-
İçerik Sayısı
2.917 -
Katılım
-
Son Ziyaret
-
Lider Olduğu Günler
2
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
_asi_ tarafından postalanan herşey
-
BUZ MAĞARASI Küçük Ağrı Dağı’nın güney eteğinde Hallaç köyünün yaklaşık 3 km kuzey doğusunda, meteor çukuru ile aynı lav tüneli sistemi üzerinde bulunan doğal bir anıt mağarasıdır. Mağara, uzun eksenli, elips biçiminde, yaklaşık 100 m uzunluğunda, 50 metre genişliğindE, 8 m derinliğinde elips biçimli bir çukurdur. Mağaranın ağzı esas çukura göre biraz yukarıda kalmaktadır. İçinde bazalt lavlar, kayalar ve bu kayaların üzerinde saf ve temiz suların donmasıyla oluşmuş buz tabakalarını görmek mümkün. Kayaların üzerinde renk renk görünen temiz buz tabakaları, sarkıt ve dikitleri olan buz mağarası mevsimler göre değişken bir havaya sahiptir. Kışın fazla soğuk olmayan buz mağarası, hava akımının etkisiyle yukarıdan damlayan suları dondurarak buza çevirmektedir. Doğubayazıt ilçesinin en sıcak bölgesinde böylesine geniş bir çukurda dışarıdaki zıtlık gösteren buzdan sarkıt ve dikitler, insanı şaşırtacak şekildedir. Mağaranın ağzından süzülen, güneş ışığı, mağara içindeki buzlar üzerinde ışık oyunları yapmaktadır. Doğubayazıt ovasında çok sayıdaki bataklıktan anlaşılacağı üzere yer altı suyu tablası çok yüksektir. Bu durumda hava akımının mağaraya yakın yerlerden kaynaklandığı düşünülmektedir. Aşağı sinek köyünden başlayıp mağaraya doğru uzanan lav aracılığıyla mağaranın dip kısmından gelip, mağaranın iç kısmını soğutan ve mağara tavanı üzerindeki kaya kesimlerinden süzülerek damlayan suyun donmasına yol açan bu soğuk havanın özel bir bileşimi olduğu sanılmaktadır. Mağara içinde kuşların yuva yapması, şimdiye kadar mağara içinde kimsenin etkilenmemesi ve devamlı buzlu su alınması, hava bileşiminin zehirsiz olduğunu göstermektedir. Yöre halkının buzluk olarak adlandırdığı bu mağara, çevresindeki yerleşimlerin su ihtiyacını karşılamaktadır. Işık tutulduğunda kristal gibi parlayan ve renkten renge giren buz parçaları insanları hayretler içinde bırakır. Mağaranın en önemli özelliklerinden biri de yazın soğuk, kışın sıcak olmasıdır. Kapısında sürekli sıcak ve soğuk hava akımı bulunur.
-
Diyadin Kaplıcaları Diyadin ilçe merkezinin 5 km. güneyinde Köprü, Davut ve Yılanlı adlı üç sıcak kaynaktan olu-şur. İçlerinde bikarbonat, kalsiyum, kükürt, hidrojen, sülfür ve karbondioksit bulunur. Yılanlı ve Davut kaplıcalarında az miktarda magnezyum vardır. Kaplıcalar, deri hastalıkları ile enfeksiyonlara bağlı hastalıklarda, üst solunum yollarının kronik yangılarında, buharları solumanın iyileştirilmesinde etkilidir. Romatizma, nevrit, nöralji ve kadın hastalıklarına iyi gelir. Köprü ve Davut kaplıcaları yeniden düzenlenmiş, tesisleri geliştirilmiştir.Yılanlı kaplıcası son yıllarda kullanılmadığından termal binası, ka-feteryası, otel kısmı tahrip edilmiştir. Köprü kaplıcası (çermik), Murat nehri ve Doğal köprü bitişiğinde olup suyu en çok sıcak ve mineralli olandır. Yeryüzüne çıkan sulardaki kükürt, kireç ve benzeri maddeler taşlaşarak üst üste biriktiğinden traverten oluşturmuştur. Bu travertenler, Ağrı'nın Pamukkale'sidir. Davut çermiği, Davut köyü yolu ve çayı üzerindedir. Bitişiğinde seralar yapılmış, Diyadin'e ısıyma amaçlı su verilmektedir. İlkbahar, yaz ve sonbahar mevsimlerinde Ağrı'nın en kalabalık ve hareketli geçen yerlerinden biri Diyadin kaplıcalarıdır. Yaz günlerinde kaplıcalar, İl genelinden ve Iğdır'dan gelen insanlarla dolup taşar
-
NUH'UN GEMİSİ Ağrı dağının güney karşısındaki Telçeker ile Üzengili köyleri arasında doğal bir anıttır. Aslında bu anıt, gemi biçiminde bir şekil, iz (siluet) dir. Kalıntı, Türkiye- İran Transit yoluna 3.5 km. mesafededir. Nuh tufanı sonucunda karaya oturan geminin burada kaldığı öne sürülmektedir. Buranın halk arasındaki adı, Cudi dağıdır ve Cudi sıradağlarının son kalkasıdır. 1983 yılından itibaren kutsal geminin kalıntılarını burada arama çalışmaları hızlanmıştır. Başta James İrwin olmak üzeri Amerikalı araştırmacılar burayı çok yönlü incelemişlerdir. Türk bilim adamları ( Atatürk Üniversitesi ve MTA Enstitüsü elemanları) da bu oluşumu bilimsel yönden incelemişlerdir. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Taşınmaz Kültür ve Tabiat Varlıklar Yüksek Kurulu 17 Eylül 1987 tarih ve 3657 sayılı kararı ile gemi kütlesinin “ korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlığı” özelliği gösterdiğini belirtildiğinden, burası doğal sit alını ve açık hava müzesi olarak koruma altına alınmıştır. Geminin kalıntısı kuş bakısı görecek bir yere turistik nitelikli bir kafeterya yapılmıştır. 11 Eylül 1959 günü harita yüzbaşısı İhsan Durupınar, Doğu bölgesinin havadan çekilmiş fotometrik haritalarını tetkik ederken ilginç bir resmi buldu. Resim bütün dünyayı ilgilendiriyordu. Bunun Nuh’ un gemisi olma ihtimali vardı. Bu tarihten sonra Ağrı dağı ve Telçeker köyü üstündeki heyelan bölgesinde gemi aramaları hızlandı. Heyelan bölgesi, Ağrı dağının tam güney karşısında, D. Bayazıt- Gürbulak yolunun güneyinde, Telçeker ve Üzengili köylerinin yamaçlarındadır. Burada gemi biçimli bir şekil vardır ki, harita yüzbaşısının üzerinde durduğu toprak şekil budur. İlk bakışta gerçekten gemiye benzeyen bu yapının heyelanın etkisiyle mi, yoksa Nuh’ un gemisinin karaya oturduğu yer mi olduğu henüz tartışma konusudur. Şekil Nuh’ un gemisi olması kadar ilginç olmakla beraber, doğal anıt niteliğindedir. Yer kabuğunun bir oyunu sonucunda oluşsa dahi, şekil yer bilimleri açısından da ilginçtir. Nuh’ un Gemisinin Fiziksel Özellikleri Gemi kütlesi, sürekli heyelan olan ve akıntının bütün şiddetiyle devam ettiği yamaçta olduğu halde, yerinde basit kalmış, şekil bozulmamıştır. Kütlenin biçimi, insanoğlunun yaptığı ilk gemilere benzerlik göstermektedir. Baş tarafı çok dar, arka kısmı ortaya doğru daralmış haldedir. Boyut olarak 165 m. x 50 m. x 13 m. ölçüsündedir. ( Bu rakamlar, kutsal kitaplarda belirtilen ölçülere uymaktadır.) Çevresini oluşturan toprak toprak kıyasla; gemi kütlesinin malzemesi kuvvetli bir fiziksel mukavemete sahiptir. Gemi içinde ve yüzeyinde üç ayrı seviyede dizilmiş, eşit aralıklarla dağılmış ve fiziksel farklılıklar gösteren bölümler mevcuttur. Geminin muhtelif yerlerinde gemi direklerini andıran boşluk ve tümsekler vardır.
-
İSHAK PAŞA SARAYI Dogubeyazıt’ın 7 km güneydoğusunda, Eski Doğubeyazıt'ın kayalıkları üzerindedir. Sarayın harem girişi üzerinde bulunan kitabesinde; “Bin yüz ile doksan dokuz oldu buna tarih, İshaka meram üzere kem kıl dü cihanı” yazılıdır. Buradan yapının H.1199 (M.1784) tarihinde yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Kitabede adı geçen İshak ise, II.İshak Paşa’dır. Yapı yaklaşık yüz yıllık bir dönem içerisinde tamamlanmıştır. Dolayısıyla 1634-1680 yılları arasında Beyazıt Sancakbeyliği’ni yapan Çolak Abdi Paşa döneminde yapının imarına başlanılmış ve 1784 yılında II.İshak Paşa döneminde yapı tamamlanmıştır. Yapı 99 yılda tamalanmıştır. İshak Paşa Sarayı, Saraydan öte bir külliyedir. İstanbul Top kapı Sarayından sonra ikinci teşkilatlı saray sistemine sahiptir. Aynı zamanda yörenin en büyük tarihi eseri ve en çok gezilen turistik yeridir. Son devirde yapılan sarayların en ünlüsüdür. Doğubeyazıt ilçesinin 5 km. doğusunda bir yamacın tepesinde kurulan saray Osmanlı İmparatorluğunun Lale devrinde yapılmış son büyük anıt yapısıdır. Harem dairesi Topkapı sarayı örnek alınarak yapılmıştır. Saray binasının oturduğu zemin vadi yakasında olduğundan kayalık ve sarptır. Sadece doğu tarafında müsait bir düzlük vardır. Bununla saray çevreye bağlanır ve saraya giriş çıkış buradan sağlanır. İshak Paşa sarayının oturduğu bölge arazi olarak doğudan batıya doğru inildikçe kademe kademe alçalır. Bu nedenle de sarayı belli bir eksene yerleştirmek için kuzey ve güney batı yönlerinde dolgular. yüksek teraslı duvarlar ve bodrumlar yapılmıştır. Siyah yontma taşlarla alttan yukarıya doğru düzgün bir meyille örülen terasların yüksekliği 15 metreyi bulur. Sarayın planında Türk Saraylar Geleneği esas alınmıştır. Kapladığı alan 7600 m2 dir. Yapımının 99 yıl sürdüğü söylenmektedir. Bin teşkilatı iç içe iki avlu etrafın da toplanmış birinci avlu etrafında bulanan yapılar büyük tahribata uğradığından ayakta bulunan bölümleri restore edilmiştir. Böylece sarayın “U” şeklindeki iki avlusundan birincisinin yalnız çevre duvarları, ikincisinin ise karşılıklı olmak üzere odaları ve yıkılan temelleri bulunmaktadır. Sarayın mimarisinde Osmanlı Fars ve Selçuklu medeniyetlerinin ortak etkisi gözlenmektedir. Uzaktan bakıldığında arazinin sertliğinden dolayı insana bir sertlik duygusu kazandır maktadır. Bunun sebebi bir zamanlar çevresinde kurulmuş olan şehrin aşağıya taşınmış olması ve çevresinin ıssızlaşmasıdır. Ancak tüm bu sert ve ıssız görünümüne karşı sarayın iç ve dış mimarisindeki güzellik yüreklere huzur bahşeden bir ifade taşımaktadır. Yüksek duvarlar üzerine oturtulmuş olmasına rağmen sulh ve sükunu temsil eden bir havası vardır. Saray eski kalelerin özelliğini kaybettiği ateşli silahların geliştirilerek bol kullanıldığı bir çağda yapıldığından doğu yönündeki tepelerden gelecek bir saldırıya karşı müdafaası zayıftır. Cümle kapısı müdafaa bakımından en zayıf noktasıdır. Cümle kapısının taş ve oymacılığı muntazamdır. Orjinalleri altın kaplama olan sarayın kapıları Osmanlı-Rus savaşı sırasında Ruslar tarafından götürülmüş ve halen Moskova müzesinde sergilenmektedir. CÜMLE KAPISI İshak Paşa sarayının gerek plan gerekse cephe ifadesi bakımın dan gösterişli bir varlığıdır. 