Tengeriin boşig tarafından postalanan herşey
-
Memento/Akıl Defteri
Memento/Akıl Defteri Çok güzel Psikolojik bir film... ALINTIDIR AKIL DEFTERİ Orijinal İsmi: Memento Yönetmen: Christopher Nolan Yapımcı: Suzanne Todd, Jennifer Todd Senaryo: Christopher Nolan (Jonathan Nolan'ın öyküsünden yola çıkarak) Görüntü Yönetmeni: Wally Pfister Kurgu: Dody Dorn Müzik: David Julyan Yapım Tasarımı: Patti Podesta Oyuncular: Guy Pearce (Leonard Shelby), Carrie-Anne Moss (Natalie), Joe Pantoliano (Teddy), Mark Boone Junior (Burt), Stephen Tobolowsky (Sammy Jankis), Harriet Sansom Harris (Mrs. Jankis), Callum Keith Rennie (Dodd), Larry Holden (Jimmy Grantz), Jorja Fox (Leonard'ın karısı) Ülke: ABD Yapım Yılı: 2000 Süre: 113 dk. Dil: İngilizce Dağıtımcı: Umut Sanat Akıl Defteri, yaşadığı sarsıcı bir olay sonucu az görülen kısa dönem hafıza kaybı hastalığına yakalanan Leonard Shelby adlı bir kişinin karısının katilini bulma çabalarını anlatıyor. Leonard, kısa zaman dilimleri içerisinde hafıza kayıplarına uğruyor. On dakika önce ne yaptığını bir anda unutabiliyor. Kendi deyimiyle "yeni anılara sahip olamıyor". Çözüm yolu olarak, polaroid fotoğraf makinesiyle yaşadığı anları belgeliyor, kendine neler olduğunu hatırlatacak küçük notlar yazıyor, vücuduna dövmeler yaptırıyor. Filmin bir sahnesinde Leonard, karısına niye aynı kitabı defalarca okuduğunu soruyor ve kitap okumanın zevkinin sonunu bilmemekten kaynaklandığına inandığını söylüyor. Akıl Defteri, baş karakterinin bu teorisini çürüten bir film. Filmi tüm dünyadaki festivallerde ilgi odağı haline getiren özelliği, zamansal olarak geçmişe doğru ilerleyen kurgusu. Filmin, başlangıcı, son kadar merak edilir kılmaktaki başarısı görülmeye değer. Fakat film bu biçimsel farklılığa yaslanıp tematik yapıyı ve hikâye anlatmayı göz ardı etmiyor. Tam tersine, biçimsel özellikler anlatılan temaları destekler nitelikte ve filmin başarısı da buradan kaynaklanıyor. Aynı zamanda cinayet bulmacası, gizemli kadın karakter, kovalamaca sahnesi gibi tipik kara film öğelerini kullanan -fakat tüm bunları oldukça farklı bir atmosferde bize sunan- psikolojik bir gerilim filmi. Fakat bunlar bile Akıl Defteri'nin ayrıksılığını açıklamaya yetmiyor. Filmi İstanbul Film Festivali'nin son günü gördüm ve o günden beri aklımdan çıkmadı. Bu filmi diğer filmlerden ayıran, onu özel kılan neydi, diye düşündüm durdum uzun süre. Geçmişe doğru ilerleyen kurgusu muydu? Bu tür kurgu denemeleri ile daha önce de karşılaşmıştım. En sevdiğim temalardan biri olan hafızayı merkeze yerleştirip, dramatik yapıyı ona göre şekillendirmesi miydi? Blade Runner, Jacob's Ladder, Dark City gibi çok sevdiğim filmler ve Atom Egoyan'ın tüm filmleri bunu layıkıyla yapmıştı zaten. Akıl Defteri'ni benim gözümde ayrıksı kılan, onu tüm bu filmlerin yanında gönül rahatlığıyla anmamı sağlayan özelliği, ana karakter ile seyirci arasında kurmuş olduğu ilişki. Genelde, toplum normlarının dışında yer alan özelliklere sahip ana karakterleri olan filmler, seyirci ile o karakter arasına bir sınır çizer. Ana karakterin çoğunlukla zihinsel ya da bedensel bir yetersizliği vardır. Film kuramında ve eleştirilerde 'özdeşleşme' olarak geçen kavram aslında tam bir 'özdeşleşme' değildir. Onun başına gelenler ya da gelecek olanlar bizi heyecanlandırır fakat onun hissettiklerini hissedemeyiz. Ona hep dışarıdan bakarız. Özdeşleşme, 'kendimizi onun yerine koyma' boyutunda gerçekleşmez çünkü istesek de bunu yapamayız. O 'farklı'dır. Onu her zaman göz önünde tutmamızı sağlayan -fakat aynı zamanda onu bizden ayıran- şeffaf bir duvar vardır aramızda. "Koş Forrest! Koş!" diye bağırırız içimizden, Forrest'ın tüm zihinsel yetersizliğine rağmen diğer insanlar kadar başarılı olmasını isteriz. Konu hep budur zaten; ana karakter toplumun bir parçası olacak mıdır? Onu farklı kılan tüm özelliklerine rağmen toplumla uyum içerisinde yaşayabilecek midir? Akıl Defteri'nde ise bu sorular tek bir kez olsun aklımıza gelmiyor. Film, seyirci ile ana karakter arasındaki duvarı yıkıyor. Shelby'nin yetersizliği, bizi ondan ayıran bir öğe olarak sunulmuyor. Tam tersine onun bu durumuna mümkün olduğunca yakın hissetmemiz sağlanıyor. Bildiklerimiz ana karakterin bilgisi ile sınırlı tutuluyor. Geçmişe doğru ilerleyen kurgunun asıl işlevi bu: seyircinin bilgisini kısıtlamak, onu ana karakter ile bir tutmak. Nasıl Leonard her gün yeni bir dünyaya ve kimliğe uyanıyorsa, biz de her sahnede yeni bir gerçeklikte buluyoruz kendimizi. Onun elinde ne kadar ipucu (polaroid fotoğraflar, notlar, vs...) varsa bizim de o kadar var. Onunla birlikte parçaları birleştirmeye çalışıyoruz. Tıpkı onun gibi, her geçen sahne daha da 'kaybolmuş' hissediyoruz. Zaman ve mekân algımız bilinçli olarak azaltılıyor. Bu sayede 'gelecek' ya da 'geçmiş', bir merak öğesi olmaktan çıkıyor. Karakterin ne yapmış olduğu ya da ne yapacağından çok, şimdiki zaman içinde bulunduğu durum önem kazanıyor. Seyirciyi ana karakterin dünyasına hapsetmek için Christopher Nolan, dar açılı objektifler kullanmış ve yakın çekimlere ağırlık vermiş. Bu estetik seçimler sayesinde karakterin sıkışmışlığı seyirciye aktarılıyor. Dar açılı kamera neredeyse tüm film boyunca ana karakteri izliyor. Onun görüş alanı dışında kalan hiçbir şey gösterilmiyor bize. Örneğin filmin en etkileyici sahnelerinden birinde Carrie Ann Moss'un canlandırdığı karakter evin dışarısına çıkıyor, Leonard'ın konuşulanları unutmasını bekliyor ve eve geri dönüyor. Tüm bu süre içerisinde bize tek gösterilen Leonard'ın yani ana karakterin bakış açısı. Kamera (yani bir bakıma seyirci) onunla birlikte evin içinde bekliyor, dışarı çıkmıyor. Aynı formül tüm film