Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

Tengeriin boşig

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Tengeriin boşig tarafından postalanan herşey

  1. Sayın Xlark Tades... Söylediğiniz şeyi çok iyi anladım... Diyorsunuz ki; Tüm iletiler duyu organlarından beyne geliyor, ilgili merkezde işleniyor ancak orada kalmayıp birde tek bir merkezde işlenmesi gerekiyor diyorsunuz. Yani anlamlandırılması gerekiyor diyorsunuz... Bu yetkede Ruh'a aittir diyorsunuz... Bunu çok iyi anladım... Ancak bakınız, bilim bu "Anlamlandırma" denen şeyi zaten açıklamış hem de Ruh'a yer vermeyecek şekilde ispatlamış. Bunu açıkladım ama yine açıklayayım: Bakınız "Düşünme" "Anlamlandırma" süreci bununla alakalı... Bu şekilde işliyor. Düşünmenin bunun aksi bir şey olduğunu, Muhakemenin bundan başka bir şey olduğunu iddia edemezsiniz. Hiç kimse edemez. Örnekle güzel bir şekilde açıkladım baın yapılan şey bu örnek olayda bir muhakemedir, düşünmedir, tanımlamadır, bazı duyguları ve uyarıcıları anlamlandırmadır. Bence burada yapmanız gereken, kendinizde dile getirdiğiniz gibi "Ben(lik)" kavramının tanımını yapmanız. Biz anlamadığımıza göre bunu yapmak size düşüyor. Görüldüğü gibi "Beyin" nörolojik olarak "Düşünebiliyor". Düşünmeyi "Ruh"a dayandırmaya gerek yok. Sayın Katakuta'da Kur'an-dan gösterdi yukarıda, Ruh düşünemiyor. Bakınız bir çok tanım (Kader, Kaza vs vs vs...) hep yanlış anlamlara sokulmuş ya da uydurulmuş. Bunların hepsini tekrar tekrar sorgulamak gerekir. Ruh denen şey "Düşünemiyor"; bu çok açık ve kanıtlı ve ispatlı... Bence aslında bu konu halledildi gibime geliyor çünkü artık yeni bir görüş sunulamıyor ve "artık daha başka nasıl anlatabilirim?" sorusunu cevaplayamıyorum. Saygılarımla...
  2. Duyduğum en güzel şarkılardan birisidir... Üstüne alınanlara gelsin...
  3. Bakın; Eğer kastınız Evrim Teorisi ise, şimdiye kadar forumda Evrim teorisinin "Olurluğu" ya da "Olmazlığı" ile ilgili tek bir kelime bile yazmadım... Ben tesadüflere inanmam... Yaratılış'tan neyi kastettiğinize bağlı bu birazda... Bakın, benim düşüncem biraz farklıdır. Yani ben Evrim ya da Yaratılış'a takılmış değilim. Ben sadece gördüğüm ve doğru olduğuna inandığım şeyleri söylüyorum. Evrim bir teori... Ancak varsa bile, bunun "Tesadüf" ile olabileceğini sanmıyorum. Çünkü "Yaşam" tesadüflerle olamayacak kadar mükemmel. Yani en azından kendi bilinci var... Kendi yasaları var... Ben buna "Denge"diyorum... Evrim'de bence tesadüflerle olmuş bir şey değil... İlk hücrelerin oluşması bile belli yasalara, yani belirli dengesizliklere (yani denge arayışına) bağlı. Bizim hep okuduğumuz gibi "Evrim Rastlantı ile olmuştur" gibi deyişler/argümanlar bana çok mantıksız geliyor. Ortada bir "Sonuç" var ise, mutlaka onun nedeni de vardır. Evrimin ilk hali bile, o halinden önceki bir oluşumun sonucudur... Yani bir devinimin sonucudur. Ortadaki sonuç "Anlamlı" ise, bunun nedeni "Tesadüf" olamaz... Bizim bu günkü yapımız "Evrim"e dayanıyorsa, Evrim'in nedeni "Tesadüf" olamaz. Mutlaka ve mutlaka anlamlı ve tutarlı bir nedene dayanıyordur. Bu meyanda ister Doğa deyin, ister Enerji deyin, ister Tanrı deyin... Herşey mantıklı ve tutarlı bir nedene dayanıyor. Hep derim: "Eğer bir değişim var ise, mutlaka bir dengesizlik olmuş ve bu değişimden önceki dengede bir bozulma olmuştur." "Bing Bang" konusunu tartışırkende söyledim bunu, Enerji Maddeye dönüşmüşse eğer diye... Cansızlıktan Canlılığa doğruda bir oluşum var ise mutlaka bir Denge varken doğa da, bir dengesizlik oluşmuş olmalı. Böylelikle Canlılık meydana gelmiş olmalı. Neyse, bu konu benim açımdan uzar gider... Malum Felsefeye girer ve ben bu konuyu öyle iki satırla açıklayamam... Saygılarımla...
