Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

Tengeriin boşig

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Tengeriin boşig tarafından postalanan herşey

  1. Mesnedi kendinden belli bir ileti daha... Sayın Haksöz/Katakuta biraz daha dikkatlice yazarsanız tartışmanın seyri değişmez ve asıl tartışılması gereken konu tartışılır böylece... Çünkü: "İslamda bütün savaşlar ganimet için yapılmıştır" diye bir tanımlama yoktur yeryüzünde... En azında "Tarih Bilimi" böyle bir tanımlamayı kabul etmiyor. Ne diyor o zaman: "İslam Tarihinde" diyor, çok daha açık, net ve yerinde bir tespit yapmış oluyor... Çünkü "İslam"sadece bir "Din"dir... Bir manifesto falan değildir. O zaman yapılan savaşların niçin yapıldıkları hakkında da yeterli derecede açıklayıcı yazılar yazdığımı düşünüyorum. Sayın Evrensel, sadece "Bilgi Edinmek" amaçlı soruyorum ve hiçbir kastım yok: Ben daha önce duymadım ancak "Ateist Derneği" olduğu için bombalanmış bir dernek örneği gösterir misiniz? Ya da Ateizm "Dernekleşmeye" ihtiyaç duyan bir oluşum mu? "Dernekleşmeye" ihtiyaç duyuyorsa eğer bunun yabancı ülkelerdeki örnekleri nelerdir? Bu örnekler mucibince şöyle diyebilir miyiz: Ateizm "İnançsızlık Bağlamında", İnançlılar karşısında bir tür "Guruplaşma"ya gitmektedirler... Eğer bu yargı çıkıyorsa, şunu da diyebilir miyiz: Ateistler insanlara "İnançlı/İnançsız" ayrımı ile yaklaşmaktadırlar... Bildiğim kadarıyla, bir Ateist için Ateizm'den önce gelen iki duygu: Hümanizm ve Demokrasi... Ve gerçekten Ateist bir insan, herşeyden önce bunları önemser (Ayraç olarak: bu duyguları benimsemenin Ateist olmakla alakası yok, ancak bir ateist öncelikle bu iki duyguyu benimser. Ve ben Ateist olmadığım halde, herşeyden çok önemsiyorum). Bu yüzden Ateizm "İnançlara Dayalı" (Ateizm'de, yukarıdaki gibi bir yapılanmaya gidiyorsa, Dine Olan İnançlara karşı bir İnanç olma kararlılığındadır demektir) bir guruplaşmaya kesinlikle giremez. Yapılanmasının temelinde "Bilim" yatıyor olmalıdır en fazla, ki bu amaçla kurulmuş bir dernekte kendi adına "Ateist Derneği" gibi bir isim koyamaz, çünkü amacı Bilim ise eğer "Bilim"e dayalı bir isim koyar. Neyse, bu "Kümeleşme" ve "Cepheleşme" konusunda soracak çoook sorum var ancak şimdilik bu kadar yeter... Ayrıca bu soruları sormama fırsat olduğu için bu konu, Sayın Aurel'e çok teşekkür ederim... Saygılarımla...
  2. Beni hayatta iki korkum vardır: 1- Yanlış anlaşılmak ve kendimi ifade edememek... 2- Kendim... Kendimden niye korkuyorum... Çünkü insanın tek düşmanı var aslında; Kendisi... İd/Alt Benlik, Ego/Benlik, Süper Ego/Üst Benlik Bilinç Altı, Bilinç, Bilinç Dışı... Bunlar bizi "Biz" yapan temel kavramlar. Bunlar arasındaki dengesizlik genelde bizim elimizde değildir ya da kontrolü çok zordur. İnsanlar genelde bunlar arasındaki dengesizliğe yenilirler. Ve bunun nedeni de bu dengesizliğin ya da çatışmanın farkında olmamalarıdır... Bunun farkına varmaya da "Sağduyulu Olmak" deniyor... Ben işte bunu kaybetmekten çok korkarım. Çünkü bir kere kaybettiniz mi, toparlamanız çok daha zorlaşıyor...
  3. Anladım Sayın aslan34... Daha açık olmuşsunuz...
  4. Hayır Sayın aslan34... Bakın "Allah" adına yapılan savaş, "Kişisel Niyet"ten öteye gidemez... Çünkü Tanrı bir devlet yöneticisi değildir... Devlet yönetsin diye de kimseyi göndermemiştir... İnsanlar sadece ve sadece Toplumsal ve Ekonomik Sorunlar/Dengesizlikler için savaşırlar. Savaşlarda "Din"in yeri, "Dinlerin Kullanılmasından" öteye geçemez... En basit bir Tarih kitabına bile baksanız, Bir savaşın nedenleri Kümeler/Guruplar halinde sıralanır, Ve bu kümeleme "En Önemli" nedenden "En Önemsiz/Diğerlerinden Çok Daha Önemsiz" nedene doğru gider. Ve bu kümelemede en son sırada "Dini Nedenler" gelir... Ve bu dini nedenler, diğer nedenler olmasa "Savaş Çıkaracak Nitelikte Değillerdir"... Ve bence, bir savaştaki en ve tek Meşru Manevi Güç "Vatan Aşkı"dır... Yani Milliyetçiliktir. "Dini Duyguların" devlet varlığı için savaşmada kullanılması gibi bir nitelemeyi meşru görmüyorum. Ayrıca anlamadığım şu ayrıntıyı açıklamanızı rica edeceğim: "Manevi İlkeler Adına Yapılan Savaşlar" derken neyi niteliyorsunuz? Ve bu ilkeler uğruna yapılmış kaç tane savaş var? Adları nelerdir? Saygılarımla...
  5. Hoşgeldin Aurel... Türkçeyi hallet olur mu? Bizi Fransızca öğrenmek zorunda bırakma... Hele birde Rakı'ya hakkaten bayılıyorsan, eminim kafa dengisindir... Şarapta iyidir ama ne yazık ki hepsini tadacak durumum yok. Saygılarımla...
  6. Biraz sabır Sayın xlark tades... Sayın Aurel yabancı ve Türkçe bilmiyor. Sevgili la_bohéme kendisine yardımcı olmaya çalışıyor. Yazısının tercümesini yapmış ancak mod'da olduğu için henüz çıkmadı daha... Saygılarımla...
  7. Sayın xlark tades... Öncelikle zaten Sayın Aurel'in, kendisininde söylediği gibi, Türkçesi yeterli değil. Yani zaten anlatmak istediğini tam anlatamamış, Ve zaten sizde yanlış anlamışsınız gibime geldi. Sanırım kendisi "Din Adına Yapılan Savaşlar"ı kınamak Ve "Ateizm" için böyle savaşların yapılmadığını vurgulamak istemiş... Şimdi Sayın Aurel "Din Adına Kıyımların Yapılması" konusunda pek bir açıklık beyan etmemiş. Yani yapılan kıyımlar: "Din Adına mı Yapılmış" Yoksa, "Din Emrettiği İçin mi Yapılmış" Burada onun kendi açıklamasına ihtiyaç var... Yani tam anlaşılmayan bir yazıya en başta bu kadar yüklenmemek lazım. Eğer; "Din Adına Yapılmış Katliamlar"ı kast ediyorsa, haklı... Çünkü Dinler, Tarih boyunca bir çok katliamın yapılması adına kullanılmışlardır ve "Dini Kimlik", yapılan katliamların, katliamları yapan tarafların kendilerini meşrulaştırmaları açısından kullanılmıştır. Haçlı Seferlerinden tutun mesela bir çok İslam Devletinin "Harb" anlayışları buna kanıttır. Ancak "Din Emrettiği İçin Yapılmıştır"mı diyor... Bu konuda tartışmaya değer... Ayrıca kimseyi aforoz etme hakkımızın olduğunu sanmıyorum, ne olursa olsun Sayın Aurel'in Hoşgeldiğini düşünüyorum... Ve şunu eklemek istiyorum: "Din Adı Kullanılarak Katliamlar Yapılmıştır"... Bunu bir çok kere yazdım... Çünkü "Dini Kimlik" devlete olan bağlılık açısından halkı yönlendirmek için kullanılmıştır. Tıpkı bugün oy toplamak için yapıldığı gibi... "Ateizm Adı Kullanılarak Katliamlar Yapılmamıştır"... Bu da doğru, şimdiye kadar Ateizm için yapılmış bir savaş görmedim ben ve okumadım da... Bu tespit oldukça yerinde... Neyse, yine de Sayın Aurel'in daha net bir açıklama yapması gerekir ancak tabi bu zamanla Türkçe'yi öğrenmesi ile mümkün olur. Yine de bence tartışılması gereken bir konuya parmak basmış... Geçmişte savaşların ne için yapıldığını sorgulamak son derece gerekli... Saygılarımla...
