Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

GeceKuşu

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

GeceKuşu tarafından postalanan herşey

  1. LAİK EĞİTİMDEN DİNCİ EĞİTİME (1) Türk Milli Eğitim sisteminde alelacele bir değişiklik yapılmaya çalışılmaktadır. Anayasa kadar, belki ondan da daha önemli bir konu aniden Türkiye’nin gündemine oturuvermiştir. Bu yazıda, “Milli Eğitim Sistemi’nde ne yapılmak isteniyor, neden yapılmak isteniyor”un yanıtını bulmaya; daha sonraki yazılarda ise, getirilmek istenen yeni sistemin sakıncalarını irdelemeye çalışacağız. Sayın Başbakan’ın anayasal kuralları elinin tersiyle iterek, laik eğitim ve öğretim birliği ilkelerine aykırı biçimde “Biz dindar bir nesil yetiştireceğiz” sözünden hemen sonra, eğitim sisteminde “1+4+4+4” modeline geçileceği açıklanmıştır. Arkasından da 5 AKP Grup Başkanvekilinin (Nurettin Canikli, Ahmet Aydın, Mahir Ünal, Mustafa Elitaş ve Ayşenur Bahçekapılı) imzasıyla ilgili yasa teklifi TBMM Başkanlığı’na verilmiştir. Bu gelişme “dindar nesil yetiştirme” projesi ile “yeni eğitim sistemi” arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktadır. Ayrıca, AKP programında, seçim bildirgesinde, hükümet programında, hükümet/Milli Eğitim Bakanlığı icra programında, Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda ve Kalkınma Planı’na dayalı olarak her yıl Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlüğe konulan yıllık programlarda, bu bağlamda 2012 Programında yer almamasına karşın, eğitim sistemi değişikliğinin aniden gündeme alınması, Başbakan’ın söylemiyle doğrudan ilgili olduğunu açıklamaktadır. Tüm engeller ve karşı koyacaklar ortadan kaldırıldıktan sonra sıranın eğitim yoluyla yeni rejimin geleceğinin güvence altına alınmasına geldiğine karar veren Başbakan bu sözü söyleyerek işaret fişeğini ateşlemiş; hemen arkasından yasa teklifiyle gereği yapılmıştır. Sayın Başbakan 28 Şubat 2012’de AKP Grup toplantısında yaptığı konuşmada, bu sistemle “28 Şubat’taki kayıpların telafi edileceğini”; Rekabet Kurumu’nun 15. kuruluş yıldönümü toplantısında da, “kesintisiz eğitimin zorbalıkla geldiğini” söyleyerek, yeni eğitim sisteminin hem “dindar bir nesil yetiştirme projesini” yaşama geçirmek için getirildiğini doğrulamış, hem de 8 yıllık kesintisiz eğitimin rövanşının alınması için getirildiğini itiraf etmiştir. Teklifin TBMM MEB Komisyonu’nda kabulü aşamasında yaşananlar ve sistem değişikliğinin hiç gerek yokken, halkın istemi bulunmazken, ilgili hiçbir örgütle görüşülüp tartışılmadan, hatta muhalefet susturularak çıkarılmaya çalışılması, rövanşın da zorbalıkla ve dayatılarak alınacağını göstermektedir. Oysa iş rövanş almaya dökülünce bunun sonu gelmez. Çünkü olayı bu yolla bitmez tükenmez bir sıra meselesi haline getirmiş olursunuz. Sıra size geldiğinde rövanş alırsınız ama bir sonraki aşamada diğerlerine de rövanş almak için neden yaratmış olursunuz. Üstelik 8 yıllık kesintisiz, zorunlu eğitim özü itibariyle 28 Şubat sürecinin ürünü değildir. Uzun bir fikri hazırlık dönemi sonunda uygulamaya konulmuş bir sistemdir. 8 yıllık zorunlu eğitim önce 5 Ocak 1961 günlü, 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Yasası’nda, sonra 14 Haziran 1973 günlü, 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Yasası’nda, daha sonra da 16 Haziran 1983 günlü, 2842 sayılı Yasa’da yer almıştır. Ancak uygulaması hep ertelenmiştir. 1974 yılında CHP-MSP koalisyon hükümeti döneminde toplanan 9. Milli Eğitim Şurası’nda, zorunlu kesintisiz eğitimin 8 yıla çıkarılması gerektiği, neredeyse oybirliğiyle kabul edilmiştir. 1996 yılında, ANAP-DYP koalisyon hükümeti döneminde toplanan 15. Milli Eğitim Şurası’nda, 8 yıllık zorunlu kesintisiz eğitime geçilmesi, büyük oy farkıyla kabul edilmiş; ancak ilk kez kesintili eğitimden söz edenler de olmuştur. 1997 yılında, RP-DYP koalisyon hükümeti 8 yıllık kesintisiz eğitime geçmekte gönülsüz davranmıştır. 28 Şubat’tan sonra kurulan ANAP-DSP-DTP koalisyon hükümeti döneminde Ağustos 1997’de çıkarılan bir yasayla 8 yıl süreli kesintisiz, zorunlu temel eğitim uygulaması yürürlüğe konulmuştur. Önce gündeme getirilen “1+4+4+4” sisteminde, kesintili-zorunlu 13 yıl süreli bir temel eğitim öngörülmekteydi. 28 Şubat sürecinde kabul edilen “kesintisiz ve zorunlu 8 yıl süreli eğitim öğretim”, kesintili 13 yıl zorunlu eğitime dönüştürülmek isteniyordu. Aslında bu konudaki ilk adım da 18. Milli Eğitim Şurası’nda atılmıştır. Milli Eğitim Şuraları, eğitim politikalarını belirleyenler için yol gösterici işlev gören etkinliklerdir. Ne yazık ki, özellikle son iki yıldır bu etkinliklere de siyaset egemen olmuştur. Bunun sonucunda, 17. MEŞ’nın egemen konusunun “katsayı”, 18. MEŞ’nın egemen konusunun ise “dini eğitim” olması sağlanmıştır. 18. MEŞ’ndan çıkan kararlar bu değerlendirmemizi güçlendirmektedir. Örneğin, kesintili-zorunlu 13 yıl eğitim sistemi (1+4+4+4) bu Şura’da alınan kararlardan biridir. Bu karar Hükümet’e, sisteme geçmek için dayanak oluşturmuş, işini kolaylaştırmıştır. Kesintili-zorunlu 13 yıllık temel eğitimde, 1. yıl okulöncesi eğitimi, 4 yıl ilköğretim birinci kademeyi, 4 yıl ilköğretim ikinci kademeyi ve 4 yıl da ortaöğretimi kapsamaktadır. Yasa teklifinde ise; - “Okul öncesi öğretime” zorunlu eğitim kapsamında yer verilmemiş ve sistem, “4+4+4” biçiminde önerilmiştir. - Zorunlu temel eğitim 12 yıla çıkarılırken, kesintili duruma getirilmekte; 4’er yıl süreli ilköğretim birinci ve ikinci kademe ve ortaöğretime dönüştürülmektedir. - Bununla da yetinilmemekte, ikinci 4 yıldan başlayarak yaygın eğitim, örgün eğitime seçenek olarak getirilmekte, öğrencilere isterlerse ortaokul ve liseyi açıktan okuma olanağı sunulmaktadır. - İkinci 4 yıllık bölümde yani ortaokulda, öğrencileri meslek seçimine yönlendirmek için seçmeli dersler konulması öngörülmektedir. Sayın Başbakan’ın “Dindar bir nesil yetiştirmek istiyoruz” açıklamasının ardından, siyasal iktidardan güç alan İmam Hatip Liseleri Mezunlar ve Mensupları Derneği (ÖNDER), 1+4+4+4 sisteminde, "Zorunlu temel eğitime dördüncü sınıftan sonra 'açık öğretim' olarak da devam edilebilmesini” önermiştir. ÖNDER yetkilileri öneriyi Başbakan Erdoğan'a sunduklarını ve Başbakan’ın öneriye sıcak baktığını açıklamışlardır. Nitekim AKP Grup Başkanvekillerinin imzalarıyla TBMM’ne sunulan yasa teklifi, bu öneriyi de kapsamaktadır. Bu teklif kabul edilirse, öğrenciler kesintili olarak 12 yıl zorunlu temel eğitime bağlı olacak; ancak ilk 4 yıldan, yani ilkokuldan sonra okula devam zorunluluğu olmayacaktır. Öğrenciler isterlerse açık öğretim olanağından yararlanacaklar; evlerinde oturarak dersleri televizyondan izleyecekler ve yılsonlarında sınava girerek 12 yıllık eğitimlerini tamamlayacaklardır. Teklif, TBMM Milli Eğitim Komisyonu’nun 11 Mart 2012 günlü, şaibeli toplantısında kabul edilmiştir. Komisyon kabulüne göre; - 12 yıl süreli kesintili temel eğitim zorunlu olmuştur. - Okul öncesi eğitimi zorunlu temel eğitim kapsamına alınmamıştır. - İlköğretime başlama yaşı 6’dan 5’e indirilmiştir. (60 aydır. Amaçlarının 6 yaş, yani 72 ay olduğu açıklanmış ise de bu metne yansımamış; gereğinin Genel Kurul’da yapılacağı söylenmiştir.) - İlköğretim birinci ve ikinci kademe ile ortaöğretim ifadeleri, sırasıyla “ilkokul”, “ortaokul” ve “lise” olarak değiştirilmiştir. - Temel eğitim 4’er yıl süreli, birbirinden bağımsız ilkokul, ortaokul ve liseden oluşmaktadır. - Ortaokulda mesleğe yönlendirme adı altında konulacak “seçmeli dersler”, “seçmeli ders programı” paketine dönüştürülmüştür. - Öğrenci ortaokulda hangi program paketini seçerse, ona uygun lisede okuyacaktır. - Açık öğretim seçeneği ortaokuldan değil, liseden sonra devreye girecektir. Öğrenciler lise evresinde açık öğretim seçeneğini kullanabilecektir. Yasa teklifinin 12 yıllık zorunlu temel eğitimi öngörmesi, bilimsel temellere dayanmakta ve insan gücü niteliği açısından büyük önem taşımaktadır. Bunun dışında, - Okulöncesi eğitimi zorunlu temel eğitim kapsamına almamanın, - Temel eğitimi kesintili duruma getirmenin, - Temel eğitimin son aşamasında da olsa açık öğretimi örgün eğitimin seçeneği yapmanın, - Ortaokulda çocukları mesleğe yönlendirici seçimli ders programları getirilmesinin, belli bir amaç dışında hiçbir bilimsel yanı bulunmamaktadır. Komisyonca kabul edilen değişiklik metnindeki bu eksikliklerin, Türk Eğitim Sistemi yönünden sakıncalarına değinmek gerekir.