  4. Hiç bir konuda Muhatap olmak Günah değildir... Kendimden biliyorum
  5. Düşünme: Bunu açıkladık aslında. Beyindeki Nörolojik işleyişin bir sonucudur. Düşünme'nin ne olduğu soruluyorsa, bunu örneğiyle açıkladığımı düşünüyorum. Ve Ruh'un düşünmediği çok açık bence. Bilgilerin depolandığı yer de Ruh değil... Bu da çok açık... Bu açıdan anlaştık mı bilmiyorum... "Ben" kavramına gelince... Sizin "Ben"den ne anladığınıza bağlı. Yani kavramın tanımına... Düşünme yeteneğinizin varlığından dolayı bir "Ben" kimliği geliştiriyorsanız yani "Ben" kavramının içeriği sizin düşünebilme özelliğiniz ise eğer: Beyin bütün fonksiyonlarının işlerliği ile ve tüm fonksiyonları ile bir "Benlik" oluşturmaktadır. Eğer bu değilse "Ben"den kastınız öncelike "Ben" tanımınızı yapmalısınız... Sizce "Ben" nedir? "Düşünme"nin kaynağının neresi olduğu konusunun anlaşıldığını düşünerek bu soruyu soruyorum. Değilse "Düşünme"nin kaynağı hakkında bir mutabakat sağlayalım, ondan sonra "Ben" ve "İrade" konularına geçelim... Saygılarımla...
  6. Tengeriin boşig şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Anı Defteri - Defterleri
    Sayın GeceKuşu, Sayın Dipnot ile birlikte "Olgunluğu"nu örnek aldığım nadir insanlardan. Ancak sanıyorum şu sıralar Bilgisayarının gazabına uğradığı için sık giremiyor foruma, üzücü... Umarım yakında tekrar katılır... Saygılarımla...
  7. Buna katılıyorum. Bence Evrenin öykündüğü şey: Denge'dir. Bunun her bozulumunda, birbiri ile etkileşime giren parçalar, bütündeki değişimi tetikliyor. Spinoza demiş ya: Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Değişimi mümkün kılanda "Dengesizlik" halidir. Ben Beyinin "Bütün" olarak düşündüğünü düşünüyorum. Mesela bilgisayar parçalarını ayrı ayrı aldığınızda hiç bir işe yaramıyor. Ancak birleştirdiğinizde ve çalıştırdığınızda her istediğinizi yapabilen bir şey haline dönüşüyor. Beynimizinde toplamı "Düşünce"yi mümkün hale getiriyor. Konudaki tüm iletilerimin basitçe özeti budur. Saygılarımla...
  8. Sayın Bilimselci, öncelikle ikisini birbirinden ayrı göstermek istemediğimi bilmenizi isterim. Zaten yazıda özellikle vurguladum ki; "Bilimsel bir süreçte "Bilim" "Materyalist Felsefe" ve "Bilim Felsefesi" zincirleme bir ilişki içersindedirler ve ayrılamazlar. Buna dair bir yazı hazırlıyordum aslında... Bu açıdan aksini söylemiyorum. Bu üç nüve birbirlerini denetlerler. Kopamazlar. Neyse ayrı bir yazı yazmak yerine burada kısaca belirteyim: Benim ayrı olarak ele almamın nedeni; -Materyalizm'in "Bilim"in atacağı adımları irdelemesi açısından, -Bilim Felsefesinin'de "Bilim"in yöntemlerini incelemesi açısındandı... Yoksa temel olarak bunlar birbirlerini beslerler, buna bir şey demiyorum. Mesela şöyle söyleyeyim; Yeni bir konu açıldı mesela "Duaların Gücü" adında... Mesela orayı takip ederseniz diyor ki: "Kendileri için dua edildiğini bilen kimseler." Yani "Dua" soyut bir kavram ve pozitif maddesel bir kavram olmadığı için Materyalist Felsefe böyle bir şeyin etkisinin araştırılabilmesi için kişilerin "Haberdar Edilmesi" sürecini öngörmüştür ve psikolojik olarak ele almıştır. Yani kişiler kendileri için dua edildiğinden haberdar edilmişler ve buna göre moralleri ve durumları incelenmiş, iyileşmeler takip edilmiştir. Çünkü Materyalist görüşte "Dua" diye bir kavram zaten var olmadığı ve incelenemediği için ispat Maddesel olan yöne kaydırılmıştır ve Psikoloji Bilimine aksettirilmiştir, bu Bilim Dalının ele alması uygun görülmüştür. Yani Materyalist Felsefe bir yön/yol/adım tayin