olmadıkları bir kişilik portesi çizerek tanıtırlar. Bu nedenle chat ortamı, aldatmanın birinci safhası olan `hoşlanma` için iyi bir zemin oluşturur. Cinsel aldatma gerçekleşmese bile, chat yaptığı kişiye aşık olma, daha doğrusu aşık olduğunu zannetme gibi duygusal aldatma durumları yaşanır. Başta da belirttiğimiz gibi chatleşme ihtiyacı, kişinin beğenilme ve sevilme duygularının tatmin edilmemesinden kaynaklanır. Eğer eşlerden birinde chat yapma bağımlılık haline gelmişse, diğeri, `Yanlış yapıyorsun, sen ne yaptığını zannediyorsun?` diyerek onun üzerine gitmek yerine, eşinin bunu neden yaptığını, bu ihtiyacın arkasında hangi duyguların olduğunu anlamaya çalışmalıdır. Eşi chat bağımlısı olan kişinin, onun beğenilme ve sevilme ihtiyacını karşılayacak adımlar atması gerekir. İkinci eş ya da `kendini aldatma` Son yıllarda, dini açıdan cinsel aldatmayı yasak olarak gören muhafazakar kesimde, çok eşli erkekler sık sık gündeme gelmektedir. Çok eşliliği, muhafazakar kesimdeki erkeklerin ekonomik olarak daha iyi duruma gelmesine bağlamak ya da çağ dışılık, kadın haklarını hiçe saymak gibi argümanlarla tartışmak yerine, dini, sosyal ve psikolojik açıdan ele almak daha doğru olacaktır. Bilindiği gibi, İslam dininde ikinci evliliğe ruhsat vardır. Ancak İslam, çok evlilik için eşler arasında adaletli davranmak gibi -ki bu oldukça güçtür- bazı şartlar getirir. Dinimizde erkeğin poligami yani çok eşlilik eğilimi göz önüne alınarak, cinsel duygularını kontrol edemeyen erkekler için ikinci evliliğe izin verilmiştir. Bu izin ruhsattır, teşvik değildir. İslam`ın tavsiyesi tek eşliliktir. Mesela Hz. Muhammed, Hz. Ali`nin ikinci evlilik yapmasını istememiştir. Bütün İslam alimleri, tek eşlilikte sadakati teşvik etmiş, çok eşlilik durumunu ise bir izin olarak görmüşlerdir. Günümüzde ise, dinine bağlı bazı erkekler biraz para kazanınca, cinsel isteklerine aldanarak `Bu hayat benim değil mi, istediğimi yaparım` düşüncesiyle hemen ikinci evliliğe girişmektedirler. Halbuki bu dünyada, insanın bütün duygularını istediği şekilde tatmin etmesi mümkün değildir. Üstelik, cinsellik gibi sadece dakikalar süren bir zevkin, insanın hayatına yön vermemesi gerekir. Cinsellik insanı yönlendirmemeli; insan bu duyguyu yönlendirmelidir. Bunu yapamayan erkekler, ikinci evliliğe yönelmektedirler. Yani bir manada uzun vadeli düşünmeden, cinsel duygularına aldanarak, ikinci evlilik kararını almaktadırlar. Aslında ekonomik açıdan rahatı yerinde olup da ikinci evliliği yapan birinin, hayal ettiği mutluluğa ulaşması neredeyse imkansızdır. Çünkü ikinci eş, ister istemez kendi sorunlarıyla birlikte erkeğin hayatına girmekte, erkek ise `Hayatım daha güzel, daha renkli olacak` diye düşünürken, bir ailenin daha