  2. Hani Hz Muhammet okuma yazma bilmiyordu?
  3. BirGün gazetesi yazarı Attila Aşut, Kars'ta düzenlenecek "Kültür ve Sanat Festivali" ile ilgili kendi gazetesinin bu festivali olumlayan haberini, "ucube" vakasını hatırlatarak eleştirdi. Aşut, toplumsal hafızanın çabuk silindiğine dikkat çekerek BirGün'ün haberini "meslek kazası" olarak değerlendirdi. Başbakan'ın İnsanlık Anıtı'na "ucube" demesi sonrasında hemen kolları sıvayan bu belediyenin yaptığını ne çabuk unuttuk. Atilla Aşut'un konuyla ilgili yazısı:
  4. Mizah dergisi Gırgır seçmene ’Alex’in yerine Tayyip Erdoğan’ oynasa diye sordu. Haftalık mizah dergisi Gırgır AKP'nin sürekli anket yaptırmasını kapağına taşıdı. AKP, parti içinde ya da Türkiye'deki gidişata dair kötü bir gelişme olduğunda kendilerine yakın anket şirketlerine anket yaptırarak oylarının düşmediği konusunda kamuoyunu ikna etmeye çalışmakta. (Örneğin, ANAR araştırma şirketi) İşte GırGır'ın kapağı.
  5. MİT krizinin yoğun tartışıldığı günlerde, Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce çok kritik bir yazı kaleme aldı. 15 Şubat 2012 tarihli “Son tuzak: İktidar-Cemaat” başlıklı yazısının son satırları çarpıcıydı: “(...) İstenilen tek bir şey var: Temel hak ve hürriyetler, din ve vicdan özgürlüğü teminat altında olsun yeter... Halk seçtikten sonra, Türkiye’yi kim yönetirse yönetsin...” (15.02.2012/Zaman) Zaman gazetesi yazarı Gülerce, bu satırları “cemaat ne istiyor” sorusuna yanıt olarak vermişti. AKP’DEN DAHA İYİSİ VARMIŞ! Zaman’ın bir diğer yazarı Ali Bulaç, 3 Mart 2012 tarihinde “Siyak ve Sibak” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Bulaç’ın yazısında çok çarpıcı satırlar vardı. Örneğin: “Biz iktidara destek vermeye devam edebiliriz, ama eleştireceğiz de. İktidar bundan hoşlanmıyor, nitekim eleştirenleri usulüne göre kenarda tutarak etkisizleştirme yolunu seçiyor, bazen "Sen bana güvenmiyor musun, eleştirerek beni zayıflatıyorsun" diye aba altından sopa da gösteriyor. Hoşlansın hoşlanmasın, yapıcı olarak ve referanslarımızdan hareketle eleştirilere devam edeceğiz. Müslümanlar asli dava ve ideallerini unutmamalı, iktidarlar gelip geçicidir, her zaman "olan"dan "daha iyisi" vardır.”(03.03.2012/Zaman) Ne diyor Ali Bulaç özetle: “İktidarlar gelip geçicidir, her zaman daha iyisi vardır!” Hüseyin gülerce ne demişti: “Halk seçtikten sonra, Türkiye’yi kim yönetirse yönetsin!” MUSTAFA ÜNAL’IN KRİTİK YAZISI Gelelim Zaman gazetesi Ankara temsilcisi Mustafa Ünal’ın yazısına... Mustafa Ünal “HAS Parti’den Anayasa kampanyası” başlıklı yazısının girişinde bakın neler yazdı: “(...)Toplumun yeniliğe açık yapısı Türk siyasetini dinamik kılıyor. O yüzden bu topraklarda yükseliş ve düşüşler çok sert yaşanıyor. Seçimde birinci olan bir parti dönem sonunda son sıraya inebiliyor. Bülent Ecevit'in DSP'si bunun en iyi örneği. Zamanın ruhuna ayak uyduramayan partilerin yeri siyaset mezarlığı. Örnek mi? O kadar çok ki... Merkez sağın iki partisi Anavatan ve DYP mesela.(...)”(25.03.2012/Zaman) Zaman yazarı Ünal, bugün AKP’nin ne kadar güçlü olduğundan bahsedip sözü HAS Parti’ye getiriyor: “(...)Bu siyasi tablo 'gelecek arayan' parti olmayacağı anlamına gelmiyor. HAS Parti, yarın hesabı yapan partilerden biri... AK Parti gibi Milli Görüş hareketinden neşet etti. Milli Görüş çok bereketli çıktı. Oradan doğan üç parti var. İlk başlarda Numan Kurtulmuş'un Saadet Partisi'nden kopması yadırgandı. Bugün yaşananlar Kurtulmuş'u haklı çıkardı. Artık 'Neden ayrıldınız, neden sabretmediniz?' sorularına muhatap olmuyor. Numan Kurtulmuş, hayal dünyasında yaşayan biri değil, son derece gerçekçi... İdealist ama reel politiğin farkında. Önceki gün gazetede misafirimizdi, parti faaliyetlerini, siyasetten beklentilerini anlattı. Cumhurbaşkanlığı seçimini siyasetin yeniden şekilleneceği 'dönüm noktası' olarak görüyor. AK Parti'nin boşaltacağı alanı doldurmaya aday. O günün şartlarını bugünden kestirmek zor tabii.(...)” Mustafa Ünal yazısında; HAS Parti’nin yeni anayasa ve 28 Şubat sürecinin soruşturulması konusundan bahsedip, yazısını şu satırlar bitirdi: “(...)Kurtulmuş, bugün işinin ne denli zor olduğunu biliyor, o yüzden yarının Türkiye'sini yönetmeye talip.” *** Evet... Parçaları koyduk. Zaman’ın bir süredir Numan Kurtulmuş’la ilgili haberlere geniş yer verdiğini de hatırlatalım. Ve çıkan bu tablo eşliğinden şu soruyu soralım: Cemaat HAS Parti’yi, dolayısıyla Numan Kurtulmuş’u iktidara mı hazırlıyor?