11 sütunludur. İshak Paşa sarayı cümle kapısı çeşitli mimarilerin kompozisyonu şeklindedir. Farklı mimarilerin birbirlerini tamamlayan özellikleri bir araya toplanarak bütünlük arz eden bir yapıt ortaya çıkartılmıştır. Plan kuruluşu bakımından Barok olan bir kitleyi Barok-Rokoko, Selçuklu ve Osmanlı tenziyatı ve mimari unsurlarından alınmış çeşitli elementlerle bir araya getirilerek bu unsurlar birbirlerine 1 yakıştırılmakla, cepheyi gösteriş bakımından zenginleşti isterken yapıcılık unsurlarının aksatılmaması da başarılmıştır. Cümle kapısında süs unsuru olarak taban oyuğu üzerinde, k abartma yapraklarla süslü madalyonlar vardır. Kapının iç cephesi bir tarafında çeşme diğer tarafında kapıcının oturduğu kulübe ile avluyu açılmaktadır. Klasik Türk çeşmelerinden olan bu çeşme halen akmaktadır. HAMAM Hamam planı iki gözden oluşmuştur. Bunlardan birisi yıkanma diğeri ise giyinme yeridir. Her ikisinin üstü kubbelidir. Kubbelerin orta tavanları çöktüğünde bu hamamların ışıklandırılması hakkında sağlıklı bir bilgi bulunmamaktadır. İSHAK PAŞA SARAYİ CAMİİ Harem ile selamlık daireleri arasında yer almaktadır. Camiye selamlık kısmından büyük bir ustalıkla yapılmış sanat eseri sayılabilecek bir kapıdan giriliyor. Caminin kıble istikameti saray binasının ilk göze çarpan yeri olduğundan bütün ağırlığın camiye verildiği kanısı hasıl olmaktadır. Manevi bir korkudan olsa gerek sarayı tahrip edenler camiye fazla dokunmamışlardır ama kurşun ve maden çemberlerini söküp götürmek maksadı ile caminin son cemaat yerindeki ve harem kısmındaki iki direği yıkmışlardır. Caminin içinde yer alan mihrap, derin bir iniş teşkil eder. Mihrabın yanında bir balkon gibi kurulmuş plan minbere çıkılır. Caminin kubbesi içten sıvalı, ayrıca alt kısmında oldukça yüksek bir tanbur bulunmak tadır. İçten kubbenin sıvaları üstüne ağaç ve çiçek tasvir eden rokoko tarzında işlemeler yapılmıştır. Camin kubbesi incelenmeye değer olup. kubbenin etrafında rahatça dolaşmaya müsait bir teras bulunmaktadır. Caminin genel mimarisi plan bakımından barok, işleme unsurları bakımından rokokoyu andırmaktadır. Caminin minaresi başlı başına bir abide görünümündedir. Yapılış tarzı tamamen Türk üslubu olup kaidesi kare planlıdır. Alttan üste doğru sekiz köşeli bir durumdan yuvarlak bir gövdeye geçilmektedir. Açık krem ve kırmızı ahlat taşla örülmüş petek petek şerefe olup şerefe korkuluğunun inceliği minarenin kalın olan havasını değiştiriyor. Taş özgülü külah üzerine tunç bir alem bulunmaktadır. Minareye içten 92 basamakla çıkılmaktadır. SELAMLIK DAİRESİ İshak Paşa Sarayında selamlık dairesinden pek az kısmı ayakta kalmıştır İkinci avlunun sağ tarafında yer alan cami ile bitişik harap bölgeler kalmış bulunmaktadır Selamlık dairesinde avlunun sağ tarafına, yapılmış değerli bir kapı ile giriliyor. Yedi basamaklı bir merdiven ile çıkıldıktan Sonra üzeri tonozlu uzunca bir hole ulaşıyoruz Selamlık dairesindeki salonun uzunluğu18 m’dir. Bu dairenin en ilginç kısmı cumbalı köşkün bulunduğu yerdir. Bu kapıdan kalabilmiş ve yerinde bulunan dört ahşap konsol, Urartulardan kalma kalıntılara bakacak bir şek ilde yerleştirilmiştir. Bu konsüllerin üst kısmında bir kartal tasviri, alt tarafında bir insan baş ve gövdesi, Ortasında ise bir aslan yer almaktadır. Ahşap konsüllerin bulunduğu yer itibariyle Tanrının tüm yeryüzü ve gökyüzünün sorumluğunun insana yüklendiği düşüncesinin yanı sıra figürlerden İnsanın ; aklın üstünlüğünü ; aslanın; gücü, kartalın ise Yırtıcılığı ve hava hakimiyetini simgelendiği ifade edilmektedir. Bu ölçülü köşkün ahşap olduğu, kalan izlerden anlaşılmaktadır. Selamlık kısmında ayrıca cami ve bitişik dört oda daha bulunmaktadır. MERASİM VE EĞLENCE SALONU Dikdörtgen planlı olup salon ikişer sütuna bindirilmiş üçer kemerle üç kısma bölünmüştür. Etraf duvarları süslü nişlerle kaplıdır. Nişlerin üstlerinde saray ahalisini öven kitabeler mevcuttur. Salon ışığını tavandan almaktadır. Burasının aynı zaman da paşanın kabul salonu olarak da kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu salonda plan ve mimari olarak Barok ekolunun özelliklerini taşımaktadır. TÜRBE BİNASI Caminin kıble duvarı dışına kurulmuştur. Türbenin İshakpaşa’nın anne ve babasına ait olduğu söylenmektedir. Tür- benin en ilginç yanı, mezar odası girişi sağlayan sahanın üstün deki kümbettir. Kümbet azda olsa Selçuklu kümbetlerini andırır. Kaidesi siyah taştan olup, diğer kısımları krem rengi kalker taşındandır. Cephe barok sitilindedir. Süslü kitabelerin yanı sıra oyuk içlerinde vazolardan çıkan çiçekli dallar zengin ve gösterişli bir görünüm vermektedir. Dik bir merdivenle türbenin mezar odasına inilmektedir. AŞEVİ-MUTFAK (DARUZZİYAFET) Aşevi 100 m2 kadar yer kaplar. Çatı örtüsü dört büyük kemerin karşılıklı kurulması ile oluşmuş ilginç bir yapıdır. Geniş saha içerisinde güneye bakan iki penceresi, diğer duvarlardan çeşitli yönlere açılan kapıları ile keçek bir aş ocağı vardır Aşevini yanından baremin banyoları buradan da haremin salon ve o dalarına geçilebilir. HAREM DAİRESİ Sarayın kuzeyde bir kısmının batıda tamamını kaplayacak şek ilde harem odaları sıralanmıştır. Odalar günümüzdeki kalıntıları ile iki katlı bir görünüme sahiptir. Ancak iç kısmı fazlaca yıkık olduğundan dolayı zemin kattaki bölümleri incelenebilir. “L” şeklindeki 12 odanın hemen hepsi aynı biçimdedir. Her birinin dış manzaraya bakan iki penceresi ve bunların arasında birer şömine mevcuttur. CAMİ CÜMLE KAPISI MERASİM VE EĞLENCE SALONU
-
BALIK GÖLÜ İl'in kuzeyinde, Kars sınırındaki Sinek yaylasında alabalığı ile ünlü bir lav setti gölüdür. Gölün suyu tatlı ve temizdir. Sazan balığı ve ünlü kırmızı pullu (kızıl alabalık) alabalığı vardır. Gölün çevresindeki buz gibi kaynaklar, Anadolu'nun en güzel sulandır. Göl, doğal bir güzelliğe ve sade bir manzaraya sahiptir. Doğu Anadolu'nun Abant'ı sayılmaktadır. Gölün kuzey tarafında üzerinde tarihî kalıntılar bulunan dört dekar genişliğinde küçük bir ada vardır. Adaya motorlu ve kürekli kayıklarla gitmek mümkündür. Deniz seviyesinden 2 250 m. yükseklikte bulunan Balık gölü, yurdumuzun en fazla yüksekte oluşmuş gölüdür. Alanı 34 km2, olup, derinliği 100 m. yi aşmaktadır. Gölün güney kıyısında plaj sitesi ve turistik tesisler vardır. Balık gölüne 26 km. lik Taşlıçay ve 60 km. lik Doğubayazıt (Musun ayırımı) üzeri yollarla gidil-mektedir. Dambat Çermiği ve Maden Suyu Ağrı'ya 5 km. uzaklıkta, Ağrı-Van karayolu üzerindeki Yolluyazı (Dambat) köyünde, Murat neh-rinin kıyısındadır. Yerden fışkıran su kükürtlüdür ve kaynak her yıl yer değiştirmektedir. Kapalı mekânda kalınca zehirlenme yaptığından sabit bir havuz içine alınmamıştır. Cilt yaralan ve romatizma için şifalıdır. Kaynağın l km. doğusunda ikinci bir su çıkmaktadır. Maden suyu kıvamındaki kaynak; böbrek, mide ve bağırsak hastalıklarına iyi gelir. Su, kaynaktan çıktıktan sonra bekleme süresinde bozulduğundan şişelenmemektedir.
-
METEOR ÇUKURU Doğubayazıt'ın 35 km. doğusunda. Küçük Ağrı dağının eteğinin bittiği yerdedir, İran sınırına 2 km uzakta, Gürbulak sınır kapısı ile Sarıçavuş köyü arasındadır. 1892 yılında gökten düştüğü sanılan büyük bir parçanın meydana getirdiği çukur, dünyada büyüklük ve derinlik itibariyle Alaskadakinden sonra ikinci büyük meteor çukuru budur. Genişliği 35 m., derinliği 60 m. dir. Toprağa gömülü göktaşının üzeri iç duvarlardan çöken toprak tabakalarıyla örtülüdür.
-
AĞRI DAĞI Türkiye, İran ve Nahcivan devlet sınırlarının kesişme noktasının yakınında bulunmaktadır. Bü-yük ve Küçük Ağrı dağı olmak üzere iki koni şeklindedir. Her ikisi de sönmüş volkanik dağdır. Büyük Ağrı 5 137 m., Küçük Ağrı 3 896 m. yüksekliktedir. Ortak bir taban üzerinde yükselen bu iki koniyi 2 687 m. yükseklikteki Serdarbulak beli birbirinden ayırır. Her iki dağın çevre uzunluğu 128 km. olup, l 188 km2lik bir taban üzerinde yükselmektedir. Dağın yarısına yakın kısmı Iğdır İli sınırları içindedir. Ağrı dağı, üzerine Nuh'un gemisinin indiği iddia edilen ve Türkiye'nin en yüksek volkanik dağıdır. Bu sebeple çok ilgi çeker. Dağ, sıradağ üzerinde görülen bir kabartı olmayıp, küçük tepeler meydana getirmeden aniden yeryüzünden göğe doğru yükseldiğinden muhteşem bir görünüşe sahiptir. İnsanın karşısında heybetle durması ona doğal bir güzellik kazandırmış, bu tabiat harikasını doyulmaz manzara yapmıştır. Yüzyıllardır gezginlerin, bilginlerin, kişi ve kavimlerin dikkatinden kaçmayan Ağrı, yurdumuzda ve dünyadaaraştırmaya, sinemaya, şiire, türkülere, hikâyelere, efsaneye ve mitolojiye en çok konu olan dağdır. Kur'an'da da geçen Nuh Tufanı, nedense Türk ve Müslümanlardan çok, Hıristiyan Batı dünya-sını ilgilendirmiştir. Geçen yüzyıldan beri Batılıların dikkati Ağrı üzerinde toplanmıştır. Nuh'un gemisinin burada olduğu inancı yaygın olduğundan, geminin enkazını bulmak için Büyük Ağrı dağında devamlı araştırmalar yapılır. Ağrı, yazın daha güzel görünür. Yerli ve yabancı dağcılar buraya çıkmak için can atar. Ağrı dağı-na çıktıkça, ufuk genişler; tepesinden bakınca, yüzlerce kilometre uzaktaki dağlar, çevredeki ovalar, akarsular, göller, insanın gözleri önüne serilir. Dağın eteğindeki köyler, şehirler benek benek lekeler gibi görünür. Doğubayazıt'a 15 km., Ağrı'ya 115 km. uzakta olan Ağrı dağı, yazın yayla, kışın kışlak olarak kullanılır. Eteklerinde yaban keçisi, geyik, ayı, domuz, kurt, tilki, sansar, kunduz, samur, tavşan, keklik ve sayısız av kuşları bulunur. Avcı ve av sporunu sevenler için Ağrı dağı her mevsimde bol av hayvanı olan yerdir. Dağın güney eteğindeki sazlık da avcılığa müsaittir. Dağ turizmi yönünden Ağrı büyük bir potansiyele sahiptir. Ağrı Dağının Ayırıcı Nitelikleri Türk ve dünya kültüründe Ağrı dağının özel bir yeri vardır. Gerek yurdumuz, gerekse yakındoğu kültürlerinde Ağrı dağı ile ilgili pek çok efsane geliştirilmiştir. Ermenilerin burayı kendi ülkelerinin merkezi olduğunu iddia etmeleri, Yahudi kutsal metinlerinde ve Hıristiyanlıktaki Nuh'un gemisinin bu dağa indiği inancı, Ağrı dağının hem siyasî, hem dinî yönden önemini artırmaktadır. Ağrı'ya dağ sporu yapmanın yanında, Nuh'un gemisini bulmak için de çıkılır. Dağa çıkış izinle olmaktadır. Yaz ve kış çıkışları olmak üzere yılda iki defa çıkış yapılır. Yaz çıkışları temmuz, ağustos ve eylül, kış çıkışları ise ocak ve şubat aylarında olmaktadır. Ağrı dağının doruğu çok uzaklardan ve geniş bir alandan görülür. İran, Azerbaycan, Van, Kars, Iğdır ve Bitlis'ten açık havalarda yüksek yerlerden bakıldığında, bu görkemli dağ görülebilmektedir. Ağrı seyretmeye değer. Büyük Ağrı'nın 4 000 m. yukarılarında her zaman kar bulunur. Takke biçiminde doruğu örten karın bir kısmı buzuldur. Genişliği 12 km2, ye varan buzul, aynı zamanda Türkiye'de mevcut az sayıdaki buzullar arasında en büyük olanıdır. Ağrı dağında ilkbahar ve yaz mevsimlerinde karlar eridikçe binlerce çiçek açar. Ancak çeşidi ve rengi çok olan bu çiçekler kokusuzdur. Ağrı dağının yamaçlarında su kaynağı bulunmaz. Yukarılardan akıp gelen kar ve yağmur suları vardır ki, bunlar fazla aşağılara inmez. Çok yağış almasına rağmen, çatlaklar ve andezit yapı suyu hemen emer. Sıcak yaz günlerinde, bilhassa dağın güney yamacı bir çöl gibi olur. Sadece dağın eteğindeki (dip kısmı) köylerde kaynak ve sazlık suları vardır. Ağrı dağının eteklerinde, özellikle güney doğu eteğindeki İnek vadisi denilen yerde her biri yüzlerce hayvan alabilecek genişlikte birçok mağara oluşmuştur. Bu mağaralar, hayvan yetiştirenlerce barınak (kom) olarak kullanıldığı gibi, zamanlaman eşkıyaların da sığınağı olmuştur. Daha aşağılarda Hallaç köyü yakınında bir de buz mağarası vardır. Ağrı dağının güneyinde yer alan Doğubayazıt ovası, kuzeyindeki Iğdır ovası ve Sürmeli Çuku-runa göre yüksektedir. Yani dağın kuzeyindeki ova, güneyinde kinden yüzlerce metre aşağıdadır.