sorumluluğunu omuzlarına aldığını hesap etmemektedir. İkinci eşle mutlu olan yoktur Erkek, maddi imkanlarını vs. kullanarak, bir şekilde ilk eşini ikinci evliliğe ikna edebilir. İlk eş de, çocuklarını düşünerek, evliliği bozulmasın diye buna razı olabilir. Ancak bu, bütün sorunların çözüldüğü anlamına gelmez. İkinci eş ister istemez, erkeğin ilk eşini tamamen aradan çıkarıp, eşini sadece kendisine ait kılmaya çalışır. Çünkü kendisi `ikincil` konumda hissetmektedir. Bundan duyduğu rahatsızlığı ve ezikliği ev eşyaları, giyim kuşam gibi konularda aşırı tüketimle gidermeye çalışır. Erkek ise, çocuklarının annesi ve onca yıllık hayat arkadaşı olan ilk eşini silip atamaz. Bir müddet sonra, `Benimle az vakit geçiriyorsun, ona çok gittin, bana şunu almadın, ona bunu aldın, benim resmi nikahım yok...` şeklinde şikayetler peş peşe gelir. Sonuçta ne erkek, ne ilk eş, ne de ikinci eş mutlu olabilir. İki eşli olup da bedel ödemeyen, huzuru kaçmayan, acı çekmeyen birini bulmak pek mümkün değildir." Prof.Dr. Nevzat Tarhan ( Psikiyatri Uzmanı )
-
Mustafa filmine elestiriler...
Atatürk ve Kürtler MUSTAFA Kemal Paşa’nın Milli Mücadele sırasında Kürtlere özerklik (muhtariyet) sözü verdiği, ama sonra aksini yaptığını iddia edenlerin dayandığı belgelere bir bakalım. Milli Mücadele sırasında, Ekim 1919’da kararlaştırılan Amasya Protokolleri’nin gizli tutulan 2. kısmında “Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırki hukuk ve içtimai haklar bakımından müsaadelere sahip olması” şeklinde bir hüküm mevcuttur. Aynı metinde, bundaki amacın, Kürtlere “zahiri bağımsızlık” vaat eden İngiliz propagandasını etkisizleştirmek olduğu da belirtilmiştir. 22 Temmuz 1922’de TBMM’nin Elcezire (Irak) Cephesi Komutanlığı’na gönderdiği talimatta da hem ülke genelinde hem Kürtlerin yaşadığı yerlerde halkın geniş katılımına dayalı yerel yönetimlerin “aşamalı olarak” kurulması politikası anlatılmaktadır. Zafer’den sonra 16 Ocak 1923 akşamı İzmit’te yaptığı basın toplantısında Gazi Paşa, Türklerle Kürtlerin nasıl iç içe geçtiğini anlatarak ayrı sınır çizmenin felaket getireceğini, ayrı bir Kürt yapılanmasının “kesinlikle söz konusu olamayacağını” vurgulayarak özetle diyor ki: “Ayrı bir Kürtlük düşünmektense, anayasamız gereğince zaten bir tür mahalli özerklikler oluşacaktır. O halde hangi vilayetin halkı Kürt ise onlar da kendi kendilerini özerk olarak idare edebileceklerdir.” Gazi’nin bahsettiği, 1921 Anayasası’dır; 11. madde illere “mahalli işlerde” özerklik tanıyordu. Gazi aynı konuşmasında şunu da söylüyor: “Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait mesele yaratmaları daima mümkündür.” Bu belgeler gösteriyor ki Kürt meselesi yeni değildir. Ama Türkiye hiçbir zaman iki halktan