  6. Sevgili Omar; Hadislerle ilgili düşüncelerini ben anlarım ve sana hak veririm. Aynı şekilde birisi Allah yoktur dediğinde, sende bu sana göredir kardeşim bence vardır deyip şiddet uygulamazsın... Ama bu tür birbirini anlamaya çalışma, karşılıklı olarak düşünceye saygı ve inanç serbestliği bizim gibi ülkeler de geçerlidir.(Hoş bunun olumsuz örnekleriyle de karşılaşmıyor değiliz.) Bu aykırılıkları, Allahın olmadığı, hadislerin insan yazması olduğu ve güvenilir kaynaklar olmadığı, dini inançların koşulsuz kabul edilmesi gerektiğine inanan toplumlar ve ülkelerde dile getirilebilir mi? Ortalık bir çıkmaza girer diyorsun sence hangisi daha tutarlı. Tartışılıyor olabilmesi mi? yoksa tartışılamaz olması mı? Ayet dediklerin Hz. Muhammedin Allah adına dile getirdiği öne sürdükleri, hadisler ise Hz Muhammetin İslami uygulamaları ve onunla yaşananların tarihsel kanıtlarıdır. Hadisler insanların yazmasıdır da Kuran yine o dönemde yaşayan insanların yazdığı günümüze ulaşan bir kaynak kitap değil midir? (Kaynak olmasına itiraz edip polemik üretecek olanlar "kaynak kitap yerine kutsal kitap" olarak okuyabilir. Özünde hiç bir şey değişmez.) *** Dünyanın düz olduğu ile ilgili hiç bir şey yok dersen, bugünkü bilgin ile yaptığın bir yorumdur bu. Gerçek olan ise geçmişte bunun böyle olduğunu düşünen ve inan insanların bu bilgilere sahip olmadıklarıdır. Ne kadar zorlarsan zorla kutsal kitaplarda dünyanın fiziksel yapısıyla ilgili yazılanlar o dönem peygamberlerinin bildikleriyle sınırlıdır. Yazıldığı iddia edilen şeyler her dönemin bilgi birikimine göre değişecektir. Kutsal kitaplara Bilim kitabı muamelesi yapmak amacı aşar, kişinin bilgi birikimi ve algılamasına göre değişen sonuçlar ortaya çıkar. İlgili video da izlenenler ve söylenenler geçmişten gelen bilgi birikiminin günümüz bilgileri karşısında ne kadar geri ve aciz kaldığını örnekleyen bir ibret belgesidir. Hangi tarih ve ülkede yaşandığının öneminden çok hangi bakış açısı ve inanç sahiplerinin bu şekilde açıklamalarda bulunuyor olmasıdır. Orada söylenenleri bir aidiyet duygusuyla reddedip yok saymak inançlardan gelen kör algılama ve bakış açılarının insan yaşamına olan olumsuz etkilerini ortadan kaldırmaz....
  7. Foto direktöre dileklerini ilettim ama vakti olup eli değmemiş sanırım... Bir kez daha istemde bulunalım kendisinden *** Minik, tatlı ve şirin Ayazın sevgili babası... Ailecek mutlu ve huzurlu bir geleceğe yürürken küçük Ayaz'ı sevgi dolu bir dünyaya taşımanız en içten dileğim... Analı babalı büyüsün, Sağlıklı, mutlu ve başarılı... Onu bizler için öp...
  8. Bahsettiğin şeyleri önce sana hak vererek acaba saldırı mı var diye merak ettim ve ilgili videoyu izledim..., Ama gördüm ki; senin dine saldırı var olarak algıladığın anlatımlar "tasarım" olarak ileri sürülen iddialara yapılan eleştiriler. Problemde burada zaten sevgili omar, dini değerleri ele alarak bilim yapmaya çalışanların safsatalarına karşı yapılan eleştirileri dine saldırı olarak algılanması... Bilim böyle bir şey işte asla niyet okumaz, ne görüyorsa, ne deneyimlediyse onu açıkça kanıtlarıyla ortaya koyar... Ama işin içine dini sokarak algılamalar yaratılmaya başlandımı iş niyet okumaya döner. Dawkinsin ortaya attıklarını dine saldırı olarak değerlendirilir. http://youtu.be/ohBn4qussmc Burada "Önyargımız evrim değil" açıklamasında bulunulması olumlu bir açılım. Şimdi bu açılımı yaptıktan sonra, amaç gerçekten konuyu kaynağından öğrenmek ise, evrimi anlamak ve kavramak için gerekli döküman ve kitapları bilimsel kaynaklardan okumaktır...
  9. Eee... (Bunu Beğen)' e tıklasana o zaman Sevili dennise
  10. Bu yazdıklarınız size göre... Amacınız konu üzerine tartışmaksa, bu bir tartışma üslubu değil. Kişileri yaftalamak. Konuyu başka alanlara yönlendirip basitleştirmek. (Bu çabaları açığa çıkaran en belirgin örneklerden biri de kullanılan gülücükler. Elbette gülücük kullanma hakkına sahipsiniz, ama tercih ettiklerimiz bizim bakış açımızı ve amaçlarımızı açığa çıkarabiliyor.) Forumdan ya da değil ne farkeder ki; canlılığı araştırmanın neresi insana hayvan muamelesidir. Adı üstünde canlı, onları kategorilere ayıran biz insanlarız. İnsanlar ve diğer canlılar arasındaki benzerlik ve farklılıkları araştırmanın, ortaya çıkan bilimsel verileri dile getiremin "insana hayvan muamelesi yapılıyor" olarak algılanması sizin bakış açınız ve algılamanız.. Evrimi araştıran bilim adamlarının ve bu araştırmaları önemsiyen diğer insanların değil... Pardon diyerek forumdakileri ayrıcalıklı bir yere koyuyormuş gibi yapmak yaklaşımınızı saygın kılmıyor...
  11. Kapitalizmin gizli öznesi: 'Ben' Hırsız girdiği mahallede ev seçmez. Kapısını açık bulduğu eve girer. Ancak kapısı açık ev bulamazsa herhangi bir eve girmeye çalışır. AKP, 2002’de Türkiye genel seçimlerinden tek başına iktidarı alarak çıktığında sanırım hiçbirimiz iktidar partisinin kapıyı sonuna kadar açacağını tahmin etmemiştik. Kemalizmin kapitalizmle stratejik ortaklığına dayanan ‘vatan’ serüveni AKP’nin model ortaklığıyla başka bir form aldı. 10. yılında siyasi iktidarın açık bıraktığı kapıdan yüzlerce uluslararası şirket daha içeriye girdi. Hiçbir vergi yükünün getirilmediği bu şirketler, karşılarında esaslı bir muhalefet görmedikleri için toplumun yaşam alanlarına müdahale etmeyi başardı. Piyasayı yönetmeye inanmayan AKP, toplumu piyasa eliyle yönetmeye inandı. Zannediyorum ne Menderes ne de Özal, piyasa mekanizmasının önünde bu kadar tapınmadılar. AKP iktidarı ve lideri bununla da yetinmedi. Kendine Ortadoğu coğrafyasında bulunmaz bir rol biçti. İsrail’le kavga eder bir görüntüde Müslüman kitleleri arkasına alan lider ve partisi bölgede yaşayan halkları işaret ederek, kapitalistlere ‘bensiz buraya giremezsiniz’ dedi. Türkiye’nin önemli bir bölümü sıcak paranın estirdiği rüzgârdan çok haz etmiş olacak ki kapitalistleşmeye ayak uyduruyor. Aslında kredi kartları ve çekler ‘patlıyor’, farklı sebeplerle alınmak zorunda hissedilen kredilerin geri ödemesi aksıyor. Bir önceki dönemde devletin yaşadığı krizden daha büyüğünü bugün yurttaş yaşıyor. Ama borçları yurttaşları arasında dağıtma eğiliminde bulunan her piyasacı iktidar gibi AKP de bu işin planlama ayağını çok iyi yönetiyor. ÖNCE CEPLERE SONRA BEYİNLERE Özellikle büyük kentlerde açık hava reklamcılığı büyük bir hızla gelişiyor. Kent merkezlerinde; binaların ‘önemli’ cepheleri reklamla giydiriliyor, sokak köşelerine ışıklı tabelalar yerleştiriliyor. Yazılı ve görsel basında reklam alanları çeşitlendiriliyor. Dizilerin içine reklam serpiştiriliyor, oyuncular sponsorlardan yatak ve hamburger alıyor. Müşterinin