Dogrucudavut tarafından postalanan herşey
-
Atatürk’ün Kürt politikasını yeniden canlandırmak!
Bakın, ben bunları başından beri söylüyorum. Sanırım kafalarımızdaki ön yargılar anlaşmamıza engel olmuş. Eski iletilerime bakarsanız hep bunları anlatmaya çalıştığımı da görebilirsiniz. Ancak öyle toptancı bir şekilde gelmiş geçmiş tüm sisayi partiler suçludur yaklaşımını doğru bulmuyorum. Bu süreci yine başka iletilerimde detaylı anlatmıştım. İsterseniz buraya da yapıştırırım. Vatandaşa hizmet babında. "Ne mutlu Türküm diyene"'yi de, milli marsimizi da, Türküm dogruyum andımızı da söyletmek hiç garip değil. Önemli olan bunların anlamını ne olduğunu anlatacak çağdaş kafalı öğretmenler yetiştirmek. Keşke eski doğu bloku ülkeleri gibi olsaydık, hiç olmazsa eğitim seviyemiz çok yukarıda olurdu. Şimdi de sadece suçu halka, siyasilere atmak çözüm değildir. Bizim bulduğumuz doğrularımızı, arkadaşlarımıza, çevremize herkese anlatmamız lazım. Ve çözüm için, oylarımızı milli düşünen, dış güçlere boyun eğmeyen, bağımsızlıkçı, sosyal demokrat partilerde birleştirmemiz gerekir. Ha, eğer böyle bir parti yok derseniz, o zaman sivil insiyatifle böyle bir siyasi oluşum oluşturmamız ve oylarımızla iktidara taşımamamız gerekir. Dış güçlerin maddi, manevi desteklediği bir tür toplumsal manipülasyon aracı olan, mütareke medyasından etkilenmeyip azınlıkta da kalsalar, sesleri susturulmuş ta olsa, gerçek milliyetçi, bağımsızlıkçı, özgür düşünen insanlara kulak vermeliyiz. Gerçek demokrasi sokaktan başlar. Yani, hem tüm olanlardan şikayet edip, soyut bir devlete suçu atıp sonra da halkı suçlamak çözüm değil. Darbelerden de medet umulamayacağına göre çözüm ancak böyle olur. Saygılar.
-
"ZEHİR ZEMBEREK YAZILAR"... Beğenelim veya beğenmeyelim, Burada yayınlanacak yazılar hepimizi iğneleyecek kadar gerçek ve acıtıcı olabilir...
Sn. dipnot, tarihi biraz farklı kaynaklardan da okursanız, daha Kurtuluş savaşında sorun çıkarttıklarını anlarsınız. Asimilasyon dediğiniz şeyin de sadece bu sorun çıkartanlara uygulanan bir tedbir olduğunu görürsünüz. Kürtler enetegre olamamışlardır bunun nedeni de dinin etkisidir. Olabilir tabii. Ancak bunu açık açık, mertçe söylemeleri gerekir yoksa demokrasinin, AB, ABD'nin arkasına saklanarak değil. Bunu ne Türkler ne de Kürtler ister, iç sorun dediğiniz şeyler de tartışmaya açık konulardır, bu konuda kesinlik yoktur. Döndük dolaştık aynı yere geldik, Sn.Dipnot, 'Tüm halkların kendi dilini ve kimliğini özgürce her alanda kullanabilme özgürlükleri sağlanmalıdır..' ne kadar muğlak bir ifade, lütfen biraz açın diyeceğim ama açamayacağınızı biliyorum. Saygılar.
-
Atatürk’ün Kürt politikasını yeniden canlandırmak!
Siz de herhalde anlamışsınızdır 'Ne Mutlu Türküm Diyene''nin ırkçılık olmadığını ve bunu çarpıtanların DTP ve AKP'li Kürt kökenli milletvekilleri, siyasiler, iş adamları ve aydın geçinen bazı gazeteciler olduklarını ve halka yalan söylediklerini, bir yandan demokratikleşmeden söz ederken bir yandan da PKK'ya destek verdiklerini. PKK bitilmeden bu iş çözülemez. Doğru. Ancak, Türk olmanın ve demokrasi bilincinin ne olduğunu da hem halka hem de güvenlik güçlerine anlatabilmek için, çağdaş eğitimin de paralel yürütülmesi konusunda da hemfikiriz anlaşılan. Saygılar.
-
"ZEHİR ZEMBEREK YAZILAR"... Beğenelim veya beğenmeyelim, Burada yayınlanacak yazılar hepimizi iğneleyecek kadar gerçek ve acıtıcı olabilir...
Değişik Bakış ile Kürtler 20. yüzyılda belkide hiçbir topluluk hakkında Kürtler kadar çok yazı yazılmamıştır. Araştırma yapılmamıştır. Kürtler’in kökenleri, dili, dini, diğer kültürel özellikleri bu denli didik, didik edilmemiştir. Bu yüzyılda Kürtler hakkında binlerce eser yazılmıştır. Son 10 yılda Türkiye’de sadece bu satırların yazarının kütüphanesinde biriken kitap sayısı 1000’i bulmuştur. Yayınlanan dergi sayısının çeşidi onlarca, çıkan sayılar ise yüzlerce olmuştur. Kürtlüğe ilk ilgi Rusya kaynaklıdır. V. Miorsky, B. Nikitin, Jaba gibi Rus kürdologlar konuyu iyi araştırmak için Urumiye ve Erzurum konsolosluklarında bile görevlendirilmişlerdir. Ruslar, 1856 Paris Antlaşması ile sıcak denizlere boğazlar yolu ile inme umudunu kaybedince hemen 1860’da St. Petersburg Üniversitesi’nde bir Kürdoloji bölümü kurmuşlar Jaba, Nikitin, Bazinin ve Minorsk’i Kürtlüğü İncelemek için görevlendirmişlerdir. General Maslofsky Rus projesini şöyle anlatır. “Rusların bu uğurdaki gerçek niyet ve ülküleri Fırat boylarında Rus-Kazakları ile Mujiklerini yerleştirmek, yani buralarda Kırım ülkesi, Kuban boyları ve Karadeniz’in doğusu gibi Ruslaştırarak, İskenderun ile Basra Körfezi’ne çıkmaktı.”(1) B. Nikitin Kürt tarihi ile ilgili olarak; “Tarih ve dilbilim alanında yaptığımız bu gezi henüz bir çok noktayı karanlıkta bırakıyor ve Kürtlerin kökenleri üzerinde ancak bazı varsayımlar öne sürmemize imkan veriyorsa, antropolojide bize bu konuda fazla yardımcı olamayacaktır” diyor: Yani Kürtler’in kökeninin belirsiz olduğu, tartışmalı olduğu vurgununu yapıyor. Nikitin gibi Minorsky’ninde Kürtler hakkında yazdıkları bazı Kürtler tarafından bayrak gibi algılanır. Ama bakın Minorsky; “Kürtlerin menşei meselesinin hallini, Kürt, ananeleri ve İslam kaynakları kolaylaştırmamaktadır.” diyerek Kürtlerin kökeni konusunda çok iddialı konuşmamak gerektiğini yazıyor. “Kürtlerin Kökeni” kitabı ile Kürtler arasında önemli bir ün edinen İhsan Nuri bile kitabında Kürtlerle, Kürtlerin ataları kabul edilen Medler hakkında bir ilişki kurmanın tarihsel zorluklarında bakın nasıl sözediyor: “Bugün Med diye bir aşiret de yoktur. Medistan’ın merkezinde Kürt milletinin ortaya çıkması nasıl olmuştur?” Kemal Burkay’da, tıpkı İhsan Nuri gibi; Araplar’ın fethinden önce Kürt Tarihi, sanatı ve diğer kültürel özellikleri hakkında yeterli bilginin mevcut olmadığını ifade ediyor. Kürtlere ısrarlı tarih oluşturma çabaları çok parlak sonuçlar oluşturmamıştır. Çünkü bu konuda araştırma yapanların çabası Kürtlüğü binlerce yıl öncesine götürmek ve Mezopotamya coğrafyasında Kürtlere bir tarih bulmaktır. Halbuki, her etnik kimlik belirli bir dönemin ve belirli şartların oluşturduğu bir olgudur. Tarihin belirli bir döneminde farklı bir çok toplumsal yapı belirli şartlar altında toplumsal harman oluş surecinden geçerek yepyeni bir etnik kimlik oluşturabilir. Tarihte Etiler, M.Ö 200 li yıllarda, Hunlar M.S. 4.5. yüzyılda oluşmuş etnik kimliklerdir. Bugün bunlar toplumsal olarak tarihe mal olmuşlardır. Silinmiş gitmişlerdir. Kürtlere ilgi, Ruslar’dan sonra tarihi olarak Batılı büyük güçler tarafından olmuştur. Geleceğe yönelik planlarında tesadüflere yer bırakmak istemeyen Batılılar hazırlık olmayı kendilerine ilke edinmişlerdir. Onlar işe, dünyann başlıca petrol yatakları olan Orta Doğu’nun etnik haritasını en ince detaylarına kadar araştırmakla başlamışlardır. Türk, Fars, Arap dışında kendi denetimlerine tabi yeni bir toplumsal gücün Orta Doğu’da olması kendileri için gereklidir. Orta Doğu’da oynanacak satrançta böyle bir taş hayati önemde olabilir. İşte bu yeni unsuru keşfetmek için ilk yol ve en masum, barışçı yol “bilim aşkı ile yanıp tutuşan” sosyologları, antropologları yani araştırmacıları bölgeye yığmaktır. Kürt milliyetçileri ise, “mal bulmuş mağribi” misali bu araştırmacıların ardından ütopyalarını oluşturmaya çalışırlar. Sonuçta; bu maksatlı, dışarıdan belli bir amaç için yönlendirilen duygusal çabalar sosyal bilimlerin şaşmaz, taviz vermez nesnel yaklaşım ilkeleri karşısında yenik düşer.. Ortada varsayımları aşmayan birbirleriyle ve zaman zaman kendi ile çelişen çok farklı “tezler” ortaya çıkar. Ve hala Kürtlerin kökeni aydınlatılmadı. Nikitin’in, Bazinin’in, Minorsky’nin, Bruniessen’in v.s. tezlerinin hem Kürtçülüğü savunanlara, hem Türkçülüğü savunanlara, hem Zazalığı savunanlara, hem karşı tezlere referans oluşturmasının sırrı burada aranmalıdır. Bu yoğun çalışmalar, iyi ayıklanmak ve bilimsel nitelik gözeterek yine de önemli veri birikimlerini sağlamayı gerçekleştirmiştir. Doğru sonuç çıkarmak sağlıklı bakış açısına bağlıdır. Kürtler’de, Osmanlı’dan bugüne kalan mirastır.Kürtler’in tarihini bir kısım yazarlar Mezopotamya’da 5.000 yıllık geçmişe götürür. İlk Kürt ya da Kürdistan adının, Mısır Firavunları’nın yazılarında görüldüğü, Zebur’da, Tevrat’ta görüldüğü, Babil’in çamur tabletlerinde okunduğu, Ksenefon’un “Onbinler’in Dönüşü”nde “Karduhi” adına rastlandığı bilinenler arasındadır. Kürtler’in tarihi konusunda 3 görüş vardır. Bunlardan birincisi; Kürtler’in 5 bin yıldır Mezepotamya’da yaşayan bir halk olduğu, atalarının da Medler olduğu savunur. Bu düşünce bazı Batılı Kürdologlar tarafından ve Kürt siyasileri tarafından savunulur. Bu konuda ikinci geniş; Kürt diye bir halk yoktur. Kürtçe diye bir dilde yoktur. Kürtçe’nin varlığına dayanarak Kürtler’in varlığı ispatlanmaya çalışılıyor. Kürtçe diye bir dil yoktur. Kırmanci, Sorani, Gorani gibi bazı kabile dilleri var. Her dil ille de etnik bir kimlik olmadığına göre Kürt diye bir etnik kimlik te yoktur. Ya da dil sayısı kadar etnik kimlik var ise Kürtçe diye bir dil yoktur. Kurmanciye, Goraniceye, Soraniceye, Dimiliceye v.s. ayrı etnik toplum demek gerekir. Bu diller boy, aşiret v.s. dilleridir. Kürtler daha milliyet, millet, ulus v.s. olmuş bir toplum değildir. Millet, milliyet v.s. oluşumu öncesi toplumlardır. Kürtçe denilen dil; Farsça ve Arapça’dan oluşmuş bir lisandır. Kürtler önce Rus daha sonra da Batılı güçlerin manipüle ettikleri bir toplumdur. Alfabesi, sözlüğü, yazım kuralları v.s. bile batılı Kürdoloji Enstitüleri tarafından oluşturulan bir lisandır. Alfabesi, sözlüğü, yazılı edebiyatı, yazılı tarihi olmayan bir dildir. Her şey Batılıların talebine göre oluşturulmaktadır. Bu konuda üçüncü görüş ise; Kürt diye bir toplum yoktur. Batılı araştırmacılar Kürt dedikleri Zağros kavmine ve Mezopotamya ülkesine bağlama saplantısı vardır. Kürtlükle ilgili pek çok veri başka bir coğrafyayı Asya Steplerini göstermektedir. Örneğin; Yenisey Elegeş anıt taşında Alp Urunga “Ben Kürt İlhanıyım” diye dünyaya seslenmektedir. Prf. Dr. Aydın Taneri bu düşünce tarzını yazdığı kitabın başlığına taşımak suretiyle; “Türkistan’lı Bir Türk Boyu Kürtler” demiştir.(1) Bu tartışmalar basınımızda son 100 yıldır yapılıyor. Toplumumuzda önemli tahribatlarda yapmıştır. Bu nedenle çok kan kaybıda olmuştur. Kürtler’in Kürtlüğü-Türklüğü artık geçmişte kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği üyeliği çerçevesinde oluşan konsept sonucu Kürtler’in “Kürt” olduğu devleti temsil eden en yetkili ağızlardan da ifade edilmiştir. Süleyman Demirel Başbakanlığı döneminde Diyarbakır ziyaretinde; “Kürt realitesini tanıyoruz. Kürtler 1. sınıf vatandaştır” derken, Mesut Yılmaz’da başbakanlığı sırasında AB görüşmeleri ardından bir Diyarbakır ziyareti sırasında; “Avrupa Birliği”nin yolu Diyarbakır’dan geçer” diye ifade etmiştir. Kürtçe, AB uyum yasaları Kopenhag kriterleri çerçevesinde “anadilde yayın” kapsamında Kürtçe’nin kırmançi lehçesinde ilk yayınını 9 Haziran 2004 de TRT’de yapmaya başladı. Aynı kapsamda; Çerkesçe, Arapça, Boşnakça ve Zazaca yayında başlamış bulunuyor. KÜRTLER’DE DİN Kürtler’in dini yapısını incelerken 2’ye ayırarak incelemek gerekir. Bunlar; 1) Sûnni (Şafii+Hanefi Kürtler) 2) Alevi Kürtler 3) Hıristiyan Kürtler Sûnni Kürtler’i, Şafi ve Hanefi Mezhebi diye bölmek gerekir. Sûnni Kürtler toplam Kürtler’in %70’ini oluşturuyor. Şafii Kürtler ise Sünni Kürtler’in %80’ini oluşturuyor. Alevi Kürtler denilen Kürtler toplam Kürt nüfusun %30’unu oluşturuyor. Ama bu kesim Kürt olmaktan çok Kürtçe’yi 1. dil ya da 2. dil olarak konuşan kesimdir. Sosyologların ve Alevi toplumunun kanaat önderlerine göre, Kürtçe konuşan Aleviler Osmanlı’da Yavuz S. Selim-Şah İsmail arasında olan Çaldıran Savaşı’ndan sonra can güvenliği nedeni ile Kürt bölgelere 1516 lardan sonra zorunlu göç eden Türkmen Alevilerdir. Süreç içinde önce Kürtçe öğrenilmiştir ardından ise yüzyıllar sonra kürtleşmişlerdir. Aleviliği kabul eden Kürte tarihsel olarak rastlamak olanaksızdır. Kürtleşen toplumsal kesimdir. Bu durumu; P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar” kitabında; “Bugün Kürtleşmiş gruplar arasında önceden bir Türk kimliğine sahip olduğunu hatırlayan veya bir Türk kimliği atfedebilecek olanlarda vardır.” Dedikten sonra, “Ayrıca Kürtler’in Türkleştiği durumlara dair belgelerde mevcuttur.” Diyor. Tunceli ve Erzincan yaylalarında hala kenar-göçer bir aşiret olarak yaşayan Şavak Aşireti için ise; “Tunceli’de yaşayan ve farklı bir kültüre sahip yarı göçebe bir grup olan Şavak bir çeşit Kurmanca konuşur, fakat konuştukları dil Kurmanca konuşan diğer insanlar tarafından anlaşılamaz, lehçeleri çok benzer olanlar bile aynı güçlüğü” yaşarlar.” tesbitini yapmıştır. Alevi Kürtler denilen kesimin son yüzyıldır Şafii Kürtler ile hiçbir toplumsal ilişkisi nerede ise yoktur denilirse abartı sayılmaz. Şafii İslam, İslam dininin en katı yorum tarzıdır. Şafii Kürtler; Ağalık, Şeyhlik sistemenin en katı olarak yaşadığı yörelerdir. Tutucu feodal ilişkiler olan Ağalık-Şeyhlik sistemi ile İslam’ın en katı yorumu olan Şafiilik birleşince daha tutucu bir toplumsal yapı ortaya çıkmıştır. Alevilik ise, İslam’ın en hümanist en liberal en özgürlükçü yorumudur. Bu iki yorumun birbiri ile barışık yaşaması çok zordur. Bu nedenle Aleviler ile Şafiiler’in diyalogu nerede ise hiç yoktur. Evlilikler nerede ise asla olmuyor. Olanlar ise başarısız oluyor. Hanefi Kürtler, Hanefi İslam anlayışından kaynaklanan bir özellik olması nedeni ile Şafiiliğe kıyasla daha liberal bir İslami anlayıştır. Hanefi olan Kürtler’in daha çok Kürtleşen Hanefi Türkmenler olduğu savı var. Toplumsal ilişkiler ve Kültürlerin birbirini etkilemesi sonucu Kürtleşen Türkler’in direk Şafiiliği benimsemeyip Hanefiliği muhafaza ettikleri söz konusu cemaat tarafından savunulmaktadır. KÜRT NÜFUSU Batı ve Türkiye kamuoyunda Kürtler denilince en çok nüfus sayıları merak ve tartışma konusudur. Türkiye’deki diğer azınlık nüfusların yaptırım gücü zayıfır. Türkiye’de Türkler’den sonra en büyük nüfusu Kürtler oluşturuyor. Kendi aralarında ise Şafii Kürt nüfusun oranı en yüksek orandır. Şafii Kürtler tüm Kürtler’in % 70’ini, Hanefi Kürtler tüm Kürt nüfusun % 10’unu, kendilerine Alevi diyen nüfus %20’sini oluşturur. Hıristiyan yani Yezidi Kürt sayısı orana giremeyecek kadar küçüktür. 1965 Genel Nüfus sayımında Kürt Nüfus; 2.219.502 dir. 1982 de Genel Nüfus sayımına göre; 3.800.000 dir. 1984 de; Genel Nüfus Sayımına göre; 6.200.000 dir. Bugün il ilçe köy düzeyinde HADEP, DEP, DEHAP’ın seçimlerde aldığı oylara göre v.s tahminen, 9-10 milyon arası Kürt nüfus bulunuyor. Bu oranın içinde 1 milyon civarında da Zaza nüfus bulunuyor. İllere göre dağılım ise şöyledir: Şafii Kürtlerin veHanefi Kürtler’in nüfusları; Van, Hakkari, Ağrı, Siirt, Bitlis, Batman, Şırnak, Muş, Diyarbakır, Urfa illerinin nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyor. Bir kısmında bu oran %70-80 civarındadır. Kars, Mardin, Bingöl, Erzurum, Elazıg, Malatya, Adıyaman, Gaziantep, Maraş, Tunceli, Erzincan, Sivas’ta ise seyrek olarak bulunuyor. Tunceli, Erzincan, Sivas’ta Şafii Kürt hiç yoktur. Osmanlı dönemindeki sürgünler nedeni ile; Cihanbeyli, Haymana, Kulu, Tokat gibi ilçelerde de vardır. Son yıllarda ki göçler nedeni ile ise; Ankara, İstanbul, İzmir başta olmak üzere, Bursa, Adana, Antalya ve Mersin’de çok önemli bir Kürt nüfus bulunmaktadır. Bu iller dışında seyrekte olsa bazı illerde de vardır. Alevi olup Kürtçe ya da Zazaca konuşan nüfus ise; Tunceli, Erzincan, Sivas, Elazığ, Malatya, Antep, Maraş, Bingöl il merkezlerinde ve Elbistan, Pazarcık, Kürecik, Akçadağ, Sarız,Çayırlı, Tercan gibi ilçelerde bulunuyor. Kürtçe konuşan ya da Zazaca konuşan Alevi sayısı ise yaklaşık 1 milyon civarındadır. Güneydoğu illerinden Batı illerine İstanbul, Ankara, İzmir hatta Antalya, Adana, Mersin gibi illere gelen Kürt nüfus kısa zaman sonra bölgede yapılan seçimlerde gösterdiği siyasal davranışı göstermiyor. Bölgede “Kürtçü” bilinen partiye oy verdiği halde Batıdaki kentlere göçtükten sonra aynı davranış görülmüyor. Oylar başka partilere gidiyor. Kürtler’de grup kimliğini oluşturan ortak koşul etnik kimlikten ziyade dinsel hatta mezhepsel kimliktir. Etnik kimlik ikinci planda kalır.Örneğin; seçimlerde geleneksel Şafii Kürt seçmen, önce dinimin partisi diye ifade ettiği Refah-AKP çizgisi, sonra milliyetimin partisi diye ifade ettiği etnik kimliğe öncelik vermektedir. Kürt bölgesinde feodalizm ağırlıklı olarak kendini toplumsal hayatta hissettirmektedir. Bölgede merkezi otoriteden çok mahalli otorite olarak ağanın otoritesi hakim olan otoritedir. Mahalli otorite olarak “Ağalık Sistemini” karşısına alan merkezi otorite temsilcisinin adeta yönetim şansı yoktur. Tüm bölgedeki düzenleme adeta bölgedeki bu “denge” üstüne oluşturulur. Osmanlı döneminde bu durum “ağalık-şeyhlik” lehine daha hakimdi. Cumhuriyetle birlikte kısmen bu otorite sarsıldı. Osmanlı’da tüm mülk Allah adına padişahındı. Özel mülkiyet yoktu. Ama bu kural Güneydoğu bölgesi için bir istisna teşkil ediyordu. Bu bölgede Aşiret reisi olan ağalara, şeyhlere gerektiği zaman Osmanlı sarayı toprakları babadan oğula miras yolu ile geçmekte dahil verliyordu. Bu bölgede tımar sistemi uygulanmıyordu. Osmanlı sarayı Kürt feodallerine adeta rüşvet dağıtıyordu. Kürt feodalleride bölgede Osmanlı’nın adeta ileri karakolu idiler. Kürt feodalleri Osmanlı’dan elde ettiği bu ayrıcalıklar nedeni ile Cumhuriyet’i benimsemedi. Cumhuriyete karşı Osmanlı’nın yanında yer aldı. Osmanlı’da kurulan Hamidiye Alayları kurulacak Kürt devleti için ordu oluşturuyordu. Kürtlere devlet yönetimini öğretiyordu. Bazı Kürt ağalarının çocukları Londra’da okutuluyordu. Kürt Teali Cemiyeti İngilizler’in desteklediği örgütlediği işbirlikçi bir örgüt idi. Kürt feodalleri ile laiklikten demokrasiden, insan haklarından, kadın-erkek eşitliğinden ve kanun önünde eşitlikten yana olan Cumhuriyet yönetimi arasında kan uyuşmazlığı vardı. Başta Kürt Teali Cemiyeti kanalı ile hilafeti saltanatı, şeriatı savunan Kürtler, Cumhuriyet kurulunca da yaptıkları isyanlarla Cumhuriyet karşıtlıklarını sık sık gösterdiler. Cumhuriyet yönetimine karşı, 1925’de Şeyh Sait önderliğinde Bingöl’de ardından Raçkotan ve Raman’da, Sason’da, Ağrı’da, Mutki’de, Bicar’da ayaklandılar. Asi Resul, Tendürik, Savar, Zeylan, Oramar ayaklanmalarıda bu ayaklanmaları izledi. Yaklaşık 20 ayrı ayaklanma ile Kürt feodalleri emperyalizme, işbirlikçilerine ve Osmanlı sarayı artıklarına karşı mücadele eden Kuvay-i Milliye ordusuna karşı ayaklandılar. Cumhuriyet’e karşı gerçekleşen bu ayaklanmaları o günkü dünya siyaset tablosundan ayrı düşünmemek gerekir. Sadece Şeyh Sait isyan Türkiye’ye Musul-Kerkük Petrollerini kaybettirmiştir. Bu ayaklanmalar hala paylaşılamayan Orta-Doğu petrol yataklarının hakimiyetini elde etme yarışından başka birşey değildir. Bugünden düne bakıldığında aradan geçen 80 yıldan sonra yine başa dönülmüş bulunuluyor. Değişen sadece hakimiyet mücadelesi veren güçler dengesi oluyor. Osmanlı döneminde Kürtler Türkler’den daha imtiyazlı bir toplumsal kesimdi. Türkler “edraki bi idrak” iken Kürt feodallerinin tapu hakkı vardı. Türk bölgelerinde mülk Allahın ama Kürt ağalarının hakimiyetinin olduğu yerlerde mülk ağanındır. Cumhuriyet yönetimine karşı Kürt feodallerinin en büyük tepkisi kanun önünde eşitliği kabul etmemeleridir. Onlar Osmanlı’daki imtiyazlarının devamını istiyorlardı. Bu nedenle “Toprak Reformu”na, Doğu’ya kadın-erkek eşitliğinin, eğitimin, yolun, suyun, okulun, seçme ve seçilme hakkının özgürce kullanılmasına hep karşı oldular. Cumhuriyet vatandaşlarına kanun önünde eşit olma ilkesini getirdi ve uyguladı. Kamuoyunun bildiği gibi 1. TBMM’nin üçte biri Kürt milletvekillerinden oluştu. Bu oran adeta gelenekselleşti. Bugünkü TBMM’nin de üçte biri Kürt kökenli milletvekillerinden oluşmuş bulunuyor. Şimdiye kadar kurulan 50’yi aşkın TBMM hükümetinde yüzlerce Kürt kökenli milletvekili bakan olmuştur. Şu andaki Başbakan baş danışmanı Cüneyt Zapsu 1925 deki isyanın elebaşısı Şeyh Sait’in torunudur. İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ve 10’a yakın bakan Kürt kökenlidir. Atatürk’ten sonraki Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Malatya’lı olup Kürt kökenlidir. Başbakan ve Cumhurbaşkanı olan Özal Malatyalı ve Bülent Ecevit Kürt kökenlidir. Türkiye’de önemli bir sermayedar kesim Kürt kökenlidir. Halis Toprak, Ağa Ceylan, Tatlıcılar v.s. bunlardan sadece bir kaçıdır. DEP’li Ahmet Türk Güneydoğu’da Mardin’de “Kanco Kale” denilen malikanesinde 5 bin özel koruması ile korunan şatosunda yaşıyor. DYP eski milletvekili Sedat Bucak ve aşiretinin 15 000 silahlı adamı bulunuyor. Tüm bunlara karşın Kürt eksenli siyaset ile seçimlere katılan HADEP, DEP, DEHAP adları %10 Kürt nüfusun ancak %4’ünü alabilmektedir. Özellikle kentlere göçen Kürtler, Kürt eksenli siyaset yapan partiye oy vermede ekonomik davranıyorlar. Alınan oy; genel seçimlerde 1,5 milyon yani, %4’ü %5’i geçmiyor. Bu sonuçlarda bu tür siyasallaşmaya halkın ilgisinin ölçüsü sayılabilir. Toplam Kürt Nüfus 10 Milyon ise bu oran yaklaşık % 10’u sayılır. Yani Kürtlerin yüzde 90'ı Kürtleri desteklemiyor. Uzun yıllardır her uluslararası toplantıda Türkiye’den Kürtlerle ilgili olarak; Kürtçe yayın ve Kürtçe anadili öğrenebilmesi için öğrenme hakkı isteniyordu. Mayıs 2004 de devlet televizyonu ve radyosu ile yayın başladı. Yaklaşık bir yıldır da Kürtçe kursları açıldı. Ama ne yazık ki, ne Kürtçe öğretmek için açılan dershaneler yeteri kadar öğrenci bulabildi. Ne de TRT’nin TV ve radyo kanalı ile başlattığı Kürtçe ve Zazaca yayın yeterli ilgiyi topladı. Batman’da bile açılan Kürtçe kursuna 480 kişilik dersaneye 80 kişilik öğrenci kayıt yaptırdı. Dersane öğrecisizlikte kapanmak üzere bulunuyor. Bu durum bu talebin halktan kaynaklanmadığını, halkın somut durumuna hitap etmediğini kabul edene de etmeyene de göstermiş oldu. Demek ki talep önemli ölçüde siyasi bir talepmiş, ya da küçük bir azınlığın talebi olduğunu gösteriyor. İngilizce kursu açılmış olsaydı daha çok talep olacağı tartışmasız bir olgudur. KAYNAKLAR Nitikin, Kürtler 1995 İstanbul Bazinin, Kürt Tarihi 1992 İstanbul Minorsky, Kürtler 1978 İstanbul İ. Beşikçi Bütün Kitapları 1995 Ankara Kemal Burkay, Kürt Tarihi 1996 İstanbul Yalçın Küçük, Kürtler Üstüne Tezler, 1988 Ankara Kürt İsyanları (Genel Kurmay Belgeleri 3 Cilt) 1992 İstanbul P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar M. Bayrak, Kürdoloji Belgeleri, 1997 Ankara M. Bayrak, Alevilik ve Kürtler 1997 Ankara Birikim dergisi S. 71. 72
-
KÜRT SORUNU...FEODALİZM...OSMANLI DEVLETİ!