  8. Forumda Hıristiyan olmayabilir ancak sizin Hıristiyanlıktanda zerre kadar anlamadığınızı görmüş bulunuyorum. Öncelkikle şunu sormak istiyorum: Bu bilgileri, bu sefer kimlerden, daha okumadan kopyala/yapıştır yaotınız... Hani kaynak belirtmek açısından... Öncelikle "İslam Dini"nden niçin anlamadığınızı tek bir cümle ile açıklamak isterim, zira bunu da anlamlandıramazsanız eğer ve hala anlamlandıramayanlar olursa diyebilecek tek bir şeyim bile olmayacak ve artık sıkıldığım tartışmalardan uzak durmaya devam edeceğim: İslam'a göre, ilk peygamberden son peygambere kadar inmiş tüm peygamberler, tek bir dini tebliğ etmişlerdir. Yine Kur'an-a göre, müslümanlar tam da bu yüzden bir peygamberi diğerinden ayırmazlar... Ve Kur'an hiç bir zaman diğer din kitaplarını yalanmamış, sadece onu okuyanların okuduklarını anlamadıklarını söylemiştir. "Ehl-i Kitaplar" demesinden de anlaşılır zaten, Kur'an kendisine referans olarak hep İncil-Tevrat ve Zebur'u göstermiştir. İndirilmiş olan kitapları göstermiştir. Hz. İsa'dan tutun Hz. Musa'da dahil tüm peygamberlere inanılır, çünkü hepsi aynı dini tebliğ etmişlerdir. Her Peygamberin "Yahudi" olması konusuna gelince... Hz. İbrahim Yahudi miydi? Hz. İshak'ın, İsmail'in babası... Hz. İsa, Musa ve Muhammed'in ortak ataları... Yoksa Yahudilik ondan sonra mı bir isim oldu... Ya da Hz. Nuh Yahudi miydi? Hz. Adem? Hz. İsa "Yahudi Olmadığını" iddia etti mi ki hiç? Ya da ömr-ü hayatınızda bir kere bile olsa Yahudiliğin "Kabbala Öğretisi"ne dair bir kitap, bıkrakın bir kitabı bir sayfalık bir anekdot falan okudunuz mu hiç? En tuhaf kırmızıladığım nitelemenizdir... Bunu kanıtlamanızı isteyeceğim... Nereden vardınız bu yargıya? Kur'an-ın neresinde bu söyleminizi destekleyen bir yargı var? Zaten mavilediğim nitelemenizinin mesnedsizliği ortadadır... Neyse, iletinizi tahlilini yapacak kadar mühim bulmuyorum... Ancak size şiddetle tavsiye ederim, gidin hayatınızda bir kere bile olsa Kur'an-ı, İncil'i, Tevrat/Zebur'u ve bunların tarihteki gelişimlerini okuyun... Yukarıda sanırım Hıristiyanlığın "İslam" gibi siyasallaşmadığından bahsetmişsiniz... İşte bu nitelemeniz bile Hıristiyanlık tarihini bir kere bile üstünkörü de olsa okumadığınızın belli başlı kanıtıdır... Çünkü Hıristiyanlık, Milattan sonraki dönemde en çok siyasallaşan tek dindir. Avrupa "Paganizm"i, Hıristiyanlığın siyasallaşması ile terketmiştir ve devlete olan bağlılık "Din" temelli olmuştur. İslam bundan yüzyıllar sonra ortaya çıkmış ve ancak Emeviler döneminde siyasallaşabilmiştir ki o da sadece görüntü olmaktan öteye gidememiştir. İslam Hıristiyanlığın yarısı kadar bile siyasallaşamamıştır. Aksini iddia edebiliyorsanız bunu kanıtlamanızı sizden özelikle istiyorum... Avrupadaki her türlü oluşum, Hıristiyanlığın adım adım yorumlanmasıyla olmuştur ve ilk adımı zaten Hıristiyanlığın Resmi Devlet Dini olarak kabul edilmesi ile olmuştur. Bugün bildiğiniz gibi Vatikan başlı başına bir Din-Devletidir. Hiç bir İslam ülkesi onun kadar koyu bir dini yönetim yaşamamaktadır... Bugün şeriatle yönetilen İslam Devletleri ise ortaçağ Hıristiyan Avrupasının devletlerinin günümüzdeki versiyonlarıdırlar ve güdümlü olarak "Şeriat" ile yönetiliyorlar. Hrıistiyan Avrupa, ortaçağdaki "Dinsel Yönetimin" insanları karanlığa boğduğunu deneyimlediği için, bu ülkelerde de bu yöntem bugün kapalıdan dikte ediliyor... Arabistan'ın yöneticileri nedense Abd'de okuyup yetişip kendi ülkesinde şeriat uyguluyor. Hatırlayın bugünkü ürdün kıralı nerede okumuştu ve nerede yetişmişti? Araştırın bulun... Sonra sorun bakalım; yav bu adam taa oralarda okumuş ama niye şeriatla yönetiyor acaba? Azıcık bir sorun kendinize yaa, zor değil... Ondn sonra bir daha sorun: Yav acaba o toplumların geri kalmasının nedeni İslamiyet mi, yoksa ben biyerlerden mi uydurmuşum bunu? diye... Tek bir babayiğit bile, doğu toplumlarının geri kalmışlığını "İslam"a yükleyip te bunu ispatlayamaz... Zira bunu ispatlayabileceğini iddia eden kimse, öncelikle yukarıdaki iki soruyu sormalı... Sonra şu sorumu cevaplamalı: Acaba, Araplar İngilizlerin ve Fransızların güdümüne girmeselerdi zamanında, bu gün o ülkeler "Şeriat" ile yönetiliyor olur muydu? Yoksa aşağı yukarı Türkiye gibi mi olurlardı... Bence "Sömürgecilik Tarihi" ile ilgili bir konu açın ve toplumların niçin geri kaldıklarını yada bırakıldıklarını orada tartışalım, siz İslam'a yükleyin ben tarihten bulup anlatayım... Bunun ile ilgili küçük bir ayrıntı: Daha M. Kemal Atatürk hayatta iken, Afganistan kralı Amanullah mesela... Eşinin bile başı açık, kadınların başlarından o çarşafları kaldırmak istiyor mesela, gerilik olarak niteliyor... Gerçi kendisi devrimi rayından çıkarıp devrilmiştir ancak bugünkü Afganistan'a bakın birde... Yani bırakın Tarihteki Hıristiyanlığı, Bugünkü Hıristiyanlıktan bile hiç haberiniz yok... Hıristiyan değilim ancak Hıristiyanlık hakkında az da olsa bilgim var diye düşünüyorum. Bence sizde birazda olsa temel bilgileri edindikten sonra yazın isterseniz... Şunu da eklemek istiyorum, bilmem biliyor musunuz... Hz. İsa, İslam'ı tebliğ ettiği gibi ona uyanlarda İslam oluyorlar... Ve ayette, Hz. İsa'ya uyanların aynı şekilde mükafatlandırılacağını yazması gayet normaldir... Bunu nasıl anlamlandıramadınız hala anlamış değilim... Bugünkü Hıristiyanlar ise kastınız eğer, Hz. İsa'ya uymuş olanlar olarak, Hz. İsa'ya ne kadar uyduklarını ispatlamanız gerekmektedir. Yani Hıristiyanlık hakkındaki bilgilerinizi istiyorum, ki Kopyala/Yapıştır yapmadan, Kendi öz bildiklerinizle yapınız bunu... Neyse, iletilerinizin samimiliğini yada öyle olmamaklığını açığa vurmak benim işim değil... "ilginç değil mi?" diye bir de soru sormuşsunuz... Hakkaten ilginç... Bilmeden atıp tutabilmek... Saygılarımla...
  9. Çok geniş yelpazeli bir yazıyı, bende daha geniş bir yelpazeye taşıyayım o zaman... Herşeyi, kötülükleri, pislikleri, olumsuzlukları tek bir dine mal etmekten vaz geçmek gerekmektedir bence... İslam ile ne alakası var bazı toplumların olumsuz bir yaşam sürmelerinin? Ya da medeniyetin gerisinde kalmaları ile, Muassır olamamaları ile ne alakası var? Orta Çağ'da Avrupa kan gölü iken, İslam dünyası en parlak dönemini yaşıyordu, unutmayın! Her zaman söylemekten zevk aldığım bir farslı gazetecinin lafı vardır: Avrupa insanları birbirlerine zevk için öldürtürken arenalarda, Biz İran'da satranç oynuyorduk... Avrupa, Eski Yunan Medeniyetinin o yazmalarını, İslam Dünyası sayesinde tanımışlardır... Yani bir inancı, öyle kolaylıkla tüm kötülüklerin müsebbibi yapamazsınız... İslam dünyasının geride kalmasının nedeni İslam dini değil, yönetimlerdir... Koskoca Tarih önünüzde duruyor... Felsefe Tariihi de önünüzde duruyor... Medeniyetler Tarihi de önünüzde... Hele hele doğuyu bu hale getiren "Sömürgecilik Tarihi"de önünüzde... Bakın, bir toplumu dinlerin geri bırakmasının en güzel örneğini Afrikalı birisinin şu deyişi çok güzel açıklar: "Avrupalılar buraya geldiklerinde; bizim elimizde topraklarımız, onların elinde incil vardı. Şimdi ise onların elinde topraklarımız, bizim elimizde incil var." Ayrıca bakın, din'in "Emperyalizm"ce nasıl kullanıldığının en güzel örneği Salazar'ın 3F'sidir... Blog'umda anlatmıştım bunu... Bu, tarihte bilinen en eski uygulamadır: Toplumu Din İle Uyutmak... Dini Kullanmak... Tamam, Ateist arkadaşların ya da bir dine mensub olmayan arkadaşların, bir dini kabullenmemesini çok iyi anlıyorum... Ve kendilerine oluşturdukları dünya açısından, kendilerince de haklı olabilirler... Ancak bu görünen gerçekleri yadsımayı, görmezden gelmeyi Ve herşeyin müsebbibi olarak "Din"i göstermeyi haklı kılmıyor bu ne yazık ki... "bla bla bla... E o zaman Müslüman toplumlar niye geri? Ortak noktaları ne? Müslümanlık... Hııı... Demek ki bu yüzdenmiiiiiişşş... Tabi canım tabi, başka bi nedeni olamaz ki? Kesin budur... Hem benim dine inanmamamıda destekliyo... Gider hem bilimi savunurum, Hem de bilim dışı da olsa, bu görüşü savunurum... peh peh peh... Lan ne kadar çok ince düşünüyorum ben yaa..." E insaf yani... Tekrar ve net ve bir o kadar da iddialı söylüyorum: Toplumları geri bırakan "Din" değildir... Hiç bir akl-ı selim insanda bunun aksini iddia edemez... Hatta o kadar ki, Toplumları geri bırakan şeyin; Yönetimler Yöneticiler, Sözde din temsilcileri, Din simsarları olduğu her halükarda kanıtlanabilir... Tek Tanrılı dinlerden önce Roma'da Yunanistanda halk Vatandaşlık Bağı ile bağlı idi... Hıritiyanlığın ortaya çıktığı dönemde bu bağ zayıflamıştı ve Hıristiyanlığa karşı olan devlet bir anda Hıristiyanlaşıverdi. Ve devlete olan bağlılık "Din" oldu, Yöneticiler kendilerin Tanrı'nın Gölgesi İlan Etti" İslamiyetle birlikte öncelikle Emeviler'de İslam bu hale sokuldu... Fransız İhtilali ile "Din"in yerini "Milliyetçilik" aldı... Bugün "Milliyetçiliğin" yerini de abd sayesinde "Demokrasi" aldı... İleride de "Demokrasi"nin yerini "İnsan Hakları" alırsa savaşı haklı kılmak için hiç şaşırmayın... Yani toplumları geri bırakan: Din, Milliyetçilik, Demokrasi falan değil... Bunları nasıl kullanacağını bilen yönetimler... Bir toplumun nasıl "Çağdışı" bırakılabileceğinin yöntemi çok açıktır... Bunu ben söylemiyorum, Tarih açık açık söylüyor ve hala sırf ego tatmini ile herkes bunu görmezden geliyor... Ne acıklıdır ki M. Kemal Atatürk çok güzel söylemiş: "Tarihi yazanlar tarihi yapanlara sadık kalmadıkça değişmeyen hakikatler insanlık için korkunç bir hal alır." "Din Karşıtlığı" adı altında Tarihin hakikatleri yadsınıyor... Ne hazin... Toplumların niçin medeni olmadıklarını, dinden önce o toplumların yapılarında, Yönetimlerinde ya da o toplumlardan amaç güdenlerde arayın bence... Eminim ki şu an bildiğinizi sandığınız şeylerden kat ve kat daha fazlasını öğreneceksiniz, Bazı toplumların niçin ve nasıl geri bırakıldıklarını... Umutmayın, daha geçenlerde haberlerde çıkmıştı; Abd'nin iç kesimlerinde bugün çok koyu Hıristiyan insanlar yetiştiriliyor... Kiliselerde çocukların beyinleri yıkanıyor... Aynısı İslam ülkelerinde yapılıyor... Bunun nedeni Din mi sizce? Çok basit bir cevap değil mi bu? "Din" diyelim ve orada bırakalım... Bilmediklerimiz onlara kalsın... Basit... Saygılarımla...