algıları yönetiliyor. Banka çalışanlarına getirilen ‘yeni kredi kartı müşterisi’ kotası artırılıyor. Bankalar tarafından olur olmadık ücret kalemleri çıkartılarak tüketicinin cebinden parası çalınıyor. Çalışma saatleri ağırlaştırılıyor, çalışanların mesai kavramı iğdiş ediliyor. İşsiz sayısı arttıkça işverenin eli rahatlıyor. Asgari ücret olabildiğince aşağıda tutulurken orta sınıfların tüketici davranışları yönlendirilmeye çalışılıyor. Sigorta şirketleri müşteri kazanmak için saldırıyor. Acımasız bir rekabet ortalığı kasıp kavuruyor. Sosyal medyada kullanıcıların eğilimleri veri tabanına dönüştürülüyor. Bu veri tabanları uluslararası şirketlere satılıyor. Şirketlerin ürün ve reklam stratejileri tüketicinin eğilimlerine göre hazırlanıyor. Facebook üzerinde kullanıcılar ‘sanal tarla’ ektikçe oyunun yaratıcıları milyonlarca dolar kazanıyor. Twitter’da aktivistlerin ‘tweetledikleri’ ile şirketlerin itibarları kurtarılıyor. Gençlere, toplumdan sıyrılma hevesi empoze ediliyor. Girişimcilik, örnek olma, atılım yapma terimleri ‘yenilikçilik’ kavramının altına sokuluyor. Vahşi kapitalist olmak için risk alma teknikleri öğretiliyor. Konferanslar, paneller, seminerler daha çok ticaret için. Yurtdışından getirilen ‘uzmanlar’ piyasa mekanizmasının neresine eklemleneceğimizi hatırlatıyor. ‘Farklılık’ beyinlerden çıkartılıp ceplere sokulmaya çalışıldıkça bireyler aynılaşıyor. Kanıksadığımız cümlelerde hep aynı terimler kullanılıyor; kariyer, maaş, kartvizit ve pozisyon. Sihirli kelimeler havada uçuştukça ne yapmakta olduğumuzu unutturuyor. Gerçeklik uzaklaştıkça algı katılaşıyor. Gündelik koşuşturma içerisinde ne yapmakta olduğunu unutan bireyi tavlamak kolaylaşıyor. COPY-PASTE BİR YAŞAM Mesai bitimine kadar yorulan birey için copy-paste bir yaşamdan daha kolayı olamaz. Uluslararası şirketler bunu biliyor. Bunca yorgunluğun ve hayat koşuşturmasının içinde çokça düşünmeden ve sorgulamadan; haliyle isyan etmeden yaşamak en iyisi. Zaten bir düzen zor kuruluyor. Hem ne var kaldırımı kapatan bir reklam tabelasının varlığında? Kafanızı kaldırıp bakmakta dahi zorlandığınız, üzeri reklamlarla giydirilmiş binaların camlarından içeri daha az güneş ışığı girdiğinde çok şey kaybetmiş olmazsınız. Dizi oyuncusu gerçek hayatında da yatak ve hamburger tüketmiyor mu sanki? Facebook’ta tarla ekip puan topladığınızda arkadaşınızı geçerek 20 saniyelik bir mutluluğa erişebiliyorsunuz, bunu gerçek hayatta yapmak ne zor bir bilseniz… KİŞİLİĞİNİ YOK SAYMA HALİ Kapitalizm, cümlesini kurarken öznesini gizli tutar. Hepimiz o öznenin başlarda ‘ben’ olduğunu fark edemeyiz. Kapitalizmin gövdesine yaklaştıkça aynılaşan bir toplum ve farklılaşan bir miktar ‘ben’ vardır. Hiçbir zaman ‘biz’ dahi olamayacak ve hep ‘ben’ olarak kalacak bir miktar ‘ben’. Oradaki gizli özne, bir Kaybedenler Kulübü gecesinde anlatılır: “Bazı insanlar aile kurmaya önem verirler. Bazıları ise başka birtakım şeylere değer verirler. Bunlara değer verirken niye değer verdiğini düşünmez birey. Toplumun içinde erimiş olan birey. Toplum koleje girmeyi değer olarak sunduğu için artık o kişiliğini yok sayma halidir. Koleje girmek için yarışır. Üniversiteye girmek için yarışır. İyi bir işe girmek için yarışır. Güzel bir kadınla evlenmek için yarışır. Devamlı bir yarışma ve kazanma zorunluluğu... Aslında kazanmak nedir ki? En büyük zaferi kazandığında bir Antonius olduğunu düşün. Paris’e geldiğini ve o takın altında olduğunu ve bütün insanların senin altında olduğunu düşün ve gücün en üstünde olduğunu. Yalnız kaldığın o anda ‘ne oldu be, şimdi ne olacak’ diyorsan kaybedensin sen. ” 23 Mart 2012_ EREN AKSOYOĞLU
  12. Kapitalizmin gizli öznesi: 'Ben' KİŞİLİĞİNİ YOK SAYMA HALİ Kapitalizm, cümlesini kurarken öznesini gizli tutar. Hepimiz o öznenin başlarda ‘ben’ olduğunu fark edemeyiz. Kapitalizmin gövdesine yaklaştıkça aynılaşan bir toplum ve farklılaşan bir miktar ‘ben’ vardır. Hiçbir zaman ‘biz’ dahi olamayacak ve hep ‘ben’ olarak kalacak bir miktar ‘ben’. Oradaki gizli özne, bir Kaybedenler Kulübü gecesinde anlatılır: “Bazı insanlar aile kurmaya önem verirler. Bazıları ise başka birtakım şeylere değer verirler. Bunlara değer verirken niye değer verdiğini düşünmez birey. Toplumun içinde erimiş olan birey. Toplum koleje girmeyi değer olarak sunduğu için artık o kişiliğini yok sayma halidir. Koleje girmek için yarışır. Üniversiteye girmek için yarışır. İyi bir işe girmek için yarışır. Güzel bir kadınla evlenmek için yarışır. Devamlı bir yarışma ve kazanma zorunluluğu... Aslında kazanmak nedir ki? En büyük zaferi kazandığında bir Antonius olduğunu düşün. Paris’e geldiğini ve o takın altında olduğunu ve bütün insanların senin altında olduğunu düşün ve gücün en üstünde olduğunu. Yalnız kaldığın o anda ‘ne oldu be, şimdi ne olacak’ diyorsan kaybedensin sen. ” Öncesini okumak için >>>> 23 Mart 2012_ EREN AKSOYOĞLU
  13. Dünyanın en pahalı benzinini kullanıp gıkı bile çıkmayanların dikkatini çeker belki... *** Ve...ve... veeee.... Züğürt tesellisi... Sen başarısız ol ve diğerinin başarısını gölgelemek için "mok" at
  14. Sevgili Omar; İyi yoldasın... Düşünüyor, yüzleşiyor, yanıtlar arıyor ve veriyorsun. Artık inandığın şeylerin yazılı ve kuşaktan kuşağa aktarılan söylemlerini sorgulamaya ve farkettiğin açmazlarına yeni yanıtlar aramaya başladın. Zaman zaman söylemlerinde ortaya çıkan, dine ve onun önermelerine sorgulamadan iman eden insanların yaşamını ve inançlarını eleştirdiğin gibi... Geldiğin bu aşamada dinin ve ona inanan insanların, inançlarını uygulama, yaklaşım ve söylemlerinde farkına vardığın uygunsuzlukları çağın gerçekleriyle revize etme çabasındasın ama olsun bu da ileri biri adımdır. Geldiğin bu nokta da ince bir çizgide yürüdüğünü hatırlatmak isterim... Sorgusuz iman etmen gerektiği gereçeğinden vazgeçtiğin ölçüde inanç değerlerinde daha çok soru işareti oluşacak kafanda, yanıtlarını aradıkça ve yadsınamayacak gerçeklere ulaştıkça şu andaki omardan farklı biri olacaksın. Şimdilerde inançlara senin bulunduğun yerden farklı bakan eleştirdiğin insanlar gibi yani... Önceleri teke indirgeyeceksin Allah ile olan ilişkini uzun yıllar seni etkisine alacak mistizm öne çıkacak. Sonraları çok farklı algılamaların gelişecek göreceksin... Sevgilerimle
  15. Soru hatalı, "Re majör" bir akor kalıbıdır. Herhangi bir akor kalıbını 3/4 lük yada 4/4 lük olarak kullanmak parçanın yapısına göre değişir. Onun 4'lük, 8'l,ik ya da 16'lık olması atacağın ritimin kalıbına göre değişir. Ayrıca kaçıncı oktav yada perdeden basışına göre ton ve tını farkını elde ederiz. araştırma çalışmalarında kolaylıklar diliyorum...
