Tengeriin boşig tarafından postalanan herşey
-
Tarih'in Kur'an-ı/Kur'an-ın Tarihi
Hele şükür... Sayın Yam_yam niye bu kadar geç kaldınız? Ben açıkçası umudumu kesmiştim... Devam edeyim o zaman... "Tarih"in yorumlanması ne yazık ki "Metafizik Felsefe"yi de ilgilendirmiş ve "Tarih Felsefesi"nin böyle bir yorumu da ortaya çıkmıştır. İletinizin işaretlediğim noktasına aynılığıyla katılıyorum ve bende bunu yordamak istiyordum. Ne yazık ki önyargılara kurban olup en baştan yadsındık, Felsefe ile beraber... Gelelim mevzuuya... Dediğim gibi Tarih'i anlamak için çeşitli Felsefeler ortaya çıkmıştır ve atılmıştır. Bunlardan en temel etkide bulanan iki Felsefe: Metafizik Tarih Felsefesi... Materyalist Tarih Felsefesi... Tarih'in "Metafizik Yorumu"nun "Olumsuz" olacağından bahsetmişsiniz, size katılılıyorum lakin tartışmanın yararlı olabilmesi için bunu açmanızı isteyeceğim, mazur görürseniz... Çünkü diğer arkadaşları da belki bu tartışmaya çekmek gerekir diye düşünüyorum... Diğer bir noktada "Tarih'in pozitif bilimler gibi ele alınıp tutarlı bir Felsefe oluşturup oluşturulamayacağı" yorumunuz. Buna "Tam olarak" katılmıyorum. Çünkü "Toplum" olarak insanlarında dinamikleri vardır. Gerçek kabulleri vardır. Ben "Sosyal Bilimler"e (Psikoloji, Tarih, Toplumbilim, Felsefe vs...) hevesli olduğum ve bunlarla ilgili olduğum için belkide böyle kabulleniyorum lakin yinede inanıyorum ki bu Bilimler bir "Felsefe" edinmede son derece etkilidirler... Yine de tartışabiliriz ve umarım sizde diğer arkadaşların bulunduğu önyargılı tepkilerde bulunmazsınız... Saygılarımla...
-
Tarih'in Kur'an-ı/Kur'an-ın Tarihi
Sağolun Sayın Didem... Açıkça söylemem gerekirse Felsefe'yi gereksiz bulan hiç bir kimse ile herhangi bir ve en ufak bir konuda dahi tartışmak verimli olmuyor ve zevk vermiyor. Zaten artık tartışmalara pek sık girmiyorum, sıkıcı olmaya başladı. Herkes aynı şeyleri söyleyip duruyor... Ben hep değişime inandım ve değişebilme kararlılığında oldum. Durağan zihniyetleri yadsıdım... Lakin burada; Karşısındakini "Görmezlikle" suçlayıp kendi görmezliğinde çırpınan, Karşısındakini "Doğmatiklikle" suçlayıp kendi düşüncelerini doğmatikleştiren, Karşısındakini "Düşünmemekle" suçlayıp kendisi düşünmeyen, Karşısındakini "Değişememekle" suçlayıp kendisi değişemeyen, Karşısındakini "Anlamamakla" suçlayıp hala kendisi anlamaya bile çalışmayan, Karşısındakini "İnatla" suçlayıp kendisi inatçılık yapan, Karşısındakini "Ahlaksızlıkla" suçlayıp kendisi ahlaksızlıklık yapan (küfür ve hakaret eden) Karşısındakini "Çelişkilikle" suçlayıp kendi çelişkilerini görmezden gelen... Kısacası karşısındakini bir şeylerle itham edip, aynı şeyleri kendisini ve yaptıklarını meşrulaştırarak yapan kimseleri gördükçe, kendi değişimimi sorgular hale geldim... Yani bu insanların verdikleri ile mi değişiyorum ben? Ya da bu insanlar beni nasıl oluyor da değiştirebiliyor? Ya da niye değişiyorum ki, onlar değişecekken... Ben her insanın fikirlerini değerli buluyorum, ediniyorum ve anlamlı kılıyorum. Bende değişim yaratmasına, yani olumlu fikirlerin ve bilgilerin olumlu değişimler yaratmasına izin veriyorum. Kısaca herkesin "Doğruları"nı topluyorum diyebiliriz... İki seçenek var; Ben her insanın fikirlerini edinip değişiyorum. Ancak fikirlerini edindiğim insanlarda en ufak bir "tık!" bile yok... Bu noktaya gelince soruyorum: "Ya bende bir sorun var, ya onlarda..?" Sorun bende ise değişiyorum, demek ki değişmemeliyim... Sorun onlarda ise yine değişmemeliyim: Çünkü kendi değişimini sağlayamayan ve bundan korkan kimselerin beni değiştirebilememesi gerekir diye düşünüyorum... Bu foruma geleli 3 aydan biraz fazla oldu ve şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Burada Tek "çelişkileri" olan, Tek "hataları" olan, Tek "eksik bilgileri" olan, Tek "kusurları" olan kişi sanırım ki benim... Çünkü böyle olduğunu açıkça ve sıklıkla söyleyen ve kendisini yeren bir tek ben varım sanırım... Diğer arkadaşlar kusursuz... Kimseye hitap etmiyorum ve kimse üzerine alınmasın... Kimseyi hedef alarak yazmadım... Saygılarımla...
