Zıplanacak içerik

Dogrucudavut

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Dogrucudavut tarafından postalanan herşey

  1. Ya yakışıklı kardeşim, lütfen yazdıklarımı oku! Ben Kürtleri dışlayalım mı demişim ?
  2. Sn. Dipnot, Yine duygusal tepki vermişsiniz bana. Bütün bu dediklerinize katılmakla beraber, benim sorduğum şu soru hala havada. Kürt kimliği nedir ? Nasıl algılanıyor ? Neden yanıtlanmıyor ? Buyrun çözelim şu Kürt sorununu. Nerden başlayalım ? Adım adım gidelim tartışalım diyorum. Buyrun söyleyin Kürtçe eğitimden mi başlayalım lütfen siz koyun ortaya somut bir şey bekliyorum. Saygılar.
  3. Sn. Efe, Belki çok keskin tanımlamalarla, keskin saptamalarla yazmış olmam siz de bu tepkiyi yaratmış olabilir. Ben bu yazıyı, her şeyi din eksenli düşünen arkadaşlar için yazmıştım. Dikkat ederseniz ben İnönüye Amerikan karştı falan demedim. Sadece, sağlam duran, tam bağımsızlıkçı, ülke çıkarlarını öne alan kişiliğini vurguladım ve Sovyet toprak talepleri ve tehditi nedeniyle ABDye yakınlaştığını vurguladım.İnönünün, ülkeyi 2.Dünya savaşına sokmamak, zaten savaştan yeni çıkmış, kaynakları kıt bir ülkeyi maceralara sürüklememek için izlediği politikayı pasif olarak nitelemek kusura bakmayın ama insafsızcadır.”Bizim Kıbrıs diye bir sorunumuz yoktur diyen de” DP bakanı M.Fuat Köprülüdür. Karıştırmayalım. Menderesin elbette bu ülkeye hizmetleri de dokunmuştur, iyi niyetli de düşünmüş olabilir. Ancak, Siz isterseniz Türkiyeye Şeriatı da getirirsiniz” diyen de Menderestir, bir Cumhuriyet projesi olan ve demokrasi için gerekli bilinçli insan tipini yetiştirmeyi amaçlayan, kapatılmasaydı bugün Türkiyenin çok başka yerlerde olacağını söyleyebileceğim Köy Enstitülerini de Komünist Yuvası diyip kapattıran da Menderestir, kendisi de toprak ağası olduğu için, yine Cumhuriyetin en önemli projesi olan ve bugünki Güneydoğu sorununun ekonomik ve sosyolojik ayağını ortadan kaldırmaya yönelik Toprak reformlarına da karşı rafa kaldıran da Menderestir, tevhidi tedrisat kanununu işlevsiz kılıp, CHP döneminde açılmış olan, imam-hatip yetiştiren meslek liselerine Cumhuriyet karşıtı-Şeriatçı-Tarikatçı fikirlerin tesirine göz yuman da Menderestir, kamuoyu yaratmak için tararftarı olduğu gazetelerde “Selanikte Atatürkün evini bombalamışlar’ diye düzmece haber yazdıran ve Milli Gençlik teşkilatı vasıtasıyla Rum vatandaşlarımızın memleketleri olan İstanbulu terk edip Yunanistana kaçmalarına neden olan da Menderestir afedersiniz. Menderes, İzmir Amerikan kolejinden mezundur. Bu tür kolejlerden, misyoner okullarından mezun olanlar, ister istemez o ülkeye ve o dile hayran olur. İmam_hatipten mezun bir genç nasıl Araplara sempatiyle bakıyorsa bu da bunun gibidir.Biz de İngilizce öğrendik mesela, İngiltereye de gittik ve gayri ihtiyari bir dönem hayranlık duyduk bunu aşabilenler de sonradan gerçekten iyi bir eğitim almış aydın kişiler olmuştur. Bu benim gözlemimden çıkardığım sonuç sadece katılmayabilirsiniz. Tabiiki Menderesin idamı çok yanlış olmuştur o ayrı mesele. ABD de buna engel olamamıştır, çünkü Türkiye o sıkıyönetim döneminde dış siyasette sağlam durmuştur. Bilakis, Menderes ve arkadaşlarının idamını önlemeye çalışan bir İsmet İnönü vardır o dönem. Ben de egeliyim ama doğruya da doğru derim sn. Efe. Çok haklısınız, ABD ile müttefiklikte o ince çizgi her şeye rağmen sürdürülmüştür ta ki Tayibe kadar. Morison Süleymana gelince, o da “bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz”, diyerek ABDnin kurdurduğu sözde milliyetçileri desteklemiş, CHP ile inatla koalisyon yapmayıp, Milliyetçi Cephe hükümetleri kuran, döneminde çoğalan İmam-Hatip okullarıyla anılan “dün dündür, bugün bugündür” sözüyle siyasi literatürümüze yeni deyişler kazandırmış bir şahıstır. Kenan Evrenin akıldan yoksun uygulamaları belki basiretsizliğine verilebilir. Ancak, “darbeyi bizim çocuklar yaptı” diyen ses te Amerikadan çıkmıştır, sonucu değiştirmez. Neyse ki Özal da birleşiyoruz onun için detaya girmeyeceğim. Sn. Efe, ben Fethiyi Amerika yarattı demişmiyim bir bakın lütfen.Gülen, belki Seyyid Kutub veya Mevdudi gibi değildir ama Cumhuriyet ve Türk düşmanı Saidi Kürdinin yolundan etkilenmiştir. Bugün, Fethi takımından Tayyibin, Allah mı ? Tanrı mı ?, Şeker bayramı mı, ramazan bayramı mı tartışmalarını açmasının Türk tipi ile ilişkilendirilebilecek bir yanı yoktur.ABD Orta Asyada öncelikle Amerikan kültürü ve İngilizce öğretmiştir unutmayalım, Rus anne ve babalar trende uygun olarak çocuklarını bu tip okullara göndermeye başlamıştır. Çünkü İngilizce bilmeyene iyi bir iş yoktur. 1990’ların ortasından itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nde önemli gelişmeler yaşandı. 90’ların başında güçlenen PKK terörünün arkasında ABD’nin fiili askeri yardımının olduğu biliniyordu. Bu nedenle Türk Devleti kendi içinde bir sorgulama dönemi yaşadı. O yıllar Türkiye açısından içerde terörle mücadele, dışarda ise özellikle Orta Asya’da yeni bağımsızlığını kazanan Türk Cumhuriyetleri ile ortaya çıkan potansiyel, Ortadoğu’da özellikle Irak ile geliştirilen olumlu ekonomik ilişkilerle birlikte dikkati çeker. Böyle bir Türkiye potansiyel bir tehdittir. Ortadoğu’da güçlenen, Orta Asya’da beliren bir Türk önderliğinin üzerinde dikkatle durulması gerekir. Türkiye bu gücünü ve potansiyelini tespit eder. Ama bu tespitle birlikte ülkede her gün onlarca asker ve yurttaşın ölümü ile sonuçlanan PKK terörü vardır. O halde güçlü Türkiye’nin Ortadoğu ve Orta Asya’da bir önderliği olacaksa öncelikle kendi içindeki teröre karşı gücünü göstermelidir. Terör, uluslararası bir organizasyon olduğu için bu uluslararası organizasyonla baş etmek için uluslararası bir mücadele gerekmektedir. 1994’ten itibaren Türkiye bu yönde bir kararlılık beyan eder. Bu tarihten itibaren Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik Irak devleti ile mutabakat içerisinde müdahalesi başlar. 1999’a kadar süren beş yıl boyunca Türkiye Cumhuruyeti ülke içine sızan teröristleri etkisiz hale getirmeyi başarır. Ancak başarı askeri alanda değildir yalnızca. Türkiye’nin güçlü sınırötesi operasyonu Kürt bölücülüğünün gelişme motivasyonunu kırar. Nitekim tüm bu dönem boyunca Kuzey Irak’ta sadece PKK değil, KDP ve KYB de güç kaybedecektir. Bunun böyle olması da çok doğaldır çünkü uluslararası bir Kürt hareketi vardır ve bu hareket Türkiye’nin etkin müdahalesiyle sinmek zorunda kalır. Fakat 99’a gelindiğinde Türkiye artık iyice dizginlenemez bir güç halini almıştır. Türkiye Şam’da yönetimi devirebilecek kadar güçlüdür ve bunu açıktan beyan eder. Türkiye’nin Irak’tan sonra Suriye’ye de girmesi bölgede Türkiye’nin mutlak üstünlüğünün sağlanması olacaktır. Bu durum ise, Körfez’e ilk müdahalesini gerçekleştiren ABD’nin uzun vadeli hedefi için en büyük handikaptır. Fakat tehlike bununla sınırlı değildir. Türkiye’de rejim içinde de bir değişiklik gözlemlenmektedir. Doksanlı yıllar boyu gelişen işçi hareketleri, laiklik eksenli mücadeleler toplumsal bir uyanışın habercisidir. Türk milleti adeta silkinmektedir. Bu silkinmenin en önemli yansıması ise Ordu’da gözlemlenmektedir. Türk Ordusu içinde komuta kademesi Kıvrıkoğlu ve Karadayı dönemleri boyunca sürecek olan sekiz senelik bir laik, bağımsızlıkçı ve ABD’ye mesafeli döneme girmiştir. Kısacası bunca yıllık sadık NATO müttefiki Türkiye’de ipler ABD’nin elinden çıkmaktadır. Özal’ın ölümü ile başlayan süreçte Türkiye’nin rota değiştirmesi ABD tarafından çok yakından takip edilir. Türkiye bu tür bir rota değişikliği nedeniyle çeşitli vesilelerle uyarılır. Sivas Katliamı, Gazi Mahallesi’ndeki ayaklanma, Uğur Mumcu’nun öldürülmesi olayları Türkiye’ye ABD müdahalesinin işaretleridir. ABD’nin kontrolünde PKK, bu üç büyük provokasyonda da başroldedir. Hedef ise, Alevi-Sünni ayrımı ile Kürt hareketine bir ihtiyat kuvvetinin kazandırılmasıdır. Bunun dışında doğrudan askeriyeye uyarıdır. Bugün Soros tarafından düzenlenen Turuncu Devrimler gibi, Türkiye’de operasyon yapılmaktadır. Fakat komuta kademesindeki sağlam duruş nedeni ile ABD her seferinde başarısızlığa uğrar. Türk Devleti açısından ise önemli bir karar alınmıştır. Birincisi uluslararası planda PKK’ya barınma şansı tanınmayacaktır. Özellikle Irak’a yerleşen Türk Ordusu uzun vadeli bir tedbiri almaktadır. İkinci tedbir ise PKK’nın ekonomik ağının çökertilmesidir. Bu amaçla, devlet içindeki belli bazı güçler Kürt işadamları ve uyuşturucu kaçakçılarına karşı infazlara başlar. Böylesine sistemli bir hareket ABD’yi iyice korkutur. PKK’nın gerek iç, gerek dış dayanaklarının çökertilmesi ABD’nin Ortadoğu’ya elveda demesi olacaktır. Bu aşamada ABD üç büyük tezgah kurar. Birincisi Susurluk olayıdır. Susurluk’la birlikte ABD’nin sadık ajanı, karanlık yayınlarla devlet içinde PKK’ya karşı mücadele eden ekibi tasfiye ettirir. Böylelikle PKK ile mücadelenin ekonomik ayağı kırılır. İkincisi Jandarma Genel Komutanı’nın bir suikastle öldürülmesidir. PKK ile mücadelenin dış askeri operasyon kısmını koordine eden ve bitirici bir askeri operasyon hazırlayan Eşref Bitlis uçağı düşürülerek öldürülür. Eşref Bitlis’in öldürülmesiyle birlikte hem bitirici dış operasyon engelenmiş olur, hem de Eşref Bitlis önderliğinde Güneydoğu’da PKK’nın şehir milislerine yönelik devlet mücadelesi durmuş olur. Susurluk’la başlayan ABD denetimindeki kampanya Güneydoğu’ya uzanır. Yine bölgede PKK’ya karşı mücadele eden bir binbaşının aynı karanlık medyada konuşturulduktan sonra öldürülmesi dikkat çekicidir. Bu iki büyük operasyondan sonra PKK biraz olsun rahatlar. Ama başta bu komutanlar olduğu sürece PKK ve ABD için işler