-
Ağrı Kaleleri Doğubeyazıt Kalesi (Doğubeyazıt) Doğubeyazıt’ın 5 km. doğusunda, Eski Beyazıt’ın da kuzeydoğusundaki Belleburç denilen yerde bulunmaktadır. Kayalıklar üzerindeki bu kalenin yapım tarihi bilinmemektedir. Büyük olasılıkla kale Urartular döneminden kalmıştır. Günümüze oldukça harap bir durumda gelen kalenin içerisinde Urartu mezarları ile Antik Çağlardan kalma mimari kalıntılar bulunmaktadır. Üç bölümden meydana gelen kalenin orta bölümünde mağaralar ve bir mabet kalıntısı bulunmaktadır. Kalenin çevresini kuşatan surlar yıkılmıştır. Diyadin Kalesi (Diyadin) Diyadin ilçe merkezinin güneyinde, Murat Irmağı kıyısında kayalıklar üzerinde yer alan bu kalenin ne zaman ve kimler tarafından yaptırıldığı belli değildir. Evliya Çelebi burasının Uzun Hasan Oğlu Ziyaüddin tarafından yaptırıldığını ileri sürerse de, kalenin Urartular döneminden kaldığı sanılmaktadır. Günümüze harap bir durumda gelmiştir. Toprakkale (Eleşkirt) Eleşkirt’in 15 km. kuzeydoğusunda Toprakkale Köyü’nde bulunan bu kalenin ne zaman ve kim tarafından yapıldığı bilinmemektedir. Ancak, Urartuların burada önemli bir yerleşim yeri olduğu ve çok sayıda kale yaptırdıkları dikkate alınacak olursa, bu kalenin de Urartu dönemine ait olduğu sanılmaktadır. Bu kale Arsaklar tarafından onarılmıştır. Kalenin mabedi ve yerleşim yerleri tamamen yıkılmıştır. Günümüze yalnızca burç ve duvar kalıntıları gelmiştir. Patnos Kalesi (Aznavur Tepe) (Patnos) Patnos ilçe merkezinin 2 km. kuzeybatısındaki Patnos Kalesi Urartulardan kalmıştır. Urartu kralı Menua ve I.Argişti zamanında yapılmıştır. Kale içerisindeki mabedi de yine Urartu kralı İspiuni yaptırmıştır. Kale çevresinde Urartu dönemine ait antik bir kentin olduğu sanılmaktadır. Kaleden günümüze mabet ve bazı yapı kalıntıları ulaşmıştır. Avnik Kalesi (Diyadin) Diyadin ilçe merkezine 29 km.lik bir uzaklıkta, Aladağ’ın en yüksek yerinde olan Avnik Kalesi, Koçbaşı Kalesi olarak da tanınmaktadır. Kalenin ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı bilinmemekle birlikte, Urartu dönemine ait olduğu sanılmaktadır. Günümüze yalnızca temelleri gelebilmiştir. Kalenin taşları çevre köylüleri tarafından yerlerinden sökülerek ev yapımında kullanılmıştır. Kuje Kalesi (Diyadin) Diyadin ilçe merkezine ve Avnik Kalesi’ne yakın bir yerde yer almaktadır. Kalenin ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı kesinlik kazanamamıştır. Büyük olasılıkla Urartular dönemine ait küçük ölçüde bir karakol kalesidir. Günümüze yalnızca duvar ve temel kalıntıları gelebilmiştir. Şoşik Kalesi (Hamur) Hamur ilçesine 34 km. uzaklıktaki Karlıca (Şoşik) Köyü’nde yer alan bu kalenin de ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı bilinmemektedir. Akkoyunlular zamanından kaldığı ileri sürülmüşse de bu iddia kesinlik kazanamamıştır. Günümüze kalenin blok taşlardan yapılmış merdivenleri, ibadet yeri, iki odası ve bir de hamamı gelebilmiştir. Havran Kalesi (Hamur) Hamur ilçe merkezinden geçen Hamur Deresi’nin yaklaşık 100 m. yukarısında, sarp bir kayalık üzerinde bulunan bu kalenin ne zaman ve kim tarafından yapıldığı kesinlik kazanmamıştır. Bununla beraber günümüze ulaşabilen kalıntılardan Selçuklular zamanında yapıldığı sanılmaktadır. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda kale tahrip edilmiştir. Kan Kalesi (Kale-i Hum) (Tutak) Tutak İlçesinin 20 km. güneydoğusunda Dönertaş (Kalekul) Köyü yakınlarındaki bu kalenin de ne zaman ve kimler tarafından yaptırıldığı bilinmemektedir. Günümüze yalnızca temel kalıntıları ulaşabilmiştir. Kız (Karlıca) Kalesi Hamur İlçesinin Karlıca Köyü’nde, Şoşik Kalesinin 2 km. doğusunda yer alan Kız Kalesinin ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı bilinmemektedir. Büyük olasılıkla bu kalenin de Şoşik Kalesi gibi Akkoyunlular döneminden kaldığı sanılmaktadır. Söylentiye göre, bu kaleyi Şoşik Kalesi Beyi kızı için yaptırmıştır. Zencir Kale (Tutak) Tutak İlçesi yakınlarındaki Katavin Dağı’nda bulunan bu kalenin de ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı bilinmemektedir. Günümüze harap ve yıkık durumda gelebilmiştir. Üzerinde herhangi bir araştırma ve inceleme yapılmamıştır. Tokluca Kalesi (Diyadin) Diyadin ilçe merkezine 19 km. uzaklıktaki Tokluca Köyü’ndeki kalenin ne zaman ve kim tarafından yaptırıldığı bilinmemektedir. Günümüze yalnızca kayalar arasından yer altına inen merdivenleri ulaşabilmiştir. Pazı Kalesi (Merkez) Ağrı Küpkıran ve kalender Köyleri arasında yer alan bu kale, Ağrı Ovasına hakim bir tepe üzerinde kurulmuştur. Ne zaman ve kim tarafından yaptırıldığı kesinlik kazanamamıştır. Eyüp Paşa Kalesi ismi ile anılan bu kale, küçük ölçüde basit bir gözetleme kalesidir. Günümüze çok harap durumda olan kalıntıları gelebilmiştir. Küpkıran Kalesi (Merkez) Ağrı’ya 20 km. uzaklıkta Yukarı Küpkıran ve Güneysu Köyü arasında yer alan bu kalenin de ne zaman ve kim tarafından yaptırıldığı bilinmemektedir. Günümüze yalnızca temel kalıntıları ile bazı duvar parçaları gelebilmiştir. Bu kale ile ilgili de herhangi bir araştırma yapılmamıştır.
-
EL SANATLARI Halı ve Kilim Dokumacılığı: Ağrı’da kış şartlarının ağır geçmesi nedeniyle yüne dayalı dokumacılık genellikle bu aylarda el tezgahlarında geleneğe bağlı olarak devam eder.Kilimin halk arasındaki adı yemenidir. Kilim ve halı dokumacılığı Ağrı’daki el sanatlarının en önemlileridir.Halı,yastık,heybe,yün çorap ve kazak,tiftik eldiven,çorap ve papak ‘da yün ve öremeye dayalı el sanatlarındandır. Hayvancılığın yaygın ve egemen olduğu ilde Morkaraman ırkı koyunların yünlerinden elde edilen iplik bir çok işlemden geçirildikten sonra ev tezgahlarında dokunacak duruma getirilir.En iyi iplikler bu Karaman cinsi koyunlardan elde edilmektedir.Kurs ve halıcılık atölyeleri hariç Ağrı’da halı ve kilimler ekseri mengenesiz dik döner yer tezgahlarında dokunur. Yün Kazak ve Yün Çoraplar: Yerli ırk koyunların yününden örülen kazak ve çoraplar sanat değeri taşıyan bir özelliğe sahiptir. Bu kazaklar ve çoraplar tezgahlarda yapılmayıp elde yapıldıkları için oldukça sağlam ve güzel motiflerle süslüdür. Çorapların parmak uçlarında geleneksel halı ve kilim motifleri kullanılır.Diğer motifler örgü şekliyle ortaya çıkarılır. Yünden ayrıca eldiven ve papak’ta örülür. Bunların beyaz renkli olanları daha fazla tercih edilir. Tiftik Papak ve Tiftik Çoraplar: Keçilerden taranarak elde edilen tiftik özel işleyiş biçimleriyle giyim eşyası olarak değerlendirilir. Elde edilen tiftik yıkanıp temizlendikten sonra taranır. Teşi adı verilen eğirme aletiyle eğrilip iplik haline getirilir.Tiftik giyecekler el örgü şişleriyle örülür.Örüldükten sonra sıcak ekmek arasına baskıya bırakılarak yumuşatılır. Tiftik giyeceklerin kabartılıp saçaklandırılması bu yöntemle yapılır. Tiftikten kazak , atkı ve eldivende yapılır.Tiftik çoraplar dize kadar uzandığından dizleme de denilir.Dizlemenin üzerine değişik halı ve kilim motifler işlenir. Üzerlik veya Nazarlık: El sanatlarıyla ilgili olarak halkın üzerlik veya nazarlık olarak tabir ettiği üzerlik, üzerlik otu tanelerinin ipliklere dizilerek geometrik şekiller verilen bir süs eşyası olduğu gibi inanç bakımından da kültürel değerler taşımaktadır.Halk inanışına göre üzerlik muska ve mavi boncuktan sonra nazardan iyi koruyan eşyadır. Üzerlik otu bulunmayan yerlerde arpa ve mısır taneleri boyanarak kuşburnu kızardıktan sonra toplanıp yapılır.Üzerine nazar boncuğu takılır.Özellikle Doğubayazıt’ta yetişen ve burada yapılan üzerlik köy odalarındaki duvarların başlıca süsüdür. Buğday ve Çavdar Sapından Yapılan Eşyalar: olgun hale gelmiş buğday sapları başaklarından temizlenerek ıslatılıp yumuşatılarak örmeye elverişli hale getirilir. Ağrılı kadın ve kızlar bunlardan çanta, sepet, çay tepsileri ve çocuk şapkaları yapmaktadırlar.Ayrıca bunlar güzel renkler boyanıp motiflerle süslendiği zaman turistlerin ilgisini çekmektedir. Keçe Yapımı: Keçecilik Ağrı’da hayvancılığa bağlı olarak gelişmiş diğer bir el sanatı koludur.Genellikle kuzu yününden yapılan keçeler,yünün hallaç taraklarından geçirilmesinden sonra özel yöntem ve tekniklerle sıkıştırılmasıyla elde edilir.Keçelerin üzerine renkli yünlerden desen yapılır. Keçeler kırsal kesimde yaşayan ve hayvancılıkla uğraşan Ağrı halkının kullandığı bir yazgıdır.Köylüler kendi koyun ve kuzularından ürettikleri yünleri keçecilere götürerek ihtiyaçları olan keçeleri yaptırırlar. Keçeler sıcak tutması yönüyle bilhassa yaylalarda hayvancılıkla uğraşan halk için halı ve kilimden daha fazla bir önem taşır.Keçeden yazgı çoban başlığı, çoban kepeneği gibi eşyalar yapılır.Önemli bir ihtiyaç maddesi durumunda olan keçe ve keçecilik bölgede ticari bir meslek ve unsurdur.