etmiş, Bilim'de o açıdan araştırmasını sürdürmüştür. Yine konuda bir süreçten bahsediliyor: 10 yılda 1802 hastanın takip edildiği söyleniyor. Bu da Süreç açısından araştırma için değişkenlerin, yöntemlerin, zamanın, deneklerin, ortamın uygunluğunun belirlenmesi açısından "Bilim Felsefesi"nin yönlendirmesi ile olmuştur. Aslında bunları o konuda daha ayrıntılı yazacaktım. Çünkü o deney Psikolojide kullanılan önemli bir deneydir. Ve aşağıda özellikle kırmızıladığım alıntınız açısından İstismar edilen bir deneydir. Oysa o deneyleri yapan Bilim Dalı (Psikoloji) ve Bilim'i yönlendiren temel Felsefeler irdelendiğinde, aslında gerçek amacın neyi ispatlamak olduğu ortaya çıkıyor. İkisinin de apayrı, birbirinden kopuk yaşayabilen Felsefeler olduklarını söylemiyorum Sayın Bilimselci. Aksine; Bilim, Materyalist Felsefe ve Bilim Felsefesi bir sehpanın üç ayağıdır. Biri olmazsa masa ayakta duramaz. Ancak; Materyalist Feslefe aynı zamanda Bilim'in atacağı adımları da irdelerken, Bilim Felsefesi'de aynı zamanda Bilim'in yöntemlerini ve kullanılan yöntemin/materyallerin araştırma konusuna olan uygunluğunu irdeler. Bu açıdan Nesnel bir araştırma için birbirlerini denetleyerek sağlam ve güvenilir bir sonuç ortaya koyarlar. Ben her zaman söylüyorum, İnanç bir duygudur... Ve İnanca bağlı hiç bir kavram, Bilim ile ispat edilemez... Bilim inançtan tamamen bağımsız olmalıdır. Beni kastetmediğinizi biliyorum ancak yine de söylemek istiyorum; Materyalizm, Bilim Felsefesi ve Bilim birbirinden ayrılmaz bir bütünlük sergiler. Metafizik Felsefe, daha en baştan Fizik Unsurları "İdea"dan sonra gördüğü için Bilim'i araç olarak bile kullanamaz bence, bırakın ki birde Bilim'i kendisine dayanak noktası yapsın!!! İdea'yı ispat edemez Bilim ile... Yani kısaca Materyalist Felsefe ile Bilim Felsefesinin "Hareket Noktasının" ve "Dayanak Noktasının" farklı olduğunu kesinlikle söylemiyorum. İkisi de dediğiniz şeylerden hareket ederler. Maddeden hareket ederler. Ancak Bilim'e olan katkıları farklılık ve ancak birbirlerine bağımlılık gösterir diye düşünüyorum. Sayın Yam_yam; Aslında bu "Zaman" konusunu daha anlaşılır bir şekilde, uygun bölğme ayrı bir konu açarak ve basite indirgeyerek açıklarsanız ben çok sevinirim. Çünkü çok meraklıyım ben bu "Zaman" konusuna ancak hep araya formüller giriyor ve beni deli ediyor Sadece Sosyal Bilimlerle ilgilenmek, bazen böyle yetersizlikler doğurabiliyor ne yazık ki Saygılarımla...
  9. Ya nasıl olurda ben bu Ziyaretçi Defterini görmem... Bir forumda bile bazı şeylere sıkışıp kalmışım anlaşılan, utandım kendimden... Özür Dilerim Atam, geç kaldım yazmak için... Senin bir sözün var Atam, hep kendime örnek aldığım... Her zaman benliğimin her anında taşıyacağım tek bir cümlen: "Gerçekleri Söylemekten Asla Korkmayınız." Herkesin ve herşeyin bir ufak ipucu var. Seni ve "Olması Gereken/İdeal Yaşam Anlayışı"nın kilit noktası da bu tümcen bence. "Gerçekler." Türk Milletinin tek bir gerçeği vardı: "Özgür Olmak." Bunun yolunu gösterdin. Elbette tek başına yapmadın, içimizdeki güce inandırdın bizi. O kadar... Beraber yaptırdın... İnsanları "Onur"a, "Özgürlüğe" ve insana yakışan her ideale ulaştıracak tek bir şey var; "Gerçekleri Söyleyebilmek." Dogmalar karşısında, Egemen güçler karşısında, Baskılar karşısında, Kuşatılmışlık karşısında, Her koşulda Gerçekleri dile getirebilmek her kapıyı açar... Küçücük bir ses dahi olsanız, Tınınız duyulamaz bile olsa, Gerçekleri haykırmaktan asla ve asla korkmayınız... M. Kemal'in yaptığı gibi... Saygılarımla...