-
Tarih'in Kur'an-ı/Kur'an-ın Tarihi
Felsefe'de çok güzel bir tümce vardır: "Felsefe Yapmıyorum ve yapmayı sevmem" demek bile Felsefe yapmaktır... Ne büyük bir tezattır ki "Kendi görüşlerini" sunmaktan zevk alan bir çok insan söylediklerinin "Göreceli" olmuş olabileceği korkusuna düştüğü an en baştan Felsefe'yi reddeder... Her zaman söylerim: "İnançlı insanları eleştiren insanlar, genelde onları eleştirdikleri şeyleri kendileri, kendilerini meşrulaştırarak yaparlar..." Ayrıntılamaya gerek yok: "İnançlılar Felsefe yapamazlar ve yapmazlar, Allah istemedikçe düşünemezler." diyebilen kimselerin, "Felsefe gereksiz ve boştur." diyebilmesi ve çelişkisinin farkına varamaması ne kadar hazin ve üzücü... Bunu söylerken yaptığınız nedir peki? Düşünmek, fikir üretmek, bir görüş ortaya koymak ve kısaca bir dünya görüşü tanımlamak ve savunmak... Yani "Felsefe Yapmak"... Çelişkinin alası... Yine böyle bir çelişkiyi "Kur'an-ın Formül Kitabı Olmadığı"nı söyleyip, onu formülle çürütme gayretine düşülmesinde de görmüştük bir kaç gün önce... Uzatmanın gereği yok, net görebiliyorum... İnsanların kendilerini meşru göstermek uğruna çelişkilerini görmezden gelmesi ve hatta haklılık iddia edebilmesi de çok hazin... Felsefe niçin gereklidir biliyor musunuz? Öğrendiklerinizi temellendirebilmeniz ve Çelişkilerinizi aşabilmeniz için... Konu bu değildi ve aslına bakılırsa ileti yazmaya cesaret edebilecek arkadaşlar olsa idi çok faydalı bilgiler edinebileceğimizi ve hatta Felsefe'yi küçümseyen arkadaşların lehine olabilecek paylaşımlarda bulunabileceğimi umuyordum lakin görüyorum ki en başta önyargılar hapsediyor zihnimizi Felsefe'den önce... Sanıyorum ki benim "Felsefe"ye sığınarak "İnanmaklığı"ı dikte edeceğimi falan sandılar... Üzücü... Neyse, Umarım çelişkilerinizin farkına varabilmişsinizdir... Kalıcı bir etki bırakabildimse ne mutlu bana... Lakin bırakamadımsa yine de kaygılanması gereken ben değilim... Saygılarımla...
-
münazara konusu
Bunlardan herhangibirisi için "Şu daha etkilidir" diyemeyiz kesinlikle. "Bunalım" hali, kişinin "Dengesinin Bozulma" halidir. Herkesin bildiği gibi bireyin en dengesiz yani bunalımlı zamanları "Ergenlik" dönemidir. Bu dönemdeki bunalımlar ise öncelikle ciltler alacak açıklamalar gerektirir lakin biz üstün körü bir şekilde tartışalım... Öncelikle bu dönemde kişi daha çocukluk döneminde farkettiği "Cinsel Kimliği"nin "Bir işe" yaradığının da farkına varır ve en temel bunalımın kaynağı budur. "Kendini Keşfetme" süreci henüz 9/11 (Kız/Erkek) yaşlarında başlar ve edinilen kimliğe ya da olunan şeye uyum sürecidir temel olarak. İnsan ileriki yaşlarda olacağı kişiye dönüşür ve bu her ne kadar zamanında geçirmişte olsalar hiç bir yetişkinin anlayabileceği bir şey değildir. Bugün ergen olan bir kimsede yine yetişkin olduğunda artık anlamayacaktır eskisi kadar. Bu yüzden her ergen "Anlaşılamamak"tan şikayet eder. Dediğimiz gibi bunalım ilk sebeplerinden birisi "Cinsel Farkındalık" ve bedenini tanıma sürecidir. Kişinin bu dönemde yaşadığı sorunlar, ömür boyu taşıyabileceği izler bırakabilir ve kişi bunun farkında bile olmaz çoğu zaman. Mesela erken olgunlaşan kız çocukları, geç olgunlaşan kız çocuklarına göre daha çekingen, utangaç ve içine kapanıktır. Erken olgunlaşan erkek çocukları ise geç olgunlaşanlara göre daha atak, dışa dönüktürler. Cinsiyet farklılığı bile aynı sürece ve etkenlere farklı tepkiler geliştirebiliyor... Ergenlik dönemi Bunalımının temelleri, bunalımın olduğu döneme değil çok daha önceki dönemlere aittir. Freud kişiliğin 0-6 yaşlarda tamamlandığını söylemektedir ve buna göre Ergenlik bunalımlarının nedenleri, ergenlik dönemine ait bile değillerdir. Doğumdan itibaren başlar bu nedenler ve en hassas olan bu dönemde ortaya çıkarlar. Bu yüzden Freud bu dönemi pek ele almamıştır bile. Lakin şu var ki gerçekten de bu dönem büyük oranda bir "Sonuç" bölümü olabilir. Erikson ise Bunalımı bütün ömre yaymıştır ve her bunalımın belirli dönemlerer ait olduğunu söylemiştir. Belirli dönemlerde belirli bunalımlar yaşanmır ve bunlar sağlıklı geçirilirse diğer döneme başarılı ve mutlu geçilir... Gelişime en temel etkide bulunan bir etkenide "Toplumsal Çevre" olarak ele alır. "Bunalım"ın temel nedeni kişinin kurduğu hayallari yada ütopyaları değil, temel olarak yetişme tarzıdır diye düşünüyorum... Tabii ki bunda içsel nedenlerde etkili olabilmektedir... Saygılarımla...