oluşan federatif bir toplum olarak düşünülmemiş, onun için Kürtlerle özel bir anlaşması yapılmamış, Kürtlere mahsus bir özerklikten de bahsedilmemiştir. Dünden bugüne Milli Mücadele’de İslamiyet birleştirici bağ olarak vurgulanırken, İngilizlerin Doğu’da esasen Ermenistan kurmak istediği anlatılmış, Kürtlere yönelik “zahiri bağımsızlık” propagandasına karşı, ülke genelindeki illerin özerkliği sisteminden Kürtlerin de yararlanacağı belirtilmiştir. Ve, 1924 Anayasası’nda illerin özerkliği kaldırılmıştır! Bazı yazarlar 1924 Anayasası ile merkeziyetçi bir sistemin kurulmasını Kürt isyanlarına bağlıyor. Halbuki Koçgiri İsyanı 1921’de, Şeyh Sait İsyanı 1925’tedir. “Ama Hangi Atatürk” adlı kitabımda ayrıntılı olarak anlattım; dönüm noktası 24 Temmuz 1923’te Lozan’ın imzalanmış olmasıdır. Lozan’daki ırki ve dini azınlıklar tartışması Türkiye’nin istediği şekilde çözüme bağlandıktan sonra, “ulus devlet”in kuruluşu sürecinde hukuki aşamaya gelinmiş, 20 Nisan 1924’te yeni Anayasa’yla illerin özerkliği kaldırıldığı gibi “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk denilir” hükmü konulmuştur. Türkiye’de “ulus devlet” yapay değil, tarihi köklere sahip sosyolojik bir süreçtir. Uzun süredir ulus devletin demokratikleşme aşamasını yaşıyoruz. Kürt meselesi vardı, bugün de var. Ulus devleti yıkarak değil, ulus devlet içinde bireysel özgürlük ve yerel yönetim ilkeleri açısından çözümler düşünmeliyiz. Çözümsüzlük halinde “daima mesele yarattıklarını” da tarih gösteriyor. ( Taha Akyol-Milliyet )
-
DTP'ye Ardahan'da çürük domates
Kesinlikle katılıyorum. Tepki bir yana, sadece destek verilmese bile bu konuda olumlu bir yol katedilir. Tabii bu konuda diğer vatandaşların da sorumuluğu yok değil. Yani; tepki göstermesini istediğimiz insanların doğruları öğrenmesi adına çalışmalıyız. Çünkü, bu vatandaşlarımız PKK'nın yoğun propogandası altında.
-
''Ya sev ya terk et'' ile taçlanan Korkunun Cumhuriyeti...
- ''Ya sev ya terk et'' ile taçlanan Korkunun Cumhuriyeti...
Sn. dünyahepimizin, Dündar Kılıç da sözde solcu idi. PKK da sözde solcu. Devlet ne yapıyor, Dündar'ı da PKK'lıları da, Alaattin Çakıcı'yı da kodese tıkıyor. Yani, siyasi görüşleri insanların suç işlemesini mübah yapmıyor, Türkiye'de. Bu konuda bir ayırm yok. "Ya Sev Ya Terket" , eğer, Tek Vatanı, Tek Milleti, Tek Devleti sevmeyenler için söylenmişse doğrudur. Çünkü, Tek Vatanın karşıtı Çok Vatan ( Bölünme ), Tek Milletin karşıtı Çok Millet (Bölünme ), Tek Devletin karşıtı Çok Devlet (Bölünme )' dir. Bunları savunanların da bu ülkede yerini yargı belirler, ondan kaçanın da yeri herhalde bu ülkenin dışı olur, bu kadar basit. Konunun çarpıtılacak bir yönü yok.- ''Ya sev ya terk et'' ile taçlanan Korkunun Cumhuriyeti...
