Zıplanacak içerik

Dogrucudavut

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Dogrucudavut tarafından postalanan herşey

  1. Sn Şuheda, yazılanları okuduysanız, Üzmez olayının uzamasının sebebi, bu kişinin hukuka aykırı biçimde tahliye edlmesi ve bundaki hükümetin sorumluluğunun sorgulanması, bazı arkadaşların partizanca hükümeti savunmasıdır. Operacı sapık olayı ise işlediği fiilin çok daha ağır olmasını bir tarafa bırakırsak, yanılmıyorsam, 400 küsur yıl hapis istemiyle yargılanması ve bu konuda hukuka aykırı bir karar verilmesi şüphesinin şimdilik bulunmamasıdır. Bu olaya, bir müslümana yakışmaması yaklaşımıyla yada dindarlığı yüzünden üstüne gidildiği anlayışıyla bakmak, tamamen bu ülke insanlarını bölmeye hizmet eder. Onu protesto edenlerin arasında önemli miktarda dindar olduğunu da unutmayın. Ne biliyorsunuz belki de operacı sapık da dindardır. Bu yaklaşım tehlikelidir. Bugün, psikoloji bilimi bize bu tür pedofilik sapmaların, dini, ırkı, milliyeti olmadığını söylüyor. Sn. Şuheda, Kürt mevzularının tartışıldığı başlıklardaki iletilerimizi okuyup da o konulara dahil olduysanız eğer, G.Doğu'da feodal yapı ile ilgili tartışmalarımızı ve tespitlerimizi, oralardaki sosyal yapı içerisindeki töre olgusunu ve töre cinayetlerini de irdelediğimizi hatırlarsınız. O tartışmalarda, bazı Kürtlerin sisteme entegre olamamasındaki en büyük etkenin, feodal kültür olduğunu da iletilerimde özellikle vurgulamışımdır. Yani, G.Doğuda yaşanan yanlışlıkların üzerine gidilmediği iddası yanlıştır. Devlet, tespit edilebilen bu gibi olaylarda orda da hukuku devreye sokmaktadır. H.Üzmez'in farkı ise, sosyal yapıda feodal sistemin geçerli olmadığı büyükşehir İstanbul'da yaşaması ve Sn.Efendi Türkler'in dediği gibi, mesleği gereği örnek olması gereken bir düşünce adamı olması gerektiğidir. H. Üzmez denilen sahıs, zaten, kendi içinde çelişik, anarşist ruhlu, hem Şeriatçıyım hem Kürdüm diye üstüne basa basa söyleyip ajitasyon yaratma heveslisi ve bu özelliğinden dolayı tartışma programlarına çeşni niteliğinde çağırılan bir yazar müsveddesi benim gözümde. Ayrıca, dini siyasete alet edenleri onların kendilerine 'İslamı Kesim' demesine bakıp, H.Üzmez olayına getirilen eleştirileri, İslam dinine eleştiri getiriliyor diye algılamak büyük yanlıştır. Ayrıca, bazı arkadaşların, bu olayı, İslam dinine mal etmesi de aynı derece yanlıştır.
  2. Değerli dostum, Türkiye'de ve bu forumda, bazı arkadaşların, zinanın, tecavüzün, tacizin İslam şeriatındaki ağır cezasını vurgulayarak, 'bak, işte sizin hukukunuz yetersiz, verilen cezalar vicdanları rahatlatmıyor, zaten hukuk sisteminizde kokuşmuş' iması yaparak, insanları şeriat devletine ısındırma çabalarını siz de görmüşsünüzdür. Bin dereden su getirilerek, bir takım çıkarsamalarla H.Üzmez'e, bu fiilinden dolayı, şeriata göre en ağır cezalar verilmesi gerektiğini söyleyerek ( tabii samimi bulmuyorum o başka ) insanların zihninde yaratılmaya çalışılan budur. Bu amaç, Vakit'i protesto edenlere karşı açılan afişte daha net anlaşılmış, bir çok insanda da etkili olmuştur. Yani, Üzmez'in tahliye edilmesindeki, Adli Tıp'ın olumsuz rapor vermesindeki hükümetin sorumluluğunu, kokuşmuş yargıya, hakimlere, savcılara, doktorlara, kişilere indirgeyip ve alternatif olarak, İslam şeriatında bunun çözümünün şipşak yapılacağını, üstelik en ağır cezalar verileceği vurgulanarak, Mezhepçi İslam şeriatının getirilmesine zemin hazırlanmak istenmektedir. Konunun özü budur. Konuyu din tartışmasına dönüştürerek, insanların gözünde 'bak, işte Cumhuriyeti, Laik, bilimsel hukuku savunanlar ateisttir' imgesi yaratmak da bu planın tamamlayıcı bir unsurudur. Bu nedenle, o yazıyı yapıştırarak, recm konusunda alternatif getirmeye, Mezhepçi İslam'ın mutlak olmadığını anlatmaya çalıştım. Sanırım, Sn. Cyrano da bunu amaçladı. O iletimde konuya açıklama getirmemem, açıklayıcı bir kaç söz yazmamam, sanırım sizi böyle düşündürdü, bunu da o günkü tembelliğime ve yorgunluğuma verin. Sanırım, Kur'an'daki İslam akımının belki de kurucusu Y.N.Öztürk, hukuk için 'benim yorumumla uygulanabilecek şeriat olsun' dememişti. Bir çok yazısından anladığım kadarıyla, laik hukuk sisteminin ( doğal hukuk ), Kur'andaki İslamla çelişmediğini savunmuştu. Ancak, Mezhep İslamı ( Emevi İslamı )-Kur'an islamı tartışmasını başka bir başlık altında yapmayı tercih ederim. Yoksa, burada Üzmez konusunun özü kaçıyor ve tartışma, şeriatçıların istediği yörüngeye giriyor. Bir de tabii, şu soru da sorulabilir; şeriat için, neden İslamı düşünüyoruz da mesela Yahudiliği yada Hristiyanlığı yada Şintoizmi belki de o dinlerde daha ağır cezalar vardır, Üzmez'e Size şu açıdan katılıyorum, din, tamamen vicdani bir olgudur ve sadece kişiyi ilgilendirir. Saygılar.
  3. Galiba anlatamadık. Kardeşim, Üzmez?in iktidarsız olduğunu söyleyerek tecavüz olamayacağını yada organ sorunu nedeniyle, cinsel istismar suçundan dolayı 15 yıla kadar hapis verilemeyeceğini söyleyen sensin. Bunu da sadece kadının ikinci ifadesine dayanarak yapıyor ve bu konuda kesin konuşuyorsun.. Yani sen kadının, kızının hatta Sn.Üzmez(!)?in ilk ifadesini ( evlenmeyi düşündüğünü söylediği ) dikkate alma, kadının, sonradan muhtemelen baskıyla değiştirdiği ikinci ifadesine inan ve adamı iktidarsız yap! Bin dereden su getirerek ne yapmaya ve neyi ispatlamaya çalışıyorsun ? İnsanların adalete güveninin sarsılması çok kötü sonuçlar doğurabilir. Herkes kendi adaletini yerine getirmeye kalkabilir. Nitekim, bunu, suçsuz olduğu sonradan anlaşılan İstanbuldaki gencin linç olayında acı bir şekilde gördük. Senin de, bir müslüman ve özellikle bir hukukçu olarak, bu açıdan konuya duyarlı olman ve sadece Üzmez'e hakaret etmekle, olayı telin etmekle yetinmeyip, hükümeti yetkilerini kullanmaya davet etmen ve bu yönde tavır alman gerekir.
  4. Tuncay Özkan ne yapmış, kimi dolandırmış, kimin parasını yemiş ? Onun da Gülen cemaatine yakın olduğunu mu ima ediyorsunuz? Peki, o zaman neden 500 tane dava açıldı hakkında, ayrıca, en önemlisi, neden Ergenekoncu deyip içeri tıktılar ? Bunları neye dayanarak iddia ediyorsunuz ?
