Zıplanacak içerik

Dogrucudavut

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Dogrucudavut tarafından postalanan herşey

  1. DTP'nin, niyeti ve neler yapmak istediği , söylemleri ve son yaşanan olaylarla artık ayan beyan ortada. Bundan sonra, kimse, DTP ile demokrasi kelimelerinin aynı anda geçtiği herhangi bir yazı yazmasın, cümle kurmasın, zira kimse yemez bunları!
  2. Sn. dünyahepimizin, Asimilasyon öyle olmaz. Şimdi, siz 20'li yaşlardaysanız eğer, 27 yaşındaysanız diyelimki, halanızın köyüne 10 yaş civarı gittiğinizi farzedelim, o zaman Kürtçe konuşuluyordu diyorsunuz, yani, 1938'den 1991'e ( 2008-17=1991 ) kadar Kürtçe konuşulmuş demek ki. Oysa, son yıllarda yaşanan açılımlarla beraber o insanların Kürtçeyi unutmaması gerekirdi. Siz şimdi unutmuşlar diyorsunuz. Buradan, bazı yasakların merak uyandırdığı ve asimilasyonu engellediği sonucu çıkar. Yani, asıl asimilasyon herşeyi serbest bırakmakla oluyor. Yani bindiğiniz dalı kesiyorsunuz, dikkat! derim. Ayrıca, Türklük ile ilgili yazımı bir daha okumanızı tavsiye ederim. O yazıda herhangi bir ırkçı öge bulursanız lütfen gösterin. Ayrıca, Anadolunun bir çok tarafındaki Çerkez, Abhaz, Çeçen, Pomak, Kırgız, Özbek köylerini de örnek verebilirim. aynı asimilasyon(!) olarak gördüğünüz şeye onlar da maruz kalmıyor mu ? Göç ettirilen Kürtler, Kürt oldukları için değil, Kürtçü oldukları, kargaşa çıkarıp, silahlı eylemde bulunduklarınrı için göç etirilmişler, dikkatinizi çekerim. Üstelik, başka ülkelere baktığınızda, böyle durumlarda ne yapıldığını da araştırmanız lazım, araştırın ve görün neler yapılmış o ülkelerde ve biz ne yapmışız, bir karşılaştırın ondan sonra fikir beyan edin. Saygılar.
  3. Sn. Mavi, bu forumda daha önce, Sn. Beyazcam ile Sn. Soulshah kampanya yapmışlar ve başarılı olmuşlar. Sanırım bize yol gösterebilir. http://www.turkish-media.com/forum/index.p...7&hl=yozgat
  4. E, peki, Egedeki, İç Anadoludaki Kürtler neden hala var ve kimse onlara karışmıyor ? Dillerini de, kültürlerini de unutmamışlar. Asimilasyon böyle mi olur ? Göç ettirilenler sırf Kürt olduklarından göç ettirilmemiş dikkatinizi çekerim. Onlar neden göç ettirilmiş biliyormusunuz ? Bu göç ettirilenler, devrimlere, uygarlaştırılmaya, toprak reformlarına karşı çıkan, 'Ne Mutlu Türküm Diyene' deyişindeki anlamı reddeden, Türklükte entegre olmak istemeyen, dış güçlerce kullanılmaya müsait, aşiretlerini kendi çıkarları doğrultusunda devlete karşı kışkırtan Kürtçü, ayrılıkçı ağalar, aileler. Türkiye’de Kürt İsyanları Kürtlük, aşiret düzeniyle kendini var etmektedir. Kürt isyanların tamamı bu düzenin kaymağını yiyen ağa, bey ve şeyhlerin önderliğinde çıkmıştır. Şeyh Sait ile Dersim’i, Ağrı isyanıyla Koçgiri’yi birleştiren bu ortak özelliktir. Bu isyanların ulusal isyanlar olduğu söylemek saçmadır. Çünkü ulusal hareketler hem gerici derebeylik sistemiyle mücadele eder, hem de emperyalizme karşı kendini ifade eder. Bu bakımdan Türk Ulusal Kurtuluş hareketi ve Türk Devrimi tam anlamıyla ulusal bir harekettir. Kendisini Türk Devleti ve Devrimiyle savaşarak var eden Kürt hareketi ise gerici ve işbirlikçidir. Kürt isyanlarına İngilizlerin, Fransızların ve Ermenilerin desteği ve hatta bizzat onlar tarafından organize edilmesi, Kürt hareketinin işbirlikçiliğini gösterir. Bugün ister sağ, ister sol görünümlü olsun Kürtçü hareketler bu isyanlara sahip çıkıyorlar ve bunları Kürt ulusal harketinin doğuşu olarak görüyorlar. Şeyh Sait anması yapan bir “sol” harekete rastlamak artık şaşırtıcı değil. Çünkü bu hareketlerin ortak noktası Kürt olmalarıdır. Ne siyaset, ne de başka bir şey önemli değildir. İşte bu yüzden aynı zamanda ırkçıdırlar. Bu isyanlar Türk Devriminin emperyalizm ve onun desteklediği geri toplumsal yapıyla mücadelesinin önüne konmuş bir engeldir. Atatürk ve devrimci kadrolar bu meseleyi en sert şekilde çözdüler ve 1938’ten sonra bu isyanlar bitti. Ancak 1970’lerin sonunda kurulan PKK, bugün ABD ve AB’den aldığı destek ve Türk Devletinin zayıf düşmesi sonucu yeni bir isyan dalgası yaratmak üzeredir. Tehlike büyüktür. Bölgede 2000’lere kadar Kürt bölücülüğüne karşı en kararlı tavrı alan Türk devletinin, bugün vereceği en ufak tavizin bedeli Misak-ı Milli sınırlarının değiştirilmesi olacaktır. Cumhuriyet tarihi bu meselenin nasıl çözüldüğünü bize göstermektedir. Atatürk’ün isyanlara karşı sert tavrı ve Kürtçülüğün yeşerdiği toplumsal zemini yok ederek Türklüğü yüceltme politikası bize yol göstermelidir. -http://www.hacker.gen.tr/yasam/13334-osmanli-devleti-ve-turkiye-cumhuriyetinde-cikarilan-kurt-isyanlari.html-
  5. Bütün sorun burdan kaynaklanıyor demek ki. Yani, Türk adından, yani mesela Kütürk olsa bir sorun kalmayacak. Şaka bir yana Türk sözcüğünü bir üst kimlik olarak ele alırsak, bunun, Batılıların, Avrupalıların Selçuklulara ve Osmanlılara 1000 yıldır verdiği ad olduğunu görürüz. Avrupalılar, Anadoluya da Türkiye diye gelmişlerdir. Hatta, eski Yugoslavyada Boşnaklara saldıran Sırplar da Türk diye nitelerler onları. Sanırım bunun en belirleyici özelliği müslüman olmaktır. Malum Osmanlı din eksenli bir imparatorluktu. Cumhuriyetle birlikte, bu ismin alınmasında bu durumunda etkisi olmakla beraber çoğunluğu oluşturan Türk etnik kimliğine sahip insanların etkisi de vardır. Bu durumda bu Türk etnik adı nedir diye sormak lazım tabii yani bir alt kimlik anlamında. Türk kelimesi-etnik olarak söylüyorum- Anadoluya gelen Türkmenlerin yüzyıllar boyu yerli halkla karışmasıyla kendiliğinden oluşmuş bir etnisite adı olarak kabul edilmiştir. İşte bu yüzden Atatürk, Hititleri de, Lidyalıları de, Frigleri de atalarımız kabul etmiştir. İlginç bir şey söyleyeyim o dönemlerde Avrupadan, Anadoluya gelen Galatlar, İskoçların, İrlandalıların atası olan Keltlerin bir koluydu ve Çankırı yöresine yerleşmişlerdi. Empoze edildiğinin aksine, Kürtler de Anadoluya sonradan gelmiştir ve yerli halkla karışmıştır. Günümüzde zaten etnik anlamda arı bir ırk yoktur. Bu genetik araştırmaların gelişmesiyle ispatlanmış bir gerçektir. Bu tür bir bakış en son Nazi Almanyasında kalmıştır. Nazımın şiirindeki gibi Uzak Asyadan gelenler, bir kavim ismi olan Türkmenlerdi. Bilim adamları ve araştırmacılar Türkiye sözcüğünün İtalyanca'dan geldiğini kabul ederler. Tarihçi İlber Ortaylı bir makalesinde Cenevizli ve Venedikli tüccar ve diplomatların, 12. yüzyılda, Türkiye'yi Turchia ve Turmenia olarak tanımladıklarını belirtir.Ayrıca, Türkiye adı ilk defa 1190'da bir yazılı kaynakta, Haçlı Seferi vak'ayinamesinde geçmektedir. Abdulhaluk Çay ise Turchia tanımını çok daha gerilere götürür ve Turchia tabirine ilk defa 6. yüzyılda Bizans kaynaklarında rastlandığını belirtir ve şöyle der "Bu tabir 9. ve 10. yüzyıllarda İdil/Volga Nehri'nden Orta Avrupa'ya kadar uzanan saha için kullanılmıştır. Bu kullanımın Kafkasya bölgesinde Hazar Kağanlığı için Doğu Türkiye’si, Arpad Hanedanı'nın kurduğu Macar Devleti için Batı Türkiyesi şeklinde olduğunu ve aynı tabirin 12. yüzyıldan itibaren Anadolu için kullanıldığını belirtir. Tarihte 13-14. yüzyıllarda Mısır Memlukları de Türkiye adını kullanmışlardı: ed-devlet üt Türkiya (1250-1387). Batılılar, Turchia halkına hiçbir zaman Türkiyeli demeyip, Türk (Turc) demişlerdir( Wikipedi) Ulusla( Millet ), ırk,kavim, boy vs. farklı kavramlardır. Ulus, modern bir kavramdır.Fransız devriminden önce tarihsel olaylarda millet kavramı kullanılmaz. Ya ümmet vardı, ya da etnisite ile tanımlanan feodal beylikler, krallıklar, şahlıklar... "Ne Mutlu türküm Diyene" Ben Kürtler, Türktür derken kart, kurt saçmalığını demiyorum. Başkaları ile karıştırmayın. Vatandaşlık aidiyeti anlamında Kürtler, Türktür diyorum. Daha doğrusu Anayasamız öyle diyor. Basklarda Fransızdır gibi. Türkler de, Kürtler de bunu böyle anlamalılar artık!
  6. Kişisel Gelişim - 31.10.2008 - 12:30 Mustafa filmi gösterime girmeden önce ve girdikten sonra tartışmalar devam ediyor. Bu anlamda dikkatle incelenmesi gereken bir konu. Can Dündar bir röportajında "Hangi belgesel üzerine çalışıyorsunuz? " sorusuna şu cevabı veriyor. "Neşet Ertaş belgeseli montaj aşamasında. Mülkiye belgeselini bitirmek üzereyiz. Bu kadar Atatürk lafı edilen bir ülkede Atatürk belgeseli bile henüz yapılamadı. Said-i Nursi üzerine bir teklif var, ona da çalışıyoruz. " Atatürk Lafı kelimeleri oldukça ilginç. Sonraki cümle de ise Said'i Nursi Belgeseli üzerine çalışıldığının söylenmesi daha da ilginç. Demek ki bu dönemde Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili bir çalışma yok. Mustafa Kemal'i normalleştirmek özellikle tarikatçı kesimin isteklerinden birisi. Blogda yayınlanan Mustafa Kemal Hakkında internette dolayan bir yazı üzerine düşünceler de böyle bir yapıda hazırlanmış yazının altında yatan düşüncelerin neler olduğunu gösteriyor. http://blog.milliyet.com/erenlp blogunda en çok okunan yazı kısmında görebilirsiniz. Filmde vurgulanan temel öğe yanlızlık. Liderlerin yanlız olması doğal sayılabilir ama bunun acınılacak bir durum olması ve bu şekilde verilmesi Can Dündar'ın temel yanlışlarından bir tanesi. John Nash'in hayatının anlatıldığı Beautiful Mind filminde de anlatılmaya çalışılan alt mesaj bu idi. John Nash'in hastalıkları ve çektiği acının altında dahi olmasının yattığı farkında olmadan söyleniyordu. "Dahi olursanız, acı çekersiniz" mesajı derinden derine veriliyor, Forrest Gump gibi olun, herşeye kavuşun demek istiyor olabilirlerdi. Can Dündar da Laf olarak gördüğü Atatürk'ü geçmişini arayan adam olarak gösterirken yanlızlık acı çekmektir demek istiyor. Said'i Nursi'yi incelerken onun yanlızlığından etkilenmiş olabilir mi? Bunu kendisi bilebilir. Ama bu öğenin etkin olarak kullanılması gelecekteki bir açılım yüzünden olabilir. Şu anda tarikat lideri olup yaşayan, acı ve yanlızlık çeken birisi Fetullah Gülen'dir. Said'i Nursi belgeselinden önce Mustafa yorum-belgesel filmininyapılması gelecekte çekilecek ve para kazanılacak bu iki filme hazırlık olsa gerektir. Mustafa Kemal yanlızlıktan dolayı acı çekti, bari yaşayanlar çekmesin diyerek Türkiye'ye gelemeyen kişilerin getirilmesine çalışılabilir. Kendisi de yanlızlıktan çok korkmaktadır. Yazılarına baktığımızda herkese verilecek mesajı olduğu halde hiçbir zaman açık bir tavır ortaya koyamamaktadır. Duygulu yazıları internette dolaşır ama insanları biraz da Orhan Gencebay, Sezen Aksu şarkıları gibi pasifleştirir. Pasiflora etkili yazılar içinde hayır yoktur ve tavır yoktur. Bunları yaparken bu sefer önemli bir hata yapmış ve konuya Turkcell'i karıştırmıştır. Turkcell'e vurulmak istenen darbeyi kurum atlatmış ve film üzerindeki tartışmalar Can Dündar tarafından başka bir alana çekilmeye çalışılmıştır. Bu anlamda Turkcell yönetimini de tebrik etmek gerekiyor sponsor olamadığı için bu filme. Önemli sayılabilecek bu hata yakın zamanda Can Dündar'ı bir seçim ve karar noktasına getirecektir. Yılmaz Erdoğan bir televizyon kanalı tarafından beğenilmeyen bir bölümün geri dönmesi üzerine "boş kaset göndersem yayınlamak zorundadırlar" dedikten sonra tükenmiştir. Can Dündar için de benzer bir süreç yaşanabilir. Sonuçlarını hep birlikte göreceğiz ve izleyeceğiz. Sonuç umarım kaynakları zengin Can Dündar'ın değişim sürecine olumlu katkılarda bulunur ve bilgilerini yeniden tarafsız olarak aktarmaya başlar yeniden. Mustafa Kemal Atatürk ise bu yanlış filmden dolayı zayıflamadığı gibi kavram olarak daha da güçlenerek çıkacaktır. Cengiz Eren
  7. Kürtçeyi anadil olarak yasaklayan, "Türk vatandaşlarının anadili Türkçedir" gibi bilim dışı ve mantık dışı bir anlayışla hazırlanan, 12 Eylül yönetiminin, halka zorla onaylattığı 1982 Anayasasındaki "Türkçeden Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun" başlığı altındaki yasadır.Bu yasaya göre, "Türk vatandaşlarının anadili Türkçe" ydi ve "Türkçeden başka dillerin anadil olarak kullanılmasına ve yayılmasına yönelik her türlü faaliyette bulunmak yasak" tı Ayrıca bu yasa, özünde, Türkiye Cumhuriyeti'nin uluslararası hukuksal varlığının temelini oluşturan Lozan Antlaşması'nın, "Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyruklarından" ayrı olarak "herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel ve gerek ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği gibi konuşmasına hiçbir kısıtlama konulamayacağı" koşulunu içeren 39'uncu maddesine de aykırıydı. Geçende, Kenan Evren, Milliyet gazetesine "12 Eylül'de bir hatamız da oydu. Kürtçe konuşmayı yasakladık. Şöyle yasakladık: Konuşmalarda, mitinglerde, şurada burada Kürtçe konuşulmayacak dedik. Ben devlet başkanıyken, bir köyde ilkokula gittim. Açtım kitabı, oku şunu dedim çocuğa. Kem küm, çocuk okuyamıyor. Dördüncü sınıfa gelmiş, Türkçeyi okuyamıyor. Kızdım. Sonradan anlaşıldı ki, öğretmen de Kürt. Kürtçe yapıyor tedrisatı. Döndüm ve Kürtçe yasağını koyduk. Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik. Ama, biraz ağır yasak koyduk. Sonra bu yasak kaldırıldı, ama hataydı. Hata olduğunu sonradan anladım" demiş. Benim hatırladığım, o dönem ve sonraki dönemlerde de, yasak, sadece o bölgede uygulanmıştı. Büyükşehirlerde, Kürtçe, trende, vapurda, otobüste kürt vatandaşlar arasında gayet rahat, hatta üst perdeden konuşulabilmekteydi, Bakanlar ve hatta Cumhurbaşkanı bile halkla Kürtçe konuşmuştu. Daha sonra, Türkçeden Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun, Terörle Mücadele Kanunu'nun geçici maddesiyle 12 Nisan 1991'de yürürlükten kaldırıldı, Türkçeden başka anadillerde "düşüncelerin açıklanmasını ve yayılmasını", "yayın yapılmasını" yasaklayan anayasanın 26. ve 28'inci maddeleri ise 3 Ekim 2001'de anadille ilgili yasaklamalardan arındırılarak değiştirildi. Bu nedenle, sorun Kürt Sorunu değil, terör sorunudur. Yani, 3 Ekim bu yana 2001’den beri dil yasağı yok. Kürtçe, olması gerektiği gibi, doğal olarak serbest. Zaten, Kürtçe yayın yasağı, bu ülkenin birliğine sadece zarar vermiştir. Bölgedeki Kürtler haberleri Barzaninin, Talabaninin TV'sinden, Roj TVden izledi, yanlış bilgilendi. Şimdi TRTde yayın var, yani Kürtçeye bir iltimas var, olsun. Çoğunluk olmak, 20 milyon olmak bir ayrıcalık tanır mı, eşitlik ilkesine aykırı mı, Türkiyedeki 27 etnik dil için de olması gerekir mi? o da ayrı tartışılır. PKK yüzünden, terör yüzünden. Onun için, çözüm olabilmesi için, PKK'yı haklı , belirsiz 'Kürt hakları'nı savunuyormuş gibi göstermeye çalışmaktan vazgeçmelisin.