  10. 0-1000 ileti Hamdım 1000 - 2500 ileti Piştim 2500 + ileti Yandım
  11. Aşk; Siz ona ne kadar inanıyorsanız o kadar yaşar... Sonsuz bir aşka inanıyorsanız ve aşkı nasıl yaşatabileceğinizi biliyorsanız her daim yaşarsınız aşkı... Aşk kapılmaktır zaten... Asıl Sorun; Aşkı asıl yaşatabileceğiniz... Nasıl sonsuzlaştırabileceğiniz... Yoksa sonsuz aşk mümkün değil... Ama aşkın ölümsüzlüğü kişinin kendisine bağlıdır. Karşınızdaki insanın size olan aşkını sürekli kılabilmeniz, bir insanın yapabileceği en zor şeydir. Ancak kendi aşkınızı yani yaşadığınız heyecanı her daim canlı tutabilisiniz, Sonsuzlaştırabilirsiniz... Bunun bir takım yolları var tabii ki... Kendi aşkınızı her daim canlı tutarken iki sonucu göz ardı etmemeniz gerekir: -Sizin aşkınız alevlendikçe, sevgilinizin de size olan aşkı alevlenebilir ve birbirini besler hale gelebilir. ki bu iyidir. -Sizin aşkınız alevlenirken, sevgilinizin böyle bir çabası ve amacı yoktur... Yani sonuçta tek başınıza yaralarınızla başbaşa kalırsınız. Sonrası psikolojik bir bunalım eşiği... Bu kötü... Kısaca Aşk önce sizin ona olan inancınıza, Ve sonra sevgilinizin aşka olan inancına, Ve daha sonra birbirinize olan inancınıza, sevginize ve gücünüze bağlı... Bence evet... Sonsuz aşk vardır... En azından ben yaşayabileceğime inanıyorum o heyecanı her daim içimde... Güzel şey... Saygılarımla...
  12. Tengeriin boşig şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    Sayın Cyrano, Bu konu için size özellikle teşekkür ederim... Çanakkale Muharebeleri, Tarihimiz açısından gerçekten övünülecek en önemli savaşlardandır. İkinci Truva Savaşıdır... Lakin sonucu farklıdır bu sefer... Mustafa Kemal'in İzmir'e girdikten sonra "Truva'nın öcünü aldık" dediğini duymuştum, Ondan önce Çanakkale'de "Geldikleri gibi Giderler"... Çanakkale her ne kadar 1inci Dünya Savaşında açılmış bir cephe ise de aslında Kurtuluş Savaşında ayrıl ele alınamayacak bir savaştır, Çünkü "Kurtuluş Mücadelemizin" temel taşlarını temsil eder... Türkiye Cumhuriyet, en genç ve yetişkin elatlarını burada verdi... "Gallipoli/Gelibolu" diye bir film vardı, zamanın Deniz Kuvvet Komutanı Özden Örnek'in oğlu Tolga Örnek çekmişti yakışmayan bir şekilde. Türk askerinin "sadece %10u okuma yazma biliyordu" diye bir orantılama yapılmıştı, son derece yüzeysel olarak... Ve bu tanımlama hala benim içimi acıtır... Ya nasıl bir toplumuz ki kendi tarihimize sahip çıkmıyoruz... Kaç kişi tepki gösterdi: "Hayır! Çanakkalede en güzel dimağları şehit verdik biz" diye? İstanbul Lisesinin sanıyorum ki 29 mezun öğrencisi... Çanakkale'ye gidiyorlar gönüllü... Hepsi şehit oluyor... Sarı Binalı okulun ortasına Siyah bir kuşak çekiliyor, onların yas'ına binaen... İstanbul Spor Kulübü bu yüzden Sarı-Siyah renklidir... 29tane Aydın insanı şehit veriyoruz ve birileri çıkıp bunu "%10'u okuma yazma biliyordu" diyecek kadar görmezden geliyor... Ki bu bir komutanın oğlu... Türkiye Cumhuriyeti'ne belkide en güzel hizmetleri sunacak olan en önemli Aydın Kesimi verdik biz Çanakkale'de ama ne yazık ki Çanakkale'nin en görmezden gelinen yanı budur... Bence Türk Devrimi açısından Çanakkale'de Türk Milletinin belkide bir kolu kesilmiştir... Kim kazandı Çanakkale Savaşlarını? Şundan eminim ki böyle giderse 50 yıl sonra kimin kazandığını bilmeyen insanlar yetiştireceğiz... Çanakkale Bizimdir, Çanakkale Geçilmez... Sayın Yam_yam çok sevdiğim "Çanakkale Şehitleri" şiirinin bir kısmını alıntılamış... Çanakkale Şehitleri Çanakkale bir Milletin uyandığı yerdir. Son Subay/Centilmen savaşıdır. Gerçi bu Centilmenliği İngilizler niye kendilerine mal ederler hala anlamıyorum. Saygılarımla...