kötüye gidecektir. O nedenle ABD-PKK ittifakı büyük bir kumar oynar ve son büyük provokasyonnu gerçekleştirir. Suriye’ye müdahale etmeye hazırlanan Türkiye’ye Apo teslim edilir. Teslimat danışıklı dövüştür. Teslim edilen Apo’ya yaşam güvencesi verilir. Apo da PKK’ya silah bırakma çağrısı yapar. Böylece ABD bir taşla iki kuş vurmuş olur. Hem PKK üzerindeki hakimiyetini sağlayacak Apo’nun yaşamasını sağlamış olur, hem de PKK’ya silah bıraktırarak Türkiye’nin sınırötesi hareketlerini gerekçesiz bırakmış olur. Bu dönemde de İktidarda olan yine Robert Kolej mezunu Ecevit, Fethi hoca ile yakınlığı konuşulmaktaydı dikkatinizi çekerim.Apo’nun İmralı’ya hapsedilmesiyle birlikte Türkiye yavaş yavaş Irak’tan çekilmeye başlar. Bu, aynı zamanda Türkiye’nin Ortadoğu ve Orta Asya’daki açılma politikasının bitmesi demektir. Geri çekilen Türkiye yavaş yavaş Türkiye sınırlarına hapsolur. Şu an yaşanan durum bir hapsolma pozisyonudur. Türkiye, müttefiki ABD tarafından usta provokasyonlar ve hareketlerle kuşatılmıştır. PKK, ABD’nin Ortadoğu’daki operasyonel öncü gücüdür Apo’nun İmralı’da hapsedilmesi ile başlayan dönem Türkiye Ortadoğu ve Orta Asya’da açılma politikasını tümüyle terk ederek AB rotasına sapmıştır. AB süreci Türkiye açısından mutlak bir zayıflama dönemi olmuştur. Sürecin ABD-Türkiye ilişkileri düzleminde de tahlil edilmesi gerekir. ABD, Türkiye ile zayıflayan ilişkilerini bir süreliğine bu soğuma seviyesinde buzdolabında bekletmiştir. Böylelikle gerilen ilişkilerin düzeleceği ana kadar pusuya yatmıştır. Bu aşamada Kürt bölücülüğünü AB’ye havale ederek Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde yorularak güçsüz düşmesini beklemiştir. Şu an başlayan terör, tam da bu yorgun Türkiye’ye karşı başlatılmıştır. Geçen beş yıl içinde AB uyum yasaları ile elde edilen dil hakkı, örgütlenme hakkı, belediyelerde kazanılan seçimlerle güçlenen ve ülke içinde kendisine kendince demokratik bir taban oluşturan, kamuoyu yaratan PKK, yeniden ABD elinde eyleme sokulmuştur. PKK’nın eylemlerini ABD’nin eylemleri ile birlikte ele almak gerekmektedir. Türkiye’de başlayan terör tam da ABD’nin Irak’a müdahalesi ertesinde başlatılmıştır. Bunun anlamı açıktır, PKK ABD’nin müttefiki olarak ABD’nin yanında Irak savaşına dahil olmuştur. Bilindiği gibi Irak’a karşı savaş, dar anlamıyla Irak’a karşıdır, ama kapsamı geniştir, tüm Ortadoğu’yu içine almaktadır. ABD’nin açık hedefi İran ve Suriye’dir. Türkiye ise örtülü hedeftir. Bu noktada PKK, bu üç ülkeye karşı da aynı anda silahlı savaş başlatmıştır. Son bir ayda gerek İran’dan, gerek Suriye’den gelen çatışma haberleri dikkate alınmadan, PKK’nın Türkiye’de başlattığı terör kampanyası anlaşılamaz. PKK, doğrudan ABD’den aldığı direktifle öncü bir savaş başlatmıştır. Hemen ardındansa ABD’nin müdahalesi gelecektir. PKK’nın bölge ülkelerine karşı başlattığı savaşın bir de AB cephesi vardır. ABD için eline silah alan PKK, kaçınılmaz bir şekilde AB ülkelerinden de kopmaktadır. Bu aşamada PKK’nın bölge ülkelerine karşı başlattığı savaş, aynı zamanda AB ülkelerinin Ortadoğu çıkarlarına karşı da bir savaş anlamına gelmektedir. Saygılar.
  4. Anadolu'da Türkler ve Kürtler Taha Akyol Milliyet 15 Ağustos 2005 TARİHÇİ Prof. Osman Turan, bizde, hatta dünyada bir numaralı Selçuklu dönemi uzmanıdır ve eserleri Anadolu'nun Türkleşmesi, bu arada Güneydoğu'da Kürt nüfusunun gelişimi gibi konularda son derece aydınlatıcı niteliktedir. Bugün merhum Turan'ın bir eserinden, "Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi" adlı kitabından bahsedeceğim. (www.otuken.com.tr). Cemşid Bender gibi şoven Kürt milliyetçilerine göre, Kürtler beş bin yıldan beri bugün bulundukları topraklarda yaşıyorlar, Türkler sonradan gelmişlerdir, Kürtçe antikçağı aydınlatan bir dildir, insanlığı mağaradan kurtaran, matematiği icat eden Kürtlerdir! vs... (Kürt Tarihi ve Uygarlığı, Kaynak Yay., sf. 29-31, 46) Prof. Turan'dan öğreniyoruz ki, Türklerin Anadolu'ya girmesinden önce, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun pek çok yerinde, şehirden şehre değişmek üzere, Ermeniler ve Süryaniler çoğunluğu oluşturuyordu, hatırı sayılır bir Rum nüfusu da bulunuyordu. Mesela Malatya'da Ermeniler ve Süryaniler; o zaman adı Hısn-ı Mansur olan Adıyaman'da, Harput'ta, Muş, Bitlis ve Van'da Ermeniler; Urfa, Mardin, Hasankeyf, Silvan ve Diyarbekir'de Süryaniler, biraz da Yahudiler yaşıyordu. Prof. Turan, 1070 yılındaki Urfa nüfusunu örnek verir: "20 bin Süryani, 8 bin Ermeni, 6 bin Rum ve Frenk..." Frenkler Birinci Haçlı Seferi'nde Urfa ve çevresini içine alan bir "Haçlı Kontluğu" bile kurmuşlardır. (Sf. 250) * * * BİZANS hem sosyoekonomik bakımdan çöküntüye gidiyordu ve hem de mezhep farkı sebebiyle Doğu'daki Ermeni ve Süryanilere büyük baskı yapıyor, onları dağıtmak için şuraya buraya tehcir ediyordu. Malazgirt'ten sonra kurulan Türk beyliklerinin dinlere saygılı davranışı Ermenilerin, özellikle de Süryanilerin dostça duygularıyla karşılaşmış, hiç büyük Türk-Ermeni veya hele de Türk-Süryani savaşı yaşanmamıştır. (Sf. 252-253) Bölgenin Müslüman nüfusuna gelince... İslamlaşma, Hz. Ömer'in fetihleriyle 7. yüzyılda başladı. Bugün Diyarbakır ilini oluşturan topraklara o zaman Arap Bekir Bin Vâil aşireti yerleştiği için buraya "Diyar-ı Bekir" denildi. Müslüman nüfus, değişen oranlarda Türk, Kürt ve Araplardan oluşuyordu. Selçukluların Ortadoğu'ya girişi Anadolu'ya doğru büyük göçlere yol açtı: Biri Anadolu'yu Türkleştirecek Türk göçü... Öbürü, Kürtlerin de Doğu İran'daki orijinal dağlık yurtlarından kuzeye ve batıya, yani Anadolu'ya göçmeye başlaması... (Sf. 255) Bölgeye ikinci Kürt göçü, Eyyubiler zamanında oldu. (Sf. 134, 155) Yavuz Selim'le Şah İsmail'in kavgasında bazı Alevi Türkmen aşiretleri İran'a, İran'daki bazı Sünni Kürt aşiretleri Türkiye'ye göçecektir. * * * KÜRTLERİN Fırat'ın doğusuna yayılmasında, Selçukluların Bizans'ı geriletmesinin rolü çok büyüktür. Bölgede kurulmuş bulunan Türk beylikleri, Saltuklular, Sökmenliler ve Artuklular ile Türkleşmiş Kürt Mengücek hanedanları Kürtleri "cihat arkadaşı" olarak gördüler. (Sf. 252) Göçebe hayat tarzı Türkmenlerde de Kürtlerde de hâkimdi, bu yüzden ikisinin içinde geniş bir kesim eşkıyalık, yağmacılık yapıyor, birbirleriyle de çatışıyorlardı. (Sf. 133, 143, 212) Ama göçebe Türkmenlerin göçebe kesimleri daha Artuklular zamanında tarım ve ticarete, şehir hayatına yöneldiler. (Sf. 256-259) Tarihçi Claude Cahen, dağlık arazileri yüzünden Kürtlerde göçebeliğin çok uzun süre devam ettiğini belirtir. Aynı sosyal kulvarda rakip olmamaları ve dindaşlık faktörü, tarihte Türkmen ve Kürt birlikteliğini sağlamış, Gökalp'in belirttiği gibi, nüfus yoğunluğuna ve hayat tarzına göre bazı Türkmenler, mesela Siverek'te Karaçeli aşireti gibi Kürtleşmiş, buna karşılık tarım ve şehir hayatına geçen Kürtler Türkleşmiştir. Bu konularda Claude Cahen'in ve Mükremin Halil'in eserlerinde çok geniş bilgi vardır; onları başka yazılarımda tanıtacağım. Böylesine iç içe geçmiş bir tarihi, etnik milliyetçilik fanatizmiyle parçalamaya çalışmak, ancak kötü niyetle yapılabilecek bir 'tahrif'tir.
  5. Bakın Sn. Dipnot, Ben size daha önce de söylemiştim. Tarihsel ve toplumsal olaylar, analitik çözümlenemeyecek olaylardır. Çünkü analitik değillerdir. Bu tür sorunlara kaotik yanını gözardı etmeden, bütünsel (tümden gelimle ) bakmak gereklidr. Mühendislik problemlerinde analitik yaklaşım işe yarar ama bugün hava tahmininden tutun bir çok bilimsel hesaplama kaotik denklemler çözülerek ya da çözülmeye çalışılarak yapılmaktadır. Kimse çözülmesin demiyor zaten. Ama hiç bir arkadaş, slogandan, iyi niyetten, duygusal yaklaşımlardan öteye giden, mantıksal kurgu ve çözümleme içeren bir şey ortaya koymuyor. Yani, şu şundan dolayı böyledir ve bu yüzden şöyle olursa bunu yapmak gerekir gibi. Varsa yoksa "Haklarımızı verin" İyi güzel de kardeşim nedir bu haklar buyrun tartışalalım, olabilirliğini açık açık irdeleyelim diyorum, hodri meydan, kimseden çıt yok, sonra tekrar aynı yere dönüyoruz. Bu mudur analitik yaklaşım ? Saygılar.
  6. Sn.Yakışıklı, Bütün sorun burdan kaynaklanıyor demek ki. Yani, Türk adından, yani mesela Kütürk olsa bir sorun kalmayacak. Şaka bir yana Türk sözcüğünü bir üst kimlik olarak ele alırsak, bunun, Batılıların, Avrupalıların Selçuklulara ve Osmanlılara 1000 yıldır verdiği ad olduğunu görürüz. Avrupalılar, Anadoluya da Türkiye diye gelmişlerdir. Hatta, eski Yugoslavyada Boşnaklara saldıran Sırplar da Türk diye nitelerler onları. Sanırım bunun en belirleyici özelliği müslüman olmaktır. Malum Osmanlı din eksenli bir imparatorluktu. Cumhuriyetle birlikte, bu ismin alınmasında bu durumunda etkisi olmakla beraber çoğunluğu oluşturan Türk etnik kimliğine sahip insanların etkisi de vardır. Bu durumda bu Türk etnik adı nedir diye sormak lazım tabii yani bir alt kimlik anlamında. Türk kelimesi-etnik olarak söylüyorum- Anadoluya gelen Türkmen, Kırgızların yüzyıllar boyu yerli halkla karışmasıyla kendiliğinden oluşmuş bir etnisite adı olarak kabul edilmiştir. İşte bu yüzden Atatürk, Hititleri de, Lidyalıları de, Frigleri de atalarımız kabul etmiştir. İlginç bir şey söyleyeyim o dönemlerde Avrupadan, Anadoluya gelen Galatlar, İskoçların, İrlandalıların atası olan Keltlerin bir koluydu ve Çankırı yöresine yerleşmişlerdi. Empoze edildiğinin aksine, Kürtler de Anadoluya sonradan gelmiştir ve yerli halkla karışmıştır. Günümüzde zaten etnik anlamda arı bir ırk yoktur. Bu genetik araştırmaların gelişmesiyle ispatlanmış bir gerçektir. Bu tür bir bakış en son Nazi Almanyasında kalmıştır. Saygılar.