  8. Şeyh Said İsyanı, (dönemin adıyla: Genç Hâdisesi, Şubat - Nisan 1925), Doğu Anadolu'da merkezi yönetime karşı girişilen geniş çaplı ayaklanma. Cumhuriyet'in ilk yıllarında uygulanan politikalar ve özellikle Mart 1924'te Hilafet'in kaldırılması Doğu Anadolu'da çeşitli muhalefet odakları doğurmuştu. Bu muhalefet odaklarından Kürt İstiklal Komitesi'nin çalışmaları açığa çıkarıldıktan sonra, örgütün önde gelen yöneticilerinin çoğu tutuklandı. Örgütle yakın ilişki içinde olan ve aynı doğrultuda çalışmalar yürüten Şeyh Said'e bağlı kişilerin Diyarbakır'ın Eğil nahiyesine bağlı Piran köyünde arama yapan bir jandarma müfrezesiyle girdiği çatışma (13 Şubat 1925), kısa sürede genişleyerek yaygın bir ayaklanmanın kıvılcımını oluşturdu. Genç vilayetinin merkez kazası Darahini'yi basarak (16 Şubat) valiyi ve öteki görevlileri tutuklayan Şeyh Said, halkı İslam dini adına ayaklanmaya çağıran bir bildiriyle hareketi tek bir merkez altında toplamaya çalıştı. Bu bildiride 'din uğruna savaşanların lideri' anlamına gelen mührünü kullandı ve herkesi din uğruna savaşa çağırdı. Mistan ve Botan aşiretlerinin desteğini aldıktan sonra Genç ve Çapakçur (bugün Bingöl) üzerinden Diyarbakır'a yöneldi. Maden, Siverek ve Ergani'yi ele geçirdi. Şeyh Abdullah'ın yönettiği başka bir ayaklanma kolu da Varto üzerinden Muş'a doğru harekete geçti. Varto'yu ele geçiren isyancılar, Muş'a ilerledilerse de halktan toplanan yardımcı kuvvetlerle Murat Köprüsü civarında mağlup edilip, Varto'ya geri çekilme­leri sağlandı. Gelişmeler üzerine hükümet doğu vilayetlerinde sıkıyönetim ilan etti (21 Şubat). Ayaklanmacıların üzerine gönderilen ordu birlikleri Kış Ovası'nda Şeyh Said kuvvetleri karşısında tutunamayarak Diyarbakır'a çekilmek zorunda kaldı (23 Şubat). Ertesi gün Elazığ'a giren Gökdereli Şeyh Şerif yönetimindeki başka bir ayaklanma kolu kenti kısa süre de olsa denetim altına aldı. 7 Mart'ta Şeyh Said'in emrindeki 5000 kişilik bir kuvvet Diyarbakır'a saldırdı. Olayın başlangıcında Mustafa Kemal ciddiyeti anlayıp, Heybeliada'da rahatsızlığı nedeniyle dinlenen İsmet İnönü'yü acilen Ankara'ya çağırdı. İnönü ve ailesini bizzat Ankara Gar'ında karşılayan Mustafa Kemal, olayları anlatmak için İsmet Paşa'yı Çankaya'ya götürdü. Çankaya'da, İsmet Paşa'ya "Doğuda din elden gidiyor bahanesiyle İngiliz destekli provokatif ama ciddi bir ayaklanmanın başladığını" söyledi. İsmet Paşa'nın Ankara'ya gelmesi dedikoduların başlamasına neden oldu. Ali Fethi Bey'in görevden ayrılacağı, yeni hükümeti İsmet İnönü'nün kuracağı ve önlemleri onun alacağı konuşulmaya başlanmıştı. Ayrıca Ali Fethi Okyar ile İsmet İnönü'nün arası açıktı. Ali Fethi Bey olayı isyan olarak tanımlamamış ve sıkıyönetimle durdurulacağına inanıyordu. Ancak, olayların hızla tırmanması karşısında Başbakan Ali Fethi Okyar'ın istifasını isteyen Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü'yü yeni bir hükümet kurmakla görevlendirdi (3 Mart). Bir gün sonra TBMM hemen Takrir-i Sükun Kanunu'nu kabul ederek hükümete olağanüstü hal yetkileri tanıdı. Ayaklanmayla ilgili yayınlara konan yasak daha sonra başka önlemleri de kapsayacak biçimde genişletildi. Ayrıca Ankara ve Diyarbakır'da İstiklal Mahkemeleri kurulması kararlaştırıldı. Bu sırada Diyarbakır'ı kuşatma altına alan Şeyh Said kuvvetleri, hükümet kuvvetleri tarafından püskürtülerek geri çekilmeye başladı. Geniş çaplı bir sevkıyatın ardından toplu saldırıya geçen (26 Mart) ve bir bastırma harekatıyla ayaklananların çoğunu teslime zorlayan askeri birlikler, İran'a geçmeye hazırlanan ayaklanma önderlerini Boğlan'da (bugün Solhan) sıkıştırdı. Şeyh Şerif ve yanındaki bazı aşiret reisleri Palu'da yakalanırken, Şeyh Said de Varto yakınlarında yakın bir akrabasının ihbarıyla Carpuh Köprüsü'nde ele geçirildi (15 Nisan 1925). Ayaklanmayı destekleyen eski Şuray-ı devlet reislerinden Kürt Teali Cemiyeti reisi Seyit Abdülkadir ve 12 arkadaşı İstanbul'da tutuklanarak yargılanmak üzere Diyarbakır'a getirildiler. Yargılanma sonucunda Seyit Abdülkadir ve 5 arkadaşı ölüme mahkûm olarak, idam edildiler (27 Mayıs 1925). Diyarbakır'daki Şark İstiklal Mahkemesi önceden verilen emre itaaten Şeyh Said ve 47 ayaklanma yöneticisi hakkında da ölüm cezası verdi (28 Haziran). Cezalar, başta Şeyh Said olmak üzere, ertesi gün infaz edildi. Şeyh Said Ayaklanması'nın bastırılması Cumhuriyet yönetiminin Doğu Anadolu'da denetimi sağlamasında önemli bir dönüm noktası oldu. Öte yandan ayaklanmayla ortaya çıkan gelişmeler, bir süre önce çok partili yaşama geçiş yönünde atılan adımların kesintiye uğramasına yol açtı. Ayaklanmaya karıştığı gerekçesiyle hakkında soruşturma açılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, çok geçmeden hükümet kararnamesiyle kapatıldı. (Wikipedi) Kaynaklar [değiştir] * Metin Töker, Şeyh Sait ve İsyanı, İkinci bakım, Bilgi Yayınları, Ankara, Temmuz 1994. * Uğur Mumcu, Kürt - İslam Ayaklanması 1919-1925, Tekin Yayınları, İstanbul, 1991. * Faik Bulut, Devletin Gözüyle Türkiye'de Kürt İsyanları, Yön Yayıncılık, İstanbul, 1991. * Tahsin Sever, 1925 Kürt Hareketinin Yapısı ve Hedefleri, Payamaazadi, 2006 * PDF dosyası 1925 Hareketinin Yapısı ve Hedefleri
  9. Gümrü Anlaşması Rusya'nın durumundan yararlanarak kendi devletlerini kuran Ermeniler ve Gürcüler, Wilson İlkeleri'ni kendilerine göre yorumlayarak, Doğu Anadolu'nun kendilerine verilmesini istemişlerdi. Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan sonra, Osmanlı Orduları önce Kafkasları ardından Doğu Anadolu'nun sınır bölgelerini boşalttılar. Türk birliklerinin çekilmesinden sonra işgal hareketlerini hızlandıran Ermeniler, yerli Müslüman halka insanlık dışı davranışlarda bulundular. Bunun üzerine Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Ermenilere savaş açtı. TBMM, Mondros Mütarekesi kararı gereği boşaltılan Kars, Artvin ve Ardahan'ın tekrar geri alınması için gereğinin yapılması yolunda ayrıca yetki verdi. 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir komutasındaki Türk Birlikleri. 28 Eylül 1920'de taarruza geçti. 29 Eylül'de Sarıkamış'ı, 30 Ekim'de Kars'ı, 7 Kasım'da Gümrü'yü geri aldı. Ermeniler barış istedi. Görüşmelerde TBMM'ini Kazım Karabekir, Erzurum Milletvekili Süleyman Necati Bey, Erzurum Valisi Hamit Bey, Ermenistan'ı ise Başbakan Aleksandr Katisyan ve beraberindekiler temsil etti. 2-3 Aralık gecesi imzalanan Gümrü Antlaşması şöyleydi: * Kars ve yöresi Türkiye'ye geri verilecek; * Ermenistan'ın Türkiye'ye karşı diğer devletlerle yaptığı tüm antlaşmalar kaldırılacak; * Aras Nehri Çıldır Gölüne kadar uzanan hat Doğu sınırı olarak çizilecek, * Sevr antlaşmasını ve Türkiye çıkarlarına uygun olmayan antlaşmaları Ermenistan hükümeti de kabul etmeyecek; * Türkiye'deki Ermenilerle, Ermenistan'daki Müslümanların diğer yurttaşlar gibi eşit haklardan yararlanacak; * İki ülke arasında en erken vakitte diplomatik ilişkiler, telgraf ve telefon ulaşımları kurulacak; * Türk koruyuculuğu altında yerel özerklik verilecek olan İtur ve Nahçıvan illeri kendi kaderlerini kendileri tayin edecekler; * Ermenistan saldırıya uğrar ve yardım isterse, Türkiye ona askeri yardım da bulunacak; * Ermenistan silah ithal etmeyecek; * Her iki taraf birbirinden savaş ödeneği istemeyecek; * Türk ordusu, Ermeni ordusu Antlaşmada saptanan sayıya indirildiği taktirde Ermeni topraklarını boşaltacaktır. Gümrü Antlaşması'nın imzalanmasından bir gün sonra, Ermenistan Cumhuriyeti Kızılordu'nun işgaline uğradı ve Erivan'da Sovyet Ermeni Cumhuriyeti kuruldu. Sovyet Ermenistan Cumhuriyeti'nin kurulması ile Gümrü Antlaşması'nın onaylanması askıya alınmış, antlaşmanın yürürlüğe girmesi mümkün olmamıştır. (Wikipedi)
  10. Sn. Yakışıklı, Söylediklerinizde haklısınız. Yalnız bunlar işin bir yönü. Burda asıl kaçırılmaması gereken mevzu, o hatalı ürünleri üretenlerden çok, buna göz yuman, devleti temsil eden hükümetlerin sorumluluğudur. İnsanlar üçkağıtçı olabilir bu işin ahlaki tarafı. Önemli olan, hükümetlerin, mevcut yasalarda varolan kalite standartlarını ayrım gözetmeden üreticiye dayatması yani kontrol mekanizması. Burda caydırıcılık da önemli tabii. Mesela, vergi konusunda ABD devleti çok sert. Vergisini ödememek büyük suç, hapis cezası ve itibar kaybı var orda, bizdeki gibi zırt pırt affedilmiyor. İllaki kendimize suç bulmak istiyorsak, bu yetersiz, dış güdümlü hükümetleri bizim seçtiğimizi hatırlatırım. Satışlar konusunda geçmiş olsun diyor, önümüzdeki seçimlere bakacağız diyorum. Bir de Sn. Mukinin haritalarında dikkatinizi çektiyse, tüm yurt genelinde, Cumhuriyet döneminde yapılmış, bölge ayrımı gözetilmeksizin, şeker fabrikaları, dokuma fabrikaları var. Bunları da, 'Kürt Sorunu' var diyen arkadaşlara ithaf ediyorum. Saygılar.
  11. Nerden Biliyosun ? Nasıl bu kadar eminsin ? Devlet, Kürtlerin hakkını verecek ve PKK dağdan inecek. Demek ki PKK Kürtlerin hakları için terör yapıyor, insan öldürüyor, öyle mi ? Bugün, PKK'nın toprak talebi olduğunu beş yaşındaki çocuk biliyor. O haritalar, o bayrak dediğin bez parçası neden var ? Sonraları, AB'yi arkalarına alarak, Kürt hakları, demokrasi diye tutturması federasyon talebinin ön hazırlıklarıdır. Sonra konfederasyon gelir ve en sonunda da bağımsız devlet. Ateşkesler de bu oyunun gerekleri. O 5 senelik ateşkes de AB'nin emri ile oldu. AB'nin bastırmasıyla yayın yasağı kalktı (2001), kurslar açıldı. E neden PKK tekrar teröre başladı? Düşün bakalım. AKP doğru yolu buldu, askerden zılgıtı yiyince. Yanlış bilgi: Baykal daha geçenlerde bölgeye gitti, ileri gelenlerle görüştü ve daha sonra Seçmeli Kürtçe ders için kanun teklifi verdi. Jitem nedeniyle Ergenekondan nefret etmeni anlıyorum. Ama hukuksuz da olsa, yetki dışında yapılmışsa da öldürülenler Kürt halkı değil, PKK'lı teröristler dikkatini çekerim. !2 Eylül döneminde yaşanan Yeşilyurt olayını kimse savunmuyor zaten. AİHM'den de ceza geldi biliyoruz. Tekrar üstüne basa basa söylüyorum: Terörle mücadele bile olsa devletin görevlileri, yetki dışı, hukuk dışı yollara başvuramaz, bunları tasvip etmiyorum. Terörist ile halkı ayırd etmelidir. Ben ne demişim bu devletin ayıbıdır demişim. Ama bu Kürtlerin tümüne bunlar yapıldı anlamına da gelmez ve bunları ön plana çıkarmanız da PKK terörü, vahşetini gerçeğini değiştirmez. Peki, neden DTP savaş bitsin çağrısını PKK'ya yapmıyor ? 'Baskıları kaldığın zaman bu Kürtler 15 Milyon'u aşacaktır. Tabii her taraftaki Kürtlerden söz ediyorum, sadece Türkiye'deki Kürtler değil. Zaten en çok Türkiye'de bulunuyor bu Kürtler.' demekle ne demek istiyorsun ? Dialog, dialog diyorsun, öyleyse gel konuşalım. Senin Kürt hakları dediğin şeyler nedir ? Bana madde madde sırala. Başkasının yazısından değil, senin Kürt istekleri dediğin şeyler nedir, bana anlat. Çağdaş demokrasilerde, ırkçı, bölgesel temsiliyetli partiler olmaz. Temsiliyet fikir bazında olur ve tüm milleti kapsar, sadece bir bölgenin, bir ırkın partisi olmaz demokraside. Avrupada bana DTP gibi bir parti göster dişimi kırayım. Ben doğuda kaldım, bilirim. Senin yaşın herhalde 20'lerde. Jitem konusunda yukarda yazdım zaten tekrarlama gereği duymuyorum. Ben de sana PKK'dan, DTP'den duyduğun her şeye inanma diyorum Doğuda bulundum, yaşadım. İnsanlarını da severim. Bu ayrı konu, biz terörden bahsediyoruz. Peki, sen büyükşehirler dışında bir Egenin, İç anadolunun, Karadenizin, Akdenizin, Trakya'nın bir köyünü gördün mü ? iç misafir oldun mu ? Oralardaki insanları tanıdın mı ? PKK'nın medyası Türkleri kötülemiyor mu ? Dağdan ineceğini nerden çıkardın ki ? 12 eylül, sanal 'Kürt Sorunu' na argüman oldu, onu da biliyoruz. Siyasetçiler ülke çıkarlarını gözetmez de dış güçlerin güdümüne girerse, asker elbette siyastten uzak duramaz. Seni rahatsız eden, AKP'nin 180 derece dönüşü mü ? Sence, teröristlerle mücadele edilmemeli mi ? Çözüm, senin gibi Kürt vatandaşların PKK'yı haklı bulmaması, fikirsel olarak destek vermemesidir. Bu ülkede yaşayan kimsenin tuzu kuru değildir. Herkes bu terörün etkisini hissediyor, yoksa ben niye senle uğraşayım ki ? Bir düşün bakalım. Kürtle hiç bir zaman asimile edilmek istenmedi. İstenseydi yapılırdı. İkinci sınıf da değildir, nesi sömürülmüş, hangi kaynak var da sömürülmüş, öyle bir şey yok. Ayrıca, benim ne yaşadığımı ne yaşamadığımı sen nerden biliyorsun.Senin neler yaşadığını ise tahmin ediyorum. BOP'u bir daha oku bence. Öyle konuşalım. Kesin bir şey söyleyemem. İnsan bilmeden de, taksiren de bazı şeyleri yapabilir. Benim öcü olarak gördüğüm PKK teröristidir, karıştırma. Ben, Kürtleri tanırım, severim, hem de senden fazla. Bana teröristi de savunma, hata ediyorsun.