-
HALK OYUNLARI Ağrı Sallaması: Köy düğünlerinde en fazla oynanan oyundur. Oyuna davul-zurna eşlik eder. Figürleri basit olduğundan herkes tarafından kolaylıkla oynanır. Oyunun süresi belli değildir. Basso (Besra): Davul ve zurna ile oynanır. Bu oyunun kaynağının Besra adlı güzel bir kızın yeteneklerini öven hareketler olduğu sanılmaktadır. Kız erkek birlikte en az 4 kişiyle oynanır. Laççi: Ağır ve hızlı olmak üzere iki bölümden oluşan ve 6 kişiyle oynanan bir kız halayıdır. Oyundaki figürlerin ceylanı canlandırdığı söylenir. Oyuna davul-zurna eşlik eder. Zeyno: Davul-zurna eşliğinde, en az 6 kişiyle oynanan orta hızda bir kız oyunudur. Geçmişi XlX.yy’a dayanmaktadır. Çep: 6 kişiyle davul-zurna eşliğinde oynanan ağırlama niteliğinde bir kız halayıdır. Taşlıçay, Diyadin ve Doğubeyazıt yörelerinde oynanır. Koffi: 6 kişiyle davul-zurna eşliğinde oynanan orta hızda bir kız oyunudur. Sarma: Tutak ve Patnos yöresinde an az 6 kişiyle, davul-zurna eşliğinde oynanan bir kız halayıdır. Hessike: Tulum ve davul-zurna eşliğinde kadın ve erkeklerin birlikte oynadığı bu oyun, ağırlama ve hoplatma bölümlerinden oluşmuştur. Çimen-i Çiçek: Ağırlama ve hoplatma bölümlerinden oluşan, en az 6 kızın oynadığı sözlü bir oyundur. Çalgı olarak davul-zurna, bazen de akerdeon kullanılır. Meyriko: Kadınların oynadığı bir oyundur. Baştaki oyuncu, müzik eşliğinde tek başına bazı figürler yapar, öbür oyuncular da el çırparak onu coştururlar. Daha sonra toplu olarak oyuna geçilir. Çoban Eli: İki kişinin elde sopalarla oynadığı bu oyun ağırlama ve hoplatma bölümlerinden oluşur. Oyuncular sopaları kılıç gibi kullanırlar. Bu oyun Doğubeyazıt, Cumaçay ve Diyadin yöresinde oynanır. Ömer Ağa: Davul-zurna eşliğinde 6 erkeğin oynadığı bir oyundur. Yeldirme ve hoplatma bölümlerinden oluşur. Zedikan, Eleşkirt, Toprakkale ve Kösedağ da oynanır. Ağrı Gülüm: Altı erkeğin oynadığı hızlı bir oyundur. Oyuna davul-zurna, bazen de klarnet eşlik eder. Doğubeyazıt, Diyadin ve Aladağ yörelerinde yaygındır. Bunların dışında, Tıllara, Dümme, Gelin Gel Bara, Nuray, Köylü Kızı, Hene, Nare, Daldala ve Lurke gibi halaylar vardır. Serhat Barı: Erkeklerin oynadığı bir bardır. Oyuncular birbirlerine çok yakındırlar. Omuzlar bitişik, eller ya bele sarılmış ya da aşağıdan birleştirilmiştir. Tutak ve Hamur çevresinde yaygın olan ve davul-zurna eşliğinde oynanan bu oyunda yiğitlik ve mertlik figürleri yer alır. Koçaklama Barı: Ağır ağır başlayan ve hızı giderek artan bir erkek barıdır. Davul-zurna eşliğinde 6 kişiyle oynanır. Yüksel Barı: Altı kişiyle oynanan hızlı bir erkek barıdır. Sürgün Barı: Ağırdan hızlıya geçen ve çeşitli ayak figürleriyle belirgin olan bir erkek oyunudur. Doğubeyazıt ve Patnos yörelerinde oynanır Ata Barı: Altı kişiyle oynanan hızlı bir oyundur. Ülker Barı: Kadın barıdır. Altı kişiyle oynanır. Ağırlama ve yellenme bölümleri vardır. Ağrı ilindeki halk oyunları içinde köy orta oyunu niteliğindeki Köse Gelin Oyunu ayrı bir yer tutar. Anadolu seyirlik oyunlarına iyi bir örnek olan Köse Gelin Oyunu, kırsal kesimdeki toplumsal yaşamı renklendiren köy orta oyunlarının en yaygınıdır.
-
YÖRESEL KIYAFETLER ERKEK GİYİMİ : Erkek giyimleri moda ve klasik giyime uygundur.Köyde çalışma zamanları ve sıcak günler hariç, her erkek ceket ve pantolonla dolaşır. Orta yaştaki erkekler ve yaşlılar, altta uzun don(tuman) ve fanila giyerler. Soğuk günlerde buna birde pijama eklenir.Pantolon, işlik gömlek ve kazak bunların üzerine geçirilir.Gömleğin üzerine ceket giyilmez, arada mutlaka yelek veya kazak vardır.Baştaki şapka bütün giyecekleri tamamlar. Yaşlılar şapka yerine fes yada papak giymeyi tercih ederler. Erkekler mutlaka bıyık bırakır. Sonbahar ve kış mevsimlerinde yün ve tiftikten örülmüş papak, çorap, eldiven ve kazak giyenler çok olur. En üste sako(palto) giyilir.Tiftik atkı, pazıbent, pamayıl, tütünlük(tabaka); tiftik veya yün eldiven ile tespih, erkek aksesuarlarıdır KADIN GİYİMİ : Köylerde kadınların giysileri daha milli ve mahallidir.Kadın giyeceğinde entari egemendir Kadın ve kızlar gelişigüzel , açık-saçık giyemezler. En altta can gömleği ve iç tuman giyilir. Üst üste entari giyme eski alışkanlıktan ve iklim şarlarından ileri gelmektedir. Entarilerin üzerine hırka veya kazak geçirilir. İş zamanları öne peştamal, kola kolçak takılır. En üstteki entarinin kadife , ipek veya simli olmasına dikkat edilir. Gümüş madeni ve öteki kemerler bunun üzerine bağlanır. Ayakta, çorap ve diz kapağının altına kadar uzanan tuman vardır. Genç kız ve gelinler başlarına eşarp bağlar, orta yaştakiler leçek, yaşlı kadınlar beyaz bezle(cuna) örter, üzerini renkli yazma(heyrat) ile bağlar.Kadınlar evden dışarı çıkacağı yahut başka bir yere gideceği zaman, başlarına şal veya çar(örtü) örterler. Günlük ve özel giyimlerde bazı kadın ve kızlar başlarına kofi takar, boyunlarına altın asarlar. Kadınlarda günlük süslenme pek olmaz. Süslenme; düğünlerde, bayramlarda, şehre veya bir yere giderken ve özel günlerde olur. Kadınların ellerine ve saçlarına kına yakmaları kadın güzelliğini tamamlayan öğedir. Boyuna ve bileklere takılan mavi ve renk renk boncuklar, süslenmek içindir. Şeve, sırğa, hızıma, hakgığ, sürme, altın ve bilezik, ben, mavi boncuk, yüzük, küpe ve kına kadın süs ve takı aksesuarlarındandır.
-
İNANÇLAR İlimizin önemli inanç turizmini merkezi haline getiren iki temel değer vardır. Bunlardan biri dış turizme yöneliktir. Ağrı Dağında varlığına inanılan Nuh’un Kayıp Kenti ile Nuh’un Gemisinin İzidir. Diğeri ise yöre halkı için önemli olan Ahmedi Hani Mezarını bulunduğu türbedir. Ahmedi Hani yöremizin çok önemli şair ve filozoflarındandır.1651 yılında doğdu. Babasının adı İlyas'dır. Han kelimesi Hakkari yakınlarında bulunduğu söylenen Han köyünden veya burada yaşayan Hani aşiretinden yada mensubu olduğu Haniyan ailesinden aldığı tahmin edilmektedir. hmedi Hani Doğu Anadolu'nun birçok bölgesini dolaşarak Arapça, belagat ve dini ilimleri okudu; ayrıca astronomi ile ilgilendi. İshak Paşa Sarayı Camiinde/medresesinde dersler verdiği söylenilen Ahmedi Hani Mem-u Zin adlı alegorik eserini kaleme aldı. Beyazıt'a vefat etti.Yazma bir eserde 1707 yılında vefat ettiği ileri sürülmektedir. Halk arasında Veli olarak kabul edilen Ahmedi Hani'nin Doğubeyazıt'ta İshakpaşa Sarayı'nın yanında bulunan türbesi halen ziyaretgahtır.Sait Nursi'nin de gençliğinde kabrini ziyaret ederek ondan feyz aldığı nakledilir. Her yıl yüz binlerin ziyaret ettiği Ahmedi Hani türbesi askere giden, evlenen genç kız ve erkeklerin ile şifa arayanların merkezi haline gelmiştir. Doğubayazıt’ta onun adına yeminler edilir. Nuhun Gemisi ise daha çok dış turizme yönelik olan inanç merkezidir. Ağrı dağının güney karşısındaki Telçeker ile Üzengili köyleri arasında doğal bir anıttır. Aslında bu anıt, gemi biçiminde bir şekil, iz (siluet) dir. Kalıntı, Türkiye- İran Transit yoluna 3.5 km. mesafededir. Nuh tufanı sonucunda karaya oturan geminin burada kaldığı öne sürülmektedir. Buranın halk arasındaki adı, Cudi dağıdır ve Cudi sıradağlarının son kalkasıdır. 1983 yılından itibaren kutsal geminin kalıntılarını burada arama çalışmaları hızlanmıştır. Başta James İrwin olmak üzeri Amerikalı araştırmacılar burayı çok yönlü incelemişlerdir. Türk bilim adamları ( Atatürk Üniversitesi ve MTA Enstitüsü elemanları) da bu oluşumu bilimsel yönden incelemişlerdir. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Taşınmaz Kültür ve Tabiat Varlıklar Yüksek Kurulu 17 Eylül 1987 tarih ve 3657 sayılı kararı ile gemi kütlesinin “ korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlığı” özelliği gösterdiğini belirtildiğinden, burası doğal sit alını ve açık hava müzesi olarak koruma altına alınmıştır. Geminin kalıntısı kuş bakısı görecek bir yere turistik nitelikli bir kafeterya yapılmıştır. 11 Eylül 1959 günü harita yüzbaşısı İhsan Durupınar, Doğu bölgesinin havadan çekilmiş fotometrik haritalarını tetkik ederken ilginç bir resmi buldu. Resim bütün dünyayı ilgilendiriyordu. Bunun Nuh’ un gemisi olma ihtimali vardı. Bu tarihten sonra Ağrı dağı ve Telçeker köyü üstündeki heyelan bölgesinde gemi aramaları hızlandı. Heyelan bölgesi, Ağrı dağının tam güney karşısında, D. Bayazıt- Gürbulak yolunun güneyinde, Telçeker ve Üzengili köylerinin yamaçlarındadır. Burada gemi biçimli bir şekil vardır ki, harita yüzbaşısının üzerinde durduğu toprak şekil budur. İlk bakışta gerçekten gemiye benzeyen bu yapının heyelanın etkisiyle mi, yoksa Nuh’ un gemisinin karaya oturduğu yer mi olduğu henüz tartışma konusudur. Şekil Nuh’ un gemisi olması kadar ilginç olmakla beraber, doğal anıt niteliğindedir. Yer kabuğunun bir oyunu sonucunda oluşsa dahi, şekil yer bilimleri açısından da ilginçtir. Nuh’ un Gemisinin Fiziksel Özellikleri Gemi kütlesi, sürekli heyelan olan ve akıntının bütün şiddetiyle devam ettiği yamaçta olduğu halde, yerinde basit kalmış, şekil bozulmamıştır. Kütlenin biçimi, insanoğlunun yaptığı ilk gemilere benzerlik göstermektedir. Baş tarafı çok dar, arka kısmı ortaya doğru daralmış haldedir. Boyut olarak 165 m. x 50 m. x 13 m. ölçüsündedir. ( Bu rakamlar, kutsal kitaplarda belirtilen ölçülere uymaktadır.) Çevresini oluşturan toprak toprak kıyasla; gemi kütlesinin malzemesi kuvvetli bir fiziksel mukavemete sahiptir. Gemi içinde ve yüzeyinde üç ayrı seviyede dizilmiş, eşit aralıklarla dağılmış ve fiziksel farklılıklar gösteren bölümler mevcuttur. Geminin muhtelif yerlerinde gemi direklerini andıran boşluk ve tümsekler vardır.