  5. Seçme ve seçilme hakkı [değiştir] 19. yüzyılın sonlarında kadınların oy verme hakkına kavuşabilmesi konusu kadın hakları hareketi için önemli bir aşama temsil etmiştir.[4] * Yeni Zellanda'da kadınlara seçme hakkı 1893 yılında, seçilme hakkı 1918'de verilmiştir. Bu yasa tüm ırktan kadınları kapsar. * 1902'de Avusturalya'da kadınlar seçme hakkı kazanmıştır. * 1906 yılında Finlandiya kadın vatandaşlarına seçme ve seçilme hakkı tanıyan ilk Avrupa ülkesi olmuştur. O yıllarda Rusya büyük çarlığına bağlı bir düklük olan Finlandiya, dünyada ilk kadın milletvekillerinin meclise girdigi ülke ünvanını da taşir. 1907 yılında 19 kadın milletvekili meclise girmeyi başarmıştır. * Norveç 1913'te, Danimarka ve o zaman Danimarka'ya bağlı olan Izlanda da 1915'de kadınlara oy hakkı vermiştir. * Kanada'da Quebec bölgesi hariç, kadınlar 1917'de seçme ve 1920'de seçilme hakkı elde ederken, Quebec'de kadınlara seçme ve seçilme hakkı 1940 yılında verilmiştir. * 1917'de Rusya ve eski Sovyet cumhuriyetlerinden bir kısmında da kadınlar seçme ve seçilme hakkı elde etmişlerdir. Bu hak 1918 yılı genel seçimlerinde ilk defa kullanılmıştır. * 12 Kasım 1918'de Avusturya kadınlarına oy hakkı vermiş, onu takip eden günlerde 30 Kasım 1918'de Almanya'da kadınların seçme ve seçilme hakkı yasayla garantilenmiş ve 19 Ocak 1919 seçimlerinde kadınlar ilk defa oy kullanmıştir. * Amerika Birleşik Devletleri'nde 1920 yılında yürürlüğe giren anayasa değişikliği ile ülke genelinde kadınlara oy verme hakkı tanınmış, Kasım 1920'de kadınlar ilk parlemento seçimlerine katılmışlardır.[4] * 1918 yılında 30 yaşının üstünde olup, bazı özel durumlarda oy kullanabilme hakkını elde etmiş olan, Birleşik Krallık kadınları için tam oy hakkı 1928 yılında sağlanmıştır [4]. * Güney Afrika Cumhuriyeti ırklarlarına göre kadınlara 1930'da beyaz ırka, 1984'de Hint ırkına , 1994'de de siyah ırka, oy hakkı tanımıştır. * Türkiye'de kadınlar 20 Mart 1930'da belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı kazandılar. 1933'te Köy Kanunu'nda muhtar seçme ve köy heyetine seçilme hakkı düzenlendi. Milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkına ise 5 Aralık1934'te yapılan anayasa değişikliğiyle kavuştular. 8 Şubat 1935'de ilk defa meclis seçimlerine katılan türk kadınları mecliste 17 sandalye elde ettiler. [5] * Fransa'da 4 Ekim 1944'de yapılan yasa değişikliğiyle kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildi. 29 Nisan 1945'te ilk defa belediye seçimlerine katılan kadınlar 21 Ekim 1945'te de ilk defa parlemento seçimlerinde oy kullandılar. * 1925'de belediye seçimlerinde oy kullanmaya başlayan İtalyan kadınları 1946'da ilk genel seçimlere katıldılar. * Brezilya'da 1934'de, Filipinler'de 1937'de, Arjantin ve Meksika'da 1946'da, Japonya'da 1945'te, Çin'de 1947'de, Liberya'da 1947'de, Uganda'da 1958'de ve Nijerya'da 1960'da kadınlar oy verme hakkına sahip oldular.[4] * İsviçre'de kadınların seçme ve seçilme hakkıni elde etmesi 7 Şubat 1971'de gerçekleşirken İsviçre'ye bağlı Appenzell kantonunda ise 1990'ı bulmuştur. Nereden nereye gelmişiz tabii olumsuz anlamda
  6. Dogrucudavut şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    Sn.Mavi, sanırım takıldığımız noktayı buldum. Doğrusu, 'Tarihi egemenler yazar' değil 'Resmi tarihi egemenler yazar' olacaktı. Evet, resmi tarihi egemenler yazar ancak, egemen olmayanlar da, komşu ülkelerdeki tarihçiler de yazar, gerçek olanlar ise, bunların hepsinin birlikte, neden ve sonuçları ile değerlendirilip, ortak doğrularının tespiti ile anlaşılır. Tarihi bilimsel olarak değerlendirme yöntemi budur. Türk tarihini hatırlarsanız, eski Türklerin yerleşik bir hayatları olmadığından ve yazılı bir belgeleri ( Orhun Yazıtları hariç ) günümüze ulaşmadığından, bunlar hakkında bilginin çoğu, Çin, Arap ve Fars tarihçilerinin yazdığı kaynaklardan doğrular ayıklanarak oluşturulmuştur ve eski Türklerin tarihi böyle yazılmıştır. Saygılar.
  7. BİR BÜYÜK UYDURMA: RECM (TAŞLAYARAK ÖLDÜRME) Bu bölümde mezhepçi İslam?ın en haddi aşan uydurmalarından birini göreceğiz. Bu uydurma ile Kuran?ın ayeti iptal edilmeye çalışılmış ve dine taşlayarak öldürme gibi bir ilave yapılmıştır. Fakat asıl dehşetli olan şudur ki; gelenekçiler sırf recmi, yani zina edeni taşlayarak öldürmeyi haklı çıkartmak için, Kuran?ın eksik olduğunu, aslında recm ayetinin var olup, bu ayetin keçi tarafından yenilip yok edildiğini söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir. Bu bölümü okurken lütfen şunu bir kez daha hatırlayın: Kuran?a ilave olan recmi tüm mezhepler savunur. Yani midye ve karidesi yemenin haramlığını, altın ve ipek giymenin kötülüğünü, başörtüsü ve peçe takmanın farziyetini, müzik dinlemenin ve resim yapmanın yasaklığını, namazlarda ve hacda Kuran?da olmayan detaylar olduğunu savunan Ehli Sünnet mezhepler; Hanefiler, Şafiler, Malikiler, Hanbeliler ile Şii mezhepler aynı zamanda recmi, hem de istisnasız hepsi savunurlar. Eğer recmin yanlışlığı ve uydurma hadislerin dinin kaynağı olamayacağı iyice anlaşılırsa, o zaman tüm bu mezheplerin hatalı yolda oldukları da iyice ortaya çıkar. Eğer bu mezheplerin hatası iyice anlaşılırsa; o zaman Kuran?da olmayan ipeğin, altının, başörtüsünün, peçenin, haremlik-selamlık ve diğer-lerinin de dinde olmadığı daha iyi anlaşılır. Çünkü Kuran?da olmayan bu ilave farzlar ve haramlar hep mezhepler yoluyla dinimize girmiştir. Recm konusu ise hem mezheplerin hatalı olduğunu, hem de hadis kitaplarının saçma olduğunu en güzel şekilde gösterir. Çünkü Buhari, Müslim, Ebu Davut, Hanbel, İbni Mace gibi bütün meşhur kitaplar recmi savunurlar. Üstelik bunu savunurken recmi haklı çıkartmak için Kuran?ın eksik olup, recmin aslında Kuran?da olduğunu (keçi Kuran ayetini yemeden önce) bile söyleyebilmişlerdir. Her şeyden önce Kuran-ı Kerim?de zinanın cezası belirtilmiştir. Kuran?da belirtilen bir konuda Kuran?ın hükmü ile çelişen bir hüküm ortaya atmak gelenekçi İslam?ın, mantık ve Kuran?a bağlılık seviyesini bir kez daha ortaya koymaktadır. Zina eden kadın ve zina eden erkeğin ciltlerine yüz vuruş vurun. Allah?a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah?ın dini konusunda bunlara acıma duygusu sizi yakalamasın. Müminlerden bir grup da bunların cezalarına tanık olsun. 24-Nur Suresi 2 Ayette zinanın cezası yüz celde olarak geçer. Arapça?da ? celde? kelimesi deriyi incitecek bir değnek manasındadır. Bu ceza için Arapça?da ?asa, minsee? (sopa, değnek) kelimelerinin geçmemesi, ayette bir grubun bu cezaya şahitlik etmesinin istenmesi, suçlunun canını acıtmaktan çok toplum önünde teşhir edilerek cezalandırıl-masının hedeflendiğini gösterir. Kuran?a göre zinanın ispatı için dört şahit gerekir. İslam?da özel mülkiyetin dokunulmazlığının ol-duğunu düşünürsek, aslında gizlice zina yapanları dört kişinin cinsel ilişki anında görmesi çok zordur. Fakat bu ceza alenen zinayı, genelevler şeklinde yapılanmaları yok edecek bir uygulamadır. Allah bu uygulama için bile ?sizi Allah?