boyunca uygulanmış. Akıl Defteri'nin sübjektif bir kamerası var: her odaya her binaya girmiyor, herhangi bir yerde gerçekleşen gizli konuşmaları göstermiyor, tüm film boyunca ana karakterin yanında kalıyor. Leonard'ın ilk kez karşılaştığı bir karakteri biz de ilk kez görüyoruz. O karakterler bize önceden tanıtılmıyor. Akıl Defteri, sadece diyaloglar ve iç sesler ile değil, anlatım biçimiyle de ana karakterin psikolojisini bize yansıtıyor. Mekân kurgusu ve mizansen de bu anlayışı destekliyor. Ana karakterin girip çıktığı yerleri biliyoruz: otel odası, bar, araba... Fakat hiçbir zaman bu mekânları tam anlamıyla tanıyamıyoruz. Mesela otel odası, bir yatak, bir telefon ve duvarda fotoğrafların asılı olduğu bir panodan ibaret aklımızda. Sadece dar açılı görüntüler ile aktarılıyor tüm bunlar, genel plan gösterilmiyor. Odanın şekli kafamızda canlanmıyor bir türlü. Parçaları hissedebiliyoruz ama bütünü algılayamıyoruz. Adam bir bara girdi, bir masaya oturdu, sonra garson kız ona bir bira getirdi. Adamın oturduğu masa barın neresindeydi? Garson kız hangi taraftan geldi? Bu nasıl bir bar? Bunları algılayamıyoruz. Leonard tümüyle hissedemiyor geçmiş anın gerçekliğini. Seyirciye de parçalanmış bir şekilde sunuluyor gerçeklik. Bir kitap, bir çalar saat, oyuncak bir ayı ve bir saç fırçası. Sadece parçalar var, bütüne erişemiyoruz hiçbir zaman. Hissediyoruz fakat dokunamıyoruz bu geçmişe. Şimdiki zaman, şimdiki zaman, şimdiki zaman... Film, bizi sonsuz bir şimdiki zamana hapsediyor. Geçmişten geriye kalan sadece küller. Her gün yüzlerce insanla yüz yüze geliyoruz, konuşuyoruz. Fakat bu insanları bir kez daha gördüğümüzde çoğunu ya hatırlamıyoruz ya da hatırlamıyormuş gibi yapıyoruz. Yaşama eylemi her geçen gün biraz daha gerçekliğini yitiriyor; günlük deneyimlerin yoğunluğu yaşadığımız her şeyi anlamsızlaştırıyor, geçmiş ve gelecek kavramları bulanıklaşıyor, yaşamak fiziksel bir refleks, bir koşullanma halini alıyor. Önemli şeyleri unutmamak için çoğu kez not alıyoruz, hangi gün ne yapacağımızı hatırlamak için ajanda kullanıyoruz, hissedilmeden yaşanan anlara anlam katmak için fotoğraf çekiyoruz, bize bir geçmişimiz olduğunu hatırlatacak şeyler kazıyoruz vücudumuza, dövme ya da piercing yapıyoruz; videoya çekiyoruz kendimizi, kaybedilmiş gerçekliği televizyon ekranında bulabilmek için. Yönetmenin de röportajlarda sık sık belirttiği gibi, Akıl Defteri, modern insanın bu durumuna ilişkin bir alegori. Filmin sonunda Leonard'ın dediği gibi aslında bizim ondan hiçbir farkımız yok. Akıl Defteri filminin en büyük başarısı, basit bir gerilim filmi olmaktan çok daha fazlasını yapıp, izleyeni ana karakterin dünyasının içine sokması ve onun gibi hissetmemize neden olarak bize kendi kendimize itiraf edemediğimiz yaramızı -yani ondan hiçbir farkımız olmadığını- hatırlatması. Filmden çıkıp geriye doğru baktığınızda ne bir mekânı tam olarak canlandırabiliyorsunuz aklınızda ne de bir yüzü. Filmi Leonard'ın geçmişini hatırladığı şekilde hatırlıyorsunuz sanki. Akıl Defteri, bir adamın belleğinin derinliklerinden polaroid fotoğraflar sunuyor. Her şey geçmiş ama her şey şimdiki zaman. Tıpkı şu an yaşamakta olduğumuz hayat gibi. Fırat Yücel
-
Beyin mi düşünüyor, Ruh mu?
Bakınız çok güzel bir örnek vardır bu konu ile ilgili ancak internette bulamadım ne yazık ki ve bulan olursa buraya alıntılamasını önemle rica edeceğim. Bu gerçektir ve hasta neredeyse bir kobay olarak kullanılmıştır bu sırada. Aslında durumu bir ilk olduğu için böyle olmuştur. Kişi bir kaza geçiriyor ve beyni hasar görüyor. Daha sonra beynin fonksiyonları ile ilgili olarak bu adamın sağ lobu ile sol lobunun bağıntılarını kesiyorlar. Nedenini hatırlamıyorum ancak bunu yapmışlardı. Daha sonra adamın sol gözüne televizyon ekranından bir komut veriyorlar, sağ gözüne de başka bir komut veriyorlar. Ve adamın yaptığı hareketler öyle ki Sağ Lob (beynin Sol lobunun hükmettiği yer), Sol lobun bedenin sağ tarafı ile yaptığı hareketin farkında değil. Yani mesela diyelim ki "Sol Lob" hangi görevle ilgili ile o görev ile ilgili bir komut veriliyor. Sağ lob'a da yine kendi yapabildiği görev ile ilgili bir komut veriliyor. Kısaca demek istediğim: Adam artık iki beyinli bir adam olarak yaşıyor... Sağ lob ile Sol lobun edindiği bilgileri birleştirip sentezleyemiyor yani düşünemiyor. Aralarında bir bağ kuramıyor, sinapslar oluşturamıyor. Bu haberi çok aradım ama bulamadım. Lakin bu deney ya da tedavi kesinlikle gerçektir. Rastlamıştım buna ve çok ilgimi çekmişti. Ayrıca insanın beyninin %100'ünü kullandığı ispatlanmıştır. Yani "Aynştayn beyninin %10'unu kullanıyormuş" gibi bir şey yoktur. İnsan beynini tümüyle kullanmaktadır. Düşünme gücü anladığım kadarıyla kurulan Sinaps Bağlarının kuvvetli bağlanıp bağlanamamasına bağlıdır. Sayın Cyrano'nun bu iletisi görünce aklıma geldi ve yine bir filmden örnek vereyim ve mutlaka izleyin bence: Akıl Defteri/Memento" diye bir film var. Adamın karısını öldürüyorlar ve adam her sabah uyandığında o anı yaşayarak uyanıyor. 15 dakika sonra adam birden bire tekrar o ana geri dönüyor ve her şey yeni baştan başlıyor... 15 dakika sonra yine... 15 dakika sonra yine... Yani adam karısının öldürüldüğü ve kendi beyninin zarar gördüğü o an ile 15 dakika arasına sıkışmış halde yaşıyor hep. "İlk 50 öpücük" adlı filmde de bu anlatılıyor. Konunun kahramanı olan kadından ziyade, filmde gittikleri beyin hastalıkları merkezinde "10 saniye Joe" diye bir adam var, adam 10 saniye sonra her şeyi unutuyor ve tekrar tekrar aynı soruları sorup duruyor. Çok komikti... Ben Ruh'un düşünebildiğine inanmıyorum kısacası. Saygılarımla...
-
Beyin mi düşünüyor, Ruh mu?