Değişik Bakış ile Kürtler 20. yüzyılda belkide hiçbir topluluk hakkında Kürtler kadar çok yazı yazılmamıştır. Araştırma yapılmamıştır. Kürtler’in kökenleri, dili, dini, diğer kültürel özellikleri bu denli didik, didik edilmemiştir. Bu yüzyılda Kürtler hakkında binlerce eser yazılmıştır. Son 10 yılda Türkiye’de sadece bu satırların yazarının kütüphanesinde biriken kitap sayısı 1000’i bulmuştur. Yayınlanan dergi sayısının çeşidi onlarca, çıkan sayılar ise yüzlerce olmuştur. Kürtlüğe ilk ilgi Rusya kaynaklıdır. V. Miorsky, B. Nikitin, Jaba gibi Rus kürdologlar konuyu iyi araştırmak için Urumiye ve Erzurum konsolosluklarında bile görevlendirilmişlerdir. Ruslar, 1856 Paris Antlaşması ile sıcak denizlere boğazlar yolu ile inme umudunu kaybedince hemen 1860’da St. Petersburg Üniversitesi’nde bir Kürdoloji bölümü kurmuşlar Jaba, Nikitin, Bazinin ve Minorsk’i Kürtlüğü İncelemek için görevlendirmişlerdir. General Maslofsky Rus projesini şöyle anlatır. “Rusların bu uğurdaki gerçek niyet ve ülküleri Fırat boylarında Rus-Kazakları ile Mujiklerini yerleştirmek, yani buralarda Kırım ülkesi, Kuban boyları ve Karadeniz’in doğusu gibi Ruslaştırarak, İskenderun ile Basra Körfezi’ne çıkmaktı.”(1) B. Nikitin Kürt tarihi ile ilgili olarak; “Tarih ve dilbilim alanında yaptığımız bu gezi henüz bir çok noktayı karanlıkta bırakıyor ve Kürtlerin kökenleri üzerinde ancak bazı varsayımlar öne sürmemize imkan veriyorsa, antropolojide bize bu konuda fazla yardımcı olamayacaktır” diyor: Yani Kürtler’in kökeninin belirsiz olduğu, tartışmalı olduğu vurgununu yapıyor. Nikitin gibi Minorsky’ninde Kürtler hakkında yazdıkları bazı Kürtler tarafından bayrak gibi algılanır. Ama bakın Minorsky; “Kürtlerin menşei meselesinin hallini, Kürt, ananeleri ve İslam kaynakları kolaylaştırmamaktadır.” diyerek Kürtlerin kökeni konusunda çok iddialı konuşmamak gerektiğini yazıyor. “Kürtlerin Kökeni” kitabı ile Kürtler arasında önemli bir ün edinen İhsan Nuri bile kitabında Kürtlerle, Kürtlerin ataları kabul edilen Medler hakkında bir ilişki kurmanın tarihsel zorluklarında bakın nasıl sözediyor: “Bugün Med diye bir aşiret de yoktur. Medistan’ın merkezinde Kürt milletinin ortaya çıkması nasıl olmuştur?” Kemal Burkay’da, tıpkı İhsan Nuri gibi; Araplar’ın fethinden önce Kürt Tarihi, sanatı ve diğer kültürel özellikleri hakkında yeterli bilginin mevcut olmadığını ifade ediyor. Kürtlere ısrarlı tarih oluşturma çabaları çok parlak sonuçlar oluşturmamıştır. Çünkü bu konuda araştırma yapanların çabası Kürtlüğü binlerce yıl öncesine götürmek ve Mezopotamya coğrafyasında Kürtlere bir tarih bulmaktır. Halbuki, her etnik kimlik belirli bir dönemin ve belirli şartların oluşturduğu bir olgudur. Tarihin belirli bir döneminde farklı bir çok toplumsal yapı belirli şartlar altında toplumsal harman oluş surecinden geçerek yepyeni bir etnik kimlik oluşturabilir. Tarihte Etiler, M.Ö 200 li yıllarda, Hunlar M.S. 4.5. yüzyılda oluşmuş etnik kimliklerdir. Bugün bunlar toplumsal olarak tarihe mal olmuşlardır. Silinmiş gitmişlerdir. Kürtlere ilgi, Ruslar’dan sonra tarihi olarak Batılı büyük güçler tarafından olmuştur. Geleceğe yönelik planlarında tesadüflere yer bırakmak istemeyen Batılılar hazırlık olmayı kendilerine ilke edinmişlerdir. Onlar işe, dünyann başlıca petrol yatakları olan Orta Doğu’nun etnik haritasını en ince detaylarına kadar araştırmakla başlamışlardır. Türk, Fars, Arap dışında kendi denetimlerine tabi yeni bir toplumsal gücün Orta Doğu’da olması kendileri için gereklidir. Orta Doğu’da oynanacak satrançta böyle bir taş hayati önemde olabilir. İşte bu yeni unsuru keşfetmek için ilk yol ve en masum, barışçı yol “bilim aşkı ile yanıp tutuşan” sosyologları, antropologları yani araştırmacıları bölgeye yığmaktır. Kürt milliyetçileri ise, “mal bulmuş mağribi” misali bu araştırmacıların ardından ütopyalarını oluşturmaya çalışırlar. Sonuçta; bu maksatlı, dışarıdan belli bir amaç için yönlendirilen duygusal çabalar sosyal bilimlerin şaşmaz, taviz vermez nesnel yaklaşım ilkeleri karşısında yenik düşer.. Ortada varsayımları aşmayan birbirleriyle ve zaman zaman kendi ile çelişen çok farklı “tezler” ortaya çıkar. Ve hala Kürtlerin kökeni aydınlatılmadı. Nikitin’in, Bazinin’in, Minorsky’nin, Bruniessen’in v.s. tezlerinin hem Kürtçülüğü savunanlara, hem Türkçülüğü savunanlara, hem Zazalığı savunanlara, hem karşı tezlere referans oluşturmasının sırrı burada aranmalıdır. Bu yoğun çalışmalar, iyi ayıklanmak ve bilimsel nitelik gözeterek yine de önemli veri birikimlerini sağlamayı gerçekleştirmiştir. Doğru sonuç çıkarmak sağlıklı bakış açısına bağlıdır. Kürtler’de, Osmanlı’dan bugüne kalan mirastır.Kürtler’in tarihini bir kısım yazarlar Mezopotamya’da 5.000 yıllık geçmişe götürür. İlk Kürt ya da Kürdistan adının, Mısır Firavunları’nın yazılarında görüldüğü, Zebur’da, Tevrat’ta görüldüğü, Babil’in çamur tabletlerinde okunduğu, Ksenefon’un “Onbinler’in Dönüşü”nde “Karduhi” adına rastlandığı bilinenler arasındadır. Kürtler’in tarihi konusunda 3 görüş vardır. Bunlardan birincisi; Kürtler’in 5 bin yıldır Mezepotamya’da yaşayan bir halk olduğu, atalarının da Medler olduğu savunur. Bu düşünce bazı Batılı Kürdologlar tarafından ve Kürt siyasileri tarafından savunulur. Bu konuda ikinci geniş; Kürt diye bir halk yoktur. Kürtçe diye bir dilde yoktur. Kürtçe’nin varlığına dayanarak Kürtler’in varlığı ispatlanmaya çalışılıyor. Kürtçe diye bir dil yoktur. Kırmanci, Sorani, Gorani gibi bazı kabile dilleri var. Her dil ille de etnik bir kimlik olmadığına göre Kürt diye bir etnik kimlik te yoktur. Ya da dil sayısı kadar etnik kimlik var ise Kürtçe diye bir dil yoktur. Kurmanciye, Goraniceye, Soraniceye, Dimiliceye v.s. ayrı etnik toplum demek gerekir. Bu diller boy, aşiret v.s. dilleridir. Kürtler daha milliyet, millet, ulus v.s. olmuş bir toplum değildir. Millet, milliyet v.s. oluşumu öncesi toplumlardır. Kürtçe denilen dil; Farsça ve Arapça’dan oluşmuş bir lisandır. Kürtler önce Rus daha sonra da Batılı güçlerin manipüle ettikleri bir toplumdur. Alfabesi, sözlüğü, yazım kuralları v.s. bile batılı Kürdoloji Enstitüleri tarafından oluşturulan bir lisandır. Alfabesi, sözlüğü, yazılı edebiyatı, yazılı tarihi olmayan bir dildir. Her şey Batılıların talebine göre oluşturulmaktadır. Bu konuda üçüncü görüş ise; Kürt diye bir toplum yoktur. Batılı araştırmacılar Kürt dedikleri Zağros kavmine ve Mezopotamya ülkesine bağlama saplantısı vardır. Kürtlükle ilgili pek çok veri başka bir coğrafyayı Asya Steplerini göstermektedir. Örneğin; Yenisey Elegeş anıt taşında Alp Urunga “Ben Kürt İlhanıyım” diye dünyaya seslenmektedir. Prf. Dr. Aydın Taneri bu düşünce tarzını yazdığı kitabın başlığına taşımak suretiyle; “Türkistan’lı Bir Türk Boyu Kürtler” demiştir.(1) Bu tartışmalar basınımızda son 100 yıldır yapılıyor. Toplumumuzda önemli tahribatlarda yapmıştır. Bu nedenle çok kan kaybıda olmuştur. Kürtler’in Kürtlüğü-Türklüğü artık geçmişte kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği üyeliği çerçevesinde oluşan konsept sonucu Kürtler’in “Kürt” olduğu devleti temsil eden en yetkili ağızlardan da ifade edilmiştir. Süleyman Demirel Başbakanlığı döneminde Diyarbakır ziyaretinde; “Kürt realitesini tanıyoruz. Kürtler 1. sınıf vatandaştır” derken, Mesut Yılmaz’da başbakanlığı sırasında AB görüşmeleri ardından bir Diyarbakır ziyareti sırasında; “Avrupa Birliği”nin yolu Diyarbakır’dan geçer” diye ifade etmiştir. Kürtçe, AB uyum yasaları Kopenhag kriterleri çerçevesinde “anadilde yayın” kapsamında Kürtçe’nin kırmançi lehçesinde ilk yayınını 9 Haziran 2004 de TRT’de yapmaya başladı. Aynı kapsamda; Çerkesçe, Arapça, Boşnakça ve Zazaca yayında başlamış bulunuyor. KÜRTLER’DE DİN Kürtler’in dini yapısını incelerken 2’ye ayırarak incelemek gerekir. Bunlar; 1) Sûnni (Şafii+Hanefi Kürtler) 2) Alevi Kürtler 3) Hıristiyan Kürtler Sûnni Kürtler’i, Şafi ve Hanefi Mezhebi diye bölmek gerekir. Sûnni Kürtler toplam Kürtler’in %70’ini oluşturuyor. Şafii Kürtler ise Sünni Kürtler’in %80’ini oluşturuyor. Alevi Kürtler denilen Kürtler toplam Kürt nüfusun %30’unu oluşturuyor. Ama bu kesim Kürt olmaktan çok Kürtçe’yi 1. dil ya da 2. dil olarak konuşan kesimdir. Sosyologların ve Alevi toplumunun kanaat önderlerine göre, Kürtçe konuşan Aleviler Osmanlı’da Yavuz S. Selim-Şah İsmail arasında olan Çaldıran Savaşı’ndan sonra can güvenliği nedeni ile Kürt bölgelere 1516 lardan sonra zorunlu göç eden Türkmen Alevilerdir. Süreç içinde önce Kürtçe öğrenilmiştir ardından ise yüzyıllar sonra kürtleşmişlerdir. Aleviliği kabul eden Kürte tarihsel olarak rastlamak olanaksızdır. Kürtleşen toplumsal kesimdir. Bu durumu; P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar” kitabında; “Bugün Kürtleşmiş gruplar arasında önceden bir Türk kimliğine sahip olduğunu hatırlayan veya bir Türk kimliği atfedebilecek olanlarda vardır.” Dedikten sonra, “Ayrıca Kürtler’in Türkleştiği durumlara dair belgelerde mevcuttur.” Diyor. Tunceli ve Erzincan yaylalarında hala kenar-göçer bir aşiret olarak yaşayan Şavak Aşireti için ise; “Tunceli’de yaşayan ve farklı bir kültüre sahip yarı göçebe bir grup olan Şavak bir çeşit Kurmanca konuşur, fakat konuştukları dil Kurmanca konuşan diğer insanlar tarafından anlaşılamaz, lehçeleri çok benzer olanlar bile aynı güçlüğü” yaşarlar.” tesbitini yapmıştır. Alevi Kürtler denilen kesimin son yüzyıldır Şafii Kürtler ile hiçbir toplumsal ilişkisi nerede ise yoktur denilirse abartı sayılmaz. Şafii İslam, İslam dininin en katı yorum tarzıdır. Şafii Kürtler; Ağalık, Şeyhlik sistemenin en katı olarak yaşadığı yörelerdir. Tutucu feodal ilişkiler olan Ağalık-Şeyhlik sistemi ile İslam’ın en katı yorumu olan Şafiilik birleşince daha tutucu bir toplumsal yapı ortaya çıkmıştır. Alevilik ise, İslam’ın en hümanist en liberal en özgürlükçü yorumudur. Bu iki yorumun birbiri ile barışık yaşaması çok zordur. Bu nedenle Aleviler ile Şafiiler’in diyalogu nerede ise hiç yoktur. Evlilikler nerede ise asla olmuyor. Olanlar ise başarısız oluyor. Hanefi Kürtler, Hanefi İslam anlayışından kaynaklanan bir özellik olması nedeni ile Şafiiliğe kıyasla daha liberal bir İslami anlayıştır. Hanefi olan Kürtler’in daha çok Kürtleşen Hanefi Türkmenler olduğu savı var. Toplumsal ilişkiler ve Kültürlerin birbirini etkilemesi sonucu Kürtleşen Türkler’in direk Şafiiliği benimsemeyip Hanefiliği muhafaza ettikleri söz konusu cemaat tarafından savunulmaktadır. KÜRT NÜFUSU Batı ve Türkiye kamuoyunda Kürtler denilince en çok nüfus sayıları merak ve tartışma konusudur. Türkiye’deki diğer azınlık nüfusların yaptırım gücü zayıfır. Türkiye’de Türkler’den sonra en büyük nüfusu Kürtler oluşturuyor. Kendi aralarında ise Şafii Kürt nüfusun oranı en yüksek orandır. Şafii Kürtler tüm Kürtler’in % 70’ini, Hanefi Kürtler tüm Kürt nüfusun % 10’unu, kendilerine Alevi diyen nüfus %20’sini oluşturur. Hıristiyan yani Yezidi Kürt sayısı orana giremeyecek kadar küçüktür. 1965 Genel Nüfus sayımında Kürt Nüfus; 2.219.502 dir. 1982 de Genel Nüfus sayımına göre; 3.800.000 dir. 1984 de; Genel Nüfus Sayımına göre; 6.200.000 dir. Bugün il ilçe köy düzeyinde HADEP, DEP, DEHAP’ın seçimlerde aldığı oylara göre v.s tahminen, 9-10 milyon arası Kürt nüfus bulunuyor. Bu oranın içinde 1 milyon civarında da Zaza nüfus bulunuyor. İllere göre dağılım ise şöyledir: Şafii Kürtlerin veHanefi Kürtler’in nüfusları; Van, Hakkari, Ağrı, Siirt, Bitlis, Batman, Şırnak, Muş, Diyarbakır, Urfa illerinin nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyor. Bir kısmında bu oran %70-80 civarındadır. Kars, Mardin, Bingöl, Erzurum, Elazıg, Malatya, Adıyaman, Gaziantep, Maraş, Tunceli, Erzincan, Sivas’ta ise seyrek olarak bulunuyor. Tunceli, Erzincan, Sivas’ta Şafii Kürt hiç yoktur. Osmanlı dönemindeki sürgünler nedeni ile; Cihanbeyli, Haymana, Kulu, Tokat gibi ilçelerde de vardır. Son yıllarda ki göçler nedeni ile ise; Ankara, İstanbul, İzmir başta olmak üzere, Bursa, Adana, Antalya ve Mersin’de çok önemli bir Kürt nüfus bulunmaktadır. Bu iller dışında seyrekte olsa bazı illerde de vardır. Alevi olup Kürtçe ya da Zazaca konuşan nüfus ise; Tunceli, Erzincan, Sivas, Elazığ, Malatya, Antep, Maraş, Bingöl il merkezlerinde ve Elbistan, Pazarcık, Kürecik, Akçadağ, Sarız,Çayırlı, Tercan gibi ilçelerde bulunuyor. Kürtçe konuşan ya da Zazaca konuşan Alevi sayısı ise yaklaşık 1 milyon civarındadır. Güneydoğu illerinden Batı illerine İstanbul, Ankara, İzmir hatta Antalya, Adana, Mersin gibi illere gelen Kürt nüfus kısa zaman sonra bölgede yapılan seçimlerde gösterdiği siyasal davranışı göstermiyor. Bölgede “Kürtçü” bilinen partiye oy verdiği halde Batıdaki kentlere göçtükten sonra aynı davranış görülmüyor. Oylar başka partilere gidiyor. Kürtler’de grup kimliğini oluşturan ortak koşul etnik kimlikten ziyade dinsel hatta mezhepsel kimliktir. Etnik kimlik ikinci planda kalır.Örneğin; seçimlerde geleneksel Şafii Kürt seçmen, önce dinimin partisi diye ifade ettiği Refah-AKP çizgisi, sonra milliyetimin partisi diye ifade ettiği etnik kimliğe öncelik vermektedir. Kürt bölgesinde feodalizm ağırlıklı olarak kendini toplumsal hayatta hissettirmektedir. Bölgede merkezi otoriteden çok mahalli otorite olarak ağanın otoritesi hakim olan otoritedir. Mahalli otorite olarak “Ağalık Sistemini” karşısına alan merkezi otorite temsilcisinin adeta yönetim şansı yoktur. Tüm bölgedeki düzenleme adeta bölgedeki bu “denge” üstüne oluşturulur. Osmanlı döneminde bu durum “ağalık-şeyhlik” lehine daha hakimdi. Cumhuriyetle birlikte kısmen bu otorite sarsıldı. Osmanlı’da tüm mülk Allah adına padişahındı. Özel mülkiyet yoktu. Ama bu kural Güneydoğu bölgesi için bir istisna teşkil ediyordu. Bu bölgede Aşiret reisi olan ağalara, şeyhlere gerektiği zaman Osmanlı sarayı toprakları babadan oğula miras yolu ile geçmekte dahil verliyordu. Bu bölgede tımar sistemi uygulanmıyordu. Osmanlı sarayı Kürt feodallerine adeta rüşvet dağıtıyordu. Kürt feodalleride bölgede Osmanlı’nın adeta ileri karakolu idiler. Kürt feodalleri Osmanlı’dan elde ettiği bu ayrıcalıklar nedeni ile Cumhuriyet’i benimsemedi. Cumhuriyete karşı Osmanlı’nın yanında yer aldı. Osmanlı’da kurulan Hamidiye Alayları kurulacak Kürt devleti için ordu oluşturuyordu. Kürtlere devlet yönetimini öğretiyordu. Bazı Kürt ağalarının çocukları Londra’da okutuluyordu. Kürt Teali Cemiyeti İngilizler’in desteklediği örgütlediği işbirlikçi bir örgüt idi. Kürt feodalleri ile laiklikten demokrasiden, insan haklarından, kadın-erkek eşitliğinden ve kanun önünde eşitlikten yana olan Cumhuriyet yönetimi arasında kan uyuşmazlığı vardı. Başta Kürt Teali Cemiyeti kanalı ile hilafeti saltanatı, şeriatı savunan Kürtler, Cumhuriyet kurulunca da yaptıkları isyanlarla Cumhuriyet karşıtlıklarını sık sık gösterdiler. Cumhuriyet yönetimine karşı, 1925’de Şeyh Sait önderliğinde Bingöl’de ardından Raçkotan ve Raman’da, Sason’da, Ağrı’da, Mutki’de, Bicar’da ayaklandılar. Asi Resul, Tendürik, Savar, Zeylan, Oramar ayaklanmalarıda bu ayaklanmaları izledi. Yaklaşık 20 ayrı ayaklanma ile Kürt feodalleri emperyalizme, işbirlikçilerine ve Osmanlı sarayı artıklarına karşı mücadele eden Kuvay-i Milliye ordusuna karşı ayaklandılar. Cumhuriyet’e karşı gerçekleşen bu ayaklanmaları o günkü dünya siyaset tablosundan ayrı düşünmemek gerekir. Sadece Şeyh Sait isyan Türkiye’ye Musul-Kerkük Petrollerini kaybettirmiştir. Bu ayaklanmalar hala paylaşılamayan Orta-Doğu petrol yataklarının hakimiyetini elde etme yarışından başka birşey değildir. Bugünden düne bakıldığında aradan geçen 80 yıldan sonra yine başa dönülmüş bulunuluyor. Değişen sadece hakimiyet mücadelesi veren güçler dengesi oluyor. Osmanlı döneminde Kürtler Türkler’den daha imtiyazlı bir toplumsal kesimdi. Türkler “edraki bi idrak” iken Kürt feodallerinin tapu hakkı vardı. Türk bölgelerinde mülk Allahın ama Kürt ağalarının hakimiyetinin olduğu yerlerde mülk ağanındır. Cumhuriyet yönetimine karşı Kürt feodallerinin en büyük tepkisi kanun önünde eşitliği kabul etmemeleridir. Onlar Osmanlı’daki imtiyazlarının devamını istiyorlardı. Bu nedenle “Toprak Reformu”na, Doğu’ya kadın-erkek eşitliğinin, eğitimin, yolun, suyun, okulun, seçme ve seçilme hakkının özgürce kullanılmasına hep karşı oldular. Cumhuriyet vatandaşlarına kanun önünde eşit olma ilkesini getirdi ve uyguladı. Kamuoyunun bildiği gibi 1. TBMM’nin üçte biri Kürt milletvekillerinden oluştu. Bu oran adeta gelenekselleşti. Bugünkü TBMM’nin de üçte biri Kürt kökenli milletvekillerinden oluşmuş bulunuyor. Şimdiye kadar kurulan 50’yi aşkın TBMM hükümetinde yüzlerce Kürt kökenli milletvekili bakan olmuştur. Şu andaki Başbakan baş danışmanı Cüneyt Zapsu 1925 deki isyanın elebaşısı Şeyh Sait’in torunudur. İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ve 10’a yakın bakan Kürt kökenlidir. Atatürk’ten sonraki Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Malatya’lı olup Kürt kökenlidir. Başbakan ve Cumhurbaşkanı olan Özal Malatyalı ve Bülent Ecevit Kürt kökenlidir. Türkiye’de önemli bir sermayedar kesim Kürt kökenlidir. Halis Toprak, Ağa Ceylan, Tatlıcılar v.s. bunlardan sadece bir kaçıdır. DEP’li Ahmet Türk Güneydoğu’da Mardin’de “Kanco Kale” denilen malikanesinde 5 bin özel koruması ile korunan şatosunda yaşıyor. DYP eski milletvekili Sedat Bucak ve aşiretinin 15 000 silahlı adamı bulunuyor. Tüm bunlara karşın Kürt eksenli siyaset ile seçimlere katılan HADEP, DEP, DEHAP adları %10 Kürt nüfusun ancak %4’ünü alabilmektedir. Özellikle kentlere göçen Kürtler, Kürt eksenli siyaset yapan partiye oy vermede ekonomik davranıyorlar. Alınan oy; genel seçimlerde 1,5 milyon yani, %4’ü %5’i geçmiyor. Bu sonuçlarda bu tür siyasallaşmaya halkın ilgisinin ölçüsü sayılabilir. Toplam Kürt Nüfus 10 Milyon ise bu oran yaklaşık % 10’u sayılır. Yani Kürtlerin yüzde 90'ı Kürtleri desteklemiyor. Uzun yıllardır her uluslararası toplantıda Türkiye’den Kürtlerle ilgili olarak; Kürtçe yayın ve Kürtçe anadili öğrenebilmesi için öğrenme hakkı isteniyordu. Mayıs 2004 de devlet televizyonu ve radyosu ile yayın başladı. Yaklaşık bir yıldır da Kürtçe kursları açıldı. Ama ne yazık ki, ne Kürtçe öğretmek için açılan dershaneler yeteri kadar öğrenci bulabildi. Ne de TRT’nin TV ve radyo kanalı ile başlattığı Kürtçe ve Zazaca yayın yeterli ilgiyi topladı. Batman’da bile açılan Kürtçe kursuna 480 kişilik dersaneye 80 kişilik öğrenci kayıt yaptırdı. Dersane öğrecisizlikte kapanmak üzere bulunuyor. Bu durum bu talebin halktan kaynaklanmadığını, halkın somut durumuna hitap etmediğini kabul edene de etmeyene de göstermiş oldu. Demek ki talep önemli ölçüde siyasi bir talepmiş, ya da küçük bir azınlığın talebi olduğunu gösteriyor. İngilizce kursu açılmış olsaydı daha çok talep olacağı tartışmasız bir olgudur. KAYNAKLAR Nitikin, Kürtler 1995 İstanbul Bazinin, Kürt Tarihi 1992 İstanbul Minorsky, Kürtler 1978 İstanbul İ. Beşikçi Bütün Kitapları 1995 Ankara Kemal Burkay, Kürt Tarihi 1996 İstanbul Yalçın Küçük, Kürtler Üstüne Tezler, 1988 Ankara Kürt İsyanları (Genel Kurmay Belgeleri 3 Cilt) 1992 İstanbul P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar M. Bayrak, Kürdoloji Belgeleri, 1997 Ankara M. Bayrak, Alevilik ve Kürtler 1997 Ankara Birikim dergisi S. 71. 72
-
Kürt Sorunu Ve Çözümü
Değişik Bakış ile Kürtler 20. yüzyılda belkide hiçbir topluluk hakkında Kürtler kadar çok yazı yazılmamıştır. Araştırma yapılmamıştır. Kürtler’in kökenleri, dili, dini, diğer kültürel özellikleri bu denli didik, didik edilmemiştir. Bu yüzyılda Kürtler hakkında binlerce eser yazılmıştır. Son 10 yılda Türkiye’de sadece bu satırların yazarının kütüphanesinde biriken kitap sayısı 1000’i bulmuştur. Yayınlanan dergi sayısının çeşidi onlarca, çıkan sayılar ise yüzlerce olmuştur. Kürtlüğe ilk ilgi Rusya kaynaklıdır. V. Miorsky, B. Nikitin, Jaba gibi Rus kürdologlar konuyu iyi araştırmak için Urumiye ve Erzurum konsolosluklarında bile görevlendirilmişlerdir. Ruslar, 1856 Paris Antlaşması ile sıcak denizlere boğazlar yolu ile inme umudunu kaybedince hemen 1860’da St. Petersburg Üniversitesi’nde bir Kürdoloji bölümü kurmuşlar Jaba, Nikitin, Bazinin ve Minorsk’i Kürtlüğü İncelemek için görevlendirmişlerdir. General Maslofsky Rus projesini şöyle anlatır. “Rusların bu uğurdaki gerçek niyet ve ülküleri Fırat boylarında Rus-Kazakları ile Mujiklerini yerleştirmek, yani buralarda Kırım ülkesi, Kuban boyları ve Karadeniz’in doğusu gibi Ruslaştırarak, İskenderun ile Basra Körfezi’ne çıkmaktı.”(1) B. Nikitin Kürt tarihi ile ilgili olarak; “Tarih ve dilbilim alanında yaptığımız bu gezi henüz bir çok noktayı karanlıkta bırakıyor ve Kürtlerin kökenleri üzerinde ancak bazı varsayımlar öne sürmemize imkan veriyorsa, antropolojide bize bu konuda fazla yardımcı olamayacaktır” diyor: Yani Kürtler’in kökeninin belirsiz olduğu, tartışmalı olduğu vurgununu yapıyor. Nikitin gibi Minorsky’ninde Kürtler hakkında yazdıkları bazı Kürtler tarafından bayrak gibi algılanır. Ama bakın Minorsky; “Kürtlerin menşei meselesinin hallini, Kürt, ananeleri ve İslam kaynakları kolaylaştırmamaktadır.” diyerek Kürtlerin kökeni konusunda çok iddialı konuşmamak gerektiğini yazıyor. “Kürtlerin Kökeni” kitabı ile Kürtler arasında önemli bir ün edinen İhsan Nuri bile kitabında Kürtlerle, Kürtlerin ataları kabul edilen Medler hakkında bir ilişki kurmanın tarihsel zorluklarında bakın nasıl sözediyor: “Bugün Med diye bir aşiret de yoktur. Medistan’ın merkezinde Kürt milletinin ortaya çıkması nasıl olmuştur?” Kemal Burkay’da, tıpkı İhsan Nuri gibi; Araplar’ın fethinden önce Kürt Tarihi, sanatı ve diğer kültürel özellikleri hakkında yeterli bilginin mevcut olmadığını ifade ediyor. Kürtlere ısrarlı tarih oluşturma çabaları çok parlak sonuçlar oluşturmamıştır. Çünkü bu konuda araştırma yapanların çabası Kürtlüğü binlerce yıl öncesine götürmek ve Mezopotamya coğrafyasında Kürtlere bir tarih bulmaktır. Halbuki, her etnik kimlik belirli bir dönemin ve belirli şartların oluşturduğu bir olgudur. Tarihin belirli bir döneminde farklı bir çok toplumsal yapı belirli şartlar altında toplumsal harman oluş surecinden geçerek yepyeni bir etnik kimlik oluşturabilir. Tarihte Etiler, M.Ö 200 li yıllarda, Hunlar M.S. 4.5. yüzyılda oluşmuş etnik kimliklerdir. Bugün bunlar toplumsal olarak tarihe mal olmuşlardır. Silinmiş gitmişlerdir. Kürtlere ilgi, Ruslar’dan sonra tarihi olarak Batılı büyük güçler tarafından olmuştur. Geleceğe yönelik planlarında tesadüflere yer bırakmak istemeyen Batılılar hazırlık olmayı kendilerine ilke edinmişlerdir. Onlar işe, dünyann başlıca petrol yatakları olan Orta Doğu’nun etnik haritasını en ince detaylarına kadar araştırmakla başlamışlardır. Türk, Fars, Arap dışında kendi denetimlerine tabi yeni bir toplumsal gücün Orta Doğu’da olması kendileri için gereklidir. Orta Doğu’da oynanacak satrançta böyle bir taş hayati önemde olabilir. İşte bu yeni unsuru keşfetmek için ilk yol ve en masum, barışçı yol “bilim aşkı ile yanıp tutuşan” sosyologları, antropologları yani araştırmacıları bölgeye yığmaktır. Kürt milliyetçileri ise, “mal bulmuş mağribi” misali bu araştırmacıların ardından ütopyalarını oluşturmaya çalışırlar. Sonuçta; bu maksatlı, dışarıdan belli bir amaç için yönlendirilen duygusal çabalar sosyal bilimlerin şaşmaz, taviz vermez nesnel yaklaşım ilkeleri karşısında yenik düşer.. Ortada varsayımları aşmayan birbirleriyle ve zaman zaman kendi ile çelişen çok farklı “tezler” ortaya çıkar. Ve hala Kürtlerin kökeni aydınlatılmadı. Nikitin’in, Bazinin’in, Minorsky’nin, Bruniessen’in v.s. tezlerinin hem Kürtçülüğü savunanlara, hem Türkçülüğü savunanlara, hem Zazalığı savunanlara, hem karşı tezlere referans oluşturmasının sırrı burada aranmalıdır. Bu yoğun çalışmalar, iyi ayıklanmak ve bilimsel nitelik gözeterek yine de önemli veri birikimlerini sağlamayı gerçekleştirmiştir. Doğru sonuç çıkarmak sağlıklı bakış açısına bağlıdır. Kürtler’de, Osmanlı’dan bugüne kalan mirastır.Kürtler’in tarihini bir kısım yazarlar Mezopotamya’da 5.000 yıllık geçmişe götürür. İlk Kürt ya da Kürdistan adının, Mısır Firavunları’nın yazılarında görüldüğü, Zebur’da, Tevrat’ta görüldüğü, Babil’in çamur tabletlerinde okunduğu, Ksenefon’un “Onbinler’in Dönüşü”nde “Karduhi” adına rastlandığı bilinenler arasındadır. Kürtler’in tarihi konusunda 3 görüş vardır. Bunlardan birincisi; Kürtler’in 5 bin yıldır Mezepotamya’da yaşayan bir halk olduğu, atalarının da Medler olduğu savunur. Bu düşünce bazı Batılı Kürdologlar tarafından ve Kürt siyasileri tarafından savunulur. Bu konuda ikinci geniş; Kürt diye bir halk yoktur. Kürtçe diye bir dilde yoktur. Kürtçe’nin varlığına dayanarak Kürtler’in varlığı ispatlanmaya çalışılıyor. Kürtçe diye bir dil yoktur. Kırmanci, Sorani, Gorani gibi bazı kabile dilleri var. Her dil ille de etnik bir kimlik olmadığına göre Kürt diye bir etnik kimlik te yoktur. Ya da dil sayısı kadar etnik kimlik var ise Kürtçe diye bir dil yoktur. Kurmanciye, Goraniceye, Soraniceye, Dimiliceye v.s. ayrı etnik toplum demek gerekir. Bu diller boy, aşiret v.s. dilleridir. Kürtler daha milliyet, millet, ulus v.s. olmuş bir toplum değildir. Millet, milliyet v.s. oluşumu öncesi toplumlardır. Kürtçe denilen dil; Farsça ve Arapça’dan oluşmuş bir lisandır. Kürtler önce Rus daha sonra da Batılı güçlerin manipüle ettikleri bir toplumdur. Alfabesi, sözlüğü, yazım kuralları v.s. bile batılı Kürdoloji Enstitüleri tarafından oluşturulan bir lisandır. Alfabesi, sözlüğü, yazılı edebiyatı, yazılı tarihi olmayan bir dildir. Her şey Batılıların talebine göre oluşturulmaktadır. Bu konuda üçüncü görüş ise; Kürt diye bir toplum yoktur. Batılı araştırmacılar Kürt dedikleri Zağros kavmine ve Mezopotamya ülkesine bağlama saplantısı vardır. Kürtlükle ilgili pek çok veri başka bir coğrafyayı Asya Steplerini göstermektedir. Örneğin; Yenisey Elegeş anıt taşında Alp Urunga “Ben Kürt İlhanıyım” diye dünyaya seslenmektedir. Prf. Dr. Aydın Taneri bu düşünce tarzını yazdığı kitabın başlığına taşımak suretiyle; “Türkistan’lı Bir Türk Boyu Kürtler” demiştir.