  10. Öncelikle "Pis" olmanın "Müslümanlıkla" bir alakası yok... "Medeni Olmak" ile bir alakası var... "Medenilik"in ölçüsü nedir? "Dinsiz Olmak" mı? "Dindar Olmak" mı? Cevap: İkisi de değil... Öyleyse, çok çok düz bir mantıkla gidersek: "Pis" olmanın "Dindar Olmak" ya da "Dinsiz Olmak"la alakasız olduğunu çok net görebiliriz. "Din Temizliği Emrediyor; Temizlik İmandan Gelir" dense de, Dinsiz bir kimsenin "Pis" olduğu iddia edilemez... "Müslüman Kim, Toplumlar, Bize Göre Pis Olsa da ya da Biz Onları Pis Olarak Adlandırsak ta", diğer inançlı insanların da "Pis" olduğunu kimse iddia edemez... Her iki halde de haksızlık olur... Biz Araplara "Pis" diyoruz (ki bir ırkı nitelediği için aslında belki de ırkçı bir yaklaşım oluyor bu sanırım) , ancak şu da var ki, onlar için bunlar "Normal"... Onların bu tavırlarını "Meşrulaştırmak" için söylemiyorum ancak Kabulleri bu ne yazık ki... Mesela; sofralarında geğirmezseniz, yemeklerini beğenmediğinizi düşünürler... Bize göre ********* ama onlara göre saygının göstergesi... Bu şekilde bir çok örneği toplamıştım zamanında... Ne kadar doğru bilmiyorum ama Almanyada yellenmenin normal olduğunu duymuştum, yine de söyleyeyim; doğruluğundan emin değilim... Neyse, özetlemem gerekirse: Medeni olup olmamanın, herhangi bir din ile alakalı olduğunu hiç mi hiç sanmıyorum... "Temizlik" bir tercihtir ve aslına bakarsanız "Sorumluluk"tur... Öncelikle "Toplumsal Yaşam" için bir sorumluluktur... Bireyin kendisine karşı bir sorumluluğudur... Birey bunun farkında değilse, bunu dine mal edemeyiz... Konudaki en gerçekçi ve aslında tek bir kelimeye dahi gerek bırakmayan en güzel ve en dürüst açıklamayı Sayın BrainSlapper yapmış... Tebrik ederim... Saygılarımla...
  11. 28inci Mekanize Piyade Tümeni, 61inci Piyade Alayı, 1inci Piyade Taburu, 1inci Bölük, 2inci Takım Komutanı, Kıbrıs/Yiğitler
  12. ERİK ERİKSON’UN PSİKO-SOSYAL KİŞİLİK GELİŞİM KURAMI Erikson, Freud’un “Psikanalitik Gelişim Kuramı”nın “Sosyal Çevrenin Gelişime Etkisi”ni görmezden geldiği düşüncesiyle, Sigmund Freud’un Kuramına paralel olarak bu Kişilik Gelişimi Kuramını ortaya atmıştır. Temel görüşleri şunlardır: -Kişiliğin gelişiminde, biyolojik etkenlerle birlikçe Çevre’de rol oynamaktadır. Freud “Normal Dışı” davranışlar üzerinde dururken, Erikson “Normal” davranışları açıklamaya yönelmiştir. -Erikson “Epigenetik İlke”ye dayanarak Benlik Gelişiminin belirli zaman dilimlerinde biyolojik temelli ve aşamalı olduğunu savunmuştur. Her zaman diliminde “Kişilik” belli bir özellik taşımaktadır. -Freud’a göre, bir dönemde ortaya çıkan yada sağlıklı bir şekilde atlatılamayan bir dönem sonraki gelişim dönemlerini etkiler ve ancak özel tekniklerle giderilebilir. Erikson ise Bir dönemdeki kriz veya çatışmanın, diğer bir dönemde atlatılabileceğini ya da çözüme kavuşturulabileceğini düşünmektedir. -Freud Kişilik Gelişiminin 0-6 yaşlarda olduğunu söylerken, Erikson Kişilik Gelişiminin ömür boyu sürdüğünü düşünmektedir. PSİKO-SOSYAL GELİŞİM DÖNEMLERİ Erik Erikson ile Singmund Freud’un Kuramlarının Karşılaştırmasını ayrı bir başlıkta yapacaktım ancak burada verip konuyu daha uzatmayalım. 1- Temel Güvene Karşı Güvensizlik 0-1 Yaşlar Arasında Freud’un Psikanalitik Kuramının Oral Dönem’ine karşılık gelir. Geliştirdiği Kimlik Duygusu: “Ben Bana Verilenim”, “Ben Bana Ne Verilmişse Oyum” Dönemin en temel özelliği, Freud’un da benimsediği gibi; Haz bölgesinin “Ağız” olmasıdır. En temel davranış “Emme” ve “İçine Alma” davranışıdır. Diş çıkarmayla birlikte “Isırma” davranışı şekillenir. Bebek bu dönemde, içinde bulunduğu dünyaya karşı “Güven” duygusunu edinmeye başlar. Eğer dönem sağlıklı geçirilirse “Temel Güven” duygusu edinilir. Bu bakımdan annenin davranışları son derece önemlidir. Anne “Dünyanın Güvenilir Olduğunu” çocuğa ispatlamalıdır. Çocuğun “Güven” duygusu 3 aşamada kazanılır: Aşinalık, Tutarlılık, Süreklilik. Mesela; anne çocuğa aşina geliyorsa, davranışları ve yaptıkları tutarlıysa, annenin varlığı ve davranışları sürekliyse; çocuk anneye güvenir. Çocuklar “Kısıtlama” ve “Sınırlama”lardan değil, bu üç öğenin yoksunluğundan rahatsız olurlar. Bebeğin “Temel Güven Duygusu”nu kazandığının göstergesi; beslenme kolaylığı, uyku derinliği, bağırsakların gevşekliğidir. Ayrıca bebek, annesi yanından ayrılında ona izin veriyordur. Çünkü annesinin geri geleceğine güveniyordur. Duyusal Uyumsuzluk: Bebeğe “Aşırı Güven” verilmesinin sonucunda ortaya çıkar. Yani Anne-Baba, bebek her ağladığında koşturursa, aşırı koruyucu davranırlarsa çocuk aşırı güven duyar ve yaşamında kendini koruyamaz hale gelir. Pollyannacılık oynamaya çalışır. “Güvensiz” olarak yetişen çocuklar ise depresyon, paranoya, içe kapanma, kendine güvensiz olma, çekingen olma, kaygılı olma, gergin ve kararsız olma gibi sağlıksızlıklar gösterir. Dönemin sağlıklı olarak atlatılması, kişinin “Umut” ve “Uyum” duygusunu geliştirir. Kişi yeni girdiği bir ortamda yabancılık çekmez ve uyum sağlayabilir. Risk alabilir ve kendine güveni vardır. Erikson “Dini Duyguların” edinilmesini de bu döneme bağlamıştır. “Temel Güven Duygusunun” edinilmesi yani dönemin sağlıklı geçirilmesi, annenin bebeğe huzuru vermesi, bireyin inancında “Tutarlılık” sergilemesinde önemli rol oynamaktadır. 2- Özerkliğe Karşı Utanç ve Kuşku 1-3 Yaşlar Arasında Freud’un Psikanalitik Kuramının Anal Dönem’ine karşılık gelir. Geliştirdiği Kimlik Duygusu: “Ben Oluşturduğum Şeyim”, “Ben Ne Olacaksam Oyum” Dönem 1-1,5 yaşlarında başlar ve 3 yaşına kadar sürer. Bu dönemde Haz bölgesi; dışkılama bölgesidir. Dışkılamaya bağlı olarak “Tutma” ve “Bırakma” davranışları yoğundur. Erikson bu iki davranışın “Tutma” ve “Fırlatma” olarak dışa çıktığını belirtmiştir. Tuvalet eğitiminin son derece önemli olduğu bu dönemde çocuk bu davranışlarını geliştirir ve bu davranışlara temel olarak “İnatçılık” huyu gelişim gösterir veya ortaya çıkar. Çocuk istediği oyuncağı sıkı sıkıya tutarken, istemediği oyuncağı fırlatır. Bu dönemde bu davranışlar geliştirilir. Çocuk kendi davranışlarını ve ihtiyaçlarını kendisi yapma eğilimindedir. Çocuk tuvalet eğitiminde azarlanırsa, ayıplanırsa; Utanç ve kendi bedeninden “Kuşku” duyma duygularını geliştirir. Çocuğun çevresini keşfetmesine izin verilir ve desteklenirse kazanacağı duygu; Özerkliktir. Örneğin; ayakkabısının bağını bağlamasını öğrenmeye çalışan bir çocuk beklenirse ve kendisi bağlarsa “Özerklik” duygusunu geliştirir ve bağımsız birey olmaya başlar. Ancak sabredilmeyip engellenirse ve ayakkabısı anne-baba tarafından bağlanırsa, yemeği devamlı anne-baba tarafında yedirilirse çocuk bunları kendisinin yapamayacağına inanır ve kendisinden Kuşku ve Utanç duyar. “Özerklik” boyutunda “Aşırılık”, çocuğun kendisini içtepisel olarak denetleyememesi sonucunu doğurur. Çocuk fazla özerk davranır ve amiyane tabirle “Her Şeye Atlar”. Utanma duygusu olmadan isteklerde bulunur. “Kuşku” ve “Utanç” boyunda “Aşırılık” ise “Zorlayıcılık”ı doğurur. Böyle kimseler aşırı mükemmeliyetçi olurlar. Yaptıkları her şeyi tam yapmak zorundadırlar ve arayışları hep “En Mükemmel”dir yani “Kusursuz” olandır. Kendi başına karar veremez, saldırgan ve başkaldırıcı olur. Çocuk bu dönemi sağlıklı geçirmezse, Freud’a göre “Koleksiyoncu” (tutma) veya “Müsrif” (bırakma) olur. 3- Girişimciliğe Karşı Suçluluk 3-7 Yaşlar Arasında Freud’un Psikanalitik Kuramının Fallik Dönem’ine karşılık gelir. Geliştirdiği Kimlik Duygusu: “Ben Olacağımı Hayallediğim Şeyim”, “Ben Olmayı Hayal Ettiğim Gibiyim” 3 ile 7 yaşlar arasındaki dönemdir. Freud bu dönem ile ilgili çocukların gelişiminde Anne-Baba’ya karşı olan duyguların “Suçluluk” duygusuna yol açabileceğini söylemişti. Hatırlarsanız çocuklar karşı cinsteki ebeveynlerine yakınlık duyuyorlar (Oedipus ve Elektra karmaşası), ancak hemcinsleri olan ebeveynlerine karşı, bu duygularından dolayı “Suçluluk” duygusunu geliştiriyorlardı. Kısaca bu dönemin geliştirdiği duygu “Girişimcilik” ve “Suçluluk” duygularıdır. Erikson’a göre bu dönemde cinsiyet keşfedilir ve buna bağlı olarak merak duygusu artar. Çocuğun “Cinsellik” ile ilgili soruları artar. Çocuğun bu tür sorularına uygun cevaplar verilirse eğer çocuğun “Girişimciliği” artar. Ancak “ayıp, ayıp!”, “bunlarla ilgilenme!”, “pipini keserim!”, “sünnet ederim!” gibi tepkiler verilirse çocuk suçluluk duygusunu geliştirir. Dönemde “Girişimcilik”in aşırılığı “Merhametsizliği” doğurur. Bu uçtaki kişiler için önemli ol plan ve hedeftir. Başkalarının ne olduğu önemli değildir. En aşırı biçimi “Sosyopat”lıktır. “Suçluluk”un aşırı biçiminde ise cinsel bakımdan iktidarsızlık ve soğukluk yaşanır. Suçluluk duygusu ağır basar. Bu dönemde motor beceriler gelişir ve merak duygusu bunu destekler. Dönem başarı ile atlatıldığında sosyal ilişkilerde ve cinsel yaşamda başarılı bir yaşam sağlanır. Ancak olumsuzluklar bu tür yaşantılarda suçluluk getirir. 