Sayın Bilimselci... Açıklamanız için sağolun... Belirttiğiniz verilere katılıyorum, herhangi bir eksiklik yok. Nöroloji, Beynin hemen bütün fonksiyonlarını açıklamaya çalışıyor. Ve tüm işlevleri kendi yapısına bağlı olarak gerçekleştirdiği açık. Bir dönemdir bunu araştırıyorum, lakin kavramların çoğunluğu İngilizce olduğu için kavramak geç oluyor ne yazık ki . O yüzden eksiğimin olduğuna inanıyorum ve bunu belirttim. Elbette bütünleyeceğim. Benim anladığım kadarıyla, dış dünyadan alınan bilgiler/veriler Nöronlar ve Sinaps bağları ile beyin kodlanıyor. İşte "Düşünme" dediğimiz süreçte bu Nöronlar ve Sinaps bağlarının birbirleri ile olan ilişkilerinden, birbirleri arasında olan elektrik akımından kaynaklanıyor. Aslında çok basit bir denklemi var bence ve şöyle düşünüyorum: Mesela Anakartı biliyorsunuz. Güç Kaynağı/Power Suffly'den Anakart'a giden elektrik akımı 5, 9, 12 gibi çeşitli güçlerde... Anakarta gittiğinde her Entegre, Direnç vs ya da devre elemanları diyelim bu akımlardan hangisi ile iş görebiliyorsa onu alıyor. Mesela ilgili akım (frekans) Ekran kartına gidiyor ve oradaki tüm devre elemanlı o akımla çalışabilecek düzeyde. Başka bir akım şiddetini/gücünü tanımıyor. Diyelim ki 9 volt ile çalışıyorsa, 5 volt geldiğinde çalışmıyor. Yeterli akım geldiğinde tüm devreler bu akım icabınca birbirlerine o akımı yönlendiriyorlar ve çalışır hale gelip, ekrana görüntüyü eksiksiz olarak yansıtıyorlar. Yani beyinde böyle olabilir. Yukarıda verdiğim hikayede mesela, "Kapı Çarpması"nı yeterli bir uyarıcı (5 voltluk elektrik) olarak düşünürsek, bu diğer devrelerinde çalışmasına neden oluyor, çünkü aynı şekilde birbirleri ile bağıntılı haldeler. İlgili Sinaps bağları ile birbirlerine bağlanmış durumdalar. Yani bir zincirleme reaksiyon söz konusu... Bu akımda dediğim gibi; Kapı Sesi... Onun harekete geçirdiği Tedirginlik, Onun harekete geçirdiği Korku, onn harekete geçirdiği bir Eylem, onun harekete geçirdiği bir Yargı... Bunlar bir "Bütün" olarak "Düşünme" mekanizmasını işler hale getiriyor olmalı... Sayın Tarafsız, beni biliyorsunuz artık sanırım, alınganım... Kusuruma bakmayın... Sayın Suheda, emin olun ki öyle bir şey yapılsa ilk tepkiyi verecek olan benim. Benim anı defterimi referans alarak öyle söyledi sanırım Sayın Bilimselci. Lakin kimsenin tarafında olmadığımı ilk geldiğimden beri söylüyorum. Ve bu hiç bir zaman değişmeyecek diye düşünüyorum. Hassasiyetiniz için sağolun. Ben sadece bildiklerimi ve anladıklarımı yazıyorum. Saygılarımla...
-
Beyin mi düşünüyor, Ruh mu?
Zaten bütüncül bir anlama bürümek istiyorum Sayın Katakuta... "Görme" olayını sadece "Göz"ü ele alarak anlatamayız... "Duymak" olayı da öyle... Yani bir Bütün olarak ele almak gerektiğinin farkındayım. Ancak Bilinç'i tanımlamak gerekiyor değil mi? Bütüncül ele almak ama tanımlamak... Saygılarımla...
-
İşte rakamlarla Türk kadını
Sevgili Lö_BohAme... "Eğitimsizlik" derken bazı değerlerden yoksun olmayı kastediyorum aslında. Yani eşine "Kapı Eşiği" olarak bakan bir zihniyetten tutunda, Kadın hakime "Gidip evinde çocuk doğursun" diyebilen zihniyete kadar hepsini kapsıyor... Kısaca Kadının Değerini ve Yerini bilmeyen her türlü zihniyeti içeriyor bu... Yani şuna inanıyorum ben: her insan duygusal olarak ya da maddi olarak bir çok beklenti içersindedir eşine karşı. Bir erkek, kadından ne bekliyorsa eşine de eşinin beklediklerini verebilecek eğitime sahip olmalıdır. Bu eğitim sadece okulda ya da etüdlerde olmaz... Toplumsal, Ailevi bir eğitimdir de bu... Hassasiyetlere dayaıdır. Mutluluk açısından, ona ihtiyacı olan insanlar onun değerini biliyorlar ve eksikliğini hissediyorlardır diye düşünüyorum Sayın Dipnot. Bunu vermeyi de akıl edebiliyorlardır belki de... Tatmin konusunda ise; yani bunu cinsellik açısından mı ele aldınız bilmiyorum ancak, bir erkek eşini, bir kadında eşini tamamlayabilmeli. Yani gerek duygusal, gerek cinsel anlamda tamamlaması, ihtiyacını giderecek olması gerekliliğinin farkında olması gerekir. Buna "Tatmin" diyorum. Güdülenme İsteği olsa da, sonuçta var olan bir ihtiyaçtır. Eğitimsizliği ise anlatmaya çalıştım ama aslında çok bilinmeyenli bir denklem gibi bu...
-
İşte rakamlarla Türk kadını
Sanıyorum ki "Mutluluk" temel sorun. Ancak "Anlayış" önemli. "Tatmin" ise zamana bağlı diye düşünüyorum. İnsanların çekimine ve birbirlerine alışabilmelerine. Tabi eğitimsizlikde bunu sorun haline getirebiliyor.
-
Beyin mi düşünüyor, Ruh mu?