(1) Bu tartışmalar basınımızda son 100 yıldır yapılıyor. Toplumumuzda önemli tahribatlarda yapmıştır. Bu nedenle çok kan kaybıda olmuştur. Kürtler’in Kürtlüğü-Türklüğü artık geçmişte kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği üyeliği çerçevesinde oluşan konsept sonucu Kürtler’in “Kürt” olduğu devleti temsil eden en yetkili ağızlardan da ifade edilmiştir. Süleyman Demirel Başbakanlığı döneminde Diyarbakır ziyaretinde; “Kürt realitesini tanıyoruz. Kürtler 1. sınıf vatandaştır” derken, Mesut Yılmaz’da başbakanlığı sırasında AB görüşmeleri ardından bir Diyarbakır ziyareti sırasında; “Avrupa Birliği”nin yolu Diyarbakır’dan geçer” diye ifade etmiştir. Kürtçe, AB uyum yasaları Kopenhag kriterleri çerçevesinde “anadilde yayın” kapsamında Kürtçe’nin kırmançi lehçesinde ilk yayınını 9 Haziran 2004 de TRT’de yapmaya başladı. Aynı kapsamda; Çerkesçe, Arapça, Boşnakça ve Zazaca yayında başlamış bulunuyor. KÜRTLER’DE DİN Kürtler’in dini yapısını incelerken 2’ye ayırarak incelemek gerekir. Bunlar; 1) Sûnni (Şafii+Hanefi Kürtler) 2) Alevi Kürtler 3) Hıristiyan Kürtler Sûnni Kürtler’i, Şafi ve Hanefi Mezhebi diye bölmek gerekir. Sûnni Kürtler toplam Kürtler’in %70’ini oluşturuyor. Şafii Kürtler ise Sünni Kürtler’in %80’ini oluşturuyor. Alevi Kürtler denilen Kürtler toplam Kürt nüfusun %30’unu oluşturuyor. Ama bu kesim Kürt olmaktan çok Kürtçe’yi 1. dil ya da 2. dil olarak konuşan kesimdir. Sosyologların ve Alevi toplumunun kanaat önderlerine göre, Kürtçe konuşan Aleviler Osmanlı’da Yavuz S. Selim-Şah İsmail arasında olan Çaldıran Savaşı’ndan sonra can güvenliği nedeni ile Kürt bölgelere 1516 lardan sonra zorunlu göç eden Türkmen Alevilerdir. Süreç içinde önce Kürtçe öğrenilmiştir ardından ise yüzyıllar sonra kürtleşmişlerdir. Aleviliği kabul eden Kürte tarihsel olarak rastlamak olanaksızdır. Kürtleşen toplumsal kesimdir. Bu durumu; P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar” kitabında; “Bugün Kürtleşmiş gruplar arasında önceden bir Türk kimliğine sahip olduğunu hatırlayan veya bir Türk kimliği atfedebilecek olanlarda vardır.” Dedikten sonra, “Ayrıca Kürtler’in Türkleştiği durumlara dair belgelerde mevcuttur.” Diyor. Tunceli ve Erzincan yaylalarında hala kenar-göçer bir aşiret olarak yaşayan Şavak Aşireti için ise; “Tunceli’de yaşayan ve farklı bir kültüre sahip yarı göçebe bir grup olan Şavak bir çeşit Kurmanca konuşur, fakat konuştukları dil Kurmanca konuşan diğer insanlar tarafından anlaşılamaz, lehçeleri çok benzer olanlar bile aynı güçlüğü” yaşarlar.” tesbitini yapmıştır. Alevi Kürtler denilen kesimin son yüzyıldır Şafii Kürtler ile hiçbir toplumsal ilişkisi nerede ise yoktur denilirse abartı sayılmaz. Şafii İslam, İslam dininin en katı yorum tarzıdır. Şafii Kürtler; Ağalık, Şeyhlik sistemenin en katı olarak yaşadığı yörelerdir. Tutucu feodal ilişkiler olan Ağalık-Şeyhlik sistemi ile İslam’ın en katı yorumu olan Şafiilik birleşince daha tutucu bir toplumsal yapı ortaya çıkmıştır. Alevilik ise, İslam’ın en hümanist en liberal en özgürlükçü yorumudur. Bu iki yorumun birbiri ile barışık yaşaması çok zordur. Bu nedenle Aleviler ile Şafiiler’in diyalogu nerede ise hiç yoktur. Evlilikler nerede ise asla olmuyor. Olanlar ise başarısız oluyor. Hanefi Kürtler, Hanefi İslam anlayışından kaynaklanan bir özellik olması nedeni ile Şafiiliğe kıyasla daha liberal bir İslami anlayıştır. Hanefi olan Kürtler’in daha çok Kürtleşen Hanefi Türkmenler olduğu savı var. Toplumsal ilişkiler ve Kültürlerin birbirini etkilemesi sonucu Kürtleşen Türkler’in direk Şafiiliği benimsemeyip Hanefiliği muhafaza ettikleri söz konusu cemaat tarafından savunulmaktadır. KÜRT NÜFUSU Batı ve Türkiye kamuoyunda Kürtler denilince en çok nüfus sayıları merak ve tartışma konusudur. Türkiye’deki diğer azınlık nüfusların yaptırım gücü zayıfır. Türkiye’de Türkler’den sonra en büyük nüfusu Kürtler oluşturuyor. Kendi aralarında ise Şafii Kürt nüfusun oranı en yüksek orandır. Şafii Kürtler tüm Kürtler’in % 70’ini, Hanefi Kürtler tüm Kürt nüfusun % 10’unu, kendilerine Alevi diyen nüfus %20’sini oluşturur. Hıristiyan yani Yezidi Kürt sayısı orana giremeyecek kadar küçüktür. 1965 Genel Nüfus sayımında Kürt Nüfus; 2.219.502 dir. 1982 de Genel Nüfus sayımına göre; 3.800.000 dir. 1984 de; Genel Nüfus Sayımına göre; 6.200.000 dir. Bugün il ilçe köy düzeyinde HADEP, DEP, DEHAP’ın seçimlerde aldığı oylara göre v.s tahminen, 9-10 milyon arası Kürt nüfus bulunuyor. Bu oranın içinde 1 milyon civarında da Zaza nüfus bulunuyor. İllere göre dağılım ise şöyledir: Şafii Kürtlerin veHanefi Kürtler’in nüfusları; Van, Hakkari, Ağrı, Siirt, Bitlis, Batman, Şırnak, Muş, Diyarbakır, Urfa illerinin nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyor. Bir kısmında bu oran %70-80 civarındadır. Kars, Mardin, Bingöl, Erzurum, Elazıg, Malatya, Adıyaman, Gaziantep, Maraş, Tunceli, Erzincan, Sivas’ta ise seyrek olarak bulunuyor. Tunceli, Erzincan, Sivas’ta Şafii Kürt hiç yoktur. Osmanlı dönemindeki sürgünler nedeni ile; Cihanbeyli, Haymana, Kulu, Tokat gibi ilçelerde de vardır. Son yıllarda ki göçler nedeni ile ise; Ankara, İstanbul, İzmir başta olmak üzere, Bursa, Adana, Antalya ve Mersin’de çok önemli bir Kürt nüfus bulunmaktadır. Bu iller dışında seyrekte olsa bazı illerde de vardır. Alevi olup Kürtçe ya da Zazaca konuşan nüfus ise; Tunceli, Erzincan, Sivas, Elazığ, Malatya, Antep, Maraş, Bingöl il merkezlerinde ve Elbistan, Pazarcık, Kürecik, Akçadağ, Sarız,Çayırlı, Tercan gibi ilçelerde bulunuyor. Kürtçe konuşan ya da Zazaca konuşan Alevi sayısı ise yaklaşık 1 milyon civarındadır. Güneydoğu illerinden Batı illerine İstanbul, Ankara, İzmir hatta Antalya, Adana, Mersin gibi illere gelen Kürt nüfus kısa zaman sonra bölgede yapılan seçimlerde gösterdiği siyasal davranışı göstermiyor. Bölgede “Kürtçü” bilinen partiye oy verdiği halde Batıdaki kentlere göçtükten sonra aynı davranış görülmüyor. Oylar başka partilere gidiyor. Kürtler’de grup kimliğini oluşturan ortak koşul etnik kimlikten ziyade dinsel hatta mezhepsel kimliktir. Etnik kimlik ikinci planda kalır.Örneğin; seçimlerde geleneksel Şafii Kürt seçmen, önce dinimin partisi diye ifade ettiği Refah-AKP çizgisi, sonra milliyetimin partisi diye ifade ettiği etnik kimliğe öncelik vermektedir. Kürt bölgesinde feodalizm ağırlıklı olarak kendini toplumsal hayatta hissettirmektedir. Bölgede merkezi otoriteden çok mahalli otorite olarak ağanın otoritesi hakim olan otoritedir. Mahalli otorite olarak “Ağalık Sistemini” karşısına alan merkezi otorite temsilcisinin adeta yönetim şansı yoktur. Tüm bölgedeki düzenleme adeta bölgedeki bu “denge” üstüne oluşturulur. Osmanlı döneminde bu durum “ağalık-şeyhlik” lehine daha hakimdi. Cumhuriyetle birlikte kısmen bu otorite sarsıldı. Osmanlı’da tüm mülk Allah adına padişahındı. Özel mülkiyet yoktu. Ama bu kural Güneydoğu bölgesi için bir istisna teşkil ediyordu. Bu bölgede Aşiret reisi olan ağalara, şeyhlere gerektiği zaman Osmanlı sarayı toprakları babadan oğula miras yolu ile geçmekte dahil verliyordu. Bu bölgede tımar sistemi uygulanmıyordu. Osmanlı sarayı Kürt feodallerine adeta rüşvet dağıtıyordu. Kürt feodalleride bölgede Osmanlı’nın adeta ileri karakolu idiler. Kürt feodalleri Osmanlı’dan elde ettiği bu ayrıcalıklar nedeni ile Cumhuriyet’i benimsemedi. Cumhuriyete karşı Osmanlı’nın yanında yer aldı. Osmanlı’da kurulan Hamidiye Alayları kurulacak Kürt devleti için ordu oluşturuyordu. Kürtlere devlet yönetimini öğretiyordu. Bazı Kürt ağalarının çocukları Londra’da okutuluyordu. Kürt Teali Cemiyeti İngilizler’in desteklediği örgütlediği işbirlikçi bir örgüt idi. Kürt feodalleri ile laiklikten demokrasiden, insan haklarından, kadın-erkek eşitliğinden ve kanun önünde eşitlikten yana olan Cumhuriyet yönetimi arasında kan uyuşmazlığı vardı. Başta Kürt Teali Cemiyeti kanalı ile hilafeti saltanatı, şeriatı savunan Kürtler, Cumhuriyet kurulunca da yaptıkları isyanlarla Cumhuriyet karşıtlıklarını sık sık gösterdiler. Cumhuriyet yönetimine karşı, 1925’de Şeyh Sait önderliğinde Bingöl’de ardından Raçkotan ve Raman’da, Sason’da, Ağrı’da, Mutki’de, Bicar’da ayaklandılar. Asi Resul, Tendürik, Savar, Zeylan, Oramar ayaklanmalarıda bu ayaklanmaları izledi. Yaklaşık 20 ayrı ayaklanma ile Kürt feodalleri emperyalizme, işbirlikçilerine ve Osmanlı sarayı artıklarına karşı mücadele eden Kuvay-i Milliye ordusuna karşı ayaklandılar. Cumhuriyet’e karşı gerçekleşen bu ayaklanmaları o günkü dünya siyaset tablosundan ayrı düşünmemek gerekir. Sadece Şeyh Sait isyan Türkiye’ye Musul-Kerkük Petrollerini kaybettirmiştir. Bu ayaklanmalar hala paylaşılamayan Orta-Doğu petrol yataklarının hakimiyetini elde etme yarışından başka birşey değildir. Bugünden düne bakıldığında aradan geçen 80 yıldan sonra yine başa dönülmüş bulunuluyor. Değişen sadece hakimiyet mücadelesi veren güçler dengesi oluyor. Osmanlı döneminde Kürtler Türkler’den daha imtiyazlı bir toplumsal kesimdi. Türkler “edraki bi idrak” iken Kürt feodallerinin tapu hakkı vardı. Türk bölgelerinde mülk Allahın ama Kürt ağalarının hakimiyetinin olduğu yerlerde mülk ağanındır. Cumhuriyet yönetimine karşı Kürt feodallerinin en büyük tepkisi kanun önünde eşitliği kabul etmemeleridir. Onlar Osmanlı’daki imtiyazlarının devamını istiyorlardı. Bu nedenle “Toprak Reformu”na, Doğu’ya kadın-erkek eşitliğinin, eğitimin, yolun, suyun, okulun, seçme ve seçilme hakkının özgürce kullanılmasına hep karşı oldular. Cumhuriyet vatandaşlarına kanun önünde eşit olma ilkesini getirdi ve uyguladı. Kamuoyunun bildiği gibi 1. TBMM’nin üçte biri Kürt milletvekillerinden oluştu. Bu oran adeta gelenekselleşti. Bugünkü TBMM’nin de üçte biri Kürt kökenli milletvekillerinden oluşmuş bulunuyor. Şimdiye kadar kurulan 50’yi aşkın TBMM hükümetinde yüzlerce Kürt kökenli milletvekili bakan olmuştur. Şu andaki Başbakan baş danışmanı Cüneyt Zapsu 1925 deki isyanın elebaşısı Şeyh Sait’in torunudur. İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ve 10’a yakın bakan Kürt kökenlidir. Atatürk’ten sonraki Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Malatya’lı olup Kürt kökenlidir. Başbakan ve Cumhurbaşkanı olan Özal Malatyalı ve Bülent Ecevit Kürt kökenlidir. Türkiye’de önemli bir sermayedar kesim Kürt kökenlidir. Halis Toprak, Ağa Ceylan, Tatlıcılar v.s. bunlardan sadece bir kaçıdır. DEP’li Ahmet Türk Güneydoğu’da Mardin’de “Kanco Kale” denilen malikanesinde 5 bin özel koruması ile korunan şatosunda yaşıyor. DYP eski milletvekili Sedat Bucak ve aşiretinin 15 000 silahlı adamı bulunuyor. Tüm bunlara karşın Kürt eksenli siyaset ile seçimlere katılan HADEP, DEP, DEHAP adları %10 Kürt nüfusun ancak %4’ünü alabilmektedir. Özellikle kentlere göçen Kürtler, Kürt eksenli siyaset yapan partiye oy vermede ekonomik davranıyorlar. Alınan oy; genel seçimlerde 1,5 milyon yani, %4’ü %5’i geçmiyor. Bu sonuçlarda bu tür siyasallaşmaya halkın ilgisinin ölçüsü sayılabilir. Toplam Kürt Nüfus 10 Milyon ise bu oran yaklaşık % 10’u sayılır. Yani Kürtlerin yüzde 90'ı Kürtleri desteklemiyor. Uzun yıllardır her uluslararası toplantıda Türkiye’den Kürtlerle ilgili olarak; Kürtçe yayın ve Kürtçe anadili öğrenebilmesi için öğrenme hakkı isteniyordu. Mayıs 2004 de devlet televizyonu ve radyosu ile yayın başladı. Yaklaşık bir yıldır da Kürtçe kursları açıldı. Ama ne yazık ki, ne Kürtçe öğretmek için açılan dershaneler yeteri kadar öğrenci bulabildi. Ne de TRT’nin TV ve radyo kanalı ile başlattığı Kürtçe ve Zazaca yayın yeterli ilgiyi topladı. Batman’da bile açılan Kürtçe kursuna 480 kişilik dersaneye 80 kişilik öğrenci kayıt yaptırdı. Dersane öğrecisizlikte kapanmak üzere bulunuyor. Bu durum bu talebin halktan kaynaklanmadığını, halkın somut durumuna hitap etmediğini kabul edene de etmeyene de göstermiş oldu. Demek ki talep önemli ölçüde siyasi bir talepmiş, ya da küçük bir azınlığın talebi olduğunu gösteriyor. İngilizce kursu açılmış olsaydı daha çok talep olacağı tartışmasız bir olgudur. KAYNAKLAR Nitikin, Kürtler 1995 İstanbul Bazinin, Kürt Tarihi 1992 İstanbul Minorsky, Kürtler 1978 İstanbul İ. Beşikçi Bütün Kitapları 1995 Ankara Kemal Burkay, Kürt Tarihi 1996 İstanbul Yalçın Küçük, Kürtler Üstüne Tezler, 1988 Ankara Kürt İsyanları (Genel Kurmay Belgeleri 3 Cilt) 1992 İstanbul P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar M. Bayrak, Kürdoloji Belgeleri, 1997 Ankara M. Bayrak, Alevilik ve Kürtler 1997 Ankara Birikim dergisi S. 71. 72
-
Osmanlı'dan Bu Güne Kürtler Ve Devlet
Değişik Bakış ile Kürtler 20. yüzyılda belkide hiçbir topluluk hakkında Kürtler kadar çok yazı yazılmamıştır. Araştırma yapılmamıştır. Kürtler’in kökenleri, dili, dini, diğer kültürel özellikleri bu denli didik, didik edilmemiştir. Bu yüzyılda Kürtler hakkında binlerce eser yazılmıştır. Son 10 yılda Türkiye’de sadece bu satırların yazarının kütüphanesinde biriken kitap sayısı 1000’i bulmuştur. Yayınlanan dergi sayısının çeşidi onlarca, çıkan sayılar ise yüzlerce olmuştur. Kürtlüğe ilk ilgi Rusya kaynaklıdır. V. Miorsky, B. Nikitin, Jaba gibi Rus kürdologlar konuyu iyi araştırmak için Urumiye ve Erzurum konsolosluklarında bile görevlendirilmişlerdir. Ruslar, 1856 Paris Antlaşması ile sıcak denizlere boğazlar yolu ile inme umudunu kaybedince hemen 1860’da St. Petersburg Üniversitesi’nde bir Kürdoloji bölümü kurmuşlar Jaba, Nikitin, Bazinin ve Minorsk’i Kürtlüğü İncelemek için görevlendirmişlerdir. General Maslofsky Rus projesini şöyle anlatır. “Rusların bu uğurdaki gerçek niyet ve ülküleri Fırat boylarında Rus-Kazakları ile Mujiklerini yerleştirmek, yani buralarda Kırım ülkesi, Kuban boyları ve Karadeniz’in doğusu gibi Ruslaştırarak, İskenderun ile Basra Körfezi’ne çıkmaktı.”(1) B. Nikitin Kürt tarihi ile ilgili olarak; “Tarih ve dilbilim alanında yaptığımız bu gezi henüz bir çok noktayı karanlıkta bırakıyor ve Kürtlerin kökenleri üzerinde ancak bazı varsayımlar öne sürmemize imkan veriyorsa, antropolojide bize bu konuda fazla yardımcı olamayacaktır” diyor: Yani Kürtler’in kökeninin belirsiz olduğu, tartışmalı olduğu vurgununu yapıyor. Nikitin gibi Minorsky’ninde Kürtler hakkında yazdıkları bazı Kürtler tarafından bayrak gibi algılanır. Ama bakın Minorsky; “Kürtlerin menşei meselesinin hallini, Kürt, ananeleri ve İslam kaynakları kolaylaştırmamaktadır.” diyerek Kürtlerin kökeni konusunda çok iddialı konuşmamak gerektiğini yazıyor. “Kürtlerin Kökeni” kitabı ile Kürtler arasında önemli bir ün edinen İhsan Nuri bile kitabında Kürtlerle, Kürtlerin ataları kabul edilen Medler hakkında bir ilişki kurmanın tarihsel zorluklarında bakın nasıl sözediyor: “Bugün Med diye bir aşiret de yoktur. Medistan’ın merkezinde Kürt milletinin ortaya çıkması nasıl olmuştur?” Kemal Burkay’da, tıpkı İhsan Nuri gibi; Araplar’ın fethinden önce Kürt Tarihi, sanatı ve diğer kültürel özellikleri hakkında yeterli bilginin mevcut olmadığını ifade ediyor. Kürtlere ısrarlı tarih oluşturma çabaları çok parlak sonuçlar oluşturmamıştır. Çünkü bu konuda araştırma yapanların çabası Kürtlüğü binlerce yıl öncesine götürmek ve Mezopotamya coğrafyasında Kürtlere bir tarih bulmaktır. Halbuki, her etnik kimlik belirli bir dönemin ve belirli şartların oluşturduğu bir olgudur. Tarihin belirli bir döneminde farklı bir çok toplumsal yapı belirli şartlar altında toplumsal harman oluş surecinden geçerek yepyeni bir etnik kimlik oluşturabilir. Tarihte Etiler, M.Ö 200 li yıllarda, Hunlar M.S. 4.5. yüzyılda oluşmuş etnik kimliklerdir. Bugün bunlar toplumsal olarak tarihe mal olmuşlardır. Silinmiş gitmişlerdir. Kürtlere ilgi, Ruslar’dan sonra tarihi olarak Batılı büyük güçler tarafından olmuştur. Geleceğe yönelik planlarında tesadüflere yer bırakmak istemeyen Batılılar hazırlık olmayı kendilerine ilke edinmişlerdir. Onlar işe, dünyann başlıca petrol yatakları olan Orta Doğu’nun etnik haritasını en ince detaylarına kadar araştırmakla başlamışlardır. Türk, Fars, Arap dışında kendi denetimlerine tabi yeni bir toplumsal gücün Orta Doğu’da olması kendileri için gereklidir. Orta Doğu’da oynanacak satrançta böyle bir taş hayati önemde olabilir. İşte bu yeni unsuru keşfetmek için ilk yol ve en masum, barışçı yol “bilim aşkı ile yanıp tutuşan” sosyologları, antropologları yani araştırmacıları bölgeye yığmaktır. Kürt milliyetçileri ise, “mal bulmuş mağribi” misali bu araştırmacıların ardından ütopyalarını oluşturmaya çalışırlar. Sonuçta; bu maksatlı, dışarıdan belli bir amaç için yönlendirilen duygusal çabalar sosyal bilimlerin şaşmaz, taviz vermez nesnel yaklaşım ilkeleri karşısında yenik düşer.. Ortada varsayımları aşmayan birbirleriyle ve zaman zaman kendi ile çelişen çok farklı “tezler” ortaya çıkar. Ve hala Kürtlerin kökeni aydınlatılmadı. Nikitin’in, Bazinin’in, Minorsky’nin, Bruniessen’in v.s. tezlerinin hem Kürtçülüğü savunanlara, hem Türkçülüğü savunanlara, hem Zazalığı savunanlara, hem karşı tezlere referans oluşturmasının sırrı burada aranmalıdır. Bu yoğun çalışmalar, iyi ayıklanmak ve bilimsel nitelik gözeterek yine de önemli veri birikimlerini sağlamayı gerçekleştirmiştir. Doğru sonuç çıkarmak sağlıklı bakış açısına bağlıdır. Kürtler’de, Osmanlı’dan bugüne kalan mirastır.Kürtler’in tarihini bir kısım yazarlar Mezopotamya’da 5.000 yıllık geçmişe götürür. İlk Kürt ya da Kürdistan adının, Mısır Firavunları’nın yazılarında görüldüğü, Zebur’da, Tevrat’ta görüldüğü, Babil’in çamur tabletlerinde okunduğu, Ksenefon’un “Onbinler’in Dönüşü”nde “Karduhi” adına rastlandığı bilinenler arasındadır. Kürtler’in tarihi konusunda 3 görüş vardır. Bunlardan birincisi; Kürtler’in 5 bin yıldır Mezepotamya’da yaşayan bir halk olduğu, atalarının da Medler olduğu savunur. Bu düşünce bazı Batılı Kürdologlar tarafından ve Kürt siyasileri tarafından savunulur. Bu konuda ikinci geniş; Kürt diye bir halk yoktur. Kürtçe diye bir dilde yoktur. Kürtçe’nin varlığına dayanarak Kürtler’in varlığı ispatlanmaya çalışılıyor. Kürtçe diye bir dil yoktur. Kırmanci, Sorani, Gorani gibi bazı kabile dilleri var. Her dil ille de etnik bir kimlik olmadığına göre Kürt diye bir etnik kimlik te yoktur. Ya da dil sayısı kadar etnik kimlik var ise Kürtçe diye bir dil yoktur. Kurmanciye, Goraniceye, Soraniceye, Dimiliceye v.s. ayrı etnik toplum demek gerekir. Bu diller boy, aşiret v.s. dilleridir. Kürtler daha milliyet, millet, ulus v.s. olmuş bir toplum değildir. Millet, milliyet v.s. oluşumu öncesi toplumlardır. Kürtçe denilen dil; Farsça ve Arapça’dan oluşmuş bir lisandır. Kürtler önce Rus daha sonra da Batılı güçlerin manipüle ettikleri bir toplumdur. Alfabesi, sözlüğü, yazım kuralları v.s. bile batılı Kürdoloji Enstitüleri tarafından oluşturulan bir lisandır. Alfabesi, sözlüğü, yazılı edebiyatı, yazılı tarihi olmayan bir dildir. Her şey Batılıların talebine göre oluşturulmaktadır. Bu konuda üçüncü görüş ise; Kürt diye bir toplum yoktur. Batılı araştırmacılar Kürt dedikleri Zağros kavmine ve Mezopotamya ülkesine bağlama saplantısı vardır. Kürtlükle ilgili pek çok veri başka bir coğrafyayı Asya Steplerini göstermektedir. Örneğin; Yenisey Elegeş anıt taşında Alp Urunga “Ben Kürt İlhanıyım” diye dünyaya seslenmektedir. Prf. Dr. Aydın Taneri bu düşünce tarzını yazdığı kitabın başlığına taşımak suretiyle; “Türkistan’lı Bir Türk Boyu Kürtler” demiştir.(1) Bu tartışmalar basınımızda son 100 yıldır yapılıyor. Toplumumuzda önemli tahribatlarda yapmıştır. Bu nedenle çok kan kaybıda olmuştur. Kürtler’in Kürtlüğü-Türklüğü artık geçmişte kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği üyeliği çerçevesinde oluşan konsept sonucu Kürtler’in “Kürt” olduğu devleti temsil eden en yetkili ağızlardan da ifade edilmiştir. Süleyman Demirel Başbakanlığı döneminde Diyarbakır ziyaretinde; “Kürt realitesini tanıyoruz. Kürtler 1. sınıf vatandaştır” derken, Mesut Yılmaz’da başbakanlığı sırasında AB görüşmeleri ardından bir Diyarbakır ziyareti sırasında; “Avrupa Birliği”nin yolu Diyarbakır’dan geçer” diye ifade etmiştir. Kürtçe, AB uyum yasaları Kopenhag kriterleri çerçevesinde “anadilde yayın” kapsamında Kürtçe’nin kırmançi lehçesinde ilk yayınını 9 Haziran 2004 de TRT’de yapmaya başladı. Aynı kapsamda; Çerkesçe, Arapça, Boşnakça ve Zazaca yayında başlamış bulunuyor. KÜRTLER’DE DİN Kürtler’in dini yapısını incelerken 2’ye ayırarak incelemek gerekir. Bunlar; 1) Sûnni (Şafii+Hanefi Kürtler) 2) Alevi Kürtler 3) Hıristiyan Kürtler Sûnni Kürtler’i, Şafi ve Hanefi Mezhebi diye bölmek gerekir. Sûnni Kürtler toplam Kürtler’in %70’ini oluşturuyor. Şafii Kürtler ise Sünni Kürtler’in %80’ini oluşturuyor. Alevi Kürtler denilen Kürtler toplam Kürt nüfusun %30’unu oluşturuyor. Ama bu kesim Kürt olmaktan çok Kürtçe’yi 1. dil ya da 2. dil olarak konuşan kesimdir. Sosyologların ve Alevi toplumunun kanaat önderlerine göre, Kürtçe konuşan Aleviler Osmanlı’da Yavuz S. Selim-Şah İsmail arasında olan Çaldıran Savaşı’ndan sonra can güvenliği nedeni ile Kürt bölgelere 1516 lardan sonra zorunlu göç eden Türkmen Alevilerdir. Süreç içinde önce Kürtçe öğrenilmiştir ardından ise yüzyıllar sonra kürtleşmişlerdir. Aleviliği kabul eden Kürte tarihsel olarak rastlamak olanaksızdır. Kürtleşen toplumsal kesimdir. Bu durumu; P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar” kitabında; “Bugün Kürtleşmiş gruplar arasında önceden bir Türk kimliğine sahip olduğunu hatırlayan veya bir Türk kimliği atfedebilecek olanlarda vardır.” Dedikten sonra, “Ayrıca Kürtler’in Türkleştiği durumlara dair belgelerde mevcuttur.” Diyor. Tunceli ve Erzincan yaylalarında hala kenar-göçer bir aşiret olarak yaşayan Şavak Aşireti için ise; “Tunceli’de yaşayan ve farklı bir kültüre sahip yarı göçebe bir grup olan Şavak bir çeşit Kurmanca konuşur, fakat konuştukları dil Kurmanca konuşan diğer insanlar tarafından anlaşılamaz, lehçeleri çok benzer olanlar bile aynı güçlüğü” yaşarlar.” tesbitini yapmıştır. Alevi Kürtler denilen kesimin son yüzyıldır Şafii Kürtler ile hiçbir toplumsal ilişkisi nerede ise yoktur denilirse abartı sayılmaz. Şafii İslam, İslam dininin en katı yorum tarzıdır. Şafii Kürtler; Ağalık, Şeyhlik sistemenin en katı olarak yaşadığı yörelerdir. Tutucu feodal ilişkiler olan Ağalık-Şeyhlik sistemi ile İslam’ın en katı yorumu olan Şafiilik birleşince daha tutucu bir toplumsal yapı ortaya çıkmıştır. Alevilik ise, İslam’ın en hümanist en liberal en özgürlükçü yorumudur. Bu iki yorumun birbiri ile barışık yaşaması çok zordur. Bu nedenle Aleviler ile Şafiiler’in diyalogu nerede ise hiç yoktur. Evlilikler nerede ise asla olmuyor. Olanlar ise başarısız oluyor. Hanefi Kürtler, Hanefi İslam anlayışından kaynaklanan bir özellik olması nedeni ile Şafiiliğe kıyasla daha liberal bir İslami anlayıştır. Hanefi olan Kürtler’in daha çok Kürtleşen Hanefi Türkmenler olduğu savı var. Toplumsal ilişkiler ve Kültürlerin birbirini etkilemesi sonucu Kürtleşen Türkler’in direk Şafiiliği benimsemeyip Hanefiliği muhafaza ettikleri söz konusu cemaat tarafından savunulmaktadır. KÜRT NÜFUSU Batı ve Türkiye kamuoyunda Kürtler denilince en çok nüfus sayıları merak ve tartışma konusudur. Türkiye’deki diğer azınlık nüfusların yaptırım gücü zayıfır. Türkiye’de Türkler’den sonra en büyük nüfusu Kürtler oluşturuyor. Kendi aralarında ise Şafii Kürt nüfusun oranı en yüksek orandır. Şafii Kürtler tüm Kürtler’in % 70’ini, Hanefi Kürtler tüm Kürt nüfusun % 10’unu, kendilerine Alevi diyen nüfus %20’sini oluşturur. Hıristiyan yani Yezidi Kürt sayısı orana giremeyecek kadar küçüktür. 1965 Genel Nüfus sayımında Kürt Nüfus; 2.219.502 dir. 1982 de Genel Nüfus sayımına göre; 3.800.000 dir. 1984 de; Genel Nüfus Sayımına göre; 6.200.000 dir. Bugün il ilçe köy düzeyinde HADEP, DEP, DEHAP’ın seçimlerde aldığı oylara göre v.s tahminen, 9-10 milyon arası Kürt nüfus bulunuyor. Bu oranın içinde 1 milyon civarında da Zaza nüfus bulunuyor. İllere göre dağılım ise şöyledir: Şafii Kürtlerin veHanefi Kürtler’in nüfusları; Van, Hakkari, Ağrı, Siirt, Bitlis, Batman, Şırnak, Muş, Diyarbakır, Urfa illerinin nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyor. Bir kısmında bu oran %70-80 civarındadır. Kars, Mardin, Bingöl, Erzurum, Elazıg, Malatya, Adıyaman, Gaziantep, Maraş, Tunceli, Erzincan, Sivas’ta ise seyrek olarak bulunuyor. Tunceli, Erzincan, Sivas’ta Şafii Kürt hiç yoktur. Osmanlı dönemindeki sürgünler nedeni ile; Cihanbeyli, Haymana, Kulu, Tokat gibi ilçelerde de vardır. Son yıllarda ki göçler nedeni ile ise; Ankara, İstanbul, İzmir başta olmak üzere, Bursa, Adana, Antalya ve Mersin’de çok önemli bir Kürt nüfus bulunmaktadır. Bu iller dışında seyrekte olsa bazı illerde de vardır. Alevi olup Kürtçe ya da Zazaca konuşan nüfus ise; Tunceli, Erzincan, Sivas, Elazığ, Malatya, Antep, Maraş, Bingöl il merkezlerinde ve Elbistan, Pazarcık, Kürecik, Akçadağ, Sarız,Çayırlı, Tercan gibi ilçelerde bulunuyor. Kürtçe konuşan ya da Zazaca konuşan Alevi sayısı ise yaklaşık 1 milyon civarındadır. Güneydoğu illerinden Batı illerine İstanbul, Ankara, İzmir hatta Antalya, Adana, Mersin gibi illere gelen Kürt nüfus kısa zaman sonra bölgede yapılan seçimlerde gösterdiği siyasal davranışı göstermiyor. Bölgede “Kürtçü” bilinen partiye oy verdiği halde Batıdaki kentlere göçtükten sonra aynı davranış görülmüyor. Oylar başka partilere gidiyor. Kürtler’de grup kimliğini oluşturan ortak koşul etnik kimlikten ziyade dinsel hatta mezhepsel kimliktir. Etnik kimlik ikinci planda kalır.