4- Çalışkanlığa Karşı Aşağılık Duygusu 7-11 Yaşlar Arasında Freud’un Psikanalitik Kuramının Latent Dönem’ine karşılık gelir. Geliştirdiği Kimlik Duygusu: “Bana Öğretilenler Neyse Oyum”, “Ben Öğrendiklerimin Tümüyüm” Freud’a göre bu dönemde cinsellik örtülüdür. Çocuğun bu dönemdeki “Cinsel” merakları birden durur. Karşı cins “Düşman” ilan edilir. Kendi hemcinsleri ile bir araya gelir ve guruplaşırlar. Bu dönemin en önemli kazanımı “Çalışkanlık” duygusunun edinilmesidir. Okuma, yazma, hesap yapma gibi temel konular öğrenilir. Ana-Baba ve aile bireylerine “Akranlar-Arkadaşlar” eklenmiştir. Çocuk kendisini diğer akranları ile karşılaştırır ve çalışkan olup olmadığına karar verir. Dönemin aşırı sonuçlarında birisi; çok çalışkan olmakla doğan “Kısıtlı Erdem” durumudur. Çocukluğunu yaşayamayan kimseler, anne-babaları tarafından bir yeterlik alanına itilmişlerdir ve başarılı olmaları beklenmektedir. Diğer bir aşırı ucu ise “Tembellik”tir. Aşağılık duygusunun aşırılığında ortaya çıkmaktadır. Çocuklar bu dönemde bir şeyler üretmeyi ve takdir görmeyi beklerler. Ancak “Başkaları İle Kıyaslanmak” çocuklarda “Olumsuz Kişilik Gelişimi”ne neden olmaktadır. Çocukların en ufak başarıları bile desteklenmelidir. Ancak abartılmamalıdır. 5- Kimlik Kazanmaya Karşı Kimlik/Rol Karmaşası 11-17 Yaşlar Arasında Freud’un Psikanalitik Kuramının Genital Dönem’ine karşılık gelir. Geliştirdiği Kimlik Duygusu: “Ben Kimim?”, “Ben Öğrendiklerimi Yapabilen Biriyim”, “Özgürlüğüm Neyse, Ben Oyum” Cinsel Gelişimin “Üremeye Yönelik” olmasından dolayı, Freud bu döneme “Genital Dönem” adını vermiştir. Freud bu dönem üzerinde fazla durmamaktadır. Erikson’a göre ise bu dönem en önemli dönemdir. Çünkü birey bu dönemde kendisine “Ben Kimim?” sorusunu sormaktadır. Çocuk “Bilişsel” ve “Bedensel” gelişiminin farkına varır. Bedenini tanımaya başlar. Buna uygun olarak bir kimlik belirlemeye yönelir. İleride olacağı kişiye dönüşmeye başlamıştır. “Bana Ne Oluyor?” sorusuna cevap arar. Kişi kendisine sorduğu bu soruların cevaplarını “Özdeşleşme” ve “Taklit” mekanizmaları ile olacağı kişiye bürünerek cevaplamaya çalışır. Beğendiği ya da örnek aldığı birisine özenir ve taklit eder, onun gibi davranmaya başlar. Kişi böylelikle kendisini bulmaya çalışır. Bu dönemi başarı ile atlatan kimseler “Kimlik Duygusu” edinirken, başarıyla atlatamayan kimseler “Kimlik Karmaşası”na düşerler. Kişi bu dönemde akran gruplarına yönelir ve diğer bireylerde de aynı değişimlerin olup olmadığını merak eder. (Ahlak Gelişiminde açıkladığım gibi) Bireyin diğer akran gruplarına yönelmesi; Mahremiyet ve Güven duygularını geliştirir. Kişi kendisini anlatabildiği; şiir, resim, müzik, öykü gibi sanat dallarına yönelir. Bu döneme ait en önemli özellik “Kimlik Kazanmak”tır. Kimlik Statüleri şöyledir: Başarılı Kimlik Statüsü: Bu kişiler bir Kimlik Bunalımı geçirmişler ve sonunda bir karara sağlıklı bir şekilde varıp bu karara bağlanmış kişilerdir. Sorunlarını çoğunlukla çözmüşlerdir. “Zorluklar İnsanı Olgunlaştırmaktadır” deyişini yaşayan kimselerdir. İpotekli Kimlik Statüsü: Kimlik Bunalımı yaşamamış kimselerdir. Bir karara varmış gibi görünmektedirler. Bu kararlar daha çok anne-babalarının kararıdır. Aile ilişkileri “Çocuk Merkezli” aile ilişkisindedir ve çocukların bağımsız karar vermelerine izin verilmez. Moratoryum Kimlik Statüsü: Bunalım yaşayan ancak hala bir çözüm bulamayan kimliktir. Özellikle Avrupa ve Amerika’da görülen, kişilerin bir süre işlerini ve ilişkilerini askıya alıp “başıboş” dolaşması buna örnek olarak gösterilmektedir. Aile ilişkileri dengesizdir. Dağınık Kimlik Statüsü: Henüz bunalımın yaşanmadığı ve bağlanmanın bulunmadığı durumu ifade eder. En az etkileşim ve yönlendirmenin bulunduğu ailelerden gelmektedirler. Bu dönemde Kimlik Duygusunun Fazlalığı “Fanatizm”i doğurmaktadır. Hoşgörüsüzlüğü içeren bu durum, tek doğru yolun, kendi yolu olduğunu düşünmek demektir. Kimlik Duygusu yoksunluğu ise “Yadsıma” olarak ortaya çıkar. Gurup üyeliklerini, kimliklerini, kimlik ihtiyaçlarını reddederler. Bunu açık bir inkar şeklinde yapabildikleri gibi; bir takım gurup ve kliklere (dinsel, ideolojik guruplaşmalar) veya yıkıcı etkinliklere (uyuşturucu, alkol) katılarak ta gerçekleştirebilirler. Uygun denge durumu “Sadakat”tir. 6- Yakınlığa Karşı Yalıtılmışlık 17/18 + Yaşlar Freud’un Psikanalitik Kuramında Buna Karşılık Bir Dönem Yoktur. Geliştirdiği Kimlik Duygusu: ”Biz Sevdiklerimizle Birlikte Bir Bütünüz” Ergenlik Dönemi, bireyin “Eş Seçimi”ne yöneldiği bir dönemdir. Bu dönemde ise kişi artık “Kimlik Statüsü”nü oluşturmuş (olmalı) ve kendisini kabullenecek ve kendisinin kabulleneceği bir Eş seçimine yönelmiştir. Kişi Ergenlik Dönemindeki “Akran Çevresi”nden daha geniş ilişkiler kurmaya ve topluma karışmaya başlamıştır. Bu döneme “Genç Yetişkinlik Dönemi” denmektedir. Kişi iş arkadaşları ile karşı cins ile ve eşi ile yakınlık kurar. Bu yakınlığı kuramadığı zamanlarda Toplumdan Yalıtılmışlık ve Terk Edilmişlik duyguları ağır basar. Bağlanma korkusu en çok bu dönemde görülmektedir. İnsanlar “Okul Bitince Evleneceğim”, “İş Bulunca Evleneceğim”, “Evim Olunca Evleneceğim” gibi bahaneler bulmaktadırlar ve bu söylemlerle bağlanmak korkularını gizlemektedirler. Bu dönemin aşırı uçlarından biri; serbestçe, kolayca ve derinlikten yoksunca yakınlık kurma eğilimi anlamında önüne gelenle yatıp-kalkmadır. Buna “Seçimsizlik Durumu”da denebilmektedir. Diğer uçta ise “Dışlama” vardır. Kişi kendisini; Aşktan, arkadaşlıktan ve toplumdan dışlar ve yalıtır. Başarılı denge durumu ise “Aşk”tır. Burada “Aşk”; karşılıklı bağlılık yolu ile farklılık ve zıtlıkların bir kenara atılabilmesi anlamına gelmektedir. Sadece iyi bir “Evlilik”i temsil etmemektedir; arkadaşlar arasında, komşulara karşı, iş arkadaşlarına karşı ve vatandaşlara karşı yaşanabilmektedir. 7- Üretkenliğe karşı Verimsizlik 30 + Yaşlar Freud’un Psikanalitik Kuramında Buna Karşılık Bir Dönem Yoktur. Geliştirdiği Kimlik Duygusu: “Ben Ürettiğim Şeyim” Bundan önceki “Genç Yetişkinlik Dönemi” İş ve Eş bulma, ev geçindirmeyi öğrenme dönemidir. Bu dönem ise “Yetişkinlik” dönemini ifade eder. Bu dönemde bir İş sahibi olamayan ya da Evlenmemiş bireyler “Verimsiz” oldukları duygusuna kapılırlar. Verimlilik “Aşk” duygusunun geleceğe olan uzantısıdır. Yakınlık ve Aşk duyguları aşıklar arasında ve eşitler arasında meydana gelir ve karşılıklılığı var sayar. Eğer siz birini seviyorsanız o da sizi severse amacınıza ulaşmış olursunuz. Ancak Verimlilik duygusu (yani Aşk’ın bu dönemdeki karşılığı), bir önceki dönemdeki karşılığı olan “Yakınlık”ın beklediği gibi bir “Karşılık Beklentisi” içinde değildir. Mesela, eşinize karşı olan “Verimlilik” duygunuza karşılık bekleyebilirsiniz ancak “Çocuğunuza” ya da “Öğrencilerinize” veya bir memursanız “Kamu”ya karşı bir beklentiniz olamaz. Aşırı uçlarından birisi “Aşırı Yayılma”dır. Kişi kendisine zaman ayıramaz. Öbür uçta ise “Reddedicilik” vardır. Kişi çok az verimlidir. Topluma katkıda bulunmaya çalışmaz. Denge durumu ise “Bakım” veya “Özen” olarak adlandırılır. Kişi başkasına özen gösterdiği ve ona baktığı zaman dengeye ulaşmış demektir. Bu dönemde Orta Yaş Krizi yaşanmaktadır. Kişi hayatında iki kere “Kesinlikle” bencilliğe yönelir. İlki doğumdan sonraki dönemdeki “Yeni Doğan Ben Merkezciliği”dir. İkincisi “Ergen Ben Merkezciliği”dir. Üçüncüsü herkeste görülmemekle birlikte orta yaş krizi ile ortaya çıkan “Ben Kim İçin Çalışıyorum” sorusunun sorulduğu durumda yaşanır. Çoğunlukla erkeklerde görülür. Eşlerinden ayrılırlar, işlerini bırakırlar, genç gibi davranırlar ve gençlerin gittikleri yerlere giderler. Ancak yanlış şeyleri aradıkları için aradıklarını bulamazlar. 8- Benlik Bütünlüğüne Karşı Umutsuzluk 60/65 + Yaşlar Freud’un Psikanalitik Kuramında Buna Karşılık Bir Dönem Yoktur. Geliştirdiği Kimlik Duygusu: “Ben Geride Bırakabildiklerimim” Kişi “Yetişkinlik Dönemi”nin ardından emekli olur. Yaşlılıkla birlikte hayatını gözden geçirmeye başlar. “Şimdiye Kadar Yaşadığım Hayatı İyi Yaşayabildim mi?” sorusunu sorar. Eğer yaşamının “Yaşanmaya Değer Bir Biçimde Yaşadığını” düşünürse, İyi ve Kötü yanlarını geçmişini kabullenebilirse “Benlik Bütünlüğüne” ulaşır ve ölümden korkmaz. Eğer pişmanlıklar ve esef dolu bir hayat yaşamışsa, mutsuzluğun, umutsuzluğun ve ezikliğin hakim olduğu bir hayat yaşamışsa, kişi ölümden korkmaya başlar. Çünkü artık geri dönüp düzeltme imkanı yoktur. Bu döneme “olumsuzluklarla” giren birey “Öteki Dünya” inancına sarılır. Bir din mensubiyetine girer ya da içinde bulunduğu dine daha çok bağlanır. Dönemi “Başarılı” olarak karşılayan bireyler ise “Benlik Bütünlüğü”nü sağladığı için herhangi bir değişime ihtiyaç duymazlar ve eşin ölümüne alışma aşamasına geçerler. Dönemin sonunda huzurlu bir şekilde hayata veda ederler. Aşırı ucu ise “Benlik Bütünlüğünü Varsaymak”tır. Kişi Benlik Bütünlüğünü sağlayamadığı halde, bu bütünlüğü sağladığını iddia eder, oysa ki ölüm korkusunu yaşamaktadır. Diğer bir uç nokta ise kişinin kendisini küçük görmesi durumudur. Bu dönemde Denge durumunda “Erdem” kazanılır. Ölüme korkusuzca yaklaşabilir ve ölümü kabullenebilir. Erdemli olmanın en önemli yansıması çocuklara olmaktadır. Çünkü “Ölüm korkusunu yenmiş” yani bütün yaşamını, diğer tüm “Gelişim Süreçlerini” ve “Gelişim Dönemlerini” BAŞARI İLE tamamlamış olan Erdemli insanlar, yine kendisi gibi yetişecek olan çocuklar yetiştirebilmektedir. Yani kendisi gibi Erdem’li, ölümden ve yaşamaktan korkmayan bireyler yetiştirebilmektedir. Herkesin Okumasını Tavsiye Ederim... Umarım Yazının Tamamı Okunur ve Yararlı Olur… Tengeriin Boşig...