  12. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet döneminde Atatürk ve Kürtler (I) Heyet-i Temsiliye’deki o Kürt! Yıllardır Atatürk’ü Batıcı bir devlet adamı gibi gösteren sağcı güçlerin yarattığı tahrifat, tam tersi kutupta başka bir tahrifata daha yol açtı. Sağcıların Atatürk’ü Batıcı gibi göstermesi gibi kimi sözde solcu ve Kürtçü akımlar da Atatürk’ü “Kürtçü” göstermeye başladılar. Bu zevata bakılırsa Atatürk, aslında Kürtlere özerklik verecekti. Perinçek’ten Apo’ya kadar Kürtçü akım bu tez üzerinde durarak, Atatürkçülere ve milliyetçilere, Kürtçülük aşılamaktadır. İşin garibi bu tezlerin hiçbir gerçek yanı yoktur ama tarih bilgisinden yoksun “şu ***** Türklerimiz” Kürtçülerin bu oyununa gelmektedir. Bu yazımızda Kürtçülerin Kurtuluş Savaşımız, Cumhuruyetimiz ve Atatürk üzerinde yarattığı tahrifata karşı gerçekleri ortaya koymaya çalışacağız. Kürtçülerin en önemli tezi Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle Kürtlerin birlikte verdikleridir. Öyle bir tarih uydurulmuştur ki, Kurtuluş Savaşı’nı Atatürk Kürt ağalarla birlikte vermiştir. Kürtlerin Kurtuluş Savaşımıza katıldıkları ise en büyük uydurmaların başında gelir. O halde Kurtuluş Savaşımız boyunca Kürtlerin gerçekte ne yaptığını ortaya koyalım. Kurtuluş Savaşımızın başlangıcında, Milli Güçleri idare etmek üzere Erzurum’da bir Heyet-i Temsiliye oluşturulur. 24 Ağustos 1919’da oluşturulan Heyet-i Temsiliye Mustafa Kemal Paşa başkanlığında 9 kişiden oluşur. Diğer temsilciler, eski Bahriye Nazırı Rauf Bey, eski Trabzon milletvekili İzzet Bey, eski Erzurum milletvekili Raif Efendi, eski Trabzon milletvekili Servet Bey, Erzincan’da Nakşi Şeyhi Fevzi Efendi, eski Beyrut valisi Bekir Sami Bey, eski Bitlis milletvekili Sadullah Efendi ve Mutki aşireti lideri Hacı Musa Beydir. Kurtuluş Savaşımızın bu ilk önder kadrosundan sadece Rauf ve Bekir Sami Beyler Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar yola devam etmişlerdir. Yani denildiği gibi Kurtuluş Savaşımız ağaların ve şeyhlerin desteğiyle verilmemiştir. Ama burada çok daha önemli bir gerçeği de ortaya koymamız gerekmektedir. Mutki Aşireti reisi Hacı Musa Bey sözde Kurtuluş Savaşımızın ilk önderlerindendir. Belgeleri inceleyenler bunun böyle olduğunu kabul etmek zorunda kalırlar. Ancak gerçek bambaşkadır. Hacı Musa Bey, 1923 yılı Mayıs ayında Erzurum’da kurulan Kürt Azadi Cemiyeti’nin de lideridir. Azadi Cemiyeti’nin üyelerinden biri de Şeyh Sait’tir. Azadi Cemiyeti İngilizlerle, Fransızlarla ve Sovyetler Birliği ile temas kurarak Bağımsız Kürdistan için destek aramıştır. Daha sonra bu örgüt İngiliz desteği ile başlayan Nasturi Ayaklanması’na katılır. Nasturi Ayaklanması’nın bastırılmasından sonra ise İran’a kaçarlar. Mustafa Kemal de Nutuk’ta bu konuya şöyle değinir: “Baylar, tarih, söz götürmez bir biçimde ortaya koymuştur ki, büyük işlerde başarı için yeteneği ve gücü sarsılmaz bir başkanın varlığı çok gereklidir. Bütün devlet büyüklerinin umutsuzluk ve güçsüzlük içinde, bütün ulusun başsız olarak karanlıklar içinde kaldığı bir sırada ‘yurtseverim’ diyen bin bir çeşit kişinin, binbir türlü davranış ve inanç gösterdiği kargaşalı bir zamanda danışmalarla, birçok saygın ve erkli kişilerin sözlerine uyma zorunluluğuna inanmakla; sağlam, esaslı ve özellikle sert yürünebilir mi? Tarihte buna ulaşmış bir topluluk gösterilebilir mi? İkincisi baylar, ulus, ülke, siyasa ve ordu yöneticiliğinde hiç bulunmamış ve bu alanda değeri belirmemiş ve denenmemiş gelişigüzel kişilerden, örneğin Erzincanlıbir Nakşi Şeyhi ve Mutki’li gibi zavallılardan da kurulabilecek herhangi bir temsilciler kuruluna, söz konusu durum ve görev bırakılabilir miydi?” Mustafa Kemal’e idam kararı veren de Kürttü! Kürtlerin ağaları bunu yaparken milletvekilleri de boş durmaz. Bitlisli Kürt milletvekili Yusuf Ziya Bey de Azadi örgütünün içindedir. Yusuf Ziya Bey aynı zamanda İngiliz ajanıdır. Mustafa Kemal Paşa, Yusuf Ziya Bey’den kuşkulanmakta ve onu takip ettirmektedir. Gerçekten de Mustafa Kemal’in kuşkuları gerçek olur ve Yusuf Ziya Bey Nasturi İsyanı’na katılır. İşin daha da vahimi Yusuf Ziya Bey’in askeriye içinde de adamları vardır. Nasturi İsyanı’nı bastırmakla görevli birlikten, Fırka komutanı İhsan Nuri, Vanlı Rasim, Tevfik Cemal ve Teğmen Ali Rıza da Kürt örgütünün üyesidir ve isyan sırasında 270 askerle birlikte karşı tarafa geçerler! Görüldügü gibi Kurtuluş Savaşımıza katılan ve Türklerle savaşan Kürtlerle değil, Kurtuluş Savaşı’nın içine sızan, ancak kendi Kürt örgütlenmesini devam ettiren, İngiliz, Fransız işgalcilerle işbirliği yapan ve en sonunda da Türk askerine karşı cephe açan Kürtleri görüyoruz. Bu örgütün İngiliz desteğini sağlamak için Nasturi isyanından üç yıl önce 1920 yılında yine Hakkari’de başka bir isyan çıkarttığını da kaydedelim. Peki Kürtlerin Kurtuluş Savaşımız sırasındaki tek ihanetleri bu mudur? Aslında Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren Mustafa Kemal’in karşısındadır Kürtler. Mustafa Kemal’in idam emrini veren Kürt Mustafa Paşa’dır!. Aynı Kürt Mustafa Paşa’nın eniştesi ise Kürt İzzet Bay’dir ve İstanbul Hükümeti’nin İçişleri Bakanıdır. Kürt İzzet Bey de İngiliz ajanıdır. Kürt İzet Bey’in bir de yeğeni vardır Şerif Paşa, o da Kürdistan Teali Cemiyeti’nin Paris temsilcisidir. İstanbul Hükümeti’nin ve İngilizler’in Mustafa Kemal hareketini engellemek için kullanmayı düşündükleri kütle ise Kürtlerdir. Damat Ferit, Kürdistan Teali Cemiyeti ile görüşerek onlara özerklik karşılığında Mustafa Kemal’e karşı savaşmayı teklif eder. Damat Ferit Yüksek Komiser De Robeck ile görüşerek Sevr koşulları gereğince 15 bin kişilik bir Kürt ordusu kurulmasını ve Kürtleri Mustafa Kemal’e saldırtmayı teklif eder. Bu yönde en önemli girişim Ali Galip olayıdır. İngiliz ajanı Binbaşı Noel, Ali Galip ve Kürdistan Teali Cemiyeti liderleri Malatya’ya geçerler. Burada bir Kürt birliği kurarak Sivas yolunda Mustafa Kemal’i öldürecekler ve Kongre’nin toplanmasına engel olacaklardır. Ancak Mustafa Kemal girişimi haber alır ve tedbir alır. Malatya’da Türk birlikler İngiliz ajanı, Ali Galip ve Kürdistan Teali Cemiyeti liderlerini kıstırırlar. Tutuklama emri vardır. Noel, İngilizlerden yardım ister. Saraya baskı yapılır fakat sonuç varmez. En sonunda kaçmak zorunda kalırlar. Görüldüğü üzere daha Sivas Kongresi öncesinde bile Kürtler İngilizlerle, İstanbul Hükümeti ile birlikte Mustafa Kemal’e kaşıdır. İngiliz gizli belgeleri de bunu doğrulamaktadır. 28 Kasım 1919’da Mr. Kindson’un Londra’ya gönderdiği raporda şöyle yazılıdır: “Kürtlere her ne kadar inanmasak da onları kullanmamız çıkarlarımız gereğidir. 9 Aralık 1919 tarihli Yüksek Komiser Robeck’in Lord Curson’a raporunda ise şunlar yazılıdır: “Kürtler bütün ümitlerini İngiliz hükümetine bağlamış durumdalar. Bu ara Mustafa Kemal gittikçe tehlikeli olmaya başlıyor. Kuvvetler, Kürtleri Mustafa Kemal Paşa’ya karşı kullanmak için para ödemeye hazırdırlar” Yunan ordusundaki Kürtler Ama Kürtler bununla da yetinmemektedir. İngiliz Gizli Belgeleri’nin verdiği bilgiye göre Kürtler aynı zamanda Yunanlılarla da temas halindedir. Amasya’da Yunan temsilcisi ile görüşün Kürtler, Yunanlılara Türk ordusunda ele geçcirilen Kürt esirlere iyi davranılmasını ve bu esirlerin Türk ordusuna karşı kullanılmasını önerir. Teklif kabul edilir ve esir Kürtler Yunan ordusunun hizmetine girerler. Kürt-Yunan işbirliğinin en büyük sonucu ise Koçgiri İsyanı’dır. Yunan ordusu büyük ilerleyişe geçmeden hemen önce Kürtler isyan eder. Yunan ordusu Bursa’ya doğru ilerlerken Kürtler Sivas’a doğru yürümeye başlar. Amerikan Askeri Ateşesi durumu şöyle rapor eder: “... Yunanlılar önemli bir zafer kazanırlarsa Kürt isyanı Türkiye’nin arkasını ciddi bir şekilde tehdit edebilir. Ancak Batıdaki savaş Türklerin lehine gelişirse, Türkler, ellerindeki yarım düzine yetenekli liderden biriyle Kürt sorununa son verebilir. İngilizler kuşkusuz bu durumu bilmektedirler. Gene de Kürt sorunu ile meşgul olduğu sürece Mustafa Kemal’in Musul’a el koyamayacağını düşünmektedirler. Dolayısıyla Kürt akımına yardımcı olmaktadırlar.” Koçgiri İsyanı’nın başlangıç tarihi sadece Yunan ilerleyişine değil aynı zamanda Londra ve San Remo Konferansları’na da denk gelir. Ankara Hükümeti böylece sıkıştırılmaktadır. Koçgiri İsyanı’nın liderlerinden Baytar Nuri isyan programını şu şekilde açıklar: “İlk önce Dersim’de Kürt istiklali ilan edilecek, Hozat’a Kürdistan bayrağı çekilecek, Kürt milli kuvveti Erzincan, Elazığ ve Malatya istikametlerinden Sivas’a doğru hareket ederek Ankara Hükümeti’nden Kürdistan istiklalinin tanınmasını isteyecekti. Türkler bu isteği kabul edeceklerdi. Çünkü isteğimiz silah kuvvetiyle desteklenmiş olacaktı.” Ayaklanma büyür ve isyancılar Ankara Hükümeti’ne bir muhtıra yollarlar. Telgraf yoluyla iletilen muhtıra şu maddelerden oluşmaktadır: 1-İstanbul Hükümeti’nce kabul edilen Kürdistan özerkliğinin Ankara Hükümeti’nce de tanınıp tanınmayacağının açıklanması 2-Kürdistan özerk yönetimi konusunda Mustafa Kemal hükümetinin ivedi yanıt vermesi 3-Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan cezaevlerindeki Kürtlerin hemen salıverilmesi 4-Kürt çoğunluğu bulunan illerden Türk memurlarının çekilmesi 5-Koçgiri yöresine gönderilen birliklerin geri alınması.” Kürtler bununla da kalmaz, 25 Kasım 1920 tarihinde Batı Dersim Aşiretleri reisleri adına TBMM’ye şu şekilde başvurur: “Sevr Antlaşması gereğince Diyarbakır, Elazığ, Van ve Bitlis illerinde bağımsız bir Kürdistan kurulması gerekiyor. Bu nedenle bu oluşturulmalıdır. Yoksa, bu hakkı silah zoruyla almaya mecbur kalacağımızı beyan ederiz.” Yunanlar Bursa’ya Kürtler Sivas’a saldırıyor Ankara Hükümeti, Batıda Yunanların Bursa’yı ele geçirmesine rağmen Kürtlere karşı geri adım atmaz. Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa isyanı bastırmak için bir plan hazırlar. Topal Osman komutasındaki Giresun alayı da Nurettin Paşa’nın emrine verilir. Türk Ordusu 11 Nisan 1921 günü Kürtlerin üzerine yürüyüş başlatır. 45 bin kişilik Kürt milisleri ile çapışmalar 3 ay sürer. 17 Haziran 1921 günü isyancılar teslim alınır. Koçgiri isyanının bastırılmasından sonra BMM’deki Kürt milletvekilleri Ordu Komutanı Nurettin Paşa’nın halka zulmettiği, gereksiz yere kan döktüğü gerekçesiyle olağanüstü ve gizli bir oturum talep ederler. Kürtler isyanı bastıran Nurettin Paşa’nın kellesini istemektedir. Mustafa Kemal daha sonra Nutuk’ta şu şekilde anlatır: “Nurettin Paşa merkez bölgesinde bir yıla yakın bu görevi yaptı ama yetkisi dışında kimi yurttaşların haklarına el uzatıyar diye milletvetkillerinin yakınmaları ve İçişleri Bakanlığı’na soru yöneltmeleri, Bakanlığın da yakınmaları yerinde görmesi üzerine Meclis’in isteğiyle Kasım 1921 başlarında görevden çıkarıldı. Meclis Nuettin Paşa’nın yargılanmasına da karar verdi. Bu iş, benimle Bakanlar Kurulu arasında bir sorun çıkmasına da yol açtı. Ben, Nurettin Paşa’ya uygulanmak istenen işlemi kabul etmedim. Fevzi Paşa Hazretleri de benim görüşüme katıldı. İkimizle, Batkanlar Kurulu arasında çıkan anlaşmazlık Meclisçe bir çözüme bağlandı. Meclis’te Nurettin Paşa’yı savundum, kendisini ağır bir işleme uğramaktan kurtardım.” Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa, sadece Kürt isyanını bastırmakla kalmamış, isyanı bastıran komutanı da sonuna kadar savunmuştur. Mustafa Kemal’in, Meclis’te tek kalması ise son derece öğreticidir. Gerçekten de Birinci Meclis’te, Mustafa Kemal Paşa, Şeriatçılara ve Kürtçülere karşı tek başına kalmaktadır. Ama tek kalmak pahasına kendi komutanını savunmuştur! Görüldüğü üzere, daha Sivas Kongresi’nin toplanma hazırlıklarından başlanarak Kürtler, Kurtuluş Savaşı için çalışmamış, tam tersine hep Kurtuluş Savaşı’na karşı savaşmışlardır. Koçgiri ayaklanması bunun en büyük kanıtıdır. Genel Kurmay Başkanlığı da bu isyanı şu şekilde değerlendirmektedir: “Siyasi bakımdan büyük bir önem taşıyan bu harekat dolayısıyla, Kürt bağımsızlık davasının ilk basamağının Koçgiri olayları ile kurulmak istendiği, bu dış etkilerin en açık ve kesin delilidir.” Bu değerlendirmeden de anlaşılacağı gibi, olay münferit bir isyan değil, bir davanın ilk adımıdır! Ardından gelecek olan Kürt isyanları da bunu kanıtlayacaktır. Nitekim isyanın liderleri de olayı böyle değerlenodirmektedir: “Koçgiri, Kürt İstiklal Savaşı’nın bir merhalesidir, onunla bir meydan muharebesi kaybettik, fakat harp bitmedi. Biz son zaferi kazanacağız.” Kürtlere özerklik Mustafa Kemal’in değil Damat Ferit’in programı Kürtler’in Kurtuluş Savaşı’na ne şekilde katıldıkları yalanını gördükten sonra şimdi de Mustafa Kemal’in Kürtlere özerklik vereceği yalanının nasıl uydurulduğuna geçebiliriz. 