ın dinini uygulama konusunda acıma duygusu yakalamasın? demektedir. Peki nasıl olur da, taşlayarak öldürme gibi çok şiddetli bir ceza, hem de bu konunun hükmü Kuran?da açıkça belirtilmişken gerçek olabilir? Üstelik bu ayetten bir önceki 24- Nur suresi 1. ayette bu surenin ayetlerinin farz ve apaçık olduğu söylenir. Bu; kelime sıkıntısı çekmeyen (31-Lokman suresi-27), en iyi yasa koyucu (5-Maide suresi-50), unutkan olmayan (19-Meryem suresi-64), Kuran?ı detaylı bir şekilde indiren (11-Hud suresi-1) Allah?ın yasasıdır. Gelin şimdi de uyduruk İslam?ın türeticisi mezhepçi İslamcıların (aslında İslam tahripçilerinin demek daha doğru olabilir) hadislerle uydurdukları dindeki recm uygulamasını inceleyelim. KEÇİ KURAN AYETİNİ YOK EDİYOR Recmi topluma kabul ettirmeye çalışan recm savunucuları ya-lanlarını halka kabul ettirmek için bir hikaye de uydurdular. Bu hikayeye göre recm ile ilgili Kuran ayetleri sayfalara yazılı şekilde Hz. Aişe?nin evindeydi. Peygamber?in vefatından sonra odaya giren aç bir keçi bu ayetleri yemiştir. Böylece keçi bu ayetleri neshetmiştir, yani hükmünü kaldırmıştır. (Nasih-Mensuh rezaletini bir önceki bölümde işledik. Bu konu, o bölüm için çok önemli bir delildir.) Bu hikayeyi İbni Mace Nikah 36,1944 veya Hanbel 5/131,132,183 ve 6/269?da bulabilirsiniz. Peygamber?in vefatından sonra hem ta-mamlanmış, hem ezbere bilinen Kuran?ın bir ayeti hem de keçinin yemesi suretiyle nasıl ortadan kalkar? Geleneksel İslam?a göre büyük alim olan İbni Kuteybe, konuya şu cümlesiyle giriş yaparak açıklık getirir: ? Keçi mübarek bir hayvandır.? Devamında ise bu büyük(!) alim keçinin faziletlerini açıklar ki konu iyice anlaşılsın. Sonra da şu ilginç cümlesiyle konuyu açıklar: ? Ad ve Semud kavimlerini ortadan kaldıran Allah, bir ayetini keçiye yedirerek kaldıra-maz mı?? Allah?ı inkar eden bu iki kavmi Kuran ayetlerine benzeten İbni Kuteybe böylece geleneksel, hadisçi, mezhepçi İslamcıla-rın tutarsız yaklaşımlarına iyi bir örnek oluşturmaktadır. Türkçe?ye ? Hadis Müdafası? diye çevrilen orjinal ismi ?Tevilu Muhteliful Hadis? olan İbni Kuteybe?nin kitabını okumanızı tavsiye ediyoruz. Okuyun ki Kuran?ın yeterliliğini, geleneksel İslamcıların çap ve kimliklerini daha iyi anlayın. Hadis kitaplarının bizim kanaatimize göre Hz. Ömer?e iftira olan bir hadisiyse şöyledir: İleride bazı kişiler çıkacak ve recm cezasını Kuran?da bulmuyoruz diye recmi inkar edeceklerdir. İşte bu kişiler okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklardır. Eğer halkın ? Ömer Kuran?a ilave ediyor.? demesinden korkmasam bu recm ayetini Kuran?a yazardım. Buhari 93/21, Müslim Hudud 8/1431, Ebu Davut 41/1 Bizce bu hadis bile tek başına Buhari, Müslim ve Ebu Davut?un güvenilmeyecek kitaplar olduğunun anlaşılması için yeterlidir. Böylece en sahihleri, en doğruları böyle olan hadis kitapları bile bir kenara atılıyorsa diğer hadis kitapları ve hadislere dayanan tefsir, ilmihal kitabı gibi kitapların da tereddütsüz bir kenara atılmaları ge-rektiği anlaşılır. Görüldüğü gibi bu recm hadisleri hem dine, hem Peygamber?e, hem Ömer?e iftiralardır. Bu hadislerin mantığına göre Hz. Ömer Allah?tan çok halktan korkuyordu. Demek Hz. Ömer halktan değil de Allah?tan korkmuş olsaydı keçinin yiyerek yok et-tiği recm ayeti, hadis kitapları yerine Kuran?da olacaktı! (Lütfen 11. Bölüm?ü bir daha okuyun ve Hz. Ömer?in Ebu Hureyre ve diğer uyduruculara karşı tavrını, Kuran?a sahip çıkışını bir daha gözden geçirip Hz. Ömer?e yapılan bu iftiranın yalanlığını kavrayın.) ZİNA YAPAN MAYMUNLARIN TAŞLANMASI Bu uydurmalarla yetinmeyenler maymunların da zina eden bir maymunu yakalayarak taşladıklarını ve sahabelerden birisinin de maymunu recm etme olayına katılarak maymunu öldürdüğünü an-latırlar. Sözde recmin ne kadar mantıklı olduğunu, maymunların bile bunu anladığının, fakat bazı insanların anlayamadığının mesa-jını veren bu çok değerli (!) hadisi bilin bakalım hangi alim rivayet etmiştir? Evet, bu, süperlerin süperi diye takdim edilen, bir hadisini bile inkar edenin kafir olacağı söylenen en doğru hadis kitabının yazarı olan (diğerlerini siz düşünün) Buhari?nin 63/27?de geçen hadisidir. Kurtubi?nin bir izahında ise Ahzab suresinin sonunda recm ayetinin eksik olduğu, Hz. Osman?ın döneminde bunların yazılmadığı söylenir. Bu izahta da Kuran?da mevcut olmayan recm geleneğine dayanak yaratma endişesinin, nasıl Kuran?a iftiralar atmaya kadar uzanmış olduğunu gözlemliyoruz. MEZHEPÇİLER LÜTFEN BUNU DÜŞÜNSÜNLER Görüldüğü gibi bir sürü çelişkili, mantıksız izah, sırf recm gele-neğinin yerleşmesi için uydurulmuş ve Kuran?ın açık hükmü olan 24- Nur suresi 2. ayetin de hükmü kaldırılmaya(neshedilmeye) çalışılmıştır. Bir rivayete göre Hz. Ömer döneminde Kuran?da recm yoktu, öbür rivayette Hz. Osman döneminde yazılmadı denir. Başka bir rivayette ayet keçi yüzünden ortadan kalkar. Diğer yandan maymunların recminden ve sahabelerin buna katıldığı komedisinden bahsedilir. Üstelik Kuran?daki açık hüküm yok sayılır. Neresine el atılırsa mantıksızlık ve çelişki olan bu konu geleneksel İslam?ın uydurucularının sıkışınca nasıl Kuran-ı Kerim?e iftiralar attıklarını da göstermektedir. Oysa birçok gelenekçi hem Kuran?ın, hem hadislerin doğruluğunu, hem de kelimesi kelimesine kabul ettiklerini söylemektedirler. Bu kabulü yapan gelenekçilerin çoğunun ne yazık ki kendi gelenek ve inançlarından habersiz oluşları büyük bir sorundur. Kuran?a göre Kuran yeterlidir ve dinin tek kaynağıdır. En sahih hadis kitaplarına ve mezheplere göreyse Kuran eksiktir. Aç ve mübarek bir keçi(!) Kuran?ı yiyip eksiltmiştir! Lütfen aldatılan mezhepçi arkadaşlar bu konuyu iyice araştırın. Çünkü ilmihal kitapları bu konuyu örtbas etmekte, şeyhler, hocalar milletin kafası karışır diye bu konuya hiç girmemektedirler. Mezhepçi arkadaşlar eğer bu konuyu araştırırsanız çok güvendiğiniz mezhebinizin, hadis kitapla-rınızın nasıl kendilerini haklı çıkartmak için Kuran?ı eksik saymaktan geri durmadıklarını ve tüm bu zırvaları uydurduklarını göreceksiniz. Mezhebi kabulle hiç bilmeden bu izahları da kabul etmiş oluyorsunuz. Çünkü bu izahlar mezheplerin, en doğru (!) hadis kitap-larının bir parçasıdır. Oysa Kuran apaçık bir şekilde din adına tüm detayları veriyor. Bizi, ?Fırkalara bölünmeyin? diye mezhepçilikten alıkoyuyor. Mezheplerse ?Recm nohut büyüklüğünde çakıl taşları ile olur. Kadın bir çukura gömülür, erkek ayakta taşlanır.(Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı 7/97)? tipi dehşetli açıklamalarla vahşeti, yavaş yavaş öldürmeyi, Kuran?la çelişkiyi telkin etmektedirler. -http://www.kurandakidin.net/bolumler/26birbuyukuydurma.htm-