  7. Sn. Dipnot, Vermiş olduğunuz o linkteki yazımdan daha doğrusu Anayasa Prof.Erol Manisalının yazısından anladığınız buysa pes! O adam bir kere ulusalcının önde gideni. Yukarda saymışsınız Fransız, İngiliz diye bunlar nedir ırk adı mı ? Ondan sonra Kürt demişsiniz. Şu Emre Kongarın yazısını da bir daha okuyun diyeceğim ama farkeder mi bilmiyorum. Ulus tanımı belli, Ulus-Devlet tanımı belli. Türkiyedeki Kürtler eğer biz ulusuz derlerse o zaman bu ulusa bir devlet yada federasyon gerekir. Devlet bir örgütlenme tarzıdır. Çünkü dünyada çok uluslu bir devlet örneği yoktur. Çok ulusluluk, imparatorluklarda kalmıştır. Akıl mantık var. Ben yaptım oldu demekle, duygusal mesajlar vermekle bu iş çözülmez. Bir şey söyleniyorsa altını mantıksal kurguyla doldurmak gerekir. Bunun şevkatle, nefretle falan açıklaması olmaz. Her şey mantığa dayanmalıdır. Ben Kürtleri de severim, tüm dünya insanlarını da bu başka bir şey, işin psikolojik yönü. Bunu demeyen insan zaten sorunludur, azınlıktadır. Türkiyede etnik Türklük konusunda aşırıya gidenler olmamışmıdır, ırkçı yaklaşımlar olmamışmıdır ? Evet olmuştur ve ben bunları kesinlikle tasvip ediyor değilim. Türkiyedeki tüm etnik grupların kendi kültürlerini, dillerini geliştirmesinden yanayım, bu konuda yasal engeller olmasa da insanımızın bakış açısını değiştirmeyi sağlamak elbette önemli ama Kürtlere ulus demek başka bir şey. Ulusuz diyorlarsa da ABDyi, AByi arkalarına almadan, demokrasiyi çarpıtmadan, terörü, şehitleri bahane etmeden ayrılık isteklerini dürüstçe söylemeleri onurlu bir davranış olur diyorum. Modernleşme sürecini iç ve dış dinamikler yüzünden tamamlayamamış, kavramları oturmamış bir halkın karşısına bu tür sığ, duygusal, sloganımsı, ucuz siyaset söylemleriyle çıkmak zarar getirir. Bu nedenle Cumhuriyet devrimlerine, insanımızı getirmek istediği bilinç düzeyine, bir yanda dini kullanarak, bir yanda da ırkçılığı kullanarak karşı çıkanlar bu ülkeye en büyük kötülüğü yapmışlardır. Türkiyenin sorunları medeniyetleşme, çağdaşlaşma sorunudur. Atatürkün Nutukunu bin kere okumak gerekmektedir. Saygılar.
  8. Türkiye, 2.Dünya savaşı sonrası dünyada oluşan bloklaşmada kendi çıkarları gereği ABDnin, Natonun yanında yeralmıştır. Yalnız ilginç bir şekilde bu kararı alan hükümetin başındaki CHP ve İsmet İnönü, yeni kurulan robert kolej mezunu, toprak ağası Menderesin başında olduğu DPye karşı seçimi kaybeder. Ondan sonra Cumhuriyetin bütün devrimleri sorgulanmaya, değiştirilmeye memlekette karışıklıklar çıkmaya başlar ve bu durum, 1960 darbesine yolaçar. Ondan sonraki süreçte yani yeni anayasa ile gelen demokratikleşme ve aydınlanma ile birlikte, Sovyetlerin etkisiyle artan komünizm rüzgarıyla ortaya çıkan karışıklıklar yüzünden 1971de önce sol sonra anti-komünist, Amerikancı bir muhtıra verilir. 1971-1980 sürecinin sonunda da 12 Eylül darbesi gelir.Bu darbe de yine anti-komünist ve Amerikancıdır. Bu dönemde de Sahte Atatürkçü, cuntacı Evren paşa, müthiş bir zeka örneği sergileyip, yine Amerikanın bilgisi dahilinde, komünizme karşı bir formül bulur. Bulduğu ilaç, komünizme ve komünist fikirlere karşı dini kullanarak, tarikatçılığa prim vermekti. Öte yandan faşizan bir tutumla koyduğu dil yasağıyla da dolaylı olarak PKKnın filizlenmesini sağlamıştır. Daha sonra yükselen şeriatçı akımla birlikte gelen 28 şubat bildirisi ve tasfiyesi Refah partisine yapılmıştır. Ancak, bugün başımızdaki tüm sorunların kaynağı 80 cuntasıdır demek de gerekli olmasına karşın yeterli olmaz. Bu tarihi incelersek, 1950de bağımsızlıkçı, dış politikada onurlu bir çizgisi olan İsmet İnönünün iktidarda kalamadığını, Amerikan yanlısı Menderesin geldiğini, !971de seçilen Askerler tarafından başbakan yapılan Nihat Erim hükümetine askerlerin başka bir kanadının darbe yapıp sonunda iktidara Amerikancı Morison Süleymanın (AP ve Demirel) geldiğini görürüz. !973 seçimlerinde CHPnin birinci parti seçilmesiyle oluşan ve Kıbrısı kurtaran tam bağımsızlıkçı CHP-MSP koalisyonları ardından gelen Amerikancı milliyetçi cephe hükümetleri ve derin devlet-süper nato-galdio kanalıyla tırmandırılan sağ-sol olaylarının çığrından çıkmasıyla Amerikancı 80 darbesini görürüz. Tarihimiz neden-sonuç ilişkileriyle incelendiğinde, iki karşıt kutubun Asker-Şeriatçılar, Asker- Kürtçüler, Asker-Demokratlar, Asker-Solcular olmadığını, bu iki kutubu Amerikancılar ile Anti-Amerikancı, tam bağımsızlıkçılar oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu soğuk savaş döneminde Sovyet etkisini de unutmamak kaydıyla. Soğuk savaş döneminde Amerikanın planı olan Yeşil kuşak projesi, 90larda Sovyetlerin dağılmasıyla biçim değiştirerek yine ABD tarafından Büyük Ortadoğu Projesine dönüştürülmüştür. Tek kutuplu bir dünyanın her ülkede farklı yansımaları olmuştur. Ülkemizde, bu yeni durumda oluşan yeni kutuplaşma gereği, yine bir yanda devleti ele geçiren Amerikancı derin devlet ve uyumlu iktidarları, diğer yanda ise yine tam bağımsızlıkçı, onurlu dış siyasetten yana güçleri görürüz. Uzatmamak için araları geçiyorum siz tamamlarsınız. Önceleri Yeşil Kuşak sonraları ise BOP nedeniyle, Türkiyede 1980de Asker eliyle palazlandırılan ve doğası gereği Laik Cumhuriyete ve Atatürke düşman olan Fethi takımı, ABDnin bu planları hayata geçirebilmesi için kullanabileceği bir maşa, besleyip büyüttüğü bir canavar olmuştur. Bugün gelinen durumu bütünselliğiyle açıklayan tek teori budur. Hatta, anti-amerikancı Erbakana karşı yapılan 28 şubat da, Amerikan karşıtının öyle ya da böyle iktidarda kalamayacağının kanıtıdır. "Ergenekon destanı", 2002de iktidara gelen Amerikancı Fethi takımının eliyle derin devlet içindeki her ne kadar PKK terörü yüzünden yanlış işlere bulaşmış, hukuksuz eylemlerde bulunmuş olsa da ayağı bu topraklara basan, bağımsızlıkçı kanadın tasfiyesi işlemidir. Fethi takımı, bu arada ezeli düşmanı olan ve kendilerine sorun çıkaran Laik Cumhuriyetçi, tam bağımsızlıkçı, Atatürkçü aydınları da karambolde içeri tıkmıştır. Şimdi ise önlerindeki tek engel olan TSKyı, buldukları her fırsatta ABD parasıyla sahip oldukları medyayı kullanarak, basın özgürlüğüne sığınarak yıpratma yoluna girmişlerdir. Askerin bir şey yapacaksa kamuoyu desteğiyle yaptığını bildiklerinden bu yolla kamuoyunu şehitlerimiz üzerinden yönlendirmeye ve halkın TSKya güvenini sarsmaya çalışmaktadırlar. Bunlar zamanında 17 ağustos depremine de böyle bir yorum getirip depremin gölcükte içki içen komutanlar yüzünden olduğunu halka empoze etmeye de kalkmışlardı.( bkz.Cüppeli Hoca Hazretleri ) Öte yandan, PKK terörüne karşı ABDnin izlediği tutum hep iki yüzlü ve konjonktüre göre olmuştur. Bu günlerde ise ABD PKKnın teröristlerini Barzaniye katılmaya zorlamakta bu yüzden de bizimle işbirliği yapıp anlık istihbarat paylaşımı yapmaktadır. Ancak, bunun şimdi böyle olması zaman zaman iç politikayı yönlendirmek adına bu istihbarat paylaşımını farklı biçimde uygulamadığı anlamına gelmez demek çok paranoid bir yaklaşım olmasa gerek. ABDnin ortadoğudaki hegemonya kurma çabalarını endişeyle izleyen ABnin PKKya yaklaşımı ise olumlu olmuş ve el altından, özellikle siyasi alanda ve psikolojik savaş desteğiyle katkıda bulunmuştur. ABDnin amacı Ortadoğu petrollerine egemen olmak, bölgedeki hedefi ise kendisine bağlı Ilımlı İslam devletçikleri kurarak, bu yönetimler yoluyla, dini, özellikle İslamın Arap yorumunu kullanarak, halkları yönlendirmek, devletlerin ABD çıkarları doğrultusunda kararlar almasını sağlamaktır. Bu yolla bölge petrol kaynaklarındaki egemenliğini garanti almayı düşünmektedir. Tam bağımsızlıkçı, laik, demokratik, kökü bu topraklarda olan bir yönetim ve devlet, ne ABDnin, ne ABnin işine gelmez. Olay budur. Saygılar.