12 Eylül 1919’da İstanbul Hükümeti ile İngiltere arasında gizli bir antlaşma imzalanır. Sekiz maddelik anlaşma maddelerinden üçüncüsü şöyledir: -Türkiye bağımsız bir Kürdistan kurulmasına karşı çıkmayacaktır. Anlaşmanın altında Damat Ferit’in imzası vardır. Anlaşma’nın esas önemi Damat Ferit’in Mustafa Kemal hareketine, yani Türk milli hareketine karşı Kürt ayrılıkçılarıyla uzlaşması ve Kürtleri Mustafa Kemal’e karşı kullanmasını saptamasıdır. Yukarıda bu kullanmanın ne şekilde hayata geçirildiğini görmüştük. İstanbul Hükümeti’nin bu tür bir yola girmesi aslında Damat Ferit Hükümeti’nin sonunu getirir. Kabine değişikliği olur ve Ali Rıza Paşa Hükümeti kurulur. Bu değişiklik son derece önemlidir çünkü Kürt milliyetçiliğinin ve ayrılıkçılığının önü kesilecektir. Amasya Görüşmeleri bunun ilk safhasıdır. Kürtlere özerkliğin ilk belgesi imiş gibi sunulan Amasya Görüşmelerinde şu karar alınmıştır: “Beyannamenin 1. maddesinde Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve kabul edilen sınırı Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı topluluğundan ayrılması imkansızlığı izah edildikten sonra, bu sınırın asgari bir istek olmaz üzere elde edilmesinin temininin lüzumumüştereken kabul edildi. Bununla beraber, yabancılar tarafından görünüşte Kürtlerin bağımsızlığı maksadı altında yapılmakta olan tezvirlerinönüne geçmek için de bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi uygun görüldü.” Tutanaktan da anlaşılacağı üzere Ankara ile İstanbul’un yeni hükümeti, Kürt ayrılıkçılığına karşı ortak bir karar almışlar ve kurulacak ya da kurtarılacak devletin sınırlarının Kürtlerin oturduğu arazıyi de kapsadığını belirtmişlerdir. Bu tutanaktan çıkacak biricik sonuç, Kürtlerin oturduğu arazide ayrı bir devlet ve özerklik hakkının bu tutanakla reddedildiğidir. Ama ne hikmetse gördüğü her Kürt kelimesini özerkliğe yoran tarih heveslisi bir kısım hukuk asistanı bunu tam tersine yormaktadır. Amasya görüşmesinin teyidi ise Misak-ı Milli’dir. Misak-ı Milli ise, özerklik değil ulusal bir devlet programıdır. Kuvayı Milliye’nin bu ilk belgesi, aynı zamanda İstanbul Meclisi’nin son kararında özerklik yoktur! Dahası Misak-ı Milli için çalışan bir harekete katılan herkes de ulusal devleti kabul etmiş demektir. Milli Mücadele’nin Kürtlere özerklik vereceğini söyleyenlerin iddiası aynı zamanda son derece de komiktir. Kürtler bağımsızlık ve özerkliği zaten Sevr ile kazanmışlardı. Sevr’e karşı çıkan bir hareketin Sevr’de dayatılan bir maddeyi savunması olacak şey değildir! Kaldı ki ne Erzurum, ne Sivas Kongrelerinde de bu yönde alınmış bir karar yoktur. BMM’nin bu yönde aldığı bir karar da yoktur. Özerkliği savunan bir hareketin bunu bir karar olarak duyurması gerekmez miydi? Komik olmayı bırakın: Mustafa Kemal sizin gibi gizli bir Kürtçü değildi! Sizin gibi hem tek bayrak, hem de Kürtler kendi kendini yönetsin diyecek kadar hain değildi... İngilizlerin Kürtlere özerklik uydurması Mustafa Kemal’in Kürtlere özerklik vereceği uydurmasının kaynağı ise doğrudan İngilizlerdir! Yukarıda bahsettiğimiz gibi Koçgiri isyanının bastırılmasından sonra Meclis’te Kürt milletvekilleri isyancılara destek çıkarlar. Uzun süren tartışmalardan sonra Mustafa Kemal’in isyanın bastırılmasını savunan konuşması üzerine tartışma kapanır. Ancak İngiliz raporlarına göre bu görüşmeler sırasında Kürtlere özerklik verilen bir karar alınır. Maddeler şunlardır: 1-Uygarlığın gereklerine uygun olarak Türk milletinin ilerlemesini sağlamayı hedefleyen BMM, ulusal gelenekleriyle uyum içinde, Kürt milletinin özerk yönetimini kurmayı üzerine alır. 2-Çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu bu topraklar için Kürt ileri gelenleri tarafından bir genel vali, vali yardımcısı ve bir müfettiş seçilebilir. ... 4-Kürt ulusal meclisi doğu vilayetlerinde kurulacak ve 3 yıl için oluşturulacaktır. 5-Özerk yönetim Van, Bitlis, Diyarbakır vilayetleri, Dersim sancağı, bazı nahiye ve kazaları içine alacaktır. Toplam 9 maddelik kanun tasarısı İngilizlere göre kabul edilmiştir! Ancak İngiliz raporlarının gösterdiği 10 Şubat 1922 tarihinde anılan gizli oturum yoktur! TBMM Gizli Celse Zabıtları yayınlanmıştır ve orada böyle bir gün yoktur! Olması da son derece saçma olurdu. Çünkü anılan 9 maddenin Sevr’den bir farkı yoktur. Kaldı ki Koçgiri isyanını bastıran bir Meclis’in bu kararları alması da mantıksızdır. Çünkü bu kararları alacak Meclis, mantıken isyancılarla anlaşır ve istenilen bu hakları verirdi. İngilizler yetmedi bir de Perinçek... Atatürk’ün Kürtlere özerklik vereceğine ilişkin ikinci bir iddia ise İngilizlerden sonra Perinçek’ten gelmektedir. Atatürk 16/17 Ocak 1922 tarihinde çıktığı İzmit seyahatinde gazetecilerin sorularını yanıtlar. Vakit gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman’ın “Kürtlük Sorunu nedir? Bir iç sorun olarak değinmeniz iyi olur” sorusuna şu yanıtı verir: “Kürt sorunu, bizim, yani Türklerin çıkarı için kesinlikle sözkonusu olamaz. Çünkü, bizim ulusal sınırlarımız içinde Kürt öğeleri öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybede ede ve Türklerin içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istesek, Türkiye’yi mahvetmek gerekir. .... “Bu nedenle başlıbaşına bir Kürtlük düşünmekten çok Anayasamız gereğince zaten bir çieşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir...” Perinçek ve Apo, Atatürk’ün bu demecini Atatürk’ün özerkliği savunduğunun kanıtı olarak verirler. Oysa Uğur Mumcu’nun da belirttiği gibi Mustafa Kemal özerklikten değil bir çeşit özerklikten bahsetmektedir. Bu ise, 1921 Anayasasına göre illerin manevi kişiliğe ve özerkliğe sahip olmaları maddesiyle uyum içindedir. 1921 Anayasasının 21. maddesi şöyledir: “İl yönetimi yerel işlerde manevi kişilik sahibidir ve özerktir” Buradan da anlaşılacağı üzere Atatürk, Kürtlerin kendi kendilerini yönetmesinden değil illerin kendilerini yönetmesinden bahsetmektedir. Zaten Kürtlerin yoğunluğundan bahsetmesi de bu nedenledir. Aslında Atatürk’ün bu açıklamasının özerklik için değil tam tersine Kürt sorununun kabul edilmemesi için bir dayanak olarak gösterilmesi gerekmektedir. Gerçekten de bu açıklamasında Atatürk, Kürtlüğü reddetmekte, dahası Kürt sorununu kabul etmemektedir! Dahası açıklamaların devamında Lozan’da tartışılan Musul meselesi ele alınmakta ve şu ifade edilmektedir: “İngilizler orada bir Kürt hükümeti kurmak istiyorlar. Bunu yaparlarsa, bu düşünce bizim sınırlarımız içindeki Kürtlere de yayılır. Bune engel olmak için sınır güneyden geçirmek gerekir.” Yani Atatürk bizim sınırlarımı içindeki Kürtlerin olası bir talebine karşı olduğunu çok açık bir şekilde ifade etmekte bu nedenle de Musul’u vermemeyi savunmaktadır! Nitekim Lozan’da Türkiye, Kürt meselesinin konuşulmasını dahi kabul etmemiştir! Çünkü Türkiye için artık böyle bir mesele yoktur! Şeyh Sait isyanı ve Mustafa Kemal tedbiri: Takrir-i Sükun, İstiklal Mahkemesi İkinci uydurmanın da çürütülmesinden sonru Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet idaresinde Kürt meselesinin nasıl ele alındığına geçebiliriz. Burada karşımıza Musul Sorunu çıkar. İngilizler’le Musul müzakereleri sürmektedir. Türkiye Musul’u geri almak için askeri bir harekatın da hazırlıklarını yapmaktadır. Tam bu ortamda Şeyh Sait isyanı patlak verir. Kürtler yine İngilizlerin oyuncağı olmuştur. İngiliz desteği ile ayaklanan Şeyh Sait, önemli başarılar kazanır. Başbakan Fethi Okyar’dır. Fethi Bey, isyanı çok önemsemez ve üzerine hemen gitmez. Daha sonra Meclis’te kendini savunacağı üzere “gereksiz kan dökülmesine karşıdır” Tam bu sırada Mustafa Kemal, Ankara Garı’nda İsmet Paşa’yı beklemektedir. Hükümet değişir, İsmet Paşa kabinesi kurulur. İsmet Paşa hükümeti iki karar alır, biri İstiklal Mahkemelerinin kurulması, ikincisi Takrir-i Sükun kanunu. Bu, devletin isyanın üzerine sertlikle gideceğinin işaretidir. Takrir-i Sükun görüşmeleri, gizli Kürtçü liboşlarla, Cumhuriyetçilerin hesaplaşmasına dönüşür. Terakiperver Cumhuriyet Fırkası liderleri, Kazım Karabekir, Ali Fuat, Rauf Bey, Takrir-i Sükun’a karşı çıkarlar. Onlara göre isyancılarla masum halkı ayırmak gerekmektedir. Takrir-i Sükun özgürlükleri ortadan kaldıracak ve bir dikta idaresi kuracaktır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın 15 milletvekili bulunmaktadır. Bunlardan özellikle Dersim milletvekili Feridun Fikri’nin isyancıları korumak için çırpındığı görülür. TCF’nin tüm muhalefetine karşın Takrir-i Sükun Yasası ve İstiklal Mahkemeleri’nin kuruluşu yasası kabul edilir. Çünkü başta Atatürk olmak üzere, Cumpuriyetçiler, isyancılara özgürlük tanımanın Cumpuriyet’in sonu olacağını görmektedirler. Cumhuriyet Halk Fırkası içinde de bir bölünme olmuştur. 92 millitvekili isyanın üzerine sertlikle gitmekten yana tavır koyarken 60 milletvekili buna karşı çıkmaktadır. Son noktayı Mustafa Kemal koyar. 2 Mart günü kürsüye çıkar ve kararı açıklar: “Milletin elinden tutmaya lüzum vardır. Devrimi başlayan tamamlayacaktır.” Nifak vardır vahdet olsun diyoruz Böylece Mustafa Kemal’in çözümü uygulanmaya koyulur. Mustafa Kemal muhalifleri ve ürtçüler ise özellikle İstanbul basınında yuvalanmıştır. Milli Savunma Bakanı Recep Peker durumu şu şekilde ifade eder: “... Türkiye’de devlet nüfuzu adına gösterilen hoşgörünün sonunda devlet işlemez hale gelmiştir. Çok yüksek adlar adına yapılmış yasalar da buna yol açmıştır. Basın, özellikle İstanbul sbasını Türkiye’de devlet gücü diye ne kadar kutsal yer ve makam varsa hepsini ite kaka meşruluk dışı bir çekişme aracı yapmıştır. Bunlar, devlet kuruluşu diye ne varsa hepsine birden yalan ve iftiralarla saldırıp tüm devleti tahrip etmektedirler. “Her sabah milletin yüzüne fışkıran mikroplu balgamlar masum halka devlet gücünün değerli birşey olmadığını aşılyamaktadır... “Hükümetimiz pislik yuvalarını temizlemeye yetkisi olmadan bu ülkenin yönetimini ele alamaz. İç tehhlike içinden yanan yangın gibidir. Eğer devlet kuruluşları, meclisler ve hükümetler, bu yangını patlamadan önce bulup gereken yasal önlemleri almazsa yangın büyüdükten sonra önlem almaya da zaman kalmaz. “Herhangi bir düşünce ile ve herhangi bir amaçla, özgürlüğü yine bizzat özgürlüğe çevrilmiş bir silah gibi kullanmak, gerçeğe ve yurt yararına uygun değildir.” Sonuçta isyan bastırıldı. İsyanın elebaşılarındak 46’sı idam edildi. Mehmet Emin Bey, Meclis’te Cumhuriyet’in isteğini açıklıyordu: “Memlekette nifak vardır vahdet olsun diyoruz. İhanet vardır sadakat olsun diyoruz. İzmihlal tehlikesi vardır beka olsun diyoruz. Ölüm vardır hayat olsun diyoruz.”1 ( Gökçe Fırat-Türk Solu )
  13. Burda bahsedilen Türklük, ırk içermeyen, üst kimlik-şemsiye anlamındaki, Türk olmaktır. Çarpıtmayalım. Kimi asimile etmişiz de, şimdi soyu tükenmiş, Amerikada, bir çok Kızılderili kabilesinin sadece adı kaldığını bilmiyormusunuz ? Türk solu dergisinde yeralmış bir yazıyı buraya taşımış olmam diğer yazılarını da onaylıyorum, anlamına gelmez. Ulusalcı olup olmaması önemli değil. Doğruysa, doğru olana doğru derim. Sizde böyle yapmalısınız.
  14. CHP hangi yıllar ne kadar süreyle iktidar oldu. araştırmama gerek yok ben o dönemleri yaşadım. Biz ne demişiz ? ABD'den bağımsız dönem olmuş mu demişiz ? Ne demişiz ? AKP'den önce hiç olmazsa, derin devlet içinde CIA'dan, Mossadtan bağımsız bir kesim vardı, demişiz. Ve bu kesim de tam şimdi Ergenekon davası ile, Sn. Can Taylan'ın tabiri ile onbinlerce sayfa telefon konuşmaları, makarna tarifleri, cimnastik hareketleri, işkenceci Ürek, rüşvetçi Tayyip Erdoğan, Nurseli, Sisi ve artık adı aklımıza gelmeyen 86 kişilik lunapark ekibi ile sulandırılarak, bombacı İlhan Selçuk, darbeci Tuncay, Hurşit Tolon, Şener Eruygur gibi muhalif isimlerin, Veli Küçük gibi kontrgerilladan kötü bir miras devralmış, hukuk dışı, yetki dışı işlere bulaşmış, derin devletin aşırı milliyetçi unsurların tasfiyesi demişiz. Şimdi anladınız mı ? Hangi dönem hangi okullarda okudunuz bilmiyorum ama, o ders kitaplarını hazırlayanlar o sağ partilerin milli eğitim bakanlarıydı. 93'teki SHP döneminde en azından CMUK gibi bir yasanın getirilmesi, faili mechul cinayetleri araştırma, insan hakları komisyonları kurulması ( Fikri Sağlar ), gösterilerde dayak yiyen SHP milletvekilleri de mi sosyal demokrat ve milli değildi, insaf derim, başka bir şey demem.
  15. Diğer söylediklerinize atılıyorum, ancak, niyetiniz bu olmasa da bu sözünüz farklı anlamlara gelebilir. O yüzden vurgulamam gerekir ki; Atatürk, 1919 'dan itibaren Kurtuluş Savaşı sürecinde hiç bir zaman yasal dayanağı olmadan, halkın desteğini almadan harekete geçmemiştir. Samsuna çıktığında yaptığı tek şey sağa sola telgraf çekmek, her bölgenin ileri gelenlerini, halkın temsilcilerini bu mücadelenin verilmesi için kongrelerde biraraya gelmeye ikna etmek olmuştur. Yine, 1. İnönü savaşı öncesi Ankaranın çok yakınına, Eskişehire kadar gelmiş Yunan ordusuna rağmen, Mecliste, başkumandanlık yetkisini herkesin oyunu alarak kazanmış ve kumandayı ele almıştır. Kısacası, terörist benzetmesi yakışıksız olmuş, Sn. Yakışıklı! Can Dündar'ı, hele son filminden dolayı pek samimi bulmama rağmen, bu yazısını buraya koydum. Benim burda göstermeye çalıştığım, Atatürk'ün, ilah gibi gösterilip gösterilmemesi değil, yada insan olup olmadığı değil. Benim için önemli olan ne kişiliği ne de kişisel tercihleri! Benim için önemli olan Atatürk'ün düşünceleri ve bugün, düşüncelerinin, Türkiye, Türk, Cumhuriyet düşmanları tarafından nasıl çarpıtıldığı. Saygılar.