  16. AKP TEHLİKELİ VİRAJDA İçte iyice çuvallayan AKP’nin görünen hali dışta da hiç mi hiç iyi olmadı. Hemen tüm komşularımızla AKP iktidarı sayesinde Türkiye ağır sorunlar yaşar oldu. AKP iktidarı sözcüleri emperyalizmin taşeronluğuna soyunarak komşularımızı tehdide yöneldiler. Suriye hemen her gün tehdit üstüne tehdit edildi. Amerika’dan aldıkları emirle Dışişleri Bakan Ahmet Davutoğlu ortalığı toza dumana kattı. Suriye’ye hemen girmeyi de savunan AKP iktidarı bununla da yetinmeyerek Suriyeli muhalifleri toplayıp silahlandırmaya başladı. Türkiye üzerinden gerçekleştirilen saldırılar gizlenemeyecek denli açık yapılır oldu. Emperyalistlerle işbirliği içinde olan AKP iktidarı her anlamda Suriye rejim karşıtlarını besleyip donatarak bir işgal durumunda Suriye üzerine salmayı düşündüler. Kısaca özetlersek AKP iktidarının Suriye’ye karşı geliştirdiği politika hiçbir zaman onaylanmayacak bir politika olmasına karşın AKP ve AKP’yi destekleyen çevrelerce desteklenir oldu. Bugün AKP tehlikeli virajlarda koşmayı sürdürmektedir. Son olarak eğitimi onca gericileştirdikleri ve eğitim kadrolarında yaptıkları tahribat yetmiyormuş gibi üstüne üstlük bir de 4+4+4 sistemi adı altında yeni bir durumu oldubittiye getirerek ülke gündemine soktular. Türkiye gerçekleriyle asla bağdaşmayan bu sistemin özü Türkiye için sosyal, siyasal ve ekonomik olarak bir yıkım olmasına karşın Başbakan Erdoğan bu yöntemi ağzını doldura doldura savunmakta bu yönde düşünce belirtenleri ise tehdide yeltenmektedir. 5 yaşından itibaren 4+4+4 eğitim sistemine geçilmesinin Türkiye’de koşulları kesinlikle yoktur. Bu yönde Türkiye’nin alt yapısı neredeyse sıfırdır. Ne var ki, AKP bu sistemi savunmakta çocuklarımızı gelecekte köle işçiler yapmak için kolları sıvamış bulunmaktadır. Özellikle de kız öğrenciler için sosyal bir yıkım olan bu sistem çocuk yaşta kızlarımızın evlendirilmelerini getirecektir ki, zaten Türkiye böylesi evliliklerin yıkımını hemen her gün yaşamaktadır. Diğer yandan çocuklarımız verilen eğitimle “dindar” ya da “kindar” olarak eğitileceklerdir. Daha çocuk yaşta İmam Hatip Liselerinin alt birimlerine yerleştirilen öğrencilerin kafaları iyice yıkanacak emperyalizmin çıkarı için çalışacak nesiller yetiştirilmiş olacaktır. AKP’nin bu yeni oyununu kesinlikle işlemez kılmak, ülkesini seven, çocuklarına özgür bir gelecek bırakmak isteyen her yurttaşın görevidir. Bugün ülkesinin bu karanlık geleceğini görmezden gelerek umursamaz davranan herkes AKP ve emperyalizmin işbirlikçisi olacağının farkına varmalıdır. AKP güven vermeyen bir parti olarak daha fazla iktidarda kalması olası değildir. Kendi içinden devrilmesini beklemek de fazladan hayalcilik olur. Bu nedenle AKP’nin bir an önce iktidardan gönderilmesi zorunlu hale gelmiştir. Bunlar nasıl geldilerse öyle gönderilmeli, bıraktıkları izler hemen her alandan iyice kazınmalıdır. Kazınmalıdır ki, Türkiye bir daha köylülerin, esnafların, işçilerin, memurların emeği ile geçinen tüm ülke yurttaşlarının açlık ve yoksulluk yaşadığı bir cehennem olmaktan kurtarılmalıdır. Emperyalistlerin cirit attığı bir ülke olan Türkiye savaş kışkırtıcılığı yapan bir ülke değil, barışı savunan bir ülke olarak bölgedeki yerini onurluca almalıdır. Saldırı ve savaş örgütü NATO ve emperyalist ülkelerin, kara bir bulut olarak Türkiye’nin üzerinde dolaşan bu şer odaklarının ülkemiz içnde etkinlikleri yok edilmelidir. TURGUT KOÇAK
  17. AKP TEHLİKELİ VİRAJDA Yargı tam anlamıyla siyasallaşıp bu yönde kararlar veren ve bağımsızlığını yitiren bir kuruma dönüştü. Ülkede yargıya olan güven neredeyse sıfırlandı. AKP içinde iktidar ortağı konumunda olan Fethullahçılar’la Erdoğancılar sık sık karşı karşıya gelir oldular. İlk olarak şike konusunda yapılan düzenleme sonucunda kendi içlerinde bir çatlak meydana geldiyse de bu çatlak hasta yatağında Erdoğan’ın çıkışması ile sıvandı ve Abdullah Gül tarafından veto yiyip gönderilen şike yasası TBMM’de yeniden kabul edilerek yasalaştı. Ne var ki, sıvanan çatlak alttan alta büyümeye devam etti. Yargı MİT’in tepesindekileri ifade vermeye çağırınca kavga bir kez daha koptu ve Erdoğan tarafından kimi polis yetkilileri görevden alınıp başka yerlere “rutin” görevlere gönderildiler. İstanbul polisinden çok sayıda kişi doğu ve güneydoğuya gönderildiler. Bu konuda bir açıklama yapmak zorunda kalan yetkililerse bu durumu da olağan çerçeve içerisinde cereyan eden olaylar olarak değerlendirip bir kez daha olayı örtbas etmeyi seçtiler. Haklarında tutuklama kararı verilen üst kademedeki MİT’çiler ve MİT Başkanı Hakan Fidan’ı ise kurtarmak sanıldığı kadar kolay olmadı. Öyle ki sözü geçen kişileri yedirmemek için Başbakan’ın talimatıyla mecliste kişiye özel yasa çıkartılıp Başbakan izin vermedikçe MİT’çilerin tutuklanmaları ve sorgulanmaları önlenmiş oldu. Bu fırtına içinde süren kavgayı kol kırılır yen içinde kalır göstermek için AKP sözcüleri açıklama üstüne açıklama yapmak zorunda kaldılar. Öyle ki, kendileri için açıktan açığa laiklik karşıtı odak tanımlaması yapılarak tarikatlarla ilişkilerinden söz eden Anayasa Mahkemesi’nin geçmişteki kararını doğrulamaktan bile çekinmeyerek “bizim tabanımız tarikatlardır, biz kendi tabanımızı küstürecek niçin iş yapalım ki” dediler.
  18. GeceKuşu şurada bir başlık gönderdi: Politika Bilimi
    AKP’nin iktidara gelişi onuncu yılında. Bu süre içinde AKP Türkiye halkının başına olmadık çoraplar ördü. Uluslararası sermayenin en gözde partisi olarak iktidara getirilen AKP hiç kuşku yok ki, bu 10 yıl içinde emperyalistlerin kendisinden istediğini harfi harfine yerine getirerek iktidar koltuğuna oturtulmasının borcunu ödedi, ödemeye devam ediyor. 10 yıl içinde Türkiye ekonomisi dibe vururken bu dibe vuruşun en ağır sonuçlarını ise işçiler ve emekçiler ödedi. Sayısız işçi işinden atıldı. İşsizler ordusu her geçen gün daha da büyüdü. İşlerini kaybedip yeniden işe girme şansı olanlarsa çok daha düşük ücretlerle çalışmak zorunda kaldılar. Özelleştirme sonucu işlerini yitirenler ise daha önce çalıştıkları işin denginde bir iş bulamadıkları gibi oradan oraya yollanarak canlarından bezdirildiler. TEKEL işçileri ortada kaldı. 4C kadrosundan oraya buraya gönderilenlerin yaşamlarını sürdürmeleri olanaksız hale geldi. Özetle işçilerin tepesine AKP iktidarı bir kovan arı boşaltıp canlarına okudu. Memur ve öteki çalışanların ücretleri ise yerinde saydı. Üçüncü ayına girmesine karşın memurlar devede kulak zamlarını bile alamadılar. Emeklilerse açlıkla boğuşmakta büyük acılar çekmektedirler. Yani AKP iktidarı yaşamı herkese zindan etti. Oysa AKP iktidarı ile birlikte köşeyi dönenlerin haddi hesabı yok. Öyle ki, bu yüzden Kamu İhale Kurumuna bile operasyon çekildi. İktidarın kanatları kendi aralarında vurgun paylaşma konusunda anlaşmazlığa düştükleri için polis operasyonu sonucu bazı şirket sahipleri ve KİK’ten yetkililer gözaltına alındılar. İktidara yolsuzluğa sıfır tolerans diye yerleşenler iktidarları döneminde deveyi hamutuyla yutar oldular. Vurgun vurdukça semiren semirdikçe daha çok vurgun vurmak isteyen AKP’nin zenginleri ülkede cirit atar oldular.