  9. Türkiye, 2.Dünya savaşı sonrası dünyada oluşan bloklaşmada kendi çıkarları gereği ABDnin, Natonun yanında yeralmıştır. Yalnız ilginç bir şekilde bu kararı alan hükümetin başındaki CHP ve İsmet İnönü, yeni kurulan robert kolej mezunu, toprak ağası Menderesin başında olduğu DPye karşı seçimi kaybeder. Ondan sonra Cumhuriyetin bütün devrimleri sorgulanmaya, değiştirilmeye memlekette karışıklıklar çıkmaya başlar ve bu durum, 1960 darbesine yolaçar. Ondan sonraki süreçte yani yeni anayasa ile gelen demokratikleşme ve aydınlanma ile birlikte, Sovyetlerin etkisiyle artan komünizm rüzgarıyla ortaya çıkan karışıklıklar yüzünden 1971de önce sol sonra anti-komünist, Amerikancı bir muhtıra verilir. 1971-1980 sürecinin sonunda da 12 Eylül darbesi gelir.Bu darbe de yine anti-komünist ve Amerikancıdır. Bu dönemde de Sahte Atatürkçü, cuntacı Evren paşa, müthiş bir zeka örneği sergileyip, yine Amerikanın bilgisi dahilinde, komünizme karşı bir formül bulur. Bulduğu ilaç, komünizme ve komünist fikirlere karşı dini kullanarak, tarikatçılığa prim vermekti. Öte yandan faşizan bir tutumla koyduğu dil yasağıyla da dolaylı olarak PKKnın filizlenmesini sağlamıştır. Daha sonra yükselen şeriatçı akımla birlikte gelen 28 şubat bildirisi ve tasfiyesi Refah partisine yapılmıştır. Ancak, bugün başımızdaki tüm sorunların kaynağı 80 cuntasıdır demek de gerekli olmasına karşın yeterli olmaz. Bu tarihi incelersek, 1950de bağımsızlıkçı, dış politikada onurlu bir çizgisi olan İsmet İnönünün iktidarda kalamadığını, Amerikan yanlısı Menderesin geldiğini, !971de seçilen Askerler tarafından başbakan yapılan Nihat Erim hükümetine askerlerin başka bir kanadının darbe yapıp sonunda iktidara Amerikancı Morison Süleymanın (AP ve Demirel) geldiğini görürüz. !973 seçimlerinde CHPnin birinci parti seçilmesiyle oluşan ve Kıbrısı kurtaran tam bağımsızlıkçı CHP-MSP koalisyonları ardından gelen Amerikancı milliyetçi cephe hükümetleri ve derin devlet-süper nato-galdio kanalıyla tırmandırılan sağ-sol olaylarının çığrından çıkmasıyla Amerikancı 80 darbesini görürüz. Tarihimiz neden-sonuç ilişkileriyle incelendiğinde, iki karşıt kutubun Asker-Şeriatçılar, Asker- Kürtçüler, Asker-Demokratlar, Asker-Solcular olmadığını, bu iki kutubu Amerikancılar ile Anti-Amerikancı, tam bağımsızlıkçılar oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu soğuk savaş döneminde Sovyet etkisini de unutmamak kaydıyla. Soğuk savaş döneminde Amerikanın planı olan Yeşil kuşak projesi, 90larda Sovyetlerin dağılmasıyla biçim değiştirerek yine ABD tarafından Büyük Ortadoğu Projesine dönüştürülmüştür. Tek kutuplu bir dünyanın her ülkede farklı yansımaları olmuştur. Ülkemizde, bu yeni durumda oluşan yeni kutuplaşma gereği, yine bir yanda devleti ele geçiren Amerikancı derin devlet ve uyumlu iktidarları, diğer yanda ise yine tam bağımsızlıkçı, onurlu dış siyasetten yana güçleri görürüz. Uzatmamak için araları geçiyorum siz tamamlarsınız. Önceleri Yeşil Kuşak sonraları ise BOP nedeniyle, Türkiyede 1980de Asker eliyle palazlandırılan ve doğası gereği Laik Cumhuriyete ve Atatürke düşman olan Fethi takımı, ABDnin bu planları hayata geçirebilmesi için kullanabileceği bir maşa, besleyip büyüttüğü bir canavar olmuştur. Bugün gelinen durumu bütünselliğiyle açıklayan tek teori budur. Hatta, anti-amerikancı Erbakana karşı yapılan 28 şubat da, Amerikan karşıtının öyle ya da böyle iktidarda kalamayacağının kanıtıdır. "Ergenekon destanı", 2002de iktidara gelen Amerikancı Fethi takımının eliyle derin devlet içindeki her ne kadar PKK terörü yüzünden yanlış işlere bulaşmış, hukuksuz eylemlerde bulunmuş olsa da ayağı bu topraklara basan, bağımsızlıkçı kanadın tasfiyesi işlemidir. Fethi takımı, bu arada ezeli düşmanı olan ve kendilerine sorun çıkaran Laik Cumhuriyetçi, tam bağımsızlıkçı, Atatürkçü aydınları da karambolde içeri tıkmıştır. Şimdi ise önlerindeki tek engel olan TSKyı, buldukları her fırsatta ABD parasıyla sahip oldukları medyayı kullanarak, basın özgürlüğüne sığınarak yıpratma yoluna girmişlerdir. Askerin bir şey yapacaksa kamuoyu desteğiyle yaptığını bildiklerinden bu yolla kamuoyunu şehitlerimiz üzerinden yönlendirmeye ve halkın TSKya güvenini sarsmaya çalışmaktadırlar. Bunlar zamanında 17 ağustos depremine de böyle bir yorum getirip depremin gölcükte içki içen komutanlar yüzünden olduğunu halka empoze etmeye de kalkmışlardı.( bkz.Cüppeli Hoca Hazretleri ) Öte yandan, PKK terörüne karşı ABDnin izlediği tutum hep iki yüzlü ve konjonktüre göre olmuştur. Bu günlerde ise ABD PKKnın teröristlerini Barzaniye katılmaya zorlamakta bu yüzden de bizimle işbirliği yapıp anlık istihbarat paylaşımı yapmaktadır. Ancak, bunun şimdi böyle olması zaman zaman iç politikayı yönlendirmek adına bu istihbarat paylaşımını farklı biçimde uygulamadığı anlamına gelmez demek çok paranoid bir yaklaşım olmasa gerek. ABDnin ortadoğudaki hegemonya kurma çabalarını endişeyle izleyen ABnin PKKya yaklaşımı ise olumlu olmuş ve el altından, özellikle siyasi alanda ve psikolojik savaş desteğiyle katkıda bulunmuştur. ABDnin amacı Ortadoğu petrollerine egemen olmak, bölgedeki hedefi ise kendisine bağlı Ilımlı İslam devletçikleri kurarak, bu yönetimler yoluyla, dini, özellikle İslamın Arap yorumunu kullanarak, halkları yönlendirmek, devletlerin ABD çıkarları doğrultusunda kararlar almasını sağlamaktır. Bu yolla bölge petrol kaynaklarındaki egemenliğini garanti almayı düşünmektedir. Tam bağımsızlıkçı, laik, demokratik, kökü bu topraklarda olan bir yönetim ve devlet, ne ABDnin, ne ABnin işine gelmez. Olay budur. Saygılar.
  10. Sn Bekir, Yorumlarınıza hayranım. Askerin gol yediğini sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Tayyip, Askere, bana bağlı kurumsun diyemedi. Çarpıtmayın. Kapalı kapılar ardında bir şekilde ödün verdi. Bu iş şimdilik kapandı sadece. Asker, istikrarsızlığı sevmez, memlekette kaosu, kafa karışıklığını sevmez, kaosu körükleyenleri de sevmez. Bu bilinen bir şey. Ayrıca kamuoyuna, halka dayanmak ister. Bu yüzden zaten iktidar medyası, acı bir olayı, sahte duygusallıklarla Asker üzerinden tartışmaya ve Türk Milletinin ordusuna güvenini sarsmaya çalışıyor. Nerdeyse PKKya dua edecekler. Saygılar.
  11. Yahu ne Hegel'i! Hegel nerden çıktı! Nerden duyuyorsunuz bu lafları, Etyen Mahçupyandan mı ? Artık, evinde bilgisayarında savaş oyunu oynayan çoluk-çocuk bile, yok uçak şu açıdan müdahele edebilebilirdi yok kıyılara mayın döşeseydik yok laser sıkalım demeye başladı. İşin suyu çıktı sayenizde! Cevabını bildiğiniz soruları sormaktan maksadınız nedir Sn.Bekir ? İstediğiniz kadar sevinebilirsiniz, sizi tutan yok! Önce Millleti ikiye böl sonra da ikinci cenah de! Bu yaklaşımın PKKdan farkı ne? İnsan kendini bu kadar iyi ifade edebilir. Özellikle kırmızılı ifadeler...Tebrik ederim, sizi Nobel Edebiyat ödülüne aday göstermeli! 5.madde de bunların kılıfı. 7.maddede de zaten bunu itiraf ediyorsunuz.
  12. AYDINLANMA EMRE KONGAR ALT KİMLİK-ÜST KİMLİK Kimlik tartışmalarının özünde yatan sorun, bu tartışmaların bir toplumun bütünlüğüne mi yoksa bölünmesine mi hizmet ettiği hususudur. Dünyada ve Türkiye'de hız kazanan bu tartışmaların altında dünyayı yönetmeye soyunan büyük gücün yani Amerika Birleşik Devletleri'nin öncülüğünün yatması, bir zamanlar bu rolü üstlenmiş olan Büyük Britanya İmparatorluğu'nun ünlü "böl ve yönet" ilkesini anımsatıyor. * * * Her insan kaçınılmaz bazı kültürel kimliklerle doğar. Bunların çoğu alt-kimlik özelliği taşır, bir tanesi ise genellikle üst-kimlik olarak işlev yapar. Ama zaman içinde bilinci gelişen birey, bu kimlikler arasında bir tercih yapabilir ve kendi üst kimliğini de yeniden belirleyebilir. Bir insanın, kendi iradesi dışında, doğumda edindiği kimlikler beş tanedir: 1. Aile kimliği: Özellikle din-tarım toplumlarında, aşiret yapısının egemen olduğu feodal düzende, aile bağları çok önemlidir; kimi insanlar doğuştan aşiret reisinin ailesine mensup olduklarından, hayata ağa, ya da şehzade olarak başlar. 2. Coğrafya kimliği: Her kişi doğduğu coğrafyaya bağlı olarak dünyanın belli bir bölgesine aittir ve kimi zaman o kişinin ırkını da bu bağ belirler. 3. Din ya da mezhep kimliği: Her insan otomatik olarak içine doğduğu ailenin sahip olduğu din ya mezhebe mensup olarak kabul edilir; zamanla bu anlayış terk edilmekle birlikte, Türkiye'de hâlâ vatandaşların nüfus kağıtlarına, içine doğdukları ailenin inancı yazılmaktadır. 4. Irk ya da milliyet kimliği: Birey bilinçlendikten sonra, doğuştan zorunlu olarak gelen bu mensubiyeti açıkça reddetmedikçe, o kimlikle anılır. 5. Vatandaşlık kimliği: Aslında günümüzde, vatandaşlık kimliği, yani siyasal kimlik, bir devletin ve o devleti oluşturan toplumun ortak kimliği olarak kabul edildiğinden, yukardaki dört kimlik ögesine göre, en çok üst-kimlik olarak kullanılan husustur. Bu beş ögeden ilk dördü, zaman içinde, tarihte çoğu zaman toplumları bir arada tutan üst-kimlik işlevi de görmüşlerdir. Özellikle din-tarım imparatorlukları döneminde din ve mezhep böyle bir işlevi yerine getirmiştir. Zaman içinde endüstrileşme sürecinin etkisiyle, laiklik ve demokrasi geliştikçe, her insanın din, mezhep, dil, ırk farkı gözetmeksizin eşit haklarla doğduğu inancı yerleştikçe, demokratik ülkelerde, vatandaşlık bağı bir üst-kimlik niteliği kazanmıştır. * * * Türkiye'deki kimlik tartışmalarında, ailenin, coğrafyanın, din ve mezhebin, ırk ve milliyetin yani alt-kimlik niteliği taşıyan kültürel özelliklerin ön plana çıkarılması, hele hele üst-kimlik olarak kullanılması, hiç kuşkusuz hem toplumsal bütünlüğü hem de Türkiye Cumhuriyeti'nin üniter yapısını zedeleyici nitelik taşır. Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı'nın, Yirmibirinci Yüzyılda, yüzyıllar önce, Orta Çağ'da, bir üst kimlik niteliği taşıyan dini, toplumsal özellik olarak birleştirici öge niteliğiyle ön plana çıkarması çok düşündürücüdür. * * * Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan bireyleri Türk olarak niteler. Bu niteleme ne ırka ne dine dayalı bir nitelemedir, sadece siyasal vatandaşlık bağını belirler. Yani Türkiye Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkese Türk denilir; aynen Amerikalı, Fransız, İngiliz gibi; bu insanların kökenleri değişik olabilir: Kürt, Türk, Rum, Ermeni, Arap, Laz, Çerkez gibi. İnsan alt-kimliği ile övünebilir, onu geliştirmek için her türlü çabanın içine de girebilir, bunda bir sakınca yoktur. Sakınca, alt-kimliklerin kullanılarak devletin üniter yapısının ya da laik ve demokratik düzeninin reddedilmesinde yatar.