  13. Teşekkür ederim Sayın BrainSlapper... Sevgili la_bohéme, hatamı belirttim zaten üstüne durmanız gerekmiyor yani Neyse, "İnanmayanlar Olarak Soru Sormanızdaki Haklılık" bir yana, ben her zaman herkesin soru sorabilmesi taraftarıyımdır. Ve herkes, soracağı sorularda haklıdır. Kur'an-ı bir bulmaca kitabı olarak görmüyorum... Anlaşılması için öyle uzun uzadıya külliyatlar okumak ya da eğitimin almak ta gerekmiyor bence... Herkes okur Kur'an-ı ve bişeyler anlar doğru ya da yanlış... Ve ne anladıysanız, o da sizi ilgillendirir çünkü inançtan bahsediyoruz... Ha "Kur'an-ın Tümünü Savunak" meselesine gelince... Denmiş ya "Niçin Tümünü savunmuyorsunuz?" diye... Benim açımdan şu temel ilkeler var: -Kur'an-ın ortaya çıktığı döneme ait Toplumsal Normları ve -Kur'an-ın İnanç özellikleri... Bugün, 1400yıl öncesinin yaşantısını gerçekleştirin, Kur'an-ın o güne ait o normlarını da savunurum. Ancak bugün için o tavsiyelerin uygulanabilmesi için gerekli ve uygun bir ortam yoktur... Çünkü çağ 1400 yıl kadar ilerlemiştir... Yani köprünün altından çok sular akmıştır. Bunu çok yazdım ben ama kimse görmedi ya da görmezden geldi... İslam Alimleri!!! beni nasıl nitelerlerdi bilmiyorum ancak şunu biliyorum; insanlık artık "El Kesme" "Recm" ya da "4 Eşle Evlenmek" gibi bir yapıyı aşalı çok olmuştur, her ne kadar bazı ülkelerde ne yazık ki uygulamalarına rastlasakta... Hatta Hz. Muhammed vefat ettikten 30yıl sonra Emevi Hanedanı bunun öncüsü olmuştur ama bugün hayret ki, Vahhabiler hala onların uygulanması taraftarı olabiliyorlar... Ama bu o yasaları reddetiğim anlamına gelmiyor. Ortaya çıktığı dönem için uygun olduklarını düşünüyorum... Bu reddetmek değildir. Yerini bilmektir bana göre. Eleştiren arkadaşların şunu yapmasını rica edeceğim: Bugün o kuralların uygulanabileceği şekle gerisini geriye götürsünler dünyayı, yani 1400 yıl öncesinin yaşamını aynılığıyla ve aynı bilişsel düzey ile canlandırsınlar ve ondan sonra bana desinler ki; "ahanda bu yanlış ya da bu doğru"... "Ortaya Çıktığı Döneme Göre" ele almak diye bir kural vardır tarihte ve "İslam Tarihi"de bu açıdan ele alınmalıdır. O yüzden kimse merak etmesin, Kur'an-ın işime gelen kısmını kabul edip, işime gelen kısmını reddediyor değilim... İnanç Özellikleri bakımından ise söyleyeceğim pek bir şey yok zaten... Çünkü "Tanrı Tektir"... Bence oldukça kalıcı ve evrensel bir tanım... Ben öyle olduğuna inandığım sürece de Tanrı hakkaten de Tek'tir... Siz inanmıyorsanız eğer, yoktur... Var olduğunu ne yaparsam yapayım anlatabilir miyim size? Ya da şimdiye kadar anlatabilen çıkmış mı? Çıkmışta bir tek benim mi haberim yok? Ha vardıysa eğer, size mi ispatlayamadı? Her zaman söylüyorum; Tanrı'nın varlığına ya da yokluğuna olan inanç, kişinin kendisine aittir. Sizde bana "Yok" olduğunu kesinlikle ispatlayamazsınız Sevgili la_bohéme... "Madde Var" demekten öteye gidemezsiniz, Tanrı'nın yokluğunu ispat etmek için... Ki Madde'nin varlığına sizden çok çok daha fazla itimad ettiğimi düşünüyorum(artık bu nasıl oluyor bilmiyorum ama... )... Başka bir yazıda da belirtmiştim; Maddenin varlığından bir an bile şüphe etmek, benim inandığım ya da anlamlı kıldığım tüm herşeyi bir anda alt üst eder, anlamsız olurum... Bakınız, "Körü Körüne Savunma" dediğimiz şey şöyle oluyor; Karşınızdaki sorgulama yetisinden yoksundur, At gözlüğü takmıştır, Ve siz tüm haksızlığını onu yıldıracak yani savunamaz hale getirecek derece de ispat etmişsinizdir... Ancak o ne hikmetse hala bir adım bile yol alamamıştır... Böyle bir kimse gördüğünüzde forumda, o dediğiniz adlandırmaya uygundur... Diğeri "Tanrı'nın Kaplte Hissedilmesi" olayıdır. Bunu tartıştık... Bakın kalp bir duyu organı değil, Yani duygular elbette beyinde gerçekleşiyor... Ancak Tanrı'nın hissedildiği yer timsal olarak "Kalp" nitelenmiş... Yani Vicdan vs vs vs... Ve herzaman söylüyorum, bir kimsenin size Tanrı'yı anlatmaya çalışması elbette sizi tatmin etmez, Çünkü anlatamaz... Gözle görünür bir şey değil ki? Elle tutulur da değil... Ve Tanrı'nın varlığını ispatlayacak bir "Bilimsel Veri" ya da "Araştırma"da yok henüz ve yapılamayacakta... Bir iletimde daha söylemiştim bunu: Eğer Tanrı "Bilim" ile ispat ediliyor olsaydı, Ateistlerin inanması gerekirdi herkesten önce... Kısaca; "Savunma" dediğiniz olay 5 duyu ile olur, tamam... Buna karşıt bir görüş sunmadım zaten... Ancak atladığın bir nokta var Eğer yukarıdaki cevabın bana ise, Unutmamalısın ki: "BEN TANRI'NIN VARLIĞINI KİMSEYE İSPATLAMA ÇABASINA GİRMEDİM VE GİRMEMDE" Yani bu açıdan senin cevabında benim iletim ile pek ilgili ve alakalı olmamış sanırım... Valla, diğerlerini bilemem ancak ben hiç bir eylemime Allah'ı karıştırmadığımdan eminim. Bu sorgulamalarımda da böyle, Hayata bakışımda da böyle... Allah'a karşı korkum (ya da aslen bana göre sevgim) Kendisi ile benim aramda... Kimseyi etkileyeceğini de düşünmüyorum, Kimsenin etkileneceğini de düşünmüyorum... Saygılarımla...
  14. Sayın BrainSlapper, Ben ortamı germek ya da "İnatla Yanlış Bir Anlama Sokmak" amacıyla yazmadım alıntıladığınız yazımı... Şimdiye kadar hangi düşüncede olursa olsun, kimseyi kırmak niyetinde de olmadım ve herhangi bir olumsuzlukla itham etmek te istemedim... Ancak Sayın Muki'nin yazısından ilk bakışta o anlamı çıkardım, ki diğer arkadaşlar da sanırım pek farklı bir anlam çıkarmamışlar. Ha bu beni haklı yapar mı? Yapmaz tabii ki... Ben kimseye "Doğru Anlatım Nasıl Yapılır" dersi verecek haddi kendimde bulmuyorum, kaldı ki Sayın Muki benden çok daha iyi de biliyor olabilir. Eğer sizin yukarıda açık ve net bir şekilde ayrıntıladığınız anlamda sormuş ise (ki öyle görünüyor), o zaman her halükarda haklısınız ve haddimi aştığım için gerçekten özür dilerim. Ve tekrar söylüyorum, ben o anlamda anladım ve şu an farkına vardım; yanlış anlamışımi umarım kusuruma bakmaz, insanlık hali... Özürümü kabul edecek yetkili mercii kim bilemiyorum ancak durumum budur... Evet, düşünmekten korkmam... Lakin söylediğim gibi; en azından yanlış anladığımı kabul edebilecek kadar da olsa düşünebiliyorum... Neyse, hatırlarsanız "İmla" konusunda da, gerekirse özelden devam etmemiz tavsiyenizde uzatmaya gerek duymamıştım, çünkü orada da haklılığınız ortadaydı. Burada da uzatmaya gerek yok... Ancak şunun bilinmesini istiyorum; yazdığım yazıyı bir art niyet güderek, kasıtlı olarak yanlış bir anlama sokmak gayretiyle ya da Sayın Muki'nin olumsuz olduğunu itham etmek amacıyla yazmadım. İlk bakışta o anlamı çıkardığım için yazdım. Art niyetimin olmadığının bilinmesi beni sevindirirdi... Saygılarımla...
  15. Ülkü Ocaklarına nasıl bakıyorummm... Hımmm... Oradan çıkan insanların çoğunluğunun; sevgilisinin 5 adım arkasından yürümesini tercih eden kimseler olduklarını gördüğümde ve saçım uzun diye beni "Sorgusuz Sulasiz" (ki saçımın uzunluğunun neyini sorgulyacak ya da hesabını soracaklarsa) dövmeye yeltendiklerine "Bizzat" şahit olduğumda ve bunu yaşadığımda; nasıl bakmam gerektiğinin ya da nasıl baktığımın önemli olduğundan ziyade, "Ne Olduklarını"n farkına vardığımı düşünüyorum... Kesinlikle: Demokrasiden, İnsan Haklarından, Özgürlükten, Türklükten ve Milliyetçilikten, Tarih Bilgisinden, Kültürden ve Türk Kültüründen nasibini almamış ve ocaklarda "Tekbir" getirmekten başka ve fazla bir şey yapamamış insan topluluğu olduklarını düşünüyorum... Belki birazz kırıcı bir tespitte bulundum ancak ben yaşadıklarım ve gördüklerim doğrultusunda bunları düşünüyorum... Saygılarımla...
  16. :D Bugün bu açıdan çok farklısınız Sayın Haksöz/Katakuta... Saygı duyarım... Saygılarımla...