  16. Atatürk’ün Kürt politikasını yeniden canlandırmak Cumhuriyet tarihine ilişkin her gerçekliğe resmi ideoloji diyerek saldıran liberal ve Kürtçü çarpıtmanın son yıllarda en çok üzerine eğildiği konu Atatürk’ün Kürt politikası. Oysa Cumhuriyet’in ilanından bugüne geçen süre sadece 84 yıldır ve bu süre tarih bilimi açısından son derece kısa bir zamandır ve dolayısıyla Atatürk’ün Milli Mücadele süreci içinde nasıl bir Kürt politikası izlediğinin yanıtları tartışmaya yer vermeyecek derecede kesindir. Buna rağmen “resmi ideoloji”yle mücadele adı altında emperyalist tezgahların önünü açmaya hizmet eden bir tür “sivil” tarihçilik ve bu sivil tarihçiliğin açtığı yoldan ilerleyen bir sivil siyaset bugün Cumhuriyet’e ait ne varsa ortadan kaldırmak için kapsamlı bir saldırıya girişmiş durumdadır. Ancak bu “sivil”liği kazıdığınızda altından emperyalizmin yüzlerce yıllık sömürgeleştirme planları çıkmaktadır. Bu Kürtçü ve liberal tarih uydurmalarına bakılırsa Kürtler ve Türkler birlikte bir Kurtuluş Savaşı’na girişmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır. Ancak Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşmasından hemen sonra ilan edilen Cumhuriyet Kürtlere ihanet etmiş ve Kürtlere verilen sözler tutulmamıştır. Bu andan itibaren de Kürtlerin Cumhuriyet’e karşı “meşru” haklarını savunma mücadelesi başlamıştır. Elbette bu tarih çarpıtmasının sonuç olarak hizmet ettiği şey bugün yükselen Kürt bölücülüğünün ve PKK terörünün meşrulaştırılması ve Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırlarının parçalanarak bağımsız bir Kürt devletinin hayata geçirilmesine dayanan Sevr planının yeniden uygulanmak istenmesidir. Atatürk’ün Kürt politikasının “Türk-Kürt kardeşliği”, “Kürtlere özerklik”, “Kurtuluş Savaşı’nda verilen ortak mücadele” zemininde tanımlanması ise bugün emperyalizmle açıkça işbirliğine giren terör örgütüne karşı devletçe ve milletçe mücadele edilmesini engellemeyi hedeflemektedir. 1925 yılında patlak veren İngiliz destekli Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra Kürtçülükle mücadele politikası en kararlı ve sert şekilde yürütülmüştür. 25 Şubat tarihli Örfi İdare Kanunu, 25 Şubat 1925 tarihli Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda yapılan değişiklik ve 4 Mart 1925’de yapılan Takrir-i Sükun görüşmeleri, 25 Aralık 1935 tarihli Tunceli Kanunu görüşmeleri, Cumhuriyet idaresinin bu konudaki tavrını ortaya koymaktadır. Atatürk’ün kararlı tavrı sonucu, Meclis içindeki Kürtçü muhalefete rağmen bu kanun maddelerinin hepsi teker teker onaylanmış ve hemen ardından da uygulamaya konulmuştur. Atatürk’ün Kürt bölücülüğüne karşı yürüttüğü mücadele tartışmaya yer bırakmayacak derecede nettir. Kürtler Cumhuriyet’e ihanet ediyor Serap Yeşiltuna’nın İleri Yayınları’ndan çıkan “Atatürk ve Kürtler” isimli kitabı Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün Kürt politikasını, dönemin resmi kanun, kararname, rapor ve tutanaklarıyla ortaya koyuyor. Böylelikle Kürt sorununa çözüm adı altında Atatürk’e atfedilen pek çok uydurma teze de birincil kaynaklardan cevap veriyor. “Atatürk ve Kürtler” belgesel bir çalışma olmanın ötesinde, Atatürk’ün Milli Mücadele sürecinde özellikle Meclis içindeki Kürtçü ve liberal kesime karşı yürüttüğü mücadeleyi ve Atatürk’ün Kürt isyanlarını bastırma ve tek dil, tek millet anlayışını yerleştirme konusundaki kararlılığını ve bu yöndeki sonuç alıcı uygulamalarını da ortaya koyuyor. Böylelikle bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını kasteden Kürt bölücülüğüne karşı takınılması gereken gerçek Atatürkçü tavrın ne olduğunu gözler önüne seriyor. “Atatürk ve Kürtler”, Kürtçü tezlerin tam aksine olarak Kürtlerin daha ilk andan itibaren Cumhuriyet’e karşı büyük bir ihanete giriştiklerini gösteriyor. Kürtler Türklerle birlikte Kurtuluş Savaşı vermek yerine, İngilizler başta olmak üzere işgal kuvvetlerinin desteğini alarak ayaklanmış ve bağımsız bir Kürt devleti kurmak için Kuvayı Milliye hareketine karşı mücadele ederek pek çok bölgede ayaklanma çıkarmışlardır. Koçgiri’de Kürt-Yunan ittifakı Kürtlerin Cumhuriyet’e yönelik ilk büyük ihaneti Koçgiri İsyanı’yla başlayan ve daha sonra devam ederek sayısı 16’yı bulan Kürt isyanlarıdır. Kürt isyanları işgalci emperyalist güçlere karşı verilen mücadeleyi kesintiye uğratmışlardır. Koçgiri İsyanı Kürtlerin Kuvayı Milliye hareketine karşı giriştikleri ilk büyük ayaklanmadır. Koçgiri İsyanı’nın en önemli yanlarından birisi de Türklere karşı ortaya çıkan Kürt-Yunan ittifakıdır. Yunan ordusu Büyük İlerleyiş’e geçmeden Kürtler Koçgiri İsyanı’nı başlatırlar. Yine Koçgiri’den sonra ortaya çıkan Şeyh Sait İsyanı da ne tesadüftür ki Türkiye’nin Musul konusunda İngilizlerle müzakerelere oturduğu döneme rastlamaktadır! Cumhuriyet idaresinin Koçgiri İsyanı’na karşı gösterdiği tepki oldukça sert olmuştur. Ve bugün Kürtçülükle mücadelenin hangi zeminde yürütülmesi gerektiği konusundaki kafa karışıklığına net biçimde cevap vermektedir. Atatürk’ün emriyle ayaklanmanın başladığı bölgeye giden Merkez Komutanı Nurettin Paşa ayaklanmayı bastırmıştır. Ancak ayaklanmanın bastırılması Meclis içindeki büyük ayrılığın ve saflaşmanın da ortaya çıkmasına neden olmuştur. Kürt isyanını bastıran Nurettin Paşa’nın kellesini isteyen milletvekillerine karşı Mustafa Kemal Meclis kürsüsüne çıkar ve Nurettin Paşa’yı savunur. Görüldüğü üzere Mustafa Kemal sadece Kürt isyanını en sert şekilde bastırmakla kalmamış, isyanı bastıran Nurettin Paşa’yı da Meclis’teki sert muhalefete rağmen sonuna kadar savunmuştur. Atatürk’e karşı Kürtçü muhalefet Yeşiltuna’nın çalışmasında yer verdiği “TBMM Gizli Celse Tutanakları” incelendiğinde Atatürk’e karşı gelişen Kürtçü muhalefetin Meclis içinde nasıl bir ayrışmaya yol açtığı da bütün ayrıntılarıyla ortaya çıkmaktadır. İsyanın bastırılmasından sonra TBMM’de yapılan gizli görüşmelerde Kürt milletvekilleri Nurettin Paşa şahsında Atatürk ve Cumhuriyet’e yönelik kinlerini kusma imkanı yakalamışlardır. Kürt milletvekillerine göre gerçek suçlular emperyalist devletlerin desteğiyle ayaklanan Kürtler değil, ayaklanmayı bastıran ordu ve devlet memurlarıdır. Meclis tutanaklarına yansıyan tartışmalar dünden bugüne Kürtçü çevrelerin devletin bölücülükle mücadele azmini kırma isteklerinin temel dayanaklarının hiç değişmediğini gösteriyor. Kürt milletvekillerinin ayaklanan Kürtleri savunurken kullandıkları temel tez, devletin yürüttüğü politikanın özgürlükleri kısıtladığı ve hukuku çiğnediği yönünde olmuştur. Bugün de terör örgütünü kınamak yerine devleti suçlayan sözde aydın korosunun değişmeyen söylemi olmuştur bu özgürlük ve hukuk. Ancak Atatürk’ün Kürt isyanlarını bastırma konusundaki kararlı ve tavizsiz tavrı hiç değişmemiştir. “Atatürk ve Kürtler”de yer verilen belgeler bugün “diyalog”, “karşılıklı uzlaşma”, “demokratik cumhuriyet” gibi Kürtçü tezlerin o günlerde Atatürk tarafından nasıl bir kenara atıldığını gösteren ve günümüzde oluşturulması gereken Kürt politikasına da emsal teşkil eden kanıtlardır. Meclis gizli celse zabıtları ve resmi kanun metinlerinden de görüleceği üzere Atatürk öncelikle Kürtçülüğe karşı alınması gereken tedbirleri Meclis içinde tartışmaya açmış ve Kürtçü tezleri Meclis içindeki tartışmalarda ezmiştir. Koçgiri İsyanı’nın bastırılmasından sonra bu kez 1925 yılında patlak veren İngiliz destekli Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra Kürtçülükle mücadele politikası en kararlı ve sert şekilde yürütülmüştür. 25 Şubat tarihli Örfi İdare Kanunu, 25 Şubat 1925 tarihli Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda yapılan değişiklik ve 4 Mart 1925’de yapılan Takrir-i Sükun görüşmeleri, 25 Aralık 1935 tarihli Tunceli Kanunu görüşmeleri, Cumhuriyet idaresinin bu konudaki tavrını ortaya koymaktadır. Atatürk’ün kararlı tavrı sonucu, Meclis içindeki Kürtçü muhalefete rağmen bu kanun maddelerinin hepsi teker teker onaylanmış ve hemen ardından da uygulamaya konulmuştur. Dolayısıyla Atatürk’ün Kürt bölücülüğüne karşı yürüttüğü mücadele tartışmaya yer bırakmayacak derecede nettir. Yeşiltuna’nın “Atatürk ve Kürtler” kitabı okunduğunda bu mücadelenin netliği daha da güçlü biçimde kanıtlanmış olmaktadır. Kitapta sunulan resmi belgelerle birlikte Atatürk’ün Kürt meselesine bakışına ilişkin pek çok spekülasyon ve çarpıtma da kendiliğinden ortadan kalkmaktadır. Kitabı okuduğunuzda, Cumhuriyet’in ilk yılları ile karşılaştırıldığında ortaya atılan çözümlerin Kürt meselesini çözmek için değil, daha da derinleştirmek için ortaya atıldığını da ibretle değerlendireceksiniz. Bu haliyle Yeşiltuna’nın çalışması unutturulmaya çalışılan, yok sayılan “Kürt sorununa Atatürkçü çözüm”ü de yeniden Türkiye’nin gündemine taşımaktadır. Atatürk “Kürt sorunu”nu kabul etmedi! Atatürk’ün Kürtçülüğe karşı yürüttüğü mücadelenin başlangıç noktası bir “Kürt sorunu” olduğunu kabul etmemesi ve Kürtçülükle hiçbir uzlaşmaya yanaşmamasıdır. Oysa İngilizler başta olmak üzere dış güçler, Cumhuriyet idaresine bir Kürt sorunu olduğunu dayatmaktadırlar. Bu kabullenişin ardından Kürt sorununu çözme isteklerinin ve elbette Batının Sevr’deki özlemlerinin gündeme geleceğini iyi bilmektedir Mustafa Kemal. Oysa bugün Kürt sorunu terimini ya da Kürt kimliğini kabul ederek Kürtçülükle mücadele edebileceğini sananlar çıkmaktadır. Bir kısım Atatürkçü ise kültürel ve demokratik haklar ilerletilirse Kürtçülüğün kan kaybedeceğini sanmaktadır. Ancak Atatürk daha o yıllarda Kürt bölücülüğüne hiçbir fırsat tanınmaması gerektiğini bilmekte ve ona göre hareket etmektedir. Atatürk’ün Medeni Bilgiler kitabına koydurduğu şu sözler Atatürk’ün Kürt meselesine bakışını oldukça net biçimde ortaya koyar: “Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimai camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkeslik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış mevsimler birkaç düşman aleti, mürteci beyinsizden maada hiçbir millet ferdi üzerinde teellümden başka bir tesir hasıl edememiştir.” Yine 1924 Anayasası Encümeni tarafından ortaya konulan şu sözler de Cumhuriyet idaresinin “Kürt sorunu” dayatmalarını reddeden anlayışının en iyi örneğidir: “Devlet Türk’ten başka millet tanımaz. Devlet dahilinde hukuku müsaviyeyi haiz başka ırktan gelme kimseler bulunduğundan, bunların ırki ayrılıklarını ayrı birer milliyet olarak tanımak caiz değildir.” Cumhuriyet idaresinin Kürtçülüğe karşı tavizsiz tavrını gösteren dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, Takrir-i Sükun Yasası’nın çıkarılmasına sert tepki gösteren ve “Hükümetin gayrikanuni tevkif hakkı yoktur” diyen Dersim Mebusu Feridun Fikri Bey’e şu yanıtı verir: “Efendiler, hükümet hapsetmiyor ve hükmetmiyor, mücrime mahkemenin kapısını gösteriyor, en medeni, en mütemeddin memleketlerde dahi bundan başka ne yapılabilir efendiler? Koca bir vatanın şark kısmı baştan başa irtica ateşi içinde yanaken Feridun Fikri Bey’e soruyorum. Asilerin karşısına anarşizmin hürriyetiyle mi çıkacağız ve böyle çıkmağa hakkımız var mıdır?” Bugün de özgürlük ve insan hakları propagandasıyla bölücülükle mücadeleyi engellemeye çalışan anlayışa o dönemde verilen yanıt budur. Ancak bu yanıt sözden ibaret de kalmayacaktır. Tartışmaların bu şekilde sürüp gitmesi üzerine Mustafa Kemal 2 Mart günü kürsüye çıkar ve Fethi Bey kabinesi yerine İsmet Paşa başkanlığında yeni bir hükümet kurulduğunu şu sözlerle ilan eder: “Milletin elinden tutmaya lüzum vardır. Devrimi başlatan tamamlayacaktır!” Bu sözlerle birlikte Mustafa Kemal’in Meclis içindeki Şeriatçı ve Kürtçü unsurlarla mücadelesi iyice hızlanacaktır. Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra kabul edilen Takrir-i Sükun Kanunu ile birlikte İstiklal Mahkemeleri’nin kuruluşu ve faaliyetleri hız kazanır. Yargılamaların ardından Şeyh Sait’in de aralarında bulunduğu 48 kişi için idam cezası verilir ve Şeyh Sait ve adamları idam edilir. Takrir-i Sükun Yasası oldukça kapsamlı bir mücadele programıdır. Kürtçülük ve Şeriatçılıkla mücadelenin en önemli maddelerinden birisi bu iki hareketin propaganda kanallarının kesilmesidir. Bu suretle yurtdışında yayınlanan ve Türkiye’ye sokulan Kürtçü propaganda kitapları yasaklanır. Kürtçüleri destekleyen ve Cumhuriyet idaresinin politikalarına karşı halkı kışkırtan basın-yayın organları kapatılır. Mustafa Kemal, Şeyh Sait İsyanı’nın ardından yeni isyanların geleceğini ve Kürtçülüğün daha da güçleneceğini görmektedir. Çünkü Meclis içinde temsil edilen Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mensubu pek çok milletvekili açıkça Kürtçü tezleri dillendirmekte ve halkı Cumhuriyet rejimine karşı kışkırtmaktadırlar. Bu nedenle önce Şark İstiklal Mahkemesi görev bölgesi içindeki Terakkiperver Fırka şubelerini kapatır. Daha sonra da Bakanlar Kurulu kararıyla Terakkiperver Fırka tamamen kapatılarak Kürt ayaklanmalarına önayak olan siyasi mekanizma tümüyle devre dışı bırakılır. Bugün PKK’nın yasal bir parti adı altında Meclis’te bölücü örgütün propagandasını yapmasına ses çıkaramayan bir ülkede Atatürk’ün Kürt politikasının uygulandığını söylemek elbette mümkün değildir. Oysa Atatürk Kürtçülükle mücadele ederken öncelikle onun basın ve siyaset içindeki kollarını ortadan kaldırmıştır. Ardından da kapsamlı bir askeri saldırı ile tüm Kürt isyanlarını en sert biçimde bastırmıştır. Ve bu nedenle başarı kaçınılmaz olarak ardından gelmiştir. Devlet otoritesinin sağlanması: Umum Müfettişlikler Cumhuriyet idaresinin Kürt meselesini çözmek yönünde attığı önemli bir adım da Umum Müfettişlik uygulamasıdır. İstiklal Mahkemeleri’nin çalışma süresinin dolmasının ardından bu kez mevcut idari tedbirlerin devam ettirilmesi ve Kürtçülükle mücadelenin aynı hızla devam ettirilebilmesi için 25 Haziran 1927’de Umum Müfettişlik Teşkiline Dair Kanun kabul edilir. Bu kanun Cumhuriyet idaresinin Kürtçülüğün siyasal ve toplumsal ayaklarını tümüyle kırmak ve yıllardır devlet otoritesinin tesis edilemediği yerlerde bozulan otoriteyi tekrar oluşturmak için bölgenin tüm idari işlerinden sorumlu bir genel vali ataması şeklinde ortaya çıkmıştır. Umum Müfettişler Atatürk’ün en yakın ve güvendiği çalışma arkadaşları içinden seçilmişler ve uzun yılar Atatürk’le birlikte mücadele eden isimlerdir. Umum Müfettişlik uygulamasının zamanı ve kapsadığı bölgeler de ayrıca