Sayın İpek, Nöronlar birbirleri ile gelen elektrik sinyallerince bağ kuruyorlar. Yani mesela siz bir şey gördünüz değil mi... Gözün yapısı bu görüntüye özel kodlar oluşturuyor. Niye? Çünkü diğer görüntülerden farklı bir görüntü ve bizim bunu diğerlerinden ayırt edebilmemiz lazım. Mesela sizin iki farklı kağıt dökümanınız var elinizde. Bunları arşivleyeceksiniz. farklı isimler verip, kodluyorsunuz... Öyle tanıyabiliyorsunuz. En kaba tabiri ile böyledir bu. Gözde gördüğü her görüntüyü farklı düzeylerde ya da farklı frekanslarda Elektrik sinyallerine çeviriyor. Mesela Kameralarda aynı şekilde çalışır. Görüntüleri farklı frekanslarda kodlar ve elektrik sinyallerine dönüştürür. Göz bunu yaptıktan sonra bu sinyalleri Beyine yolluyor ve bunu alan nöronlar yapıları gereği uyarılmış olup bu kodlara ait uygun mevcut Sinaps bağlarını ya güçlendiriyorlar ya da yoksa eğer yeni bir bağ kuruyorlar. Çünkü Nöronların yapılarında bu var. Bu özelliği taşıyorlar. Yani yapıları gereği bunu yapıyorlar. Ben bunu hep "Mıknatıs, Kağıt ve Demir Tozu" örneği ile açıklıyorum. Kağıdın üzerine demir tozlarını serpin, altından mıknatısı tutun. Çok güzel ve simetrik şekiller çıkacaktır ortaya. Oysa bunlardan hiç birisi düşünmüyor. Yani bunu düşünerek yapmıyorlar, yapıları ne gerektiriyorsa onu yapıyorlar. Nöronlarda öyle... Sayın Xlark'ın "Göz'ün ardında gören ne?" sorusuna gelirsek. Göz'den sonra "Görme" olayı bitiyor. Asıl görme, duyma organı falan Beyinin kendisidir. Sizin gördüğünüz her şey sadece Elektrik sinyallerinin, beyinde anlamlı hale getirilmesidir. Yani asıl görme işini yapan Beyin'dir. Elektrik sinyallerini alır, Nöronlar ve Sinaps bağlarla beyne kaydeder. Sizde bunu kullanırsınız. Yani sorunuzun cevabı var aslında yukarıdaki yazıda. Asıl soru: Bilinç nasıl oluşur? Yani bakın "Görme" işi gözde gerçekleşmez. O yüzden göz sadece bir "Çeviricidir"... Görüntüyü Elektrik sinyaline çevirir. Dış dünya ile iletişimi sağlayan tüm organlar ve duyular sadece birer "Çevirici"dir. Görme ve Duymanın, Tatma ve Dokunma hissinin meydana geldiği tek yer Beyinin kendisidir. Sorunuzun cevabı budur. "Düşünmek" ise temel olarak bu Sinaps bağlar arasındaki süreçtir. Bunun örneğini yukarıda bir hikaye ile vermeye çalıştım. Yönlendirme yaptığım makaleleri de okuyabilirsiniz. "Bilinç" yani "Bireyin Benliği" nasıl oluşuyor? Asıl sorun burada. Bende bunu hala anlamlandırmış değilim. Duyu organları ile algılmayı, Beyindeki süreçleri anlamlandırabiliyorum ve bunlar açıklanabiliyor ancak "Bilinç"i henüz kendime açıklayamadım. Burada bir ipucu yakalarım diye düşünüyorum. Saygılarımla...
-
BAYAN ve ERKEK dost olabılırler mi?
:D Farklıyız sonuçta; mesela ben, son derece sıradan olmayı seviyorum... Bakınız, sizin söylediğinizden doğru ya da yanlış şöyle bir anlam çıkardım: "Dost olan karşıt cinsler, Cinsel ilişkiye girebilir." Ama söylemeye çabaladığınız şey şu muydu: "Çok iyi dost olan karşı cinsteki insanlar, çok iyi de sevgili olabilirler." Eğer bu ise yani bu anlamı çıkarmamız gerekiyorsa, o zaman haklısınız. Ancak söyleminiz böyle bir anlam çıkarmıyor pek ve zira çok esnek bir cümle kurmuşsunuz. İlk anlamı içermekte ise söyleminiz, o onulmaz "Farklılığınızla" bu kavramları yeniden ele almanız gerekmektedir... Aşk'ın ne olduğunu iyi bildiğimi düşünüyorum. "Sevmek" ile "Aşık Olmak" arasındaki farkı da biliyorum ve sevdiğim her bayana aşık olmuyorum. Bu söylediğiniz çok mantıklı bir şey... Lakin Bu ne demek? Saygılarımla...
-
Beyin mi düşünüyor, Ruh mu?
Sayın Tarafsız, niçin sitem ettiniz bilemiyorum... Ben herhangi bir iddiayı ispatlamak istemedim. Ayrıca başka birisine ait bir makale de yapıştırmadım. Bildiğim kadarıyla bir şeyler yazıp, Başka bir başlık altında güme giden bir sorumu paylaştım. İstemiyorsanız, gereksiz buluyorsanız okumazsınız ve cevap vermezsiniz. Farkında mısınız bilmiyorum ancak böyle bir hakkınız var... Neyse, Sanıyorum ki size sorup açmam lazım bazı konuları!!! Ve ne yazıp yazmayacağımı size danışmam lazım!!! Size saygım var, Yaptığım hata için kusuruma bakmayın... Saygılarımla...
-
Beyin mi düşünüyor, Ruh mu?
Sayın Xlark Tades... Zaten burada yapacağımız şeyde, Diğer ziyana uğrayan konuda yapamadığımız şeyi yapıp Tüm bunları yani sorgulamamız gereken asıl şeyleri sorgulamak... Konunun özünden ayrılmamayı umut ediyorum. Aynı kısır tartışmanın yaşanmamasını umut ediyorum. Bir sonuca varabilmeyi umut ediyorum. Benim verdiğim bilgiler daha derinlemesine araştırılırsa Ve öyle tartışılırsa çok daha zevkli ve yararlı olacaktır... Saygılarımla...
-
alın size ibretlik görüntüler
ALLAH razı olsun taş duvar..ilginden dolayı...ALLAH(c.c)efendimiz bu kafirlerin kalplerini mühürlemiştir..hiç bir faydası yok ondan başkada kimse bu kafirleri ona inandıramaz bu imkansız bir şey..ben elimden geleni yaptım müslümanlık görevimi yapıyorum yoldan çıkanları hak dine davet ediyorum ama imkansız dedim ya..bukadar mucizeye rağmen inkar ediyor kafirler..ama enin de sonun da doğru olanı anlıcaklar felaketler yaklaşıyor görecekler onlarda neyse kardeşim..ALLAHın selameti üzerinde olsun taş duvar Ya bir Atasözü vardı: Dinime söven Müslüman olsa... Ya arkadaşlar... Din, inanç vs... Böyle şeylerle savunulmaz... Bunlara inanmıyorlar diye de kimse dinden çıkmaz... Açıkçası ben böyle şeylerin gerçek olduğuna pek inanmıyorum. Uzun zamandır Photo Shop ile uğraşıyorum ve kendi fotoğraflarımı vampir şeklinde şekillendirebiliyorum mesela... Ama şimdiye kadar kimsenin kanını içmedim... İstediğiniz herhangi bir resmi yollayın, üzerine sizin adınızı anlaşılmayacak şekilde yazayım... Ayrıca Sayın Katakuta'nın dediği mantıklı geldi. Oraya bir yazı yazılıp üzerine arılar bal mumu yapmış olabilir yani... Arılar gerçekten temiz hayvanlar, yuvalarında yabancı varlık bulundurmuyorlar. Bunu biliyordum daha önceden de... Yani, bakın... İnancı daha gerçekçi şeylerle savunun. Bir iki fotoğrafa inanmıyor diye kimseyi aforoz edemezsiniz... Hıristiyanların sayfalarını falan açın netten, belki bulursunuz... Haberlerde her zaman çıkıyor mesela. Onlarda bir sürü böyle şekil getiriyorlar. Mesela bir çit vardı. Yandan bakınca gerçekten Hz. Meryem Silüetini oluşturuyordu... Hatta Türkiye'de de, yılın belli dönemlerinde Atatürk'ün silüetinin oluştuğu bir yayla var. Hatta Asker bile koydular oraya, nöbet tutturuyorlar. Çok meşhur... Atatürk "Kutsal Bir Peygamber" falan mı yani? Sadece bir tesadüf... Çok güzel ve hoş bir tesadüf sadece, o kadar... Yani bu fotoğraflar gerçekse bile (ki ben pek inanmıyorum) hoş birer tesadüf olmalı... Hiç bir insan bu resimleri görerek Müslüman olmaz. Olacak olsalar Hıristiyan olurlar. Çünkü bu adet onlarda daha çoktur. Sizinkinden kat kat fazlasını koyarlar önünüze. O zaman Hıristiyan mı olacaksınız? Ya da olur musunuz? Bakın Sayın Aslan34 ne demiş... Haklı... Saygılarımla...