  13. Tengeriin boşig şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Anı Defteri - Defterleri
    Çok güzel bir hikayeymiş bu... Duygulandım bir an... Sayın Gelincik, yokluğunu gerçekten hissettiren birisi... Ne yazık ki pek sık girmiyor bu aralar... Paylaşımlarınız değerli Sayın Gelincik... Saygılarımla...
  14. Yalnız şu var, Beyin "Güdülerini" "İçgüdüsel Davranışlarını" "Reflekslerini" yani "Bilinç Dışı" ne varsa hepsini bir sonraki kuşağa aktarabiliyor. Ancak bir İnsan doğduğunda beyni bomboş doğuyor, yeni bir birey meydana getirene kadar beyninde nörolojik olarak bir çok değişilikler ve gelişmeler oluyor ancak yeni birey yine de bomboş bir beyin (Tabula Rasa) ile dünyaya geliyor. Yani Bilinç Dışı yapımızı aktarabilirken, Bilişsel yapımızı ya da kazanımlarımızı aktaramıyoruz. Oysa bana öyle geliyor ki, Mutasyonlardan daha kalıcı bir yapı sergileyebilmeli belki de Beyinin kazanımları; Nöron ya da Sinaps bağlarının yapıları hep aynı kalıyor. Birde şu var; Nöronlar kendilerini yenileyemiyorlar. Bunun nedeni tam olarak bilinmiyor. Yani Nöron Sinir Hücreleri niçin kendilerini yenileyemiyorlar? Bir tez var ama kanıtlanmış değil. Nöronlar Sinaps bağları ile iletişim kurdukları için, hasar gören nöronlar çoğalarak ya da bölünerek kendilerini yenilediklerinde eski sinaps bağları kullanılmaz hale geldiği ve bu yenileniş beyine zarar verdiği için zamanla nöronlar bu özelliği yitirmiş olabilir deniliyor ancak yine de niçin yenilenemediklerine dair bir kanıt yok. Kısaca Beyin hakkında inanamayacağınız kadar çok soru var. Yapısı inanılmaz derecede karmaşık. Lakin benim gördüğüm kadarıyla Beyin tüm fonksiyonları ile yani bütüncül olarak sergilediği tüm yapısı ile "Düşünme"nin kendisini ortaya koyuyor. Bunu yapmanız önemliydi Sayın Bilimselci. Eksik bilgimi tamamlamış oldum ve yanlışlamak amacında olmadığınızı biliyorum. Ben bildiğim kadarıyla düz bir mantık yürütmüştüm ancak yine anladığım kadarıyla bu örneğizinle de çelişmiyor gibime geliyor. Sadece Elektrik Akımını Kodlama ile ilgili bir fikrim yok, bende bildiğim kadarıyla düz bir mantık yürüttüm. Saygılarımla...
  15. Şimdi, bildiğimiz manada madde'den önce iki şeyden birisinin olma ihtimalini düşünelim: -Madde başlangıçlıdır, maddeden önce sadece Tanrı vardır. -Madde başlangıçsızdır, maddeden önce maddenin enerji formu vardır. Bilim'in özelliklerinden hatırlarsak: en amiyane tabir ile bilim "Gözüyle Gördüğü" şeyleri ele alır. Ve devamlı olarak Tümden Özele/Makrodan Mikroya doğru bir araştırma içersindedir. Şimdi şöyle bakalım, Bilimin madde hakkındaki yorumu şu olsaydı eğer: "Madde başlangıçlıdır, ondan önce Tanrı vardır" Ne yapması gerekirdi? Çok basit bir mantık: Tanrı'nın varlığını kanıtlayacak otoriteler geliştirmesi, kollara ayrılması ve Tanrı üzerinde deneyler yapması... Oysa her zaman söylüyorum ve aksi ispat edilemiyor: Tanrı bilim ile ispat edilemez. Bilim bu düşünceyi temel aldığı vakit, Tanrı'nın varlığını aramaya koyulur ki sonsuza kadar da ispatlayamaz. Çünkü Tanrı bilimin ele alacağı gibi bir maddesel varlık değildir. Eğer bilim'in Tanrı'yı ispatlayacağı düşünülüyorsa, Tanrı'nın incelenebilen şeyler gibi bir özellik sergilemesi yani incelenebilir olması