-
Komünizm nedir?Neden komünist olunur?
Buraya kadar okuyunca dedim ki; "İşte bize yeni ve faydalı bilgiler sağlayacak yeni bir arkadaş daha geldi..." Ancak iletinin devamını okuyunca bu izlenim başlı başına keşmekeş oluverdi... Yani diyecek tek bir kelime dahi bulamıyorum... Osmanlı Devleti kime göre, neye göre Feodal'di? Ya da "Feodalizm" nedir? Osmanlı'yı "Feodal" olarak nitelemenize neden olan özellikleri nelerdir? Ne kadar Feodal'dir Ya da ne kadarı Feodal'dir? Öncelikle burası bir Parti'nin propagandasının yapılacağı bir yer değil... Sonralıkla Lenin'in, Stalin'in "Komünizm" adına yaptıklarını hçiç bilmiyormuş gibisiniz? Binlerce Türk'ü katletmeleri, yurtlarından sürmeleri... Sultan Galiyev'i biliyor musunuz bilmiyorum... Ne olmuştur one ve niçin öldürülmüştür? Kapitalizm ile Komünizm bir değneğin iki ucu gibidir. Halk arasında buna bir atasözü ile örnek verilebilir: İki ucu.... Emperyalizm ile Enternasyonalizmin dünyaya ne kadar yararlı olabileceğini tarih göstermiştir, gösteriyor... Çin'in bir %60ı Liberal olmaktadır hatta bu oranı aşmıştır bile. Komünizm sadece ve sadece bir hayalden ibarettir, bir rüyadır... Bir ütopya bile değildir... Demokrasidir kaçınılmaz olan. Komünizm sadece bir kelimedir. Yazdıklarınız bir Ütopya bile değil, söyledim... Ütopyalar "İdeal Düzen"e öykünürler. "Olabilecek" veya "Olması Gereken"e... Sizin belirttiğiniz düşünce bir "Rüya"dır... Aynen "1001 gece masalları" gibi... Ayrıca "Stalin"in ölüm emri verdiği insanların katledilişini de çok güzel meşrulaştırmışsınız... Sultan Galiyev'de bu yüzden öldürülmüştür değil mi? Hitler'i sempati ile karşıladığı için... Güleyim mi, ağlayayım mı! Hala Komünizm'i savunabilen kimselerin çıkıp, Kapitalizm'i savunabilen zihniyetleri yadsıyabilmesi Ve hala insanların Komünist olmaktan başka çareleri ve meşruieyetleri yokmuş gibi bir izlenim yaratmak isteyebilmeleri çok komik ve hazin... Üniversite de bir arkadaşım vardı, komünizm'e özenirdi... Tek söylediği: "Siz Sovyetleri yanlış anlıyorsunuz!"du... "E anlat" derdik, "Anlamazsınız"... "Yav bir tek sen mi anlıyorsun?" derdik... "......" Cevap yok, çünkü o da sadece başkalarının söylemlerini tekrarlayabiliyor ve sadece heyecanına yenik düşüyordu...
-
Kadın Kıtlığı
Sensin O...
-
yaza kadar zayıflayın..........
Ben iki sene önce askere gitmeden önce 72-74 kilo kadar tombik bişeydim. Askerde ekmek yemeyi bıraktım. Zaten 6-7 yıldır hiç margarin yemiyorum. Sabahları zeytinyağı, ekmek, yumurta, peynir, domates... Akşamları yemek ama azıcık ekmek... Askerdeykende spora verdim kendimi. Düzenli olarak 10 kilo verdim. Ve askerden geleli 1 sene oldu tam tamına, yaklaşık 1buçuk senedir de 63-65 kilodan aşağı düşmüyorum ve yukarı çıkmıyorum. Tek yapmanız gereken bir yemek alışkanlığı kazanmak. Mesela ben artık tıka basa yemek yiyemiyorum. Mesela çok yemiyorum ve yemekten sonra mutlaka su içiyorum. Biraz da nefes alabileyim diye rahat bırakıyorum mideyo, çok doldurmuyorum. Ne kilo alıyorum, ne veriyorum...
-
Antonio Banderas
Bizim burada (İzmir/Bayraklı) Sevgi Yolu denen bir cadde var ve girişine M. Kemal Atatürk heykeli diktiler. "Ne Alaka?" diyeceksiniz... O heykeli yapan sanatçı kesinlikle bir kadındı bence ve heykeli yaparken M. Kemal'i değil Antonio Banderas'ı hayal ediyordu... İlk gördüğümde "Ulan Banderas'ın heykelini niye dikmişler ki acaba" demiştim... Hatırlatma: M. Kemal Atatürk'ü canlandırması için Antonio Banderas'a teklif götürülmüştü. Tehdit aldığı gerekçesiyle reddetmişti...