incelenmelidir. Şeyh Sait İsyanı’ndan hemen sonra Diyarbakır, Urfa, Batman, Mardin, Siirt, Şırnak, Hakkari, Van, Bitlis, Muş illerini kapsayan Birinci Umum Müfettişlik, Ağrı İsyanı’ndan sonra Erzurum, Ağrı, Iğdır, Kars, Ardahan, Rize, Trabzon, Bayburt, Gümüşhane ilerini kapsayan Üçüncü Umum Müfettişlik, Dersim İsyanı döneminde ise Erzincan, Tunceli, Elazığ ve Bingöl illerini kapsayan Dördüncü Umum Müfettişlik kurulmuştur. Yeşiltuna’nın kitabında Kürtçülüğü toplumsal yapıdan kazımak için özel bir kurum olarak oluşturulan Umum Müfettişliklerin kuruluş ve çalışma ilkeleri bütün ayrıntılarıyla veriliyor ve günümüz açısından Kürtçülükle mücadelenin yasal ve idari boyutlarının nasıl olması gerektiği konusunda önemli bir örnek oluşturuyor. Cumhuriyet idaresinin Kürt meselesine yaklaşımını ortaya koyan bu Umum Müfettişlik uygulaması da yine Meclis içindeki Kürtçü muhalefetin tepkisini çekmiştir. Burada da Kürtçü muhalefetin temel propagandası hukuk, adalet, özgürlük gibi bugün de sıklıkla duyduğumuz kavramlardır. Ancak Atatürk, Kürt bölücülüğünün bu kavramların arkasına sığınarak ülkeyi sürüklediği tablo karşısında kararlılığını bozmamış ve muhalefetin tüm karşı çıkışlarına rağmen tıpkı Takrir-i Sükun Yasası’nın çıkartılması ve İstiklal Mahkemeleri’nin kurulması sırasında olduğu gibi Umum Müfettişliklerin kurulmasında da tüm ağırlığıyla meselenin üzerine gitmiştir. Dördüncü Umum Müfettişi ve Koçgiri İsyanı’nı bastıran Nurettin Paşa’nın oğlu olan Abdullah Alpdoğan Paşa’nın 7-22 Aralık 1936 tarihinde toplanan Umum Müfettişler toplantısına sunduğu rapordaki şu sözler Cumhuriyet idaresinin Kürt meselesine yaklaşımını özetler niteliktedir: “...Türkçe bilmeyen çocuklara bu mekteplerde Türkçe öğretiliyor. Türk duygusu aşılanıyor. Tunceli içerisinde dilini unutmuş Türk soyundan insanların kasaba ve nahiyelerle civarına iskanları düşünülüyor. ... Toplu bir Türk camiası hususa getirecek bu hususta hazırlıklıyız.” Umum Müfettişlikler özellikle Kürt isyanlarının silahla bastırılmasının ardından bölgenin Cumhuriyet idaresine tam anlamıyla bağlanması, buralarda devlet otoritesinin sağlanması ve bölgedeki halkın Cumhuriyet’e yakışan birer yurttaş haline gelebilmeleri için bir dizi sosyal ve kültürel tedbiri de hayata geçirmiştir. Böylelikle Atatürk’ün başlattığı yeni Türk uluslaşmasının Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde etkin kılınması, Kürtlük cereyanının ortadan kaldırılması ve Türkleştirme programının planlı biçimde ilerletilmesi sağlanmıştır. Atatürk Kürt meselesini nasıl halledecekti? Bugün Türk kimliğinin yerine etnik ve dinsel kimlikleri ikame etmeye çalışan “özgürlükçü” anlayışa karşın, Cumhuriyet idaresi kapsamlı bir uluslaşma projesini hayata geçirmiştir. Kürt isyanlarının bastırılması, İstiklal Mahkemeleri, Takrir-i Sükun Kanunu gibi etkili önlemlerin dışında Atatürk döneminde ciddi bir Türkleştirme planı da hayata geçirilmiş ve titizlikle uygulanmıştır. Bu uygulamaların en önemlilerinden biri Ağrı İsyanı’ndan hemen sonra gündeme gelen ve 1932 yılında kanun teklifi haline getirilerek 1934’te yasalaştırılan İskan Kanunu’dur. İskan Kanunu’nun amacı Türkiye’deki Türk nüfusunu arttıracak bir nüfus siyaseti ortaya koymaktır. Cumhuriyet’e Osmanlı’dan miras kalan kozmopolit yapıya karşın Cumhuriyet idaresi tek bir ulusal kimlik inşa etmek istemektedir ve bunun önde gelen koşulu da Türkçe konuşan insan sayısının artırılması ve Türk kimliğinin ülke sathında güçlendirilmesidir. O nedenle bugün karşımıza çıkarılan alt-üst kimlik tartışmaları, mozaik toplum teorileri, kültürel özerklik önerilerinin yerine Atatürk, cumhuriyeti, tek dilli ve tek kimlikli bir ulus inşa etme projesini ortaya koymaktadır. İskan Kanunu ile birlikte Doğudan Batıya yapılan nakillerle Kürtçü feodal yapının dağıtılması ve farklı kavimlerin yerine tek bir Türk kimliği oluşturmak hedeflenmiştir. Yine yurtdışından getirilen muhacirlerin bu bölgelere yerleştirilmesi de yine İskan Kanunu’nun Türk kimliğini tesis etme anlayışının bir devamıdır. Türk kimliğinin güçlendirilmesi ve Türk uluslaşmasının başarıyla tamamlanması için Türk dili ve kültürünün yurt çapında etkin kılınması gerekmektedir. Bunun için de Atatürk’e maledilmeye çalışılan “Türk–Kürt kardeşliği” ya da “Kürtlere özerklik” uydurmalarını yalanlarcasına İskan Kanunu’nda tek bir Türk kimliği yaratma amaçlı şu sözlere yer verilmiştir: “...Yalnız 1876 yılından sonrakileri ele alırsak, yok olan Osmanlı İmparatorluğu’nda değişik dilli ve değişik kültürlü olanlar inanda yerli Türk’le birleşik iken bile bunları ayırt edilemeyecek gibi Türk kültüründe yoğrulduklarını söyleyemeyiz. Bunu Türk kültürünün yetiştirici, yükseltici ve yerleştirici gücünün düşüklüğüne veremeyiz. Bu gelenleri Türk kendi topluluğu içine almış iken ve hemen pek çoğu da Türk dilini konuşurken bile Türk kültürünü, bilimli olarak taşımaktan sekmişlerdir. İşte bunun içindir ki, geçmişte denenmiş olanı bir daha denemek gibi zararlı bir işe girişmekten ise bunu kökünden kesip atmayı isteyen bu madde ile devlet bu gibi yurda gelenleri ta Türk kültürü içinde eriyip Türklük içinde hamur oluncaya kadar gözü önünde tutmak istemiştir.” “Atatürk ve Kürtler” kitabında yer alan Kürtçülükle mücadele için çıkartılan kanunlar, gerekçeleri ve kanun maddeleri bu Türkleştirme politikasının hedef ve yöntemlerini de okuyucuya sunmaktadır. İskan Kanunu’ndan sonra yürürlüğe giren Soyadı Kanunu da bu Türk uluslaşmasının yurt çapında etkinleştirilmesi uygulamasının devamı olarak kabul edilmelidir. Türkçe soyadlarına kavuşan vatandaşlar geçmişin ilkel ve çağdışı kavimsel aidiyetlerinin yerine çağdaş Türk kimliğini resmen kabul etmiş olmaktadırlar. Devletin Kürtçülükle mücadele programı bununla da sınırlı kalmamıştır. İskan Kanunu uyarınca bir yandan geri aşiret yapısının dağıtılarak Kürtlerin Türk bölgeler içine dağıtılarak Türk kültürü içinde eritilmesi sağlanmış diğer taraftan da muhacirlerin Kürt nüfusun yoğun yaşadığı yerlere nakledilmesi ile buralarda Türk kültürünün güçlendirilmesi amaçlanmıştır. İskan Kanunu’nun uygulanma aşamasında Türkiye üç ana mıntıkaya ayrılmıştır. Birinci mıntıka “Türk kültürlü nüfusun tekasüfü istenen yerler”, ikinci mıntıka “Türk kültürüne temsili istenilen nüfusun nakil ve iskanına ayrılan yerler”, üçüncü mıntıka ise “Yer, sıhhat, iktisat, kültür, siyaset, askerlik, inzibat sebepleriyle boşaltılması istenilen ve iskan ve ikamet yasak edilen yerlerdir.” Bu üç mıntıkalı yapı Türkleştirme programının temel uygulama alanı olacaktır. Ancak bu Türk kültür ve nüfus politikasının oturtulması da ciddi bir denetime tabi tutulmuştur. Bu nedenle İskan Kanunu’nda batıya göç ettirilen Kürt nüfusun Türk nüfusla kaynaşmak yerine kendi feodal yapısını şehirlerde yeniden inşa etmesine engel olmak için Kürtlerin iskan bölgelerinde ayrı mahalle kurmaları yasaklanmıştır. Bugün Kürtçe eğitim ve öğretime izin verilerek ya da Kürtlerin kültürel haklarının tanınması yoluyla ayrılıkçılığın zayıflayacağını iddia edenlere karşın Cumhuriyet yönetimi tam tersi bir tavır takınmış ve Kürtçülükle mücadelede en sert tedbirlere başvurmaktan çekinmemiştir. 1928 yılında Atatürk’ün emriyle başlatılan “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası ile Türk kültürünün ve dilinin tüm vatandaşlara benimsetilmesi kararlaştırılmış, daha da ileri gidilerek 1925 tarihli Başbakanlık kararnamesine dayanılarak devlet dairelerinde, çarşı, pazar ve okullarda Türkçe’den başka dil konuşanların cezalandırılması öngörülmüştür. Yeşiltuna’nın çalışmasının önemli bölümlerinden biri ise yine bu tip uygulamaları öngören ve bizzat Atatürk’ün emriyle hazırlanan Şark Islahat Planı’dır. Atatürk’ün emriyle yayınlanan Şark Islahat Planı yine bu çerçevede Kürtçülük akımının bütün hayat damarlarını ortadan kaldırmayı hedefleyen ve aynı zamanda da Türklerin Kürtleşmesini engellemek için yürürlüğe konan kapsamlı bir Kürtçülükle mücadele programıdır. Şark Islahat Planı uyarınca isyana katılanların ve yakın akrabalarının batıya nakledilmeleri, sivil ve askeri mahallelerde asker ya da yerli sivil hakimlere yer verilmemesi, tali mahkemelere bile Kürt memur atanmasının yasaklanması, Türkçe dışında dilleri konuşmakta ısrar edenlerin cezalandırılması gibi Kürtçülüğün etkisini güçlendiren her etkene karşı amansız bir savaş açılmıştır. Atatürk’ün Kürt politikasına dönüş Ancak Atatürk’ün ölümüyle başlayan geri dönüş süreciyle birlikte Kürtçülükle mücadele programı terk edilmiştir. Özellikle DP iktidarının işbaşına gelişi ile birlikte Atatürk’ün ortaya koyduğu tüm çözüm mekanizmaları bir bir ortadan kaldırılmıştır. CHP içindeki Kürt ağaların desteğiyle iktidara gelen DP’nin Kürtçülüğe verdiği tavizler Türkiye’yi bugün yeniden bölücü terör tehdidiyle karşı karşıya getiren sürecin önünü açmıştır. DP iktidarının Kürtçülüğe prim veren uygulamalarının başında, Atatürk’ün kurduğu Umum Müfettişlik kurumunun kaldırılması gelmiştir. Dönemin DP Diyarbakır Milletvekili olan Mustafa Remzi Bucak Umum Müfettişliklerin kaldırılması için yürütülen mücadelenin baş aktörlerinden birisi olacaktır. Aynı Bucak daha sonra Kürdistan’a özerklik tanınması ve Kürtlerle bir federasyon kurulması için de İsmet İnönü’ye başvuran isim olacaktır. Atatürk’ün doğudaki Kürt feodalitesini dağıtmak için uygulamaya koymak istediği toprak reformu ise sağcı iktidarların işbaşına gelmeye başladığı çok partili dönemden itibaren tümüyle unutturulmuştur. Milli Mücadele’nin ilk yıllarından itibaren Meclis’te Atatürk’ün Kürt bölücülüğüyle mücadele programına her fırsatta karşı çıkan liberal, Şeriatçı ve Kürtçü çevreler bugün de aynı şekilde Kürt ayrılıkçılığını kışkırtmaya devam etmektedirler. Böylelikle aradan geçen neredeyse doksan yıllık bir süreye rağmen hâlâ Türk kimliği ile kaynaşmayan, ulusal kimliği kabul etmeyen ve Misak-ı Milli sınırlarına düşman bir Kürt ırkçılığı ve Kürt terörü tehdidi ile karşı karşıyayız. O halde Atatürk’ün on beş yıl gibi bir süre zarfında Kürt bölücülüğünü neredeyse bitirme noktasına getiren ve dağılmış bir kozmopolit imparatorluktan çağdaş bir Türk ulusu yaratma programını yeniden hayata geçirmekten başka bir çözüm yolu kalmamıştır. Kürt meselesini Türk ulusunun çıkarları doğrultusunda çözmekten yana olan herkes, Kürtçülerin özgürlük, barış ve kardeşlik demagojilerine karşı Atatürk’ün çözümünü yeniden canlandırmaktan başka çare kalmadığını da bilmelidir. Aksi taktirde yakın bir süreçte Türklerin kendi anavatanlarında azınlık konumuna düştüğü, asimile edildiği ve Türk varlığının ortadan kaldırılacağı bir süreci yaşamak zorunda kalabiliriz. İsmet İnönü’nün 1925 yılında sarf ettiği şu sözler tüm Türklerin Kürtçülükle mücadele parolası olmalıdır: “Biz açıkça milliyetçiyiz ve milliyetçilik bizim yegane birlik unsurumuzdur. Türk ekseriyetinde diğer unsurların hiçbir nüfuzu yoktur. Vazifemiz Türk vatanı içinde Türk olmayanları behemahal Türk yapmaktır. Türklere ve Türklüğe karşı her türlü anasırı kesip atacağız.” İNAN KAHRAMANOĞLU (TÜRKSOLU)
  17. Sn. Mavi Olmayan Gökyüzü, Nakşibendi Derviş Vahdeti’nin çıkardığı 31 Mart Vakası'na da katılmış olan bu Said-i Nursi denen şahıs, Osmanlı imparatorluğunun toprak kaybettiği en zor yıllarda Abdülhamit’e Kürdistanın geleceği için Kürdistan olarak adlandırdığı bölgede 3 tane medrese açılmasını ve buralarda Kürt gençlerinin eğitim görmesini istediği bir dilekçe vermeye kalkmış ve bunun altındaki sinsi planı hemen fark eden Abdülhamit tarafından tımarhaneye kapatılmıştır. Daha sonra gönderildiği Isparta’daki sürgünden memleketi Bitlis’in Nurs köyüne dönen Said-i Kürdi , İngilizlerin işgal planına uygun olarak Doğu’da ve Güneydoğuda İngiliz hükümeti destekli bir Kürdistan kurulması amacıyla "Kürt Teali Cemiyeti" kurucuları arasında yerini almıştır. Cumhuriyetten sonra, İngiliz desteği olduğu resmi belgelerle kanıtlanmış olan Şeyh Sait isyanına katıldığı için İstiklal Mahkemesince yargılanmış ve birçok ilde sürgün yaşamıştır. İngiliz destekli bağımsız Kürdistan isteyen bu ayaklanma birçok şehrin yıkımına, ordunun büyük ölçüde kayıp vermesine ve Misak-ı Milli sınırlarımız içinde olan Musul ve Kerkük’ün İngilizlere kalması ile sonuçlanmıştır. Bu olayda, Nakşiler, doğuda birçok Türkmen-Alevi köyüne baskın yapmış, yakıp yıkmıştır. (1930'da Menemen'de ayaklanan yobazlar da öğretmen-yedek subay Kubilay'ı şehit ederek başını kesip sokaklarda dolaştırdılar. Bu isyanın başındaki Derviş Mehmet de Nakşibendi tarikatındandı.) Said-i Kürdi, 1925'te Şeyh Sait isyanıyla bir çok ilde mecburi iskana mahkum olduktan sonra, Nakşiliğe dayanan Nurculuğu yaymaya çalışan bir laiklik ve cumhuriyet düşmanıydı. Nur cemaati’nde Atatürk’ün "beton mustafa, "deccal" gibi isimlerle anılmasınınn arkasında bu şeriatçı ayaklanmaların uğradığı hezimetler yatmaktadır. İşte Saidi Kürdi’nin takipçisi Fethullah Gülen de bu ekolün devamcısıdır. Derviş Vahdeti ve Saidi Nursi(Kürdi)’nin üstlendiği misyonu(!), günümüzde AKP ve Nur cemaati üstlenmiştir. Emperyalist Batı(başta ABD,AB,İsrail)’nın amacı, F.Gülen'in vasıtası ve AKEPE'nin kanalı ile dincileri ve Kürtçüleri kullanarak, Ortadoğu, Kafkasya, Orta Asya ve Kuzey Afrika'da hegamonya kurma projesi olan BOP’u hayata geçirmek, "eksen ülke" yapacakları Türkiye’yi de bir Ilımlı İslamcı Federasyonlar Topluluğu haline getirerek sömürmektir. 1923'de Cumhuriyet ve Atatürk devrimleriyle başlatılan, uluslaşma ve çağdaşlaşma süreci, özellikle, 1950'den itibaren kesintiye uğramıştır. O günden beri "karşı devrim" devam etmektedir. İslam coğrafyasında, ABD birinci dönem yayılmacılığını 1950’de DP iktidarı ile yapmıştır. İkinci dönem yayılmacılığını da Özal ve onun devamında da Fethullah cemaati ve AKEPE iktidarı ile yapmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bölgede etkin rol alan ABD, daha sonra ise "Yeni Dünya Düzeni" ile hakimiyetini kurmuştur. 2002 yılında AKEPE iktidarının işbaşına gelmesiyle, karşı devrim süreci hızlandırılmıştır. Bugün Türkiye, "Türk kimliği"nden ve "Cumhuriyet kimliği"nden "İslami cemaat kimliği"ne çevrilmek istenmektedir!.. AKEPE Hükümeti, “Yeni Osmanlıcılık” ile Cumhuriyet sistemini karşı karşıya getirerek, İslam rejiminin rövanşını bu çatışmada almak istemektedir! Türkiye’nin iç sorunlarını, bu gerçeklerden bağımsız ele alıp değerlendirme yapmak yanlıştır. Saygılar.