  13. Millet Vikipedi, özgür ansiklopedi Git ve: kullan, ara → Bu madde günümüzde kullanılan millet kavramıyla alakalıdır. Osmanlı Devleti'nde kullanılan millet kavramı için Millet (Osmanlı Devleti)'e bakınız. Ulus ya da Millet, çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, ülkü, duygu, gelenek ve görenek birliği olan insanların oluşturduğu topluluk. Ulus ya da Millet adı verilen bu topluluk feodalitenin yıkılışı ve Kapitalist düzenin oluşumu sürecinde ortaya çıkmıştır. Bir topluluğun "ulus" olarak adlandırılabilmesi için:[kaynak belirtilmeli] 1. Toplulukta ortak bir dilin konuşulması, 2. Topluluğun tarihsel geçmişe sahip olması, 3. Şimdi bir arada yaşayan bu topluluğun, gelecek için de bir arada yaşama inancında olması, 4. Topluluktaki bireylerin birlik ve beraberlik içinde, ortak duyguları paylaşması, 5. Toplulukta kültürel ortaklık bulunması gereklidir. Konu başlıkları [gizle] * 1 Milletlerin oluşumuna dair tezler * 2 Atatürk'ün Millet anlayışı o 2.1 Türk milleti o 2.2 Milletin Umumî Tarifi * 3 Kaynakça * 4 Kitaplar * 5 Ayrıca Bakınız Milletlerin oluşumuna dair tezler [değiştir] Millet'in oluşumuna dair tezler kabaca iki ana yaklaşım altında toplanır: Özcü yaklaşım ve İnşaacı yaklaşım. Özcü yaklaşıma göre milletler toplumsal tarihin doğal ürünü olan birimlerdir. Bu birimlerin temelini kanbağı, dil, din, ortak tarih gibi bir takım kültürel elementler oluşturur. Bu kimlikler birey veya topluluğa doğuştan verilmiştir; bu nedenle birey veya topluluk tarafından reddedilmeleri çok zordur. Bu ortak özellikler kitlelerde doğal olarak bir birliktelik hissi veya milliyetçilik oluşmasını sağlayarak milletin harekete geçmesine ve kendi devletini kurmasına neden olur.[kaynak belirtilmeli] İnşacı yaklaşıma göre, milletler tarihsel sürecin görece daha geç döneminde ortaya çıkmış bir olgudur; ayrıca kapitalizmin ortaya çıkışı, sömürgecilik, modern devletin yapılanması ile yakından ilgisi vardır. Başka bir deyişle, milletin oluşumu insan toplumunun ortaya çıkmasıyla birlikte ortaya çıkmış bir olgu değildir. Toplumsal gelişimin belli bir safhasında meydana gelmiş bir üründür. Herşeyden önce bir milletin oluşumundan önce bir milliyetçilik akımının ortaya çıkmış olması gereklidir.[kaynak belirtilmeli] Atatürk'ün Millet anlayışı [değiştir] Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. (Gazi Mustafa Kemal)[1] Türk milleti [değiştir] Atatürk'e göre, Türk milletinin teessüsünde müessir olduğu görülen tabiî ve tarihî vâkıalar şunlardır:[2] a) Siyasî varlıkta birlik. Dil birliği. c) Yurt briliği. d) Tarihî karabet e) Ahlâkî karabet. Milletin Umumî Tarifi [değiştir] Atatürk'e göre, her millete uyabilecek bir tarifi şunlardır:[3] a) Zengin bir hâtıra mirasına sahip bulunan; Beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimî olan; c) Ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden vücuda gelen cemiyete millet namı verilir.
  14. Ulus devlet Vikipedi, özgür ansiklopedi Git ve: kullan, ara Ulus devlet, meşrutiyetini bir ulusun belli bir coğrafi sınır içindeki egemenliğinden alan devlet şeklidir. Devlet politik ve jeopolitik bir varlık, ulus ise kültürel ve/veya etnik bir varlıktır. Ulus devlet kavramı ise bu ikisinin belli bir coğrafyada örtüştürür, ve böylelikle kendisinden önce gelen devlet yapılarıyla büyük ölçüde farklılaşır. Tarihteki diğer devletlerden farklı olarak, ulus devlet modelinde devleti oluşturan tüm vatandaşların ortak bir dil, ortak bir kültür ve ortak değerleri paylaşması esastır. Ayrıca ulus devlet kavramı her milletin kendi kaderini tayin ve otonomi hakkına sahip olduğu fikrini içerir. Bu özelliğiyle dünyadaki bir çok milliyetçi harekete ilham kaynağı olmuştur. Ulus devletin ortaya çıkışı [değiştir] Genellikle ulus devletin Fransız Devrimi sırasında tarih sahnesine çıkmış olduğu kabul edilir. Bu aynı zamanda feodalizmden kapitalizme geçiş sürecini belirleyen dönemdir. Feodal devlette egemen olan meşrutiyet anlayışına göre devletin sahibi ve meşrutiyetin kaynağı monarşi idi. Feodal sistemin zayıflamaya başlamasıyla birlikte güçlenen burjuvazi sınıfı, politik etkinliğini pekiştirmek için kitlelerin desteğini arkasına almak zorunda idi. Buradan hareketle egemenliğin kraldan alınarak halka verilmesi süreci içinde milliyetçi akımların güç kazanması, milli egemenlik fikrinin kitlelerde geniş yankı bulmasını sağlamıştır. Ancak ulusun mu yoksa ulus devletin mi önce ortaya çıktığı tartışmalı bir konudur. Milliyetçi görüşler genellikle ulusun önceden var olduğunu iddia ederler, ulus devlet bu ulusun egemenlik taleplerini karşılayacak bir model olarak ortaya çıkmıştır. Ancak modernleşme odaklı teorilere göre ulusal kimlik daha önceden var olan devletin politikalarının bir ürünü olarak görülmektedir. 19. yüzyıl Avrupa'sında Sanayi devrimi, yazılı basının gelişimi ve öğretimin kurumlaşması gibi etkenlere bağlı olarak ortak dil, kültür ve değerlerin yaygınlaşmasının önü açılmıştır. Bunlar da ulus devletin oluşumunu hızlandıran etmenlerdir.
  15. Neyi bırakayım, Sn.Çapraşık Tümceler, lütfen, zahmet edin okuyun diyorum, bu sorular o başlıklarda tartışıldı. Önce okuyun ondan sonra gelin tartışalım. Tamam. Saygılar.
  16. Sn.ÇarpışıkTümceler, Bu sorular yanıtsız falan değil. Biraz araştırsaydınız yanıtları bulurdunuz. Size bir ipucu vereyim Erdal Sarızeybek. Ya da bu forumdaki "Şehitlerimizin Ardından..."," Asker etkisizleştrilmek isteniyor" gibi konu başlıklarında da bu soruların cevabını kısmen bulabilirsiniz. Saygılar.
  17. Dostum, Atatürkten haberin var mı ? Ya Türkiyede kullanılan abcden ? Neden Arap abcsinin terk edilerek Latin alfabesine geçildiğini neden Göktürk abcsinin kullanılamayacağını ayrıca tartışırız. Arap emperyalizmine en çok karşı olan benim, nerden çıkardın, Arap abcsini anlamadım. Ben kendime elbette Türk diyorum her iki anlamda da. Ama, konu ben ya da sen ya da o değiliz zaten. Burada kimliklerimizi ön plana çıkarmadan, düşüncelerimizle tartışmalıyız, bilimsel olan budur. İsmime bakıp beni dinci mi sandın ey Alpnoyan kardeşim ? Türkçeye en büyük deformasyonu İstanbulda Osmanlı yapmıştır tamam da, Türkçe deklarasyonunu da Anadoluda Türkmen Karamanoğulları yapmıştır gözden kaçmasın. Kurtuluş Savaşında bizi destekledikleri halde, Yunanistana Rum diye sepetlenen Karamanlı Hristiyan Ortodoks Peçenek ve Kumanları da unutmadık merak etme! Bence senin biraz Atatürk devrimlerini ve Atatürk milliyetçiliğini incelemen gerek. Zazalar da, Kürtler de, Lazlar da, Çerkezler de Türktür. Bu vatan için şehit vermiş Türk Ulusuna aittirler. Saygılar..
  18. Dogrucudavut şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Politika Bilimi
    Sn. Politika, Arkadaş, "soykırım olmuş mu olmamış mı o ayrı konu, soykırım olmuşsa da eğer Ermenileri, Kürtler kesti" diyor.Benim anladığım, galiba, Hamidiye Alaylarını ve daha sonraki Kürt çetelerini kasdediyor, Türkleri değil. Ermeniler gavurlaştı derken de Taşnak ve Hınçak Ermeni hainlerine, çetecilerine karşı yapılanları değil de devlet tarafından önlem olarak göç ettirilen normal köyde yaşayan Ermeni halka karşı, Osmanlının din eksenli oluşundan dolayı müslüman Kürtlerin Tehcir sırasındaki din refleksli saldırılarını anlatmak istemiş gibi anlıyorum ben. Saygılar.
  19. 80 öncesi, PKK'nın yani APOcuların çıkışı Markist-Leninist karakterdedir doğrudur, ancak o sırada tüm bu hareketlerin arkasında Sovyet rejimi vardı unutmayalım. Her olayı böyle iki tarafa indirgememiz doğru değildir, her devlet konjonktürel davranır yani çıkarlarına göre. Benim düşünceme göre, ABD Saddamı da hem desteklemiş hemde karşı olmuştur dönem dönem, PKK'yı da aynı şekilde Türkiye'yi kontrol aracı haline getirmiştir. Şimdi ise, Barzani ve Talebaniyi desteklediği için ve PKKlıları onlara katılmaya zorladığı için Türkiye ile anlık istihbarat paylaşımı yapmaktadır, ancak, politikalar her an değişebilir. Sevgili Mavi, sistem kelimesi her anlama gelir nolur net söyleyin. Böyle havada kalan kelimeler, cümleler benim kafamı karıştırıyor, lütfen yanlış anlamayın. PKK güneydoğu sorununun sonucudur diyebiliriz, 80 sonrası da Kürtlere de yapılan baskıların PKK'yı beslediğini söyleyebiliriz. Tam bütünleşme olursa bitirileceğinden eminim ben ama başka anlamda yeni bir terör örgütü çıkarılmayacağını garanti vermiyorum maalesef. Neden Saadet değil de AKP, bu soru, Türkiyede halk bilinçlenmedikçe Amerikan karşıtı bir partinin iktidar olamayacağını gösteriyor galiba. Ne ABnin ne de ABDnin Türkiyedeki feodalizm umurunda olmaz sevgili Mavi yapmayın. Devlet bir dönem Hizbullahı destekledi, eğitti, PKKya karşı kullandı, yanlış olan, hukuk dışı yollara saptı doğrudur. Korucular da devlete en çok yardımcı olan unsurdur, her ne kadar, daha sonra derin devlet, susurluk derken uyuşturucu ve çıkar örgütünde yar alanlar olmuş olsa da. Meseleye şöyle bakmak lazımdır, devletin artık savaş durumunda feodalite diye bir derdi olamaz, ne bulduysa kullanmıştır, bunlara dolaylı olarak sebep olan da derin devlet ve PKKnın destekçisi ABD dir. AB de, ABDnin Ortadoğu egemenliğine karşı PKKyı desteklemektedir. Sn.Mavi, bu öncelerini daha önce farklı başlıklarda tartıştığımızdan bu yazıya taşıma gereğini taşımadım. O tartışmalarımızda bunun bir medeniyetleştirme sorunu olduğunu, defalarca vurgulamıştım. Şu kimlik mevzusunu bir tartışamadık, yine başka bahara kaldı Ütopyalar birgün gerçek olabilir, yeterince bilinçli olabilirsek. Saygılar. teşekkür ederim...