  19. Peki kaybolduğunu duymuş muydun hiç? Ya da düşünebilmiş miydin kaybolabileceğini? Masallarda farklı, fıkralarda ise gülümseten bir farklılık... "Mahallenin iki afacan kardeşi tüm mahalleliyi bıktırmış. Sürekli ana-babalarına şikayet geliyor mahalleliden. Kırılan camların, kuyruğuna teneke bağlanan kedilerin, lastiği indirilen arabaların sorumlusu hep afacan kardeşler. Ana-babası usanıp bu durumdan kilisenin papazına anlatırlar durumu ve yardım isterler. Papaz; - "Gönderin çocukları konuşayım" der. Çocukları gönderirler. Papaz önce büyük oğlanı çağırır. - "Söyle bakiim evladım, Tanrı nerede?" Çocuk susar. Papaz tekrar sorar: - "Evladım söylesene Tanrımız nerede?" Çocuk susmaya devam eder. Papaz ısrarla sormaya devam eder, çocuk susmaya.. Sinirlenir Papaz; - "Konuşsana be çocuk nerde Tanrı?" Çocuk aniden fırlar, kiliseden koşarak kaçarken seslenir kardeşine; - "Kaçalım çabuk!" Eve giderler, odalarına çıkıp kapıyı iyice kapatırlar, küçük oğlan sorar büyüğüne; - "Neden kaçıyoruz?" Büyük yanıtlar: - "İşte şimdi hapı yuttuk, Tanrı kaybolmuş bizden biliyorlar..!!! " Kıssadan hisse, "kim yaratmış nerede olduğu sorulan ve kaybolabilen tanrıyı" anlayan çıktı mı ki?
  20. Yazar Elif Şafak ile söyleşi... 'Biz kadınlar da çok masum değiliz' Kutuplardan ve kutuplaşmalardan herkes gibi hazzetmeyen bir yazar Elif Şafak. Sancıları ve çelişkileriyle insanı okumayı seviyor. Yeni romanı İskender'de de 70'lerin giderek yükselen ırkçılık hareketleri nedeniyle sokakları sert çatışmalara sahne olmuş Londra'ya göç eden Türk-Kürt kökenli Toprak ailesinin 'birey' öyküleri anlatılan. Başta antikahraman İskender ve annesi Pembe'nin sevgi-nefret sonra yine sevgi, yine nefret ilişkisini sorgulayan roman, hemen her karakter özelinde birbirine hem yaban hem ciğer olmanın da öyküsü. Romanda asıl ve en sık sorgulanan ise cinsiyetçi ideoloji ve onun fallus merkezciliği. Bu bağlamda yalnız erkeklerin değil kadınların hem kendine hem erkek dünyasına bakışındaki arızalara da yakın plan yapıyor Şafak. Kocaman genellemelere prim vermiyor hiç. Mikro incelemelerden, kazılardan, öze inmekten yana. Çok dindar biri değil, bilginin ve mananın peşinde olduğunu söylüyor. Elif Şafak'la İskender'i konuştuk. ___________________ -Sorunlu ilişkiler; anne-oğul başta olmak üzere, karı-koca, baba-kız ve baba-oğul. Ailevi türevleriyle her kuşaktan ikili saklambaçlar gibi İskender' Evet, o ikili ilişkilerin üzerine çok eğilen bir roman. Dediğiniz gibi başta anne-oğulla başlıyor ama geniş perdeden bakarsak sıla-gurbet, Doğu-Batı, gitmek-kalmak, gidenler ve kalanlar gibi bir sürü başka ikilikleri de önemseyerek ve severek yazdım. Tabii ki büyüteci özellikle aileye tutmaya çalıştım. Hep şu vardı aklımda: Bu kadar sevip de bu kadar yanlış anlamayı, bu kadar incitmeyi nasıl başarıyoruz. Severek kırıyoruz aslında. 'KADINLI ERKEKLİ ÇOK ARIZAMIZ VAR' - Anlık oldukları kadar birikimler sonucu da dışavurabiliyor bu duygu. İskender diyor ya annesine içimde biriken cerahatın farkında değildi diye. - Sevgi-nefret kol kola büyüyor, dallanıp budaklanıyor ve birbirine dolanıyor sonunda' - Çok da genç İskender, başlarda 15 yaşında, yeni delikanlı... - O yaşta çok öfkeli olabiliyor, o yaşta çok bildiğini zannedebiliyor bir şeyleri. Bir yanıyla baktığımızda sıkışmış ve çok incinmiş bir karakter. Bir o kadar da başkalarının üzerinde baskı uygulayan, inciten bir karakter. Zaten onu anlamak bana önemli geliyor. Birçok kırılma noktası var küçük küçük, böyle fay hattı gibi ama ona bakmazsak yani bugün inciten insanın dün nasıl incindiğini göremezsek biz bu işi çözemeyeceğiz. Onun için asıl şu önemli: Erkekliğin şahsında kadının rolünü konuşmaya hazır mıyız? - Pembe'de de bunu görüyoruz, kadına dayatılan bir dünyanın zihinsel olarak da fiziksel olarak da kurbanı oluyor. Oğluna düşkünlüğü, erkek çocuğun kadınlar tarafından da bu kadar yüceltilmesi düsturu' - Kuşak kuşak böyle bu. Hep önceki kuşağın yüklerini omuzlarımızda taşıyoruz. Pembe'ye baktığımızda öyle bir annenin kızı ki hep oğlum olsun diye çırpınmış ve oğlan doğurmaya çalışırken can vermiş. Böyle bir annenin kızı olarak üstelik yedinci, sekizinci kızı olarak dünyaya geliyor Pembe, ikizi Cemile'yle. Bunun yarattığı bir psikoloji var tabii, önceki kuşaktan ağır bir yük devralmışlar. Sonra kendileri de sonraki kuşağa bir yük devrediyor. - Annelik adeta takıntı derecesinde demirbaş tema yapıtlarınızda, gelecekteki bizin referansı oluyor ailemiz dercesine... - Ama annelik zaten takıntılı bir durum. Çocuğumuzu çok severek de zarar verebiliyoruz, kavanoz gibi üzerine kapanabiliyoruz, pek çok şey dayatabiliyoruz, hayallerimizi farkında olarak-olmayarak baskıyla transfer edebiliyoruz. İskender'e erkeklik kalıbını oturtan da büyük oranda annesi Pembe. Sünnet sahnesi mesela. İskender sünnetten kaçınca 'Babanı utandırıyorsun' diye azarlıyordu. O yüzden oralarda biz kadınlar da çok masum değiliz. - İskender, kadın açısından ağır bir roman mı? - Düşündürücü, yer yer çok hüzünlü ama aynı oranda umutlu bir roman. Değişime inanan, değişimin kapısını hep açık tutan bir roman. Kadınlı erkekli çok arızamız var. O yüzden olaya töre üzerinden hiç bakmadım. Töre deyince sanki Doğu'da bir yerde az eğitimli, az gelirli insanların sorunu gibi basmakalıp algılanıyor. Şunu göstermek istedim; bu hepimizin sorunu. Kadına yönelik sözlü ve fiziksel şiddet çok yaygın. Ailelerimizdeki kalp kırıklıkları, ömür boyu kapanamayan yaralar var. Sonra el âlem ne der, aman kimse duymasın diye diye, kendi kalbimizi dinlemeye fırsat bulamıyoruz. Mutsuzluklar, tatminsizlikler biriktiriyoruz, harcanıyoruz. Adem mesela çok mutsuz bir adamdı. - Hayatı ıskalamış, omuzları düşmüş bir adam' - Çok hem de. Bir kadın seviyor, o kadının bakire olmadığını öğrendiğinde o kadının yanında durmuyor, o cesareti göstermiyor. Böyle çok erkek var. Sırf aile, çevre baskısı yüzünden sevdiği kadınla evlenmeyen ya da evlenemeyen ve ömür boyu o mutsuzluğu üzerinden atamayan hatta sevmediği bir kadınla evlenmek zorunda kalan. Bu nasıl bir yük? - Amcaya bakarsak, onun öyküsü erkin öyküsü, o zehrin ta kendisi ve en sinsisi aslında' - Tabii amca, İskender'i dolduruşa getiriyor ve sonra onu ortada bırakıp geri çekiliveriyor hiçbir dahli yokmuşcasına. Bir sürü dedikodu yayan, bu yükü İskender'in omuzlarına maharetle yıkan o oysa. Dediğiniz gibi en sinsisi kesinlikle. Böyle o kadar çok insan var ki. Kullanılıyor ve kurban da ediliyor İskender. Bir başka açıdan bakınca Hatip karakteri de kullanmaya çalışıyor İskender'i. Üstüne, 70'lerin ırkçılığın alıp yürüdüğü Londrası'nın sert ortamı da eklenince buluğ çağındaki bir gencin kafa karışıklıkları ve üstündeki baskı katlanıyor. 