  18. Dogrucudavut şurada bir başlık gönderdi: Politika Bilimi
    HANGİ ATATÜRK? Kimininki kalpaklı kiminki fraklı, kimi sert kimi güler yüzlü... Herkes kendine göre bir Atatürk portresi çiziyor. Peki bunların hangisi gerçek Atatürk? Ben gözümle görmedim, anlattılar: Atatürk, Anadolu'nun direniş ruhunun nasıl örgütlendiğinden söz ederken 'küçük kıvılcımlardan büyük yangınlar doğabileceğini' söylemiş. Sonra bu söz "Küçük kıvılcımlar, büyük yangınlar doğurur" diye pankart olup asılmış. Nereye biliyor musunuz? İtfaiyenin girişine... Hangisi yalancı? Atatürk'ü hepimizin değilse de, çoğumuzun yanlış ya da hiç değilse eksik anladığımızı söyleyebiliriz. Yıllar önce TRT'de Üç Yalancı diye bir program vardı. Üç tiyatro oyuncusu yan yana dizilir, ekranda gösterilen bir nesnenin ne olduğunu anlatırdı. Mesela birisi o nesnenin bir motor parçası, diğeri çocuk oyuncağı olduğunu söyler, üçüncüyse savaş meydanında bulunduğunu iddia ederdi. Yarışmacı 'üç yalancı'dan hangisinin doğru söylediğini bulmaya çalışırdı. Günümüzün Atatürk tarifleri biraz bu yarışmayı andırıyor. Baksanıza, Ata'nın müzede sergilenecek balmumu heykeli, gerçek boyuna uygun olarak 1.68 yapılınca, Atatürkçüler "Bu çok kısa" diye tepki gösteriyor ve heykelin boyu sipariş üzerine 1.85'e çıkarılıyor. Boyu konusundaki karmaşa, fikirleri konusunda da yaşanıyor. Atatürkçülük modası öyle bir hal aldı ki, artık herkes ondan bir parça koparıyor, o parçayı öne çıkarıp ona övgüler düzüyor. Zamanla Atatürk'ün sadece o parçadan ibaret olduğuna kendisi de inanıyor. İşte o yüzden, bütün bu parça-koparıcılar kadar çok sayıda Atatürk çıkıyor ortaya... Erbakan'dan Çelik'e kadar Ne demek istediğimizi anlatmak için Atatürkçüler listesine şöyle bir göz atmak yeterli: Adnan Hoca da Atatürkçü, Doğu Perinçek de... Popçu Çelik de Atatürkçü, 'ordu göreve' pankartı açan gençler de... Erbakan Başbakanken "En büyük Atatürkçü biziz" demişti; tabii onu hapseden Kenan Evren de... Eski Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, partisinin başkanı Tansu Çiller'in yarımyüz fotoğrafını Atatürk'ünkiyle eşleştirecek kadar Atatürkçüydü... Bu kadar farklı eğilimden insan, aynı liderden "Bizim önderimiz" diye söz ediyorsa bu işte bir yanlışlık olmalı. O zaman da sormak gerekiyor: Kaç farklı Atatürk var? Ve hangisi gerçek Atatürk? Bir liderden kaç farklı kimlik çıkar? DEVRİMCİ ATATÜRK Aslında 'Kuvvacı Atatürk' demek daha doğru... Kuvvacılarınki, post bıyıklı, kalpaklı, antiemperyalist bir lider. Daha 1960'larda Deniz Gezmiş, anti-Amerikan gençlik mücadelesine başlarken babasına şöyle yazıyordu: "Sana müteşekkirim, çünkü Kemalist düşünceyle yetiştirdin beni... Küçüklüğümden beri evde Kurtuluş savaşı anılarıyla büyüdüm. O zamandan beri yabancılardan nefret ettim. Biz Türkiye'nin ikinci kurtuluş savaşçılarıyız." Bu antiemperyalist ve sivil direnişçi ruh, bugün de siyasal alanda pekçoklarına ilham veriyor. "Ordu göreve" diyen Türk Solu dergisi, kalpaklı Mustafa Kemal kapağıyla çıkıyor. Kemal Paşa'nın 1920'de bir komünist partisinin kurucusu olması, Lenin'e 'ezilen milletleri emperyalizmin hegemonyasından kurtarmak için' mektup yazması 'Solcu Atatürk'çülerin dayanakları... Onun Anadolu halkına hitaben yayınladığı bir beyanname elden ele geziyor: "Müslüman kardeşlerim, komünist arkadaşlar...! Büyük devletler yeni bir Müslüman kurbanını boğazlıyorlar. Onu yok etmek azmindedirler. Fakat biz, elde silahımız, anavatan topraklarını savunarak ve haklarımızı haykırarak ölmesini bilenlerdeniz. Köylülerimiz topraklarını, yurtlarını ve köylerini istilacıya karşı müdafaa ederken, şehit düşerken emin olabilirler ki, yakın bir zamanda bütün İslamiyet, komünizmle birlik olarak onların intikamını alacaktır." ÜLKÜCÜ ATATÜRK Ata'nın sağlığında yazılan tek biyografisinde H. C. Amstrong, ona 'Bozkurt Atatürk' ismini takmıştı. Nazım Hikmet'in tabiriyle 'sarışın bir kurda' benziyordu. MHP Kongresi'nde asılan bir afişte o Atatürk'ü, bıyıkları fırça darbeleriyle sarkıtılmış, sert bakışlı bir asker olarak tanımıştık. Ülkücülerinki, "Komünizm gördüğü yerde ezilmelidir" dediği önesürülen, daha 1933'te Sovyetler'in ilerde dağılabileceğini görüp "Oralardaki dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimize sahip çıkmalıyız" diyen bir 'başbuğ'... Atatürk, 1927'de piyasaya çıkarılan 5 ve 10 liralık banknotların üzerine bozkurt resmi koydurmuştu. 1930'da tarihçilere 'Türk tarihinin ana hatları'nı yazdırmaya başladığında, İslam'ın Türk tarihinin sadece bir bölümünü oluşturduğunu, oysa ondan önce de Türklere ait şanlı bir mazi bulunduğunu anlatmıştı. Alfabede, giyside, müzikte Osmanlı'yı çağrıştıran ne varsa silmeye çalışıyordu. Yıllar önce Celal Bayar'ın damadı Ahmet İhsan Gürsoy'dan dinlediğim bir anıyı burada nakletmekte yarar var. Gürsoy'un anlattığına göre Atatürk, 30'lu yıllarda Türk bayrağını da değiştirmeyi düşünmüş. Çünkü ayyıldız simgesinin Osmanlı'yı ve Arap dünyasını çağrıştırdığına inanıyormuş. Türklere yeni bir ulusal kimlik kazandırmaya çalışırken, ona İslamiyet öncesi köklerini hatırlatan bir bayrağın yakışacağını hesaplamış ve Göktürk'lerin bayrağını düşünmüş. O proje gerçek olsaydı, bugün Türk bayrağında ne olacaktı biliyor musunuz: Mavi fon üzerinde yeşil bir kurt profili... KÜRTLERİN ATATÜRK'Ü Mustafa Kemal, Anadolu'ya geçtikten sonra Amasya'dan Kâzım (Karabekir) Paşa'ya çektiği telgrafta şöyle diyordu: "Ben Kürtleri ve hatta bir özkardeş olarak tekmil milleti bir nokta etrafında birleştirmek ve bunu cihana göstermek karar ve azmindeyim." Bu kararla, Amasya protokolünde 'Türklerin ve Kürtlerin oturdukları yerler' diye adlandırılan ülke için milli mücadele başladı ve BMM kuruldu. Meclis'teki ilk tartışmalardan biri Kastamonu Mebusu Yusuf Kemal Bey'in, "Türklerin sağlığı korunmalıdır" demesiyle patlamış, Sivas Mebusu Emir Paşa, bu vatanda sadece Türklerin yaşamadığını hatırlatmıştı. O aşamada, Mustafa Kemal Paşa devreye girmiş ve 'Meclis'in sadece Türklerden değil, Çerkezlerden, Kürtlerden, Lazlardan oluştuğunu ve bunların çıkarlarının ortak olduğunu' vurgulamıştı. Kurtuluş Savaşı başlarken Kemal Paşa, Kürtlere özerklik verilmesinden bile söz etmişti. Kürt sorunu yeniden gündeme geldiğinde, şahinler, Dersim isyanını sertlikle bastıran Atatürk'ü örnek alırken, güvercinler Mustafa Kemal'in 1920'lerdeki sözlerini arşivden çıkardılar. DİNDAR ATATÜRK Bitmek bilmez bir tartışma da Atatürk ve din meselesidir. Timur Selçuk, Yaşar Nuri Öztürk gibi Atatürkçü müminler Kur'an'la Nutuk'u bir arada saklar kütüphanelerinde... Başuçlarında Ata'nın Meclis açılışında ellerini kaldırmış dua ettiği fotoğrafı asılıdır. Fotoğrafın altında da Ocak 1923'teki konuşması vardır. "Bizim dinimiz en makul ve en tabii dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa tetabuk etmesi lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır." Onlara göre 'Atatürk dinin özüne değil, din olarak kabul edilen geleneğe ve eskimiş kurumlara karşı tavır almış'tır ve vahiy ile akıl arasında uzlaşmazlık görmemiştir. Ateistler, buna bir başka Atatürk metniyle karşı çıkar. Onların elindeki metin, 1 Kasım 1937 tarihli Meclis açış konuşmasıdır: "Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı siyasetler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipler gökten indirildiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutulmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz." DEMOKRAT ATATÜRK Ve nihayet liberal-demokrat Atatürk... Özellikle Cumhuriyet'le yaşıt İktisat Kongresi'nde uygulamaya konan ekonomi politikası ve Celal Bayar'ın Başbakanlığı döneminde hayata geçirilen uygulamalar, Atatürk'ü, İş Bankası'nın kuruluşuna imza atmış bir 'liberal devlet adamı' yönüyle öne çıkarır. Hele İsmet Paşa'nın Başbakanlığında iki kez direkten dönen çok partili rejim arayışları onu 'demokrat' sıfatıyla bir arada değerlendirenlerin en inandırıcı kanıtıdır. Her ne kadar Cumhuriyet tarihi boyunca demokrasiyi askıya alan tüm askeri müdahaleler, Atatürkçülük adına yapılsa da, Cumhuriyet'in asıl hedefinin demokrasi olduğuna inananlar, 'muhtaç oldukları kanıt'ı, onun Afet İnan'a verdiği el yazısı notlarında bulabilirler: "Artık bugün demokrasi fikri daima yükselen bir denizi andırmaktadır. Yirminci asır, birçok müstebit hükümetlerin bu denizde boğulduğunu göstermiştir." Neden bu kargaşa? Baştaki soruya dönelim: Hangisi doğru bunların? Her biri gerçek belgelere, tanıklıklara, konuşmalara dayandırılan bu politik kimliklerin hangisi gerçek Atatürk? Bir insan aynı anda hem devrimci hem ülkücü, hem 'Kürtler'in özerkliğinden yana', hem Türkçü, hem dindar hem pozitivist, hem otoriter hem demokrat olamayacağına göre bu iddia sahiplerinden biri yalan söylüyor olmalı... Hangisi? Sanıyorum, bu zor sorunun yanıtını bulabilmek için 1920'lerin koşullarını ve Kurtuluş Savaşı ile Cumhuriyet'in hangi şartlar altında gerçekleştirildiğini iyi bilmek gerek. Kurtuluş Savaşı verilirken, Anadolu ahalisinin kahir çoğunluğu, nihai amacın Saltanat ve Hilafet'i korumak olduğunu düşünüyordu. Kürtler'in bazısı özerklik peşindeydi. Komünistler, Sovyet devrimine özeniyordu. Bütün bu farklı eğilimlerden, ortak bir mücadele azmi yaratabilmenin yolu, hepsine yönelik sıcak mesajlar vermekten geçiyordu. O yüzdendir ki, Meclis'in açılışında eller açıldı, dualar edildi, Kürtler'e özerklik vaat edildi, muvazaalı bir resmi komünist parti kurulup Sovyet etkisindeki komünist hareket yok edildi. Ulus olma sürecinde din yerine tutkal olarak Türklük ruhu gerekiyordu; bozkurtlu bayrak düşünüldü. Ancak bunlar 1920'lere özgü geçici tedbirlerdi; hiçbiri bugün Atatürkçülük adına savunulamayacak kimliklerdi. O yüzden zaman zaman birbiriyle çelişen bu sözler, tavırlar, tutumlar kargaşasını, Atatürk'ün olgunluk dönemine ait notlarının, konuşmalarının, eylemlerinin süzgecinden geçirmek şart... Bu yapılmayıp da 1920'lerin kargaşasından rastgele bir fotoğraf çekince Atatürk, herkesin kullanımına açık "Binbir surat"lı bir lidere dönüşüyor ve 'bunca yalancı' içinde kimin doğruyu söylediğini bulmak, hepten güçleşiyor. Can Dündar Sizin Atatürk'ünüz hangisi ?
  19. Geçmişteki sicil kabarıklığı, büyük çoğunlukla döneminde devleti temsil eden, iktidarda yer almış olan ABD destekli sağ partilerin sorumluluğundadır. Bu partiler iktidara geldiğinde derin devleti de biçimlendirirler. Derin devlet her ülkede vardır. Önemli olan bu derin devletin milli olup olmadığıdır. Soğuk savaş öncesi Türkiye dahil özellikle Nato ülkelerinde CIA tarafından elegeçirilmiş olan derin devlet unsurları Süpernato-Kontrgerilla olarak adlandırılmıştır. Bunlar, bu ülkelerdeki komünist oluşumları sabote ederek, kargaşa çıkararak ABD çıkarlarına uygun antikomünist karakterde faili mechul cinayet ve toplumsal manipülasyonlar yapmıştır, darbelere zemin hazırlamışlardır. Kontrgerilla/Süpernato, soğuk savaş döneminden sonra bu Nato ülkelerinin Türkiye hariç tümünde deşifre olup, tasfiye edilip yargılanmışlardır. Türkiyede, 90'lardaki Susurluk çetesi, bu oluşumun devamıdır. Ergenekon ise derin devlet içerisindeki yine bu tür suçlar işlemiş aşırı milliyetçi ve aşırı yurtsever milli olan kesimdir. Asıl Ergenekon yani CIA yönlendirmeli derin devlet/Süpernato/Kontrgerilla görevine devam etmektedir. Daha fazla bilgi için" Ergenekon=?Susurluk=?Ulusalcılık" adlı başlıktaki yazılanları okuyabilirsiniz.
  20. Batıdaki Kürt işadamının kalkınmakta öncelikli bir bölgede verilen teşvik, kredi ve vergi muafiyetlerine rağmen kendi köyüne bile yatırım yapmadığı üstelik el altından PKKya maddi yardım yaptığı, devletin 'Haydi Kızlar Okula' kampanyasına karşı çıkılıp çocukların okula gönderilmediği, bölgede sömürüyü engelleyecek toprak reformuna karşı çıkıldığı, okulların, sağlık kuruluşlarının yakıldığı, öğretmenlerin öldürüldüğü, batıda Tıp, Öğretmenlik okuyan Kürdün kendi köyünde dahi öğretmenlik, doktorluk yapmayı istemediği, töre cinayetlerini engellemeye çalışanlara, "Kürdün kültürünü yok etmeye çalışıyor" diye saldıranların, sağlık ocaklarının dağıttığı prezervatifleri din alimleri(!) şeyhlerin etkisiyle balon yapıp dalga geçerek, güçlü olmalıyız diye 10-15 çocuk yapanların, öncelikle kendi ağasına , şeyhine karşı gelmeyip herşeyi kabullenenlerin sonra da devlete karşı olanların olduğu bir ortamda, insanların siyasal, sosyal ve kültürel haklarından mahrum edildiğini söylemek hangi insafa sığar. Kürt nüfusunun çoğu da batıdadır. Bölgenin sömürülecek bir kaynağı da yoktur. Olsa bile, bu yine batıdaki Kürt’e de yaramaktadır. Yada kaçak elektrik kullanımının en fazla olduğu güneydoğuda asıl batı insanının ürettiği kaynağı sömürenler Kürtlerdir. Dolayısıyla, bu da gerçekler çarpıtılarak söylenmiş sadece bir slogandan öteye gitmeyen zırvalardır.
  21. Çaldıran savaşından önce, Yavuz Sultan Selim'in, İrandaki Safeviler üzerine yaptığı Çaldıran seferi sırasında, şehirler dışında, tüm Anadolunun Alevi olduğunu, Yavuz Selim'in İrandaki Safevi Şii devletinin ( o da bir Türk devletidir ) özellikle doğu anadoludaki Alevi Türkmenler üzerindeki siyasi ve dini etkisi sebebiyle, bu bölgede büyük bir Alevi Türkmen kıyımı yaptığını, kalan Alevi Türkmenleri zorla Sünni yaptığını, bazılarının ise kendilerini Alevi Kürt diye tanıtıp katliamdan kurtulabildiklerini ve bu bölgedeki yerli halka karıştıklarını söyleyebiliriz. Bunun yanısıra Osmanlıların da Avşar boyuna yaptıklarını ve sürülen Türkmenerin doğuda Kürtleştiklerini de ekleyebiliriz. ( bkz.Kalktı göç eyledi Avşar İlleri türküsü ) Dolayısıyla, bu olayları, Kürtlere yapılmış talan, yağma, sömürü, sürgün, soykırım ve asimilasyon gibi göstermek tamamen çarpıtmadır. Yavuz Selim'le Şah İsmail'in kavgasında bazı Alevi Türkmen aşiretleri İran'a, İran'daki bazı Sünni Kürt aşiretleri Türkiye'ye göçecektir. Dolayısıyla, bu olayları, Kürtlere yapılmış talan, yağma, sömürü, sürgün, soykırım ve asimilasyon gibi göstermek tamamen çarpıtmadır.