-
Çerkes Kültürü Yok Olmasın
Sayın Politika, bu forumda Milliyetçilik hakkında bir çok fikir okudum... Ama çoğunluğu "Atatürk Millyetçiliği" adı altında Atatürk Milliyetçiliği dışındaki düşüncelerdi. Atatürk Milliyetçiliği ortadadır ama nedense hiç alakasız "Milliyetçi Kavramlar" "Yav kardeşim Atatürk Milliyetçiliği Budur" denilerek inatla ve ısrarla öne sürülüyor. Her Milliyetçiliğin "Rant Adı" "Atatürk Milliyetçiliği" olmuş... "Milliyetçilik" konusunda Sayın Cyrano'nın tüm söylediklerine katılıyorum. Ayrıca bu bağlamda daha önce yapılan "Hırant Dink" tartışmasında da "Milliyetçilik" tanımını yapmıştım. Milliyetçiliğin, Atatürk Milliyetçiliğinin ne olduğunu söylemiştim... Ve orada da sanıyorum ki sizde karşı çıkmıştınız. Bakın sizden ya da başkasından daha iyi bildiğimi iddia etmiyorum. Hatta buradaki bir çok isim benden çok çok daha iyi ifade edebiliyor Milliyetçiliği. Özellikle Sayın Cyrano yazdıkça ben yazmaktan çekiniyorum, eksik ifade ederim diye. O yüzden öncelikle "Milliyetçilik" kavramının tam olarak ne olduğunu öğrenmemiz gerekir diye düşünüyorum... Özür Dilerim, belki biliyorsunuz anlamlarını ancak karıştırıyorsunuz gibime geliyor... Saygılarımla...
-
Beyin mi düşünüyor, Ruh mu?
Gata Nöroloji Tübitak Beyin 1 Tübitak Beyin 2 Sinir Sistemi - Nöronlar Sinir Sistemi - Sinapslar Öncelikle yukarıdaki linklerden burada geçen bazı tanımların anlamlarını öğrenebilirsiniz. Ben sadece kısaca ve anlaşılır bir şekilde özetlemeye çalışacağım. Daha önce Madde Düşünebilir mi? konu başlığında, maddenin düşünüp düşünemeyeceği tartışıldı ancak nedense asıl düşünme organı olan "Beynin Düşünüp Düşünemeyeceği" konusu bir türlü açılmadı. O yüzden özel olarak buraya bu konuyu açtım ve konunun "Beyinin Düşünüp Düşünememesi" düzleminden sapmaması gerektiğini önemle belirtiyorum. Nöroloji ile az da olsa ilgileniyorum ancak asıl ilgilendiğim alan Psikoloji. O yüzden Nöroloji ile ilgili bir takım bulguları yazıp, daha sonra diğer alanla ilgili bilgileri vereceğim. Beynimiz sinir hücrelerinden oluşur. Ve bu sinir hücrelerine "Nöron" adı verilir. Hepimiz bilgisayar başında bulunduğumuza göre, en azından biraz da olsa Donanımından anlıyoruzdur. O yüzden anlamanızı örneklerle kolaylaştırmak isterim. Beynimizi HardDisc olarak ele alalım. Bildiğiniz gibi Windows'ta "Disk Birleştiricisi" seçeneğini tıkladığınızda karşınıza bir sayfa açılır ve HardDisk'in bölümlerini ince ince Yeşil, Kırmızı, Mavi çizgilerle gösterir. Buradaki her çizgiye "Nöron" diyelim. Windows 98lerde bu pencere karelerden oluşan bir şekildeydi, bilen bilir. İşte o kareler burada çizgilerdir. Bu nöronlar birbirleri arasındaki iletişimlerini "Sinaps"larla yapıyorlar. Sinapslar ise bu çizgiler arasındaki bağ olsun. Sinapslar şu şekilde oluşuyor: Siz gözünüzle bir şeyi algıladığınızda, göz buna özel bir elektrik sinyali gönderiyor beyine. Beyindeki nöronlar bu elektrik sinyalini alıp, birbirleri ile iletişime geçiyorlar. Bu iletişimi de yeni kurdukları Sinaps Bağlar ile yapıyorlar... Yani siz her yeni bir şey gördüğünüzde, nöronlar arasında yeni bir sinaps bağı oluşuyor. Ayrıca eski sinapslar da ilgili aynı görüntüyü aldıkça güçleniyorlar. Mesela: Siz bir müzeye gittiniz ve bir tabloyu gördünüz. Göz bu tabloya özel sinyalleri nöronlara gönderiyor. Nöronlar birbirleri arasında bu tabloya özel sinapslar oluşturuyorlar. Ama diyelim ki siz bu tabloya az bir süre dikkat ettiniz ve bir süre sonra o tabloyu net olarak hatırlamamaya başladınız. İşte bu sinapsların güçlü olmamasından kaynaklanıyor. Tabloya gittiniz ve tekrar baktınız, uzun uzun ve derin derin baktınız... İlgili sinapslar güçlendi ve artık o tabloyu çok daha net hatırlayabiliyorsunuz. İşte insanların hızlı anlayıp anlamaması bu sinapsların ne kadar hızlı ve kuvvetli oluşup oluşmadığı ile ilgilidir. Ayrıca duymak ve diğer duyularda böyledir. Normalde "Duyma" mekanik bir işlemdir. Ses kulak zarını titreştirir. Bu titreşim kulak kemiklerine iletilir. Oradan ilgili hücrelerce bunlar elektrik sinyaline dönüştürülüp beyindeki Nöronlara giderler ve yeni sinapslar oluşur. Mesela klavyenin tuşlerının sesini tanıyabilmeniz, daha önceden bu ses ait nöronlar oluşturmuş olmanızdan kaynaklanır. HardDisk örneğini niçin verdiğime gelince... Bilgileri depolayan hücreler "Nöronlar"dır. Beyin 12 milyar civarında Nöron hücresi bulunduruyor. Sinapslar ise oluşumlarına göre güçlü ya da zayıf ama daha çok... Şimdi bilgisayarımızda iki tane HardDick olduğunu düşünelim. Bunlardan biri beynin sağ lobu, diğeri ise sol lobu. Tam olarak Beyin demek abes olur ama sadece yüzeysel olarak ele alın. -Ve her HardDisk'i kendi içlerinde "C" "D" "E" ve "F" "G" "H" olarak bölüyoruz. Ki beyin bundan çok daha fazla bölüme sahiptir. -Her bölüme ise ayrı ayrı programlar yüklüyoruz. Beynin her bölümü başka bir görevle meşguldür çünkü. *Bilgisayarda "C" bölümü temel birim iken Beyinde böyle bir temel birim yok sadece. O yüzden bunu karıştırmayın... Nöronlar "Kendilerini Yenileyebilme" özelliğini kaybetmiş hücrelerdir. Yani kendilerini yenileyemiyorlar. O yüzden bir kimsenin beyninde konuşma ile ilgili bölüm hasar gördümü, artık hasta konuşamıyor. Mesela "H" birimine sadece dinlediğimiz müzikleri kaydedelim. Sonra diyelim ki bu birim, benim 80Gb'lik HardDisk'imi yakmayı becerdiğim gibi yansın. Artık gitti o müzikler... Benim, beynin "Verileri Depolamasına" dair nöroloji ile ilgili basitçe anlatabileceğim şekli bu. Gördüklerimiz, duyduklarımız, işittiklerimiz, dokunduklarımız ve kokladıklarımız Beyindeki Nöron Sinir Hücrelerinde, yeni Sinapslar oluşturarak ve eski Sinaps bağlantılarının güçlenmesi ile kayedediliyor. Mesela şöyle düşünün: Sabah evden çıkarken kapıyı hergünkü gibi çektiniz ancak büyük bir gürültüyle kapı çarptı. Bu ses daha önceki sesten çok daha