Arkadaşım, Baykal "Türk tanımı" demiş, bunu söylemek neden size ters geliyor, bunu daha öncede tartıştık ve kabul ettiniz,üstelik. Adam doğruyu söylüyor, oy almak isteseydi Başbakan'ın eski söylemi gibi yani; "Sen Ne mutlu Türküm diyene dersen onlar da Ne mutlu Kürdüm diyene derler" diyip olayı çarpıtmaya kalkardı ve asıl tehlikeli oyun da bu olurdu. Sn Mavi, ben Baykal'ın hatalarını gösterdim ve eleştiriyorum. Başka eleştirenler de çok. Ancak, maalesef, ülkemizde, tüm siyasi partilerimizde görülen bir lider sultası ve parti içi demokrasi olmayışı sorunu var. Sebep bu. CHP ise bu açıdan belki de en demokratik olanı. Medya önünde bile parti içi farklı görüşler tartışılabiliniyor. Başkası şunu dedi diye ben bunu mu söyleyeceğim. CHP ne yapsa idi, her söylenene eyvallah mı diyecekti. Milliyetçilik, MHP'nin tekelinde mi ? Altı okun bir tanesi de Milliyetçilik değil mi ? İnsanların ölümüne sebep olan bir suç makinası için ılımlı ve yumuşak üslup kullanmak mıdır doğru olan ? Neyi savunduğunuzu anlamadım gerçekten.- IRKÇI TERANELER
Demirefe, objektif ve bilimsel düşünceye sahip olduğun iddiasındaysan eğer, Kuran, Hadis ve müslümanlık olgusunu, bilge bir insanın öğretisi diye kabul edip, aslında ne söylemiş olduğunun araştırılmasına karşı olmaman gerekir. Batıda, konuya bu açıdan yaklaşan bir çok bilim adamı da var. İnanmak, inanmamak ayrı bir şeydir. Eğer, süper arapça bildiğini iddia ediyorsan ve benim yorumum doğrudur diyorsan diyecek bir şey yok. Eğer, dünyada İslamda reform adı altındaki çalışmaları incelersen, Kuran'ın yazıldığı dönemdeki Arapça'nın bugünkünden farklı olduğunu ( Kureyş Arapçası ) ve Eski Süryaniceye yakın olduğunun söylendiğini görürsün. Bunun yanısıra, tarihi de tarafsız gözle ve neden-sonuç ilişkileri ile ( bilimsel metodoloji ) incelersen, Hz.Ali dönemi sonrası, Emevi-Abbasi siyasi ilişkilerin ve amaçların, bu öğretinin anlaşılması üzerindeki etkilerini ve hadis yazılmasının sebeplerini de anlamış olursun. Bunun örnekleri başka dinlerde de var. Hristiyanlık en bilineni, Luther'in çabaları da bu yönde olmuş. Hatta Budizm için de bunu söyleyebiliriz, şöyle ki; Budizm deki o görkemli tapınakların ve törenlerin de Budha'nın öğretisi ile ilgisi yok ve asıl mesajı taşıyan okullar olmuş ve bu Japonya'ya kadar taşınmış. Bu öz, Samuraylarla gerçek hayata adapte edilmiş ve bu öz, batı pozitivizmi ile birlikte, Japonya'nın kalkınması ve ortaçağdan kurtulması için dayanak olmuş. Aynı şekilde, bugün, İslam ortaçağı yaşamakta ve yaklaşık 450 sene önce Luther'in yaklaşımı bu topraklara yeni geldi. Bugün, dünyada, bunun için çalışan bir çok insan ve grup var. Sonuç olarak; sadece çatışmalara hizmet eden ve öyledir-değildir tarzı inatlaşmaları bırakıp, bu konuları, aklın ve bilimin( hem pozitif, hem normatif bilimler ) ışığında tartışmamızın, kendi eksik bilgilerimiz ile kestirip atmamamızın, sonuçta doğruyu bulmak açısından hepimiz( inanan veya inanmayan ) için yararlı olacağını düşünüyorum.- İslamda kölelik ve cariyelik