Örneğin; seçimlerde geleneksel Şafii Kürt seçmen, önce dinimin partisi diye ifade ettiği Refah-AKP çizgisi, sonra milliyetimin partisi diye ifade ettiği etnik kimliğe öncelik vermektedir. Kürt bölgesinde feodalizm ağırlıklı olarak kendini toplumsal hayatta hissettirmektedir. Bölgede merkezi otoriteden çok mahalli otorite olarak ağanın otoritesi hakim olan otoritedir. Mahalli otorite olarak “Ağalık Sistemini” karşısına alan merkezi otorite temsilcisinin adeta yönetim şansı yoktur. Tüm bölgedeki düzenleme adeta bölgedeki bu “denge” üstüne oluşturulur. Osmanlı döneminde bu durum “ağalık-şeyhlik” lehine daha hakimdi. Cumhuriyetle birlikte kısmen bu otorite sarsıldı. Osmanlı’da tüm mülk Allah adına padişahındı. Özel mülkiyet yoktu. Ama bu kural Güneydoğu bölgesi için bir istisna teşkil ediyordu. Bu bölgede Aşiret reisi olan ağalara, şeyhlere gerektiği zaman Osmanlı sarayı toprakları babadan oğula miras yolu ile geçmekte dahil verliyordu. Bu bölgede tımar sistemi uygulanmıyordu. Osmanlı sarayı Kürt feodallerine adeta rüşvet dağıtıyordu. Kürt feodalleride bölgede Osmanlı’nın adeta ileri karakolu idiler. Kürt feodalleri Osmanlı’dan elde ettiği bu ayrıcalıklar nedeni ile Cumhuriyet’i benimsemedi. Cumhuriyete karşı Osmanlı’nın yanında yer aldı. Osmanlı’da kurulan Hamidiye Alayları kurulacak Kürt devleti için ordu oluşturuyordu. Kürtlere devlet yönetimini öğretiyordu. Bazı Kürt ağalarının çocukları Londra’da okutuluyordu. Kürt Teali Cemiyeti İngilizler’in desteklediği örgütlediği işbirlikçi bir örgüt idi. Kürt feodalleri ile laiklikten demokrasiden, insan haklarından, kadın-erkek eşitliğinden ve kanun önünde eşitlikten yana olan Cumhuriyet yönetimi arasında kan uyuşmazlığı vardı. Başta Kürt Teali Cemiyeti kanalı ile hilafeti saltanatı, şeriatı savunan Kürtler, Cumhuriyet kurulunca da yaptıkları isyanlarla Cumhuriyet karşıtlıklarını sık sık gösterdiler. Cumhuriyet yönetimine karşı, 1925’de Şeyh Sait önderliğinde Bingöl’de ardından Raçkotan ve Raman’da, Sason’da, Ağrı’da, Mutki’de, Bicar’da ayaklandılar. Asi Resul, Tendürik, Savar, Zeylan, Oramar ayaklanmalarıda bu ayaklanmaları izledi. Yaklaşık 20 ayrı ayaklanma ile Kürt feodalleri emperyalizme, işbirlikçilerine ve Osmanlı sarayı artıklarına karşı mücadele eden Kuvay-i Milliye ordusuna karşı ayaklandılar. Cumhuriyet’e karşı gerçekleşen bu ayaklanmaları o günkü dünya siyaset tablosundan ayrı düşünmemek gerekir. Sadece Şeyh Sait isyan Türkiye’ye Musul-Kerkük Petrollerini kaybettirmiştir. Bu ayaklanmalar hala paylaşılamayan Orta-Doğu petrol yataklarının hakimiyetini elde etme yarışından başka birşey değildir. Bugünden düne bakıldığında aradan geçen 80 yıldan sonra yine başa dönülmüş bulunuluyor. Değişen sadece hakimiyet mücadelesi veren güçler dengesi oluyor. Osmanlı döneminde Kürtler Türkler’den daha imtiyazlı bir toplumsal kesimdi. Türkler “edraki bi idrak” iken Kürt feodallerinin tapu hakkı vardı. Türk bölgelerinde mülk Allahın ama Kürt ağalarının hakimiyetinin olduğu yerlerde mülk ağanındır. Cumhuriyet yönetimine karşı Kürt feodallerinin en büyük tepkisi kanun önünde eşitliği kabul etmemeleridir. Onlar Osmanlı’daki imtiyazlarının devamını istiyorlardı. Bu nedenle “Toprak Reformu”na, Doğu’ya kadın-erkek eşitliğinin, eğitimin, yolun, suyun, okulun, seçme ve seçilme hakkının özgürce kullanılmasına hep karşı oldular. Cumhuriyet vatandaşlarına kanun önünde eşit olma ilkesini getirdi ve uyguladı. Kamuoyunun bildiği gibi 1. TBMM’nin üçte biri Kürt milletvekillerinden oluştu. Bu oran adeta gelenekselleşti. Bugünkü TBMM’nin de üçte biri Kürt kökenli milletvekillerinden oluşmuş bulunuyor. Şimdiye kadar kurulan 50’yi aşkın TBMM hükümetinde yüzlerce Kürt kökenli milletvekili bakan olmuştur. Şu andaki Başbakan baş danışmanı Cüneyt Zapsu 1925 deki isyanın elebaşısı Şeyh Sait’in torunudur. İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ve 10’a yakın bakan Kürt kökenlidir. Atatürk’ten sonraki Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Malatya’lı olup Kürt kökenlidir. Başbakan ve Cumhurbaşkanı olan Özal Malatyalı ve Bülent Ecevit Kürt kökenlidir. Türkiye’de önemli bir sermayedar kesim Kürt kökenlidir. Halis Toprak, Ağa Ceylan, Tatlıcılar v.s. bunlardan sadece bir kaçıdır. DEP’li Ahmet Türk Güneydoğu’da Mardin’de “Kanco Kale” denilen malikanesinde 5 bin özel koruması ile korunan şatosunda yaşıyor. DYP eski milletvekili Sedat Bucak ve aşiretinin 15 000 silahlı adamı bulunuyor. Tüm bunlara karşın Kürt eksenli siyaset ile seçimlere katılan HADEP, DEP, DEHAP adları %10 Kürt nüfusun ancak %4’ünü alabilmektedir. Özellikle kentlere göçen Kürtler, Kürt eksenli siyaset yapan partiye oy vermede ekonomik davranıyorlar. Alınan oy; genel seçimlerde 1,5 milyon yani, %4’ü %5’i geçmiyor. Bu sonuçlarda bu tür siyasallaşmaya halkın ilgisinin ölçüsü sayılabilir. Toplam Kürt Nüfus 10 Milyon ise bu oran yaklaşık % 10’u sayılır. Yani Kürtlerin yüzde 90'ı Kürtleri desteklemiyor. Uzun yıllardır her uluslararası toplantıda Türkiye’den Kürtlerle ilgili olarak; Kürtçe yayın ve Kürtçe anadili öğrenebilmesi için öğrenme hakkı isteniyordu. Mayıs 2004 de devlet televizyonu ve radyosu ile yayın başladı. Yaklaşık bir yıldır da Kürtçe kursları açıldı. Ama ne yazık ki, ne Kürtçe öğretmek için açılan dershaneler yeteri kadar öğrenci bulabildi. Ne de TRT’nin TV ve radyo kanalı ile başlattığı Kürtçe ve Zazaca yayın yeterli ilgiyi topladı. Batman’da bile açılan Kürtçe kursuna 480 kişilik dersaneye 80 kişilik öğrenci kayıt yaptırdı. Dersane öğrecisizlikte kapanmak üzere bulunuyor. Bu durum bu talebin halktan kaynaklanmadığını, halkın somut durumuna hitap etmediğini kabul edene de etmeyene de göstermiş oldu. Demek ki talep önemli ölçüde siyasi bir talepmiş, ya da küçük bir azınlığın talebi olduğunu gösteriyor. İngilizce kursu açılmış olsaydı daha çok talep olacağı tartışmasız bir olgudur. KAYNAKLAR Nitikin, Kürtler 1995 İstanbul Bazinin, Kürt Tarihi 1992 İstanbul Minorsky, Kürtler 1978 İstanbul İ. Beşikçi Bütün Kitapları 1995 Ankara Kemal Burkay, Kürt Tarihi 1996 İstanbul Yalçın Küçük, Kürtler Üstüne Tezler, 1988 Ankara Kürt İsyanları (Genel Kurmay Belgeleri 3 Cilt) 1992 İstanbul P. A. Andrews, Türkiye’de Etnik Gruplar M. Bayrak, Kürdoloji Belgeleri, 1997 Ankara M. Bayrak, Alevilik ve Kürtler 1997 Ankara Birikim dergisi S. 71. 72
-
Osmanlı'dan Bu Güne Kürtler Ve Devlet
CUMHURİYET DEVRİMİ'NDE TOPRAK AĞALIĞI VE KÜRT MESELESİ Kategori : *Ulusal Güvenlik-Strateji Yayınlayan Haberci 2008/3/10 "Hakikaten yedi asırdan beri cihanın muhtelif taraflarına sevk ederek, kanlarını akıtığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna karşılık daima hakaret ve aşağılama ile mukabele ettiğimiz ve bunca fedakarlık ve ihsanlarına karşı nankörlük, küstahlık ve cabbarlıkla uşak menzilesine indirmek istediğimiz bu asli sahibin huzurunda bugün büyük bir hicap ve ihtiramla hakiki vaziyetimizi alalım. (Şiddetli alkışlar.) Gazi Mustafa Kemal Paşa, 1 Mart 1922 GİRİŞ Kürt meselesinin emperyalizm tarafından derinleştirildiği gerçeği, ABD'nin 1991'te Körfez saldırısı ve 2003'te Irak'ı işgaliyle bir kez daha ve kesinlikle kanıtlandı. Çağımızda millî mesele, emperyalizme karşı mücadele meselesidir. Millî mesele, aynı zamanda feodalizmden kurtulma meselesidir. Kralların ve sultanların tahtlarını deviren, derebeylikleri ortadan kaldıran demokratik devrimler, köylüyü toprağa bağımlılıktan kurtardı, millî piyasayı oluşturdu ve milleti yarattı. Millî devletler bu temelde kuruldu. Türkiye, iki yüzyıldır emperyalizme karşı savaşıyor. İstiklâl Savaşımız, bu sürecin dünya ölçeğinde etkileri olan en güçlü atılımıdır. Türkler ve Kürtler, bu savaşta bir millet halinde kaynaşma iradesini ortaya koydular ve Kemalist Devrim'in resmî belgelerinde saptandığı üzere millî devletlerini birlikte kurdular. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu, misakı millî sınırları içinde yaşayan halkın devrimle bir millete dönüşmesi sürecine büyük bir ivme kazandırdı. Türk milletini oluşturan bu sürecin tamamlanması, devrimin Atatürk'ün deyişiyle "arasız devrimler"le sürdürülmesine bağlıydı. Emperyalizme bağımlılığa son veren devrimin, önündeki yeni görev, toplumu Ortaçağ kurum ve ilişkilerinden arındırmaktı. Kemalist Devrim, bu ikinci görevi yerine getirmede de kuşkusuz çok önemli işler başardı. 1922 yılı 30 Ağustos zaferinden sonra İkinci Dünya Savaşı'na uzanan süre devrimin yeni görevlerinin üstesinden gelebilmek açısından çok kısadır. Buna rağmen Sultanlık ve Halifelik yıkılmış ve Ortaçağ ilişkilerine çok ağır darbeler indirilmiştir. İkinci Dünya Savaşı, Türkiye'nin cephesini zorunlu olarak dışa çevirmesini gerektirdi. Savaş bittikten sonra demokratik devrimin yarım kalan görevleri yine Türkiye'nin önündeydi. Ama artık Atatürk yoktu. Yaşanan tecrübe, Büyük Önder'den sonra devrimci iradenin zaafa uğradığını gösterdi. Bu koşullarda Türkiye, ABD'nin denetimi altına girdi. İnönü yönetiminin genç bakanlarından Nihat Erim, "Küçük Amerika" hedefini açıklıyordu. Bu, devrimin sona erdiğinin ve emperyalizme bağımlılaşma sürecinin başladığının resmen ilanıydı. 1950'de iktidara gelen DP yöneticileri, "Küçük Amerika olacağız" programına sahip çıktılar ve bu yolda Türkiye'nin geleceğini belirleyen önemli adımlar attılar. Atlantik sistemi içindeki Türkiye, bu temelde oluştu. Yalnız iktidar partisi olan DP değil, muhalefetteki CHP de, kendisini Atlantik sistemi temelinde tanımladı. İktidarı ve muhalefetiyle yeni sistem kurulmuştu. 27 Mayıs 1960 İhtilali, bir yönüyle yeni sisteme itirazdı, Atatürkçüydü; devrimciydi. Ama önderlik yeterince berrak ve yeterince tutarlı bir programdan yoksundu; Batı sisteminden bağımsızlığı öngören bir çözüme kararlı olarak yönelemedi. 1961 Anayasası, Cumhuriyet'in Atatürk zamanında tanımlanmış niteliklerini değiştirdi. 1937'de Anayasa'nın 2. maddesine konan "Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve Devrimcilik" Anayasadan çıkarıldı ve devlet Atlantik sistemine göre, "Demokratik, laik, sosyal hukuk devleti" diye tanımlandı. 1945'ten sonra fiilen uygulanan Atlantik sisteminin programı, 1960'tan sonra Anayasa'ya da yazılmış oldu. Böylece Türk Devrimi'nin temelini oluşturan program, siyasal seçeneklerden biri haline getirildi. Asıl seçenek, emperyalizm güdümlü liberalizm oldu. Bu programla ve Atlantik sistemine bağlı iktidarlarla toprak reformu yapılamazdı ve yapılamadı. Bu koşullarda 1961 Anayasası'nın toprak reformu emri kağıtta kaldı. Kürt meselesi tartışılırken, özellikle bazı Milliyetçi ve Atatürkçü çevreler, bu meselenin "Kürt meselesi" diye anılmasına itiraz ederler ve meselenin feodalizmden kurtulmak olduğunu vurgularlar. Bu kabul, meselenin Kemalist Devrim'le kökten çözülemediğinin saptanmasını da içerir. İşte bu yazının konusu budur. Devrimin yarım kalması, emperyalizme Kürt meselesini kullanma fırsatı vermiş ve mesele Türkiye'nin önüne bütün ağırlığıyla yığılmıştır. Tarihte çok örnek vardır: Zamanı gelen sorunların üzerine yürünemezse, o üzerine gidilmeyen sorun, daha da büyür, başka sorunlar da yaratır, bir dağ gibi toplumsal sürecin karşısına dikilir. Kemalist Devrim'in önderleri, Doğu ve Güneydoğu'da toprak meselesi çözülmezse, Cumhuriyet'in yıkımının gündeme geleceğini çok açık ve kesin ifadelerle saptamışlardı. Atatürk'ün, İnönü ve Celal Bayar'ların, Yusuf Akçura'ların, Mahmut Esat Bozkurt'ların, Naşit Hakkı Uluğ'ların korktuğu oldu. Cumhuriyet yönetimi, şu veya bu nedenle toprak meselesini köklü olarak çözemedi. Dahası, 1930'larda bunu başarmamanın getireceği yıkıcı sonuçları ateşli dillerle ortaya koyanlar, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra devrimin bu görevini savsakladılar ve hatta bazıları karşısına dikildiler. Böylece toprak ağalığı, şeyhlik ve aşiret reisliği, güneydoğuda Kürt meselesini büyüttü; bölücü kalkışmalar için elverişli bir zemin hazırladı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra iktidarın adım adım emperyalizm ile feodalizm ittifakına teslim edilmesi, en sonunda bağımsızlığımızı bütünüyle yitirme, Ortaçağa dönme ve bölünme tehdidiyle karşı karşıya gelmemize neden oldu. Toprak ağalığını tasfiye edemeyen Cumhuriyet, zamanla emperyalizm ve toprak ağaları tarafından fethedildi. Büyük Ortadoğu Projesi, ABD'nin projesidir. Ancak Türkiye'nin bu emperyalist plan karşısında önemli zaaflar içine düşürülmesinin iç cephedeki sorumluları, 1945'lerden Tayyip Erdoğan'lara uzanan iktidar sahipleridir. Burada 1945-1970 dönemi Kemalist Devrim mevzilerinin yine de diri olduğu dönemdir. 12 Mart 1971 darbesinden 24 Ocak-12 Eylül 1980'e uzanan dönem Kemalist Devrim'in kazanımlarının sarsıldığı, ancak yine de yaşadığı dönemdir. Ne var ki 24 Ocak 1980 kararlarıyla Türkiye dünya ekonomisiyle bütünleşme sürecine sokulmuş, arkasından 12 Eylül 1980 darbesiyle bu sürecin sopayla uygulanmasına geçilmiş ve hele 1990'da Sovyetler Birliği'nin dağımlmasıyla ABD küreselleşme saldırısını başlatmış ve bu sürecin sonunda Kemalist Devrim'e 22 Temmuz 2008 Turuncu Karşıdevrimiyle son darbe indirilmiştir. Cumhuriyet kurumlarının yıkılması süreci böylece Türk Silahlı Kuvvetleri dışında tamamlanmış ve ABD gürdümlü mafya-tarikat rejimi kurulmuştur. Böylece Kürt meselesi açısından da emperyalizmin amaçladığı çözüme gelinmiştir. Türkiye'nin bölünmesi, hem içerde BOP görevlilerinin iktidar mevzilerinden ve hem de PKK'nın yönettiği Güneydoğu belediyeleri aracılığıyla yürütülmektedir. Dışardan ise, ABD emperyalizmi ve İsrail, Irak'ın kuzeyinde kurdukları kukla devlet üzerinden Türkiye'nin bölünmesi harekâtını yürütmektedirler. Bu yazı, yaşanan sürecin Ortaçağ kurum ve ilişkileri ile bağlantılarını ele alacaktır. Toprak ağalığının tasfiye edilemeyişi, Kürt meselesinin ve bölücülüğün büyümesinde ve Cumhuriyetin yıkımında hangi rolleri oynadı? Feodalizmin kökünü kurutamayan Cumhuriyet, bugün hangi tehditlerle yüz yüze gelmiştir ve hangi bedelleri ödemektedir? Feodalizmin köklü tasfiyesi görevini yerine getiren Çin Devrimi, bugün dünyanın en hızlı ekonomik ve toplumsal gelişme örneğini ortaya koyarken, Türkiye niçin devrimini yitirmiş ve bir yıkımla karşılaşmıştır? Türkiye bu yıkımdan nasıl çıkcaktır? I TOPRAK AĞALIĞININ YASADIŞI TEMELİ Ülkemizde toprak ağalığı sınıfı, Mirî arazi sisteminin 19. yüzyılda çözülmesiyle oluşmuştur. Osmanlı tarihçileri, Mirî toprak düzeninden özel mülkiyete geçiş süreci içinde, eşrafın ve nüfuzlu kişilerin, geniş toprakları nasıl zorbalıkla ve yasadışı yollardan ele geçirdiklerini belirtirler. Bilindiği gibi Osmanlı devletinde toprak mülkiyeti padişaha aitti. Ancak toprağın tasarrufu, timar, has ve zeamet yoluyla beylere veriliyordu. Tanzimat Devri'nde köy topraklarında Mirî toprak düzeninden kişi mülkiyetindeki toprak düzenine geçildi. Bu süreçte nüfuzlu kişiler, Ayan artığı eşraf, geniş toprakları türlü yollardan kendi üzerlerine tapuya geçirdiler. Böylece toprak ağalığı ortaya çıktı ve hızla gelişti. Osmanlıların dirlik esasına dayanan toprak düzeni bozulduktan sonra; toprakları önce hizmet ya da kira karşılığı ellerinde tutanlar, daha sonra bu toprakların mülkiyetine sahip olmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu'nda toprakların yasal olmayan yollardan ele geçirilmesine ilişkin yollar ve örnekler, 1945 yılındaki "Çiftçiyi Topraklandırma Yasası" tartışmalarında uzun uzun anlatılmıştır. Bu konuda TBMM Tutanakları'nda geniş malzeme bulunmaktadır. Toprak ağaları, Birinci Dünya Savaşı ve İstiklâl Savaşı zaferinden sonra, tehcir edilen Ermenilerin ve kaçan Rumların terk ettikleri topraklara elkoyarak daha da güçlendiler. Bu olay, İstiklâl Savşı sonrasında TBMM kürsüsünden şöyle sergilenmiştir: "Memleketi kurtarır kurtarmaz, kaçanların geride bıraktıkları ve emval-i metruke dediğimiz taşınır ve taşınmaz malların ne duruma getirildiğine bakınız, kapanın elinde kaldı. Bağırdınız durdunuz ne oldu? Araştırmacılar, toprakların zamanaşımı yoluyla özel mülkiyete geçirilmesi dışında, 1 746 580 dönüm hazine arazisinin özel kişilerce gaspedildiğini hesaplamışlardır. Çayır ve meraların ele geçirilmesinde bulunan rakamlar ise, toprak ağalarının yasadışı başarılarının ne kadar büyük olduğunu kanıtlıyor. 1934 yılındaki 443 milyon dönüm çayır ve mera, 1967 yılında 261 milyon dönüme düşmüştür. Kamuya ait 200 milyon dönüme yakın toprak böylece büyük toprak sahiplerinin eline geçmiştir. Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, 1934 yılında İskan Kanunu dolayısıyla yaptığı konuşmada aynen şunları söylemektedir: "Devlet, araziyi metruk arazi diye muhacire veriyor. Onlar da imar ediyorlar. Sonra herhangi bir sahibi çıkıyor ve diyor ki, bu benim mülkümdür. Tapusunu gösteriyor ve muhaciri sokağa atıyor." Toprak ağaları ve mütagallibe takımı, Cumhuriyet döneminde "olağanüstü kazandırıcı zamanaşımı" kurumundan yararlanarak da topraklarını genişletmişler ve devlete ait büyük toprak parçalarını kendi adlarına tapu siciline geçirmişlerdir. Bu gerçek hemen herkes karafından kabul edilmektedir. Toprak ağalarının elindeki toprakların önemli bir kısmı tapusuzdur. Nitekim Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Haldun Özen şöyle demektedir: "Ülkemizde tarım topraklarının büyük ölçüde tapusuz olduğu bu topraklar üzerindeki hakların belirsiz olduğu, dolayısıyla bu toprakların mülkiyet hakkının kime ait olduğunun saptanması gerektiği düşünülebilir. Ancak bu görüş özünde hukuksal değil siyasaldır, bir temel tercihi yansıtır. Çünkü tarım topraklarının sahipleri Osmanlı İmparatorluğu döneminden bugüne kadar topraklarının tapusunu alamadılar. Önce onlara mülkiyet haklarını belgeleyen tapularını verelim sonra toprak reformu yapmaya çalışalım demekten başka birşey değildir. Bu da temel bir siyasal tercihtir." Özetleyecek olursak, Türkiye'de toprak ağalarının ellerindeki toprakların kaynağı incelendiği zaman şu olgularla karşılaşırız: - Padişah fermanı ile toprak sahibi olmak, - Çeşitli yollardan hazine topraklarına el koymak, - Kurtuluş savaşında şehit olanların topraklarını gaspetmek, - 1915 yılında zorla göç ettirilen (Tehcir) Ermenilerin veya İstiklâl avaşı'ndan sonra göçeden Rumların topraklarına konmak, - Tefecilik yoluyla yoksul köylülerin topraklarını ele geçirmek, - Güçlü ailelere dayanarak, toprakları zorbalıkla gaspetmek, - Aşiret reislerinin, aşiret topraklarını kendi üzerine geçirmeleri, - Şeyhlik ve dini inançların sömürülmesi yoluyla toprak elde etmek, - Rüşvet ve tapu yolsuzlukları gibi yasadışı yollardan geniş toprakları ele geçirmek.
-
Osmanlı'dan Bu Güne Kürtler Ve Devlet
OSMANLI-KÜRT İTTİFAKI VE TÜRKMEN KATLİAMI « : Ocak 19, 2008, 11:30:43 ÖÖ » Yavuz Sultan Selim (1512-1520)’in Osmanlı tahtına geçmesiyle Türkmen sürgün ve katliamları hat safhaya varır. 24 Ağustos 1514’deki Şah İsmail ile Yavuz Selim arasıda geçen Çaldıran Savaşı öncesi 40 Bin üzerinde kızılbaşTürkmen katledilir. Savaş meydanında öldürülen Türkmenler hariç... Prof.Dr.Faruk Sümer; Safevi Devleti’in Osmanlılardan daha Türk çok bir Türk Devleti olduğunu söyleyerek: Safevi Devletinin kurucuları; Anadolu Kızılbaş Türk oymaklarıdır. Devletin resmi dili Türkçe’dir. On iki hayvanlı Türk Takvimini kullanmaktadırlar. Askeri teşkilatlanmaları Türk sistemidir. Edebiyatı vb. yazı sitemleri Türkçe’dir.... Demektedir ki, bütün kaynaklar bu hususu doğrulamaktadır. Yine Akkoyunlu Devleti ve Karamanoğulları Beyliği, Osmanlılar’dan daha Türktür. Çeşitli Türkmen oymaklarından ve Bayındır Beyleri’nin kurucusu olduğu aşiretler konfederasyonundan meydana gelen Akkoyunlular için John E.Woods; “300 Yıllık Türk İmparatorluğu” demektedir ki, isabetli bir saptamada bulunmaktadır. Kur’anı ilk Türkçe’ye çeviren ve Saray dahil her alanda Türk Dili’ni hakim kılan Akkoyunlular gerçek anlamda bir Türk Devletidir. Osmanlılar Türkleri aşağılarken Dede Korkut ise şöyle der: “Karanlıkta yolumu yitirirsem parolam Allah’tır/Soylu kuralın taşıyıcısı, efendimiz Bayındır Han’dır/Salur Kazan’dır savaş gününün galibi” Bölgede hüküm süren Akkoyunlu ve Safevilerin Türk Dilinin yöreye hakim olmasından rahatsızlık duyan Kürt Mollası İdris Bitlisi; Osmanlılar ile işbirliği yaparak Türkmenlerden intikam alır. Yavuz Selim’e kadar Doğu Anadolu’da Türkmen hakimiyeti vardır. Yavuz ise; Şafi mezhebinden Nakşibendi tarikatından Kürt mollası Şeyh İdris-i Bitlisi’nin önerisi ve planlamasıyla Doğu ve Güney Anadolu’da Türkmenler katledilmişler, kurtulanlar ise Azerbaycan’a kaçmışlardır. Türkmenlerin hakim oldukları idari beylikler ve toprakları; Yavuz’un imzaladığı boş fermanları, İdris-i Bitlisi oldurarak Kürt Aşiret reisine ve ağalarına vermiştir. Böylelikle bugünkü doğudaki feodalizmin temelleri atılmıştır. İdrîs-i Bitlîsi (Ö.8 Kasım 1520) “Selim Şah-Nâme” adlı eserinde; başta Diyarbekir olmak üzere Kürtistan memleketinde “Kürt Beyleri ve Kürt taifesinin mülk, millet, mezhep ve irsi bağlarının” nasıl güçlendirdiğini anlatırken, şehir ve yöre adlarını tek tek vererek Kızılbaş Türkmenleri de nasıl katlettiklerini “Allah’ın ve Padişah’ın yanında olan bir Molla olarak” zevkle ve kana susamış bir vampir edasıyla anlatmaktadır. Kürtler “dirlik ve birliklerini” İdrîs-i Bitlîsi’ye borçluyken, Türkler ise, Yavuz Selim ile İdrîs-i Bitlîsi’nin yaptıklarını lanetle anmaya devam edeceklerdir. Büyük bir Türk katili olan İdrîs-i Bitlîsi’nin bütün eserlerini Türkmen Tarihi açısından “Türklük bilincine sahib bir tarihcimiz” tarafından incelenip gerçek anlamda “Anadolu Türk Tarihi”nin bir kesitini ayakları üstüne oturtulması gereklidir. Yunan mezalimini ağızlarında sakız eden bazı “Türk Milliyetçi Yazarları” Yavuz ve İdris-i Bitlisi’nin Türk katliamlarını görmezlikten gelmektedirler. Yavuz dönemimde Osmanlı yönetiminde görev alan İdris Bitlisi ve Bıyıklı Mehmet Paşa ile Kürt Aşiret Ağaları’nın durumları için; bugün Kürt gruplarından KOMKAR belgeli olarak şöyle demektedir ki çok ilginçtir: “1535'ler de böyle bir icazet vererek, beylik topraklarının bölünmesini kolaylaştırmıştır. Kanuni Sultan Süleyman fermannamesinde aynen şöyle diyor: -Bey öldüğünde, eyaleti kaldırmayıp bütün hududu ile Mülkname'yi Humayun uyarınca oğlu bir ise, O'na kalacak, eğer müteadit ise, istekleri üzerine kale ve yerleri, aralarında paylaşacaklardır. Uzlaşmazlarsa, Kürdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacaklar ve mülkiyet yoluyla bunlara ebediyete kadar ila ebeddevran mutaarrıf olacaklardır. Eğer Bey, varissiz, akrabasız ölmüş ise, o zaman eyaleti, hariçten ve yabancılardan hiç kimseye verilmiyecek, Kürdistan beyleri ile görüşülüp ve ittifak edilip, onlar bölgenin Beylerinden veya Beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse, ona tevcih edilecektir. (Hükmi Şerif, Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, E. 11960 sayı-İstanbul) Kürt-Osmanlı Andlaşması'nın mimarı Mevlana İdris'tir. Bu anlaşmayı kabul eden ve gerekli bulan Yavuz Sultan Selim'dir. İkisi de 1520'de maalesef ölmüşlerdir. Sultan Selim, Mevlana İdris'e; -Git Kürdistan beylerini ve emirlerini topla, kendi aralarında bir beylerbeyi seçsinler demişti. Mevlana İdris ise, Kürt beylerini çok iyi tanıdığı için kestirmeden bir beylerbeyi Sultan'dan istemiş ve Bıyıklı Mehmet Paşa'yı tavsiye ederek bu işi noktalamış idi. Diyarbakırlı bir Kürt olan Bıyıklı Mehmed Paşa'da çok erken gitti ve bundan sonra Kürdistan Eyaleti Başkenti'ne Mekadonlu komutanlar gelmeye başladı. Kanuni Sultan Süleyman, bilerek veya bilmiyerek 1533-34'lerde, Bitlis'i Şeref Han'dan alıp, bir fermanla Ulame Tekelu'ya veriyor. Direnen Bitlis Beyi'nin üstüne, Diyarbekir Beylerbeyi ve kuvvetleri ile bütün Kürdistan beylerinin kuvvetlerini de katıyor ve Ulame'yi başkomutan olarak atıyor. Aynı Sultan, 1535'ler de Bağdat seferini yaptıktan sonra Kürtleri tanımaya başlıyor veya bunlarsız bir şey yapamıyacağını anlayarak, babasının Amasya'da imzaladığı anlaşmaya yukarda verdiğim arşiv numaralı Hükm-i Şerif-i yayınlıyor. Neticeye baktığımızda, Kürdistan hükümdarları, çoğunlukla topraklarını bölmemiş ve statülerini 1850'lere kadar getirmişlerdir.” Aynı gurubun siyasi örgütünün başı Alevi Kökenli Kemal Burkay ve Munzur Çem gibileri; bu iki Osmanlı Kürtünün, Alevileri katletmesini görmezlikten gelerek, Alevi Tarihini yok sayarak “öteki tarih” dedikleri uydurma bir “Kürt Tarihi” yaratmaya çalışıyorlar. Tunceli Ovacık’ta “üçlü Kürt ittifakı” olan: Bıyıklı Mehmet Paşa, İdris Bitlisi ve Palu Beyi Cemşid ‘in; on binlerce Kızılbaşı kesmesine; aynı bölgenin adamları Kürtlük İdeolojileri adına ses çıkarmamaktadırlar. Ahlaki olarak bu çifte standart davranışlarına ne demek gerektiğine okuyucular karar versin ! Yavuz Selim’in önce Erzincan Valiliğine atadığı, sonradan da bütün doğu ve güney doğuya bakmak kaydı ile Diyarbakır Eyaletine getirdiği Dıyarbakırlı Kürt Bıyıklı Mehmet Paşa ve danışmanı Bitlisli Molla İdris; bütün bölgeyi Türkler’den temizlerler ve YÜZ BİN Kızılbaş Türk’ü katlederler. Bölgeden kaçamayan Türkler de kendilerini Kürt olduklarını söyleyerek kalırlar, baskılar sonucu da gerçekten Kürtleşirler. Doğu sınırlarını Türklere kapatan Yavuz; korumalığını da Kürt aşiretlerine bırakır. 1517’de Yavuz Selim’in Mısır’ı alması ve 74.ncü İslâm Halifesi olması ile sünnilik resmi ideoloji haline gelir ve İslâmi Devlet kimliği oluşur. Bu tarihten sonra Araplar, Osmanlı Devleti’nin yaşamı boyunca diğer halklardan üstün ve gözde konumlarına devam ederler. Türkler arasında Yavuz adı Yezit ile özdeşleşir ve lanetle anılır olur. Türk ulusal kimliği; Bozkırdaki Türkmenlerde yaşar ve ozanları Türkçe’yi geliştirir. Osmanlı Sarayı ise giderek soysuzlaşır ve yapay “Osmanlıca” denen yazı dili hakim olur. Bu nedenle Prof.Dr. Faruk Sümer; Safaviler için Osmanlılar’dan daha fazla Türktür demektedir.