  8. Sn.Birce, http://www.turkish-media.com/forum/index.p...st&p=741304 Saygılar.
  9. Evet sonunda vahşi batıya benzeyeceğiz bu gidişle. ( Aslında vahşi doğu diyeceğim malum doğu ülkesiyiz Avrupaya göre hem coğrafi hem de kültürel olarak ama bazı arkadaşlar alınabilir, onun için demedim. ) Devletin adalete güveni sarstığı bir ortamda herkes kendi adaletini sağlamaya çalışır. Bu genel hüküm. Şimdi özele gelelim; birincisi sapıklık olayı ve tacizler yani tacizci Hüseyin Üzmez ve operacı sapık olayı... Olayın ikinci yönü daha vahim, o da tacizci Hüseyin Üzmezin uygunsuz bir raporla tutuksuz yargılanması, bir nevi 'bizim sapığımız' yaklaşımı. Bu da hükümetin sorumluluğundadır ve insanların adalete güvenini sarsan bir unsurdur. Üçüncü yön ise, insanımızın uygar olmaması, vahşi batıdaki kovboylar gibi davranması, vahşileşmesi... Bu olay siyasi zemine taşınırsa da yine yukardaki genel hükümle paralel düşünürsek, örneğin Balıkesirdeki olaylar şöyle değerlendirilebilinir: Hükümetin ve iktidar medyasının teröristlere karşı mücadele eden TSK'ya yıpratıcı tavrı ve DTP'nin ordaki mitingte APO posteri açması ve söylemleri falan bunda etken olmuştur, halk ta devlet PKK ile başa çıkamıyor duygusu yaratmıştır. Yine Dolapderedeki esmer vatandaşın evinin camlarının kırılması, arabalarının yakılması, polisin geç gelmesi, PKK'lı göstericilere müdahalede geç kalması da bu tepkiyi uygarlık açısından yanlışta olsa haklı olarak doğurur. Buralardaki olaylarda polisin ve jandarmanın yetersiz müdahalesi de vardır ve bu da yine hükümetin sorumluluğundadır. İtiraz edenlere de SHP iktidarındaki Sivas Madımak katliamını hatırlatırım. Bu halkın içinden çıkmış olan polisin kazmalığını da eklemek gerek tabii. Ama bunu da önleyecek olan yine hükümetin dirayetidir. Ne yapıyordu kovboy filmlerinde Şerifler, tutukluyu linç etmek isteyen halka, silah çekip gerekirse ateş ediyorlardı değil mi ? Yani kanunlara göre yargılanıp, varsa cezasının yargı tarafından verilmesinden yana idiler ve bu konuda kararlıydılar. Tabii bunlar sadece filmlerde olur derseniz başka. Yurtlarda yaşananlar ise, yine kol kırılsın yen içinde kalsın anlayışıyla ele alınmakta. Bu gibi olayların yaşanması ve bir türlü düzelmemesinin de birbirine bağlı sebebleri, şikayet mekanizmasının çalıştırılamaması, partizanca yaklaşımlar ve maalesef insanımızın 'bana dokunmayan yılan bin yaşasın' tavrıdır. Doğru ve iyinin, ancak bizim görüşümüze uygun olduğu ve oy potansiyeli yaratma gücüne göre doğru ve iyi sayıldığı anlayıştır. O kurumlar içinde sağduyu sahibi olup ta bir üst makama yaşanan yanlış durumu bildirenler, şikayet edenler olsa da-ki olmuştur- kaale alınmaz yada sürülme korkusundan kimse 'Kral Çıplak' diyemez.
  10. Sn.Yakışıklı, Asıl ben özür dilerim anlayamamışım.
  11. -Nuri Alçolu filmler -Şalvar stili Blue Jeanler -Komançero şarkısı ( kimin bimiyorum ama bir kere saymıştık tam 56 defa komançero nakarat tekrarı vardı şarkıda )
  12. Sn.Yakışıklı, Peki, zan üzerine tutuklanan o şahıs, hukuki terimiyele 'şüpheli', aslında suçsuzsa veya mahkeme sonucu suçsuz olduğu anlaşılıp, beraat ederse ne olacak. Acaba, insanlar beraat etse bile yine de akıllarında bir şüphe kalmaz mı o insan için ? Avrupada onun da ismini soyadını yazıyorlar mı ? Üstelik o konudaki duyarlılık bizde had safhada, direkt linç ediyorlar oluyor, bitiyor. Öldürülen gencin suçsuz olduğu sonradan anlaşılıyor. Saygılar.
  13. 12 Eylülün cuntacı Anayasası tartışılmalıdır. ancak, bu demek değildir ki, temel maddeler değiştirilsin, bu devleti, demokratik, laik ve üniter yapan maddeler de revizyona tabi tutulsun. Bunların amacı, demokrat düşünceli insanları yanına çekerek 12 Eylül Anayasasının anti-demokratik hükümlerini değiştirmek kılıfı altında bu temel maddeleride tartışmalı hale getirmek, Atatürk devrimlerinin kazanımlarına son darbeyi vurmak. Böyle bir mantık yok; yani, demokratik devleti değiştirip şeriat devleti haline getirmek için demokrasiyi kullanmak. Ondan sonra da dava açılınca ve hüküm verilince, bu hüküm antidemokratik oluyor ve Anayasaya aykırı oluyor. Bunu, AKP kapatma davası ile Türban davasında çok net gördük. Ama çoğu kişi sığ mantıkla düşündüğünden bunu göremiyor. 'Yani canım, parti kapatılır mı, bu demokrasiye aykırı, Türban neden Kamu alanına girmesin ki, bu gayet normal bir insan hakkıdır' denilince bunu halka izah etmek güçleşiyor. Dolayısıyla, bu gibileri maduru oynuyorlar, halkın gözünde sayı yapıyor. Anayasa mahkemesi ve TSK da ceberrut, baskıcı, zorba, dayatmacı, otriter hatta faşist oluyor. Bu kısır döngüyü kırmak da ancak muhtıra ile güçle oluyor. Bu sefer de dış desteklerimiz, kredi alma şansımız azaldığından neticede ekonomi dönmüyor, halkın cebine az para giriyor, çoğu kişi de ilkesiz ve sadece cebine girenle ilgilendiğinden, bunun sebebini TSK'ya veya gerçek ulusalcılara bağlıyor. Bunların sayısı de giderek artıyor. Olay sil baştan yeniden başlıyor. Başbuğ, şimdilik çok akıllı davranıyor, RTE'nin kulağını çekmiş anlaşılan, bakalım sonucu hep beraber göreceğiz.
  14. Mehmet Kaplan değerli bir edebiyat profesörüdür ancak sağcı ve Osmanlıcı olduğundan, Türkçe'nin sadeleşmesine karşı olan ekolden olduğu için bu tür şeyler söylemiş olabilir. Millet sözcüğü, bugün Araçadaki anlamıyla ( ümmet ) yada Osmanlı kullanımıyla ( etnik topluluklar ) şeklinde Türkçede yer almıyor. Anlam değişmesine uğramış bir sözcüktür ve Türkçe'ye malolmuştur. Ona bakarsanız, 'peş' sözcüğü de Farsça kökenlidir, Farsçadaki anlamı 'ön, cephe' olduğu halde Türkçe'ye tam ters anlamda 'arka,ard' anlamında geçmiş ve Türkçe'ye malolmuştur. Millet ile Ulus aynı şeydir. Saygılar.
  15. Siz de o başlıkta: diyerek onların ulusalcı olduğunu söylemediniz mi? Türk Solu, Ulusal Sol olarak niteliyor kendini. Yazılarında ulusalcıları eleştiriyorlar. Şimdi buldurmayın, yormayın beni. Israr ederseniz bulur, yapıştırırım. 1-Bu aşağılama olarak gördüğünüz şeyler nelerdir ? Savunduğum için sormuyorum, sadece bakış açınızı anlamak istiyorum. 2-'Herkes her seye istedigi gibi reflex gösterirse sonuc nereye gider' derseniz PKK'yı da haklı görmemeniz gerekir. 3-Türk Solu ne demiş, Kürtleri öldürelim mi demiş ? Burdan bunu mu çıkardınız ? Bakalım ben ne demişim, siz ne demişsiniz: Bu soru ile sizin ulusalcı tanımlamanızı, bakış açınızı anlamak istemişim bu çok açık. Bunu siz iddia etmişsiniz, ben de neden görmüyorsunuz diyerek, sizin ulusalcılıktan ne anladığınızı anlamak istemişim. Yeterince açık anlattım herhalde. Bu soru karşısında sizin yapmanız gereken, vermeniz gereken cevap sadece Türk Solu şundan, şundan dolayı Ulusalcı değildir demekti. Beni suçlamak değil.