şiddetliydi ve bu yüzden "Motor Nöronlar" arasında yeni bir sinaps bağı oluştu. Sonra siz tedirgin olarak "Ulan sabah sabah millet rahatsız olmuştur!" dediniz... Ve "Duyusal Nöronlar" sizde kapının çarpması sonucu oluşan çıkan sese bağlı olarak "Tedirginlik Hissi" uyandıran Sinapslar oluşturdu. Sonra bu tedirginliği hissedince aklınıza şu geldi: "Yav şimdi biri uyanırsa bari beni görmesin, utanırım!" dediniz ve daha önce "Motor Nöronlar"ca oluşmuş olan "Kaçma" eylemine bağlı oluşmuş olan Sinapsları (bağları) güçlendirdiniz. Sonra kaçarken birden ne kadar korkak olduğunuz aklınıza geldi ve birden durarak Kapıyı çarpmanızı, tedirgin olmanızı, korkmanızı ve kaçmanızı düşündünüz ve bunlar arasındaki Sinaps bağları güçlendirdiniz. Artık bu olay hafızanızda hep kalacaktır... Şu an bu olayı hatırladığınızda, o günden bu güne kadar yaşadığınız benzer olaylarla karşılaştırarak yeni yeni Sinaps bağlarının oluşmasına neden oluyorsunuz. Çünkü aralarında bir bağ kuruyorsunuz ki bunun nedenide beyninizdeki Nöronların çalışmasındandır. Nöroloji çok ağır, o yüzden beni yoruyor. Zaten sayısalcı da değilim. O yüzden kendi anladığım alanla ilgili bilgiler vereyim: Beynimiz iki türlü Hafıza'dan oluşuyor: -Kısa Süreli Hafıza, -Uzun Süreli Hafıza... Kısa Süreli Hafıza'yı yine bilgisayarın RAM'i ile bağdaştıralım. Yani bilgilerin kaydedilmediği ve geçici olarak sadece işlemlerin yapıldığı hafıza birimidir. Yani "Şu An"da kullandığınız tüm bilgiler şu an Kısa Süreli hafızanızda yer almaktadır. Tıpkı şu an okuduğunuz yazının göründüğü sayfanın yapıldığı işlemin RAM'de olması gibi... Bu hafıza değil bizim konumuz. "Beyin mi Düşünüyor? Ruh mu?" çerçevesinde sadece ilgilendiren kısmı, bilgilerimizin ilk önce buradan geçip Uzun Süreli Hafıza'ya kaydolması gerekenlerin kaydolduğudur. Uzun Süreli Hafıza'yı ise "HardDisk" ile bağıntılayalım. Ancak yukarıdaki HardDisk örneğini bir kenara bırakın... Çünkü sadece benzeyen yönleri anlaşılsın diye örnekliyorum. Hiç bir şekilde tam olarak birbirlerine benzemezler aslında. Neyse Uzun Süreli Hafızamız Bilgilerin depolandığı yerdir. Kapasitesi "Sınırsız"dır. Ki nasıl bu hale geldiğini inanın bilmiyorum... Buradaki bilgilerimiz "Kodlanmış" bir şekilde bulunmaktadır ve iki türlü bilgi kaydedilmektedir: -Bildirimsel Bilgi, -İşlemsel Bilgi... Bildirimsel Bilgi: Olgu ve olayların kaydedildiği yerdir. Bilgisayarınızın HardDisk'ini ikiye böldüğünüzü düşünün ve "D" sürücüsüne "Anılarınızı" "Hayallerinizi" "Geçmişinizi" kaydettiğinizi varsayın... İşlemsel Bilgi: Birşeylerin nasıl yapıldığı ile ilgili becerilerin veya bilişsel işlemlerin kaydedildiği hafızadır. Bildirimsel bilgi kolayca aktarılabilirken, İşlemsel bilgilerin aktarımı zordur. Bildirimsel Bilgi'nin içinde de iki türlü hafıza vardır: -Epizodik Hafıza, -Semantik Hafıza. Epizodik Hafıza'da olaylar "Olay Birimleri" şeklinde kayedilmektedir. Kişinin geçirmiş olduğu yaşantıları ile ilgili yaşam kalıntılarıdır. Bilgileridir. Buradaki bilgiler Yer ve Zamanla bağlantılanmış ve böyle kayıtlanmıştır. Semantik Hafıza'da kişinin uzmanlık alanı ile ilgili bilgisini belirtir. Dil, Genel Kültür gibi bilgiler burada yer alır. Semantik bilgi kişinin geçmişinden bağımsızdır ve kayıtlar yer ve zamanla bağıntılanmamıştır. Mesela; Osmanlı devletinin kaç yılında kurulduğunu nerede, nasıl, kimden öğrendiğinizi aklınızda tutmanız gerekmez. İşte "Düşünenin Ne Olduğu" konusunda her iki Bilim dalı ile ilgili olarak sorulacak sorular buradan başlıyor... Bir kimse bir kaza geçirdiğinde "Hafızasını Yitiriyor" diyelim... Kişinin Hafızasının yitimi demek, kişinin Epizodik ve Semantik Hafızasından birisini "Kullanamama" durumu demektir. Kişi; Adını, kim olduğunu, mesleğini falan unutur ancak konuştuğu dili kullanabilir ve konuşabilir. Yani Epizodik Hafıza İşlemiyor, ancak Semantik Hafıza İşliyor... Şimdi, Eğer "Düşünen Şey Ruh İse"... Hafıza Kaybı durumunda, niçin Beyinde olan bir işlevselsizlik durumunda "Hafıza Kaybı" gerçekleşiyor? Yani "Manevi Bir Kavram" olan "Ruh" o kaza sırasından bir zarar uğramadığına göre insanın hafızasını kaybetmemesi gerekir değil mi? Çünkü herşey Ruh'ta kaydoluyor... Ruh biliyor... Ama hafıza kaybolduğunda nedeni Beynin bir fonksiyonunun işlemez hale gelişidir... Kısaca Ruh'mu düşünüyor, Beyin mi? Gelelim Nörolojik soruma... Diyelim ki yine aynı kazayı geçirdik... Bazı beyin hasarlarında, bilirsiniz insanlar bir güne ya da belli bir zaman dilimine hapsolurlar. Mesela "İlk 50 Öpücük" filmini izlemişsinizdir. Kız geçirdiği kaza sonucunda beyni hasar alıyordu. Ve her yeni günde uyandığında, sanki o kaza geçirdiği günün sabahında uyandığını sanıyordu. Oysa ki aradan yıllar geçmiş... Ancak hala o hiç bir zaman ertesi günü yaşadığını anlayamıyor... Her uyandığı günü babasının doğum günü sanıyor... Yani eğer düşünen Ruh ise, Kazadan etkilenen şey ve ertesi günü yaşayamadığını bilemeyen şey de Ruh mu? Hasar Beyinde gerçekleştiği halde düşünen şey Ruh ise eğer, bir ertesi günü yaşayamadığını bilemiyor mu? Oysa bilmesi gerekir? Kısaca Ruh mu düşünüyor, Beyin mi? Bakın ben Ruh'a inanıyorum ancak "Düşünen Şey"in Ruh olmadığına inanıyorum. Ruh denen şeyin bizim uydurduğumuzdan farklı olduğunu düşünüyorum. Beni tanıyan arkadaşlarım, zaten ne olarak düşündüğümü biliyorlardır. Bu yazdıklarımı kimseyi desteklemek için de yazmadım. Sadece "Madde Düşünebilir mi?" konusu kısır kaldığı ve orada parça parça yazmak istediklerimi yazamadığım için yazdım. Umarım konu, oradaki gibi burada da asıl adından sapmaz ve eksiklerim varsa eğer yerli yerince düzeltirim... İfadelerimde eksiklikler varsa affedin, çünkü yazıyı tekrar kontrol etmedim... Bilgilerini paylaşacak olan ve varsa eğer eksikliklerimi belirtecek olan arkadaşlarıma şimdiden Teşekkürü borç bilirim... Saygılarımla...