Demirefe, objektif ve bilimsel düşünceye sahip olduğun iddiasındaysan eğer, Kuran, Hadis ve müslümanlık olgusunu, bilge bir insanın öğretisi diye kabul edip, aslında ne söylemiş olduğunun araştırılmasına karşı olmaman gerekir. Batıda, konuya bu açıdan yaklaşan bir çok bilim adamı da var. İnanmak, inanmamak ayrı bir şeydir. Eğer, süper arapça bildiğini iddia ediyorsan ve benim yorumum doğrudur diyorsan diyecek bir şey yok. Eğer, dünyada İslamda reform adı altındaki çalışmaları incelersen, Kuran'ın yazıldığı dönemdeki Arapça'nın bugünkünden farklı olduğunu (Kureyş Arapçası ) ve Eski Süryaniceye yakın olduğunun söylendiğini görürsün. Bunun yanısıra, tarihi de tarafsız gözle ve neden-sonuç ilişkileri ile ( bilimsel metodoloji ) incelersen, Hz.Ali dönemi sonrası, Emevi-Abbasi siyasi ilişkilerin ve amaçların, bu öğretinin anlaşılması üzerindeki etkilerini ve hadis yazılmasının sebeplerini de anlamış olursun. Bunun örnekleri başka dinlerde de var. Hristiyanlık en bilineni, Luther'in çabaları da bu yönde olmuş. Hatta Budizm için de bunu söyleyebiliriz, şöyle ki; Budizm deki o görkemli tapınakların ve törenlerin de Budha'nın öğretisi ile ilgisi yok ve asıl mesajı taşıyan okullar olmuş ve bu Japonya'ya kadar taşınmış. Bu öz, Samuraylarla gerçek hayata adapte edilmiş ve bu öz, batı pozitivizmi ile birlikte, Japonya'nın kalkınması ve ortaçağdan kurtulması için dayanak olmuş. Aynı şekilde, bugün, İslam ortaçağı yaşamakta ve yaklaşık 450 sene önce Luther'in yaklaşımı bu topraklara yeni geldi. Bugün, dünyada, bunun için çalışan bir çok insan ve grup var. Sonuç olarak; sadece çatışmalara hizmet eden ve öyledir-değildir tarzı inatlaşmaları bırakıp, bu konuları, aklın ve bilimin( hem pozitif, hem normatif bilimler ) ışığında tartışmamızın, kendi eksik bilgilerimiz ile kestirip atmamamızın, sonuçta doğruyu bulmak açısından hepimiz( inanan veya inanmayan ) için yararlı olacağını düşünüyorum.- Bırakın İran'ı Malezya'yı! Türkiye İspanya olacak mı?
- IRKÇI TERANELER
Oryantalizm Oryantalizm ya da diğer adlarıyla Doğu bilimi, Şarkiyatçılık, Şarkiyat, Doğubilim; Yakın ve Uzak Doğu toplum ve kültürleri, dilleri ve halklarının incelendiği batı kökenli ve batı merkezli araştırma alanlarının tümüne verilen ortak ad. Terim, kimi çevrelerce olumsuz bir yan anlamla 18. ve 19.yüzyıllardaki sanayi kapitalizminin gelişme döneminin zihniyeti tarafından şekillendirilmiş Amerikalı ve Avrupalıların Doğu araştırmalarını tanımlamakta kullanılmıştır. Bu anlamda doğuculuk Aydınlanma çağı sonrası Batı Avrupalı beyaz adamın Doğu hakları ve kültürüne yönelik dışarıdan, ötekileştirici, değilleyici ve önyargı dolu yorumlarına işaret etmektedir. Terimi bu bakış açısından ve olumsuz manada kitaplarında -özellikle de Orientalism (1978) kitabında- kullanan en ünlü kişi Edward Said'dir. Bernard Lewis gibi batılı akademisyenler ise Said tarafından kelimeye yüklenen bu olumsuz imaları eleştirmişlerdir. Oryantalizmi daha radikal boyutta inceleyen TÜRK aydınlarından Ömer Baharoğlu, oryantalizmin Batı'nın emperyalist eylemlerine katkıda bulunan bir kurgu olduğunu aslında hiç masum bir imgelem veya disiplin olmadığını ve