-
Atatürk’ün Kürt politikasını yeniden canlandırmak!
Ben de onu vurguluyorum zaten maalesef o dürüst olmayan feodal kafalı siyasetçilerimiz, kendi seçmenine Türk olmayı bilerek yanlış anlatıp, dayatma gibi gösterip ırkçı milliyetçiliği körüklüyor, haklısınız. Entegrasyon istemeyenler de bunlar zaten çünkü işlerine gelmiyor.
-
Almanya’da etnik ayrım
Sn. dünyahepimizin, Asıl sorduğum soruyu atlamışsınız. Benim sorduğum soru şu: Almanyada Danimarka sınırında yaşayan danca konuşan halkın ayrı okulu var mı ? Yahudilerin Yidiş dilinde okulları var mı ? Cem Özdemir'in de, sizin de kaçırdığınız nokta bu. Saygılar.
-
İhanetin son aşaması! Kürtlere Soykırım?
?Türkiye?de Kürt Soykırımı, 1924-1998? 26 Ekim 2007 ZAMAN YORUMSUZ (1) Bundan sekiz yıl kadar önce, Temmuz, 1999?da, Ermeni Forum?unda, (Armenian Forum) Londra?da ?önemli? olduğu vurgulanan bir seminerin haberi çıktı: konu, geçtiğimiz 80 yıl süresince ?Türk milliyetçiliğinin Kürtler ve Ermeniler üzerindeki etkisi.? ABD?nin önde gelen üniversitelerinden University of Michigan, Ann Arbor öğretim üyesi Ara Sarafyan ile "İngiltere?de Bedford ve Leicester?de yerleşik, De Monford Üniversitesi hocası, ?Türkiye?de Kürt Soykırımı, 1924-1998? adlı kitabın yazarı Desmond Fernandes?in katıldıkları semineri, İngiltere kökenli ?Kürdistan?da Barış,?(1) ?Birleşik Kürt Komitesi?(2)ve ?Ermeni Soykırımının Tanınması için Britanya Komitesi?(3) isimli üç örgüt finanse etti. Bunlardan ?Kürdistan?da Barış komitesi, 1994?de, ?Kürt sorununa barışcıl çözüm? bulunması için kurulmuş; İngiliz Lordlar Kamarasının Liberal Demokrat lordu, Baron Avebury ile Noam Chomsky, Arthur Miller, Harold Pinter ve Julie Christie?nin (evet, Dr. Jivago filminin yıldızı, bildiğiniz İngiliz aktris) tarafından desteklemiş; ?çok iyi tanınan Kürt hakları savaşçısı, Londralı eylemci(4)? Bayan Estella Schmid başkanlığını üstlenmiş. Leyla Zana?nın salınıverilmesi için kampanyalar düzenleyen bu örgütün İngiliz Parlamentosundaki sempatizanlarından İşçi Partisi Cynon Valley milletvekili Ann Clwyd, 2001 baharında, kendisini cezaevinde ziyaret etmiş. Örgüt, ?Öcalan için Özgürlük Uluslararası Girişimi?(5) ile ortak kampanya yürütmekte. ?Britanya?nın Birleşik Kürt Komitesi(6) olarak da bilinen diğer grup, ?90ların sonlarında ortaya çıkmış. İngiliz Komunist Partisinin yayın organı Weekly Worker tarafından ?yoldaş?(7) olarak tanımlanıyor; Kürt ve Kuzey Kore halklarının mücadelesinde paralellikler olduğu gerekçesiyle, ?Amerikan tehdidine karşı Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti halkı ile dayanışma? içinde olduklarını ilan ediyor. ?Kore /kuzey/ halkının büyük önderi? müteveffa Başkan Kim İl Sung?un 87. doğum yılını? Londra?da kutlayan(8) örgüt üyeleri, ?Koreli devrimcilerin kendileri için örnek ve ilham kaynağı? olduklarından bahisle, ?Yoldaş Kim İl Sung?un kitapları?nın kendi ?savaşçıları arasında popüler olduğunu? bildiriyor. Ilısu barajı, ?Birleşik Kürt Komitesi?nin ilgi alanlarından bir diğeri. İngiliz Maliyesinin kısaca ECGS olarak bilinen ?İhracat Kredisi Garanti Programı? tarafından finanse edilmesi ve yine bir İngiliz şirketi olan Balfour Beatty İnşaat Ltd. tarafından inşası öngörülen barajın yapımını, Ticaret Bakanı Brian Wilson?a ?uluslararası çevre ve uluslararası insan hakları yasaları? uyarınca baskı yaparak, durdurmakla övünüyorlar. Ilısu Baraj Projesinin devreye girmesiyle su altında kalması beklenen Hasankeyf?in Raman Dağı eteklerinde oluşturulacak yerleşim birimine taşınmasının planlandığı, malum. Seminerin ilk konuşmacısı Ara Sarafyan. Sözlerine, ?Türkleştirme?nin gerek Osmanlının son yıllarında, gerekse modern Türkiye?de, süregelen bir politika olduğu iddiasıyla başlıyor, ?Osmanlı Ermenileri için ?Türkleştirme?nin fiziki imha anlamına geldiğini; 1915?de ortadan kaldırılması öngörülen Ermeni nüfusunun 2 milyon olduğunu anlatıyor. Sarafyan?ın izleyen iddiaları, hepimizin bildiği basmakalıp hezeyanlardan öte birşeyler değil. Ancak, adam, hızını alamıyor, Psmanlı İmpartorluğunun Rum tebasının da ?imha edilmek üzere işaretlendiğini? ancak, Rum ?soykırım?ının o dönemde gerçekleşemediğini, ?çünkü, kapı komşu tarafsız Yunan devletinin Osmanlı İmparatorluğuna savaş açma ihtimali? olduğunu söylüyor. Mamafih, Türkler, 1918?den sonra, Pontus ahalisinden başlayarak soy kıymaya girişmiş, 1918-1923 arasında tam tamına 2 milyon Rum?u ?etnik temizlik?e uğratmışız. Ege Rum?larının katledebildiğimiz kadarını katlettikten sonra, kalanları, kadim toprakları Küçük Asya?dan göçe zorlamış, bu arada İzmir?i de cayır cayır yakmışız ki, tutunamasınlar. Ermenilerin, Rumların ve daha sonra Kürtlerin yaşadıklarının ortak paydaları, içinde azınlık barındırmayan, sırf ?Türk? bir devlet yaratmak niyetimizmiş. Öteki konuşmacı, ??Kürt Soykırımı? üzerinde derinlemesine çalışan? Desmond Fernandes, seminere Kürtlerin modern Türkiye?de çektikleri zulmün ?güçlü bir anlatımı? sunarak devam ediyor. Fernandes, Türk hükümetlerinin Kürtlere karşı daha istikrarlı bir soykırım programı uyguladıklarına, Kürtlerin ?etnik Türkler? olarak asimile edilmelerinin plânladıklarına işaretle, ?Kürt soykırımının mühendisleri, çoğunlukla bir kaç yıl önce Ermenileri ortadan kaldıran insanlardı? diyor; Türkiye?nin ?soykırımcı politikaları?nı da, üç başlık altında topluyor. Bunlardan birincisi, Kürtçe?nin yasaklanması, Kürt tarihinin yoksayılması, Kürtlerin kendi topraklarının dışında bir yerlere yerleştirilmeleri, Türk eğitim sistemi, radyosu ve televizyonu aracılığıyla Kürt beyninin yıkanması; ikincisi, Türk hükümetlerinin programlarına muhalefet edebilecek Kürt kültürel örgütlerine, siyasi partilerine, medya kanallarına geçit vermemesi; üçüncüsü de Kürt direnişine şiddetle karşı konulmuş, ?yüzbinlerce Kürt?ün Türk devleti yetkilileri tarafından öldürülmüş olması, 1920?lerdeki Şeyh Said ve Ağrı isyanları, 1930?lardaki Dersim ve yakın zamanlardaki PKK mücadelelerinin kan dökerek bastırılması. Fernandes, sözlerini Türkiye?nin Kürt parlamenterlerini ve İsmail Beşikçi gibi insan hakları eylemcilerini hapsettiğini, Türk hükümetinin düzinelerce gazeteciye ve aydına suikast düzenlediğini anlatarak sürdürüyor. Seminerde ?Kürt Ulusal Kongresi,? ?Kürdistan?da Barış Ulusal Konseyi,? ve ?Birleşik Kürt Komitesi? gibi örgütlerin tanınmış simalarından Dr. Kemal Miraveli ile ?Kürt Kurtuluş Cephesi,? ERNK sözcüsü Mizgin Şen de var. Bunlar da ?Ermeni soykırımı?nın tanınmasının, Kürt sorunu bağlamındaki önemini vurguluyorlar. Sarafyan, Ermeni ve Kürt davalarının birbirlerini güçlendirdiğinden bahisle, Kürtlerin Ermeni sorununu benimsemeleri gerektiğini ileri sürerken, Kemal Miraveli, ?Sürgündeki Kürt Parlamentosunun saflarına Ermeni ve Süryanileri de kattığından? söz ediyor, ?bu halkların haklarının gelecekteki Kürt devletinin ayrılmaz parçası olacağı?ndan söz ediyor. ?Kürtlerin, Ermeni Soykırımında rol almış olmalarının iki halkın arasına girmemesi gereği?nden bahisle, böylesi bir durumun ?ortak cellâtları?nın, yani, ?Türk milliyetçiliğinin ve 1923?de yarattıkları devletin? ekmeğine yağ süreceği anlatılıyor. Ortak strateji, Ermeni ve Kürtlere karşı işlediği suçları inkâr eden Türkiye?nin insan hakları ihlâllerini ve soykırım suçlarını Batı kamuoyuna duyurarak, Türkiye?nin ?ılımlı? (soft) imajını ortadan kaldırmak, Türk hükümetinin Batı?dan aldığı yardımları kurutmak ve Türkiye?yi sorunlara ?daha demokratik çözümler?e zorlamak olması gerektiğine işaret ediliyor. ?Ermeni Forumu?ndan Nora Vosbigyan?nın haberi, ?Seminerden gözle görünür biçimde duygulanan bir Kürt katılımcı, ele alınan konuların kendi hayatıyla nasıl örtüştüğünü anlattı,? diye sürüyor, ?Ailesi Ankara tarafından bölünmüş, Türkiye?nin değişik bölgelerine yerleştirilmişti. Ata evinin nerede olduğu bilerek yetişti, ancak büyük yaşlarına kadar ziyaret etmedi. Anadilini hiç öğrenmedi. Ve Ermeni büyükannesini ve onun hikâyelerini hatırlıyordu. Zamanla Kürt mücadelesi, Kürt kimliğini uyandırdı ve şimdi artık milyonlarca Kürt gibi o da Türk devletinin asimile edebileceği kolay bir hedef olmaktan çıktı, hatta, Kürt hakları için savaşanların arasına katıldı. Kürt halkı uyandı ve kendi ulusal hakları kadar komşularının hakları için de mücadele etmeyi sürdürüyor.? Türünün ilki olan Londra?daki bu seminerin organizatörleri, devamının gelmesi üzerinde anlaşıyorlar. (1)Peace in Kurdistan Campaign (2) United Kurdish Committee (3)British Committee for the Recognition of the Armenian Genocide. (4) activist (5) International Initiative Freedom for Ocalan (6) Britain's United Kurdish Committee (7) Weekly Worker 288 Thursday May 13 1999 (8) /Kuzey/ Kore Dostluk ve Dayanışma Kampanyası (KFSC) örgütünÜN 10 Nisan 1999 Londra toplantısı -http://www.alevalatli.com/menu.asp?sayfa=detay&makale=82&v=G%C3%83%C5%93NEYDO%C3%84%20U%20SORUNU&kat=17-
-
Kürt Sorunu Ve Çözümü
Kurt sorununu anlayabilmek oncelikle Kurt feodal yapisini anlayabilmekten gecer. Iste Kurt Feodalizmi dedigimiz olay kürt feodalizmi bu ülkenin en büyük sosyal sorunlarından birisidir. ne yazık ki, ülkenin toplum bilimci akademisyenleri bu konuya pek ilgi göstermemiştir. bu konunun sahipsizliğinin bir diğer ispatı da, bu başlığının sözlük açıldıktan tam 6 sene sonra dolmasıdır. üstelik de sözlükteki onca sosyoloğa rağmen bir mühendis tarafından. neyse amacımız tereciye tere satmak değil o da biline. sözlüğün ersatz yuppie akademisyenleri (bu başlığın dolu olması ise ayrı bir trajedi, bir çeşit özeleştiri herhalde) konuyla ilgilenmiş olsalardı ben de haddimi bilecektim elbette. feodalizm hakkında bilgi için (bkz: feodal toplum:http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=feodal+toplum) , (bkz: feodalizm:http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=feodalizm) kürt feodalizmine girmeden evvel kürtleri tanımak gerek. (bkz:http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=kurtler/@galatyphoon ) yine de kısaca bahsetmek gerekirse, kürtler tahmini olarak m.s. 6-10.yy arası kuzey ve orta iran’dan anadolunun güneydoğusuna göç ettiği düşünülen hint-aryan kökenli bir ırktır. kürtler büyük oranda hayvancılıkla uğraşırlar. bu yüzden yüksek düzlüklerde ve dağlarda yaşarlar. dağ olgusu o kadar güçlüdür ki, kürt mitolojisine dahi girmiştir. kürtlerin dağlık bölgelerde yaşamaları, onları merkezi yönetimin etki alanından bir nebze olsun çıkarmış ve yerel feodal güçlerin etkin olmasına sebep vermiştir. coğrafik sebepler dışında feodalizmin etkin olmasının en az onun kadar etkili başka sebepleri de vardır. hint aryan ırklarının sosyokültürel olarak feodalizme yatkın olmaları, tarihte stratejik sebepler ile bölgede hiçbir devletin tam olarak hakimiyet kuramaması diğer etkenlerdir. son maddeyi açmak gerekir. kürt aşiretleri osmanlı ve safeviler (iran’da kurulu alevi/şii türk hanedanlığı) arasındaki anadolya hakim olma mücadelesini çok iyi değerlendirmiş böylece osmanlı hanedanının bölgede merekezi yönetmi etkin hale getirmesini engellemiştir. (merkezi yönetim ile feodalizm tezat şeylerdir. çoğu zaman birinin olduğu yerde diğeri olamaz yada güçlü olamaz.) kürtler tam olarak anadolu ile safeviler arasında sınır gibiydiler. osmanlı, safevilerin anadoluda mukim alevi türkmenler üzerinde etkili olması engellemek için sünni kürt aşiretleri ile ittifak yapmış, onları safeviler ile alevi anadolu türkmenleri arasında doğal bir tampon olarak kullanmıştır. bunun karşılığında osmanlı aşiret liderlerinin bölgedeki hegomanyasına karışmamış böylece aşiret düzeni bölgede iyice semirmiştir. bu üç adet oyucunun olduğu oyuna çok iyi dikkat etmek gerekir. bu basit bir tarihsel vaka değildir. sırayla gidersek; osmanlı – aşiretler – safeviler osmanlı veya türkiye – aşiretler – emperyalist güçler türkiye – aşiretler – pkk görüldüğü üzere aşiretler ne yapıp ne edip bu oyunda merkezi hükümet ile teke tek kalmamayı başarmış böylece dengeyi sağlamıştır. merkezi hükümetler bu oyuna ister istemez gelmiş, aşiret düzeni bir türlü yıkılamamıştır. bu konu için (bkz: kürt sorunu:http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=kurt+sorunu/@galatyphoon) konuya geri dönersek, feodal güçler yöre halkı üzerindeki hegomanyalarını kaybetmemek için faydalı olası her stratejiyi kullanmıştır. töre baskısı yada dini baskı bunların arasındadır. kürt feodal sistemi o kadar etkin olmuştur ki, töre denilen sosyal olgu dahi feodalizmi desteklemek üzere inşa edilmiştir. kürt toplumu için töre herşey demektir. gündelik yaşamdan, evliliğe, ticaretten, bir babanın çocuğunu toplum içinde nasıl sevmesi gerektiğine kadar her alanda yazılı olmayan feodal kurallar işler. bölgede herşey feodal sisteme uygun işler, en ufak uyumsuzluğa tahammül gösterilmez. söz gelimi hayvancılık için çok önemli olan otlakların nasıl paylaşılacağı tamamen aşiret düzeni içinde belirlenir. hiçbir istisanaya müsade yoktur, mesela vaktinde hakkari yüksekova’da nehil ırmağın etrafındaki bataklıkların kurutulup otlak olarak bazı köylülere verilmesi gündemdeydi. aşiret liderleri ne yapıp ne edip bunu engellediler. çünkü bu bölgedeki iktidar yapısını değiştirecekti. töre namına ne kadar kural varsa hepsinin feodal yapıyı güçlendirdiğini kolayca görebiliriz. misal kürtlerde amca kızı yada baba tarafı kuzenleri ile yapılan evlilikler bütün evliliklerin % 40’ı kadardır. amca kızı yada kuzen olmasa dahi evliliklerin nerdeyse tamamı aşiret içinden olur. kürt olmayan (misal bir türk) biri ile yapılan evliliklerin oranı o kadar düşüktür ki, bu tür bir evlilik çevrede sansasyon yaratır (kasabalarda bu evliliklerin oranı bir miktar daha yüksektir). bunun sayesindedir ki, belirli bir bölgede mülkiyet aşiret içinde kalır, yabancılaşma ve asimilasyon engellenmiş olur. böylece feodal yapı dağılmaz. kürt feodal düzeninde hiyerarşiyi tanımlarsak (sömürü piramidi); aşiret ağası melalar, şıhlar (dini liderler) kabile reisi (aşiretin bir alt birimi kabiledir) hane reisi hanenin yetişkin/evli erkekleri (malxo) evin en kıdemli kadını (kebani) küçük erkek çocuklar evlenmemiş kızlar (çocuk yada genç) evin gelinleri bebekler genel kanı bu düzenin tek sömürücülerinin aşiret reisleri olduğu yönünde olsa da, bu çok büyük bir yanılgıdır. zannımca hane reisi ve daha üstte bulunan birimler, bu düzende verdiklerinden çok daha fazlasını alıyorlar. yani bir erkek doğduktan sonra hane reisi oluncaya kadar sömürülen, hane reisi olduktan sonra da sömüren statüsüne geçiyor. bu yüzden genç kürt erkekleri olabildiğince çabuk hane reisi olmak, hane reisi olanlarda evli oğullarının, evlerini ayrımasını olabildiğince uzatmak gayesindedirler. (klasik bir kürt hanesinde, anne-baba, evli erkek çocuklar, eşleri ve bunların çocukları, evlenmememiş kızlar ve diğer çocuklar hep beraber otururlar. çoğu zaman amca tarafı da bu haneye katılabilir) kürt feodal sisteminde en tepede aşiret liderleri varsa an aşağıda kürt kadınları (bebeklerden sonra) vardır. bu bahsedilmesi gereken bir konudur. kürt kadınlarının kendilerine yönelik bu baskıdan kurtulmak için, en kabul gören yeteneğini yani doğurganlığını bir silah olarak kullanır. aslında bu da dolaylı olarak feodalizme hizmet eder. gerçekten de feodalist düzende bir çok kere üremek/çoğalmak desteklenir. eve yeni gelin gelmiş ve evde en düşük sosyal statüde (çocuklardan bile düşük) olan gelin statüsünü yükseltmek ve kebani yani en yüksek statülü kadın olmak için çok çocuk özellikle de erkek çocuk sahibi olmak zorundadır. çok çocuk sahibi olmak feodal düzende; - hane reisi için daha çok hizmetkar yada bir nevi işçi anlamına gelir. tıpkı aşiret ağasının haneleri sömürmesi gibi hane reisi de kendisinin altındaki bireyleri sömürür. onları kendi malı gibi görür. erkek yada kız fark etmez. erkek çocuk olsanız dahi babanız için çalışmak zorundasınızdır. bu anlayış her türlü sosyal yaptırım ile desteklenir. mesela bir kürt atasözü “kureki ku ji bo bavê xwe dixebite, ji bo nefsa xwe dixebita” der ki, “babası için çalışan oğul, kendisi için çalışıyordur”. bu sebeple baba olabildiğince evlenen oğlunun evini ayrımasına izin vermez. bir adamın erkek çocuğu ne kadar çabuk yetişkin* çocuğu olursa o kadar işlerden kaytarır. kendisini köy kahvesine daha fazla atabilir, daha fazla aylaklık yapabilir. - hane reisi ve aşiret için çok nüfus güç demektir. ne kadar çok nüfusunuz varsa olası bir çıkar çatışmasında o kadar çok arkanız var demektir. tamamen fiziksel şiddete dayalı olan bir sistemde arkası olmamak acınası, zavallı bir halde sömürülmek demektir. - aşiret düzeninin sömürücüleri, nüfus fazla oldukça merkezi hükümetin bölgede daha fazla zorlanacağını iyi bilirler. çok çocuk demek, eğitimsizlik yani cahillik demektir. cahillik ise düzenin devamı demektir. - en temelde evin gelini için çocuk bir nevi rütbe demektir. hiyerarşinin en altında bulunan kadın için baskıdan biraz olsun kurtularak, saygı duyulmanın tek yolu olabildiğince çocuk yapmaktır. esasında bu da bir çeşit sömürüdür. bu sebeple bebeğin yeri piramitte annesinin altıdır. gerçekten de, yeni doğan çocuk 2-3 yaşına gelinceye kadar aileden sayılmaz, kendisine isim dahi verilmez. - söz konusu piramitte her zaman için aşağı doğru indikçe nüfus artar. yani bir aşirette, sadece bir tek aşiret reisi varken, bir kaç tane kabile reisi ve şıh, yüzlerce hane reisi, daha aşağı unsurlardan ise, aşağı doğru gittikçe artmak ana kural olmak üzere binlerce vardır. bu kural unutulmaması gereken bir kuraldır, her zaman için sömürülenler, sömürenlerden sayıca daha fazla olmalıdır. bu yüzdendir ki, çok çocuk yapmak sömürülen sayısının artması için gerekli şarttır. bütün bu sebepler birleşince, bölgede % 3,5’lara varan inanılmaz düzeyde bir nüfus artışı ortaya çıkıyor. bırakın bu kadar fakir bir bölgeyi, bu oran bir çok petrol zengini ülke olan ortadoğu bölgesinde dahi bir rekordur. sürdürülmesi imkansızdır. bir süre sonra ülke bütçesinde çok büyük gedikler açılacak. daha da önemlisi çok büyük sosyal sorunlar çıkacaktır. bu da kürt feodalizminin zararlarının artık bölgesel nitelikten çıkıp ulusal bir sorun olduğunun kanıtıdır. feodalizmin batıya ihracı, üzerinde durulması gereken çok önemli bir konudur. 1980 sonrası feodal kürtlerin batıya göçleri hızlandı. giderek daha fazla bireyselleşen ülkenin batısına feodal bir ailenin göçmesi tam anlamıya züccaciye dükkanına giren fil misali gibidir. doğuda aşiretlerin çıkar çatışmaları söz konusu olduğunda en azından bir aşiret aşirete karşı mücadele eder. fakat batıya göçmüş bir aşiret karşısında aşiretleri değil savunmasız ve şiddetin değil hukuğun üstünlüğüne inanmış bireyleri bulur. eğer türkiye’de hukuğun bu gibi durumlarda zayıf kaldığını düşünürseniz, aşiret ile yüzyüze kalmış bireyin haklarından vazgeçmesi ve bir nevi serf durumuna düşmesi kaçınılmaz sondur. gerçekten de bu süreç bir çok bölgede yaşanmıştır. mesela güney bölgelerdeki turistik kasabalarda orta ve küçük çaplı turistik işletmelerin (küçük oteller, restoranlar, plajlar vs vs) çoğu baskı ve tehdit ile bu aşiretlerin eline geçmiştir. hatta yerel halk işten tamamen çekilmiş, tıpkı güneydoğu anadoluda olduğu gibi aşiretler artık kendi aralarında çatışır olmuştur. http://www.hurriyetim.com.tr/...~2@nvid~610390,00.asp güneydoğuda kaçakçılık ve uyuşturucu ticaretinin kürt feodal sistemini besleyen bir damar haline geleli 25 seneden fazla oluyor. batıya göç eden aşiretler ise mafyalaşarak sadece üretimi yada kaçakçılığı değil sokakları da ele geçirmek için çabalamaktadırlar. bu çaba sadece türkiye’de değil avrupa’da da görülmektedir. ayrıca kapkaç, hırsızlık, değnekçilik gibi adi suçlarda aşiretler olmasa bile yine bölgedeki feodal sistemin sonucu olarak ortaya çıkan sokak çocukları sorunu ile ilintilidir. güneydoğuda bir çok aile çocuklarını bu tür çetelere para karşılığı vermekte yada çeteler çocukları kaçırıp kapkaça ve hırsızlığa zorlamaktadır. http://www.sabah.com.tr/2004/12/08/gnd101.html http://www.tempodergisi.com.tr/...lum_politika/06149/ http://www.aksiyon.com.tr/...=14434&yorum_id=1820 http://www.hurriyetim.com.tr/...~1@nvid~552793,00.asp bütün bu olaylar her geçen gün şiddetlenerek devam etmektedir. batı insanının bu insanlara tepkisi ırkçılık olarak olmakta bu ise aşiret bireylerinin aşiretten çözülmesini engellemekte feodal düzenin şehirlerde de devam etmesine neden olmaktadır. bu da biz ve siz kavramını her iki taraf için de güçlendirmekte ve batıya göç eden kürtlerin bile asimile olmasını engellemektedir. hatta bu ayrım o kadar şiddetlidir ki, çoğu zaman büyük şehirlerde kürt milliyetçiliği güneydoğuya göre daha güçlüdür. son olarak kürt milliyetçiliği yada pkk ile kürt feodalizmi arasındaki ilişkiyi incelersek, kürt feodalizminin hem kürt milliyetçiliğini beslediği ve desteklediğini hem de bu vakte kadar bölgede bağımsız bir kürt devletinin kurulmasının önünde en büyük engel olduğunu görüyoruz. bunda şaşılacak bir şey yoktur. yazının başında bahsedilen 3 kutuplu oyunda ne ankara ne de pkk tam anlamıyla başarılı olacaktır. bu oyunda nash dengesi şu anki düzenin devamı üzerine kurulmuştur. oyunun şartları değişmediği sürece yeni bir denge kurulmasını beklemek oyun teorisine aykırıdır. bu düzen sadece aşiretlerin yararınadır. ayrıca giderek daha fazla ülkenin batısında çıkar elde eden aşiretler için türkiyeden kopmak çıkarlarına terstir (bu durum değişebilir). öte yandan pkk’nın yada kürt milliyetçilerinin mücadeleyi kaybetmesi yada yok olmaları da işlerine gelmez çünkü böyle bir durumda merkezi hükümet ile pazarlık kozunu kaybetmiş olacakları için merkezi yönetim feodal düzeni yıkarak onları yok edecektir. ayrıca kürt feodalizmi hizipçilik üzerine kurulmuştur. bölgedeki aşiretlerin her birinin çıkarları çatışır. bu sebeple ne hepsi kürt milliyetçisi olur ne de devlet yanlısı olurlar. bu feodal sistem gereğidir. hatta bazı aşiretler zaman zaman kürt milliyetçisi (barzanici) rolüne bürünmüş, başka zaman da sıkı şekilde devlet tarafına geçmiştir. bunda şaşılacak bir şey yoktur, aşiretler söz konusuysa kaypak bir zemine alışmak gerekir. türkiye yöneticileri ne yazık ki, bu oyuna gelmişlerdir. bölgedeki korucu uygulaması buna örnektir. halbuki bizim politikamız feodal sistemin olabildiğince çabuk yıkılması, bölge insanının medenileşerek ulus devlet içinde hızlı bir asimilasyonu üzerine olmalıydı. fakat ne yazık ki türk eğitim sistemi feodal çarklar sebebiyle bölgeye girememiş, bölge türkiye’ye bağlı olmasına rağmen çoğu yerde türkçe bilen insan sayısı 15-20 %’yi geçmemiştir. neredeyse 1000 senedir (bunun 500 senesi türk yönetimi altında) beraber yaşadığımız insanlara türkçe öğretememişsek çuvaldızı (hatta mümkünse daha kalın bir şeyi) kendimize batırmamız gerekir. aşirete karşı aşiret politikası artık iflas etmiştir. bu politikanın terk edilmesi gerekmektedir.... Tespit yukarida simdi de cozum arayislari... özellikle kürt feodalizmini anlamadan bu sorunu çözmek mümkün değildir. kürt sorunu, kürt feodalizminin, merkezi yönetim ve kendi arasındaki mücadelede, merkezi yönetimin elini zayıflatmak için bizzat emperyalist devletler ve kürt feodalleri tarafından icat edilmiş bir sorundur. böylece kürt feodalleri merkezi yönetimin gazabından kendilerini korumuş, sömürüye dayalı düzenlerinin devamını sağlamıştır. bu düzen dolaylı da olsa kürtlerin asimile olmasını ve ulus devlete entegre olmalarını engellemiştir. türk tarafı da, bu düzene hizmet edecek yanlış politikalar gütmüş, hem feodal düzenin devamını sağlamış hem de dolaylı da olsa kürt milliyetçiliğinin gelişmesine sebep olmuştur. aşiretler, merkezi yönetim ne zaman bölgede aşiret çıkarlarına ters hareket etse kürt milliyetçiliği kisvesi altında isyan çıkarmış böylece merkezi yönetimi bölgede sindirmiştir. merkezi yönetim de, bu oyuna gelmiş, güya kürt milliyetçisi aşiretlere karşı yine güya devletçi aşiretleri kollamıştır. mesela korucular bu politikanın bir eseridir. bir aşiretin kürt milliyetçisi (barzanici) yada devletçi olması tamamen konjonktüre bağlıdır. bu seçimin altında fikri derinlik aramak bölgeyi tanımamak demektir. şöyle ki; söz gelimi hakkari’de 6 tane büyük aşiret vardır*. bunlar; baskê çep (sol kanat) ertuşi jirki diri baskê rast (sağ kanat) pinyanişi oramari dorski burada sol-sağ siyasi anlamda sol-sağ değil, aşiret gruplaşmasını gösterir(milan-zilan hikayesi). pinyanişi aşireti isyanlara katılmamış bunun karşılığında devletten çıkar elde etmiştir. buna karşılık diğer cenahtaki aşiretler ise zaman zaman kürt milliyetçiliği gütmüşlerdir. fakat zaman zaman devletçi göründükleri de olmuştur. pinyanişi aşireti ile aynı tarafta olan oramari aşireti 1930’da oramar isyanını çıkartmış olsa da artık devlete bağlıdır. işte bu nokta bize aşiretlerin devlet tarafında yada pkk tarafında olmalarının tamamen konjontürel nedenleri olduğunu gösteriyor. oramari vaktinde isyan etmiş bile olsa şimdi devlet tarafında olabilirken, ertuşi şimdi kürt milliyetçisi olarak bilinse bile duruma göre her an devlet tarafına geçebilir. yani ne devlet ne de pkk hiçbir zaman aşiretlerin tamamını kendi taraflarına çekemeyecektir. bu düzenin tabiatına aykırıdır. çünkü aşiretlerin çıkarları çatışır. bu yüzden hiçbir zaman hepsi aynı tarafta olamazlar. işin ilginç yanı pkk da, devlet de bunu bilir ama her ikisi de sadece kahrolsun aşiret düzeni diye slogan atsalar da, düzenin devamına politikaları ile destek verirler. görüldüğü gibi sorunun çözümü için bölgede feodalizmin yıkılması gerekir. kürt feodalizmi yazısında, bu düzenin en altında kadınların olduğu belirtilmişti. işte bu nokta kilit noktadır. aşiret düzenini yıkmak isteyenler (gerek devlet gerek diğer güçler) hep piramidin en tepesine yani aşiret liderlerine odaklanmıştır. halbuki bir lider gider diğeri gelir. eşek çok olduktan sonra ona semer vurmak isteyen eksik olmaz. aşiret düzenine karşı uygulanacak strateji kadınlar üzerine ve sülale tipi aile yerine çekirdek aileyi kurmak üzerine olmalıdır. yani kadınlar statü atlatılmalı, böylece piramidin yapısı bozulmalıdır. bu beslenme piramidinin en altında bulunan bitkilerin yok edilmesi (benzetmede kadın sömürüsünün durması) ile bütün ekosistemin yok edilmesine benzer. aslanları tek tek öldürerek, aslanlar yok edilemez. bir aslan gider diğeri gelir. aslanlar azimle yok edilse bu sefer sırtlanlar meydana çıkar. fakat bitkileri yok ederseniz, geyikler yok olur. geyikler yok olursa, aslanlar da yok olur. benzetecek olursak burada bitkiler kadınlar, geyikler hane reisi erkekler, aslanlar ise aşiret liderleridir. kadınların bu çarktan çıkarılması ve düzeninin yıkılması için bölgenin hayvancılık ekonomisinden kısmen sanayi ekonomisine geçirmemiz gerekir. bu amaca ulaşmak için artık elimizde daha önce olmayan bir silahımız var. tekstil sektörü ve diğer emek yoğun sektörler ! bu sektörlerin yapısı itibariyle maliyetleri daha çok emek bedelidir. bu yüzden çok büyük istihdam sağlarlar (türkiye genelinde 3 milyon kişi, 10 milyon kişiye de dolaylı ekmek) türkiye’nin batısında kurulmuş bu sektör artık emek maliyetlerinin artması yüzünden tabir caizse can çekişmekte, diğer ülkelere* kaçmaktadır. halbuki, bu ülkenin doğusu halen söz konusu ülkeler ile emek maliyeti bazında rekabetçidir. fakat asgari ücretin, sanki bütün ülke aynı kalkınmışlık seviyesindeymiş gibi her yerde aynı seviyede olması, bu bölgenin istikrarsız olması ile de birleşince yatırım için cazip olmaktan çıkarmaktadır eğer asgari ücret, die tarafından her şehrin şartları gözetilerek açıklanır ise bir çok tekstil yatırımı yurtdışı yerine bu bölgeye gidecek ve bölgenin sanayi toplumuna geçiş süreci başlatılacaktır. bu sürecin bir kere başlaması yeterlidir. kendi kendine yeterli bir süreç olacaktır. asgari ücretin her yerde eşit olmaması bir çok eleştiriye yol açacaktır. kesinlikle bu eleştirilere kulak tıkamalı, politik doğruluk zaman zaman sonuca ulaşmanızı engeller. unutmamalı ki, cehnneme giden yol iyi niyet taşları ile döşelidir. bazen pragmatik olmakta fayda vardır. devlet bölgede tekstil fabrikaları için merkezi yerlerde (şehir merkezlerinde) organize sanayi siteleri kurmalı ve bu sitelerin güvenliği ne olursa olsun sağlanmalıdır. zaten pkk’nın da artık bu sitelere eskisi gibi ağır silahlar ile saldırması pek mümkün değildir. saldırsa bile bu onları 20 yıl geriye götürecek tekrar bölge halkı ile karşı karşıya kalacaktır. 1- kadınlara pozitif ayrımcılık uygulanmalı, fabrikalarda kadınlara 50-60 % kontenjan şartı getirilmelidir. böylece kadınların para kazanması onların toplum içinde statüsünü artıracak, eskisi gibi statülerini artırmak için doğurganlıklarını kullanmayacaklardır. çekirdek tipi aileye dönüşüm başlayacaktır. 2- fabrikalar aynı zamanda birer eğitim merkezi olmalı, fabrikalarda türkçe kursları, aile sağlığı ve doğum kontrol dersleri düzenli olarak işçilere verilmelidir. böylece bir şekilde feodal düzen tarafıdan bypass* edilmiş türk eğitim sistemi ve medeniyet arka kapıdan bölgeye girecektir. 3- koruculuk sistemi mümkün olan en kısa zamanda kaldırılmalı, silahlar toplanmalıdır. koruculara maaş verileceğine, türkçe kurslarına** gitmiş ve akabinde sınavlarda başarılı olmuş insanlara tek seferlik ücret verilmelidir. (bu tip uygulamalar avrupa’da da vardır) 4- fabrikalarda ve bölgede çocuk işçi çalışıtırılmasına kesinlikle engel olunmalıdır. bu hayati bir meseledir. bölgede tam bir çocuk sömürüsü vardır. eğer çocuk işçi sorunu çözülmez ise, kontrolsüz çocuk yapmak bütün bu önlemlere rağman yine de cazip kalacaktır. çocuklar medeni dünyada olduğu gibi okutulmalıdır, sömürülmemelidir. bu da çocukların haneye gelir getirici halden, gider sebebi haline getirecek, feodal sistemin altını oyacaktır. 5- zamanında batıya göç etmiş yada köyleri boşaltılan insanlara, bölgeye geri dönmek şartı ile fabrikalarda işe girmek konusunda öncelik verilmelidir. böylece hem köy boşaltma sonucu mağdur olan insanların mağduriyeti giderilir hem de batıya göç etmiş kürtlerin batıda feodalleşip, tepki olarak, ırkçılığın ülkede gelişmesi önlenir. bu da gayet önemli bir maddedir 6- toki bölgede konut projeleri gerçekleştirmelidir. böylece köyden kente göç eden insanlar için medeni yerleşim imkanı sağlanmalıdır. bu konutlar çoğu zaman 2 odalı olmalı dolaylı olarak yine çekirdek aile dikte ettirilmelidir. görüldüğü üzere bölgede insanlara türkçe öğretmek en çok üzerinde durduğumuz konulardan biri. bu çok önemli. tek bir ulus olacaksak, aramızda dil birliğinin bulunması şarttır. sakın yanlış anlaşılmasın, kürtçe yasaklansın demiyorum ama desteklensin de demiyorum. yasaklar ile asimilasyon olmaz. kürtçe serbest olmalı ama türkçe devlet eliyle desteklenmelidir. (eğer birisi olurda “ba ba ba, resmen asimilasyon istiyor, ayıp ayıp” diyecek olursa, seni kiniyorum ve sana laflar hazirladim, haberin olsun.) peki, bu yol garantili mi ? hayır değil. açıkçası bu süreç çok zorlu bir süreçtir. daha önce, kürt feodalizminin hem kürt milliyetçiliğinin ana damarı olduğunu ama aynı zamanda da bir kürt devleti önündeki en büyük engellerden olduğundan bahsetmiştim. eğer, kürt feodalizmi yıkılırsa ve kürt toplumunun ulus develete entegrasyonu ve sanayi toplumu olma süreci başarılı olmaz ise işte o zaman tam bir felaket olacaktır. bu sürecin sonu http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=7928096 `daki yazıda belirtilmiştir. kürtler, kürt milliyetçliğinin kucağına itilecek, tabir caiz ise, eskiden sadece elimiz kangren iken kangren tüm vücudumuza yayılacaktır. böyle bir risk varken, bu yola girmek toplumun bütün kesimlerinin onayının alınması gereken bir konudur. giderek bu yapının içinde olmadığı halde mağdur konumuna düşen batı insanı ödeyebileceği bedeli bilmeğe hakkı vardır. zira tek çözüm yolu bu değildir !....