  16. Siz başka gazeteleri okumuyorsunuz herhalde. Ermenistanla diplomasi yada ticaret, onları Ermeni Diasporasından kurtarmaz. Ermeni Diasporasının arkasında ABD ve AB vardır. Ermenistan Cumhurbaşkanı ABD'nin emriyle davet yapmıştır. Abdullah Gül de, ABD'nin emriyle Ermenistana gitmiştir. Çünkü, ABD'nin çıkarları, Rusya'nın etkisini Kafkaslarda ve Orta Asyada bitirmeye yönelik politikalar üretme ve uygulamayı gerektirir. Gürcistandaki ve Ukraynadaki Soros Turuncu Devrimleri bunu doğrular. Türkiye'ye biçilen rol de Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya'da uzlaştırıcı, bu ülkeleri ABD'ye yakınlaştırıcı politikalar uygulamaya alıştımaktır. Ermeni iddiaları ise Ermenistanla yakınlaşarak sona erdirilecek bir şey değildir, burada amaçlanan Türkiye'nin geri adım atıp 'canım yapmışsak yapmışız bunlar eskide kaldı, hem bu Osmanlı döneminde olmuş, üstelik İttihatçılar yapmış, bizle ilgisi yok, tabii yazık olmuş, hemen Ermenilere biraz toprak verelim' dedirtmektir. Kıbrıs sorunu ise yine ABD'nin Ortadoğuya yönelik operasyonlarında sağlam bir üs oluşturmasına hizmet etmesi amacıyla oluşturulmuş yapay bir sorundur. K.Kıbrıs bir devlet değil mi ? Üstelik uluslararsı anlaşmalara dayanarak kurulmuş bir devlet. Türklerin Rumlara yönelik hiç bir talepleri de yok. Neden Kıbrıs birleştirilmeye çalışılıyor zannediyorsunuz, durup, dururken. Peki K.Kıbrıs, Annan planını kabul etmesine rağmen neden çözülmüyor bu yapay sorun. Neden, Rum tarafı kabul etmedi Annan planını o da mı Türkiye yüzünden. Devrimci Sosyalistler ne diyormuş bu konularda hiç bahsetmediniz bu arada. Türk Solu dergisi, kendisini ulusalci olarak nitelemiyor. Perinçek'in dönek olması başka bir şeydir. Yani, Çetin Altan da dönektir şimdi o da mı hapse atılsın. Ajan ve provakatör olup olmadığı sabit değildir. Mahkeme sonuçlandıktan sonra belli olur, tabii mahkeme adil olursa. İktidara sadece demokratik yollardan karşı olanların, gerçekten suça bulaşmışlarla birlikte içeri tıkılması, onların da suçlu olduğu anlamına gelmez. Bu çok sığ bir mantık olur. Tuncay Özkan ise KanalTürk'e reklam alamadığını, borç içinde olduğunu, mecburen TV'yi satılığa çıkardığını ve KanalTürk'e tek talip çıktığını ve onlara satmak zorunda kaldığını söyledi. Bence gayet inandırıcı. Yoksa siz de parayı, sermayeyi elinde bulunduranlardan, güçlüden yanamısınız, sadece onların dediklerini mi kabul ediyorsunuz ?
  17. 1- Ben, ne zaman Türk Solu Ulusalcı demişim ? 2- Türk Solu dergisi, kendisini Ulusalcı olarak tanımlamıyor. Ulusalcılara şiddetle karşılar. Onları zorla ulusalcı yapacak halim yok. 3- Eğer, PKK'nın ırkçı Türk Milliyetçilere bir tepki olduğunu düşünüyorsanız ve bunu haklı ve anlaşılır buluyorsanız, bu durumda, -eğer,Türk Solu dergisinin, PKK'nın Kürtleştirme projesi dedikleri olay doğru ise- buna karşı tepki (refleks) olarak onların da dediklerini haklı ve anlaşılır bulmanız gerekir. 4- Bu dediklerim onları onaylıyorum anlamına gelmez. Eleştirilecek yanları çok. Atatürk'ün yaptıklarını, etnik Türk Milliyetçiliği olarak göstermeleri tamamen hata, Atatürk'ü anlayamadıklarını gösteriyor. Bu yaklaşım, Atatürkün de, İsmet Paşanın da, Turancı ve Türkçüleri, hapse atmasını, işkence yaptırmasını da açıklayamaz. 5- Bu tür yöntemlerle benim dediklerimi çürütmeye çalışmanız da anlamsız ve de imkansız.
  18. Dogrucudavut şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    Bakın Sn.Mavi, Demokrasilerde değişik fikirleri savunan gazetelerin, TV'lerin bulunması gayet doğal bir şeydir. AKP tarafından ilkesiz gazetecilerin, patronların satın alınması ise başka bir şeydir. AKP'ye bugün, ABD çıkarlarına uygun davranması ve ortak düşmanları olan, TSK ve Laik Cumhuriyete bindirme yapması için oluk, oluk para yağmaktadır. Dünya sizin zannettiğiniz gibi masal kahramanlarının olduğu, insanların sadece iyi ve kötülerden oluştuğu Klasizm dönemine ait bir tiyatro sahnesi değildir. Erdoğan-Aydın Doğan polemiği de bu bağlamda değerlendirilmelidir. İnsanlar maalesef güçlü olanın yanında yer alır, insan tabiatı budur. Bu davranış biçimi ancak eğitim ve ilkeli insan yetiştirmekle aşılır. İdealist ilkeleri kendi çıkarlarına uygun olarak kullanan akıllılar (!)(MAKYAVELİST) tüm toplumlarda vardır. Din de kullanılır, Miliyetçilik(Ulusçuluk) da, Sosyalistlik te, efendime söyleyeyim Atatürkçülük te. İnsanların samimiyeti ise şöyle ölçülür: Eğer, bu saydığım görüşler bir ülkede çoğunluktaysa, kullananlar mutlaka çıkacaktır. Ama bunlardan herhangi biri azınlıktaysa bu durumda ortada çıkar olmayacağından kullanılacak bir şey kalmaz ve kullananlar o grup içinde çok azınlığa düşer ve herşeye rağmen savunanlar samimi inanmış olanlardır. Tabii, bu o savunduğu fikirlerin doğru olduğu anlamına da gelmez ancak o savunanların içtenlikle o fikire inanmış olduklarını, samimi olduklarını söyleyebiliriz. Yani, her dönemde, iktidara yakın partilerde çıkarcı insanların olması mümkündür. Bu Makyevelist insanların varlığı her dönemde görülür. Önemli olan bunların sayısının sınırlı kalmasıdır. 80 sonrası, özellikle Özal döneminde toplumda büyük bir ahlaki tahribat olmuş, bu tür insanların sayısı artmıştır. Ancak, hiçbir dönem, Türkiyede, AKP kadar değerleri hiçe sayan bir iktidar olmamıştır. ( İktidar diyorum darbeleri karıştırmayın ) Osmanlı-AKP yaklaşımınız doğrudur ve AKP zihniyetini birebir temsil eder. Cumhuriyet bu anlayışı yıkmak için kurulmuştur. Devrimler kula kulluğa son vermek için yapılmıştır. Tarafın, TSK'ya, askere kafa tutması, meydan okuması gayet serbesttir ve basın özgürlüğü kapsamındadır ancak bugün iktidar aleyhine olanların bir kısmı Ergenekon davası ile ilişkilendirilip içeri tıkılmıştır. Bu yasaklı gazeteciler için alınan karar da bu doğrultudadır. Saygılar. Not: Tarihi egemenler de yazar, egemen olmayanlar da, gerçek olanlar ise, bunların hepsinin birlikte, neden ve sonuçları ile değerlendirilip, ortak doğrularının tespiti ile anlaşılır. Tarihi bilimsel olarak değerlendirme yöntemi budur.
  19. Estagfirullah, ne demek Tabiki ekleyebilirsiniz. Yalnız, Millet Arapça kökenli olmasına rağmen Türkçeye malolmuş bir kelimedir ve Dil devriminden önce kullanılan eski Türkçeye( yada Osmanlıcaya ) aittir. Ulus ise Göktürkçe-Moğolca kökenli bir kelime olup, dil devriminden sonra, TDK'ın önerdiği ve halkın benimseyip Türkçeye mal ettiği yani yeni Türkçeye ait bir sözcüktür. ( Kelime ve Sözcük gibi ) Daha önce söylediğim gibi, bu kavramların içinin doldurulması başka bir şeydir. Siz Kürt milliyetçiliği demişseniz bu Kürt Ulusçuluğu ve Kürt Ulusu anlamına gelir. Mesele, etniki içerip, içermemesi değildir. Önemli olan bir Kürt Ulusunun/Milletinin varlığından bahsetmiş olmanızdır. İnanın Türkiyenin büyük çoğunluğu ve Anayasa, milleti(ulus) bu anlamda anlıyor, tanımlıyor. Bazı AKP'liler ümmet olarak anlayabilir bu onların sorunu. ( Malum, Millet Arapçada ve Kur'anda ümmet anlamındadır. ) Bu Atatürk'ün dil devrimini benimseyip benimsememekle alakalı, yani ideolojik. Sn.Mavi, özür dilerim ama mesela, Ayşe Hür'ün Kürtler, Osmanlı, Feodlizm başlığındaki yazısını okumadan mı alıntılamıştınız ? Dünün Kürtleri de aynıydı, bugünün Kürtleri de (12 eylülü saymazsak ), siz propagandalara bakmayın yada okuyorsanız bunları da bu ihtimali göz önünde bulunururarak okuyun, hani nasıl resmi tarihi kesin yanlıştır diye okuyoruz, bunları da o gözle değilse de, en azından, hepsi doğrumudur acaba diyerek okuyun. Objektiflik bunu gerektirir. Hani bir zamanlar birisi demişti, barışa bir şans verin diye. Saygılar.