gerekir. Ve şu ayrıntı var: Bilim için "Düşünceler/Felsefeler" sadece ve sadece bir sonraki adım hakkında fikir veren şeylerdir. Yani Bilim, Felsefeleri sonraki adımı nereye atacağı hususunda kullanır, adımı atacağı yeri temellendirince artık Felsefenin o görüşlerine ihtiyacı kalmaz ve yeni görüşler bekler. Yani kullandığı sav'ı artık yasalaştırmıştır ve geride bırakmıştır. Burada söylemek istediğim şu: Bilim için "Madde başlangıçlıdır" bilgisi sadece bir görüşten ibarettir. Ve bilim şu an maddenin başlangıçlı olduğunu değil başlangıçsız olduğunu, madde'den önce maddenin bir formu olan Enerjinin var olduğunu ispatlayabilmektedir. E doğal olarak ta diğer görüşü kabul etmemektedir. Çünkü o görüşü yasalaştıramamaktadır. Yasalaştırdığı görüşe inanması ise kaçınılmazdır. Ayrıca, daha maddenin başlangıcının olduğunu ispatlayamazken bilim, nasıl olacakta "Maddeden önce Tanrı vardır" gibi bir sonraki adıma geçecek? Bilim hiç bir zaman bu adımı atamayacaktır, bu çok belli. Çünkü Madde'nin bir başlangıcı var ise, madde'den önce olan ne vardıysa onu da bilmek isteyecektir. Lakin onun "Tanrı" olduğu söylendiğine göre ve bilimde Tanrı'nın varlığı ya da yokluğu ile alakadar olmadığına göre elbette ve pek doğaldır ki Madde'yi Ezeli kabul edecektir. Kısaca; Bilim için Madde ezelidir. Ancak şu vardır birde: Tanrı hakkındaki görüşler hurafe midir? Tanrı hakkındaki görüşler Felsefe olarak nitelendiriliyor, adı ister bir din adı olsun, isterse bireye bağlı bir görüş olsun... Benim anlayabildiğim kadarıyla aşama şöyle: 1- Bilim sadece ve sadece Var Olanı ortaya koyuyor. 2- Materyalizm bu verileri ele alıp yorumlayarak Bilim'in sonraki adımı nereye atabileceği hakkında görüş bildiriyor. 3- Bilim Materyalizm'in sunduğu adım savlarından olurunu alıp yasalaştırıyor yani ispatlıyor... Bu, ikisi arasındaki şey sürekli bir etkileşim halinde... 4- Bilim Felsefesi de bu ikisinin yöntemlerini ve doğruluklarını sürekli denetleyerek, ele aldıkları bilgilerin güvenilirliklerini denetleyerek bunların çığırından çıkmamalarını, yani amaçlarını aşmamalarını veyahut şöyle ifade edeyim; en basit tabiri ile Maddesel olmayan şeylerin varlığını kanıtlama çabasına girmemelerini sağlıyor. Bu üç kavram birbirleri ile içiçe ve zincirleme bir varlık gösteriyorlar. Tıpkı "Yasama, Yürütme, Yargı" gibi birbirlerini denetleyen üç güç var ortada. Burada ise Theos/Tanrı görüşlerine geçerek şu yargılar elde ediliyor: 5- Ateizm; Bilim, Materyalizm ve Bilim Felsefesinin "İspatlarını" ele alarak: "Tanrı Yoktur/A-Theos" yargısına/görüşüne varıyor. 6- Teistler; Bilimin kanıtlama çabasına bile girmediği/giremediği manevi varlıkların "yokluğunun"da ispat edilemediğini düşünerek onları var kabul ediyor. 7- Kimi Felsefeler Bilim'in Tanrı'yı ispat edemeyeceğini düşünerek Bilim'in "Tanrı"yı hiç bir şekilde yasalaştıramayacağını düşünüyor. 8- Kim Felsefeler yine Bilim'e de dayanarak Bilim'in Tanrı'yı bilemeyeceğini (agnostisizm) düşünüyor. 9- Deizm... 10- Panteizm... vs... vs.. vs. Bu şekilde gidiyor... Sonuçta "Bilim"in inceleme alanına girmeyen her yargı "Felsefe/Görüş" olarak kalıyor. Buna; "Tanrı"dan tutun "Maddeden Önce Tanrı Vardı" görüşüne kadar her yargı dahildir. Saygılarımla...