-
GELENEK - GÖRENEKLER Doğum Gelenekleri Hamile kadının yiyeceğine dikkat etmek gerekir. Zira hamilelikte yenilen yemekler, çocuğun hal ve hareketlerine etki eder. Çocuk henüz doğmadan ona ad vermek, cinsiyetini tahmin etmek, adettendir. Doğum sırasında mutlaka bir sağlık kuruluşuna götürmeğe, ebe çağırmaya gerek yoktur. Köylülere göre bunu daha çok şehirliler yapar. Doğumların çoğunu bilgili ve tecrübeli kadınlar gerçekleştirir. Doğuran kadına “Kuymak” yemeği yedirilir. Doğumdan sonra, özellikle erkek çocuk haberi verene, babası bahşiş verir. Yeni doğan çocuğa akraba ve komşular hediye götürür. Kırkı çıkmayan çocuk gelene- gidene fazla gösterilmez. Yeni doğan çocuk kırk gün boyunca yalnız bırakılmaz. Çocuk yalnız kalırsa, al karısı onu değiştirir. Al karısı lohusa kadını bile boğar veya ciğerini söküp götürür. Çocuğun kırkı, çimdirilirken başına kırk kaşık su dökülerek çıkarılır. Nazar değmemesi için dualar okunur, altında üzerlik yakılır, üzerine muska, kurşun, mavi boncuk vs. dikilir. Çocuğun dişi çıkınca hedik pişirilir; komşu ve akrabalara dağıtılır. Sünnet Gelenekleri Erkek çocukların oyun çağında “kendini bilmeden” sünnet ettirilmesi görüşü yaygındır. Aile, kirve tutacağı kişinin sayılı ve varlıklı birisi olmasını ister. İlde kirvelik önemlidir ve akraba sınıfına girer. Çünkü kirve kirvenin dostudur, birbirinin hayrına şerrine koşarlar. Sünnetten bir hafta önce kirve tutulan kişiye koç, teke, tosun gibi hayvan veya bunlara eşdeğer hediye gönderilir. Kirve de çocuğa/ çocuklara hediye alır, masrafların bir kısmını karşılar. Sünnet davul çaldırılarak yapıldığı gibi, mevlit okutturularak da yapılır. Sünnetten hemen sonra yemek yenir ve davetlilerin getirdikleri hediyeler, ad söylenerek orta yerde tepsi içerisinde toplanır. Hediye yerine para da atılır. Tören sona ereceği sırada çocuk babası ortaya çıkarak bütün malını, servetini “Kirve ye hediye ettiğini söyler. Kirve de basit bir hediye alarak “ötekini kirveme bağışlıyorum” der. Artık bunlar birbirlerine kirve diye hitap ederler ve birbirlerinin eteklerine kan döktükleri için kız almamaya çalışırlar. Ölümle İlgili Adet ve İnanışlar Ölüm haberi, Anadolu’ nun her yerinde olduğu gibi, İlde de üzücü olur ve çabuk yayılır. Konu komşu, akraba ve yakınlar hemen yardıma koşarlar. Herkes durumuna ve yapabileceği işe göre ölü evine yahut ölü sahibine yardımcı olmaya çalışır. Ağrı’ nın her yerinde ölünün yıkanması, kefenlenmesi cenaze namazı ve ölünün mezara konulması İslam esaslarına göre yapılır. Cenaze defnedildikten sonra topluca ölü evine gidilerek Fatiha okunur, elhükmüllah” denip başsağlığı verilir. Erkekler odada, kadınlar varsa başka bir odada, oda yoksa aşhane gibi yerde toplanır. Başsağlığına gelenler “ başınız sağ olsun”, Allah rahmet eylesin”, Allah gittiği yerde utandırmasın”, geride kalanlar sağ olsun” gibi cümleler söyleyerek taziyede bulunurlar. Ölü sahibi gelenlere çay ve sigara ikram eder. Köyün veya mahallenin imamı devamlı ölü evinde bulunur; Fatiha okunmasına yardım ve öncülük eder. Ölüm sebebi, ahiret ve hayatın geçiciliği hakkında bilgi verir, ara- sıra Kur’an okur. Yakın komşular, akrabalar başsağlığına gelenleri evlerine götürür, çay ve yemek ikram ederler. Köylerde bir ölüm olduğunda, köyün ileri gelenleri dışarıdan, başka köylerden geleçekleri kendi aralarında taksim ederler. Herkes gelecekleri bilir ve kim hangi köylüleri misafir edecekse, hazırlığını ona göre yapar ve başsağlığı bittikten sonra misafirlerini götürür. Uzak yerden gelinmişse ve gece kalınacaksa, o adamın evinde konaklanır.
-
GELENEK VE GÖRENEKLER DÜĞÜNLER Ağrı'da gelenek ve göreneklerin, seramonilerin, halk kültürünün en canlı biçimiyle uygulandığı yerler, toplu eğlentiler olan düğünlerdir. Bu göz alıcı eğlenceler daha çok, halkın boş zamanının fazla olduğu ve cebine para girdiği ilkbahar ile sonbahar aylarında yapılır. Düğün, tarafların anlaşmasına göre çalgısız veya çalgılı (davullu-zurnalı) yapılır. Çalgısız (davulsuz-zurnasız) düğünlerde de eğlentiler yapılır, oyunlar oynanıp türküler söylenir. Düğün yapılan mekâna göre kaval, def, tulum, kaset çalınır, düğüne âşık veya dengbej çağrılır; mevlit okutturulur. Davullu-zurnalı yapılan düğünler uzun sürer ve katılım fazla olur. Her iki şekilde yapılan düğünde gerçekleşen örf ve âdetler, formaliteler aynıdır. Geleneğe dayalı düğünlerin başlangıcı elçiliktir. Geçmişte, evlenecek oğlanla kızın birbirini görüp konuşmaları, evlenmeğe karar vermeleri gerekmezdi. Önemli olan, oğlanın baba ve anasının kızı beğenmesi idi. Günümüzde bu durum değişmiş, evlenecek eşlerin de istekleri dikkate alınmaktadır. Kızlar elçilik yapılarak ailesinden istenir. Elçiliğe hatırı sayılan kişiler götürülür. Oğlan tarafı ön elçilik yapmış, kız tarafından "He" sözü almışsa, yakın akrabalarını ve komşularını alarak elçiliğe gider. Erkekler misafir odasında, kadınlar başka bir odada toplanır. Oğlan temsilcisi geliş sebeplerini söyler. Kız temsilcisi, haberleri yokmuş gibi davranır. Sohbet ve şakalaşmalardan sonra hediye, hil'at ve süt parası kesilir. Geline belge denilen yüzük takılır. Oğlan tarafının götürdüğü tatlı, kuru yemiş, çerez ikram edilir. Haftalık: Geline yüzük veya nişan takıldıktan bir hafta ya da 15/20 gün sonra, oğlan tarafı kız evine haftalık götürür. Oğlan ana - babası, birkaç yakın akrabası ziynet, giyecek - yiyecek eşyası alarak kız evine gider. Götürülen ziynetler geline takılır, hediyeler misafirlere gösterilir. Nişan ve düğün günleri belirlenmemişse, haftalıkta kararlaştırılır. Haftalığın diğer bir adı "Gelin Görmesi" dir. Yüzük takma ile düğün arasında dinî bir bayram olursa, bayramda gelin görmeğe gidilir ve götürülen hediyeye "Bayramlık" adı verilir. Nişan: Tarafların anlaşmasına göre nişan ayrı yapıldığı gibi, düğünle birlikte de yapılır. Nişanda hediye olarak şunlar alınır: Yüzük, altın, bilezik, gelinin giyim ve kullanım eşyası, gelinin aile fertlerine hediye, çerez, misafir şekeri, sigara, yemek eşya ve malzemesi, etlik hayvan. Nişandan bir veya iki gün önce oğlan babası konu - komşuyu davet ederek çay verir ve isteğini belirtir. Uzak yerlere davetiye gönderilir. Topluca kız evine gidilir. Kız ailesinin yakınları ve köylüler, gelen atlıları misafir ederler. Akşam, getirilen nişan hediyeleri bir tepsi içerisine bırakılarak odada toplanan halka takdim edilir. Oğlanın yakınlarından başlayarak, atlılar geline ne hediye getirmişlerse, adı yüksek sesle söylenerek belirtilir. İsteyen para da atar. Oğlan tarafından gelenler şerbet içmezlerse, onların hatırına bağış yapılır. Sonunda nişan şerbeti içilir, çerez dağıtılır. Benzeri bir uygulama, kadınların toplandığı odada da yapılır. Nişan takıldıktan sonra gelen misafir ve atlılara yemek verilir. Nişan yüzüğü takma törenine damat gelmemişse ve aynı köylü ise, geline yüzük takıldığı gün veya müsait bir zamanda dağmata da nişan yüzüğü takılır. Geline oğlanın yakını, dağmata gelinin bir akrabası nişan takar. Gelin bu adamın elini öper, eli öpülen de geline bir hediye verir. Damat da kendisine nişan yüzüğü takana hediye takdim eder. Nişan günü kız evi, aldığı nişan armağanları ile birlikte bir sürahi şerbeti tepsi içerisinde dağmata gönderir. Nişan töreninden önce ve sonra gençler köy meydanında, kız evinin bahçesinde, gece müsait bir binada veya geniş bir ahırda oynar, halay çekerler. Davul ve zurna varsa bu oyun ve eğlenceler daha şen, daha gösterişli olur. Eğer çalgı yoksa, genç erkek ve kızlar ayrı ayrı yerlerde toplanıp türkü söyler, oyun oynar, eğlenirler. Atlıların toplandığı odada da eğlence ve şakalar yapılır. Dengbej veya âşık varsa, türküler söyler. Düğün: Düğün gününün belirlenmesine "gün kesimi" denir. Düğüne yakın bir tarihte köyde veya mahallede biri ölmüşse, onun yası kaldırılarak müsaade alındıktan sonra yapılır. Şehir merkezlerindeki düğünler daha kısa süreli ve Belediye Düğün Salonu, Halk Eğitimi Mer-kezi Salonu gibi yerlerde yapılan törenlerden ibarettir. Bunlar köy düğünleri kadar neşeli ve gös-terişli olmaz. Ancak kapısı ve bahçesi müsait evlerde köylerdekine benzer düğün tören ve şenlikleri yapılır. Düğünler hayırlı gün diye genel olarak perşembe günü başlar, iki veya üç gün sürer. Çalışma (mesai) günleri ve memurlar da dikkate alınarak, son yıllarda cumartesi ve pazar günlerine kaydırılmıştır. Düğünden iki-üç gün önce çeyiz açma demek olan "saçı" yapılır. Saçıya sadece kadınlar gider, hediye götürür veya para bahşişi yaparlar. Toy adı da verilen düğünlerde, bir de "toy babası" tayin edilir ki, bu düğün yapan adamın komşusu, kirvesi yahut yakın bir akrabası olur. Düğünü olan (toy babasına) önceden bir hediye verir. O da, düğün işlerine yardımcı olur, vekillik yapar, gerektiği yerlerde bahşiş verir. Bazı köylerde toy babası, oğlanın sağdıcıdır. Formaliteleri yerine getirir, birçok harcamaları o yapar. Düğüne (kız evine), oğlan tarafı atlıları ile topluca gider. İlk gün davul çalar, toplananlar oynar. O akşam gelinin eline kına yakılır. Kınanın kalan kısmı erkek evine yollanır. Kına tepsisi, üzerinde mumlar yanar vaziyette ortalığa gelince, orada bulunanlar, tepsiye para bırakırlar. Erkek evinde yapılan çabuk biter ve ayrıntılı olmaz. Esas tören kız evinde yapılır. Kız evindeki kına gecesine, saçıda olduğu gibi yalnız kadınlar katılır. Gelinin çeyizi köylülere / misafirlere gösterilerek sayılır. Bu işlemin adı, çeyiz yazma'dır. Kız evindeki eğlence geç saatlere kadar devam eder. Harman yerinde, evin bahçesinde veya müsait bir mekânda yapılan düğünde halaylar çekilir, yörenin oyunları oynanır, düğün türküleri söylenir. Düğün eğlencesine katılmayıp odada oturanlar da kendi aralarında çeşitli oyunlar sergiler, şakalar yaparlar. Âşık yahut dengbej varsa, türküler söyler, dinleyenleri eğlendirir. Nişan için alınan hediye ve yiyecekler, düğün için de alındığından, kız babası misafirlere, komşulara yemek verir. Gelin evinde yapılan eğlenceler bitince, gelin törenle evden çıkarılır. Gelinin çıkarılmasına, ata, arabaya bindirilmesine oğlan akrabalarından bir yenge eşlik eder. Gelin çıkarılmadan birkaç saat önce çeyiz yollanır. Gelinin erkek kardeşi, çeyiz sandığı evden dışarı çıkarılacağı sırada sandık üzerine oturur, bahşişini almadan sandığı vermez. Gelin kapıdan dışarı çıkarken bir kişi kapıyı basar; önemli ve kıymetli bir hediye almadan gelini bırakmaz. Buna "kapı basması" denir. Ayrıca gelinin erkek kardeşi, gelinin kemerinin altına para yahut başka bir armağan koyar ve belini bağlar. Gelin ata bindirilip uğurlanırken, arkasından su serpilir. Gelin çıkarılırken, evin önünde topluluk oluşur, davul-zurna farklı, biraz acıklı havalar çalar. Gelin alayı yolda giderken önü kesilir ve bahşişler alınır. Eskiden gelin atla götürülürken yolda at yarışları yapılırdı. Birinci olan at, müjde yastığını oğlan evine ulaştırarak hediyeler alırdı. İkinci, üçüncü gelen atlara da hediyeler verilirdi. Gelin oğlan evine yaklaştığı sırada, damat sağdıcı ile birlikte evin damına çıkar. Başlarına bir pardesü çekmiş halde gelini beklerler. Gelin kapıda attan / taksiden indirilirken damat bacadan gelinin başına demir para ve karışık meyve atar, elmayı gelinin başına vurmaya çalışır. Gelin ba-ba evinden çıkarılırken ve oğlan evine indirilirken silâh atılır. Düğüne oğlan evinde devam edilir. Misafirlere komşulara ve düğün için orada bulunanlara ye-mek verilir. Düğün yemekleri genel olarak etli yemek, pilav ve yoğurttur. Durum ve zamana göre bunlara eklemeler olur. Yemeği yapan aşçı bahşişini almadan servis yapmaz. Buna "kazan ağzı açma" denir. Ağrı'da sünnet, nişan ve düğün yemeklerinde içki bulundurulmaz. Yemekten sonra düğün eğlenceleri devam eder. Oyunlar ağırlıklı olarak halaydır. Gelini de oyuna çıkarırlar, gelin oynarken gelinliğe ve elbisesine, damatın yakasına para takılır. Gelinin bu şekilde oynatılmasına, damat ile el ele tutup halayda yer almasına "gelini kuyruklama" adı verilir. Geline götürülen hil'at ve hediyelerin takdimi de çoğunlukla bu sıralarda olur. Atlıların getirdiği hediyelerin takdimi, nişandaki gibi bir kişi tarafından orada bulunanlara yüksek sesle duyurularak ve gösterilerek yapılır. Düğün eğlenceleri gecenin uygun bir saatinde bitirilince, sağdıç, damadı tokatlayıp gelin odasına bırakır. Düğünden üç gün sonra gelin ve damat önce anne ve babalarına, sonra tüm aile büyüklerine el öpmeğe giderler. Bu ziyarette kendilerine armağanlar verilir.