-
Paramparça Aşklar ve Köpekler - Aşk Bir Fahişedir (2000)
Evet, Kesinlikle bu filme ait bir söz... Hatta o kız bu sözü "Babaannesi"nin söylediği söylüyor: "Babaannem şöyle derdi..." Gerçekten de akla kazınacak bir söz...
-
Tanışmak istediğiniz ilk 3 kişi
Al işte... Şimdi de Colin Farrell çıktı başımıza. Brad Pitt'i falan zor kabullenmişken... Tamam be tamam, görmüyorum Şebo'yu falan, alla alla...
-
HoKkAbAz;)
Yaa Cem Yılmaz Senaryo bakımından benim adamım yaa... Senaryoları öyle uçuk kaçık, olmayacak kurgular değil. Tamamen hayatın birebir içinden. Kendimi sanki o rollerden biriymiş gibi hissediyorum. "Herşey Çok Güzel Olacak" ile aynı tarzda bir film. "Gora" Bilim Kurgu idi ancak tek farkı olaya uzaylıların karışmış olmasıydı. Aslına bakarsanız karakterlerin özelliklerine bakarsanız Gora'daki tek farklılık hikayenin uzayda geçiyor olması. Yoksa aynı olayları ben hergün kuryelik yaparken ya da üniversitede yaşıyorum. Hokkabaz'daki karakterlerde abartılı değil... Sıradan... Ama gerçek... Seyircinin en büyük hatası ise bu filmi, Cem Yılmaz'ın Komedyenliğine kurban etmesi. Cem Yılmaz, zaten gösterileriyle insanları yeterince güldürüyor. Yani "Güldürme" işini zaten fazlasıyla yapıyor. Biz ise sanıyoruz ki onun tek amacı, her adımından insanları güldürmek... WC'de bile. Giden adam şöyle diyor: "Gösterileri daha komik!?" E heralde gösterileri daha komik, çünkü adam filminde komiklik yapmak istemiyor. Vermek istediği bir şeyler var ve onu veriyor. Ve gerçekten de veriyor... Replikleri öyle uçuk kaçık replikler değil mesela. Günlük hayatta hepimizin kullandığı ama komikliğinin farkına varamadığımız replikler. O da bunları buluyor ve gözümüze sokuyor; "Alın gülün, eğer derdiniz gülmekse!" Mesela, köyden dönerken gelin kaçmış, nene ölmüş... Maradona diyor ki: Ulan böyle 4 iş yapsak tamamdır... Cevap veriyor: Böyle mi dört iş!? Nene ölmüş, Gelin kaçmış... "Böyle dört iş yapsak!" diyor... Mesela; nene ölmüş... Herkes anlıyo öldüğünü, hokkabaz da anlıyo... Çünkü yüz ifadesinden belli... Hala diyor ki; "Yoğunlaştı, yoğunlaştı..." Cem Yılmaz çok harika bir oyuncu aynı zamanda. O sahnedeki yüz ifadesini öyle veriyor ki, Ne yapacağını anlıyorsunuz hemen. "Yoğunlaştı" deyip, milleti oyalamaya çalışıyor bir ölümün tedirginliğiyle... O yüz ifadesiyle izlediğimde, "Yoğunlaştı, yoğunlaştı!" kelimeleri beni yerlere serdi... Dahafilmin başında, kadını kesmesi var, zaten o olayı bitiriyor... "Başarısız bir Hokkabaz..." Hele kız kaybolduğundaki ifadeleri... Hiç bişey olmamış gibi kutuyu çevirip duruyorlar... Ya çok güzel bir filmdi ya... Her karesini anlatabilirim... İzlenmeye değer şahane bir film... Hele o Savaş Ay denilen o popülist bilmem kimin böyle bir senaryonun tek bir diyaloğunu bile yazacak kapasitede olduğunu sanmıyorum. Kaldı ki Cem Yılmaz ondan çalmış olsun. Filmin ardından Beyaz Şov'a çıkmıştı Cem Yılmaz ve oraya Senaryonun orjinalini getirip birisine hediye etti. Etmeden önce şöyle çok süper bir laf sokmuştu: "Aa, Pardon, başkasının senaryosunu getirmişim yanlışlıkla!" Tabi Boşig yerlerde... Saygılarımla...
-
Taklamakan...
Yav iyice merak ediyorum şu ikizleri yaa... Hala böyleler anlaşılan... Kesin sana karşı ittifak kurdukları da oluyodur bunların, baksana...
-
bence zor bı soru
:clover: Bencede "Yaşam"ın tek kaynağı var, o da "Sevgi"... Hayatı sevmediğimizi anladığımız anda, anlam kazanan şey "Yaşamak" değil "Ölmek"tir... Ben Yaşamayı seviyorum... Yaşamı, sevdiklerimle/sevdiğimle yaşamayı seviyorum... Hayatımı onlarla paylaşmayı seviyorum. Onlara ait olmayı seviyorum... Bana yaşamı sevdiriyorlar, Bende Yaşamı seviyorum... Kaç kişi yaşamayı sevmez? Tek bir insan bile gösteremezsiniz... Şu an hala nefes almakta olan hiç bir insan "Yaşamayı Sevmiyorum" diyemez... Demek ki yaşamın kaynağı "Sevgi"ymiş... Hayatın kaynağı "Sevgi"... Bazen açgözlülüğümüz sevip yaşıyoruz, Bazen en kötü anlarda bile umut edebilmeyi sevdiğimiz yani geleceği sevdiğimiz için yaşıyoruz... Bazen sevgilimizin gözlerine "bir saniye" daha fazla bakabilmek için yaşamayı seviyoruz... O bir saniye geçiyor, ve "bir saniye daha" diyoruz... Yalan mı? Sesini duymak için bile demiyor muyuz bazen; "N'olur bebeğim, beş dakika daha konuşalım!" Belki de o beş dakika için yaşıyoruz... Sonuçta hayatın tek bir kaynağı var o da "Sevgi"... Sevmeyen zaten ölüyor. Sevgiye küsen eskiyor. Seven ise yaşlandıkça gençleşiyor, yenileşiyor. Şebnem Ferah'ın çok güzel bir sözü var: "Böyle yaşlanmak olmaz; Seninki eskimek, çökmek. Ruhu küskün bomboş bir bedensin..." Hayatı ne kadar sevdiğimizle ilgili... Sevgilerimle...