  16. Sanıyorum ki öyle... Ama doğru sözü desteklememekte olmaz ki değil mi?
  17. Olmaz işte yaa... Ya düşünsene; Adam gerçekten sevmiş, seni çok güzel bir yere koymuş... Sonra ayrılıyorsun adamdan... "Dost Kalalım" diyorsun... Adam sana "Dost" gözü ile bakabilir mi? İmkanı yok ki bunun... Sende ona zaten o gözle bakamazsın ki hiç... Yani gerçek anlamda dostun zaten olamaz artık... Yani bir şeyler eninde sonunda devam eder... O yüzden; Eski dosttan sevgili olabilir, Ancak Eski sevgiliden dost olmaz...
  18. Erkek: -Ayşe, bu akşam yemeğe çıkalım mı ? Kız: -Ama benim erkek arkadaşım var zaten ! Erkek: -Tamam işte, ne kadar güzel... 4 kişi gideriz... Kız: Valla reddedildiğinizde çok çok işinize yarayacak bir diyalogdur bu, tavsiye ederim... Anında karizma oluyorsunuz. Kız da afallıyor tabi... Bir de şu olabilir mesela: Erkek: -Ayşe benimle çıkar mısın? Kız: -Hayırrr... Erkek: -İner misin? Kız: - Belki kızın kafası bir an içn karışır, olayı kavrayamadan oradan kaçarsınız...
  19. Eğer gerçekten sevmişseniz, eski sevgiliden dost olmaz...
  20. Aksine insan beynini tümüyle kullanıyor. Beynin hiç bir kısmı için kullanılmıyor diyemeyiz, çünkü her bölümünün ayrı ayrı görevleri var, özellikleri var. Beynin % olarak belli bir kısmının kullanılması iddiası 100yıl kadar önce ortaya atılmış bir iddiadır. Aynştayn'ın ise beynini %10unu kullandığı iddiası şundan kaynaklanıyor: Adını hatırlayamadığım bir bilim adamı, farelerin beyini üzerinde bir araştırma yapıyor. Bir farenin beyninin %90ını alıyor. Fare Beyninin %10u ile kalıyor. Tabi ki bir çok fonksiyonu yerine getiremeyen fare %10luk bir beyinle yarım yamalak yaşıyor. Sonra Aynştayn'a bir gazeteci "Siz beyninizin kaçta kaçını kullanıyorsunuz?" diye bir doru doruyor. O günlerde bu deney revaçta olduğu için de şöyle cevap veriyor "%10undan fazlasını kullandığım kesin..." Saygılarımla...
  21. Sayın Burble, sizinle mutlaka haberleşeceğiz, hiç şüpheniz olmasın... Az önce arkadaşımla konuştuk, çok sevindi, lakin çektikleri fotoğralarla ilgili bir durum vardı, halletmek için uğraşıyordu. İlginiz bizi çok memnun etti, çok teşekkür ederim... Saygılarımla...
  22. Nasıl yani anlayamadım.. Yani ""Tatmin Olma" ve "Bir İnsana Alışma" "Bir İnsana Güvenmek" "Bir İnsana İhtiyaç Duymak"... Bunlar hep dediğiniz gibi "Duygusal Güdülenme İsteğidir". Sonuçta var olan bir Güdüdür bunlar. İnsanların doğasında vardır. Eksiklikleri sorun yaratır. Eksiklikleri halinde sevgiyi tam olarak yaşayamayız.
  23. 80li Yıllar... Sanıyorum ki gerçekten "Kayıp" yıllardır... Apolitik gençliğin temellerinin atıldığı yıllardır. Lakin benim tek haneli yaşlarımı yaşadığım yıllardır. Hayatımın ilk 7yılını bu dönemde geçirdim... Sokak oyunlarının her türlüsünün bilindiği ve öğrenildiği en güzel dönemime giriş yıllarımdır. Bugünkü çocukların yani 90/95li yılların bireylerinin benim yaşdaşlarımda olduğu kadar oyun kültürü olduklarını sanmıyorum: Toplu Muçi, Tombilibiç, Renkli İstop, Zımba, Kızdı Kemer/Yağlı Kayış, Saklanmaç, Çiğit Vumraca, Meşe/Misket Yuvarlama, Çelik Çomak, Sek Sek, Uzun Eşek, Artist, Çivi vurmaca, Gazoz Kapağı Vumaca, Yakalanmaç, ... .. . En güzel oyunlar o zamanlar vardı. Şimdi çocuklar İnternet kafelerden çıkmıyorlar ve bu oyunlar en fazla iki tanesini falan biliyorlar. Biliyor musunuz bilmiyorum ancak, oyunlar zeka gelişiminin en önemli öğesidir. Ve bugün çocuklar Sanal Alem'in kurbanı oluyorlar. Yaparak değil sadece görerek öğreniyorlar bazı şeyleri ve bu daha yavaş beyin gelişimine neden oluyor. Yazık... Sorumlu olan anne babalar bence çocuklarını bu kafelerden kurtarmalı ve kendi çocukluklarında oynadıkları oyunları öğretmeli, oynatmalılar... 