  20. Ben bu resimlerde şaşkın vatandaşlar değil, sırıtan, gülen, eğlenen vatandaşlar görüyorum. Bu yapılana gerçekten duyarlı olsalar, buna engel olurlardı. Demek ki bunlarda hiç vicdan kalmamış. Van'ın hayvan hakları sabıkası çoğalıyor. Geçende de, Obama seçildi diye 44 hayvan boğazlamışlardı. ***
  21. Bu Haşim Kılıç'ı, zamanında Özal atamıştı oraya. Üstelik, adam Hukukçu bile değil, İktisatçıydı yanılmıyorsam. Ama önemli değil, önemli olan FETHULLAHÇI olması
  22. Evet, konuya iki taraflı bakmak lazım. Mesela, Roma İmp., bir sürü yer işgal etmiş. Şimdi, İtalyanlara kim düşman ? Mesela, Bizans İmp., o da geri kalmamış. Şimdi, Rumlara kim düşman ? Mesela, Avusturya-Macaristan İmp., Balkanları, Orta Avrupayı işgal etmiş, Şimdi, kim Avusturyalılara ve Macarlara düşman ? Mesela, Britanya İmp.dünyayı sömürmüş, halkları yok etmiş ? Şimdi hangi sömürgesi İngilizlere düşman ? Bakın, Sn.dünyahepimizin, tarihi değerlendirirken genelde yapılan hata şudur: Marks'ın insanlığın sosyolojik evrimine göre yaptığı bilimsel sınıflandırmayı dikkate alırsanız, orada İmparatorluklarda milliyetçilik diye bir şey olmadığını, feodal/aristokrasi devirlerine ait olan bu oluşumlarda din eksenli/ümmetçi yapıların olduğu görülür. Milliyetçiliğin ise, 1789 Fransız devrimiyle ortaya çıktığı, Osmanlı İmp'na da ancak son dönemleri olan 19.yy'ın sonu ve 20.yy başlarında gelebildiği tarihe bakılınca görülür.Etnik Türk milliyetçilik veya Turancılık ise Osmanlılarda, 2.Meşrutiyet sonrası, Alman İmp. siyaseti sonucunda, kendilerini İttihat ve Terakki içerisinde,Jön Türk diye adlandıran bir takım aydınlar arasında yayılmış bir görüştür. Halkın ise bundan haberi bile olmamıştır. Osmanlının çöküşü diğer etkenlerin yanısıra topraklarında etnik grupların kışkırtılan/oluşturulan milliyetçilikleri yüzünden olmuştur. Türkiyede önemli bir nüfus, bu gelişen milliyetçilikler nedeniyle Balkanlardan Anadolu'ya göçmek zorunda kalmış, Yunanlılardan, Bulgarlardan, Sırplardan ağır zülum görmüş Müslüman ve Türklerden oluşur. Bunlara Ruslardan kaçanları da dahil edebiliriz. Osmanlıya en geç gelen milliyetçilik etnik Türk milliyetçiliğidir. Atatürk ise bunlara en çok karşı çıkan olmuştur. Turancılar yakalanıp hapse atılmış, işkencelerden geçirilmiştir. Atatürkün milliyetçilik anlayışındaysa etnik aidiyet yoktur. Ortak tarih, kültür ve kader birliği vardır. Öncelikle, Türkiyenin dış siyaseti AKP'ye kadar, büyük ölçüde hükümetlerden bağımsız bir çizgide süregelmiştir. Türk dış siyaseti tutarlı bir çizgide Türkiye çıkarlarını korumuştur. AKP döneminde ise kendi siyasi hesapları yüzünden, tamamen dışa bağımlı, boyun eğen, teslimiyetçi bir dış siyaset çizgisi görülmektedir. Bize dayatılan, Kıbrıs için, Annan planı olmuştur. Bu planı, K.Kıbrıs halkının referandumla kabul etmesine rağmen Rum tarafı kabul etmemiş ve uzlaşmayan taraf olmuştur. Yunanistanın etkisi ile AB'nin bize ön koşul olarak dayattığı Rumların idaresi altında bir Kıbrıstır. Ermeni meselesi ise, Ermenistanla konuşup halledilecek bir şey değildir. Çünkü sorunu çıkartan Ermenistan değil, Ermeni Dasporasıdır. Ermeni Dasporasının tesirinde kalan Ermenistan ise, yoksulluğu yüzünden bu iddialarda taraf olmak zorunda kalmıştır. Ermenilerin ve AB ve ABD'nin, Doğu Anadolu toprakları üzerinde açık bir şekilde toprak talepleri vardır. Diaspora Ermenilerinin etkisi ile ve iç siyaset çıkarları nedeniyle, ABDve AB'nin bize ön koşul olarak dayattığı durum, sözde Soykırımı kabul etmemiz ve Bedel ödememizdir. Yanlış anlaşılmasın, Türk insanının, en azından aşırı milliyetçiler dışında kalan çoğunluğunun Ermeni yada Yunanlı insanlarla bir sorunu yoktur. Sorunu çıkartan, düşmanlıkları yaratan, kapitalzmin getirdiği çok uluslu şirketlerin desteklediği emperyalizmin ortaya koyduğu türlü çeşitli planları ve senaryolarıdır. Bunu her Sosyalist bilir. Yok mu ? Lütfen bana Tuncay Özkanın suçunu söyleyin ve tabii suçunun sabit olup olmadığını da, hükümete karşı olmaktan başka...Ayrıca Türk Solu neden sizce ulusalcı değil ? Bunu da açarsanız sevinirim. Perinçek'i yazmıyorum çünkü onu ben de daha çözemedim.
  23. Evet sonunda vahşi batıya benzeyeceğiz bu gidişle. ( Aslında vahşi doğu diyeceğim malum doğu ülkesiyiz Avrupaya göre hem coğrafi hem de kültürel olarak ama bazı arkadaşlar alınabilir, onun için demedim. ) Devletin adalete güveni sarstığı bir ortamda herkes kendi adaletini sağlamaya çalışır. Bu genel hüküm. Şimdi özele gelelim; birincisi sapıklık olayı ve tacizler yani tacizci Hüseyin Üzmez ve operacı sapık olayı... Olayın ikinci yönü daha vahim o da tacizci Hüseyin Üzmezin uygunsuz bir raporla tutuksuz yargılanması. Bu da hükümetin sorumluluğundadır ve insanların adalete güvenini sarsan bir unsurdur. Üçüncü yön ise, insanımızın uygar olmaması, vahşi batıdaki kovboylar gibi davranması, vahşileşmesi... Bu olay siyasi zemine taşınırsa da yine yukardaki genel hükümle paralel düşünürsek, örneğin Balıkesirdeki olaylar şöyle değerlendirilebilinir: Hükümetin ve iktidar medyasının teröristlere karşı mücadele eden TSK'ya yıpratıcı tavrı ve DTP'nin ordaki mitingte APO posteri açması ve söylemleri falan bunda etken olmuştur, halk ta devlet PKK ile başa çıkamıyor duygusu yaratmıştır. Yine Dolapderedeki esmer vatandaşın evinin camlarının kırılması, arabalarının yakılması, polisin geç gelmesi, PKK'lı göstericilere müdahalede geç kalması da bu tepkiyi uygarlık açısından yanlışta olsa haklı olarak doğurur. Buralardaki olaylarda polisin ve jandarmanın yetersiz müdahalesi de vardır ve bu da yine hükümetin sorumluluğundadır. İtiraz edenlere de SHP iktidarındaki Sivas Madımak katliamını hatırlatırım. Bu halkın içinden çıkmış olan polisin kazmalığını da eklemek gerek tabii. Ama bunu da önleyecek olan yine hükümetin dirayetidir. Ne yapıyordu kovboy filmlerinde Şerifler, tutukluyu linç etmek isteyen halka, silah çekip gerekirse ateş ediyorlardı değil mi ? Yani kanunlara göre yargılanıp ceza yargı verilmesinden yana idiler ve bu konuda kararlıydılar. Tabii bunlar sadece filmlerde olur derseniz başka.