-
Kadın Kıtlığı
Bende size kahve yapıp içine acı biber, tuz falan katarım Ama ben senin için daha fazlasını takardım
-
Tanışmak istediğiniz ilk 3 kişi
Şebnem Ferah (konserinde ilk gördüğümde, konser bitene kadar gözlerimi alamamıştım. düşünün ne kadar istediğimi) Şebnem Ferah (hemen her şarkısını ezberlemişimdir, düşünün işte...) Şebnem Ferah (her klibini saatlerce izleyebildiğim tek işidir, e düşün işte alla alla...) Ya arkadaşlar, beni Şebo ile tanıştırın valla her şeye yeter...
-
HİNT MİTOLOJİSİNE GÖRE KADININ VE ERKEĞİN YARATILIŞI
:angry2:
-
Ahlak
Sayın Dipnot... Belirttiğiniz açıdan bakarak söylüyorum: "Haklı olmak zorunda mısınız?" Yine de şu var bence, "Ahlak"ın en temel özelliği "Öz Saygı"dır. Hem kendimize, hemde başkalarına... Mesala Rüşvet'i, dediğiniz gibi meşrulaştıran insanlar var. Lakin mesela benim babam zamanında üç kuruşla çalışırdı ve ben okula başkalarının takımları ve kitapları ile giderdim. Yine de hiç bir gün hakkı olmadığı paraya ile eve gelmedi. Zira çoğu zaman hakkı yendi. Elbette ki ben babamı "Ahlak Abidesi" olarak göstermeye çalışmıyorum, Lakin bu türlü insanlar çok var hayatta. Onlara bakarsak eğer, Rüşvet gidi şeyler ne kadar meşrulaştırılmaya çalışılırsa çalışılsın herhangi bir felsefe ile, Onu yapan insanların keşmekeşliği su götürmez bir gerçek olarak ortada kalacaktır. Fahişelik'te meşrulaştırılabilir: "Ben aç olmasam bunu yapar mıyım?" Lakin görüyorum ki nice çaresiz insanvar yine de yapmıyorlar aynı şeyi. Ha ben o kadınları potansiyel Ahlaksız ya da Sapık olarak görmüyorum kesinlikle lakin söylenenler sadece "Bahane" olmaktan öteye gidemiyor gibime geliyor. Yine de itiraf etmeliyim ki, İletinizin haklılığı, sanıyorum ki benim nitelememdeki haklılıklardan biraz daha gerçekçi gibi... Ancak yine de "Ahlak"ın ne olduğu aslında bence göz önünde duruyor... Saygılarımla...
-
anne ve babanız kişiliğinizi ve hayatınızı ne ölçüde etkiledi
Tabii ki olumlu etkiledi... Olumsuzlukları yok değildi, vardı... Eğitimleri azdı mesela... Ama bu benim eğitili olmama engel olmadı asla... Bana insani değerleri verebildiler, yetmez mi?
-
Ahlak
Sayın Dipnot, Hak vermemek elde değil... Üniversitede iken yaşadığım bir iki olayı anlatacağım, deyişinizle örtüşüyor... Bir guruba dahil sınıf arkadaşlarımız vardı. Ve bunlar, Ramazan ayında oruç tutmayan kimseleri rahatsız eden kimselerdi. Bu tavırları tabii ki bizi de rahatsız ederdi hatta çatışırdık. Neyse, bir gün tuvaletteyken, lavaboda iki üç kişinin konuşutğunu duyuyoruz: "-Lan oğlum, kapıda durun da reis görmesin!" "-Hakkaten yaa... Dikkatedin lan!" Bu konuşmayı yapan adamlar, İftardan önce tuvalette sigara içen ve henüz bir önceki gün oruç tutmuyor diye bir kaç öğrenciye çıkışmış bir kaç kimse... Sonra yurtta, bir arkadaşım sevgilisiyle el ele tutuştu diye tekdir edilmişti. Sağolsun onu tekdir eden Reis, sevgilisiyle sarma dolaştı... Çünkü kendi namusundan son derece emin... Başkası onun kadar namusuna sahip çıkamıyor ne yazık ki... Beni de kenarı çektiler bir ara... Otostopla okula gidiyordum ve durakta duran bir kız arkadaşıma selam vermiştim. "Sen misin o selamı veren?" Bu sefer beni bu nedenle kenarı çeken şahsına muhterem namuslu abimizin sevgilisi ile ortalıkta yaşadıklarını yazmıyorum bile... Çünkü o yaşayabilir. Çünkü o namusunu koruyabilir... Komedi...