  17. Ben insanların "İnançlarını" başkalarına "Kabullendirme" çabalarına oldum olası karşıyımdır... Lakin anlamadığım şey Sayın Muki; insan inandığı şeyi aynı zamanda "Savunmamalı mı?" da... Yani sorunuzun mantıksızlığı şuradan kaynaklanıyor: İnançlılar, inandığı şeyleri savunmakta yerden göğe kadar haklılar, İnanmayanlar, niçin inanmadıklarını açıklamakta ve bunu dile getirmekte son derece haklılar... Peki sizi rahatsız eden ne? Kendi inancını ve inandığı değerleri dile getiren insanların varlığı mı? Eğer bu varlık sizi rahatsı ediyorsa "Demokrasi" ve İnanç/Vicdan Özgürlüğü"nün anlamı nedir? Ben her zaman şöyle bir iddia da bulunmuşumdur: Bugün (ve geçmişte) "Din" adını kullanarak yani "Dindar" lafzı ile başa gelen insanlar, hep "Dinsizliğe Karşı" anti-demokratik uygulamalar yapmışlardır. Bu sabittir... Ve İnançsız insanlar bunları hep eleştirmiş, yadsımış ve bunun nedenini "Din" olarak göstermişlerdir... Aynı şekilde; Bugün "Özgürlük" adını kullanarak yani "Demokrat" lafzı ile başa gelen insanlar, "İnançlara Karşı" anti-demokratik uygulamalar yapmaktan kendilerini alamayacaklardır. Bu da sabittir... Ve inançlı insanlar da bu sefer bunları eleştirip, yadsıyıp, bunun nedenini "Demokrasi" olarak göstereceklerdir. Tıpkı Stalin'in ve Lenin'in "Komünizm" adlarını kullanarak Rus Toplumunu, Komünizm Öncesi Rus Toplumu"ndan devşirmek ve değiştirmek amacı ile uygulamalara ve toplumsal Ahlakı yadsımaya girişip, bugün bir çok insanca ve yanlış olarak "Komünizm Ahlaksızlıktır" olarak adlandırılmasına neden oldukları gibi. Kısacası Sayın Muki, insanların neyi niçin savunduklarının yargısını yapmak son derece geride kalmış bir fikirdir. Ve olgun ya da yetişmiş bir insanın söyleyemeyeceği ve sizinde bir anlık sinirinize ya da öfkenize kapılıp yaptığınız bir itham olarak ele alıyorum ve bu konunun tartışılmasının mantıksız olduğunu düşünüyorum... Dediğiniz ve Kur'an-da da açıkça belirtildiği gibi: Kur'an-da herşey apaçık yazmaktadır. Siz açar bir şeyler görürsünüz, başkası açar bir şeyler görür. Siz niçin inanmadığınızı anlatırsınız, diğeri niçin inandığını anlatır... Ama siz: "Niçin inandığın şeyi anlatıyorsun be adam?!" diyemezsiniz... Kimse de size: "Sen niçin inanmadığını niye anlatıyorsun be adam?!" diyemez... Ve şu var, yazdığınız bu iletiye gerçekten katılıyorsanız eğer; sizin artık bu forumda tek bir fikir dahi yazmamanız gereklidir. Zira Kur'an (eğer öyleyse) kendi içinde çelişiyorsa, bunu herkes görebilir değil mi? Mantıksızlıkları varsa bunu herkes görebilir? Peki siz niye hala, Kur'an-ın bu yanlışlılığı ortada ve apaçık dururken hala bişeyleri yazma çabasına ve insanlara anlatma çabasına giriyorsunuz? Kendinizle yaşadığınız diğer bir çelişki de bu olmuyor mu? Siz ne için anlatıyorsanız Kur'an-ın "Yanlış!"lığını, İnançlılar da o yüzden (doğru olduğuna inandıkları için) anlatıyor ve savunuyor... İşinizi kolaylaştırayım ve ben söyleyeyim size: Din, Vicdan ve Fikir Özgürlüğünden Dolayı... Biliyorsunuz, Evrensel İnsan Hakları Beyannamesinin ve Anayasamızın Bir Maddesidir. Umarım hatanızın farkına varmışsınızdır. Ve tavsiyemdir; yazdığınız ve yazacağınız iletilerle, öncelikle kendinizin ve eylemlerinizin çelişmemesine dikkat ediniz, zira daha inandırıcı olursunuz. Bu bir forumdaş tavsiyesidir. Ve; isterdim ki Sayın Muki, fikirlerini paylaşmayı bilen bir birey olarak böyle bir sorunun mantıksızlığının da farkına varın. Ve inatla, sizin bu soruyu kasten sormadığınıza inanmak istiyorum... Çünkü; kibire dayanarak "İnançlı/İnançsız" Ayrımı yapan herkese en baştan uyuz olurum ve bu ayrımın yapılmasında nefret ederim. Saygılarımla...
  18. KİŞİLİK GELİŞİMİ Kişilik: Bireyin belli uyaranlara karşı geliştirdiği düzenli ve sürekli davranış örüntüleridir. Bireyi başkalarından ayıran, doğuştan getirilen ve sonradan kazanılan özellikler bütünüdür. Kişilik insan davranışlarının tüm yönlerini kapsar. Kişilik Kavramları: Benlik: Bireyin kendi kimliğidir. Bireyin gelişimsel özellikleri çerçevesinde kendisini algılaması ve değerlendirmesidir. Direyin kendisine ilişkin algılarıdır. Özgüven: Bireyin kendisine olan güveni ve inancı, kendisi ile ilgili olumlu yargılarıdır. Kendisini, durumunu ve koşulları kontrol edebilmesi, kendisi ile barışık olmasıdır. Benlik Saygısı/Öz Saygı: Bireyin gelişim özelliklerine değer vermesidir. Kapasitesini bilmesi, performansını bilinçli kullanması, kendisini sevmesi ve duygularını tanıyıp kabullenmesi, Fiziksel özelliklerini benimsemesi, hedefler belirlemesi, çaba göstermesi ve risk alabilmesidir. Kişilik Gelişimi’nin en önemli iki kuramı: Sigmund Freud’un “Psiko-Analitik Gelişim Kuramı” ile Erik Erikson’un “Psiko-Sosyal Gelişim Kuramı”dır. Sigmund Freud, “Psiko-Analitik/Psikanalitik Gelişim Kuramı”nı ortaya koyduktan sonra, Erik Ericson bu kuramın “Sosyal Çevreye göre Gelişimi” içermediğini belirterek, bu kurama paralel olarak “Psiko-Sosyal Gelişim Kuramı”nı ortaya atmıştır. Günümüzde dahi en önemli iki “Kişilik Kuramı” olarak yer edinen kuramlardır. Burada öncelikle Sigmund Freud’un Kuramını ele alacağım ve diğer bir başka konuda Erik Ericson’un görüşlerini ve sonra da bu iki kuram’ın kısa karşılaştırılmasını yapacağım. S. FREUD VE PSİKO-ANALİTİK GELİŞİM KURAMI (Psikanaliz) Freud’un Kuramının temelinde iki kavram yatmaktadır: “Bilinç Sınıflandırması” ve “Kişilik Yapısı” --- 1- Bilinç Sınıflandırması (Topografik Kişilik Kuramı) İnsanın Bilinçlilik Durumu 3 bölümden oluşmaktadır: Bilinç: Farkında olduğumuz yaşantıların bulunduğu yerdir. Bilinç Altı: Bilincinde olmadığımız ancak biraz düşününce bilince çıkarabileceğimiz yaşantıların bulunduğu yerdir. Bilinç Dışı: Bilincin dışında olan ve özel bir takım tekniklerle bilince çıkarılabilen yaşantıların bulunduğu yerdir. Kişiliğin büyük bir bölümü burada oluşur. Psikanaliz, kişinin bilinç dışındaki sorunları ortaya çıkararak çözümlemeye çalışır. 2- Kişilik Yapısı Kişilik 3 bölümden oluşmaktadır, bunlar devamlı birbirleriyle etkileşime girerek davranışları etkilerler. İd (alt Benlik): Kişiliğin en temel taşıdır. Doğuştan getirilir ve ruhsal (bu, inançlardaki Ruh kavramı değildir) enerjinin kaynağıdır. İnsanın en temel iki davranışından oluşmaktadır: Libido (Cinsellik) ve Saldırganlık. Ruhsal enerji “İçgüdüsel” olarak ortaya çıkar ve tatmin edilmek ister. İd, temel biyolojik ihtiyaçlardan kaynaklanır: Cinsellik, açlık, acıdan kaçınma, hazza yönelme… İd, toplumsal kuralları hiçe sayar ve tek amacı kendisini tatmin etmektir. Bireyin “Sınır Tanımaz” isteklerini kapsar. Ego: Kişiliğin “Gerçeklik” ilkesine göre hareket eder. İd “İlkel”liğe dönük iken “Ego” daha bilinçli bir yapıdadır. “Gerçekler” ile “İd’in Bencil İstekleri” arasında bir arabulucu görevi üstlenir. Kişiliğin karar organı olarak adlandırılabilir. Az sonra belirteceğim Süper Ego ile İd arasındaki bir “Yürütme” ya da “Uzlaştırıcı” vazifesi görür. Bu nedenle iki göreni vardır. -İd’in İçgüdüsel ihtiyaçlarını karşılamak. -Birey üzerindeki Süper Ego beklentilerine cevap vermek. Süper Ego: Bireyin çevresinden ve içinde yaşadığı tolumdan öğrenmiş olduğu “Toplumsal Kurallar”ı ve “Ahlak Kuralları”nı kapsar. Üç önemli görevi vardır: -İd’in kabul edilemeyecek isteklerini bastırmak, -Ego’yu “Törel” amaçlara yöneltmek, -Kusursuz olmaya çabalamak. Freud’a göre insan: Saldırgan ve Cinsel Dürtülerini denetim altına alması gereken olumsuz ve yıkıcı bir varlıktır. Toplumun baskıları olmayıp, insan Saldırganlık ve Cinsellik enerjilerini rahatça boşaltabilselerdi, Psikolojik rahatsızlıklar olamazdı. Freud, kuramında “Toplumun” ve “Kültürün” Kişilik Gelişimi’ndeki etkisini göz önünde bulunmadığı için eleştirilmiştir. * Freud’a göre kişiliğin oluşumunda 0-6 yaşları önemli ve belirleyicidir. Ego, İd’in isteklerini Süper Ego’nun onayından geçirerek dış dünyadaki nesnelerle doyurmaya çalışır. Bazen İd’in istekleri “Süper Ego” tarafında onaylanmaz ve istekler dış dünyadan karşılık bulmaz. Bu gibi durumlarda Ego “Savunma Mekanizmaları” oluşturur: Bastırma, Yansıtma, Yön Değiştirme, Neden Bulma, Yüceltme, Mantığa bürüme… “Savunma Mekanizmaları” ayrıca ele alınması gereken bir konu olduğu için, ayrı bir konuda yeniden ele alınacaktır. PSİKOSEKSÜEL GELİŞİM DÖNEMLERİ ORAL DÖNEM (0-1 Yaşları) *En önemli organ ve Haz/Zevk kaynağı “Ağız”dır. Dönem adını buradan alır zaten. Bebeğin bu dönemde bakılması ve emzirilmesi çok önem taşır. *Bebeğin memeden erken kesilmesi veya aşırı emzirilmesi; Güvensizlik, Bağımlılık ve Karmaşık Duygusal Yapıya yol açar. İleri yaşlarda görülen: Sigara-İçki bağımlılığı, aşırı yemek yeme, tırnak yeme gibi alışkanlıklar, bu dönemin sorunlu olarak yaşanmasından kaynaklanmaktadır. *Dönemde geçirilen “Olumlu” veya “Olumsuz” yaşantılar kişilikte çok önemli yer tutar. Olumlu Yaşantılar: Güven, Umut duygularını ve başka bireylere verme-alma özelliklerini geliştirir. Olumsuz Yaşantılar: Aşırı Ağızcılık (oburluk, sigara alışkanlığı, ağızla cinsel tatmin), aşırı iyimserlik veya aşırı kötümserlik gibi saplantılı davranışları ortaya çıkarır. ANAL DÖNEM (1-3 yaşları) *Dönemde Dışkılamanın olduğu organ önemlidir ve haz kaynağıdır. Çünkü çocuk artık gelişen anal kasları ile dışkısını “Tutma” ve “Bırakma” alışkanlıklarını kazanır. Kavramlara dikkat edilirse “İnatçılık” kavramı olduğuna dikkat edilir. Çocuk ya tamamen tutar ya da tamamen bırakır. Çocuk bu dönemde kendisini ve çevreyi kontrol etmeyi öğrenir. *Katı ve Baskıcı tuvalet eğitimi, kişilikte; yıkıcılık, kızgınlık, dağınıklık gibi sonuçlara yol açar. *Dönemi Olumlu geçiren bireylerde; Kendini kontrol etme, uyumlu ilişkiler sürdürme, özgürce seçim yapma ve karar verme özerkliğini sürdürme, çabalarda bulunma, yeni denemelere girişme ve işbirlikçi olma özellikleri gelişir. *Tuvalet eğitimi iyi