  22. Selçukluların Ortadoğu'ya girişi Anadolu'ya doğru büyük göçlere yol açtı: Biri Anadolu'yu Türkleştirecek Türk göçü... Öbürü, Kürtlerin de Doğu İran'daki orijinal dağlık yurtlarından kuzeye ve batıya, yani Anadolu'ya göçmeye başlaması... (Sf. 255) Bölgeye ikinci Kürt göçü, Eyyubiler zamanında oldu. (Sf. 134, 155) Yavuz Selim'le Şah İsmail'in kavgasında bazı Alevi Türkmen aşiretleri İran'a, İran'daki bazı Sünni Kürt aşiretleri Türkiye'ye göçecektir. * * * KÜRTLERİN Fırat'ın doğusuna yayılmasında, Selçukluların Bizans'ı geriletmesinin rolü çok büyüktür. Bölgede kurulmuş bulunan Türk beylikleri, Saltuklular, Sökmenliler ve Artuklular ile Türkleşmiş Kürt Mengücek hanedanları Kürtleri "cihat arkadaşı" olarak gördüler. (Sf. 252) Göçebe hayat tarzı Türkmenlerde de Kürtlerde de hâkimdi, bu yüzden ikisinin içinde geniş bir kesim eşkıyalık, yağmacılık yapıyor, birbirleriyle de çatışıyorlardı. (Sf. 133, 143, 212) Ama göçebe Türkmenlerin göçebe kesimleri daha Artuklular zamanında tarım ve ticarete, şehir hayatına yöneldiler. (Sf. 256-259) Tarihçi Claude Cahen, dağlık arazileri yüzünden Kürtlerde göçebeliğin çok uzun süre devam ettiğini belirtir. Aynı sosyal kulvarda rakip olmamaları ve dindaşlık faktörü, tarihte Türkmen ve Kürt birlikteliğini sağlamış, Gökalp'in belirttiği gibi, nüfus yoğunluğuna ve hayat tarzına göre bazı Türkmenler, mesela Siverek'te Karaçeli aşireti gibi Kürtleşmiş, buna karşılık tarım ve şehir hayatına geçen Kürtler Türkleşmiştir. Bu konularda Claude Cahen'in ve Mükremin Halil'in eserlerinde çok geniş bilgi vardır; onları başka yazılarımda tanıtacağım. Böylesine iç içe geçmiş bir tarihi, etnik milliyetçilik fanatizmiyle parçalamaya çalışmak, ancak kötü niyetle yapılabilecek bir 'tahrif'tir." ( Taha Akyol - Prof. Osman Turan'ın Türkler ve Kürtlerin Tarihi üzerine yazısı )
  23. Gelelim TMMO'nun Çözüm önerilerine(!) Ben Kürtlerin hor görülmesinden , dışlanmasından, asimile edilmesinden yana değilim, kardeş olarak ta görüyorum öncelikle yazdıklarımın yanlış anlaşılma ihtimaline karşı bunu belirtmiş olayım. Yani bütün sorun Türkiyenin operasyonları öyle mi? Türkiye operasyon yapmasa PKK teröristleri silah bırakacak, evinde pijamaları çekip TV izleyecek öyle mi? Ya yapmazsa? Yani mesela bir mafya ya da hırsızlık örgütü var, devlet, diyecek ki ben size bir şey yapmıyorum, dalganıza bakın. Onlar da bu işi bırakacaklar öyle mi ? Türkiye'de terör, devletle vatandaş arasında bir olay değildir. Kimle kimin arasındadır? Teröristle, Türk milleti ve Türk devleti arasındadır. Yani Türk milletiyle, Türk devleti ile terörist arasındaki sorun, vatandaş ile devlet arasındaki sorun haline getirilmemelidir. PKK'nın, demokratikleşme diye bir sorunu yoktur. Terörün arkasında toprak ve bayrak isteği vardır. Yani, ne PKK'nın istekleri Kürt halkının isteğidir, ne de Kürt halkının, gerçek isteklerinin yapılması -ki yapılıyor ve yapılacaktır- terörü bitirir. Daha önce söyledik; buna engel yok herkes kendi kültürünü geliştirebilir. Ha Kürt kimliği diye ana dilde eğitimi anlıyorsanız, ana dilde eğitim vatandaşı devletten uzaklaştırır, ayrılığa götürür. Bu her dil için geçerli. Mesela Türkçe dilekçe yazmayı bilmeyen biri nasıl devletle ilişkilerini yürütecek, Oradaki halkın büyük kısmı henüz Türkçe bilmiyor, nasıl olacak devletle ilişkileri ? ÖSS bir de Kürtçe mi yapılacak? Askerliğini Kürtçe mi yapacak? Türkçe bilmeyen önemli miktarda Kürt var zaten. Öncelik hangisi sizce çağdaş bir eğitim mi ? Ne olursa olsun Kürtçe eğitim mi? Kürtçe TV yayını mı? Benim özelikle sorguladığım bu hak ve talepler içerisinde mesela Kürtçe Eğitim. Deniyor ki okullarda tamamen Kürtçe eğitim olsun, yani Matematik, Sosyal Bilgiler, Tarih vs tüm dersler, bu doğru mu sizce ? Bunun sınırı ne ? Böyle bir şey olması ister istemez birbirine yabancılaştırıp bölünmeye götürmez mi milleti ? PKK bitirilmeden, sağlıklı bir şey yapılamaz öncelik bu, ancak bu demek değildir ki şu anda çağdaş ve objektif olma koşuluyla eğitim vermeyelim. Ben soru sordum sadece. Bana göre tabii ki, güvenlik tedbirleri ve operasyonları ile birlikte, eğitimin de paralel olması gerekir. Ha bu sadece yöre halkına verilecek eğitimle sınırlandırılacak bir şey değil. Elbette, uç noktada görev yapan askere de yani alt kademeye, erlere vs. verilecek bu eğitim polise de hukuk ve yetki dışı davranışlarını engelleme amaçlı. Ancak bunların olabilmesi için tabii ki bir de dirayetli bir hükümetin olması gerekir. Kürtçe yayın, hali hazırda TRT tarafından hazırlanıyor, yakında başlayacak. Eğitim konusunda ise CHP’nin Kürtçe seçimlik ders teklifi de var, değerlendiriliyor. Özel yayın denirse de burada ince çizgi açılacak Kürtçe TV ve yayınlanacak gazetelerdeki ayrılıkçı söylemlerin dikkatle takip edilmesi ve kurunun yanında yaşın yanmasına mani olunarak denetime tabi tutulması konusu. Bugün mesela Turan Dursun sitesini gerekçesiz kapatıp demokrat olduğunu iddia edenlerden ne derece bu yönde objektiflik beklenebilir o da ayrı bir tartışma konusu. Türkler’in ve Kürtler’in bir arada kardeşçe ve eşitlik içinde yaşayabilecekleri demokratik bir düzen için, şu aşamada, Kürt, Türk, Türkmen, Çerkez, Arnavut, Laz vs. bütün Türk vatandaşlarının yapması gereken, çetelerden arındırılmış, tam bağımsız, demokratik ve onurlu bir Türkiye için çalışmak, kendilerini bu anlamda temsil edecek dirayetli, eşitlikçi, demokrat, sosyal faydayı gözeten, aydın fikirli ancak tam bağımsızlıkçı bir siyasal partide/partilerde oylarını birleştirmek, eğer böyle bir parti yoksa da sivil insiyatifle bir siyasal oluşum meydana getirmek ve hızla partileşme sürecine gitmeleridir Ancak, bu sayede oynanan oyunlar bozulabilir ve gerçek çözüme ulaşılabilir. Bu tespit doğrudur ancak eksiktir. Köyler neden yakıldı ? Öncelikle neden boşaltıldı onu bilmek gerek. Köyler ve mezralar dağınık ve kontrol dışı olduğundan oradaki halk PKK baskınlarına, baskılarına maruz kalıyorlardı. Halkı korumak için, her köye askeri bir birlik bulundurmak imkansız gibi idi. Bu nedenle köyler, mezralar mecburen boşaltıldı. Bu seferde PKKlı militanlar bu köyleri, mezraları, evleri kullanmaya ve üs haline getirmeye başladılar. Bu yüzden de köyler yakılıp yıkılarak teröristin yuvalanması engellenmiş oldu. Devletin ise en büyük ayıbı evlerini yaktığı bu insanlara, başka bir yerde aynı koşullarda imkan sağlamaması yada bu evleri güvenlik sağlanınca tekrar yaptırmaması, bu konuda maalesef duyarsız ve sorumsuz davranması Bu bir iddia! Yani Kürtlerin siyaset yapmalarındaki engeller?? Neymiş bu engeller? Siyasi partiler yasasındaki ırkçı, ayrılıkçı parti kurulmasındaki yasaklar. Sadece Kürtler için mi bu yasa? Hayır! Öyleyse bu iddia bir çarpıtma anlamına gelir. Türk siyasi partilerinde siyaset yapmayı reddedip sorunları ırkçı temele indirgemek isteyen düşünüş biçimini simgeler. Kaldı ki bu söz edilen Kürtler azınlıktadır yani 20 yada 12 milyonda sadece iki milyon belki de daha az... DTP'nin kuruluş felsefesinde, iç tüzüğünde, parti programında bölgesel olduğu, bir etnik grubun partisi olduğu ibareleri asla yoktur, olamaz da. Çünkü anayasamıza, partiler kanununa aykırıdır. Öyle olsa zaten baştan reddedilir, öyle bir parti kurulamaz. Burda yapılan takiyye diye tabir ettiğim hadise budur. Yani, bunlar kanunlara göre yasal ideolojik bir sol parti görünümünde meclise girip, mecliste ise dokunulmazlıklara sığınarak, bölgesel, ırksal söylemlerde bulunmuşlar sonra da anayasal merciler tarafından hesap sorulduğunda bunu antidemokratik olarak gösterme çabasında olmuşlar ve Kürt halkını temsil ettikleri iddiasıyla yasaklamaları Kürt halkına yapılan bir şeymiş gibi gösterip, AB'yi yanlarına çekerek dürüst olmayan, kurnazca ve haince bir tutum içerisine girmişlerdir yıllardır. AKP de bu paralelde düşünülmelidir. Buna kimsenin itirazı olmaz. Ancak, PKK bitirilmeden böyle bir şey olabilmesi imkansız görünüyor. O halde, şu aşamada, bütün Türk vatandaşlarının yapması gereken, çetelerden arındırılmış, tam bağımsız, demokratik ve onurlu bir Türkiye için çalışmak, kendilerini bu anlamda temsil edecek dirayetli bir siyasal partide/partilerde oylarını birleştirmek, eğer böyle bir parti yoksa da sivil insiyatifle bir siyasal oluşum meydana getirmektir. Ancak, bu sayede oynanan oyunlar bozulabilir ve gerçek çözüme ulaşılabilir. PKK bitirilmeden bunun yapılması sizce mümkün mü ? PKK okulları yakıp, öğretmenleri öldürürken ? önceliklerin sıralamasının da yapılması gerekir diye düşünüyorum. Demokrasinin olabilmesi için insanımızın bilinçlenmesi, bakış açısını değiştirmesi gerekir, bu bir süreçtir, karşılıklı emek ister, karşılıklı iyi niyet ister, topyekün bir eğitim seferberliği ister. Bu da Ulusal, çağdaş bir devlet içerisinde olabilir ancak, anlatabiliyormuyum ? PKK bitirilmeden, sağlıklı bir şey yapılamaz öncelik bu, ancak bu demek değildir ki şu anda çağdaş ve objektif olma koşuluyla eğitim vermeyelim. Tabii ki, güvenlik tedbirleri ve operasyonları ile birlikte, eğitimin de paralel olması gerekir. Ha bu sadece yöre halkına verilecek eğitimle sınırlandırılacak bir şey değil. Elbette, uç noktada görev yapan askere de yani alt kademeye, erlere vs. verilecek bu eğitim polise de hukuk ve yetki dışı davranışlarını engelleme amaçlı. Ancak bunların olabilmesi için tabii ki bir de dirayetli bir hükümetin olması gerekir. Şu aşamada, Kürt, Türk, Türkmen, Çerkez, Arnavut, Laz vs. bütün Türk vatandaşlarının yapması gereken, çetelerden arındırılmış, tam bağımsız, demokratik ve onurlu bir Türkiye için çalışmak, kendilerini bu anlamda temsil edecek dirayetli bir siyasal partide/partilerde oylarını birleştirmek, eğer böyle bir parti yoksa da sivil insiyatifle bir siyasal oluşum meydana getirmektir. Ancak, bu sayede oynanan oyunlar bozulabilir ve gerçek çözüme ulaşılabilir. Oldu, gözlerim doldu. PKK gelsin işgal etsin. Olağanüstü Hal, Koruculuk Sistemi, İller Yasası ve Merkezi Kriz Yönetmeliği neden var ? Durup dururken mi çıkarılmış ? PKK bunların sonucu mu ? Yoksa, bunlar PKK’nın sonucu mu ? 12 eylül dönemi tüm yurtta herkese, her kesime yapılan baskıları PKK kendi tezinin argümanı olarak kullanıyor. Sadece, Kürtlere yapılmış gibi gösteriyor. BU kabul edilince de PKK, sanal ‘Kürt sorunu’ nun sonucu oluyor. PKK bitirilmeden, sağlıklı bir şey yapılamaz öncelik bu PKK’lılar, teröristler, bebek katilleri affedilsin. Hatta, yasalardan adam öldürmek, silahlı örgüt kurmak suçları da kaldırılsın. Bebek katilleri, vicdanları rahat bir şekilde ovada siyaset yapsın. Geceleri, pijamaları çekip, kaşına kaşına TV izlesinler. Bunu ben de istiyorum, tabii ki herkes hesap vermelidir, yetkisi dışına çıkan güvenlik görevlileri de, PKKlılar da… Yalnız, PKK’lılar, teröristler affedilsin de bu görevliler içeri atılsın nasıl bir yaklaşım. Buradan çıkan sonuç: PKK, ana dilde eğitim, TV, gazete için terör yapıyor. Bunlar serbest kalırsa-ki serbesttir- PKK eylem yapmayacak.Komik ama aslında kendi içinde mantıklı bir söylem, PKKnın ayrılıkçı bir örgüt olduğunu kabul ettiğinizi gösteriyor. Daha doğrusu tüm dünya, AB, ABD, PKKnın ayrılıkçı bir terör örgütü olduğunu kabul ettiğine göre, ana dilde eğitimin serbest bırakılmasıyla terörün sona ereceğini söylemek, ana dilde eğitimin ayrılığa sebep olacağını kabul etmek anlamına gelir, yani PKKnın amacına ulaşacağını ve daha fazla mücadele için neden olmayacağını ifade eder. Bu da başka bir mantıksızlık örneği. PKKnın ‘Özgürlük Savaşçısı’ olduğunu söylemek safdilliliği, PKKnın kendini fesh edebileceğine inanmak yani ABDnın BOP planını göz ardı etmek, bir zamanlar ABDnin Irak’a demokrasi götüreceğini savunanlar gibi…Şeyh Sait ayaklanmasının, İngiliz ve Fransızlarla Musul sorunu için masaya oturulacağı sırada çıkmış olması bir şey ifade etmiyor mu size? Yani, analitik düşünebilen Mühendis ve Mimarların oluşturduğu TMMO’dan böyle bir çıkış beklemezdim. Onlar bile bu Kürt dalgasına, Kürt sevdasına kapılmışlarsa vay halimize derim.
  24. MOĞOLLAR-Bi Şey Yapmalı!
  25. Bütün sorun burdan kaynaklanıyor demek ki. Yani, Türk adından, yani mesela Kütürk olsa bir sorun kalmayacak. smile.gif Şaka bir yana Türk sözcüğünü bir üst kimlik olarak ele alırsak, bunun, Batılıların, Avrupalıların Selçuklulara ve Osmanlılara 1000 yıldır verdiği ad olduğunu görürüz. Avrupalılar, Anadoluya da Türkiye diye gelmişlerdir. Hatta, eski Yugoslavyada Boşnaklara saldıran Sırplar da Türk diye nitelerler onları. Sanırım bunun en belirleyici özelliği müslüman olmaktır. Malum Osmanlı din eksenli bir imparatorluktu. Cumhuriyetle birlikte, bu ismin alınmasında bu durumunda etkisi olmakla beraber çoğunluğu oluşturan Türk etnik kimliğine sahip insanların etkisi de vardır. Bu durumda bu Türk etnik adı nedir diye sormak lazım tabii yani bir alt kimlik anlamında. Türk kelimesi-etnik olarak söylüyorum- Anadoluya gelen Türkmenlerin yüzyıllar boyu yerli halkla karışmasıyla kendiliğinden oluşmuş bir etnisite adı olarak kabul edilmiştir. İşte bu yüzden Atatürk, Hititleri de, Lidyalıları de, Frigleri de atalarımız kabul etmiştir. İlginç bir şey söyleyeyim o dönemlerde Avrupadan, Anadoluya gelen Galatlar, İskoçların, İrlandalıların atası olan Keltlerin bir koluydu ve Çankırı yöresine yerleşmişlerdi. Empoze edildiğinin aksine, Kürtler de Anadoluya sonradan gelmiştir ve yerli halkla karışmıştır. Günümüzde zaten etnik anlamda arı bir ırk yoktur. Bu genetik araştırmaların gelişmesiyle ispatlanmış bir gerçektir. Bu tür bir bakış en son Nazi Almanyasında kalmıştır. Nazımın şiirindeki gibi Uzak Asyadan gelenler, bir kavim ismi olan Türkmenlerdi. Bilim adamları ve araştırmacılar Türkiye sözcüğünün İtalyanca'dan geldiğini kabul ederler. Tarihçi İlber Ortaylı bir makalesinde Cenevizli ve Venedikli tüccar ve diplomatların, 12. yüzyılda, Türkiye'yi Turchia ve Turmenia olarak tanımladıklarını belirtir.Ayrıca, Türkiye adı ilk defa 1190'da bir yazılı kaynakta, Haçlı Seferi vak'ayinamesinde geçmektedir. Abdulhaluk Çay ise Turchia tanımını çok daha gerilere götürür ve Turchia tabirine ilk defa 6. yüzyılda Bizans kaynaklarında rastlandığını belirtir ve şöyle der "Bu tabir 9. ve 10. yüzyıllarda İdil/Volga Nehri'nden Orta Avrupa'ya kadar uzanan saha için kullanılmıştır. Bu kullanımın Kafkasya bölgesinde Hazar Kağanlığı için Doğu Türkiye’si, Arpad Hanedanı'nın kurduğu Macar Devleti için Batı Türkiyesi şeklinde olduğunu ve aynı tabirin 12. yüzyıldan itibaren Anadolu için kullanıldığını belirtir. Tarihte 13-14. yüzyıllarda Mısır Memlukları de Türkiye adını kullanmışlardı: ed-devlet üt Türkiya (1250-1387). Batılılar, Turchia halkına hiçbir zaman Türkiyeli demeyip, Türk (Turc) demişlerdir( Wikipedi) Ulusla( Millet ), ırk,kavim, boy vs. farklı kavramlardır. Ulus, modern bir kavramdır.Fransız devriminden önce tarihsel olaylarda millet kavramı kullanılmaz. Ya ümmet vardı, ya da etnisite ile tanımlanan feodal beylikler, krallıklar, şahlıklar... "Ne Mutlu türküm Diyene" Ben Kürtler, Türktür derken kart, kurt saçmalığını demiyorum. Başkaları ile karıştırmayın. Vatandaşlık aidiyeti anlamında Kürtler, Türktür diyorum. Daha doğrusu Anayasamız öyle diyor. Basklarda Fransızdır gibi. Türkler de, Kürtler de bunu böyle anlamalılar artık!

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.