  20. Sn. Dipnot, Siz, söze "Sevgili arkadaşlar" diye başlamış olsanız da ben üstüme alınıp yanıtlama gereği hissettim, kusura bakmayın. Öncelikle, benim için karşımdaki insanın nereli olduğu yada kimliği değil insan olması ve fikirleri önemlidir, kimsenin düşüncelerini buna dayanarak değerlendirmem. Hiç bir tartışmada da kendimi ortaya koymamışımdır. Yukarıda alt alta sıraladığınız olayları biz diğer başlıklarda arkadaşlarla tartışmış idik. Sizin ifade tarzınızdan anladığım kadarıyla, bunlar hep Kürtlere karşı yapılmış şeyler gibi bir anlam çıkıyor, acaba yanılıyormuyum ? Bunu biraz açabilirmisiniz ? Ulusal birlik, beraberlik ve bütünlüğün tek alternatifi ne demek anlayamadım ? Saygılar.
  21. ÇAĞDAŞ ULUSALCILIK Yayin Tarihi 8 Eylül, 2008 Çağdaş Ulusalcılığı Görmek İstemeyenler… Ulusalcılığı saptırmaya çalışan çevreleri iyi anlamamız gerekir. Çağdaş ulusalcılığa kimler karşıdırlar? 1) Vahşi kapitalizm, ulusalcı hareketleri, önündeki en büyük engel olarak görür. Kapitalist piyasaların küresel sömürülerini sürdürebilmeleri için, “ulusalcıların tasfiye edilmesi gerekir”.- Mustafa Kemal’in kapitülasyonları yırtıp atması, Avrupalı (ve Batılı) sömürgeciler için milliyetçileri en büyük tehdit haline getirdi. - Chavez, Venezüella’nın petrolünü sömürgeci tekellere terk etmeyip millileştirdiğinde, saldırganlar bu ulusalcı ve halkçı çıkışlardan hiç hoşlanmadılar. Vahşi kapitalizm kendi çıkarına olan “tek yanlı bozuk düzeni” sürdürebilmek için ulusalcı (milliyetçi) hareketleri ortadan kaldırmaya çalışır. 2) Katılımcı demokrasi ve çağdaş sosyal hukuk devleti yerine, “şeriat düzenini getirmek isteyen dinciler” de, ulusalcı ve halkçı hareketlere şiddetle karşı çıkarlar. Şeriat düzeni içindeki “ümmetçi anlayış”, milliyetçiliği kendisine rakip olarak görür. Ancak özünde “sömürgecilerin işine yarayan milliyetçilik karşıtlığı”, dinciler için de çelişkili sonuçlar doğurur. Ulusalcılığa karşı çıkarak sömürgecilerin ekmeğine yağ süren dinciler, önünde sonunda kendileri de emperyalistlerin hedefi durumuna düşerler. 3) Azgelişmiş ülkelerdeki “oligarşi çevreleri”, ulusalcılardan hoşlanmayan diğer bir kesimi oluştururlar. Bu çevreler, “sömürgecilerden pay aldıkları için”, bozuk düzenin değişmesini istemezler. Sömürgecileri tehdit eden ulusalcı hareketler oligarşi için de zararlı görülür. Çünkü azgelişmiş ülkedeki oligarşinin çıkarları, “Batı oligarşilerinin çıkarları ile bütünleşmiştir”. Liberallerden kimi eski solculara, bazı sermaye çevrelerinden bürokrasiye kadar bu bozuk düzenden beslenenlere rastlanır. Nasıl tanımlamalıyız? Oligarşinin içinde yer alan kimi yazar çizerler ulusalcılığı, “kendi kafalarında kurguladıkları bir model içinde” pazarlarlar. Onlara göre ulusalcılık “kapanmaktır”; statükoyu korumak ve değişimi engellemektir. Hatta işi kafatasçılığa kadar götüren ilkel yaratıklara bile rastlanabilir.Aslında bu yanlış tanımlamalar, “emperyalizmin ulusalcıları tasfiye etmek için kullandıkları araçlardır”. Teknik ve siyasal boyutları ile çağdaş ulusalcılığın (milliyetçiliğin) taşıdığı özellikler şunladır: 1) Uluslararası ilişkilerde karşılıklı çıkarların dengeli bir biçimde korunması; iktisadi, siyasi, kültürel ve güvenlik ilişkilerinde bu ilkenin göz önüne alınması gerekir. Bunlar kapanmakla, statükoculukla uzaktan yakından ilgili değildir. Bu yalanı söyleyenler sömürgecilerin, dincilerin ve oligarşinin sözcüleridir. Uluslararası ilişkilerde karşılıklı çıkarların gözetilmesi ve dengenin sağlanması, “demokrasinin ve çağdaş olmanın bir gereğidir”. Ancak bu yolla ülkeler kendi halklarının iktisadi, siyasi ve kültürel haklarını koruyabilirler. 2) Ulusalcılık, katılımcı demokrasiyi gerektiren bir düzen peşindedir. - İçerde toplumsal dengenin sağlanması, - Toplumsal sınıfların paylarını gereği gibi alabilmeleri, - Oligarşik dayatmalara karşı yapılanmaların hedef alınması.. Bütün bunlar ulusalcı (milliyetçi) politikaların alt başlıkları olmak zorundadır. Ya sahte milliyetçiler? 1950′li yıllarda Amerika, bürokrasiyi, siyasileri, toprak ağalarını ve kimi sermaye çevrelerini kullanarak soğuk savaştaki “Amerikancı milliyetçileri” üretti.1970′li yıllarda yine Amerika, “anti Amerikan sola karşı sağcı milliyetçileri yarattı”. 2000′li yıllarda ise mafya ve kaçakçılar milliyetçi yaftası yapıştırılarak sahneye çıkarıldılar. Bütün bunlardan yararlanan kim? ABD ve AB’nin Türkiye ve bölge üzerindeki planlarının bir parçası olduklarını iyi görmemiz gerekiyor. Çağdaş milliyetçilik uluslararası ilişkilerde “karşılıklı çıkarları dengeleme amacını güttüğü için” hukuka saygıyı öne çıkarır. Sömürgeci baskılara karşı çıkar, antiemperyalist bir duruşu simgeler. Dış ilişkilerde çıkarların dengelenmesi için “içerde katılımcı demokrasinin işlemesini destekler”. Çağdaş ulusalcılık özünde budur. Bundan rahatsız olan sömürgeciler ve ortakları, “kendi kurguladıkları saçmalıkları, naylon milliyetçilik olarak” sahneye çıkarırlar. Güney Amerika’daki antiemperyalist gelişmelere Batılılar bile, “ulusalcı sol hareketler” adını vermişlerdir. Çağdaş ulusalcılık, sömürgeci, dinci ve oligarşik hareketlere karşı duruşa verilen isimdir. Prof. Dr. Erol MANİSALI
  22. AYDINLANMA EMRE KONGAR AGARTA-ERGENEKON İDDİANAMESİNİN ADRESİ İddianamenin hukuksal tartışmasını hukuk otoritelerine bırakalım... Sanıyorum, Türk Hukuk Tarihi açısından önemli bir örnekolay... Yıllarca Hukuk Fakültelerinde okutulacak, irdelenecek, eleştirilecek, sonuçlar çıkartılacak bir vaka... * * * İddianameyi sadece düz mantık açısında irdelemek istiyorum... İddianamenin "kendi mantığı" ne gibi sonuçlara götürüyor bizi: 1. İddialar doğru ve geçerliyse, bu örgütlenmeyi kim kurmuş olabilir?... 2. İddialar doğru ve geçerliyse, bu örgütlenme kimin işine yaramıştır?... * * * Aşağıdaki satırları istediğiniz gibi okuyabilirsiniz: İsterseniz "Kara mizah" deyin... İsterseniz "Komplo teorisi"... İsterseniz "Mantık egzersizi"... Orası sizin bileceğiniz iş... * * * Velev ki, bu iddianamenin mantığı doğru ve geçerli... Velev ki, ortada kökleri çok eskiye giden ama özellikle son zamanlarda Türkiye'yi istikrarsızlaştıran, kana bulayan bir büyük örgütlenme var... Velev ki, bu örgütlenme, legal ve illegal, birbirine dost ve düşman, tüm dernekleri ve terör çetelerini yönlendiriyor... Velev ki, PKK'yı, Hizbullah'ı, DHKP-C'yi, İBDA-C'yi kontrol ediyor... Velev ki, içinde emekli ordu komutanları, parti genel başkanları, gazete imtiyaz sahipleri var... Velev ki, bütün suikastlardan, Atatürkçü aydınların katledilişinden, misyonerlerin, rahibin, Ermeni kökenli gazetecinin, yargıcın canavarca öldürülüşünden sorumlu... Velev ki, dış bağlantıları, dış güçlerle koordinasyonu var, ABD Başkan Yardımcısı'nın ofisine kadar uzanıyor... Velev ki, Barzani gibi, Talabani gibi yabancıları da yönlendiriyor... Velev ki, istediği zaman yüzbinleri meydanlara topluyor... Velev ki, toplumu birbirine düşürüyor, toplumsal çatışmalar ve kitlesel katliamlar düzenliyor... Velev ki, "devlet içinde devlet", moda deyimiyle "Derin devlet"... Velev ki, darbe yapma, iktidarı belirleme gücüne sahip... Velev ki, Türkiye'yi istikrarsızlaştırıyor, güçsüzleştiriyor... * * * O zaman ilk grup sorularımızı soralım: Türkiye'nin istikrarsızlaştırılmasından, bölgedeki gücünü yitirmesinden kim yararlanır? Hangi uluslararası güç, örgüt veya devlet ya da devletler, Ortadoğu'yu, Balkanlar'ı, Kafkaslar'ı denetlemek ister, istiyor? Türkiye, kimin ya da kimlerin önünde bölgesel bir güç, bir engel gibi görünür, görünüyor? Böyle bir örgütlenme hangi dış güce hizmet eder? Böyle bir örgütlenmeyi gerçekleştirmeye ve etkili bir biçimde kullanmaya kimin, kimlerin gücü yeter? Bu soruların yanıtları, burada dile getirilmeye gerek görülmeyecek denli açık değil mi? Peki o zaman ikinci grup sorularımızı soralım: Bütün bu toplumsal olaylar, suikastlar, darbeler ve benzeri yönlendirmeler kimin, kimlerin işine yaramış? Sonuçta, iktidara kim, kimler gelmiş? Türkiye'yi kim, kimler yönetiyor? Bu soruların yanıtları da yeterince açık değil mi! * * * İster "kara mizah" deyin... İster "komplo teorisi"... İster "iddianamenin kendi mantığı"... İddianamenin "adres" konusunda bana çağrıştırdıkları bunlar...