-
Hristiyanlık
Sayın BrainSlapper, bu açıdan haklısınız. "İlah" kelimesi "El-İlah/Ellah=Allah" şeklinde Özel bir isim olmuştur. "Tanrı" kelimesinin kökeni Eski Türkçe'deki "Tengri"den gelmektedir. Moğolca'da "Tenger" şeklindedir. Zira ben lakabımı bile bu yüzden aldım: "Tengeriin Boşig : Tanrı'nın Takdiri" Filolojik olarak kesin bir kanıttır ki "Tanrı" kelimesinin kökeni "Tengri"dir ve Kesinlikle "İlah" yerine geçmemektedir. Türklerde "İlah" yerine geçebilecek tek bir kavram dahi yoktur. Çünkü "İlah" içeren "PutPerest" bir inançları yoktur. Doğa'nın bir Ruhu olduğuna inanırlardı ancak o Ruh "Tanrı" değildir. Hacivat ile Karagöz'de Karagöz şöyle diyor: "Ben inanıram; göğe-toprağa inanıram, tağa(dağa)-ağaca inanıram." Ancak el açıp yalvardığı şey "Gök-Tanrı"dır... Kısaca gök ya da toprak "İlah" değildir. Ayrıca bakınız, bu konuyu "Birbirimize Düşmek" gibi algılamayınız rica ederim. Zira ben sadece doğru bildiğim şeyi dile getiriyorum. "Birbirine Düşecek" kadar kimseye ait değilim. Neyse, asıl konumuz Hıristiyanlık'tı. Dağıtmayalım... Ben sadece bir ayraç açmak istemiştim... Saygılarımla...
-
Hristiyanlık
Bu konuya hiç girmeyelim isterseniz? "Allah" adının yerine "Tanrı" kelimesinin kullanılmasında hiç bir sakınca ve yanlışlık yoktur. Dede Korkut, Ahmed Yesevi falan "Tanrı" kelimesini "Allah" yerine kullanmışlardır. Bu kelime "Allah"ın Türkçe Karşılığı olmuştur. "Tanrı" kelimesinin karşılığı "İlah" değildir. Yani "İlah(lar)lar yoktur, Allah vardır" yerine "Tanrı(lar) yoktur, Allah vardır" diyemeyiz... Bunu demek ve dedirtmek, tamamen "Arapçılıktan" kaynaklanmaktadır ve ben forumda hiç Allah adını kullanmıyorum, hep Tanrı adını kullanıyorum... Türkler Müslüman olduktan sonra bile "Tanrı" adını bırakmamışlar ve Allah adını niteler şekilde kullanmışlardır. Kullanımda bir yanlışlık olmadığı gibi bir art niyette yoktur. Diğer bir husus ve asıl kandırmaca ise "Tanrı" adının "İlah" adı anlamına geldiği büyük ve inanılmaz yutturmacasıdır. Öncelikle sorarım "Arapçı Müslümanlara"... Kur'anda geçen ve Allah'a itham edilen kelimeleri kullanmak hususunda "Arapçalarını" kullanacak kadar hassas davranırken, "İlah" kavramı için niye Türkçe karşılığı olduğunu iddia ettikleri "Tanrı" kavramını kullanıyorlar? Kur'an bahsedilen tanıma özel olarak "İlah" kavramını seçmiş zaten... Niye inatla "İlah" kavramı yerine "Tanrı" kelimesi kullanılıyor? Ben söyleyeyim: Eski Türklerin inancının "PutPerest" olduğunu iddia eden Arapçılar, geçmişi yadsımamız için bu yola başvurmaktadırlar. Oysa ki bir çok Evliya, Allah adı yerine Tanrı adını kullanmışlardır. Bulduğum zaman buraya alıntılayacağım, arşivimde olması lazım... Dolayısıyla şunu söylemek istiyorum: Kur'an "İlah yoktur Allah vardır/La İLAHE illALLAH" demiştir... O halde Yaratıcının özel ismi "Allah" olduğu kadar, Putların özel ismide "İlah"tır... Putların özel ismi "Tanrı" değildir. Arapçıların diğer Arapça adları kullanmada gösterdiği hassasiyet, nedense bu konuda birden bire yok olmaktadır... Tekrar ve İnatla söylüyorum: "Tanrı" kelimesi, kim ne derse desin, "İlah" kelimesi yerine geçmemektedir ve kullanılamaz... "Kullanılabileceğini" iddia eden kimseler "İşlerine Geldiği Gibi" dillendirmektedirler... Kur'anda "İlah" adı geçiyor. Yaratıcının diğer adlarını Arapça olarak kullanma hassasiyetini gösteren kimseler bu kelimenin kullanılmasında da aynı hassasiyeti göstermek ZORUNDADIR... "Allah" adı yerine "Tanrı" adının kullanılması ise Türklerin Müslüman olduğu dönemden beri süregelen ve hatta öncesinde de Türklerin "Yaratıcısına" verdiği ad olarak kullanılan bir tanımlamadır. Dolayısıyla yanlış bir adlandırma değildir. 1000 yıldır kullanılmaktadır ve kimse yanlış olduğunu hiç düşünmemiştir bile... "Yanlış" olduğu iddiası Arapçı zihniyetin iddiasıdır. "Tanrı" kelimesiyle her Müslüman "Allah"ın kast edildiğini anlamaktadır. Artık oturmuş bir tanım ve kavramdır. Türkçe konusunda ve bu konuda hassasımdır ve her kim ne derse desin, Türkçe bir tek kelimeyi bile Arapçı zihniyete esir etmem... Sinirlendiğim için çok Özür Dilerim ve kusurma bakmayın... Tanrı ise konumuz O'nun adı Tanrı'dır... Saygılarımla...
-
ALLAH YOKTUR!
Sayın Xlark... Ben sadece "Düşünme"nin bilimsel açıklamasını yapacağım. Hem Psikolojik olarak hem de Nörolojik olarak... Ama sorduğunuz sorular hakkında düşünecek olmamız zaten kaçınılmaz. Bende kimseye muuhalefet etmiyorum. Sadece bildiklerimi paylaşıyorum... Saygılarımla...
-
ALLAH YOKTUR!
Peki ben yakın bir zamanda bunu açıklayacağım... Ama ayrı bir konu açarak... Saygılarımla...
-
ALLAH YOKTUR!