-
Osmanlı'dan Bu Güne Kürtler Ve Devlet
Teröre Dur Diyebilmek İçin Yazan: DoçDr.Yaşar ONAY, Tarih: 17-03-2008 11:25 Terörle mücadelede nihai sonuç alınmak isteniyorsa, artık hamasi sözlerden ve de içi boş terör analizlerinden vazgeçilmesinin zamanı gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu bölgesine iktidarları döneminde trilyonlarca Lira akıttıklarını, önümüzdeki beş yıllık dönemde de 12 milyar Dolarlık yatırım yapılacağını açıkladı. Türkiye’nin güneydoğusuna ilk kez AKP iktidarı döneminde yatırım yapılmış değildir. Daha öncesinde de her siyasi iktidar bütçesinde güvenlik harcamalarından sonra en önemli aslan payını daima Güneydoğu’ya ayırmış, ancak bu yatırımlar bir türlü terörü önlemeye yetmemiştir. Bu nedenle terörle mücadele Türk Silahlı Kuvvetlerine havale edilmiş ve TSK da kendisine verilen bu görevi şimdiye kadar çok başarılı bir şekilde yerine getirmiştir. Ancak bu yeterli değildir. Geçtiğimiz günlerde Güneydoğu’nun bazı bölgelerinde Türk Polisine taş atan çocukların bir kısmı, on sene içinde dağlarda Mehmetçiğe kurşun atacaklardır. Bunun önüne bölgeye önümüzdeki beş yıl içinde akıtılacak 12 milyar Dolar da geçemeyecektir. Zira bu yatırım sokaktaki insanın hayatına doğrudan yansımayacaktır. Bunun en önemli nedeni bölgenin feodal yapısıdır. Bölgede toprak ağalığı sistemi var olduğu müddetçe, yatırımlar bu ağalar aracılığıyla ve onların önderliğinde kıymetlendirilecekse ve de var olan sistemden bu toprak ağaları yararlanmaya devam ettikleri sürece, çözüm olamaz. O halde çözüme giden ilk yol, toprak reformundan geçmektedir. Çağ dışı olan bu feodal yapının değiştirilmesi esastır. Türkiye’de aklı başında olan ve de yüreği Vatan sevgisiyle dolu olan her ferdin ilk görevi bu olmak zorundadır. Ancak bu kolay bir dönüşüm değildir, zira bu dönüşümü gerçekleştirecek olan en yüce makam Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Ancak TBMM içinde özellikle Güneydoğu kökenli milletvekillerine bakıldığında bu kişilerin hemen hepsinin Beyaz Kürt, yani toprak ağası ya da ağa tarafından desteklenen kişilerden olduğu görülür. Bu kişilerin kendi hükümran düzenlerini bozacak bir kanuna onay vermeleri pek kolay değildir. Zaten sorunda bu noktada kilitlenmektedir. Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinde ırk üstünlüğü kavramı yoktur. Türk halkı IRKÇI yaklaşımlara asla prim vermemiştir. XII. yüzyılda Yunus Emre’nin, “Yetmiş iki milleti bir saymayan insan değildir” sözü bu milletin mayasıdır. Bu nedenle de PKK terör örgütü her türlü iç ve dış desteğe rağmen amacına ulaşamamıştır. Ulaşamayacaktır da… Bu nedenle hedeflenen Türk-Kürt iç savaşı bir türlü hayata geçirilememiştir. Benzer gelişmeler dünyanın bir başka coğrafyasında olsaydı, şimdiye kadar iç savaş çoktan başlamış ve milyonlarca insan hayatını kaybetmişti bile. Son on yılda dünyada yaşananlara bakıldığında ne demek istediğim kendiliğinden anlaşılacaktır. Türkiye’de hiç kimse bu vatanın bölünmesini istememektedir. Doğulusuyla, Egelisiyle, Karadenizlisiyle, Akdenizlisiyle bu topraklarda yaşayan insanlar, ULUS olmayı başarmışlardır. Bedeli ağır da olsa, bu topraklarda yaşayanlar aynı ulusun fertleridirler. Bu yapıyı bozmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Hal böyleyken Türkiye’nin Güneydoğusunu, ülkeden ayrı gösterme çabaları, yabancı istihbarat örgütleri tarafından oldukça uzun süredir uygulanan etki odaklı psikolojik harekâtın bir sonucudur. Bu operasyonda başarılı olmalarının tek nedeni ise, bölgenin toprak ağalığına dayalı feodal sistemidir. Bölgedeki feodal yapı, Türkiye’nin en büyük sosyal sorunlarından birisidir. Ancak ne yazık ki, ülkenin toplum bilimci akademisyenleri bu konuya pek ilgi göstermemiştir. Siyaset adamları da oy kaygısıyla toprak ağalarına daima sıcak davranmışlardır. Şimdi konuyu biraz aralayalım; Kürtler tahmini olarak M.S. 6-10. yy arası kuzey ve orta İran’dan Anadolu’nun güneydoğusuna göç ettiği düşünülen Hint-aryan kökenli bir ırktır. Özellikle dağlık bölgelerde yaşamaları, onları merkezi yönetimin etki alanından uzak kalmalarına ve yerel feodal güçlerin etkin olmasına sebep vermiştir. Kürt aşiretleri, Osmanlı ve Safeviler (İran’da kurulu alevi/Şii Türk hanedanlığı) arasındaki Anadolu’ya hâkim olma mücadelesini çok iyi değerlendirmiş ve Osmanlı hanedanının bölgede merkezi yönetimi etkin hale getirmesini engellemiştir. Osmanlılar, Safevilerin Anadolu’da yaşayan alevi Türkmenler üzerinde etkili olması engellemek için Sünni Kürt aşiretleri ile ittifak yapmış, onları Safeviler ile alevi Anadolu Türkmenleri arasında doğal bir tampon olarak kullanmıştır. Bunun karşılığında Osmanlı aşiret liderlerinin bölgedeki hegomanyasına karışmamış böylece aşiret düzeni bölgede iyice yerleşmiştir. Feodal toprak ağaları, bölgedeki egemen güçlerini kaybetmemek adına çıkarları doğrultusunda stratejiyi kullanmıştır. Aşağıdaki tabloda bu strateji anlatılmıştır: Osmanlı – aşiretler – Safeviler Osmanlı veya Türkiye – aşiretler – emperyalizm Türkiye – aşiretler – PKK Töre baskısı ya da dini baskı bölgede feodal sistemin sıkça kullandığı silahlar arasındadır. Özellikle töreler feodalizmi desteklemek üzere inşa edilmiştir. Kürt toplumu için töre her şey demektir. Gündelik yaşamdan, evliliğe, ticaretten, bir babanın çocuğunu toplum içinde nasıl sevmesi gerektiğine kadar her alanda yazılı olmayan feodal kurallar işler. Bölgede her şey feodal sisteme uygun işler, en ufak uyumsuzluğa tahammül gösterilmez. Söz gelimi hayvancılık için çok önemli olan otlakların nasıl paylaşılacağı tamamen aşiret düzeni içinde belirlenir. Hiçbir istisnaya müsaade yoktur. Sözgelimi Hakkâri Yüksekova’da nehil ırmağın etrafındaki bataklıkların kurutulup otlak olarak bazı köylülere verilmesi gündeme geldiğinde, Aşiret liderleri siyasi güçlerinden de yararlanarak bunu engellemişlerdir. Çünkü bu adım, toprak ağaları tarafından bölgedeki iktidar yapısını değiştirecek bir adım olarak kabul edilmişti. Bölgede töre olarak kabul gören kuralların hepsi feodal yapıyı güçlendirmektedir. Söz gelimi aşiret dışından kız alınıp verilmez. Böylece, mülkiyet aşiret içinde kalır, yabancılaşma ve asimilasyon engellenmiş olur. Daha da önemlisi feodal yapı dağılmaz. Kürt feodal sisteminde en tepede aşiret liderleri, en aşağıda da Kürt kadınları vardır. Bu bahsedilmesi gereken bir konudur. Kürt kadınları, kendilerine yönelik bu baskıdan kurtulmak için, doğurganlığı bir silah olarak kullanır. Bu da dolaylı olarak feodalizme hizmet eder. Feodalist düzende birçok kere üremek/çoğalmak desteklenir. Aşiret düzeninin sömürücüleri, nüfus fazla oldukça merkezi hükümetin bölgede daha fazla zorlanacağını iyi bilirler. Çok çocuk demek, eğitimsizlik yani cahillik demektir. Cahillik ise düzenin devamı demektir. Güneydoğuda kaçakçılık ve uyuşturucu ticareti Kürt feodal sistemini besleyen bir damar haline gelmiştir. Batıya göç eden aşiretler ise mafyalaşarak sadece üretimi ya da kaçakçılığı değil sokakları da ele geçirmek için çabalamaktadırlar. Bu çaba sadece Türkiye’de değil Avrupa’da da görülmektedir. Ayrıca kapkaç, hırsızlık, değnekçilik gibi adi suçlarda aşiretler olmasa bile yine bölgedeki feodal sistemin sonucu olarak ortaya çıkan sokak çocukları sorunu ile ilintilidir. Güneydoğuda birçok aile çocuklarını bu tür çetelere para karşılığı vermekte ya da çeteler çocukları kaçırıp kapkaça ve hırsızlığa zorlamaktadır. Bütün bu olaylar şiddetlenerek devam etmektedir. Batı insanının bu insanlara tepkisi ise aşiret bireylerinin aşiretten çözülmesini engellemekte feodal düzenin şehirlerde de devam etmesine neden olmaktadır. Bu “öteki” kavramını her iki taraf için de güçlendirmekte ve batıya göç eden Kürtlerin şehir hayatını benimsemelerini engellemektedir. Günümüzde bu ayrım o kadar şiddetlidir ki, çoğu zaman büyük şehirlerde Kürt milliyetçiliği güneydoğuya göre daha güçlüdür. PKK’ya gelince; PKK bölgedeki feodal toprak ağaları tarafından kullanılan bir örgüt olmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Toprak ağalarının istedikleri ise mevcut durumun devamıdır. Zira söz konusu düzen aşiretlerin çıkarlarına hizmet etmektedir. Bu nedenle teröre karşı mücadelede Türkiye’nin muhatabı, PKK olmayıp, bölgedeki feodal yapının önde gelen aşiretleridir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bölgede izlemesi gereken politika öncelikle bu sistemin tasfiyesidir. Sürekli olarak sözü edilen ekonomik ve kültür ağırlıklı paketler bu aşamadan sonra uygulanmalıdır. Şimdi şapkamızı önümüze koyup düşünme zamanı. Bu coğrafya çok uzun zamandır Türkiye’nin bir parçası olmasına karşın Türkçe bilen insan sayısı %15-20’yi geçmemektedir. PKK’nın öğretmenlerimizi şehit etmesinin nedeni budur. Zira öğretmenlerimiz bölgenin yazgısını değiştirecek en önemli ve en korkulan silaha sahiptiler. Bölge insanı için Türkçe demek ilim, bilim demektir. İlim ve bilime egemen olan bir insan da doğal olarak ağalık ve aşiret sisteminin karşısında yer alır. Oysa Bu topraklarda Vatan toprakları ve de Türk Milli Eğitimi’nin burada da okulları var. Oysa adına PKK denilen taşeron örgüt sadece 1980’lerden beri var. O halde soruna terör, PKK diyerek yanıt bulamayız. Aranan yanıt bölgedeki aşiret sisteminin Türk diline ve eğitimine karşı olması ve bölgedeki yurttaşlarımızı karanlığa boğma çabalarıdır. Hal böyleyse Türkiye Cumhuriyeti’nin 10 yıllık bütçesinin tamamını sadece ve sadece teröre karşı mücadele adına bölgeye aktarılsa da, terör sona ermez. Çünkü bölge halkının yazgısında bir değişim ortaya çıkmaz. Bölgeye gönderilen her paket doğrudan aşiretlere gider ve onların çıkarları doğrultusunda kullanılır. Bizlere düşense, sürekli olarak “terörün sonu geldi” nakaratını söylemekten öteye gitmez. Artık teröre karşı sözde değil, özde mücadele etme zamanı gelmiştir.
-
KÜRT SORUNU...FEODALİZM...OSMANLI DEVLETİ!
Kurt sorununu anlayabilmek oncelikle Kurt feodal yapisini anlayabilmekten gecer. Iste Kurt Feodalizmi dedigimiz olay kürt feodalizmi bu ülkenin en büyük sosyal sorunlarından birisidir. ne yazık ki, ülkenin toplum bilimci akademisyenleri bu konuya pek ilgi göstermemiştir. bu konunun sahipsizliğinin bir diğer ispatı da, bu başlığının sözlük açıldıktan tam 6 sene sonra dolmasıdır. üstelik de sözlükteki onca sosyoloğa rağmen bir mühendis tarafından. neyse amacımız tereciye tere satmak değil o da biline. sözlüğün ersatz yuppie akademisyenleri (bu başlığın dolu olması ise ayrı bir trajedi, bir çeşit özeleştiri herhalde) konuyla ilgilenmiş olsalardı ben de haddimi bilecektim elbette. feodalizm hakkında bilgi için (bkz: feodal toplum:http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=feodal+toplum) , (bkz: feodalizm:http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=feodalizm) kürt feodalizmine girmeden evvel kürtleri tanımak gerek. (bkz:http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=kurtler/@galatyphoon ) yine de kısaca bahsetmek gerekirse, kürtler tahmini olarak m.s. 6-10.yy arası kuzey ve orta iran’dan anadolunun güneydoğusuna göç ettiği düşünülen hint-aryan kökenli bir ırktır. kürtler büyük oranda hayvancılıkla uğraşırlar. bu yüzden yüksek düzlüklerde ve dağlarda yaşarlar. dağ olgusu o kadar güçlüdür ki, kürt mitolojisine dahi girmiştir. kürtlerin dağlık bölgelerde yaşamaları, onları merkezi yönetimin etki alanından bir nebze olsun çıkarmış ve yerel feodal güçlerin etkin olmasına sebep vermiştir. coğrafik sebepler dışında feodalizmin etkin olmasının en az onun kadar etkili başka sebepleri de vardır. hint aryan ırklarının sosyokültürel olarak feodalizme yatkın olmaları, tarihte stratejik sebepler ile bölgede hiçbir devletin tam olarak hakimiyet kuramaması diğer etkenlerdir. son maddeyi açmak gerekir. kürt aşiretleri osmanlı ve safeviler (iran’da kurulu alevi/şii türk hanedanlığı) arasındaki anadolya hakim olma mücadelesini çok iyi değerlendirmiş böylece osmanlı hanedanının bölgede merekezi yönetmi etkin hale getirmesini engellemiştir. (merkezi yönetim ile feodalizm tezat şeylerdir. çoğu zaman birinin olduğu yerde diğeri olamaz yada güçlü olamaz.) kürtler tam olarak anadolu ile safeviler arasında sınır gibiydiler. osmanlı, safevilerin anadoluda mukim alevi türkmenler üzerinde etkili olması engellemek için sünni kürt aşiretleri ile ittifak yapmış, onları safeviler ile alevi anadolu türkmenleri arasında doğal bir tampon olarak kullanmıştır. bunun karşılığında osmanlı aşiret liderlerinin bölgedeki hegomanyasına karışmamış böylece aşiret düzeni bölgede iyice semirmiştir. bu üç adet oyucunun olduğu oyuna çok iyi dikkat etmek gerekir. bu basit bir tarihsel vaka değildir. sırayla gidersek; osmanlı – aşiretler – safeviler osmanlı veya türkiye – aşiretler – emperyalist güçler türkiye – aşiretler – pkk görüldüğü üzere aşiretler ne yapıp ne edip bu oyunda merkezi hükümet ile teke tek kalmamayı başarmış böylece dengeyi sağlamıştır. merkezi hükümetler bu oyuna ister istemez gelmiş, aşiret düzeni bir türlü yıkılamamıştır. bu konu için (bkz: kürt sorunu:http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=kurt+sorunu/@galatyphoon) konuya geri dönersek, feodal güçler yöre halkı üzerindeki hegomanyalarını kaybetmemek için faydalı olası her stratejiyi kullanmıştır. töre baskısı yada dini baskı bunların arasındadır. kürt feodal sistemi o kadar etkin olmuştur ki, töre denilen sosyal olgu dahi feodalizmi desteklemek üzere inşa edilmiştir. kürt toplumu için töre herşey demektir. gündelik yaşamdan, evliliğe, ticaretten, bir babanın çocuğunu toplum içinde nasıl sevmesi gerektiğine kadar her alanda yazılı olmayan feodal kurallar işler. bölgede herşey feodal sisteme uygun işler, en ufak uyumsuzluğa tahammül gösterilmez. söz gelimi hayvancılık için çok önemli olan otlakların nasıl paylaşılacağı tamamen aşiret düzeni içinde belirlenir. hiçbir istisanaya müsade yoktur, mesela vaktinde hakkari yüksekova’da nehil ırmağın etrafındaki bataklıkların kurutulup otlak olarak bazı köylülere verilmesi gündemdeydi. aşiret liderleri ne yapıp ne edip bunu engellediler. çünkü bu bölgedeki iktidar yapısını değiştirecekti. töre namına ne kadar kural varsa hepsinin feodal yapıyı güçlendirdiğini kolayca görebiliriz. misal kürtlerde amca kızı yada baba tarafı kuzenleri ile yapılan evlilikler bütün evliliklerin % 40’ı kadardır. amca kızı yada kuzen olmasa dahi evliliklerin nerdeyse tamamı aşiret içinden olur. kürt olmayan (misal bir türk) biri ile yapılan evliliklerin oranı o kadar düşüktür ki, bu tür bir evlilik çevrede sansasyon yaratır (kasabalarda bu evliliklerin oranı bir miktar daha yüksektir). bunun sayesindedir ki, belirli bir bölgede mülkiyet aşiret içinde kalır, yabancılaşma ve asimilasyon engellenmiş olur. böylece feodal yapı dağılmaz. kürt feodal düzeninde hiyerarşiyi tanımlarsak (sömürü piramidi); aşiret ağası melalar, şıhlar (dini liderler) kabile reisi (aşiretin bir alt birimi kabiledir) hane reisi hanenin yetişkin/evli erkekleri (malxo) evin en kıdemli kadını (kebani) küçük erkek çocuklar evlenmemiş kızlar (çocuk yada genç) evin gelinleri bebekler genel kanı bu düzenin tek sömürücülerinin aşiret reisleri olduğu yönünde olsa da, bu çok büyük bir yanılgıdır. zannımca hane reisi ve daha üstte bulunan birimler, bu düzende verdiklerinden çok daha fazlasını alıyorlar. yani bir erkek doğduktan sonra hane reisi oluncaya kadar sömürülen, hane reisi olduktan sonra da sömüren statüsüne geçiyor. bu yüzden genç kürt erkekleri olabildiğince çabuk hane reisi olmak, hane reisi olanlarda evli oğullarının, evlerini ayrımasını olabildiğince uzatmak gayesindedirler. (klasik bir kürt hanesinde, anne-baba, evli erkek çocuklar, eşleri ve bunların çocukları, evlenmememiş kızlar ve diğer çocuklar hep beraber otururlar. çoğu zaman amca tarafı da bu haneye katılabilir) kürt feodal sisteminde en tepede aşiret liderleri varsa an aşağıda kürt kadınları (bebeklerden sonra) vardır. bu bahsedilmesi gereken bir konudur. kürt kadınlarının kendilerine yönelik bu baskıdan kurtulmak için, en kabul gören yeteneğini yani doğurganlığını bir silah olarak kullanır. aslında bu da dolaylı olarak feodalizme hizmet eder. gerçekten de feodalist düzende bir çok kere üremek/çoğalmak desteklenir. eve yeni gelin gelmiş ve evde en düşük sosyal statüde (çocuklardan bile düşük) olan gelin statüsünü yükseltmek ve kebani yani en yüksek statülü kadın olmak için çok çocuk özellikle de erkek çocuk sahibi olmak zorundadır. çok çocuk sahibi olmak feodal düzende; - hane reisi için daha çok hizmetkar yada bir nevi işçi anlamına gelir. tıpkı aşiret ağasının haneleri sömürmesi gibi hane reisi de kendisinin altındaki bireyleri sömürür. onları kendi malı gibi görür. erkek yada kız fark etmez. erkek çocuk olsanız dahi babanız için çalışmak zorundasınızdır. bu anlayış her türlü sosyal yaptırım ile desteklenir. mesela bir kürt atasözü “kureki ku ji bo bavê xwe dixebite, ji bo nefsa xwe dixebita” der ki, “babası için çalışan oğul, kendisi için çalışıyordur”. bu sebeple baba olabildiğince evlenen oğlunun evini ayrımasına izin vermez. bir adamın erkek çocuğu ne kadar çabuk yetişkin* çocuğu olursa o kadar işlerden kaytarır. kendisini köy kahvesine daha fazla atabilir, daha fazla aylaklık yapabilir. - hane reisi ve aşiret için çok nüfus güç demektir. ne kadar çok nüfusunuz varsa olası bir çıkar çatışmasında o kadar çok arkanız var demektir. tamamen fiziksel şiddete dayalı olan bir sistemde arkası olmamak acınası, zavallı bir halde sömürülmek demektir. - aşiret düzeninin sömürücüleri, nüfus fazla oldukça merkezi hükümetin bölgede daha fazla zorlanacağını iyi bilirler. çok çocuk demek, eğitimsizlik yani cahillik demektir. cahillik ise düzenin devamı demektir. - en temelde evin gelini için çocuk bir nevi rütbe demektir. hiyerarşinin en altında bulunan kadın için baskıdan biraz olsun kurtularak, saygı duyulmanın tek yolu olabildiğince çocuk yapmaktır. esasında bu da bir çeşit sömürüdür. bu sebeple bebeğin yeri piramitte annesinin altıdır. gerçekten de, yeni doğan çocuk 2-3 yaşına gelinceye kadar aileden sayılmaz, kendisine isim dahi verilmez. - söz konusu piramitte her zaman için aşağı doğru indikçe nüfus artar. yani bir aşirette, sadece bir tek aşiret reisi varken, bir kaç tane kabile reisi ve şıh, yüzlerce hane reisi, daha aşağı unsurlardan ise, aşağı doğru gittikçe artmak ana kural olmak üzere binlerce vardır. bu kural unutulmaması gereken bir kuraldır, her zaman için sömürülenler, sömürenlerden sayıca daha fazla olmalıdır. bu yüzdendir ki, çok çocuk yapmak sömürülen sayısının artması için gerekli şarttır. bütün bu sebepler birleşince, bölgede % 3,5’lara varan inanılmaz düzeyde bir nüfus artışı ortaya çıkıyor. bırakın bu kadar fakir bir bölgeyi, bu oran bir çok petrol zengini ülke olan ortadoğu bölgesinde dahi bir rekordur. sürdürülmesi imkansızdır. bir süre sonra ülke bütçesinde çok büyük gedikler açılacak. daha da önemlisi çok büyük sosyal sorunlar çıkacaktır. bu da kürt feodalizminin zararlarının artık bölgesel nitelikten çıkıp ulusal bir sorun olduğunun kanıtıdır. feodalizmin batıya ihracı, üzerinde durulması gereken çok önemli bir konudur. 1980 sonrası feodal kürtlerin batıya göçleri hızlandı. giderek daha fazla bireyselleşen ülkenin batısına feodal bir ailenin göçmesi tam anlamıya züccaciye dükkanına giren fil misali gibidir. doğuda aşiretlerin çıkar çatışmaları söz konusu olduğunda en azından bir aşiret aşirete karşı mücadele eder. fakat batıya göçmüş bir aşiret karşısında aşiretleri değil savunmasız ve şiddetin değil hukuğun üstünlüğüne inanmış bireyleri bulur. eğer türkiye’de hukuğun bu gibi durumlarda zayıf kaldığını düşünürseniz, aşiret ile yüzyüze kalmış bireyin haklarından vazgeçmesi ve bir nevi serf durumuna düşmesi kaçınılmaz sondur. gerçekten de bu süreç bir çok bölgede yaşanmıştır. mesela güney bölgelerdeki turistik kasabalarda orta ve küçük çaplı turistik işletmelerin (küçük oteller, restoranlar, plajlar vs vs) çoğu baskı ve tehdit ile bu aşiretlerin eline geçmiştir. hatta yerel halk işten tamamen çekilmiş, tıpkı güneydoğu anadoluda olduğu gibi aşiretler artık kendi aralarında çatışır olmuştur. http://www.hurriyetim.com.tr/...~2@nvid~610390,00.asp güneydoğuda kaçakçılık ve uyuşturucu ticaretinin kürt feodal sistemini besleyen bir damar haline geleli 25 seneden fazla oluyor. batıya göç eden aşiretler ise mafyalaşarak sadece üretimi yada kaçakçılığı değil sokakları da ele geçirmek için çabalamaktadırlar. bu çaba sadece türkiye’de değil avrupa’da da görülmektedir. ayrıca kapkaç, hırsızlık, değnekçilik gibi adi suçlarda aşiretler olmasa bile yine bölgedeki feodal sistemin sonucu olarak ortaya çıkan sokak çocukları sorunu ile ilintilidir. güneydoğuda bir çok aile çocuklarını bu tür çetelere para karşılığı vermekte yada çeteler çocukları kaçırıp kapkaça ve hırsızlığa zorlamaktadır. http://www.sabah.com.tr/2004/12/08/gnd101.html http://www.tempodergisi.com.tr/...lum_politika/06149/ http://www.aksiyon.com.tr/...=14434&yorum_id=1820 http://www.hurriyetim.com.tr/...