'KİTAP, TUTUNDUĞUNU SANIP DA TUTUNAMAYANLARIN ÖYKÜSÜ' - 'Bir mesafe olmalı. Düşmanınla senin aranda, yediğin darbeyle iç organlar arasında, bireyle toplum arasında, geçmişle bugün arasında, anılarla vicdan arasında. Mesafe seni korur. Sıkı bir yumruk yemenin püf noktası, mesafeyi nasıl yaratacağını bilmektir.' Hayata bir İskender yorumu! Yumruk yumruğa dans! - Aynen, hayat onun için bir boks maçı, hep böyle hissetmiş. Hatta hayatta kalabilmek, yaptığına dayanabilmek için, annesinin hatırasıyla kendi arasına bile mesafe koymaya çalışıyor. Yazarken beni en çarpan yerlerden biriydi. Hep yumruğu önce ben atayım duygusu; gard duygusu. - Aynı kandan ayrı insanlar olmanın ve günahı sevabıyla sürülen apayrı hayatların da öyküsü okuduğumuz. Herkes birbirine anbean hem yaban hem ciğer! - Çok doğru nitelediniz; hem yaban, hem ciğer' Baba çekip gitti gideli ailenin reisicumhuru İskender! Dünyayı yönetmek istiyor. Esma hepten değiştirmek istiyor, Yunus'un tek arzusu ise âlemi anlamak. Tutkularıyla dopdolu anne Pembe ayrı bir evrende, işte baba Adem ayrı bir evrende. Yazgısıyla evli teyze Cemile'ye gelince uzaktaki memleketlerinde, Mala Çar Bayan köyünde Rabbe adanmış hayatında yörenin eli şifalı tevekkülkâr ebesi. Hepsi birbirlerine hem yakınlar hem de bir o kadar ırak. Günlük alışkanlıkları sıyırırsak düşünün ne konuşuyor ne paylaşıyor ki bu insanlar. Bizler gibiler. Bizler de ailelerimizle pek konuşmuyoruz aslında yani beraber televizyon seyrediyoruz, yemek yiyoruz, bir şekilde zaman geçiriyoruz o kadar. Bahsettiğiniz o hem yaban hem ciğer durum kalıcılaşıyor o zaman da' - Aidiyet... Aidiyetsizlik... Çok kimliklilik, altkültürlülük, üstkültürlülükte yaban hissetmek... Her daim gurbette ve her daim yaban olabilen öykülerimiz... Tutunamayanların öyküsü de diyebilir miyiz İskender'e? - Çoğu kez tutunduğunu sanıp da tutunamayanların öyküsü. Evet, bu tutunamamanın ve tutunamayanların öyküsü. Güya tutunuyor herkes bir yere, bir dala, bir anıya, bir maziye ama birbirlerine ellerini uzatmıyor kolay kolay ve o zaman da savruluyor. - Devrimci grupla, Yunus arasındaki ayrımları da hayli matrak bir biçemde okuyoruz' - Hayli ironikti o ayrım gerçekten ve böyle birbirine hiç değmeyen, birbirinden sakınan o kadar çok 'ayrı dünyaların insanları' var ki gerçek hayatta. Saf Anadolu çocuğu Yunus. Öyle ayrı dünyanın insanı ki, Karl Marks'ı birinin dedesi sanıyor mesela. Selamlaşma krizi yaşıyor içinde eline kalbine mi götürsün zafer işareti mi yapsın? Emek, işçi, sömürüyü ilk kez duyuyor daha. Ama farklılıkları ne olursa olsun insan seviyor Yunus bir kere. - Kimi uçuk kaçık, kimi yarı hippi yarı 70'lerin radikal devrimci kliklerine adanmış, lümpen proletaryadan, kültürel hegemonyadan sıkı tiratlarla dem vuran bohemvari işgalci bir devrimci grup portresi çiziyorsunuz romanda. - Avrupa'da o dönem romanda model aldığım gibi böyle işgal evleri var. İşte boş evlere gidip yerleşen 20-30'ar kişilik gruplar var. Öyle hepsi de birbiriyle aynı fikirlere sahip falan da değil. Kimisi daha solcu, kimisi felsefi anarşist, kimisi hippi, özellikle punklar çok var. Çoğunun tek ortak yönü toplumla pek uyuşamama, reddetme, kıyasıya eleştirme. Ama şunu belirtmek isterim ki işgalcileri de çok severek yazdım. Kimseyi yargılamadım, asmadım. Evet, matrak bir dil var orada. Ben mizahla hüzün arasındaki dansı çok severim. Hüzünlü şeyleri mizahla anlatmayı, komik şeyleri de hüzünle anlatmayı severim. Tüm romanlarımda var bu. - Yapıtlarınızdaki o gitme halini konuşalım şimdi de... O sizin sanki bazen mazoşistçe ve alışıkça olduğunuzu düşündürten sıla hali, göçebe halini anlatın... - Evet göçebeyim çünkü benim için edebiyatın bir anlamı da bu. Bu tür yolculukların edebiyatı çok beslediğini düşünüyorum, edebiyatçı açısından çok yıpratıcı olsa da. Devamlı kopuşlar yaşıyorsunuz. Dostluklarınız etkileniyor, sevdalarınız etkileniyor. Bedel ödetiyor yani. Çocukluğumdan beri hep böyle oldu. Annemin diplomat olması dolayısıyla çok farklı yerlerde yaşadım, benim dışımda böyle gelişti. Sonra ben de bunu tercih eder oldum. Onun için bir yanım hep göçebe. - Nereden göçüyorsunuz, bir Kâbe'niz, merkeziniz var mı ya da oldu mu hiç? - Şöyle: Ben alışkanlıklarımdan göçüyorum ve bunu seviyorum. İstanbul'u çok seviyorum, bu şehre olan sevdam, hasretim bambaşka olsa da arada uzaklaşmam, özleyip geri dönmem sonra tekrar gitmem lazım. Yoksa yazamam ve mutlu olamam gibi geliyor. Dolayısıyla gurbetle sıla arasındaki o eşikte beni daha neler bekliyor bilmiyorum ama merak etmeye, yaşayıp görmeye ve yazmaya devam edeceğim. 'HERKES KAFASINDAKİ ROMANI OKUYOR' - 'Okuru katılımcı kılan okumalar, metinler vazgeçilmeziniz' diyebiliriz sanırım. - Çok. Bu söylediğiniz şey benim için o kadar önemli ki. Ben monolog sevmiyorum. Orada bir güzellik yok ki. Benim sevdiğim mümkün olduğunca kapılar açarak okuru da bu saraya, bu yapıya davet ederek manayı, hikâyeyi birlikte yaratmamız. Herkes farklı bir göz, herkes kendi kafasındaki filtresiyle, kendi geçmişiyle, günüyle, hayalleriyle okuyor. Aslında herkes kendi kafasındaki romanı okuyor. Güzel olan da bu. - Bir de öyküsel kolajlar şeklinde ilerleyen bir biçem söz konusu İskender'de' Öyküyle hayli hemhal bir roman İskender' - Doğru çok ama çok seviyorum öykücülüğü. Kısa öykücülüğe büyük bir sevgim var ve çok öykü okurum. Kısa öykü bambaşka bir şey. Kendim yapmıyorum, çünkü roman beni çok dengeliyor. Çok sabırsız bir insanım roman bana sabırlı olmayı öğretiyor. Çok disiplinsiz bir insanım, çok dağınığım, çok savruğum, roman bana disiplinli olmayı, daha sebatkâr olmayı öğretiyor. O açıdan roman bana iyi gelen bir tür. Şiir de çok okurum, şiirdeki ritim duygusu, dil sevdası beni büyüler. Müzikten, sinemadan çok yazı okurum. Siyaset felsefesi çok okurum. Felsefenin hayata, ölüme, bu dünyada olmaya dair, anlamlandırmaya dair sorduğu sorular o kadar tanıdık ki nasıl okumam? - Din felsefesi okumayı sevdiğinizi de biliyorum. Tasavvuf ile yakın temasınız özellikle. Pinhan'da da Araf'ta da görüyoruz yansımalarını. İskender'de de daha az olsa da bir kapı var tasavvufa açılı. - Zannediliyor ki dindarsınız, öyle bir şey yok. Manaya dair mesela yaratmak ne demek, bugün buradayız yarın değiliz ne demek? Bunlar çok evrensel sorular. Tasavvufu el yordamıyla keşfettim. Çünkü tasavvufla hemhal bir ailede büyümedim. 