  24. KİTABIN ADI :ATATÜRK’ÜN ÖZEL YAŞAMI (Uydurmalar-Saldırılar-Yanıtlar) YAZARI :İsmet Görgülü a. Yapılan Saldırıların Nedeni: Atatürk milliyetçiliğine dayalı laik demokratik sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak veya bölmek isteyenlerin önündeki en büyük engel Atatürk’tür. Öncelikle Atatürk’ün kendisidir. Müteakiben O’nun Türk ulusunun gönlünde yaşamasıdır O’na bağlılığıdır. Atatürk faktörü varoldukça hiçbir güç Türkiye’yi bölemeyecek veya bir İslam devleti kuramayacaktır. Bu sebeple amaçları ülkenin batması olan hainler ve onlara göz yumanlar öncelikli hedeflerini Atatürk faktörünü yıkmak olarak görürler. İzledikleri metodoloji ise; öncelikle İslamiyet’i saptırarak demokrasi ve laikliğin Allah’a karşı gelmek olduğunu göstermek müteakiben demokrasi ve laikliği Atatürk’ün getirdiğini vurgulamak ayrıca O’nun hain namussuz ve İslamiyet düşmanı olduğunu söyleyerek mümkün olduğunca çok kişiyi kandırmaktır. b. İftiraların Kaynağı: Yapılan saldırıların en önemli kaynaklarından biri Rıza Nur’dur. Rıza Nur tıp doktorudur. Birinci ve İkinci Meclis’lerde iki dönem milletvekilliği yapmıştır. Lozan Konferansı’na İsmet İnönü maiyetinde katılmıştır. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra 14 ciltlik “Türk Tarihi” isimli bir eser yazmıştır. Eylül 1926’da hastalığı münasebetiyle Fransa’ya yerleşir ve kendisine milletvekili maaşı ödenmeye devam edilir. Atatürk 1927 yılında Nutuk’u okur ve yayımlar. Nutuk’ta bu kişinin Balkan Savaşı sırasında vatana ihanet ettiğini Arnavutları isyana teşvik ettiğini açıklar. Rıza Nur 1928 yılında Nutuk’u okur ve “Hayat ve Hatıratım” isimli anılarını yazmaya başlar. Eser tamamen Nutuk’a cevap şeklindedir ve orada geçen olayları ters yüz ederek anlatmaktadır. Anılarını 1935 yılında British Museum’a 1960 yılına kadar yayımlanmamak kaydıyla gönderir. Diğer bir ifade ile olay tanıklarının ölmesini bekler. Anılarında Atatürk’ü kötüler ve bir nevi intikam alır. Kurtuluş Savaşı’nın kendisinin sayesinde kazanıldığını iddia eder. Lozan’ı yapan saltanatı kaldıran ve devrimlerin fikir babası olarak kendisini gösterir. Kendi anılarından Rıza Nur’un kişilik yapısını çıkaran doktorların ifadeleri şöyledir. Ağır bir ruhsal bozukluk homoseksüel eğilim narsisizm paranoid reaksiyon vs. Kendi anlatımlarında yazdıkları ise şöyledir. Gençliğinde tecavüze uğrar bir harbiyeliye aşık olur ve kadın olmak ister “kadını erkekle eşit saymak hatadır” “kadın çocuk makinasıdır” “Arnavutları isyana teşvikim iftihar sebebidir” der vs. c. Annesi ve Babasına Yönelik Saldırılar ve Yanıtlar : Zübeyde Hanım bir kişiyle beraber yaşıyormuş. O kişi ölünce babalık davası açmış. Kişinin yakınları ölen kişinin Zübeyde Hanım’ı genelevden iki yaşında oğlu ile birlikte odalık aldığını söylemişler. Mahkeme geneleve sormuş ve genelevin yanıtına göre Zübeyde Hanım 19 Haziran 1881’de oğlu ile beraber geneleve girmiş ve 11 Nisan 1882’de ölen kişi tarafından çıkarılmış. Diğer bir ifade ile babası belli değilmiş. Zübeyde Hanım Ali Rıza Efendi ile 1871 yılında 14 yaşında iken evlenmiştir. Sözde mahkeme kararı 1882 yılında alınmıştır. Ancak bu tarihte Zübeyde Hanım hâlâ Ali Rıza Efendi ile evlidir ve dört çocuk (Fatma Ahmet Ömer Mustafa) sahibidir. Ali Rıza Efendi 1893 yılında vefat etmiştir. Diğer bir ifade ile başka birine babalık davası açtığı anda Zübeyde Hanım hâlâ Ali Rıza Efendi ile evlidir. Böyle bir dava açması mümkün değildir. Ayrıca Osmanlı’da devletten müsaadeli ruhsatlı ve meşru genelev yoktur. Dolayısıyla mahkemenin genelev ile resmi olarak yazışması mantıklı değildir. ç. Soyuna Yönelik Saldırılar ve Yanıtlar Mustafa Kemal Türk değilmiş. Yahudi dönmesi Sırp Bulgar Makedonmuş. Zübeyde Hanım’ın soyu yörüktür. Fatih Sultan Mehmet döneminde Karamanoğlu Beyliği’nin yıkılmasından sonra (1466) Balkanlar’da fethedilen yerlerin Türkleştirilmesi için göç ettirilen ailelerdendir. Aile Vodina sancağının Sarıgöl nahiyesine yerleştirilmiştir ve sonra Selanik’e göç etmiştir. Konya bölgesinden geldikleri için “Konyarlar” ismi ile resmi kayıtlara geçmiş ve anılmışlardır. Ali Rıza Efendi’nin soyu Aydın/Söke’den gelerek Manastır vilayetine yerleştirilen “Kocacık Yörükleri”ndendir. Aile sonra Selanik’e göç etmiştir. Manastır’da yerleştikleri yere “Kocacık” denmiştir. d. Sofrasına ve İçkisine Yönelik Saldırılar ve Yanıtlar Sarhoşmuş ayyaşmış sabaha kadar içermiş körkütük sarhoş olurmuş. Sofrası zevk ve sefa alemiymiş. Ülkeyi sofradan idare edermiş. Geceyi içki ve fuhuş aleminde gündüzü uyuyarak geçirirmiş. Atatürk alkol kullanırdı. Rakıyı tercih ederdi. Baş mezesi leblebi beyaz peynir ve kavundu. Ancak günlüklerde ve anılarda şu ifadeler vardır. Ciddi işler konuşulduğunda kahveden başka bir şey içmezdi. Buhranlı zamanlarda O’nun için sofra-içki yoktu. Korkunç derecede iradesi vardı. Sarhoşluktan hoşlanmazdı. Atatürk’ün akşam sofraları ünlüdür. Birçok günlük ve anı defterinde aşağıdaki ifadeler vardır. Atatürk’ün sofrası bir yemek içki eğlence sofrası değil bir nevi akademi dershane idi. Sofranın karşısında bir karatahta bulunurdu. Sofranın dağılması görüşülen konunun önemine göre idi. Bazen sabahlanırdı. Tek eğlence alaturka saz getirip onu dinlemekti. Çoğu zaman gelen sanatçılar bir köşede unutulup geri dönmüşlerdir. Atatürk sofrasına herkesi bir maksatla davet ederdi. Oraya davet şeref sayılırdı. Atatürk bilmediklerini sofralarda bilenlerden öğrenirdi. Bakanlar milletvekilleri hep o tebeşirli karatahtaya kalkmışlardır. Sofra bir idare yeri değil dostları ile sohbet ve danışma yeri idi. Aynı zamanda bir imtihan yeri idi. Bir vazifede kullanacağı kişileri söylemeden hissettirmeden burada yoklardı. Atatürk çalışmalarında; zaman mekân ve imkân kavramlarıyla ilgili değildi. Başladığı bir işi bitirmeden rahat edemezdi. Az uyurdu. Uykuda geçirdiği zamana acırdı. Nutuk’u hazırlarken 20-30 saat aralıksız çalıştığı olmuştur. Beraber çalıştığı arkadaşları yorgunluktan baygınlık geçirirken kendisi çalışmaya devam etmiştir. e. Cinsel Yaşamına Yönelik Saldırılar ve Yanıtlar Eşcinsel imiş. Latife Hanım ile bu yüzden ayrılmış. Başkalarının eşlerine sarkıntılık edermiş. Atatürk öncelikle bir insandır. Tabii ki sevmiş ve sevilmiştir. Sevdiklerine mektup şiir ve şarkılar yazmış ve bunları günlüklerinde açıkça ifade etmiştir. Eşcinselliğine yönelik Rıza Nur’un iftiralarından başka hiçbir belge ve kanıt bulunmamaktadır. Yakınları hiçbir evli kadınla ilişkisi olmadığını belirtmektedir. Ayrıca hiçbir ilişkisini Köşk’e taşımadığı saati saatine tutulan Nöbet Defteri’nden anlaşılmaktadır. Bu defterde bazen “Büyük Bayan”a gittiğinden bahsedilmektedir. Ancak bu bayan kardeşi Makbule Boysan (Atadan)’dır. Atatürk’ün evliliği yaklaşık 25 sene sürmüş ve 5 Ağustos 1925 ayrılmışlardır. Tüm yakınlarının belirtiklerine göre ayrılmayı Mustafa Kemal istemiştir. Latife Hanım son ana kadar umudunu kaybetmemiş ve tekrar beraber olabilmek için her