-
HALK EDEBİYATI ATASÖZLERİ Acı işletme(çalıştırma) toku söyletme. Ağır taşı kimse yerinden oynatamaz. Akıllı düşman, ahmak dosttan iyidir. Anası olmayanın ağzının tadı,yüreğinin yağı yoktur. Anası ne ise danası da odur. Atın yürüyüşüne yiğidin yiyişine bak. Ayıplı ayıbını bilse çulu başına çeker. Baş kesen, yaş kesen iflah olmaz. Bayram kemiği ile it tavlanmaz. Bir avuç altının olacağına bir avuç toprağın olsun. Büyük konuşma ki büyük belaya çatarsın. Çocuğu belekte, tulayı demekte korkut. Değirmeni dolanan ununu tez öğütür. Dul avrat ile eski mala para veren daima zarardadır. Dünya gör götür dünyasıdır. Eceli gelen keçi çobanın değneğine sürtünür. Ev danası ev öküzünden korkmaz. Ev hırsızı yakalanmaz. Haram para ya binayadır ya zinaya. Her şeyin tazesi dostun eskisi. İki yana bakan şaşı olur. İt nedir ki damızlığı da ne ola. İyilik eden evinde ölmez. Kara yüze is gerekmez. Kışın taşa, yazın yaşa, mecliste başa oturma. Kurdun sebebine kuş da dolanır. Kurt yuvasından kemik eksik olmaz. Malı ya babası ölenden ya da avrat alandan alacaksın. Ne kadar paşa olsan işin poşaya düşecek. Ot saklayacağına et sakla. Tamarzıdan al,dadanmışsa ver. Yalancının torbası hep deliktir. Yazın yatanı kışın bövelek tutar. Yetim eli uzanınca mor koyun bile sütten kesilir. Yılan yavrusu zehirsiz olmaz. Yüz dediğin ettendir, çoğu zaman utanır sözden. DEYİMLER Adamı ağzından soymak. Alem duydu Halam duymadı mı? At ölünce itin bayramı olurmuş. Ayağıma yer edim, gör başına ne edim. Babanın evine gelin gelsin. Benim elim, senin eteğin. Canın boğazına yığmak. Çerçi öldü boncuğu sana kaldı. Çıra ile gezip bulamamak. Deliye yel ver eline bel ver. Deveden kulak. El geçen köprüden sende geç Evde yüze sürülecek un yok. Eve gelmeyen danayı kurt yer. Gözünde ip eğirmek. Her öküz aynı ağaçla sürülmez. İki suyun arasında kalmak. Mezhebi geniş. Merek yandıysa sıçana da kalmadı. Suya susuz götürüp susuz getirmek. Şeytan ayrı, cin ayrı. Yangır yungur konuşmak. Yılanın akına da karasına da lanet. AĞRI YÖRESEL SÖZCÜKLER Ağrı yöresinde kullanılan fakat Türkçe sözlükte bulunmayan kelime ve terimlerden örnekler. Aynoyun : Eşya, öteberi Boylu : Gebe kadına verilen ad Cığız : Oyun bozan Cindar: Fala bakan,sihirbaz Dayaz: derin olmayan Dellek: Sünnetçi Dester: El deyirmeni Direj: Uzun, uzun boylu Düyü: Pirinç Endirme: Merdiven Erdek : Bir çeşit hamur tatlısı Eyme: Kurut yapmak için bez torbada biriktirilen yoğurt Eze: Teyze Farmaş: Halı ve kilim motifleri ile süslenerek yapılmış ve içine yatak konulan eşya Fehle : Amele, işçi Geleme: Kavak fidanı Gödek: kısa, uzun olmayan Günorta:Öğle vakti Gürgüre: Şelale Keyveni: Kadın hizmetçi Künde: Pişirilecek hamurun elde yuvarlatılmış şekli Leçek: Tülbetten yapılmış kadın başörtüsü Payız: Sonbahar Pürçüklü:Havuç Sako: Kalın Palto Şepe: Fırtınanın biriktirdiği kar yığını Ulam:Başkasına bedava iş yapma Yazağzı: İlkbahar başlangıcı DUALAR Dualar Allah, birini bin etsin. Allah evini şen etsin. Allah muradını versin. Allah seni imandan Kurandan ayırmasın. Atana rahmet. Atan anan cennetlik olsun. Bahtın açık olsun. Balan sağ olsun. Elini toprağa at, altın olsun. Hiç evlat derdi görmeyesin. Kazancın artık olsun. Ömrün su gibi uzun olsun. Tuttuğun altın olsun. Yerin cennet olsun. Yolcuyken Hızır’a yoldaş ol. BEDDUALAR Adın batsın Adın kara yerden çağrıla Allah seni elimden alsın Azarın kökü Boyun yere girsin Canına kurt düşsün Cemdeğin yerde çürüsün Çıra kimi sönesin Dermansız derde düş Emeğin sağdıç emeğine dönsün Evin- ocağın yığılsın Gidişin ola, gelişin olmaya Işıklı dünyaya hasret kalasın İki gözün avucuna gele İyi gün görmeyesin Kapına kara kilit asıla Karnına azar dolsun Seni yılan vura Sol böğründen vurulasın Üzün gülmesin Yastığın taş olsun Yığdığını yorgan altında yiyesin
-
Ağrı ili ismini nerden aldı Ağrı ilinde daha önceleri ağrı yerine "Karakilise", "Karaköse" adları da kullanılmaktadır. Osmanlı-Rus savaşlarında, Ruslar tarafından bölgeye yerleştirilen Ermeniler birçok yerde kilise ve manastır yapmışlardı. Ağrı'da şimdiki Bahçelievler Polis Karakolu'nun yerinde yapılan kilise, siyah taşlardan örülü bir yapı idi. toprağa ve bu kiliseye izafeten şehre "Karakilise" adı verilmişti. "Karakilise" adında yerleşim yeri başka illerde de vardı. Bunlar birbirlerine karıştırıldığı için, Kars Karakilisesi, Pasinler Karakilisesi ve Eleşkirt Karakilisesi gibi adlar veriliyordu.Kars, Pasinler ve Eleşkirt "Karakilise"si adlarıhalk ve askerlerce karıştırıldığından; Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa, Eleşkirt Karakilisesi'nin Kösedağ'ın doğu tarafından bulunması ve kilise ile herhangi bir ilgisinin bulunmaması yüzünden değiştirilmesini istemişti. Çünkü, Nisan 1918'de Ermeniler Ağrı'yı terk etmiş, küçük kiliseler kullanılmaz olmuştu. Harita şubesine Karakilise'nin "Karaköse" olarak tashih edilmesi (düzeltilmesi) ve izin için de Harbiye Nezareti (Savunma Bakanlığı)'ne yazılar yazıldı. Bu istek üzerine, Kasım 1919'da Karakilise adı, KARAKÖSE olarak değiştirildi. 1938'de sınırları içinde bulunan ve Türkiye'nin en yüksek dağı olan Ağrı dağından ötürü Karaköse adı AĞRI oldu. İsmi sınırları içindeki “Ararat” dağından alır. Çok eski çağlarda yeryüzü korkunç bir Su baskınınına uğradı.(Nuh Tufanı) Nuh peygamber bütün canılardan bir çifti alarak bir gemiye bindirdi. Gemi Cudi (İslam kaynaklarına göre) (Hristiyan kaynaklarına göre de Ararat – Ağrı) dağına kondu. Ararat, önce aran sonra da Ağrı adını aldı.