olanlar; yaratıcı, üretken ve aktif olurlar. *Şu Kişilik Özellikleri, bu dönemin bakım koşullarına göre ortaya çıkar: İnatçılık, Dar/Katı görüşlülük, Dik kafalılık, Cimrilik, Aşırı düzenlilik ya da düzensizlik, aşırı titizlilik, Bağnazlık, Eli açıklık, Özerklik, Uyum, Saldırganlık, Başkaldırma, Kararsızlık vs… FALLİK DÖNEM (3-7 yaşları) *”Fallus” erkek cinsel organı anlamına gelir ve bu dönem adını buradan alır. Dönemin en önemli haz kaynağı “Cinsel Organ”dır. *Çocuk karşı cinsteki “Anne-Baba”ya yakınlık ve ilgi duyar. Anne-Baba’ya duyulan; kıskançlık, sevgi, düşmanlık gibi duygular kişiliği etkiler. Çocuğun soruları (özellikle cinsel) bu dönemde sıklaşmaktadır. Dönem ile ilgili en önemli kavramlar şunlardır: Oedipus Karmaşası: Erkek çocuk annesine, kız çocuk ise babasına yakınlık duyar. Bu durumun Anne ya da Baba tarafında hoş karşılanmayacağını ve cezalandırılacağını düşünür. Erkek çocuk annesine duyduğu sevgiden dolayı babasını kıskanır ancak aynı zamanda babasını da örnek alır ve babasına hayranlık duyar. Kız çocuklarda aynısını anneye karşı yaşarlar (buna Elektra Karmaşası denir). Çocukların ebeveynlerine karşı duydukları bu hisler uygun bir şekilde atlatılmazsa eğer ileriki dönemlerde “Psikopatolojik” durumlar ortaya çıkmaktadır. *Dönemin Olumlu Yaşantıları: Amaçlı olma, etkinlikler başlatma ve sağlıklı cinsel yaşam özelliklerini geliştirir. *Dönemin Olumsuz Yaşantıları: Çocuklar ileriki yaşlarında Anne-Babadan ya hiç kopamazlar ya da tamamen kopmak isterler. Eş seçiminde zorlanırlar, girişimlere karşı aşırı suçluluk duyulur, eş ve çevre ile anlaşamaz, cinsel ilişkiden korkar veya cinsel soğukluk yaşar ya da cinsel ilgiden dolayı cinsel sapıklıklara yönelir, karşı cinse ya da hemcinsine karşı tutum geliştirebilir, cinselliği fazla önemser. LETANT (Gizil) DÖNEM (7-11 yaşları) *”Latent” Gizil veya Örtülü demektir. Bu dönemde, bir önceki dönemin haz kaynağına ilişkin duygularda “Durgunluk” vardır. Çocuk “Cinsel” konulardan hoşlanmaz ve kendisini oyuna verir. Ergenlik öncesi durgunluk, geçiş veya bekleyiş dönemidir. Arkadaşları, öğretmenleri ve diğer iletişim biçimleri önemli yer tutar. Birey bu döneminde, doğal olarak karşı cinsi “Düşman” ilan eder. Kendi hemcinsleriyle guruplaşır. Karşı Cins ile olan olumsuzluklar kalıcı iz bırakabilir. Bu dönemin en önemli hassasiyeti: Anne-Baba cesaret verir, Öğretmen korur, Akranlar ise kabul ederler. Bu dönemin Olumsuz Yaşantıları, diğer dönemlerdeki gibi “Aşırılık”ları doğurur. Çok çalışkan olmaktan kaynaklanan “Kısıtlı Erdem” durumu ortaya çıkar. Diğer bir aşırı ucu ise “Tembellik”tir. GENİTAL DÖNEM (11-18 yaşları) *Bireyin “Ergenlik” dönemidir. “Üreme” ile ilgili değişimlerin “Psikolojik Gelişimi” etkilediğini düşünen Freud, bu yüzden bu adı vermiştir. Cinsel Organların gelişimi artık “Üremeye” doğru gelişir. Freud, bireyin kişiliğinin büyük ölçüde zaten tamamlanmış olduğunu düşündüğü için, bu dönem üzerinde fazla durmamıştır. Cinsel olgunluk gelişir ve karşı cins ile ilişkiler kurulur. Freud’un Kuramı ile ilgili en önemli nokta; “Bilinç” ve “Kişilik”tir. Geçmişte, ilgili dönemlerde edinilen yaşantılar, gelecekte bireyde kalıcı izli olabilmektedir. Burada önemli olan nokta şudur: Bireyin gelişimi, bulunduğu dönemdeki “Haz” kaynağının “Tatminine Göre” gelişmektedir. Mesela “Oral Dönem”de haz kaynağına “Ağız” demiştik, bu dönemde, diğer dönemleri ilgilendiren haz kaynaklarının tatminiyle ilgili bir sorun yaşanmaz. Bundan sonraki dönemde de Ağız’ın (emme, yutma) tatmini ile ilgili bir edinim ortaya çıkmaz. Çünkü ilgili dönem geride kalmıştır. Letant Dönem’de ise birey zaten “Cinselliği””Gizli” tutmaktadır. Karşı cinsi doğal olarak “Düşman” ilan etmekte ve kendi cinsinden arkadaşlar edinmekte ve aynı cinsten kimselerle arkadaş olmaktadır. Olumsuz yaşantılar, kadınlarda “Aşırı Feminen” davranışlara neden olabilmektedir. Her iki cinste de “Eş Cinsel” yaklaşımlar, bu dönemin istismar edilmesi ile ortaya çıkmaktadır. Daha sonraki dönemde ise Birey Cinsel olgunluğa yönelir yani “Üreme”ye dayalı bir gelişim gösterir. Eş seçimi gibi tercihler bu dönemin temel özelliğidir. Bu son “Genital Dönem”in en önemli özelliği “Kimlik Statü”lerinin kazanılmasıdır. Ancak bu konu üzerinde Erik Erikson durduğu için, onu anlatırken değinmek daha faydalı olacaktır.
  19. Ben "Ahlak"ı "Psikolojik" açıdan ele alıyordum ancak "Hukuki" açıdan ele almanız gerçekten çok faydalı oldu. Teşekkür ederim Sayın Cyrano...
  20. Tengeriin boşig şurada yorum gönderdi kralx'nın blog başlığı içinde sedatistan
    Daha iki-üç aylığım ama iyimişim be profil gösteriminde... Blog'da da bu hızla gidersem geçerim hepinizi alimallah, sınır tanımam billa... Ama la-bohéme seni geçebilir söyliim. Tabi bende onu geçicem... :devil:
  21. DİL GELİŞİMİ Dil, bir semboller dizisidir. Düşünce’de bu dilsel semboller yoluyla şekillenen zihinsel etkinliklerin ürünüdür. Kısaca Dil; düşünceyi yapılandırır ve dil ile Düşünce karşılıklı bir yapılanma ve etkileşim içersindedir. Dil Gelişiminin, Bilişsel Gelişime paralel olarak gelişmekte olduğu kabul edilir. Dil Gelişimi İle İlgili Yaklaşımlar: Davranışçı Yaklaşım: Bebekler, kendilerini istedikleri sonuca götüren sesleri tekrar ederek dili öğrenmektedirler ve dil gelişimi “Taklit” yolu ile olmaktadır. Pekiştirilen sesler öğrenilir, pekiştirilmeyen sesler ise söner. Sosyal Öğrenme Kuramı: Bebek için Anne-Babanın model olması, çocuğun onları taklit etmesi ve Anne-Baba’nın yönlendirmesi ile olur. Çocuk sosyalleşme sürecinde, Modelleri taklit eder. Biyolojik (Psiko-Linguistik) Yaklaşım: Dil Gelişimini biyolojik ve psikolojik temellere göre inceleyen bu yaklaşımın öncüleri: Chomsky, McNeill ve Lenneberg’dir. Bizim üzerinde duracağımız Kuram ve Kişi ise Chomsky’dir. N. Chomsky’e göre, insan beyninin belirli bölgeleri dilin kazanılmasında ve kullanılmasında görevlidir. İnsanlar doğuştan konuşma ve dili kullanma yeteneğine sahiptirler. Bu mekanizma doğuştan getirilir. Bu sayede çevrede kullanılan dil içselleştirilir, böylelikle anlama ve konuşma gerçekleşir. Çocuklardaki Kelime Sayısı-Kullanım Düzeyi: 1,5 yaşında => 100 kelime ort. 2 yaşında => 200-2500 kelime ort. 2,5 yaşında => 500 kelime ort. 3 yaşında => 900-1000 kelime ort. 4 yaşında => 1500 kelime ort. 5 yaşında => 2000-2200 kelime ort. 6 yaşında => 2500 kelime ort. İnsan, bir dili öğrenirken önce cümle yapısını kavrar ve sonra da bu cümle yapılarından farklı cümle yapılarına dönüştürme yaparak yeni cümleler üretir. Dili öğrenme, biyolojik bir olgunluğa eriştikten sonra mümkünü olmaktadır. Dil öğrenmede; önce isimler, sonra fiiller ve sonra da sıfatlar öğrenilir. Dil Gelişimini Etkileyen Faktörler: Cinsiyet: Kız çocukları erkeklere göre daha erken konuşur ve kelime hazneleri fazladır. Çevre: Televizyon, Bilgisayar gibi araçlar çocukların kelime dağarcığını geliştirir. Daha sosyal ortamlarda bulunan çocuklar, daha fazla öğrenme gösterirler. Aile: Ailenin Sosyo-Ekonomik ve Kültürel düzeyi de konuşmayı etkiler. Oyun: Çocuklar oyun aracılığı ile diğer bireylerle etkileşime girerek yeni sözcükler ve düzgün cümleler kurmayı öğrenirler. Yetişkin: Yetişkinler konuşmaları ile çocuklara “Model” olmaktadırlar. DİL GELİŞİMİNİN AŞAMALARI Agulama – Babıldama Evresi (0-6 aylar) Bebek çeşitli sesler çıkarır. İhtiyaçları içinse ağlar. Heceleme Evresi (6-12 aylar) Konuşma organları olgunlaşmıştır. Bebek heceleri çıkarmaya başlar: ba-ba, ma-ma… Tek sözcük Evresi (12-18 aylar) Konuşmada “Kritik Dönem”dir. İlk anlamlı sözcükler söylenmeye başlanır. Çocuk çevreyi keşfetmeye yönelmiştir ve tek sözcüklerle çok şey anlatılmaya çalışılır ve tek sözcüğe farklı anlamlar yüklenir. Buna “Morgem” denir. Örneğin: “köpek” dendiğinde “Köpek gidiyor” “Köpek geliyor” gibi anlamları vardır. Telgrafik Konuşma (18-24 aylar) Sözcüklerin birleştirilmesi dönemidir. Öğrenilen kelime sayısı artar. İki kelime peş peşe söylenerek anlamlı sözcükler oluşturulur: “Anne su” Baba geldi”. Bağlaç kullanımı yoktur. İlk Gramer Evresi (24-60 aylar) Cümleler ve Gramer kuralları hızla öğrenilir. Kelime haznesi genişler. Kurallı ve Grameri uygun cümleler oluşturulur. DİL GELŞİMİNDE FARKLI DÜZEYLER Fonem/Morfem Fonem, bir dildeki temel seslerdir. Örneğin “Söz” kelimesinin “S” harfi ile temsil edilen ilk ses bir “Fonem”dir. Fonemlerin anlamlı bir şekilde birleşip oluşturduğu yapı ise “Morfem”i oluşturur. Yani; “S” + “Ö” + “Z” fonemleri birleşip “Söz” Morfemini meydana getirmişlerdir. Morfem “Dil Bilim/Filoloji”de “Kök/Yapı” anlamına gelmektedir. Bebekler sesleri yan yana koyarak “Morfem” oluşturabilirler. Semantik/Anlam Bilgisi Çocuğun kelime ve cümleden anlam çıkarabilmesidir. Morgem/Tek Sözcük Konuşma Tek sözcükle birçok anlam üretilir. Çocuk tek bir sözcüğe bir çok ve değişik anlamlar yükleyebilir. “Araba” dediğinde; arabanın orada var olduğunu, geldiğini, gittiğini vs ifade edebilir. Telgrafik Konuşma Sözcükler arasında bağlaç kullanılmadan yapılan konuşmalardır. “Baba Gitti” “Anne Su” gibi tümceler kullanılır. Kavram Gelişimi/Öğrenme Duyu organları ile alınan bir bilgiyi ya da nesneyi zihinsel tasarımlara dönüştürme. Benzer özellik ya da nitelik taşıyan uyarıcılara dilsel sembolik karşılıklar verme. Aşırı Kurallaştırma Kurallar, ilişkili olan veya olmayan tüm diğer durumlara uygulama eğilimidir. Hastanede hemşirenin “Sus” işareti yapan resmini önemseyen çocuk, diğer tüm yerlerde de “Susma” eğilimine yönelir. Eksik Kurallaştırma Kuralları sadece öğrenilen örneklerle sınırlandırır. “Ahmet senin büyüğün, ona saygı duymalısın” denen bir çocuğun sadece Ahmet’e saygı duyması gibi. Alıcı Dil Yeni sözcük üretebilmek için bekleme eğilimidir. Bir oyuncağının adını öğrenen çocuk, diğer tüm oyuncaklarının da adını öğrenmek ister.