türlü yakını araya koymaya çalışmıştır. Ayrıldıktan sonra bir daha evlenmemiş ve Atatürk’e bağlılığını sürdürmüştür. f. Dini İnancına Yönelik Saldırılar Mustafa Kemal dinsizmiş kâfirmiş. Laiklik adı altında din düşmanlığı yapmış. “Devletin dini olmaz” diyene Müslüman denemezmiş. Öncelikle herkesin dini kendinedir ve hiç kimseye kimseyi yargılamak düşmez. Atatürk söylevlerinde şunu açıkça belirtmiştir. “İslam’la birlikte insanlık dünya yaşamını düzenlemede yararı zararı kendine ait olmak üzere serbest kılınmıştır.” Kur’an’da bunu belirten sayısız ifade bulunmaktadır. Atatürk ayrıca şunları da belirtmiştir: “Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur” “Din Allah’la kul arasındaki bir bağdır” “Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin gereklerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz” “Bizim dinimiz için herkesin elinde bir değer ölçüsü vardır. Hangi şey ki akla mantığa toplum çıkarlarına uygundur biliniz ki o dinimize de uygundur”. Atatürk İslam dinine şu hizmetleri yapmıştır: Kur’anı’ı ilk kez Türkçe’ye çevirtmiş bastırmış ve ücretsiz olarak dağıtmıştır. Kur’an’ın bilimsel tefsirini yaptırmış bastırmış ve ücretsiz olarak dağıtmıştır. Bazı hadislerin çevirisini yaptırmış ve dağıtmıştır. Hutbeleri ve ezanı Türkçe’leştirmiştir. Din görevlisi ihtiyacını karşılamak için imam-hatip okulları açtırmıştır. g. Para İle İlgili Saldırılar Zengin olma hırslısı imiş. Mal edinme hırslısı imiş. Devletin parasını keyfi ve zevk-sefa âlemlerinde harcamış. Hint müslümanların gönderdikleri yardım parasını zimmetine geçirmiş. “Kişinin aynası işidir” sözünden hareketle yine Atatürk’ün para ile ilgili yaptıklarına ve icraatlarına bakmak uygundur. Üzerinde para taşımazdı. Şahsı ile ilgili yapılan harcama dökümlerini bile detaylı incelemezdi. İstanbul’da kalınan zamanlarda aldığı maaşı masrafları karşılamaya yetmez borçlanılırdı. Ankara’ya döndüklerinde kemer sıkıp borçlarını öderdi. Atatürk 1927 yılında çiftlik gelirlerini CHP’ye bırakmış 1937 yılında ise tüm mal varlığını hazineye yani milletine bağışlamıştır. Ayrıca özel bir yasa ile mirasçılarının pay alma haklarını ortadan kaldırır. Bunun üzerine BMM kendisine bir teşekkür telgrafı geçer. Atatürk’ün cevabı şu şekildedir. “Yapılan bir vazifedir”. Para ve mal edinme hırslısı olan bir kişi için bu davranış pek mantıklı değildir. Yardım paralarından artanlarla iklim ve ürün yönünden farklı bölgelerde çiftlikler alır ve yeni Türkiye’ye modern çiftçiliği öğretir. Makineli tarımı başlatır. İmalathaneler fabrikalar bahçeler bağlar parklar yaptırır. Ankara’da birkaç satış mağazası açılır. Müteakiben İstanbul’da da iki satış mağazası açılır. Ankara’nın çevresinde büyük bir orman geliştirilmesine başlanır. Atatürk’ün maaşı ödeneği ve emekli aylığından başka geliri yoktur. Emekli aylığını hiç harcamaz ve İş Bankası’nda bulunan bir hesapta biriktirir. 9.000 TL. maaş almaktadır. Bu paranın 2.000 TL.sini (sonradan 3.000 TL.sini) İsmet İnönü’ye 1.100 TL.sini ise başka altı kişiye aylık yardım olarak verir. Kalan para ile Köşk’ün (çalışanların ve konukların yemekleri de dahil) masrafları ödenir. Seyahatlerinde sadece tren veya vapur ister harcırah almaz maiyetine de aldırmaz. Tüm masrafları kendisi karşılar. Atatürk öldüğünde toplam 73.020 TL. birikimi vardır. Bunu da vasiyetinde CHP’ye bırakır. Aylık ortalama geliri 10.000 TL. kabul edilirse yaklaşık 7 aylık birikimi bulunmaktadır. Atatürk ayrıca “Mücevherler” isimli bir defter tutmuştur. Defterin dökümü şu şekildedir. Kravat iğnesi 10 adet kol düğmesi 1 adet kol 2 adet cep saati 3 adet saat zinciri 4 adet köstek İstiklal Madalyası. ğ. Ölümüne ve Cenazesine Yönelik Saldırılar ve Yanıtlar Ölümü çok içki içmesindenmiş. Ölüm saati uydurmadır aslında 02.00 civarında ölmüş. Cenaze namazı kılınsın istememiş ve kılınmamış. Atatürk öldükten sonra otopsi yapılmaya gerek görülmemiş ve (alkolle bağlantılı) sirozdan öldüğü rapor edilmiştir. Oysa tıp uzmanları günümüzde bile biyopsi bazı tahliller veya otopsi yapmadan sirozun sebebinin söyleyemeyeceklerini ifade etmektedir. Atatürk’e biyopsi bu tahliller veya otopsi yapılmamıştır. Yani alkol bağlantılı siroz tanısı sadece tıbbi bir sanıdır. Sirozun dört sebebi olabilir. Daha önce geçirilen sıtma. Atatürk iki defa sıtma geçirmiştir. Hepatit virüsleri. Atatürk birçok diş tedavisi geçirmiştir. O günkü koşullarda kapabilir. Dengesiz beslenme. 12 yıl savaşta kalmış ve sonrasında da düzenli beslenmemiştir. İçki. Gündüz içmez akşam içkili sofra var ise bir küçük rakının yarısını içmiştir. Ayrıca yabancı doktorların raporlarında muayenelerden ve tahlillerden elde edilen bulgulara dayanarak Atatürk’te bulunan sirozun alkol bağlantılı siroz olamayacağı belirtilmiştir. Ancak ölümünden sonraki rapora Türk doktorlar tarafından alkolle bağlantılı siroz yazılmıştır. Atatürk’ün 09.05’te ölmediğini kanıtlayan hiçbir belge bulunmamaktadır. 01 Ekim-10 Kasım 1938 arasında iki ayrı son nöbet defteri tutulmuştur. Birinci deftere sağlık durumu dakika dakika işlenmiştir. Buna göre o gece yarısı bile tedavisine devam edilmiş en son 08.30’da serum verilmiştir. 09.00’da nabız 130 soluk alıp verme 34 olarak kayıt edilmiştir. Atatürk son iki gününü komada geçirir. Bu zaman zarfında hiç yalnız (heyet bulunmakta) kalmamıştır. Dolayısı ile bu zaman zarfında cenaze namazımı kılmayın gibi bir istekte bulunacak durumda değildir. Cenaze namazı 19 Kasım 1938 saat 08.10’da Dolmabahçe sarayının büyük salonunda kılınmıştır. 1’inci Or.K.Org.Fahrettin Altay’ın da hazır bulunduğu namazı kıldıran Ord.Prof.Şerafettin Yaltkaya’dır. Atatürk 11 Kasım 1930 öğleden önce 10 doktorun kontrolünde ve Prof.Dr.M.Lütfü Aksu nezaretinde tahnit edilmiştir. Tahnit edilen tabut 9 Kasım 1953’de 10 kişilik bir heyet huzurunda açılır. Gül ağacından tabutun içinde madeni bir sanduka bulunmaktaydı. İçi muhafaza solüsyonu ile ıslatılmış tahta talaşı doluydu. Talaşın içinde cesedin sarılı bulunduğu muşamba daha sonra beyaz kefen içinde parafinli sargılarla sarılmış olan ceset bulunmaktaydı. Ceset bozulmamıştır. Kitap Hakkındaki Değerlendirme: Yapılan saldırılarla aynı zamanda Cumhuriyet tarihi değiştirilmeye çalışılmakta ve Türk kimliğinden uzaklaştırma politikası güdülmektedir. Diğer bir ifade ile bu saldırılar aynı zamanda Türk ulusuna Türk yurduna ve Türk devletine yapılmaktadır. Dolayısı ile bu saldırılar bütünlüğümüze rejimimize ulusal kimliğimize güvenliğimize ve geleceğimize yapılan saldırılardır. Bu nedenle sorumluluk duygusu taşıyan tüm vatandaşlarımızın bu saldırılarla elinden geldiğince mücadele etmesi gerekmektedir. Söz konusu kitap bu hususlar göz önünde bulundurulduğunda önemli bir kaynak teşkil etmektedir.( http://www.maxicep.com/ataturk-ve-ataturkc...lar-36177.html)
  25. Dogrucudavut şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    TARAF basının!

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.