~1@nvid~552793,00.asp bütün bu olaylar her geçen gün şiddetlenerek devam etmektedir. batı insanının bu insanlara tepkisi ırkçılık olarak olmakta bu ise aşiret bireylerinin aşiretten çözülmesini engellemekte feodal düzenin şehirlerde de devam etmesine neden olmaktadır. bu da biz ve siz kavramını her iki taraf için de güçlendirmekte ve batıya göç eden kürtlerin bile asimile olmasını engellemektedir. hatta bu ayrım o kadar şiddetlidir ki, çoğu zaman büyük şehirlerde kürt milliyetçiliği güneydoğuya göre daha güçlüdür. son olarak kürt milliyetçiliği yada pkk ile kürt feodalizmi arasındaki ilişkiyi incelersek, kürt feodalizminin hem kürt milliyetçiliğini beslediği ve desteklediğini hem de bu vakte kadar bölgede bağımsız bir kürt devletinin kurulmasının önünde en büyük engel olduğunu görüyoruz. bunda şaşılacak bir şey yoktur. yazının başında bahsedilen 3 kutuplu oyunda ne ankara ne de pkk tam anlamıyla başarılı olacaktır. bu oyunda nash dengesi şu anki düzenin devamı üzerine kurulmuştur. oyunun şartları değişmediği sürece yeni bir denge kurulmasını beklemek oyun teorisine aykırıdır. bu düzen sadece aşiretlerin yararınadır. ayrıca giderek daha fazla ülkenin batısında çıkar elde eden aşiretler için türkiyeden kopmak çıkarlarına terstir (bu durum değişebilir). öte yandan pkk’nın yada kürt milliyetçilerinin mücadeleyi kaybetmesi yada yok olmaları da işlerine gelmez çünkü böyle bir durumda merkezi hükümet ile pazarlık kozunu kaybetmiş olacakları için merkezi yönetim feodal düzeni yıkarak onları yok edecektir. ayrıca kürt feodalizmi hizipçilik üzerine kurulmuştur. bölgedeki aşiretlerin her birinin çıkarları çatışır. bu sebeple ne hepsi kürt milliyetçisi olur ne de devlet yanlısı olurlar. bu feodal sistem gereğidir. hatta bazı aşiretler zaman zaman kürt milliyetçisi (barzanici) rolüne bürünmüş, başka zaman da sıkı şekilde devlet tarafına geçmiştir. bunda şaşılacak bir şey yoktur, aşiretler söz konusuysa kaypak bir zemine alışmak gerekir. türkiye yöneticileri ne yazık ki, bu oyuna gelmişlerdir. bölgedeki korucu uygulaması buna örnektir. halbuki bizim politikamız feodal sistemin olabildiğince çabuk yıkılması, bölge insanının medenileşerek ulus devlet içinde hızlı bir asimilasyonu üzerine olmalıydı. fakat ne yazık ki türk eğitim sistemi feodal çarklar sebebiyle bölgeye girememiş, bölge türkiye’ye bağlı olmasına rağmen çoğu yerde türkçe bilen insan sayısı 15-20 %’yi geçmemiştir. neredeyse 1000 senedir (bunun 500 senesi türk yönetimi altında) beraber yaşadığımız insanlara türkçe öğretememişsek çuvaldızı (hatta mümkünse daha kalın bir şeyi) kendimize batırmamız gerekir. aşirete karşı aşiret politikası artık iflas etmiştir. bu politikanın terk edilmesi gerekmektedir.... Tespit yukarida simdi de cozum arayislari... özellikle kürt feodalizmini anlamadan bu sorunu çözmek mümkün değildir. kürt sorunu, kürt feodalizminin, merkezi yönetim ve kendi arasındaki mücadelede, merkezi yönetimin elini zayıflatmak için bizzat emperyalist devletler ve kürt feodalleri tarafından icat edilmiş bir sorundur. böylece kürt feodalleri merkezi yönetimin gazabından kendilerini korumuş, sömürüye dayalı düzenlerinin devamını sağlamıştır. bu düzen dolaylı da olsa kürtlerin asimile olmasını ve ulus devlete entegre olmalarını engellemiştir. türk tarafı da, bu düzene hizmet edecek yanlış politikalar gütmüş, hem feodal düzenin devamını sağlamış hem de dolaylı da olsa kürt milliyetçiliğinin gelişmesine sebep olmuştur. aşiretler, merkezi yönetim ne zaman bölgede aşiret çıkarlarına ters hareket etse kürt milliyetçiliği kisvesi altında isyan çıkarmış böylece merkezi yönetimi bölgede sindirmiştir. merkezi yönetim de, bu oyuna gelmiş, güya kürt milliyetçisi aşiretlere karşı yine güya devletçi aşiretleri kollamıştır. mesela korucular bu politikanın bir eseridir. bir aşiretin kürt milliyetçisi (barzanici) yada devletçi olması tamamen konjonktüre bağlıdır. bu seçimin altında fikri derinlik aramak bölgeyi tanımamak demektir. şöyle ki; söz gelimi hakkari’de 6 tane büyük aşiret vardır*. bunlar; baskê çep (sol kanat) ertuşi jirki diri baskê rast (sağ kanat) pinyanişi oramari dorski burada sol-sağ siyasi anlamda sol-sağ değil, aşiret gruplaşmasını gösterir(milan-zilan hikayesi). pinyanişi aşireti isyanlara katılmamış bunun karşılığında devletten çıkar elde etmiştir. buna karşılık diğer cenahtaki aşiretler ise zaman zaman kürt milliyetçiliği gütmüşlerdir. fakat zaman zaman devletçi göründükleri de olmuştur. pinyanişi aşireti ile aynı tarafta olan oramari aşireti 1930’da oramar isyanını çıkartmış olsa da artık devlete bağlıdır. işte bu nokta bize aşiretlerin devlet tarafında yada pkk tarafında olmalarının tamamen konjontürel nedenleri olduğunu gösteriyor. oramari vaktinde isyan etmiş bile olsa şimdi devlet tarafında olabilirken, ertuşi şimdi kürt milliyetçisi olarak bilinse bile duruma göre her an devlet tarafına geçebilir. yani ne devlet ne de pkk hiçbir zaman aşiretlerin tamamını kendi taraflarına çekemeyecektir. bu düzenin tabiatına aykırıdır. çünkü aşiretlerin çıkarları çatışır. bu yüzden hiçbir zaman hepsi aynı tarafta olamazlar. işin ilginç yanı pkk da, devlet de bunu bilir ama her ikisi de sadece kahrolsun aşiret düzeni diye slogan atsalar da, düzenin devamına politikaları ile destek verirler. görüldüğü gibi sorunun çözümü için bölgede feodalizmin yıkılması gerekir. kürt feodalizmi yazısında, bu düzenin en altında kadınların olduğu belirtilmişti. işte bu nokta kilit noktadır. aşiret düzenini yıkmak isteyenler (gerek devlet gerek diğer güçler) hep piramidin en tepesine yani aşiret liderlerine odaklanmıştır. halbuki bir lider gider diğeri gelir. eşek çok olduktan sonra ona semer vurmak isteyen eksik olmaz. aşiret düzenine karşı uygulanacak strateji kadınlar üzerine ve sülale tipi aile yerine çekirdek aileyi kurmak üzerine olmalıdır. yani kadınlar statü atlatılmalı, böylece piramidin yapısı bozulmalıdır. bu beslenme piramidinin en altında bulunan bitkilerin yok edilmesi (benzetmede kadın sömürüsünün durması) ile bütün ekosistemin yok edilmesine benzer. aslanları tek tek öldürerek, aslanlar yok edilemez. bir aslan gider diğeri gelir. aslanlar azimle yok edilse bu sefer sırtlanlar meydana çıkar. fakat bitkileri yok ederseniz, geyikler yok olur. geyikler yok olursa, aslanlar da yok olur. benzetecek olursak burada bitkiler kadınlar, geyikler hane reisi erkekler, aslanlar ise aşiret liderleridir. kadınların bu çarktan çıkarılması ve düzeninin yıkılması için bölgenin hayvancılık ekonomisinden kısmen sanayi ekonomisine geçirmemiz gerekir. bu amaca ulaşmak için artık elimizde daha önce olmayan bir silahımız var. tekstil sektörü ve diğer emek yoğun sektörler ! bu sektörlerin yapısı itibariyle maliyetleri daha çok emek bedelidir. bu yüzden çok büyük istihdam sağlarlar (türkiye genelinde 3 milyon kişi, 10 milyon kişiye de dolaylı ekmek) türkiye’nin batısında kurulmuş bu sektör artık emek maliyetlerinin artması yüzünden tabir caizse can çekişmekte, diğer ülkelere* kaçmaktadır. halbuki, bu ülkenin doğusu halen söz konusu ülkeler ile emek maliyeti bazında rekabetçidir. fakat asgari ücretin, sanki bütün ülke aynı kalkınmışlık seviyesindeymiş gibi her yerde aynı seviyede olması, bu bölgenin istikrarsız olması ile de birleşince yatırım için cazip olmaktan çıkarmaktadır eğer asgari ücret, die tarafından her şehrin şartları gözetilerek açıklanır ise bir çok tekstil yatırımı yurtdışı yerine bu bölgeye gidecek ve bölgenin sanayi toplumuna geçiş süreci başlatılacaktır. bu sürecin bir kere başlaması yeterlidir. kendi kendine yeterli bir süreç olacaktır. asgari ücretin her yerde eşit olmaması bir çok eleştiriye yol açacaktır. kesinlikle bu eleştirilere kulak tıkamalı, politik doğruluk zaman zaman sonuca ulaşmanızı engeller. unutmamalı ki, cehnneme giden yol iyi niyet taşları ile döşelidir. bazen pragmatik olmakta fayda vardır. devlet bölgede tekstil fabrikaları için merkezi yerlerde (şehir merkezlerinde) organize sanayi siteleri kurmalı ve bu sitelerin güvenliği ne olursa olsun sağlanmalıdır. zaten pkk’nın da artık bu sitelere eskisi gibi ağır silahlar ile saldırması pek mümkün değildir. saldırsa bile bu onları 20 yıl geriye götürecek tekrar bölge halkı ile karşı karşıya kalacaktır. 1- kadınlara pozitif ayrımcılık uygulanmalı, fabrikalarda kadınlara 50-60 % kontenjan şartı getirilmelidir. böylece kadınların para kazanması onların toplum içinde statüsünü artıracak, eskisi gibi statülerini artırmak için doğurganlıklarını kullanmayacaklardır. çekirdek tipi aileye dönüşüm başlayacaktır. 2- fabrikalar aynı zamanda birer eğitim merkezi olmalı, fabrikalarda türkçe kursları, aile sağlığı ve doğum kontrol dersleri düzenli olarak işçilere verilmelidir. böylece bir şekilde feodal düzen tarafıdan bypass* edilmiş türk eğitim sistemi ve medeniyet arka kapıdan bölgeye girecektir. 3- koruculuk sistemi mümkün olan en kısa zamanda kaldırılmalı, silahlar toplanmalıdır. koruculara maaş verileceğine, türkçe kurslarına** gitmiş ve akabinde sınavlarda başarılı olmuş insanlara tek seferlik ücret verilmelidir. (bu tip uygulamalar avrupa’da da vardır) 4- fabrikalarda ve bölgede çocuk işçi çalışıtırılmasına kesinlikle engel olunmalıdır. bu hayati bir meseledir. bölgede tam bir çocuk sömürüsü vardır. eğer çocuk işçi sorunu çözülmez ise, kontrolsüz çocuk yapmak bütün bu önlemlere rağman yine de cazip kalacaktır. çocuklar medeni dünyada olduğu gibi okutulmalıdır, sömürülmemelidir. bu da çocukların haneye gelir getirici halden, gider sebebi haline getirecek, feodal sistemin altını oyacaktır. 5- zamanında batıya göç etmiş yada köyleri boşaltılan insanlara, bölgeye geri dönmek şartı ile fabrikalarda işe girmek konusunda öncelik verilmelidir. böylece hem köy boşaltma sonucu mağdur olan insanların mağduriyeti giderilir hem de batıya göç etmiş kürtlerin batıda feodalleşip, tepki olarak, ırkçılığın ülkede gelişmesi önlenir. bu da gayet önemli bir maddedir 6- toki bölgede konut projeleri gerçekleştirmelidir. böylece köyden kente göç eden insanlar için medeni yerleşim imkanı sağlanmalıdır. bu konutlar çoğu zaman 2 odalı olmalı dolaylı olarak yine çekirdek aile dikte ettirilmelidir. görüldüğü üzere bölgede insanlara türkçe öğretmek en çok üzerinde durduğumuz konulardan biri. bu çok önemli. tek bir ulus olacaksak, aramızda dil birliğinin bulunması şarttır. sakın yanlış anlaşılmasın, kürtçe yasaklansın demiyorum ama desteklensin de demiyorum. yasaklar ile asimilasyon olmaz. kürtçe serbest olmalı ama türkçe devlet eliyle desteklenmelidir. (eğer birisi olurda “ba ba ba, resmen asimilasyon istiyor, ayıp ayıp” diyecek olursa, seni kiniyorum ve sana laflar hazirladim, haberin olsun.) peki, bu yol garantili mi ? hayır değil. açıkçası bu süreç çok zorlu bir süreçtir. daha önce, kürt feodalizminin hem kürt milliyetçiliğinin ana damarı olduğunu ama aynı zamanda da bir kürt devleti önündeki en büyük engellerden olduğundan bahsetmiştim. eğer, kürt feodalizmi yıkılırsa ve kürt toplumunun ulus develete entegrasyonu ve sanayi toplumu olma süreci başarılı olmaz ise işte o zaman tam bir felaket olacaktır. bu sürecin sonu http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=7928096 `daki yazıda belirtilmiştir. kürtler, kürt milliyetçliğinin kucağına itilecek, tabir caiz ise, eskiden sadece elimiz kangren iken kangren tüm vücudumuza yayılacaktır. böyle bir risk varken, bu yola girmek toplumun bütün kesimlerinin onayının alınması gereken bir konudur. giderek bu yapının içinde olmadığı halde mağdur konumuna düşen batı insanı ödeyebileceği bedeli bilmeğe hakkı vardır. zira tek çözüm yolu bu değildir !....
-
"ZEHİR ZEMBEREK YAZILAR"... Beğenelim veya beğenmeyelim, Burada yayınlanacak yazılar hepimizi iğneleyecek kadar gerçek ve acıtıcı olabilir...
01 Kasım 2008 - Serdar YEŞİLIRMAK [Arşivi] Kürtler Gerçekten de İçe Kapanıyor mu? 13 Ekim 2008 tarihli Milliyet gazetesinde Devrim Sevimay’ın söyleşi konuğu olan Mustafa Sönmez bazı tespitlerde bulunarak, “Kürt meselesi”nin geldiği son aşamayı kendince dile getirmeye çalışmıştır. Mustafa Sönmez’in bazı tespitleri doğru olmakla birlikte bazılarında abartı, bazılarında gerçeklerin farklı yorumlanması bazılarında ise eksik bilgi bulunmaktadır. Ama bu demek değildir ki söz konusu kişinin tespitleri gözden uzak tutulmalı. Böyle düşünürsek, daha önceki yıllarda söz konusu olan sorunda düşülen hatalara düşmemiz kaçınılmazdır. Bugün gelinen noktada Mustafa Sönmez’in söz konusu röportajda dile getirdiği en yerinde tespit, oldukça abartılı bir üslupla süslenerek sunulmasına rağmen, “aşağılarda inanılmaz ayrışmalar başlıyor, buna çok dikkat edin” tespitidir. Bu tespit üzerinde Türkiye Cumhuriyeti’nin bekasını düşünen herkes başını iki elinin arasına alıp, en ince ayrıntısına kadar düşünüp taşınmalı, beyin fırtınaları yapmalı ve farklı da olsa karşı görüşleri de dikkate alarak analizler yapmaktan kaçınmamalı. Son zamanlarda ülkenin farklı coğrafyalarında meydana gelen bazı ferdi olaylar medya tarafından oldukça abartılarak servis edilmektedir. Mesela Ayvalık Altınova’da geçekleştirilen olayların arka planında neler yatmakta, buna pek değinilmedi. Ne oldu da 30 yıldır orada bir arada yaşayan insanlar böyle “vaka-yi adiye”den bir hadise karşısında böyle birbirine girdi? Bunun en önemli nedeni DTP&PKK fitnesidir. Çünkü olaydan bir-iki ay evvelinde DTP Ayvalık’ta yoğun katılımlı bir konser düzenlemiş ve konserde Apo posterleri ve bölücü türküler söylenmiş hatta bu yüzden bazı DTP yöneticileri mahkemeye sevk edilerek tutuklanmıştır da. Bu yörelerde yıllardır bulunan Kürt kökenli kardeşlerimiz barış içerisinde yaşamlarını sürdürürken, söz konusu siyasi fitneler yüzünden zor durumda kalmaktadırlar. Pekâlâ, terörün en yoğun dönemlerinde Batı illerine göç eden bu kardeşlerine kucak açan Türk halkına ne oldu da bu ülkede böyle tahammül sınırlarını zorlayan ve genetiğinde-geleneğinde mevcut olmayan bu tür linç olaylarına temayül ve itibar gösterdi? O zamanlar Türk halkında şöyle bir inanç vardı: “Devlet PKK ile gerektiği gibi mücadele etmektedir ve bizlere ihtiyaç yoktur”. Aynı Türk Milleti bugün gelinen süreçte şöyle düşünmektedir: “Devlet PKK terörü konusunda yetersiz ve çaresiz durumdadır ve PKK’nın yaptığı yanına kar kalmaktadır”. İşte Türk Milleti’ni bu saçma sapan tepkilere, linç olarak nitelendirilen olaylara sürükleyen ve tahammülsüzlüğe sevk eden bu bilinçaltı durumudur. Aynı söyleşide dile getirilen “Tarım işçilerine bakın, eskiden köyler de yaşarlardı. Çukurova’ya veya fındığa köylerden giderlerdi” tespiti de yanlış bir tespittir. Çünkü Çukurova’ya pamuk toplamaya giden vatandaşlar artık GAP’ın etkin hale getirilmesi ile Şanlıurfa’da pamuk toplamaktadırlar. Adana’da artık pamuk ekim alanları da yok denecek kadar azalmıştır. Yani Çukurova’ya gitmemelerinin nedeni bu kadar basittir. Ekonomist birisinin bunu bilmemesi ise hazindir! Fındığa gitmemesi meselesi ile tamamen yanlıştır. Mustafa Sönmez yaz aylarında bölgeden çalışmaya gidenlerin en fazla tercih ettiği Adana ve Elazığ güzergâhlarında bulunan tesislerde birkaç saat otursa işçileri taşıyan onlarca 21, 63, 72 ve 47 plakalı minibüsün geçtiğini kendi gözleri ile görebilir. Yani bu iddia tamamen boştur. Mustafa Sönmez’in dile getirdiği “Kürt mahalleleri ayrışması. Böyle bir şey ile ilk kez karşılaşıyoruz” tespiti de eksik ya da çarpıtılmış bilgiden kaynaklanıyor. Çünkü söz konusu sorun zaten Mersin, İzmir, Adana ve İstanbul’un bazı mahalle ve sokaklarında zaten uzun zamandır mevcut idi. Ancak bu durum sosyolojik ve psikolojik açıdan incelendiğinde Kürt mahallesi diye adlandırmanın sağlıklı bir tespit olmadığını düşünüyorum. Çünkü Diyarbakır’dan Adana’ya göç eden bir aile orada hemşerilerinin ya da akrabalarının bulunduğu mahalle ya da sokakları tercih etmektedir. Bu süreç sonucunda bir süre sonra bakıyorsunuz ki o mahalle Diyarbakırlıların çoğunlukta olduğu bir mahalle halini almış. Bu durumdan rahatsız olan mahallede yaşayan farklı etnik unsurlar da yavaş yavaş söz konusu mahalleyi terk etmeye başlamaktadır. Bu ve benzeri durumlar göç alan bütün illerde görülmektedir. Bazı göç alan illerde Sivaslılar mahallesi, Trabzonlular mahallesi, Mardinliler mahallesi şeklinde görülür iken, bazılarında ise Doğulular mahallesi, Karadenizliler mahallesi şeklinde görülen bu durum; etnik unsurların çoğunluğuna göre de Laz mahallesi, Göçmenler mahallesi ya da Kürt mahallesi şeklinde adlandırılmaktadır. Söz konusu realiteden hareket ederek bunu “gettolaşma” benzeri bir olgu ile açıklayıp ve Türk Milleti’nin tarihinde hiçbir zaman olmayan linç kültürüne bağlamak her halde iyi niyetli bir yaklaşım olmasa gerek. Mustafa Sönmez söz konusu yargıya varırken, sonuçta Kürtlerin başka mahallerde yaşamalarının çok zor olduğuna bunun nedeninin de etniklik dolayısı ile güvenlik olduğuna işaret etmek istiyor. Türk Milleti’nin geleneğinde bulunan aşiret, boy ve benzeri gurup yaşantısının şehirlerde benzer bir şekilde uygulanmaya çalışmasından çok öteye gitmeyecek bu olgunun bu derece dramatikleştirilerek verilmesi gerçeklerden uzak bir tespittir. Son olarak şunu belirtelim ki, gerçekler daha iyi anlaşılsın. Bugün Adana’nın birçok mahallesinde bir arada yaşayan Şanlıurfalı kardeşlerimiz aynı mahallenin sokaklarında aşiret aşiret yaşamakta ve bunu yaparken Şanlıurfa’daki yaşantılarını Adana’da da sürdürmeyi amaçlamaktadırlar. Mustafa Sönmez, “Kürtler artık Güneydoğu’ya kapanıyor” şeklinde bir tespit yapıyor ve bunu istatistiksel verilere dayanarak Güneydoğu’nun artık göç vermediğine dayandırıyor. Rakamlar üzerinde söz konusu tespiti değerlendirdiğimizde böyle bir sonuca varabiliriz; ancak daha önceki göç istatistiğini içeren zaman diliminde Güneydoğu’da neler olup bitiyordu, bunları bilmeden yorum yapmaya çalışmak bizi hataya sevk eder. Söz konusu zaman diliminde Güneydoğu’nun birçok noktasında PKK terörünün bir sonucu olarak binlerce köy ve mezra boşaltılmıştır. Boşaltılan yerleşim merkezlerinden yüz binlerce insan daha güvende olacaklarını ve geçimlerini sürdürebileceklerini düşündükleri insan batı illerine göç etmiştir. Bu olay söz konusu zaman diliminde bölge illerinden yapılan göç oranının yüksek çıkmasındaki en önemli faktördür. Yıllar sonra bölgede huzur ve güven ortamı tekrar tesis edildikten sonra batı illerine yapılan göçler yoğun olarak sadece ekonomik gerekçe ile yapılan göçler şeklinde olmuştur. İstatistiklerdeki farkın en önemli farkı budur; değilse Güneydoğu’dan yapılan göçlerin durduğu gibi bir durum söz konusu değildir. Bir başka iddia ise geri dönüşlerin başladığı ile ilgilidir. Bu iddia nispeten doğrudur, ama geri dönüşler hiçbir şekilde batıda güvenliklerinin kalmadığı ya da etnik temelli ayrımcılığa uğranılması ile ilgili değildir. Nedenine gelince, bölge illerinden batı illerine göç eden vatandaşlarımızın tamamına yakını “vasıfsız” olarak nitelendirebileceğimiz kişilerden oluşmakta idi. Bu insanlar yerleştikleri batı illerinde birçok sektörde uzmanlaşma imkân ve fırsatını buldular. Mesela Antalya’da bir sebze serasında işçi olarak çalışan birisi zamanla bu işin bütün aşamalarını öğrenerek seracılık alanında uzmanlaşmıştır. Bu uzmanlığını da göç ettiği illerde kendi imkânları ile kurduğu seralarda göstererek eski çalıştığı iş yerinden daha fazla para kazanma imkânına sahip olmuştur. Bu örneği yüzlerce sektörde verebiliriz. Batı illerine vasıfsız işçi olarak giden bu vatandaşlarımız buralardaki uzmanlaştıkları iş alanlarını Güneydoğu’nun birçok noktasında sürdürmek amacıyla “tersinden göç” olayını gerçekleştirmektedirler. Geri dönüşler ile ilgili gözden kaçan bir başka husus da bölgede huzur ve güvenlik ortamının yeniden sağlanmasıdır. Bölgeden yapılan göçlerin oranının 90’lı yıllarda çok fazla olmasının en önemli nedenleri arasında güvenlik kaygılarını gösterebiliriz. O yıllarda Güneydoğu bölgesinde yaşayan ve maddi durumu gayet yerinde olan insanlarımız huzuru batı illerinde aramışlardır. İşte örgütün faşist baskılarının azaldığı bu dönemde bazı vatandaşlarımız tekrar eski yerleşim merkezlerine dönmüşlerdir. Geri dönüş olarak ifade edilenlerin azımsanamayacak orandaki bir oranını bu vatandaşlarımız oluşturmaktadır. Bütün bunların dışında bir de “tutunamayanları” sayabiliriz. Büyük umutlarla batı illerine göç eden vatandaşlarımız buralarda umduğunu bulamayıp “köye dönüşlere” izin verilmesinden de faydalanarak yeniden eski yerleşim yerlerine dönmeyi tercih etmişlerdir Mustafa Sönmez’in dikkat çektiği “Kürtlerin içine kapanması” olayının gerçek boyutları büyük oranda bunlardan ibarettir. Ama bu demek değildir ki Batı illerinde yaşayan Kürt kökenli insanlar üzerinde birtakım baskılar ya da şüpheler bulunmamaktadır. Bunun aksini iddia etmek sorunu daha da kangren haline getirmekten öteye hiçbir işe yaramayacaktır. Ama bunun madalyonun iki yüzüne de bakmak lazım gelmektedir. Şöyle ki, geçtiğimiz günlerde DTP Eş Başkanı Ahmet Türk vahim bir açıklama yaparak, Kürt kökenli vatandaşlarımızı büyük bir töhmet altına soktu. 21 Ekim 2008 tarihinde Diyarbakır’da PKK lideri Abdullah Öcalan’a yapıldığı iddia edilen “fiziksel baskı”yı kınamak amacıyla yaptığı açıklamada aynen şunları söylemiştir: “Bugün bizleri buraya toplayan neden PKK lideri sayın Abdullah Öcalan’a uygulanan fiziksel şiddettir. Öcalan’a dönük geliştirilen her türlü politikanın Kürt halkına yönelik olduğu, oradaki en ufak onur kırıcı, irade kırıcı uygulamanın Kürtlerin onurunu kırmaya yönelik olduğunu biliyoruz.” “…Kürtlerin iradesi olarak gördüğü ve her türlü saldırıda anında refleks göstererek iradesini beyan ettiği sayın Abdullah Öcalan’a yapılan bu uygulama gayri insani, gayri ahlaki ve gayri hukukidir.” Şimdi bu açıklama karşısında adeta dut yemiş bülbüle dönen merkezi medyanın köşe yazarları yıllardır şunu haykırmıyorlar mı idi: “bütün Kürtleri PKK ile aynı tutan anlayış ülkeyi böler”. Bu sözlere biz de katılıyoruz, ama samimiyet dairesinde… Çünkü bu Kürt kökenli insanlarımızın PKK ile aynı kefeye konulması yanılgısını oluşturanlar aslında bölücü örgüt yandaşlarının ve onların taşeronlarının da kendisidir. Ahmet Türk’ün bu açıklamayı yapmasının hemen ardından aynı gün CNN Türk’te canlı yayında konuşma yapmasına imkan verilmesi bunun en önemli ve en taze kanıtıdır. Mevcut olan bu Kürt=PKK algısına provokatörlerin de katkıları sonucunda Batı illerinde yaşayan kendi halindeki Kürt kardeşlerimize bakışlar biraz daha sertleşmektedir. Bu bir realitedir; yalnız bu durumu bertaraf edecek olan da yine Kürt kökenli kardeşlerimizdir. DTP Eş Başkanı Ahmet Türk bu açıklamayı yaptığında kendilerini Kürt=PKK nitelendirmesinin dışında gören Kürt kökenli vatandaşlarımız bunun böyle olmadığını haykırmalı idiler ki batıda yaşayan vatandaşlarımız görmeliydi bunu. Bu şekilde olduğu takdirde insanlarımız Kürt ile PKK’nın ayrı şeyler olduğunu çok daha iyi algılayacaklardır. Aslında PKK’nın amaçladığı da tam da Kürtlerin Güneydoğu’ya kapanması “entegrasyonun” yavaşlaması mümkünse ortadan kalkmasıdır. Bunun için ne lazım geliyor ise yapmaktadır. Terör gerçekleri ile uzaktan yakında alakası olmayan sade vatandaşı bu gayya kuyusunun içine çekmeyi amaçlayan “araç kundaklama” eylemi bu hedefin en önemli araçlarındandır. Terör gerçeğine çok uzak olan vatandaş bir sabah uyandığında bakıyor ki uzun emeklerin sonucunda alabildiği arabası yakılmış, ekmeğini temin ettiği kamyoneti yakılmış. İşte bu vatandaşımız Güneydoğu kökenli herkesi “terörist” olarak görmekten alıkoyamayacaktır kendisini… Bu süreç sonunda oluşan bu önyargılar yıllarca devam edecek yara açacaktır ilişlilerde. Bunu bilen PKK sık sık bu tür eylemlere başvurmaktadır. Etno-faşist terör örgütü PKK, Kürt kökenli kardeşlerimizin belleklerinde de kendi yarattığı bu ayrılık tohumlarını yeşertmeye çalışarak sonu uçurumla bitecek senaryosunu uygulamaya koymaktadır. Bütün bu değerlendirmelerden sonra aydın diye nitelendirilen kimselerden ricamız şudur ki lütfen etno-faşist örgüt PKK’nın değirmenine su taşımayınız. Bilmediğiniz konular üzerinde yorumlar yaparak, eksik bilgilerle, çarpıtılmış gerçeklerle insanlarımızın duygularını istismar etmeyiniz. Ara sıra da olsa mensubu bulunduğumuz yüce Türk Milleti’nin çıkarları doğrultusunda hareket ediniz.