  22. Arkadaşlar, bende size teşekkür ederim... Öncelikle bence karıştırılan şey; "Müzik bir Amaç değil, bir Araçtır" Yani duygularınızı ifade etmenizin aracıdır. Burada son derece mantıksız görüşler sunan, Yani "ne olursa olsun abi, adamlar müzik yapıyor" diye mantıksız cümleler kuran arkadaşlar, İddia ediyorum ki "Müziğin" hele hele "Rock Müziğin", "R"sinden ve "M"sinden zerre kadar anlamıyorlardır. Çünkü, Müzik düşübcelerinizin, duygularınızın ifadesidir... O adamlar, emin olun ki "müzik" için yapmıyorlar yaptıkları şeyi... Hiç kimse, hiç bir sanatçı bu yüzden yapmıyor... Hepsi duygularını, düşüncelerini anlatmak ve kabullendirmek için yapıyorlar... Yani size ve önderinize (M.K. Atatürk'e) "Katil" diyen bir adam için: "Yav yok bee, adam müzik yapıyor görmüyo musun?" demek, diğer iletimde belirttiğim gibi mantık ötesi bir görüştür... Avunmaktır sadece... "Ne şiş yansın, ne kebap" demekten başka bişey değildir... Ve yine iddia ediyorum; Dinleyene saygım vardır, Ancak "yav ne olursa olsun, adamlar müzik yapıyor herşeyden önce" Diyebilen bir insan, melodisi ne kadar hoşuna gitse de, Parçalarını, vokallerini ya da falanını fistanını herşeyini en ince ayrıntısına kadar bilse de, Tüm albümlerini alıp, konserlerini kaçırmasa da, Yani istediği kadar bilse de; Müziğin "M"sinden zerre kadar anlamıyorlardır... Müzik; Duygu ve Düşüncelerin ifade şeklidir ve buna göre dinlenir... Teşekkürler _AngeL_Cara ve sEn EsTiKçE bEn TiTrErİm... Saygılarımla...
  23. Boşvermemiz gerekmiyor Sevgili la_bohéme... Sadece Kuram'dan neyi anladığınızı anlatmanız yeterli... İşte o zaman sonuca varabiliriz. Bak, her zaman söylüyorum: Gelişim "Süreklidir"... Gelişimin amacı "İlerlemektir". Bakın, yazdığım "Gelişim Kuramları", bir "Amaç"ı tanımlamıyor... İnsan psikolojisi üzerinde yapılan tüm tespitleri Dizge/Sistemleştiriyorlar sadece... Yani "Var Olanı" söylüyorlar. Bakın, "Gelişim" bir süreçtir ve siz "Aynı" yerde 10 yıl sonra sayacak olursanız, "Gelişmemişsiniz" demektir... Şu an "Ahlaki Gelişim" ve "Bilişsel/Zihinsel Gelişim" olarak tamda olmanız gereken seviyedesiniz. Hatta Bilişsel olarak (Zeka=Uyum, Jean Piaget) belki bulunmanız gereken seviyenin üstündesinizde... Ancak Ahlak Gelişimi olarak "Ergen Ahlakı"na sahipsiniz. Ve bu, şu anki durumunuza bakarak son derece normal. Olmanız gerektiği gibisiniz. Ancak Uygun/İdeal bir bireyin "Hangi Yaşlarda, Hangi Kabulleri" edindiği belirlidir. Ve bu kabulleri edinemezseniz eğer, yani yıl sonra da (size katıldığım noktalar dışında; kadın/erkek eşitliği dışında yani) hala aynı yapıya sahipseniz, "Gelişiminiz" yıl geride kalmış demektir. Ve "Gelişmek" sizin Bireysel olarak en önemli sorumluluğunuzdur. Bakın, gelişimin en büyük özelliği (ki bunları yazmam gerekirdi); "İçtan Dışa" "Özelden Genel" doğru olmasıdır. Ahlaki Gelişimde yada Bilişsel Gelişimde en önemli özelliklerden biri budur. Birey dünyayı tanımaya kendisinden başlar ve öncelikle yeni doğan; kendi bedenine uyum sağlar, dengelenir. Sonra yakın çevresini yani ailesini tanımaya başlar; bunlara uyum sağlar... Ergenlik döneminde/-, birey yine "Kendini Tanımaya" yönelir ve yine yeni doğan gibi kendisine dayalı bir dünya oluşturur. Genç Yetişkinlikte, kurduğu akran gurupları onun yakın çevresi olur ve buna göre ve birbirlerine göre bir gelişim sağlar. Yetişkinlikte ise İş ve yine akran guruplarına göre ve daha çok içinde bulunduğu yopluma göre bir gelişim sağlar. Yani Ahlaki yada Bilişsel Gelişim... Hangisi olursa olsun, Uygun/İdeal bir bireyin edinmesi gereken özellikler sorasıyla Mikro'dan Makro'ya doğru bir seyir izler ve gelişir. Diğer tüm kuramlarda ve Ahlak kuramında, hangi yaşlarda hangi edinimlerin kazanılacağı belirtilmiştir. Bunu siz; "Aman ben şu yaşlardayım, şu kazanımları sağlayayım" diye yapamazsınız zaten ve kimsede size bu kazanımları sağlayamaz. Siz bu kazanımları sadece ve sadece kendiniz sağlarsınız ve bu gelişiminizin bir parçasıdır. Şu an dediğim gibi, olmanız gereken düzeydesiniz, ancak bunun ileride bir gelişim göstermesi kaçınılmazdır, yani 10 yıl sonra bugünkü düşündüklerinizden daha "Toplumsal" düşüneceğinizi size garanti edebilirim, o güne kadar hala görüşüyor olmamız gerekmiyor... Ha eğer böyle bir gelişim göstermezseniz, emin olun ki Gelişiminiz yarıda kalmış demektir... Ve bakın, size şunu söylemeliyim; Ahlaki ve Bilişsel gelişimini tamamlamamış insanlar, yaşamlarının son demlerinde mutlaka ya bir dine inanırlar, ya da bir din mensubiyetine girerler... Çünkü eksikliklerinin farkına varırlar ve farkına vardıkları huzursuzluğu tatminetmek ve bu yüzden kaynaklanın "Ölüm Korkusu"nu yenmek için başka bir çareleri kalmaz. Yani tavsiyem; Kesinlikle ve kesinlikle "10 yıl sonra da böyle düşüneceğim" yargısına varmamalısınız. Gelişiminizi yarıda bırakmamalısınız. Ve gelişiminizi "İnat"a kurban etmemelisiniz... Aksi taktirde yaşamınızın ilerleyen kısmında "Kurban" kendiniz olursunuz. Ayrıca, bakın orada "Evrensel Ahlak"a sahip olan insanların "Ahlaki Kazanımları"nı verdim... Yani siz bir Ateist olarak, aslında benden daha çok savunmanız gerekir o kazanımları çünkü dinlerin sahip olmadığını söylediğiniz "Evrensel Ahlak"ı savunuyorsunuz öyle değil mi? Lakin sanırım burada "Evrensel Ahlak"ı savunan ben oldum... Ancak şu an sizin için normal ve gerekli olan düzeyde olduğunuz için savunduklarınız çok normaldir. Bunları şu an savunmanız sizin için uygun ve çok normal ancak 10 yıl sonrasında nasıl düşüneceğinize şimdiden karar vermeyin bence... Sevgilerimle...
  24. Sayın Aircon... Ben yada Arkadaşım profesyonel olduğumuzu iddia etmedik zaten... Öyle bir iddiamızda yok... Kimseyide küçümsemedik... Kendimizi üstünde görmedik... Ayrıca "Yeni" olduğumuzu ve hatta pek bişeybilmediğimizi söyledik... Sohbetimizde öyle pek ciddi bi üdzeyde değildi, sadece bildiğimiz kadarıyla bişeyler anlatıyorduk... Asıl mesele şu: Siz niye gaza gelip te böyle sert ve bayaa bir üstten bakan tarzda yazı yazdınız? Küçümsemeniz gerekmiyor... Saygılarımla...
  25. Hala söylemek istediğim pek anlamamışsın Sevgili la_bohéme...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.