'KATI LAİK BİR AİLEDEN TASAVVUFA YÜRÜDÜM' - 'Katı laik bir aileden geliyorum' dediğinizi okumuştum. - Evet, katı laik aile ve arkadaş çevresinden yürüdüm tasavvufa. Kastettiğim yani gündelik hayatın içinde tasavvufun izdüşümleri falan yoktu, böyle bir bilgim yoktu. Çevremle, yaşam tarzımla alakası bile yoktu. Solcusu, feministi, nihilisti, felsefi anarşisti, rasyonalisti, akademisyeni yani tasavvuf ile alakasız, irtibatsız bir çevreydi. Ben de öyleydim. - Siz nasıl ilgilenmeye başladınız? - 20'li yaşlarımın başında, kitaplar aracılığıyla. Bana bu dünyada pek çok kapıyı kitaplar açtı, pek çok şeyi o sayede keşfettim. Bir kitap başka bir kitabı açtı. Mesnevi okuyorsunuz bir şey çarpıyor sizi orada. Tasavvufta çok şeyi seviyorum; bir kere insana getirdiği tevazuyu seviyorum. Kibre karşı uyarmasını seviyorum. Kibir inanılmaz bir körlük. Dogmalar böyle böyle doğuyor. Sonra tasavvuf insanı eşitlikçi bakmaya yönlendiriyor, insanlık, evren gibi pek çok konuda bağlantıları görmeye teşvik ediyor. En önemlisi bir aşkınlık arayışı insana verilen kalıpların dışına çıkma, başka açılardan bakma, özüne, içine yolculuk yapmak, nefsine, egona dikkat etmek tasavvufta. Tüm o katmanlar romanın özü için de çok önemli. Edebiyat da çok içine dönük bir şey. Edebiyatla tasavvuf arasında böyle birçok paralellik buluyorum. Tasavvuf geçmişte, tarihte kalmış ve metruk bir bina değil. Yaşayan, soluk alan bir yaşam felsefesi. O anlamda tasavvuf zamansız aslında. Bunu görmemek, tasavvufu sadece kitabi bilgilere, teoriye ya da geçmişe hapsetmek haksızlık. Çünkü dün olduğu gibi bugüne de hitap ediyor, akışkan, sevgi dolu, hem beyinlerimizi hem de gönüllerimizi açıyor. Tasavvufun penceresinden kainata bakmak, insana bakmak, hayata bakmak bence insanın algılarını tamamen değiştiriyor. Edebiyat, bana göre kalpten kalbe bağlantılar kurma ve empati sanatı. Tasavvuf terbiyesi alan insanlara bakın, kibirli olamaz, uzaktan atıp tutmaz, insanları yargılamaz, hakaret ya da küfür ya da dedikodu etmez. Ben bu ahlakı seviyorum. Kendi adıma hiçbir iddiam yok, hürmetim ve sevgim var. 'İSKENDER BİR ANTİKAHRAMAN VE GÜNÜN SONUNDA BİR KATİL' - Neden kitabın kapağında erkek kılığına girmiş bir Elif Şafak var? - Bir buçuk senedir hemen her gün uyandığımda 'İskender olmak nasıl bir şey?' diye düşündüm. Ben yazarken her karaktere tek tek dönüşürüm. Bugüne kadarkiler içinde en zoru İskender olmaktı diyebilirim. Birkaç şeyden ötürü; İskender bir kere anti-kahraman, insanları çok kırıyor. Günün sonunda bir katil. Ama kendisi de çok incinmiş. Çok karmaşık bir yumaktı. Edebiyat benim için kendi hikâyemi oturup başkalarına anlatmak demek değil, asla olmadı. Ben kendim olmamayı, başkası olabilmeyi seviyorum. - Çok şişman bir kadınla cüce bir adamın evliliğinden yola çıktığınız Mahrem'de yeme düzeniniz bozulmuştu değil mi? - Evet, nasıl kilo almıştım, inanılmazdı. Sürekli yiyordum. İskender'de de hüzün duygusu, o sıkışmışlık duygusuyla sarıp sarmalandım o bir buçuk yıl. Hâlâ bende devam ediyor İskender. O yüzden kendini başkasının yerine koyabilmenin, empati kurabilmenin fotoğrafı bence bu kapak. Aynı zamanda 'gelin kalıpları kıralım' diyen bir kapak, çünkü erkeklik ve kadınlık bir kalıp. Biz bunu sorgulamadan kabul ediyoruz. Üçüncü olarak erkekliğin inşasında, erkeğin suretinde aslında bir kadın saklı diye düşünüyorum. Tüm bunlara gönderme yapan bir kapak olduğuna inanıyorum. Kapağın ana fikri bana, tasarımı Uğurcan Ataoğlu'na ait. Fotoğrafçı Timur Çelikdağ Londra'da çekti. 1970'lerin Londrası'nı yakalamaya çalıştık. İskender'in romandaki kıyafetlerini düşündük. Özellikle gençlerden ve kadınlardan çok güzel tepkiler aldım, alıyorum. 'OKUNUYORUM DİYE ÖZÜR MÜ DİLEMELİYİM?' - Popülarite lanet mi, kutsanma mı sizin için? - Ben yazmayı seviyorum ve sevdiğim işi yapıyorum. Yoksa tutku duymazsanız yazamazsınız. Bir aşk duymazsanız çekilecek iş değil. Türkiye'de yazıdan çok yazarın okunması gelenek gibi olmuş. Çok yıpratıcı bir şey bu. Popüler olayım diye bir çabam yok. Ama sırf romanlarınız çok okunduğu için size cephe alan insanlar var. Romanınızı okumamışken üstelik. Ne yapmalıyım acaba, okunuyorum diye özür mü dilemeliyim? Ayrıca beğenmeyebilirler de ama hakaret etmek niye? Önyargılarla hareket edip yazarın hemfikir olunmayan bir sözüne, bir demecine veya görüşüne kilitlenerek emeğinizi karalamaya çalışanlar var. Çok çeşitli kesimlerden okurum var ve bunu çok önemsiyorum. İmza günlerinde bakıyorum çok genç, kulağı küpeli delikanlılar da var, hemen arkasında başörtülü genç kızlar da var, onun arkasında yaşlı teyzeler, amcalar da var. Normal zamanda hiç yan yana gelmeyecek solcusu da var muhafazakârı da var. Kıymetli bir şey bu. Bir romanın kapıları herkese açık olmalı çünkü hikâyeler evrensel, hepimizin. Benim işim bireyi anlamak, bireyi anlatmak. Onun için bu kadar çok farklı kesimden insan tarafından okunmak tabii ki bu anlamda beni mutlu ediyor. - İskender'e ilişkin dile getirilen intihal iddiaları canınızı kuşkusuz hayli sıktı. Neler söylemek istersiniz burada da? - Son on gündür duymadığım laf kalmadı ki. Polemik sevmeyen bir insanım, kimseye şahsi cevap vermedim, vermem; yazmam, bel altı vurmam. Ama on gündür neler duyuyorum işte 'söyleşi yapanlara i-pad veriyormuşum' (gülüyoruz). Kitapla beraber promosyon dağıtıyormuşum. Yok kapak çalıntı dediler. Sonra yok aslında içerik İngiliz bir yazardan çalıntı dediler. Akıl, mantık dışı bir iddia bu. Ben bu romanı zaten İngiltere'de İngilizce yazdım. Çalıştığım ajans köklü edebiyat ajanslarından biri ve İngiliz. Satır satır okudular. Onlar çok sevdi, alıp yayıncıma götürdü. Yayıncım dünyanın beş büyük yayınevinden birisi olan Penguin Yayınevi. Editör satır satır okudu. Amerika'daki editörüm aynı şekilde. Böyle bir şey mümkün olabilir mi? El insaf! İddia o kadar asılsız ki diyorlar ki burada da göçmen aile var, orada da var. Burada da ikiz var orada da var. Hatta burada da camdan bakıp ayak görüyorlar orada da öyle, demek ki 450 sayfalık bu roman çalıntı. Böyle bir edebiyat eleştirisi olabilir mi? Böyle bakarsanız binlerce kitap arasında ortaklık bulursunuz. En ufak bir şeyim yok, gayet ne dediğimi biliyorum, sağlam duruyorum. Bu benim on birinci kitabım, sekizinci romanım, alın terim, hayal gücüm. Türkiye'de bu kadar ucuz bir şekilde insanlara saldırılmasından da hepimiz büyük üzüntü duyuyorum. Aslolan okurun bu kitapla kurduğu bağlantı, kalpten kalbe kurduğu muhabbettir gerisi önemli değil. Gamze AKDEMİR / İskender/ Elif Şafak/ Doğan Kitap/ 444 s.
  21. AKP iktidarı döneminde eğitim bütçesinden yatırımlara ayrılan pay sürekli olarak azalmıştır. Eğitimin sorunlarını çözmek için atılması gereken en somut adım, eğitim alanındaki kamu yatırımlarının artmasıdır. Ancak AKP Hükümeti, diğer tüm alanlarda olduğu gibi eğitim alanında da özelleştirmeyi ilke edindiği için, MEB bütçesinden yatırıma ayrılan payı dikkat çekici oranlarda azaltmıştır.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.