Batı'nın dünyanın değişik coğrafyalarına sızma girişimlerinin fikri, bilimsel ve kültürel altyapısının oryantalizm tarafından teçhizatlandırıldığını söylemektedir. Terimin Anlamı Kelimenin latince tabanlı diğer dillerde karşılığı "orientalism"dir. Kökeni ise güneşin doğuşunu ifade eden Latince oriens sözcüğüne dayanmaktadır ve coğrafi manada doğuyu göstermekte kullanılmıştır. Kelimenin içerdiği ve Doğu'ya yönelik Batılı önyargısının karşıtı olarak Batı'ya yönelik Doğulu önyargısı anlamında da Oksidentalizm terimi türetilmiştir. Roma İmparatorluğu döneminde henüz Uzak Doğu kültürleri tam olarak bilinmediğinden günümüzde Orta Doğu denilen bölge Doğu olarak görülmekteydi. Doğu ile ilgili anlayışlar Batılı kaşiflerin Asya'nın içlerine yaptıkları seyahatlerle değişmeye başladı. Oryantalizmin Doğuşu 18. yüzyıl Aydınlanma Çağı düşünürleri bazen Doğu kültürlerinin, Hristiyan Batı kültürü karşısında üstün savunmuşlardır. Örneğin Voltaire, Zerdüştlük inancının, Hristiyanlığa üstün olan rasyonel Deizm'i desteklediği gerekçesiyle, araştırılmasını teşvik etmiştir. Bazıları da İslam ülkelerinde (Hristiyan Batı'nın aksine) var olan dini hoşgörüyü ve Mandarin Çini'ndeki bilginliği övmüşlerdir. Abraham Anquetil-Duperron, Zerdüştlüğün kutsal metinleri olan Avesta'yı tercüme etmiş, William Jones ise Hint-Avrupa dilleri üzerinde yaptığı araştırmalarda Doğu ve Batı kültürlerinin birbirine karıştığı ilk dönem tarihi bağlantıları ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte bu gelişmeler Fransa ve İngiltere arasındaki Hindistan'ın kontrolü konusundaki çekişme ortamında ortaya çıkmıştı ve sömürge ülkelerindeki toplulukları daha etkili bir şekilde kontrol etme amacını güdüyordu. James Mill gibi liberal iktisatçılar Doğu ülkelerini, medeniyetlerinin statik ve yozlaşmış oluşu nedeniyle küçümsemekteydi. Karl Marx bile "Asya modeli üretim"in değişmezliğinden söz etmekteydi. Hristiyan evanjelistler ise Doğu dinlerinin geleneklerini hurafe olarak görerek yermekteydiler. Budizm ve Hinduizm üzerine ilk ciddi Avrupa kökenli araştırmalar Eugene Burnouf ve Max Müller gibi araştırmacılarca yapılmıştı. Aynı dönemde İslamiyetle ilgili ilk ciddi araştırmalar yapılmaya başlandı. 19.yüzyılın ortalarında "Oriental Studies" (Doğu Araştırmaları) akademik bir disiplin olarak ihdas edildi. Yine de akademik araştırmalar geliştikçe, "anlaşılmaz ve hilekar Doğulu" gibi ırkçı tavırlar ve yaygın klişeler de artmaya başladı. Büyük Britanya'da da "konuşmaya değmez TÜRK (Unspeakable Turk)" tabirinin çıkışı aynı döneme rast gelmektedir. Doğu sanatı ve edebiyatı hala "egzotik" ve Klasik Yunan-Roma ideallerine göre düşük görülmekteydi. Doğunun politik ve iktisadi sistemlerinin genellikle feodal "doğu despotizmi" şeklinde olduğu ve kültürel ataletiyle ilerlemeye engel olduğu düşünülmekteydi. Pek çok eleştirel teorisyenler doğuculuğun bu biçimini beyaz adamın daha geniş ve ideolojik sömürgeciliğinin bir parçası olarak görmüşlerdir. - ''Ya sev ya terk et'' ile taçlanan Korkunun Cumhuriyeti...
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.