-
Ergenekon dosyasında bir garip iddia
Bakalım İşçi partisinden Mehmet Bedri Gültekin ne diyor : Amerika, CIA ve Gladyo - Mehmet Bedri Gültekin Mayıs 03, 2008 - Genel “İtalyan Gladyosunu çökerten savcı” olarak bilinen Felice Casson, geçen günlerde Türkiye’deydi. Casson’un söyledikleri, Fethullahçı ve AKP yanlısı gazete ve televizyonlarda “Ergenekon Operasyonu”nun lehinde açıklamalar olarak yansıtıldı. Oysa Savcı Casson’un vurguladığı çok önemli bir saptama vardı: “Gladyo ABD, NATO ve CIA’nın denetimindedir.” Sabah gazetesinden Ecevit Kılıç ile yaptığı röportajında Casson, aynen şunları söylemektedir: “(Bu örgüt) doğrudan CIA’ya bağlıdır. Kuruluş amacı, ülkeyi Sovyetler Birliği işgaline karşı korumak. Ama daha 60′lı yıllara gelmeden bu amacından sapıp, ülke içindeki muhaliflere karşı da görev yapmaya başladı. Aslında CIA’nın hoşuna gitmeyen grupları baskı altına alıyor, sindiriyordu… Yani kim CIA’ya, Amerika’ya muhalifse, hedefte onlar vardı. “Bütün devlet yöneticileri bu yapıdan haberdar değil… Kimin haberdar olacağı tamamen CIA’ya bağlı. Amerika kime güveniyorsa o Gladio’yu bilir.”Türkiye’de olan ne? Şimdi dönelim Ergenekon’a. Olgulara bakalım: 1- ABD yönetimi açıkça “Ergenekon’un kökünü kazıyın” talimatı veriyor. Ergenekon tezgahı, ABD’nin talimatı ve yönlendirmesiyle kuruldu. Ve Türkiye’deki ABD güçleri AKP, Fetulahçılar vb. Ergenekon operasyonunu yürütüyor. 2- Tayyip Erdoğan’ın en yakınındaki gazetecilerden Fehmi Koru, ‘Ergenekon Operasyonu’nun 5 Kasım 2007′deki Erdoğan-Bush görüşmesinde kararlaştırıldığını’ hem katıldığı televizyon programlarında, hem de yazılı basında açıklamıştır. Ve bu açıklama bugüne kadar yalanlanmamıştır. 3- 5 Kasım’daki Erdoğan-Bush görüşmesinden sonra bir Pentagon-CIA heyetinin Ankara’ya gelerek yerleştiği ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı yürütülen diğer yıpratma faaliyetlerinin yanı sıra, Ergenekon Operasyonu’nu da doğrudan yönettiği Aydınlık dergisi tarafından saptanmıştır. 4- 21 Ocak 2008 gecesi gerçekleştirilen operasyon öncesinde, saat 23.00 sıralarında Tayip Erdoğan, ABD Büyükelçisi ile özel bir görüşme yapmış ve daha önceden planlanan Davos gezisini iptal ederek operasyonu bizzat yönetmiştir. ABD Büyükelçisi’nin de böylece, Ergenekon soruşturmasında operasyonel olarak görev aldığı ortaya çıkmıştır. 5- Ergenekon Operasyonu’nun baş tanığı olarak ortaya sürülen Tuncay Güney, 3 Mart 2001′de İstanbul Emniyeti’nde bugünkü soruşturmaya temel alınan ifadesini verdikten hemen sonra 10 yıllık ABD vizesiyle bu ülkeye gitmiştir. Gittikten sonra da orada CIA denetiminde çalışan New York Institute adlı düşünce(?) kuruluşunun internet gazetesinde, “Editor in Chief (Genel Yayın Yönetmeni)” olarak görev almıştır. Gladyo’nun en önemli tezgahı “İtalya’da Galdyoyu çökerten Savcı” Casson da kendi tecrübelerinden çıkarak söylediği gibi “Gladyo ABD, NATO ve CIA denetiminde bir örgüttür”. Evet, Türkiye’de de Gladyo var ve tezgahını çalıştırıyor. Gladyo, ABD ve AB’nin hedef aldığı İşçi Partisi ve Ordu’ya karşı operasyon yapıyor. Ergenekon Operasyonu, Gladyo’nun son yıllarda Türkiye’deki en önemli tezgâhıdır. Şemdinli tezgahını tutturamayanlar, daha büyüğünü planlayıp uygulamaya koymuşlardır. Ve bu şekilde bir taşla iki kuş vurmayı hesaplamışlardır. Hem Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ve Türkiye’de Gladyo’ya karşı mücadele eden en kararlı gücü, yani İşçi Partisi’ni yıpratmak; hem de Fethullahçı Gladyo’nun eylem ve planlarını örtmek. Danıştay Suikastı, Rahip Santoro Cinayeti, Malatya’da Hıristiyan Misyonerlerin öldürülmesi, Hrant Dink Suikastı; hep Fethullahçı Gladyo’nun karanlık eylemleridir. İşçi Partisi bu karanlık tertipleri tek tek açığa çıkarmıştır. İşçi Partisi’nin mücadelesi Nitekim operasyonun son aşamasında, 21 Mart’ta tutuklanan İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ve diğer Parti liderleri hayatları boyunca SüperNATO’ya ya da Savcı Casson’un deyimiyle Gladyo’ya karşı mücadeleyi en önemli görev olarak bilmişlerdir. Türkiye’ye Kontrgerilla’yı, Gladyo’yu İşçi Partisi öğretti. Aydınlık öğretti. Doğu Perinçek’ler öğretti. Daha 1973 TİİKP Savunması, Kontrgerilla’yı açığa çıkardı. 1978-80 arasındaki Kontrgerilla’yı sergileme kampanyaları bu örgüte çok ağır darbe indirdi. 1977′deki 1 Mayıs Katliamını Doğu Perinçek’ler bütün boyutlarıyla ortaya koydu. 1980′lerde ünlü “MİT Raporu”nu, 1990′larda Gladyo’nun dünya çapındaki eylemi “Eşref Bitlis Suikastını”, Susurluk’u, Çiller Özel Örgütü’nü ve nihayet bugünkü Fethullahçı Gladyo’yu kamuoyunun önüne getiren ve karanlık faaliyetlerini teşhir eden İşçi Partisi’dir. Doğu Perinçek ve arkadaşları, 12 Mart işkencehanelerinden beri Gladyo’nun Türkiye’deki kolunun yakasına yapışmışlardır. 1978′de çıkan Aydınlık gazetesi, 1980′lerde yayınlanan 2000′e Doğru dergisi ve şimdi de Ulusal Kanal ile Aydınlık; her aşamada Gladyo’yu teşhir eden bir numaralı yayınlar olmuşlardır. Gladyo’nun adresi Gladyo bugün tek bir adreste aranabilir. İtalyan Savcı Casson’un dediği gibi “NATO ve CIA” adreslerinde. Türkiye’den söyleyecek olursak BOP Eşbaşkanlığı makamında ve Fethullah sicilli emniyetçilerde. Mehmet Bedri Gültekin
-
HANGİ ATATÜRK ?
ÖZCAN YENİÇERİ - Ülkenin birliği ve milletin bütünlüğü tehdit altındayken, medya ve siyaset dünyası büyük bir sorumsuzluk içinde adeta yangına körükle gitmektedir. Son zamanlarda medyada eli kanlı faşist teröristlerin ağzıyla konuşan ve yazan demokrasi tacirlerinin sayısı giderek artmaktadır. Demokrasi, insan hakları ya da kültürel hakların arkasına sığınarak kan döken teröristlere medyanın verdiği dolaylı destek inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. PKK’nın kanlı eylemlerini bir hakkın gaspına karşı gösterilen tepki olarak niteleyenler bile çıkmıştır. Demokrasiyi, insan haklarını, kardeşliği ve barışı bölücü projelerinin aracı olarak kullananlar uzun süredir buna Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ü de ilave etmeye çalışmaktaydılar. Yıkıcı ve bölücü faaliyetlerin ve oyunların aracı konumuna düşmemek gerekirken Can Dündar’ın yönetiminde çekilen “Mustafa” adlı belgeselde bunun tam tersi yapılmıştır. Filmde, Mustafa Kemal 1923’te, İzmit Kasrı’na davet ettiği dönemin ünlü gazetecilerine ’yazılmamak’kaydıyla şunları söylediği iddia ediliyor: “Başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür yerel özellikler oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz”. Bu ifadeler gerçekte Atatürk’e atılmış en büyük iftiradır. Çünkü Atatürk, söylediğini yapan, yaptığını da söyleyen bir liderdir. O, hayatı boyunca doğru bildiği, inandığı ve milletinin çıkarına gördüğü her şeyi büyük bir cesaretle yapmaktan geri durmamıştır. Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda izlediği Kürt politikasını Nutuk’ta anlatılan şu olay özetler: Dönemin ünlü Kürt liderleri Kamuran Ali Bedirhan emrindeki birkaç yüz kişilik Kürt grubuyla birlikte Sivas Kongresi’ni basmak üzere yola çıkar. Atatürk bunu şöyle anlatır: “..10 Eylül’de İlyas Bey’e verdiğim talimatta belirttiğim başlıca noktalar; 1. Kaçakların sür’atle yakalanmaları 2. Kürtlük akımına asla elverişli ortam bırakılmaması...” Atatürk, “Kürtlük akımına asla elverişli ortam bırakılmaması” nı bu tür olayların bir daha gerçekleşmemesi için gerekli bir tedbir olarak görmektedir. Diğer yandan ’Mustafa Kemal Atatürk, Eskişehir-İzmit Konuşmaları, 1923’adlı kitabın girişindeki şu sözler onun bu konudaki temel görüşüdür: “Kürt meselesi, bizim, yani Türklerin menfaatine olarak da katiyen mevzubahis olamaz. Çünkü bildiğiniz gibi, bizim milli hudutlarımız dahilinde Kürt unsurlar öyle yayılmışlardır ki, pek sınırlı yerlerde yoğundurlar. Fakat yoğunluklarını kaybede ede ve Türk unsurların içine gire gire öyle bir hudut ortaya çıkmıştır ki, Kürtlük namına bir hudut çizmek istesek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek gerekir”. Atatürk’ün bu sözlerinden “Kürtlere muhtariyet” vermenin, Kürtlerle Türkler arasına sınır çizmek anlamına geldiğini, bunun da “Türkiye’yi mahvetmek” le eşdeğer olduğunu herkesin çıkarması gerekir. Türkiye’yi mahvetme propagandalarının hangi damarlardan nasıl beslendiğini de Atatürk’ün şu sözlerinde görmek mümkündür: “Bugünkü Türk milleti siyasî ve içtimaî camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkeslik fikri ve hatta Lâzlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış adlandırmalar, -birkaç, düşman âleti mürteci, beyinsizden başka- hiçbir millet ferdi üzerinde üzüntüden başka bir tesir yapmamıştır. Çünkü bu millet fertleri de umum Türk camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlâka, hukuka sahip bulunuyorlar”.
-
ŞEHİTLERİMİZİN ARKASINDAN SORULAR...
01 Kasım 2008 - Hüseyin MÜMTAZ [Arşivi] Aktütün olayının Okyanus ötesi ilişkisini zaten ilk saniyeden itibaren merak ediyordum ki Kara Kuvvetleri Komutanının ’’nihayet’’ yaptığı açıklama da onunla beraber birçok soruya daha cevap oldu. Kara Kuvvetleri Komutanı sekiz son derece önemli şey söyledi. 1. Bayraktepe ve diğer bölgelere kuvvet tahsisi, ateş planları, sevk ve idarenin askeri esaslara uygun şekilde yapıldığını, 2.Ordu Komutanlığı tarafından yürütülen soruşturma kapsamında herhangi bir eksiklik saptanmadığını bildirdi. 2. Basında yer alan İHA görüntülerinin hiçbirinin Aktütün olayına ilişkin emare teşkil etmediğini ifade etti. ''Basına sızan görüntüler Şemdinli'de çekilmiştir ve Aktütün saldırısıyla bir ilgisi yoktur. 2 Ekim'deki görüntüler teröristlere ait değil, TSK'nın bilgisi dahilinde tarlada çalışan çiftçilerdir. TSK Aktütün'deki görevini tamamen yerine getirdi" dedi. 3. Bayraktepe’ye yapılan saldırının terör örgütü açısından bir intihar saldırısı olduğunun altını çizerek, görevli birliklerin vazifelerini üstün bir cesaretle yerine getirdiğini söyledi, görevlilerin canları pahasına mevzilerini savunduklarını hatırlatarak, "Bayraktepe teröristlere terk edilmemiştir" dedi. 4. En doğru olarak da; "Bayraktepe olayı gibi taktik seviyede meydana gelen olayların değerlendirilmesi ancak görev başındaki askerlerce doğru şekilde yapılabilir" diye konuştu. Doğrudur; masa başında her konuda ahkâm kesen ''uzman''lar bir yana o an cereyan eden o konuyu; o an Edirne yahut İzmir'de bulunan asker bile değil, ancak ''oradaki'' asker değerlendirebilir. Asıl önemli ve merak edilen konulara gelince de; 5. ''Bu görüntüleri ABD’nin başkalarına verip vermediğini bilemeyiz'' dedi. 6. ''Sızan istihbarat raporlarıyla ilgili nereden sızdığını araştırıyoruz. İstihbarat raporları sadece TSK içinde değerlendirilmiyor'' dedi. 7. ''-Duyum- ile -istihbarat- farklıdır. Ancak teyit edilen duyumlar istihbarat olur'' dedi. 8. ''Görüntüler hemen yansıtılmadı. Görüntüler öncelikle ABD kaynakları tarafından elde ediliyor. Süzgeçten geçirildikten sonra Genelkurmay Karargahı’na iletiliyor. Genelkurmay’da bunu gerekli askeri birimlere aktarıyor'' dedi. Bence söylenilenlerin en önemlileri 3 ve 8'inci maddelerde ifade edilenlerdir. Ne deniyordu orada? ''Görüntüler önce ABD kaynakları tarafından elde ediliyor, süzgeçten geçiriliyor sonra bize veriliyor. Biz de ilgili ast birliklere aktarıyoruz. Bu arada ABD'nin bu görüntülerini başkalarına verip vermediğini bilemeyiz.'' Bu kadar ''yol''u, bu kadar ''süzgeçten'' geçtikten sonra kateden ''bilgi''nin sizce ne kadarı Türk Genelkurmayı'nın eline ulaşabilir ey okur? Ve bunun neresi ''ânında istihbarat''tır, bu nasıl ''ânında istihbarat''tır? El kesesinden hovardalık böyle oluyor anlaşılan. Amerika ''bilgi''yi bize ancak ''kendi istediği'' ve yine ancak ''bilmemizi istediği'' kadar vermektedir. ''Bu arada'' eli değmişken başka ''kimlerle'' de paylaştığını elbette bilemiyoruz. ''Kimlerle'' parantezinin içini, mevcut coğrafyayı gözönünde tutarak dilediğin gibi doldurabilirsin kıymetli okuyucu. Hangi devletler, hangi örgütler? Ve bu kadar ''kanıt''tan sonra Ali Er'in ''ABD'nin, Ortadoğu'da Türkiye'nin psikolojik üstünlüğünü istemediği'' tezi bir kere daha doğrulanmış olmuyor mu? Kuvvet Komutanının bu açıklamasından sonra; a) ''Çuvalcı'' Odierno'nun Ankara'ya gelişine de, ABD Kongre Araştırma Merkezi'nin çizdiği, ''küçültülmüş'' yeni Türkiye haritasına da... Pek fazla şaşırmamamız gerektiğini düşünüyoruz. Söz ''harita''dan açılmışken İncirlik'e bir daha baktım. Hem Ralph Peters'inkine, hem Kongre'ninkine… Ne mutlu ki her ikisinde de henüz Türkiye sınırları içinde gösteriliyor. Peki, öyleyse, Türkiye'nin ''henüz doğrudan'' ilişki kurmadığı; ama elbirliği ile görüştürülmeye çalışılan peşmerge başı Barzani'nin Amerika'ya gidişi nasıl İncirlik üzerinden gerçekleşiyor? ANADOLU AJANSI'nın 27 Ekim 2008 saat 15'de internet sitesine düşen haberi şöyle: ''ERBİL -AA- Kuzey Irak’taki Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani, ABD Başkanı George W.Bush’un davetlisi olarak -resmi bir ziyaret- için Washington’a gitti. Barzani, Bush’un yanısıra, Başkan Yardımcısı Dick Cheney ve Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ile de görüşecek. Edinilen bilgiye göre, ABD'de temaslarda bulunacak olan Barzani, Amerikan ordusuna ait askeri uçakla Erbil Havaalanı'ndan ayrıldı. Barzani'yi taşıyan uçağın Adana'daki İncirlik Üssü'ne ineceği, Barzani ve beraberindekilerin buradan Beyaz Saray'a ait bir uçakla Washington'a gideceği öğrenildi''. Meğer Prof. Ahmet Davutoğlu da Amerika yolcusuymuş, bir ''buluşma'' planlanmış. Kulağı ters yönden göstermeye, bu kadar zahmete ne hâcet ! ''Muhterem'' hazır İncirlik'e kadar gelmişken, Ankara'ya da uğrasaydı; Davutoğlu da zaten orada, bir güzel buluşup, konuşup anlaşsalardı. Neden ille ''elde ettiği -ânında- istihbaratı süzgeçten geçirdikten sonra bize -ânında- veren Amerika'da ve gözlerden uzak gerçekleşiyor bu görüşme? Peki, İncirlik isteyenin inip isteyenin kalktığı, sorgusuz sualsiz kullandığı bir Amerikan üssü müdür, bir ''tesis'' midir? İncirlik'e daha başka hangi amaçla hangi uçaklar inip kalkıyor? Barzani'nin İncirlik'i kullanacağını, 85'inci yılını kutlamaya hazırlanan Türkiye Cumhuriyeti makamları biliyor muydu? Barzani daha başka hangi amaçlarla İncirlik'i kullanmış(mı)dır acaba? İncirlik başka hangi amaçlarla kimler tarafından kullanılmıştır? İncirlik'te neler olup bittiğini biliyor muyuz? Sonuçta kıymetli okuyucu, Aktütün olayında asıl ''karakoyun''ların kimler olduğu açığa çıkmış gibi görünüyor. Mu acaba? 57'NCİ ALAY HER YERDE HEPİMİZ 57'NCİ ALAY'IN NEFERLERİYİZ
-
Atatürk’ün Kürt politikasını yeniden canlandırmak!
Anlaşılıyor ki, Sn. dünyahepimizin, sizin 'millet' kavramını anlayışınızda bir yanlışlık var. Cumhuriyetin tezi şu; Türkiyede tek bir millet var, o da Türk milleti! Tamam ? Aynı Fransız milleti gibi. Burda etnik bir bağlam yok. Sadece ortak, tarih ve kader anlayışı bağlamı var. Onun için Kürtler için Türkiyede başka milletler var demeniz sosyolojik olarak yanlış. Başka etnik gruptan insanlar var demeniz gerekir. Türküm, doğruyum, çalışkanım demeyi neden eskidi diye düşünüyorsunuz ? Türküm, doğruyum demenin ne zararı var ? İlk okulda 5 sene Türküm, doğruyum dedikleri için mi doğru ve dürüst değil yani siyasetçilerimiz, iş adamlarımız. İlkokula gitmyenler çok mu dürüst yani Bu bir motivasyon ve entegrasyon yöntemidir. Biz diğer uluslara göre nispeten yeni bir cumhuriyetiz, burada bir ulus yaratılıyor, farkında değil misiniz ? Bu söylem, etnik olan Türkün dayatılması yada asimilasyon değil, yanlış anlıyorsunuz. Ben sizin asla PKK yanlısı olduğunuzu düşünmedim, sadece biraz kafanız karıştırılmış.
-
Atatürk’ün Kürt politikasını yeniden canlandırmak!
Sn. dünyahepimizin, neden eskidi diye düşünüyorsunuz ? Türküm, doğruyum demenin ne zararı var ? İlk okulda 5 sene Türküm, doğruyum dedikleri için mi doğru ve dürüst değil yani siyasetçilerimiz, iş adamlarımız. İlkokula gitmyenler çok mu dürüst yani Biz diğer uluslara göre nispeten yeni bir cumhuriyetiz, burada bir ulus yaratılıyor, farkında değil misiniz ? Bu söylem, etnik olan Türkün dayatılması yada asimilasyon değil, yanlış anlıyorsunuz. Biz göçmenlere ne yapmışız ? Ev ve toprak vermişiz, bu mu suçumuz ? Balkanlardan da, Kafkaslardan da, Afganistandan da, Iraktan da gelenlere insanca yaşama hakkı vermişiz, bu mu eleştirdiğiniz ? Şimdi Fransızların, Cezayirli, Faslı göçmenler için ne dediklerini alıntılatmayın bana. Çerkez, Laz köyleri 120 yıldır Çerkezce, Lazca konuşuyorlar. Benim arkadaşlarım vardı, Süryani, Ermeni, Kürt hepsi de evlerinde, aralarında kendi dillerini konuşuyorlardı, kendi kiliselerine gidiyorlardı, ama Türkiye deyince vatan kabul ediyorlar, senden benden milliyetçiyler, İstiklal marşını da benimsemişlerdi. Yahu, dilimde tüy bitti artık, Türküm deyince Türkiye vatandaşı oluyorsunuz, bunda korkacak bir şey yok. Bizim cumhuriyet yeni ve devrimler yarım kaldığından, bunlar halka anlatılamamış ve Türklerden de bunu yanlış anlayıp abartıp, ırksal üstünlük olarak görenler de çok olmuştur. Ama işin aslı öyle değildir, işte. Bu bir ulus kimliğidir, cumhuriyet bunu yapmak zorunda, çünkü ulus kavramı burjuva devrimi ile ortaya çıkmış yeni ve modern bir kavramdır. Ulus devlet, ırk devleti değildir. Belki uç noktalarda görev yapan bazı devlet görevlilerinin bunu ırk üstünlüğü olarak görmelerinden kaynaklı olarak tepki niteliğinde ve o dönemde Kürtler de sosyolojik olarak ortaçağı yaşadıkları için bunu anlayamadıklarından dini motifli birtakım ayaklanmalar yapmışlar, bunlar da bastırılınca Kürtler zülum görüyor olmuş adı. Benim şaştığım konu, bazı sosyalist geçinen insanlarımızın da böyle sığ bir açıdan olayları yorumlamaları. Ne istiyorsunuz anlamıyorum ki, milli marş da mı olmasın, okul da mı olmasın. Amerikalıların elleri kalplerinde milli marş okumalarını da mı asimilasyon görüyorsunuz yada Almanların überalles, İngilizlerin god save the queen falan. Kültürel asimilasyon ise kaçınılmazdır. Teknoloji, bilim, sanat üreten ülkelerin kültürü ister istemez hakim kültür haline geliyor. Buna karşı koymanın tek yolu da aynı teknolojiyi, bilimi, sanatı diğer ülkelerin, toplulukların da üretebilmesi. Ancak bu yolla kendi benliklerini koruyabilirler. Mikro kültür diye her etnik grubun kültürünü müzelerde saklamak lazım tabii, ama bu o insanlara kötülük olmaz mı ? Onların da hakkı değil mi modern dünyanın nimetlerinden yararlanmak ? Dünyanın gidişi zaten tek kültürlülük üzerine o da Amerikan kültürü. Yani Türkiyede Türk kültürü mü kalmış zaten bir yanda hamburgerler, pizzalar, pop kültürü, öte yanda çiğ köfteler, lahmacunlar, acılı türkülerle herkesin en ücra Trakya köylerine kadar benimsediği Kürt kültürü. Bugün Kürtlerin, Lazların bütün geleneklerine, yemeklerine, müziklerine sempati ile bakılıyor, her yerde inleyen nağmeler, halaylar, horonlar. Bunlar bizim ortak kültürümüz. Kim size Zeybeği, kaşık havasını falan dayatıyor, kim zorla büryan kebap değil keşkek yedirtiyor, kim kaburga değil de çöpşiş yiyeceksiniz diyor? Kitap ta yazabilirsiniz kendi dilinizde, şarkı da, yeter ki o kitaplarda, şarkılarda bölücülük olmasın, rahat durun, bu kadar basit.
-
Almanya’da etnik ayrım
Valla ben çok ciddiyim, Sn. dünyahepimizin, elma ile armutu karıştıranlar da galiba sizsiniz. Bakın Alman Yeşil’ler partisinden seçilen milletvekili Cem Özdemir ne demiş : Cem Özdemir kendisi ile çelişiyor. Elma ile Armutu karıştırıp, Almanyada Türk okulu olmaz deyip sonra da Türkiyede Çerkez, Kürt okulu nerde diyor. Kaldı ki, Türkiyede, Kürtler yada Çerkezler göçmen değil, azınlık hiç değil. Türkiyedeki Kürtleri yada Çerkezleri, Almanyada mesela kuzeydeki Danimarka kökenlilerle kıyaslayacağına böyle büyük bir hata yapıyor. Ayrıca, diyorsunuz ki, Almanyada göçmenler uyum sağlamalı, entegre olmalı, peki, tamam da o zaman Özal zamanında, Saddamın Halepçe katliamından kaçıp bize sığınan, katliamdan kurtardığımız, Türk vatandaşı yapıp, Mardinde köylere yerleştirdiğimiz Peşmergeler neden uyum sağlamıyor, neden Türkçe öğrenmiyorlar ? Onlar için de aynı şeyleri söyleyebilecek misiniz ? Saygılar.
-
İhanetin son aşaması! Kürtlere Soykırım?
Mine G. Kırıkkanat Yazara ulaşmak için : [email protected] Cumhuriyetin kaçta kaçını kutlayalım? Frankfurt Kitap Fuarı’nda güya Türkiye yılı, duvara bölünmüş Türkiye haritası asılıyor. Turizmden kültüre bakmaya vakit bulamayan Bakan Ertuğrul Günay, bölücü Roj TV’ye konuştuğunu fark etmeden, ‘önemli değil, büyütmeyelim’ mealinde demeç veriyor. Derken bölünmüş bir Türkiye haritası da, ABD Kongresi’nde ortaya çıkıyor. Bizim Türkiye, olmayan parayla şişirilen sanal borsaya döndü: Daha bölünmeden bölünmüşlük kaydı düşülüyor, haritası çiziliyor, yani senet düzenleniyor. Bu senetin Türkiye’ye bir bedeli var. Ödeme zamanı var. Ödemeye zorlayacak tehdit hazır, ucu Brüksel’den gösteriliyor: 17 Kasım’da Avrupa Parlamentosu’nda ‘Dersim Soykırımının 70’inci yıldönümü’ konulu konferans düzenleniyor. Düzenleyenin adresi Almanya’da: www.dersim-wiederaufbau.de. Bana basın çağrısı gönderenin adı, Ahmet Dere. Katılımcılar birbirinden kararlı: Ayşe Hür (Taraf Gazetesi) Prof. Dr. Ronald Münch (Bremen Üniversitesi), Hilda Çobayan (Adalet ve Demokrasi için Ermeni Federasyonu Başkanı), Haydar Işık (Dersim Yapılandırma Derneği Başkanı ve yazar), Hans Branscheidt (AB Türkiye Yurttaşlık Komisyonu) Şerafettin Halis, (DTP Dersim Milletvekili) Aysel Tuğluk (DTP Diyarbakır Milletvekili), Songül Erol Abdül (Dersim Belediye Başkanı)... Dış odaklı Ermeni lobilerinin lanse ettiği ‘soykırım’ modasına imrenip, bir de biz çakalım, demişler, o kadarı belli de, bir noktayı aydınlatamadım: Ermeniler, ‘soykırım’a uğradıkları alanı geniş tutmuşlardı. Acaba niçin Kürtler, soykırım konferansını Dersim’le sınırladılar, diye düşündüm. Sonra anladım: Türkiye’de 90 bin küsur Ermeni kaldığına bakan biri, Almanya’daki soykırım sonrası Yahudi nüfusuna kıyaslayarak vatan sathında soylarının tüketildiğine inanabilir. Oysa Kürtler, ‘soykırım’ savını lanse etmeden önce 15-20 milyonluk bir nüfus varlığı öne sürüyorlardı. Soykırıma uğradıklarına inandırmaları zor. Kendi ileri sürdükleri nüfus bolluğuyla ters düşmemek için ‘soykırım’ savlarını Dersim’le sınırlamak tabii ki daha akılcı! *** Benim babam, Dersim isyanı sırasında gencecik bir irtibat subayıydı. Kürtleri çok sevmesinin temelinde de zaten bu isyanda, isyancılara karşı savaşan Kürt askerlerin kahramanlığı vardı. Merak ediyorum, acaba Brüksel’deki Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen ‘Dersim Soykırımı’ konferansına katılan ‘genocide’ uzmanları, 1937-1938’de Kürtleri ağa kulluğundan kurtarıp yurttaş kılmak, kadınları erkeklerle eşit haklara kavuşturmak ve toprak reformu yapmak isteyen Türkiye Cumhuriyeti’ne ‘aşiret düzeni kalsın’ diye isyan eden Kürtlere karşı savaşan Kürtleri, soykırımın neresine koyacaklar? Çünkü soykırım tanımını bizzat oluşturan ve kökeninde yer alan Yahudi soykırımında, soykıranların yanında yer alan Yahudi’ye pek rastlanmadı. Oysa Dersim’de yalnız Kürt askerler değil, ağalık sistemi karşıtı ve yurttaş olmak isteyen Kürtler de, aşiret sisteminin yanında yer alan Kürtlerle savaştı, büyük ihtimalle de öldürdüler. Tıpkı bugün tüm Kürtlerin PKK’lı olmadığı, kiminin bölücü terör örgütüne karşı savaştığı ve Brüksel’deki gibi bir konferansı düzenleyen temsilcilerine muhalif olduğu gibi yani. Ama artık bütün bunları tartışmak, tartışanları mantığa, insafa, hatta dürüst düşünmeye çağırmak gereksiz. Hüküm verilmiş. Harita çizilmiş. ABD hazırlamış. AB onaylamış. Kılıf biçilmiş. Kefen dikilmiş. Sonuç belli: İçerden dışardan borazancılara, çığırtkanlara, tetikçilere bol bahşiş, sübvansiyon ya da komisyon da diyebilirsiniz, bölecekler Türkiye’yi. Gömecekler Cumhuriyet’i. Brüksel’de düzmece ‘Dersim Soykırımı’ üzerine konferans düzenlenirken Türkiye’de neler oluyor? Abdullah Öcalan’a düzmece bir ‘işkence edildi’ lafıyla isyan provaları yaptırılıyor. Şaşırmamam gerek aslında, ben bu olanların ve olacakların romanlarını yazdım: Bir Gün Gece ve Destina (*). Ancak düşündüğümden de hızlı gelişiyor tarih. Bugün Cumhuriyet Bayramı. Nesi kutlu olsun sizce? Hepsi mi, yarısı mı, satanı mı, satılanı mı? Gidene mi yanalım, yoksa kalana mı? (*) Literatür Yayıncılık, 2008.
-
Almanya’da etnik ayrım
Evet, Sn.dünya Hepimizin, bakıyorum konu Almanya olunca şahin kesilmişsiniz. Neden şu kırmızılı sözlerdeki mantığı Türkiyedeki Kürt vatandaşlarımız için de yürütmüyorsunuz, sizce ardaki fark nedir ?
-
Atatürk’ün Kürt politikasını yeniden canlandırmak!
Çerkez, Laz köyleri 120 yıldır Çerkezce, Lazca konuşuyorlar. Benim arkadaşlarım vardı, Süryani, Ermeni, Kürt hepsi de evlerinde, aralarında kendi dillerini konuşuyorlardı, kendi kiliselerine gidiyorlardı, ama Türkiye deyince vatan kabul ediyorlar, senden benden milliyetçiyler, İstiklal marşını da benimsemişlerdi. Yahu, dilimde tüy bitti artık, Türküm deyince Türkiye vatandaşı oluyorsunuz, bunda korkacak bir şey yok. Bizim cumhuriyet yeni ve devrimler yarım kaldığından, bunlar halka anlatılamamış ve Türklerden de bunu yanlış anlayıp abartıp, ırksal üstünlük olarak görenler de çok olmuştur. Ama işin aslı öyle değildir, işte. Bu bir ulus kimliğidir, cumhuriyet bunu yapmak zorunda, çünkü ulus kavramı burjuva devrimi ile ortaya çıkmış yeni ve modern bir kavramdır. Ulus devlet, ırk devleti değildir. Belki uç noktalarda görev yapan bazı devlet görevlilerinin bunu ırk üstünlüğü olarak görmelerinden kaynaklı olarak tepki niteliğinde ve o dönemde Kürtler de sosyolojik olarak ortaçağı yaşadıkları için bunu anlayamadıklarından dini motifli birtakım ayaklanmalar yapmışlar, bunlar da bastırılınca Kürtler zülum görüyor olmuş adı. Benim şaştığım konu, bazı sosyalist geçinen insanlarımızın da böyle sığ bir açıdan olayları yorumlamaları. Ne istiyorsunuz anlamıyorum ki, milli marş da mı olmasın, okul da mı olmasın. Amerikalıların elleri kalplerinde milli marş okumalarını da mı asimilasyon görüyorsunuz yada Almanların überalles, İngilizlerin god save the queen falan. Kültürel asimilasyon ise kaçınılmazdır. Teknoloji, bilim, sanat üreten ülkelerin kültürü ister istemez hakim kültür haline geliyor. Buna karşı koymanın tek yolu da aynı teknolojiyi, bilimi, sanatı diğer ülkelerin, toplulukların da üretebilmesi. Ancak bu yolla kendi benliklerini koruyabilirler. Mikro kültür diye her etnik grubun kültürünü müzelerde saklamak lazım tabii, ama bu o insanlara kötülük olmaz mı ? Onların da hakkı değil mi modern dünyanın nimetlerinden yararlanmak ? Dünyanın gidişi zaten tek kültürlülük üzerine o da Amerikan kültürü. Yani Türkiyede Türk kültürü mü kalmış zaten bir yanda hamburgerler, pizzalar, pop kültürü, öte yanda çiğ köfteler, lahmacunlar, acılı türkülerle herkesin en ücra Trakya köylerine kadar benimsediği Kürt kültürü. Bugün Kürtlerin, Lazların bütün geleneklerine, yemeklerine, müziklerine sempati ile bakılıyor, her yerde inleyen nağmeler, halaylar, horonlar. Bunlar bizim ortak kültürümüz. Kim size Zeybeği, kaşık havasını falan dayatıyor, kim zorla büryan kebap değil keşkek yedirtiyor, kim kaburga değil de çöpşiş yiyeceksiniz diyor? Kitap ta yazabilirsiniz kendi dilinizde, şarkı da, yeter ki o kitaplarda, şarkılarda bölücülük olmasın, rahat durun, bu kadar basit.