-
AĞRI'NIN TARiHi Ağn'nın tarihi, Nuh Tufanı ile başlar. Tufanı anlatan hikâye ve efsanelere göre insan nesli, dağa oturan gemiden inerek, Ağrı'dan dünyaya yayılmıştır. Coğrafi konumu ve Asya-Âvrupa karayolunun buradan geçmesi, tarihini yüzyıllar öncesine götürür. Ağrı'nın tarihi, bir parçası olduğu Anadolu'num tarihi kadar eskidir. Orta Asya'dan ve İran'dan gelen kalabalık kitlelerin batıya (Anadolu) geçmesini kolaylaştıran yollardan en önemlisi bu-radadır ve her devirde tarihî - stratejik bir konuma sahip olmuştur. Aynı zamanda Doğu Anadolu'ya gelen göç ve akınların ilk durağıdır. Küçük Asya'yı ele geçirmek isteyenler, Asya kavimleri, Kafkas sıradağlarından inemedikleri için hep Iran üzerinden gelmişler ve Anadolu'nun ilk giriş kapısı (Ağrı) onlara geçiş yolu olmuştur. Bundan Ötürü Ağrı devamlı bir kültür ve medeniyet merkezi olamamıştır. Geçit ve sınırda bulunması sebebiyle bölgede yaşayan halk, sık sık değişmiş, baskınlar, savaşlar, maddî kültürle yerleşim yerlerini tahrip etmiştir. Ağrı ve çevresine yerleşen en eski topluluk, Hititler'in bölgede güçlerini kaybetmesiyle ortaya çıkan Hurriler'dir. Ağrı, M.Ö. 1340-1200'de Hurri krallığının kuzey doğu ucunda yer almıştır. Hurriler'den sonra bölgeye egemen olan Urartular (M. Ö. 1200-GOO) yaklaşık 500 yıl Ağrı topraklarında yaşadılar. Urartular; Patnos, Aladağ, Tutak, Eleşkirt (Toprakkale) ve Doğubayazıt'ta önemli yerleşim yerleri kurdular, kaleler, saraylar, tapınaklar, su yollan yaptılar. Adı geçen bölgelerdeki Urartu kalıntılarının bir kısmı günümüze ulaşabilmiştir. Urartular önemli saray ve tapınaklarını Patnos'ta kurdular. Şehrin batısındaki Anzavur tepe ve doğusundaki Girik tepe önemli höyüklerdir.Girik tepede kale, kutsal Haldi kapıları ve tapınaklar vardır. Her iki tepede Ankara Üniversitesince 1961-63 arasında kazılar yapılmıştır.Urartu devleti yıkıldıktan sonra Girik tepe önemini kaybetti ve Urartular'dan beri bölgeye yerleşenler bu kentte oturmadılar. Cumhuriyet döneminde bitişiğine Patnos kuruldu. Doğu Karadeniz üzerinden Anadolu'ya akın eden Kimmerler, M.Ö. 712 yıllarında Ağrı'ya gelerek bir süre egemenlik kurdular. Medler (M.Ö. 708 -555) Asur devletini yıkınca, Anadolu'nun doğusunu yani Ağrı ve çevresini topraklarına katıp iki-yüzyıl bölgeye egemen oldular. Büyük İskender, Pers kralı III. Darius'u (M.Ö. 331) yenerek Anadolu'yu ve İran'ı kendi topraklarına kattı. Büyük İskender'in ölümü üzerine, Ermeniler, krallıklar kurarak bölgenin eski halkını Ağrı dağının doğusuna sürdüler ve bunlara egemen olmak istediler. Geride kalan ve dağınık bir biçimde yaşayan topluluklara da egemenliklerini onaylattılar. M.Ö. 305'ten sonra Ağrı, Selökid İmparatorluğu'nun bir parçası oldu. Sakalar, M.Ö. 680 yıllarında Doğu Anadolu'ya atlı-göçebe olarak gelip yerleşen ilk Türkler'dir. Bunlar kısa zamanda Doğubayazıt'a ve Murat boylarına yerleştiler. Bugünkü Kurmanç (Kürtleri) ve tarihî olaylardan az etkilenen Saka kabileleri, işte bu Saka Türkleri'nin torunlarıdır. Sakalar'ın (M. Ö. 7 Temmuz 626) bir hile sonucunda İranlılara yenilmesiyle İran yaylasında, Aras boylarında ve Doğu Anadolu'nun uç kısımlarında tutunabildikleri yerlerde kaldılar. Karduk /Karluk dilinin ve kültürünün etkisinde, dağlı kabilelerin bir kolunu meydana getirdiler. Milli var-lıklarını koruyabildiklerinden, Arsaklılar (Eski Oğuzlar'ın batı kolu) ile birlikte hareket ederek M. Ö. 150 yılında Küçük Arsaklı devletinin kurulmasına yardımcı oldular. Bu yıllarda, yapılan savaşlar ve Küçük Arsaklı devletinin tarihî destanları "Dede Korkut Oğuznâmeleri" ile sonradan dile getirilmiştir. Destanlardan anlaşıldığına göre, Ağrı bir süre İç Oğuz beylerinden Kazan Han tarafından idare edilmiştir. Arsaklılar, Ararat adıyla merkez eyalet olarak, Ağrı dağının doğusundan Bingöllere, Nahçivan'a kadar ve Aras boylarını kullandılar. Yukarı Aras ile Yukarı Murat (Eleşkirt ovası) bölgelerini içine alan ve Küçük Arsaklı hanlarının malikanesi kabul edilen eyaletin adı, "Ararat" idi. Küçük Arsaklılar'ın esas ata yurtlan Doğubayazıt-Eleşkirt bölgesi (Ağrı)'dir. Küçük Arsaklılar zamanında Beyazıt ovasına Gokovit, Eleşkirt ovasına Bagravand, Patnos çukuruna da Abah-Unik Sancağı adı veriliyordu. Arsaklılar'dan sonra kurulan Artaksıyaslı krallığı Doğu Anadolu'yu ele geçirmiş, altı eyalet meydana getirmişti. Eyaletlerden birisi Ağrı (Ararat Eyaleti) bölgesini içine almaktaydı. M.S. 226'da Sasaniler Partlara egemen olunca, Ağn ve çevresi Sasaniler'in yönetiminde kalarak bir süre Romalılar ile Sasaniler arasında tampon bölge oldu. Arsaklı Sanesan, Kafkas kuzeyindeki göçebe akıncı kavimlerle birlikte Ararat (Ağrı dağı çevre-si illeri) eyaletini istilâ etti (333-341). Yenilen Hıristiyanlar, Daryunk (Bayazıt) kalesine çekildiler. Eleşkirt'te bir Piskoposluk bulunmaktaydı. 370'de Eleşkirt ovasında ateşe tapan İranlılarla Roma-lılar'dan yardım alan Kırgızlar arasında büyük bir meydan muharebesi olmuştur. Bu savaşın destanları Dede Korkut Kitabı'nda vardır. 482 yılında Sasanlılar ile Bizanslılar (Romalılar) çarpışınca, Oğuz beyleri de savaşa iştirak edip (Bagratlı / Doğubayazıt, Mamıkonlu / Eleşkirt) savaşı Oğuzlar kazandı. Araplar, Hz. Osman'ın halifelik yıllarında Ağrı ve çevresini fethederek bölgede etkili oldular. İslâm ordusu 645 ve 646 yıllarında Ağrı'ya, sonraki yıllarda Nahcivan'a kadar fetihlerde bulundu.Rivayetlerde ve halk arasında Hz. Ali'nin de Ağrı topraklarına akınlar yaparak, savaştığı anla-tılmaktadır. Bu efsane ve anlatımlara ait kale, yer, taş ve kaya izleri, her ilçede mevcuttur.Bölge, 872 yılına kadar Abbasiler'in yönetiminde kaldı. 872-912 yıllarında doğudan gelen Türk boyu Taçoğulları buraya egemen oldular. Sonraki yıllarda etkinlik Bizanslılara geçti. X. Yüzyılın sonunda Bagratlılar Beyazıt ve Eleşkirt havzalarına yerleştiler; zamanla bölgenin kontrolünü ele geçirdiler. Beyazıt (Gokovit) Sancağı, Bagratlılar'ın önemli bir merkezi idi. Bagratlılar 1064'e kadar bölge yönetimini ellerinde tuttular. Bizanslılar zaman zaman Ağrı topraklarına kadar uzanıp üstünlük ele geçiliyorlardı. XI. Yüzyıla kadar Ağrı ve yöresi, Bizanslılar ile, Türkler ve Araplar arasında birkaç kez el değiştirdi. SELÇUKLULAR DÖNEMİNDE AĞRI 1054'te Tuğrul Bey; Muradiye, Erciş ve Ağrı'yı işgal ederek Erzurum'a kadar ilerledi. 1064 yılın-da Kars ile birlikte bölge tamamen Selçukluların kontrolüne geçti. 26 Ağustos 1071 tarihinde Selçuklu Sultanı Alparslan'ın Malazgirt'te Bizans imparatoru Romen Diyojen'i yenmesiyle Türk boyları bölgeye akın akın geldiler. Yerleşme ve Anadolu'ya geçiş; Van, Ağrı ve Kars'tan başladı. Ağrı, yüz yıl kadar Doğu Anadolu'da devlet kuran Türk devletlerinden Sökmenli Devleti'nin sınırları içine girdi. Sökmenli Devleti'nin (1100-1207) merkezi Ahlât idi ve Malazgirt, Erciş, Adilce-vaz, Eleşkirt, Tatvan, Erzen, Van, Muş, Hani, Bitlis, Meyyafarkin ve Bargiri başlıca şehirlerini oluşturuyordu. 1207-1225 arasında Anı Atabekleri idaresinde kalan Ağrı İli bölgesi, 1225 Gerni zaferiyle Harzemşah Celâleddin Mengüber'in eline geçti ve Sürmeli'deki Türkmen Beyliği'ne verildi. 1239'da Cengizliler, Anı ile birlikte buralara da hâkim oldular. Cengizliler'den Tebriz'i başkent edinen İlhanlılar (1256-1358) bir Oyrat ("Hoyrat" adlı bir halk cinaslı türküsü ve makamı bunlardan kalmadır.) oymağını, Eleşkirt ovasına yerleştirmiş ve Aladağ'ı, yazlık İlhanlı yaylağı yapmış ve burada para kestirmişlerdi. Celâleddin Harzemşah 1222-1230 yıllarında, Moğollar 1231 yılında Ağrı bölgesini işgal etti. 1243'te Ağrı bölgesine, Orta Asya'dan Cengizliler (Moğol) ile gelen Uygurlar (Oyrat), çok sayıda yerleşti. Moğallar geri çekilince, bölge ilhanlı Hakanlığı'nın eline geçti. İlhanlı hükümdarları kışı Tebriz'de geçirir, yazın Ağn - Aladağ'a yaylaya çıkardı. İlhanlılar bazan Kurultaylarını Ağrı dağında yapar, Anadolu ve İran'ı buradan yönetirlerdi. Ağrı (1239-1358) Cengizliler'in egemenliğinden çıkınca, (1358-1382) yıllarında Moğollar'ın bir kolu olan Celâyırlılar'ın kontrolüne girdi. Celâyırlı hükümdarlardan Şehzade Bayezid, şimdiki Doğubayazıt kalesi olan Daryunk kalesini yeniden yaptırmış (1380), adı Yenikale olan bu müstahkem kale, zamanla imarcısının adını alarak Bayezid Kalesi olmuştur. Bölgenin merkezi ve Aydınlı oymağının kışlağı olan Bayezid Kalesi, 1382'de Karakoyunlulara, 1386'da Temürlüler'e ve 1467'de yine Karakoyunlulara geçti. 1393'te Moğol Hakanı aksak Timur Ağrı bölgesini ele geçirdi. Aydın Kalesi denilen Bayezid ka-lesi, Timur'un komutanlarından Şeyh Ali Bahadır tarafından tahrip edilerek işgal edildi. Zamanla Moğollar'dan ortaya çıkan boşluğu, Doğu Anadolu'da etkili olan Karakoyunlular doldurmağa çalıştı. Çağatay (Temurlu) komutanlarından Şah - Ruh, 29 - 30 Temmuz 1421'de Ağrı Ağadeve'de (tarihte Eleşkirt Meydan Muharebesi olarak da geçer) Karakoyunlulara karşı büyük bir zafer kazanıp Karakoyunlu hükümdarı İskender'i yendi. Aynı yıl Çağatay orduları Tebriz'e çekildi. Timur, 1394'te Karaköse-Eleşkirt ovasının en verimli köylerine Çağatay oymaklarını yerleştir-mişti. Bu oymaklara dokunulmadı, yerlerinde kaldılar. Oğuz boylarından olan Karakoyunlular konar - göçer Türkmen aşireti olarak, ataları İlhanlılar ve Çağataylar gibi Ağrı dağı ve Aladağı yazın yaylak, sefer zamanlarında da bir üs olarak kullandı. 1405-1468 yılları arasında, Ağrı, Karakoyunlu toprakları içinde ve idaresinde kaldı. Karakoyunlu devleti yıkıldığında, bölgede Akkoyunlular söz sahibi oldu. İsmail Safevi Devleti'ni kurunca, Ağrı toprakları 1502-1514 yılları arasında (on iki yıl) Şah İsmail yönetimine girdi. Karakoyunlu ve Akkoyunlu dönemlerinde yapılmış çok miktarda at, koyun, koç heykeli Ağrı'nın çeşitli yerlerinde bulunmuş, bunların bir kısmı şehir merkezlerine getirilmiştir. OSMANLILAR DÖNEMÎNDE AĞRI Ağrı toprakları, Sultan Selim'in Çaldıran Seferi ile tamamen Osmanlı topraklarına katılmıştır. Osmanlı ordusu Doğubayazıt Danasazı / Şıhlı gölü kenarında konaklarken, 20 Ağustos 1514 günü Beyazıt kale anahtarları, Kale Murahhasları ve şehir halkı temsilcileri tarafından Padişah'a takdim edildi. 