80'ler bir çocuk için güzeldir ama bir Genç için acıdır... 90daki Körfez savaşı bana oyun gibi gelirdi. Sovyetler yıkıldığında tek ilgilendiğim şey gorbaçov'un başındaki o kızıllıktı. Kanamış olduğunu düşünürdüm hep... Saddamın şapkasının rengine takılırdım. Sivil Savunma bildirileri gelirdi eve, babam getirirdi... Ben onları resimli diye okurdum... O dönemde genç olmanın zor olduğunu tahmin ediyorum... Ama 90lar çok daha güzeldi bence. Tamam yine Apolitik yetiştiriliyorduk ama bugüne göre hala bir şeyler çok daha yerli yerindeydi. Mesela "Plastip Şov" meşhurdu. Yada siyasetçileri taklit eden çocuk programları. Bunu sınıfta uygulamıştık, öğretmenimiz Mesut Yılmaz olmamı istemişti, tabi ben "Ecevit'ten başkası olmam" demiştim... Annem küçüklüğünden beri hayranıymış Ecevit'in... 90larda çocuk olmak güzeldi ama 95ten sonra genç olmak yavaş yavaş bir ağırlık koyuyordu insana... Yukarıdaki listede unutulan bir dizi vardır ki, onu görmemek üzdü beni: McGayver... O ne güzel bir diziydi öyle. Adam her istediğini yapabiliyordu... Hep ona özenmişimdir. Her bölümünü izlerdim... Dizide olupta evde denemediğim şey yoktur sanırım bir kaç radyo, el atarimi, masa saatlerimizi bozduğumu çok iyi hatırlıyorum... Tabii ki "Geleceğe Dönüş 1-2-3". Hayatımın filmi... İlki 88de girmişti vizyona diye hatırlıyorum. Hayatında kim henüz 10yaşında zaman makinesi yapmaya uğraşır ki? Tabii ki hayal dünyasında yaşayan Boşig'ten başkası değil... Şimdi olsam, Pokemon'u falan izleyip tavandan atlardım sanırım... TransFormers'ı izleyip elime koluma soba borusu geçirdiğimi iyi hatırlıyorum çünkü... Ninja Kaplumbağalardaki gibi lağımlarda mutasyona uğramış Kaplumbağalar, Fareler falan var sanırdım... Lakin bizim kanalizasyonların çok küçük olduğunu hiç düşünmemiştim. Ben komiktim yaa o zamanlar... Mesela orta okulda bir hocamıza aşıktım, tüm fen derslerim hep 5ti... 83lüler Siyah Önlüğü giyen son nesildir mesela... Onlardan sonra gelmiştir mavi önlük... Ben ikinci sınıfa kadar siyah önlük giydim ve mavi önlüğü hiç sevmedim. 80ler ve 90lar güzeldir... Tabi o dönemde çocuksanız... 95ten sonrası boştur... 80den öncesini ise yaşamak isterdim... Saygılarımla...
  24. Aşk herşeyi affetmeli mi? Aşk'a inanıyorsanız eğer, affetmesini beklemeniz doğladır ki gerçek bir aşkın affedip edemeyeceğini bilemezsiniz. Mesela gerçekten aşık olupta affedemeyen kimse şu yüzden affedemez: Artık sevdiği kiş, yaptığı şey ile, onun sevebileceği kişi olmaktan çıkmıştır. Yani yapılan şeyi, affedilemeyen yeyi, aşık olduğu kişiye yakıştıramadığı için affedemez. Ondan öyle bir şey beklemediği için... Bu biraz kapalı bir duygudur. Ceketimi alır giderim felsefedir. Gerçekten aşık olup affeden kişi ise şu yüzden affedebilir: Sevdiği affedilemeyecek ya da affedilen davanışı yapmıştır ancak kişi bunun istemeden olduğuna yani sevgilisine gerçekten inanıyorsa affedebilir. Yani giden şey masumluk değildir belki de. Veya masumluk gitse bile, Aşk bundan daha üstün olabiliyor demek ki... Ama şu var: Aşk'a inanmayan birisi, Aşk'ın her şeyi affedebileceğine inanır mı ve sevdiği kimsenin yaptığı bir şeyi (misal aldatmak) affedebilir mi? Aşk'a inanmıyorsa, niye affetsin ki? Ya da aşka inanmıyorsa, niye affedilmeyi beklesin? Affedilmediğinde de niye affetmeyen kişinin aşkını sorgular mesela? Aşk sorgulanmayı sevmez bence.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.