  23. AYDINLANMA EMRE KONGAR SİVİL DARBE Darbe, siyasal anlamda, iktidara zorla el koymak veya siyasal rejimi zorla değiştirmek anlamına gelir. Ordu tarafından yapılırsa askeri darbe olur: Genellikle silah gücüne dayanır. Sivil kökenli bir siyasal hareket veya bir siyasal parti tarafından yapılırsa sivil darbe olur: Genellikle bir meclis veya bir halk gücüne dayandırılır. Her başarılı darbe, kendi hukukunu ve dolayısıyla kendi meşruiyetini kendi oluşturur. Her başarısız darbe (girişimi), yıkmaya çalıştığı düzen tarafından gayri meşru ilan edilir ve cezalandırılır. * * * Demokrasilerde bir iktidarın meşruiyeti üç temel kaynağa dayanır: 1. Belli aralıklarla uygulanan "serbest ve genel seçim", yani "sandık". 2. Laiklik ekseninde örgütlenmiş olan temel hak ve özgürlüklere dayalı olarak işleyen muhalefet. 3. Bunları güvenceye alan bir Anayasa. Askeri darbeler, genellikle "seçilmiş" yani "serbest seçime" "sandığa" dayalı iktidarlara karşı yapılır. Sivil darbeler ise, genellikle seçilmiş siyasal iktidarlar veya iktidar ortakları tarafından "Anayasa" ile güvenceye alınmış olan "laiklik ekseninde örgütlenmiş olan temel hak ve özgürlüklere", "muhalefet hakkına" yani "demokratik rejime" karşı yapılır. Tabii askeri darbelerin yapılması kısa sürede (genellikle sabaha karşı, bir gecede), sivil darbelerin uygulanması ise (önce seçimle başlayan, sonra rejimin yozlaştırılmasını sağlayan birkaç yıl gibi) uzun bir süreçte gerçekleşir; bu nedenle sivil darbelerin hem uygulanması hem de toplum tarafından algılanması zaman alır. * * * Dünyadaki en güzel askeri darbe örnekleri, ABD güdümündeki Latin Amerika uygulamalarında ve ne yazık ki ülkemizde görülür. Tarihteki en güzel sivil darbe örneği ise, oyların üçte birini alarak iktidara gelen ve sonra zaman içinde Faşist darbeyi gerçekleştiren Hitler'inkidir. * * * Yukarıdaki tanımlar, kurallar ve örnekler herkesin bildiği basit gerçekler. Türkiye'de "darbe" denilince akla hemen askeri darbeler gelir. Oysa ne yazık ki Türkiye, sivil darbe örneğini de yaşamış, hatta siyasetindeki "darbeler dönemini" bu örnekle başlatmış bir ülkedir. Sivil darbeyi, Tek Parti Dönemi'nin bitmesi ile 1950 yılında seçimle iktidara gelmiş olan Demokrat Parti, 1960 yılında yapmıştır: İktidarda kaldığı on yıl boyunca bütün temel demokratik hak ve özgürlükleri zedelemiştir. En sonunda, 1960 yılının Nisan ayında, Meclis'ten geçirdiği bir yasayla, 15 DP milletvekilinden, yani kendi partisindeki politikacılardan oluşan bir Tahkikat Komisyonu kurmuştur. Bu komisyona, temyiz edilemez bir biçimde kullanılacak olan askeri ve sivil mahkeme yargıçlarının ve savcılarının yetkilerini vermiş, Ana Muhalefet Partisi CHP'yi bu "sözde mahkemede" yargılayıp kapatmaya kalkmış, böylece muhalefet hakkını yok ederek Demokratik rejimi ve tabii Anayasayı da rafa kaldırmıştır. Türkiye'de "Darbeler Dönemi" böyle başlamıştır. Önce, meşruiyetini kaybetmiş olan sivil darbeci Demokrat Parti iktidarı, 27 Mayıs'ta bir askeri darbe ile iktidardan uzaklaştırılmıştır. Bu askeri darbe sonrası yapılan 1961 Anayasası ise, ABD'nin ve Türkiye'deki egemen Soğuk Savaş güçlerinin hoşuna gitmediğinden, 1971 ve 1980 askeri darbeleri ile ortadan kaldırılmıştır. Türkiye'de siyaset hâlâ, Demokrat Parti'nin bu "sivil darbe örneğinin" ve bu örneğin başlattığı "darbeler döneminin" sancılarını çekmektedir.
  24. Artık Ergenekon’u ben de yazabilirim! Soner Yalçın 24.08.2008 Hürriyet Henüz ortada ne Susurluk vardı ne de Ergenekon. Ne "Yeşil" biliniyordu ne de JİTEM. PKK itirafçıları daha ortaya dökülmemişlerdi. Faili meçhul cinayetlerin ardı arkası kesilmiyordu. Tam o günlerde, bugün artık adını herkesin bildiği bir subayla tanıştım; Binbaşı Ahmet Cem Ersever... Ersever’i öldürenler nüfus cüzdanını bana gönderdi; ölüm sırası bendeydi. Bugün, avazı çıktığı kadar bağıranların o gün sesleri hiç çıkmıyordu. Evet, geliniz Ergenekon’u bir de benden dinleyiniz; çünkü kafanızı çok karıştırdılar. ERGENEKON soruşturması/davası konusunda son günlerde ortalık biraz sakinleşti; "kayıkçı kavgası" bitti gibi. Eee artık Türkiye’nin bu sözde derin gündemi hakkında birkaç söz edebilirim. Sanıyorum bu konuda bir şeyler söyleyecek kadar bu konuyla ilgili haberler, kitaplar yazmış ender gazetecilerden biriyim. Önce "Binbaşı Ersever’in İtirafları" adlı kitabımı yazdım. Yıl: 1993. Binbaşı Ahmet Cem Ersever ile 7 Haziran 1993’te tanıştım. Ersever’in cesedinin bulunduğu 4 Kasım tarihine kadar geçen beş aylık sürede çeşitli görüşmeler yaptım. Bunların çoğu yazılmamak üzereydi. JİTEM’i, JİTEM’in neden ve nasıl kurulduğunu, ilk komutanının kim olduğunu; "Yeşil" kod adlı Mahmut Yıldırım’ı, Vedat Aydın’dan Musa Anter’e kadar nice yargısız infazın nasıl yapıldığını, PKK itirafçılarının kimler olduğunu, bunların hangi cinayetlerde kullanıldığını Binbaşı Ersever anlattı. İlk kez bir subay, Güneydoğu’daki hukuk dışı hareketler konusunda, kontrgerilla hakkında konuşmuştu. Ve çok şey biliyordu. Ersever’i hep şaşırarak dinledim. Zamanla Ersever’le görüşmemizi birileri öğrendi. Ve daha fazla konuşmaması için onu öldürdüler. Nüfus cüzdanını beyaz bir zarf içinde bana gönderdiler. Zarfta başka hiçbir şey yoktu. Sonra birileri bazı gazeteleri arayarak, "Sıra Soner’de" diye telefon ettiler. Kaçtım, kayboldum. Ve o kaçak günlerde Ersever’in bana anlattıklarının hepsini "Binbaşı Ersever’in İtirafları" adlı kitapta yazdım. Ersever’e yazmayacağıma söz vermiştim ama artık yazmak zorundaydım. Belki bu yazdıklarım sonucu katillerinin bulunacağına inanıyordum. Ne safmışım o yıllar! Neyse. Ersever’in anlattıkları, bugün konuşulan Ergenekon soruşturmasından daha değerli bilgiler içeriyordu. Ancak "Binbaşı Ersever’in İtirafları" kitabı hiçbir gazetede, dergide, TV’de haber ol(a)madı. Bir Binbaşı elleri ayakları bağlanıp, kafasına sıkılan iki kurşunla infaz edilip Ankara’nın çıkışına bırakılıyor ve kimsenin bu cinayetle ilgili sesi çıkmıyordu! Oysa, Türkiye’de o tarihe kadar tam 20 yıldır kontrgerilla konusu tartışılıyordu. İlk kez içeriden biri, kontrgerilla faaliyetini ayrıntılarıyla açıklıyordu. Yapılanların kanunsuz olduğu ortadaydı. Ama kimsenin sesi çıkmıyordu. Çünkü terör herkesi esir almıştı. Sanılıyordu ki, terörle mücadelede her yol mübahtı! O yıllar, 1990’lı yılların başında Güneydoğu’da oluk oluk kan akıyordu. Faili meçhul cinayetlerde büyük artış vardı. Herkes canından bezmişti ve kimsenin aklına hukuk gelmiyordu. Sadece Güneydoğu’da değildi bu kanunsuz hareketler. Dev-Sol gibi sol örgütlerin İstanbul-Ankara’daki hücre evlerine yapılan baskınlarda teslim olanlar bile infaz ediliyordu. Yargısız infazlar dönemi başlamıştı. Devletin bir bölümü, terörü böyle bitireceğine inanıyordu. Susurluk’a uzanan kanlı yol işte böyle oluşturuldu. Susurluk’a uzanıyor Daha Susurluk meselesi ortaya çıkmamıştı. Ama Susurluk çetesi ardı ardına cinayetler işliyordu. Yöntemleri aynıydı; polis yeleği giyip "biz polisiz" deyip kişileri evlerinden, işyerlerinden, araçlarından indirip götürüyor ve infaz ediyordu. Bu yöntemi ilk Güneydoğu’da denemişler; SP Şırnak il yöneticisi İbrahim Sarıca, HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın, ÖZDEP Erzincan İl Başkanı Cemal Akar, ANAP Varto İlçe Başkanı Kerim Geldi ve niceleri aynı yöntemlerle öldürüldü. O günlerde Başbakan Tansu Çiller’in ilginç bir demeci oldu. Çiller, 4 Kasım 1993’te İstanbul’daki Holiday Inn Oteli’nde basın mensuplarına şöyle konuştu: "Türkiye, milis hareketi niteliğine dönüşmüş ve yaygınlaşmış bir terör hareketiyle karşı karşıyadır. PKK’nın haraç aldığı işadamları ve sanatçılarının isimlerini biliyoruz, hesap soracağız." PKK’ya yardım eden 67 Kürt işadamı ve sanatçısının bulunduğu bir listeden bahsediliyordu. Listenin ilk başında Behçet Cantürk vardı. Ve Behçet Cantürk 14 Ocak 1994’te İstanbul’da evine giderken, polis yeleği giymiş kişiler tarafından otomobilinden indirilerek bilinmeyen bir yere götürüldü. Bir gün sonra cesedi bulundu. Behçet Cantürk’ü diğer cinayetler takip etti: Fevzi Aslan, Salih Aslan, Savaş Buldan, Adnan Yıldırım, Hacı Karay, Sefa Erciyes, Yusuf Ekinci, Namık Erdoğan, Medet Serhat, Faik Candan gibi Kürtler, İstanbul ve Ankara’da kaçırılıp öldürüldü. Haziran 1996 tarihinde, "Behçet Cantürk’ün Anıları" adlı kitabımı çıkardım. Daha Susurluk’taki o malum kaza olmamıştı. Devleti çıplak görmüştüm. Ne yalan söyleyeyim, çok korktum. İtalyan gladiosunu ortaya çıkaran Savcı Fellice Casson’un bir lafı vardır: "Gladioyu keşfettikten sonra ondan örgüt elemanlarının haricinde haberdar olan tek kişinin kendin olduğunu bilmek, bunun neticesinde de seni her an öldürebileceklerini düşünmek korkunç bir duygu." Korktum ama yine de Susurluk Çetesi’nin cinayetlerini ve yöntemlerini, "Behçet Cantürk’ün Anıları" kitabımda yazdım. Aslında ortada pek de gizli saklı bir durum yoktu. Cinayetlerin görgü tanıkları, Susurluk Çetesi’nin infaz timlerinin robot resimlerini bile çizdirmişti. Dava dosyalarında birçok ayrıntı vardı. Ama bunların üstüne gidecek ne bir siyasi güç ne de yargı vardı. Para, para, para Terörle mücadele maksadıyla yola çıkan Susurluk Çetesi, Kürt işadamlarının infaz edilmesi sürecinde parayla tanıştılar. Öldürülmekten korkan herkes, canını kurtarabilmek için oluk oluk para dağıtıyordu. Terörün finans kaynağı silah kaçakçılığı ve uyuşturucudan elde edilen paraların büyüklüğü, bu sözde idealist çetenin aklını başından aldı. Para için "kumarhaneler kralı" Ömer Lütfi Topal öldürüldü. Ve artık bir büyük oyun sahneleniyordu; önde terörle mücadele görüntüsü vardı; arkada para paylaşımı. İşin içine para girince çete elemanları birbirine düştü. Bir taraf Tarık Ümit’i yok ederken, diğer taraf "Yeşil" kod adlı Mahmut Yıldırım’ın başına bela oldu. Çete içindeki kavga kamuoyunda, "İkinci MİT Raporu" olarak bilinen raporun ortaya çıkmasına neden oldu. Rapor basında elden ele dolaşmaya başladı. Kimse yazmaya cesaret edemedi. Aydınlık Dergisi, 21 Eylül 1996 tarihinde raporu kamuoyuna açıkladı. Rapor yalanlandı. Meselenin üstü bir kez daha örtüldü. 