Zamanında "Madde Düşünebilir mi?" konusunda, eğer konu "Madde Olarak Beyin Düşünebilir mi?" sorusunun cevaplanmasına gelseydi, o zaman cevaplayacaktım bilimsel olarak "Madde"nin düşünüp düşünemediğini. Lakin konu çok dağıldı ve en sonunda amacından uzaklaştı. "Bilgisayar düşünür mü düşünmez mi" çerçevesinden öteye gidilemedi ve hiç mi hiç verimli olunamadı ne yazık ki... Oysa ki çok çabaladım konu o noktaya taşımak için, olmadı yine de... Kimse de o noktaya gelemedi zaten... "Madde olarak beyin düşünebilmektedir"... Bilim bunu ispat etmiştir. "Nöroloji Bilimi" bunu kanıtlamaktadır zaten, ayan beyan ortadadır. Yalnızca bunu söylemek istedim, ayrıntılı açıklamasını yapmayacağım. Herkese Selamlar... Hoşçakalın... Saygılarımla...
-
Aşk Bitti...
Aşk Bitirildi... :(
-
baştançıkarma
"Ağır Abi" tarzı demiyorum tabii ki de... Diyorum ki: -"Doğal Olmalı" -"Karşındakinin ne istediğini kesitrebilmeli" -"Karşındakini anlayabilmeli" -"Bir olabilmeli"... -vs... -vs... -vs... Kısaca bu işin sırrı: "Yaşayabilmek"te...
-
Aşk Bitti...
Aşk olsun yaa... 01:55 saniye kala benim resmim çıkıyor ve tam o sırada benim lakabımı söylüyor... "...bi masal perisinde..." diye gidiyor... Ayrıca avatarıma dikkat edin... Görürsünüz...
-
Benim Hala Umudum Var...
Benim Hala Umudum Var ... Aşağıdadır: Bazen açıklama yapmaya gerek yok ki! Şarkılar anlatır di mi?
-
DEJA-VU
Beynimiz bilgisayar gibi iki hafıza türünden oluşuyor: Çok abes bir benzetme olsa da; Ram - Kısa Süreli Hafıza HardDisc - Uzun Süreli Hafıza... Bilgisayarda bunların aralarındaki bağlarını bildiğiniz için basitleştirerek anlatacağım... İnsanların bilgiyi işlemede iki süreci var: Önce bilgi kısa süreli hafızaya gelir, Sonra Uzun süreli hafızaya gider ve oraya yerleşir. Deja-vu olayı bu süreçteki aksamadan kaynaklanıyor. Yani bilgi kısa süreli hafızaya geliyor, Uzun süreli hafızaya yerleşmesinde bir aksama ve gecikme oluyor. ki bu çok çok kısa bir andır. Yani zihnimize yerleşmiş olan bilgiyi, görüntüyü, sesi, durumu biz bir anlıkta olsa bir süre sonra anlamlandırıyoruz. Ve bu bizde "Daha önce yaşanmışlık" izlenimi veriyor. Oysa o "Daha önce yaşamıştım" dediğimiz an, şu an yaşadığımız an'dan başka bir an değildir. "Tekrar" hissinin kaynağı, zihnimize yerleşmiş olan verinin çok kısa bir gecikme ile farkedilip anlamlandırılmasından ibarettir. Mesela "Sara/Epilepsi" hastalarının durumunu özetle "Beynin Kısa Devre Yapması" olarak tanımlarsak eğer, şu tespitten anlayabilmeniz çok daha kolaylaşır: Epilepsi hastalarının çoğunluğunda, Epilepsi krizinden hemen önce "Deja-vu" yaşadıkları tespit edilmiştir. "Karabasan" olayı da buna benzemektedir mesela. Orada da uyku sırasında "Beden" ile "Beyin" (beynin 'uyan!' komutunu bedenin algılamaması) arasında bir kopukluk olmakta ve beyin uyandığı halde beden uyanmamaktadır. Saygılarımla...
-
Madde, Enerji, Tanrı...
Zamanla dinler birer "Nostalji" olarak kalabilir, bilmiyorum: Mesela Eski Yunanlıların Paganist inançları gibi... Ya da Türklerin Gök-Tanrı inançları, Mısırlıların Osiris dinleri gibi... İslam, Hıristiyanlık ya da Yahudilik gibi inançların akıbeti de böyle olabilir, bunu bilemem. Ancak şu var ki "Tanrı" inancının ortadan kalkacağını söyleyemem. Çünkü "Tanrı'nın Varlığı"na olan inanç son derece bireyseldir. Mesela bakın Angel Cara'ya... Babası bir Ateistmiş ancak bir Tanrı'nın varlığına inanmış... Benim Ailemde sünnidirler ancak hiç bir şekilde onlarla aynı şekilde paylaşmıyorum Tanrı inancını... Ki kabullenemiyorlar bile düşündüklerimi çoğu zaman... Yani demek istediğim, Tanrı'nın varlığını ya da yokluğunu birbirimize ispat edemediğimize ve ancak sadece kendimize ispat edebildiğimize göre... "Tanrı" inancı "Tanrısızlık" kadar kalıcı olabilir. Sayın Tarafsız; siz "Dinlerin Yok Olması"ndan bahsettiğinize göre, buna bir şey diyemem açıkçası. Sonuçta ucu açık bir süreç yaşıyoruz. Kıyamet varsa bile kaç bin yıl ya da ne zaman olacağı, insanlığın ne zamana kadar var kalacağı belli değil. Şimdiye kadar süren süreç mislince bir zaman geçerse eğer, söylediğiniz olabilir, bilemem. Dinlerin daha 1400/1970/3000+ yılda katettiği yolu Niçe çok güzel özetlemiştir bence: "Hıristiyanlığın hala inanılır olmasının nedeni 2000 yıldır aynı şeyleri söylemekten bıkmamış olmasıdır..." Kıyamet yoksa eğer, insan zihni git gide gelişmektedir. Ve bundan bir kaç yüz yıl sonra hangi düzeyde olacağı, algılarının hangi düzeyde olacağı belli değil tam olarak. Bu açıdan da "Tanrının varlığı yokluğu" konusunda farklı bir gelişmede olabilir diye düşünüyorum. Tabi birde "Aynı şeyi tekrar etmek"ten ziyade "yanlış anlamış olmak"ta söz konusu olabilir... Ama şu açıdan haklısınız; İletişim ve Bilgiye ulaşmak kolaylaştıkça "İnanç" ve "Tanrı" kavramları daha da bireyselleşecektir ve buna öykünmeyi zaten en başından beri desteklemekteyim. Saygılarımla...
-
baştançıkarma
Yav yapmayın arkadaşlar. İnsan hiç bu konudaki sırlarını verir mi? Sonra karşınızdaki anlarsa falan "Yapay" olur çıkarsınız gözünde... İnandırıcı olmazsınız... Bence bu türlü ufak taktiklerinizi falan kendinizde tutun... Ben söylemem açıkçası ama ipucu vereyim; Her şey karşınızdakini anlamaktan geçiyor. Mesela "Kadınlar Ne İster" filmini izleyin. Orada anlatmak istediği çok başka bir şey daha var bu konu ile ilgili... Ama tabi ilişkinin sürmesi için yeterli olur mu? Bu da sizin kişiliğinize bağlı. Eğer uygulayabileceğiniz ve karşınızdakini etkileyen şeyler sizin yapınıza birebir uyuyorsa zaten ilişkiniz hem daha kalıcı olur hemde etkilemek için ayrıca kasılmanız gerekmez. Çünkü zaten uyumuz yerindedir... Neyse, bu konular uzun konular... Daha fazlasını söylemem; Sır