-
anne ve babanız kişiliğinizi ve hayatınızı ne ölçüde etkiledi
Bir bireyin gelişim sürecinden Anne ve Babasından "Etkilenmemesi" zaten söz konusu bile değildir. Her birey Anne veya Babasından hem toplumsal olarak, hem psikolojik olarak hem de genetik olarak etkiler taşımaktadır. Ancak sanırıyorum ki burada sorulan "Anne Baba'nın ne derece etkilediği" değil, "Bizim" ne kadar etkilendiğimiz... Yani "Özeleştiri" yapmamız isteniyor. Ben özeleştirilere bayılırım ve sık sık yaparım. Bakalım kim ne kadar dürüst olabilecek... Benim yetişmemde en çok emeği geçen kişi hiç kuşkusuz Annemdir. Babamın eğitimi yoktur ve annem ise orta okul terk'tir. Geleneksel şekilde çocuk yetiştirmekten fazlasını pek bilmeselerde bana kazandırdıkları en önemli şey "Özgürlüğün" ne demek olduğunu anlayabilmem olmuştur. Ayrıca "Emek"... "Hayatım Roman Olur" derler ya hep! Bunu demeyeceğim yinede... Lakin şunu hatırlıyorum; Annem gelinlik eldivenlerindenbirini bana, diğerini kardeşime vermişti. Biz bu eldivenleri "Kumbara" olarak kullanırdık. Harçlıklarımızı biriktirmeyi öğretmişti annem bize ve en önemlisi "Güven"i aşılamıştı. Küçücük çocuğa, çok zor ekonomik şartlarda olsada aile, harcayamacağı miktarda para verip yaptığı tek şey öğüt verip izlemekti.... Yani verdiği para ile birlikte, aslında bana o parayasahip çıkma sorumluluğu yüklüyordu. Ve aynı zamanda o parayı kumbarama atacağımı çok iyi biliyordu. Aşılamıştı çünkü artık bunu bize. Ve annemin eldivenleri doldukça doldu... Biri derken diğeri... Sonra birgün babamı işten çıkardılar. Hiç beklemiyorduk ve hiç bir gelirimiz ya da birikimimiz yoktu. Ve o annemin eldiven kumbaralarında biriktirdiğimiz harçlıklarımız bizi bir ay boyunca, babam iş bulana kadar geçindirmişti. Hem de kimseye muhtaç kalmadan... Annem benim hayatımın en önemli noktasıdır. Bana sorumluluk alabilmeyi, İnsanlara nasıl güven verebileceğimi, Ya da nasıl güvenilir bir insan olabileceğimi öğreten tek insandır... İnsanları tanımamı sağlayan tek kişidir... Ve beni dinleyen tek kişi olmuştur hayatımda... Evde yiyecek ekmeği zor bulurken bazen, Ve hatta okul elbiselerimizi komşularımızın çocuklarından edinirken çoğu zaman, Ve kitaplarımızı hep ikinci ve hatta üçüncü el en eski basım kitaplardan sağlarken, Annem örgü örer, satar ve bizi oyuncaksız bırakmazdı; Sırf, oyunun gelişimimizdeki önemini bildiği için. Belki de bugün kolunda başgösteren o sızlamaların nedeni, o bıkmak bilmeden ördüğü örgülerdir... Annem bana bir "İnsan" nasıl yetiştirilir bunu öğretmiştir... "İnsan" nedir? Babam... Babam ise bana "Susmayı" öğretmiştir... Şimdiye kadar konuştuğunu duyan ender insanlardan biriyimdir. Hiç konuşmaz babam. Özürlü değil, Psikolojik bir rahatsızlığı yok, Sorunları yok... Ama konuşmaz... Bazen su ister, bazen halimizi hatrımızı sorar... Ama bir o kadar da sıcaktır, duygusaldır... Ağlayabilir mesela... Psikolojiden anladığımı sanıyorum ucundan köşesinden ancak biliyorum ki Babam hiç rahatsız değil... O öyle... Çocukları için kendi hayatını adamıştır, o kadar... 60yaşında, hala çocuğu okusun diye işe gider mesela... Kendi okuyamadığını okusun diye... kimseye kötülük yapmamayı öğretmiştir, fesat olmamayı... Kin beslememeyi... Herkesin sevdiği, sessiz, sakin, kimseye karışmayan ve herkesi herşeyiyle seven bir adam. 60 yaşında ve yolda gördüğü çocuklarla koşturabilen bir adam... Hatta bazen düşünüyorum; Babam çocuklarla, yaşıtlarıyla anlaştığından daha iyi anlaşıyor diye... İşte böyle... Benim Annem Babam beni çok etkiledi...