3 Kasım 1996’daki Susurluk’taki trafik kazası, raporu doğruladı. Yaranın irini akmaya başladı. Basın kararlılıkla olayın üzerine gitti. Biz de Doğan Yurdakul ile birlikte "Reis, Gladio’nun Türk Tetikçisi: Abdullah Çatlı" ve "Bay Pipo, Sıradışı Bir MİT Görevlisi: Hiram Abas" kitaplarını yazdık. Sonra ne oldu; Refah Partisi-DYP koalisyon hükümeti, Susurluk’u "fasa fiso" ilan etti. Basının gayretlerine rağmen Susurluk’un üzeri örtüldü. Aradan yıllar geçti... Ergenekon soruşturması patlak verdi. Evet, üzerine dört kitap yazdığım Ergenekon meselesi konusunda bir şeyler söyleyebilirim artık. Ergenekon’u doğru okuma kılavuzu ERGENEKON aslında Susurluk’tur. Peki, Susurluk gladio mudur? Bu soru kafaları çok karıştırıyor. Bu nedenle önce gladio nedir ona bakalım: Gladioyu II. Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte CIA ile anlaşan eski Naziler kurdu. Hedefi komünist örgütlerdi. Ve her NATO ülkesinde bir gladio teşkilatı kuruldu. Türkiye, soğuk savaşın başladığı iki kutuplu dünyada safını Batı olarak belirledi. NATO’ya girdi. Ordusunu, istihbaratını ve bürokrasini ABD’ye teslim etti. Türkiye’nin hedefinde bir tek güç vardı; Sovyetler Birliği ve sözde "uzantısı" içerideki komünistler. CIA ve dolayısıyla gladionun yardımlarıyla solculara karşıt sivil örgütler meydana getirildi; Komünizmle Mücadele Derneği, İlim Yayma Cemiyeti gibi. Türkiye’de sol kitleselleştikçe karşısına bu kez inanmış idealist ülkücüler çıkarıldı. Komando kampları kurulmaya başlandı. Türkiye siyasal cinayetlere sahne oldu. İlginçtir, öldürülen ilk 10 kişinin hepsi solcuydu. Öldürülen ilk 100 kişinin 76’sı da solcuydu. Birileri halkı ve vatanı için ölüme koşan idealist gençlerini kışkırtmak için elinden geleni yaptı. Toplumda saygı gören isimler öldürülmeye başlandı. Ardından kitlesel katliamlar geldi; K.Maraş, Çorum gibi. Toplum, akan kanlarla askeri darbeye mecbur edilmek isteniyordu. Zaten 12 Eylül 1980’de darbe yapanlar açıklamışlardı: "Durumun olgunlaşmasını iki yıl bekledik!" Bugün artık ortaya çıkmıştır ki, Türkiye’deki bu katliamların sorumlusu CIA/Gladio güdümündeki örgütlerdi. CIA, Türkiye’yi sola teslim etmek istemiyordu. Bunun dış politik nedenleri de vardı: ABD’nin bugün nasıl "Büyük Ortadoğu Projesi" varsa, 1970’li yıllarda da "Yeşil Kuşak Projesi" vardı. CIA’nın planına göre Sovyetler Birliği; Türkiye, İran, Pakistan, Afganistan gibi Müslüman ülkelerle çevrilecek ve bunlar içerideki Müslümanları etkileyerek Sovyetler Birliği’ni yıkıma yol açacak büyük ayaklanmalara neden olacaklardı. Ancak CIA’nın isteği gerçekleşmedi: İran’da ABD karşıtı İslam Devrimi oldu; Sovyetler Birliği Afganistan’a girdi. Mısır, Irak, Suriye’de ABD karşıtı Baas hareketleri güçlüydü; iktidardaydı. ABD Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamazdı.12 Eylül askeri darbesine giden kanlı yolları gladio/kontrgerilla döşedi. Ve... 1989’da Berlin Duvarı yıkıldı. Doğu Bloku çöktü. Sovyetler Birliği dağıldı. Avrupa’daki gladiolar bir bir ortaya çıktı: Batı Almanya’daki adı "Sword"; Avusturya’da "Schwert"; İngiltere’de "Secret British Netword Revealed"; Belçika’da "Bdra8"; Hollanda’da "Command"; İsviçre’de "P:26" ve "P27"; Yunanistan’da "Sheepskin" idi. Fransa’daki adı Teoman’ın şarkısının adıydı: "Rüzgárgülü!" Neo-Ergenekoncular Hepsi komünist hareketlere karşı gizlice görev yapmıştı. İlginçtir, sadece Türkiye’deki gladio açığa çıkarılmadı. Gladio, kontrgerilla ya da Ergenekon adı ne idiyse, bugün kamuoyunun kafasını karıştırmaya devam ediyor. Elinizde kaba bir şablonunuz varsa; kontrgerillanın/Ergenekoncuların, gladio olduğundan emin olabilirsiniz. "Dün öyleydi ve bugün ortaya çıkan çeteler bunun uzantısıdır" kolaycılığı sizi yanıltır. Bakınız: Soğuk savaş döneminde öyleydi. 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde CIA-Gladio vardı. ABD’nin hedefi-amacı belliydi. Peki, bugünkü Ergenekon’un altında/arkasında CIA olabilir mi? Sorunun yanıtını soru ile vermemiz gerekiyor: ABD’nin bölgedeki Kürt politikası belli; AKP’ye bakışı belli; Yeni Dünya Düzeni’nin hedefi belli; diğer yanda Ergenekoncuların da sözde hedefleri belli; o halde? Üstelik Ergenekon’a karşı savaş açan dinci-liberal takımının ABD-AB ilişkileri de malum. Gladio bugün; Ergenekoncuların mı, yoksa güya Ergenekonculara savaş açmış gibi görünüp Kemalist Cumhuriyet’i yıkmayı amaçlayan Neo-Ergenekoncuların mı arkasında? Sorunun yanıtını "Gladionun Babası" ABD’nin dış politikalarına bakarak yanıtlayabilirsiniz. Bugün ortaya çıkarılan Ergenekon’un gladio olduğunu söylemek zor. Ancak gladiodan kötü bir anlayışı devraldığını söylemek zorundayız. Peki, bugün ortaya çıkan Ergenekon nedir? Ergenekon devlet içindeki çetedir. Yereldir; yani uluslararası bağlantıları yoktur. Bakınız: PKK terör örgütüne karşı Türk Silahlı Kuvvetleri büyük bir mücadele vermektedir. Ancak terör örgütüyle mücadelede, kendini herkesten çok "kahraman" ve "milliyetçi" gören bazı kişiler hukuk dışı yollara sapmışlardır. Ergenekon, devlet içinde çeteleşmiş ve kişisel çıkar peşinde olan mafyadır. Neo-Ergenekoncular aksi görüştedir. Onlara göre, Ergenekon salt bir çete değil, bir devlet örgütlenmesidir. Kanunsuzluğunu TSK’dan aldığı güçle yapmaktadır. Amacı darbe yaparak AKP’yi yıkmaktır. Devletle, TSK ile hesaplaşmadan bu sorunun ortadan kalkamayacağı görüşündedirler. Siz hangi gruba dahilsiniz! Şaka bir yana, Türkiye’de yıllardır yapılan ilkel soruşturma Ergenekon’da da karşımıza çıktı: Delilden sonuca gidileceğine, sonuçtan delile gidildi. Daha soruşturma aşamasında, ortada kamuoyunu ikna edecek bir delil bile yokken; yıllarca kontrgerillayla mücadele edenler-kontrgerillanın hedefi olan aydınlar, gazeteciler, akademisyenler "Ergenekoncu" olarak kamuoyu önüne çıkarıldı. Cumhuriyet mitinglerine katılanlar, Atatürkçü Düşünce Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği darbeci yapıldı! Türkiye’deki tüm AKP muhaliflerine "Ergenekon Çetesi" yaftası vuruldu. Yandaş medyanın hukuku hiçe sayan fütursuz yayınları çok kişiyi rahatsız etti. Aslında bu çevrelerin amacı, Ergenekon’u aydınlatmak değildi. Ergenekon sadece araçtı. Amaç, ulus devleti yıkıp "renkli devrimin" yolunu açmaktı. Ergenekoncuların aksine Neo-Ergenekoncular yerel değildir. Neyse. Artık hukuksal süreç başladı. Türkiye çete kamburundan kurtulmalıdır. Umarız dava terörün, siyasetin ve Neo-Ergenekoncuların gölgesinde kalmaz. Çünkü hukuk bir gün herkese lazım olacaktır.
  25. AYDINLANMA EMRE KONGAR 12 EYLÜL'ÜN ZAFERİ: 22 TEMMUZ VE 28 AĞUSTOS Sevgili okurlarım, Türkiye'nin Çok Partili Düzen serüveninde bazı günlerin tarihleri artık simgeleşmiştir. Örneğin 14 Mayıs 1950. Demokrat Parti'nin serbest seçimleri kazanarak iktidara geldiği gündür. Tek Parti Döneminin bittiğini ve Türkiye'de Çok Partili Düzen çerçevesinde iktidarın el değiştirdiğini simgeler. Örneğin 27 Mayıs 1960. Askerlerin bir müdahale ile Demokrat Parti'yi iktidardan uzaklaştırdığı tarihtir. Hem demokrasiyi yozlaştıran ve hukuk dışına çıkaran bir sivil iktidarın askerler tarafından cezalandırıldığını, hem de Türkiye'de askeri müdahalelerin başladığını simgeler. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti'ni çağdaş Sosyal Refah Devleti yapısına kavuşturan, temel hak ve özgürlükleri güvenceye alan atılımların da simgesidir. Örneğin 12 Mart 1971. Yine askerlerin sivil iktidarı düşürmek için muhtıra verdiği gündür. Amerikan etkisinde bir Soğuk Savaş müdahalesini, 1961 Anayasası'ndan geri gidişi, Türkiye'deki özgürlükçü demokrasinin sona erdiğini, baskıcı devlet uygulamalarını simgeler. Örneğin 12 Eylül 1980. Kenan Evren'in liderliğinde yapılan bir askeri darbenin tarihidir. Askerlerin yine Amerikan etkisiyle iktidara el koymasını, özgürlükçü, demokratik, çağdaş Sosyal Refah Devleti yapısından tümüyle geriye dönüşü, yeni bir baskıcı, antikomünist bir Soğuk Savaş devletinin kurulmasını simgeler. Örneğin 28 Şubat 1997. Bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısı tarihidir. Milli Tehlike olarak komünizmin kalktığını yerine irticanın geçtiğini, zorunlu eğitimin sekiz yıla çıktığını, İmam Hatip okullarının orta kısımlarının kapatıldığını, Amerikan karşıtı bir dinci partinin iktidar ortağı olamayacağını simgeler. * * * Şimdi bu tarihlere iki yenisi daha eklendi: 22 Temmuz 2007. AKP iktidarının ikinci kez seçimleri kazandığı gündür. Dinci Oligarşi iktidarının pekiştiğini simgeler. 28 Ağustos 2007. Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı seçildiği tarihtir. Dinci Oligarşik yapının devleti de denetimine alarak kurumlaştığını simgeler. * * * Bu tarihler arasında kimi zaman karşıt, diyalektik, kimi zaman da doğrusal, güçlendirici bir ilişki vardır. 14 Mayıs 1950, demokrasiyi yozlaştırdığı için, diyalektik olarak özgürlükçü Sosyal Refah Devleti'ni getiren 27 Mayıs 1960'a yol açmıştır. 27 Mayıs 1960, Türkiye'yi özgürleştirdiği için diyalektik olarak, baskıcı ve Amerikancı 12 Mart 1971'e neden olmuştur. 12 Mart 1971, doğrusal olarak, güçlendirici biçimde 12 Eylül'ün yolunu açmıştır. 12 Eylül 1980, dinciliği güçlendiren faşizan 1982 Anayasasıyla, bütün demokratik ve sol güçleri, oluşumları, örgütleri ve kişileri baskı alan uygulamalarıyla ve Özal'ı iktidara taşımasıyla, diyalektik olarak 28 Şubat 1997'ye yol açmıştır. (Yalnız burada bir dış faktör olarak Sovyetler'in yıkıldığını ve Soğuk Savaş'ın bitmiş olduğunu unutmamak gerek.) 28 Şubat 1997, dinci politikacıların ve onlara destek verenlerin tepkilerine neden olduğu için diyalektik biçimde, buna karşılık, Amerikan karşıtı bir dinci partiden, Amerikan düşmanlığını reddeden, tam tersine ABD uzantısı haline gelen bir dinci parti (AKP) ürettiği için doğrusal olarak, 22 Temmuz'a ve 28 Ağustos'a yol açmıştır.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.