-
İNTİHAR
Sevgili La_Bohéme ve Didem... Yazdıklarınıza katılıyorum, ancak ekleme yapmak istiyorum. İntihar'ın en temel nedeni hayata "Karamsar" bir bakış açısı olarak görünmektedir ancak asıl nedeni "Kişilik Bütünlüğü"nün sağlanamamış olmasındandır. "Kimlik Bütünlüğü"nü sağlamış olan insanlar "Varlıklarının" farkında olurlar ve özellike "Öz Saygı"larını geliştirmiş olurlar. "Gerçekçilik"e dayalı (kendi tanımlarınca) "Karamsar" bir kişilik oluştursalar bile "İntihar" eğilimli olmazlar. O yüzden her karamsar kimse "İntihar" eğilimlidir diyemeyiz. Dediğim gibi "İntihar"ın en temel nedeni "Kimlik Bütünlüğü"nü oluşturamama ve "Öz Saygı"yı geliştirememedir. Böyle insanlar hayatın her anına "Bardağın Boş Tarafından" baktıkça daha da kendilerini çıkmaza sürüklemekte ve "Umut"larını yitirmektedirler. En temel şikayetleri "Hayatın üstlerine geldiği"dir. En temel inançları ise "Herşeyin hep böyle devam edeceği"dir. Kısacası görünen odur ki İntihar'ın diğer bir nedeni de "Umut"u yitirmektir. Bunlara ek olarak bir de "Cinnet" anına dayalı intiharlar vardır. Ki zaten başlı başına bir sorundur. Şu var ki hayatı seven ve yaşamaya değer gören hiç bir insan "İntihar"ı aklına dahi getirmemektedir. Not olarak: Psikoloji bölümüne desteklerinizden dolayı teşekkür ederim Sevgili La_Bohéme ve Sayın Didem... Saygılarımla...
-
İncil ve tevrat,kuranın Allahından mı
Bu şekilde giderseniz yaptığınızın "Havanda Su Dövmek"ten farkının kalmayacağını söylüyorum... Sayın BrainSlapper, kaç kişi sizin yada diğer arkadaşların söylediklerini "Anlamak" için tek bir adım bile attı? Bakınız o kadar bilgi sundunuz, o kadar yazı yazdınız bu forumda... Kaç kişi? Sizi "İnanmamak" için tatmin eden bilgileri fazlasıyla verdiniz ancak sizi tatmin eden o bilgiler diğerlerine anlamsız geldi... Tek sorun onlar da mı? Yoksa sizin yanlış bir yol izlemenizde mi? Havanda su dövüyorsunuz, çünkü bakın kimse artık tartışmıyor bile... Çünkü artık kısırlaştık... Çünkü artık kimse kimseye bir şeyleri gösterebileceğine inanmıyor, yalan mı? Bakın son günlere, bir çok değerli arkadaşımız girmiyor bile tartışmalara... Sıkıcı oldu çünkü... Çünkü ele alışlarımız yanlış... Sizi aydınlatmak benim haddim değil, zira sizden bir şeyler almak niyetinde olan benim aslında. Lakin sizin beni yanlış anladığınızı görüyorum... Bakın, söylüyorum açık açık... Ben zamanında H.Y. denen adama inanırdım, açıkça söyleyebilirim bunu. Kitaplarını okurdum. Bundan bir kaç sene önce Ali Demirsoy ile bir tartışmasını izledim. Ve ben o sıralarda "Beyin" ile ilgili hakkaten saplantılı bir araştırma içindeydim, benim için önemli birisi Sara hastasıydı çünkü. Bu tartışma bu açıdan ilgimi çekmişti, çünkü bir Bilim Adamı vardı, hatta H.Y.'yi de bilim adamı sandığımı düşünürseniz, iki bilim adamı vardı... Belki bir şeyler öğrenebilirdim... O tartışmayı izledim ve Ali Demirsoy gibi bir Bilim Adamı'nın H.Y.nin karşısında nasıl sustuğunu gördüm. Susması "Haksızlığından" değildi. Susmasının nedeni, havanda su dövdüğünü anlamasından dolayı idi... Karşısındaki adam Evrim'i Ayetlerle çürütmeye çalışıyordu, Kendisi de Ayetleri Bilim ile... Seyirci farkına vardı sonra... Birisi Manevi bir duygu, Diğeri Maddi bir gerçeklik... Birisi inandığında doğru, inanmadığında yanlış, Diğeri ise her daim yanlışlanana kadar tek doğru... Yani kulvarları zaten apayrı... Tartışmada ne oldu sonra biliyor musunuz? Ali Demirsoy sadece "Bilim"i ele almaya başladı... H.Y. ne derse desin ayetlere dokunmadı ve sadece "Evrim"i anlattı... Ve o gün ben o kitaplarını okuduğum H.Y. denen adamın ne kadar safsata olduğunu gördüm... Ve Ali Demirsoy adeta doldurdu beni... Şunu söylemek istiyorum Sayın BrainSlapper; Ben bunu yıllar önce gördüm... Hiç bir inancı "Bilim" ile çürütemezsiniz... Hele o inançların "Bilimsel Veri" sunmadığını söyleyip, İçindekileri "Formüllerle" çürütmeye kalkışırsanız, inandırıcılığınızı, sizi sevenlere karşı da yitirirsiniz. Çünkü en başta kendinizle çelişirsiniz... Çünkü artık baul etmişsinizdir ki o kitap "Formüller" ve "Bilimsel Veriler" içeriyor. Sonra ne mi olur? İnanan saplantılı bir adam çıkar; "Bilimin verileri ve formülleri değişkendir; bu bilimin temel kanunudur, kıyamete kadar Kur'andaki yasalar ortaya çıkacak, doğrulanacak, ispatlanacak. Şimdi ispatlanamıyor olması, ispatlanamayacak olduğu anlamına gelmez..." Forumda örnekleri ve örnek iletileri çok var, yalan mı? Çünkü ne diyorlar? Kıyametten önce herkes doğruyu görecekmiş değil mi? Derler ki, "Kıyametten önce Kur'an-ın bilimsel olduğu ortaya çıkacak, yasaları o zaman ispatlanacak." Yani havanda dövdüğünüz suyu bir yana bırakın, Adama inanmayadevam etmesi için çok değerli bir nüve de vermiş oluyorsunuz... Sayın BrainSlapper, tekrar söylüyorum ki beni yine "Dini Meşulaştırmakla" itham edeceksiniz biliyorum. Lakin böyle bir niyetim yok... Emin olun ki siz, sadece "Mantık"ı kullanarak "Dinlerde" olduğunu düşündüğünüz çelişkileri çok güzel ifade edebiliyorsunuz. Bakın, haddim değil ama madem ki benden aydınlık alabileceğinizi düşündünüz Ufak bir ipucu vereyim size, haddimi aşarak. Ben "Bilimlerin Sınıflandırması"na çok inanırım. Adamlar sınıflandırmışlar ve Maddeden bağımsız olarak iki bağımsız Bilim ortaya çıkarmışlar en tepede... Matematik ve Mantık... Matematik: Pozitif Bilimlerin dili olmuş. Mantık: Sosyal Bilimlerin... İnançları Sosyal Bilimlerin içersinde ele alın ve hep yaptığınız gibi "Mantık" ile çürütmeye devam edin... Öteki türlü hiç kimseyi inandıramayacağınız ve hatta onların kıyamete dair ümitlerini besleyeceğiniz ortada çünkü. Saygılarımla...
-
MİRAC konusunda Allah mı doğru söylüyor, Muhammed mi?
İşte bende bundan bahsediyorum Sayın BrainSlapper... Bakın, gördünüz mü? Dini "Bilimselleştiren" siz oldunuz? Şimdi birileri çıkıcak ve bunun böyle olmadığını "Bilimsel Hesaplamalar" ile ispatlamaya çalışacak... Sonra? "Din" Bilimselmiş gibi bir görünüm kazanacak... Sizin H.Y.'nin "Karşıt Versiyonu" olmaktan farkınız kaldı mı? Formüller, formüllerle çürütülür... Bilimsel veriler Bilimsel verilerle çürütülür... Ve "Bilim" ile "İnanç" ayrımını bilmeyen insanlar ve "İnanç" açısından "Çok Duygusal" olan insanlar H.Y. ve Ö.Ç. gibi adamlara inanmaktan kendilerini ister istemez alamayacak... Çünkü onlarda kendilerince "Matematik Hesaplar" yapıyorlar... Siz bir "Hayal"i ya da "Mecaz"ı "Bilim" ile "Formül" ile çürütmeye çalışırsanız, Aynı Mecaz'ı "Bilim" ile ispatlamaya çalışan adamdan farkınız kalır mı? Çelişkiye düşmez misiniz? Yine ve inatla tekrar ediyorum: İnançlar "Bilim" ile doğruluğu ve yanlışlığı ispatlanamaz olan şeylerdir. Felsefenin "Dinsel Doğrular" için çok güzel bir tanımı vardır ve kimi arkadaşlarca küçümsenmesine rağmen ben Felsefe'nin bu tanımını severim: "Din; İnanıldığında doğru, inanılmadığında yanlıştır." Hele hele Pozitif Bilim hiç değildir. Yine beni "Meşrulaştırmaya çalışmakla" suçlayacaksınız biliyorum ancak ben meşrulaştırmak için söylemiyorum.
-
İncil ve tevrat,kuranın Allahından mı
Sayın Katakuta, Ben bazen saplantılı olabiliyorum, Özür Dilerim... Lakin işaretlediğim yer biraz koydu bana, çünkü ben en azından özgün olmaya çalışıyorum... "Net Duruş"un böyle olmadığı kanısındayım... Saygılarımla...
-
Ahlak
Ya bak, Bulunduğun toplumda yaşayabilmek için, o toplumun ortak paydalarını benimsemek durumundasın. "Zorunda Olmak" sana "Kötü" bir anlam ifade edebilir ancak mesela çağdaş toplumlarda "Yasal Düzenlemeler"de "Zorunlu"dur... Senin haklarının, öz haklarının korunması için, "Diğer İnsanların" kabullerine dayalı "Yasalar"da "Zorunludur". Buna biz "Anayasal Sistem" diyoruz. Bu "Zorunluluk" kötü müdür? Genel Ahlaki Kurallar'da böyle bir zorunluluk arzeder. Bu yüzdendir ki, insanlar sana, senin istemediğin şekilde yaklaşamazlar. Mesela yolda giderken laf atamazlar, atarlarsa ayıplanırlar. Ya da bir erkek, özgürlüğü var diye yolda çırıl çıplak dolaşamaz. Belki erkekler ya da bazı kadınlar bundan rahatsız olmayacak olsa bile yapamaz... Ve yahut kimse, topluma açık yerde küfürlü konuşamaz, konuşmamalı... Yani bunun gibi kurallar elbette ki zorunludur ve gereklidir. Çünkü insanların birbirlerine olan yaklaşımlarındaki sınırlarını bilemeyiz ve bunu genel kabuller vasıtası ile ancak kestirebiliriz. E bu açıdan bir şey söylemiyorum zaten. Bu konuda çok haklısın, daha ne diyeyim... İyileştirilmesi gereken, kötü kabuller elbette var ve bunları çok güzel yansıttın zaten...