23 Ağustos 1514'te Çaldıran'da Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail'i yenince, Şah Tebriz'e kaçtı. Bu zaferle, Türk olduğu halde, çeşitli oyunlarla Osmanlı Devleti'ni tehdit eden Şah İsmail tehlikesi ortadan kalktı. Ağrı ve Doğu Anadolu, yeniden Osmanlılara kazandırıldı. Bölgede Osmanlı egemenliği sağlanınca, Ağrı sancak beyliği, Beyazıt da sancak merkezi oldu. Önceleri Van'a, sonradan Erzurum Beylerbeyliği'ne bağlanarak Ağrı çevresi ve Beyazıt, Osmanlılar zamanında önemini daima koruyup, bir serhat şehri olarak kaldı ve gittikçe gelişti. Şah İsmail'in yerine geçen Şan Tahmasp da zaman zaman Van ve Ağrı'yı işgal etti. Kanunî Sul-tan Süleyman'ın 1534 ve 1548 İran (Doğu) seferleriyle Ağrı, Safeviler'den tekrar geri alındı. 1555 Amasya Barışı ile Kars ve Van Osmanlılarda kaldı, Beyazıt ve Eleşkirt bölgesi Safevi İran'a bırakıldı. 1578 Mayıs ayında Serdar Mustafa Paşa, bütün Eleşkirt ve Beyazıt bölgelerini ele geçirerek, son defa Osmanlı topraklarına kattı. İran saldırıları bitmediği için, IV. Murat -Yavuz Sultan Selim ve Kanunî gibi İran üzerine sefer düzenledi. 1635 yılında başlayan sefer, 1639 Kasr-î Şirin Anlaşması ile noktalandı. Bu anlaşmayla belirlenen sınır Ağrı-İran arasında bozulmadan günümüze kadar geldi. Selçuklu ve Osmanlı mimarî yapısının birçok özelliklerini bünyesinde toplayan, İshak Paşa Sarayı, Anadolu'nun en önemli, en büyük sarayıdır. OSMANLI - RUS SAVAŞLARINDA AĞRI Rus devletinin Kafkaslardan Akdeniz'e inme politikası yüzünden, Osmanlılar ile Ruslar arasın-da, Ağrı topraklarını da içine alan bölgelerde 4 büyük ve önemli savaş olmuştur. 1828-1829 savaşı, 1853-1856 savaşı, 1877-1878 savaşı, 1914-1918 savaşı. Bu savaşlarda Ruslar, bölge halkının bir kısmını sürgün edip göçe tabi tutarak, Türklerden bo-şalan köy ve yerlere; Müslüman olmayan Malakan, Ermeni ve Yezidî gibi azınlıklar yerleştirildi. Adı geçen gayri Müslimler, doksan yıl süren Rus-Osmanlı mücadelesinde Ağrı halkına eziyet ettiler, Ermeniler Birinci Dünya Harbi'nde katliam yaptılar. Ruslar, Ağustos 1828'de Erivan üzerinden ilerleyip Beyazıt, Diyadin, Ağrı ve Eleşkirt'i ele geçirdiler. Halkın bir kısmını zorla Gümrü ve Revan'a sürdüler. Eylül 1829'da son bir taarruzla Ruslar Ağrı'dan püskürtüldü. 29 Temmuz 1854'te Ruslar, Beyazıt - Iğdır arasındaki Çilli gediğini aşarak Ağrı'yı işgale başladı-lar. Beyazıt yağmalanınca, halk Erzurum'a doğru kaçtı. Savaşlar ve karşılıklı taarruzlarla dört yıla yakın süren mücadele, Batılı devletlerin baskısı yüzünden 30 Mart 1856 Paris Anlaşması ile sona erdi. Ruslar Ağrı topraklarından geri çekildiler. Osmanlı - Rus harplerinin en korkunçlarından biri de 1877-1878 Harbi'dir. Tarihimizde ve halk arasında "93 Harbi" olarak bilinen 1293 Savaşı devlete ve Ağrı'ya çok büyük kayıplar vermiş, tahribatı önlenememiştir. Ruslar, 30 Nisan 1877'de Beyazıt sınırını geçerek Ağrı topraklarını işgale başladılar. 10 Mayıs'ta Beyazıt, 20 Mayıs'ta Karaköse, 10 Haziran'da Eleşkirt işgal edildi. Osmanlı ordusu Erzurum'a doğru çekildi. Haziran sonunda Rus birlikleri Iğdır'a çekilmeğe mecbur edildiyse de, Ruslar 9 Temmuz'da Ermeni ve yeni takviye kuvvetleriyle saldırarak bölgeyi tekrar işgal ettiler. Savaşın devam ettiği günlerde Ermeni çeteleri halka büyük zarar verdi. 30 Mart 1878 Yeşilköy Anlaşması ile Ardahan, Kars, Oltu, Batum, Artvin ve Beyazıt sancakları Rusya'ya verildi. İngiltere ve Almanya Yeşilköy Anlaşması'nı kabul etmeyince, 13 Temmuz 1878 Berlin Anlaşması imzalandı, ikinci anlaşmaya göre Ağrı toprakları Osmanlı Devleti'ne geri veriliyor, Kıbrıs'ta İngiltere'nin yerleşmesi kabul ediliyordu. İngiltere'nin Yeşilköy Anlaşması'nı kabul etmemesinin en büyük sebebi, Ağrı topraklarını boydan boya aşan Türkiye - İran transit yolunun Rusya'nın eline geçmesi idi. Aladağ sırtları ve Kılıç gediği doğrultusundaki Osmanlı - Rus sınırı, kuzeye alınarak Ağrı - Kars arasındaki Aras güneyi dağları üzerine çekildi. Bu sınır kırk yıl bozulmadan 1918'e kadar kaldı. 1877-1878 savaşlarında bir yıla yakın Ağrı topraklarında çarpışmalar oldu. Rus gibi zalim bir düşmana hain Ermeniler de katılmış, savaşın tahribatı çok olmuş, felâket getirmişti. On binlerce Müslüman göçmen aç, perişan, dağınık ve yürekler acısı bir şekilde yerini - yurdunu terk ederek batıya doğru kaçtı. Canını kurtaranların bir kısmı Ağn'ya geldi ve yerleşti. 93 Harbi'yle birlikte Doğu Anadolu Bölgesi'ndeki Ermeniler'de teşkilâtlanma ve silâhlı çeteler hızla çoğaldı. Ermeniler'in harekete geçmeleri, 93 ve Birinci Dünya Savaşları sırasında hızlandı. Rusya savaş öncelerinde Ermenileri kışkırtmış, kandırmış, parlak bir gelecek vaat ederek halkımızı katlettirmiştir. Ayrıca savaşlar sonunda imzalanan anlaşmalarda Ermeniler lehine hükümler koydurtmuştur. Rusya, ABD, Fransa ve İngiltere'nin desteğini alan Ermeniler, devlet kurma hevesine kapılıp yüzyıllarca birlikte yaşadıkları Müslümanları kırmaya başlayınca, Osmanlı Devleti bazı tedbirler almak zorunda kaldı. Zira Osmanlı Hükümeti, Ermenistan devleti kurma hayaline kapılan isyankâr Ermenilere söz geçiremiyordu. Rusya zaten büyük bir tehditti. Bu tehditlere karşı alınan tedbirlerden biri, Hamidiye Alayları'nın teşkilidir (1891). Beyazıt Sancağı'nda 14 Hamidiye Alayı kurulmuştur. Bu alayların binbaşı, kaymakam, yarbay, albay, general vb. rütbelere sahip komutanları vardı. Hamidiye Alayları, bölgenin savunmasında büyük hizmetler yaptılar. BİRİNCİ DÜNYA HARBİNDE AĞRI CEPHESİ Birinci Dünya Harbi'nin en şiddetli geçtiği yerlerden biri de Ağrı'dır. Bu harp, devlet ve milleti perişan ettiği gibi, on binlerce Ağrılının şehit olmasına, savaş sebebiyle ölümüne, Ermenilerce katledilmesine ve yurdunu terk etmesine neden olmuştur. Henüz harp başlamadan, Rus Çarı'nın vaadine kapılan Ermeniler, çete ve intikam alayları ku-rarak Revan ve Van tarafından gelip Ağrı topraklarına birikmişlerdi. Bunlar harp boyunca Rusların safında oldular, onlara rehberlik yaptılar. Ruslar çekilince, Müslüman halkı en vahşi şekilde katlettiler. 30 Ekim 1914'te Rus birlikleri Beyazıt Çilli ve Musun gedikleri ile Ahtalar gediğinden saldırıya geçti. III. Ordu Komutanlığı, birliklerimizin geri çekilmesini istemişti. Amaç, Rus ordusunu içeri çektikten sonra bozguna uğratmaktı. Planlandığı gibi olmadı. Doğubayazıt'taki 3. Aşiret Süvari Tü-meni ve hudut taburları çabuk dağıldı. Her yönden üstün Rus kuvvetleri karşısında ordumuz çok zorlandı. Rus saldırılarını püskürtmek mümkün olmadı. Amansız kış yüzünden Sarıkamış cephesinde 95 bin askerimiz soğuktan donarak öldü. Ağrı cephesinde de on binlerce şehit verdik. Savaş, 1917 yılının Kasım ayına kadar bütün şiddetiyle devam etti. Rus işgalinden, Ermeni zulmünden kurtulmak isteyen halkın büyük bir kısmı zor şartlarda, açlık ve sefalet içinde Ağrı'nın güney ve batısındaki illere, Anadolu'nun içlerine kaçmak zorunda kaldı. Savaşla birlikte gelen hazin göçün, Ermenilerin yaptığı kırgının acıları, günümüze kadar devam etti. Rusya'da Ekim 1917 Komünizm ihtilâli olunca, bozulan Rus askerleri, işgal ettikleri topraklardan üç yıl sonra geri çekildi. Rusya ile yapılan anlaşma gereği askerler 1914 sınırlarına döndü. Rus ordusu Ağrı cephesini terk etti. Ruslar çekilirken bütün silâh, cephane ve ambarlarını Ermenilere bıraktılar. Bununla daha da güçlenen Ermeniler, katliama başladılar. Önlerine çıkanı, buldukları her Müslüman'ı, tarihte eşi görülmemiş vahşetlerle katlettiler, öldürmediklerini esir götürdüler. Köyler, şehirler harabeye çevrildi. Bu sırada Ağrı bölgesinde düzenli ordu birliklerimiz kalmamıştı. Ordumuz henüz Erzincan, Gümüşhane, Erzurum çevresi ile meşguldü. Halkın direnişi ve güçleri iyice azalan Ha-midiye Alaylarının mücadelesi, Ermenileri etkisiz hale getiremiyordu. Kâzım Karabekir yönetimindeki ordumuz, Ermeni çetelerini güneyden kuzeye doğru sürdü. Ermeniler, kaçarken geçtikleri köyleri talan edip halkım katlettiler. Ermeniler; 14 Nisan 1918'de Patnos, Tutak, Hamur, Diyadin, Taşlıçay ve Doğubayazıt'ı, 15 Nisan'da Karaköse'yi, 16 Nisan'da Eleşkirt'i terk ettiler. Böylece bu topraklar, Aras nehrinin kuzeyine, Gümrü'ye sürülen Ermeniler'den temizlenmiş oldu. Ağrı 'dan çıkarılan Ermeniler, geçtikleri ve gittikleri yerlerde de zulüm ve katliama devam ettiler. Güney ve Batı Azerbaycan'daki Türklere eziyet yaptılar. Burada yaşayan Müslümanlar Anadolu toprağına sığındı. Binlerce aile, Kars, Ağrı, Erzurum, Iğdır ve diğer illere yerleştirildi. Halk bu göçe ve I. Dünya Harbi'ne "kaça kaç / kaç kaç" yani "kaçakaç" adını verdi. Hamidiye Alayı Komutanları, bu alaylarda görev yapan öteki subay ve alay erleri, 1892'den 1918'e kadar yurt savunmasında büyük fedakârlıklar gösterdiler. Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki ordumuz ve Hamidiye Alaylarının Ağrı topraklarını Rus askeri ve Ermeni çetelerinden temizlemek için yaptığı mücadele halk muhayyilesinde canlı olarak yaşamaktadır. "AĞRI" Adının Verilişi Bu kitapta ve birçok yerde görüldüğü gibi, Ağrı yerine "Karakilise", "Karaköse" adları da kullanılmaktadır. Osmanlı-Rus savaşlarında, Ruslar tarafından bölgeye yerleştirilen Ermeniler birçok yerde kilise ve manastır yapmışlardı. Ağrı'da eski Bahçelievler Polis Karakolu'nun yerinde yapılan kilise, siyah taşlardan örülü bir yapı idi. Toprağa ve bu kiliseye izafeten şehre "Karakilise" adı verilmişti. "Karakilise" adında yerleşim yeri başka illerde de vardı. Bunlar birbirlerine karıştırıldığı için, Kars Karakilisesi, Pasinler Karakilisesi ve Eleşkirt Karakilisesi gibi adlar veriliyordu. Kars, Pasinler ve Eleşkirt "Karakilise"si adları halk ve askerlerce karıştırıldığından; Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa, Eleşkirt Karakilisesi'nin Kösedağ'ın doğu tarafından bulunması ve kilise ile herhangi bir ilgisinin bulunmaması yüzünden değiştirilmesini istemişti. Çünkü Nisan 1918'de Ermeniler Ağrı'yı terk etmiş, küçük kiliseler kullanılmaz olmuştu. Harita şubesine Karakilise'nin "Karaköse" olarak tashih edilmesi (düzeltilmesi) ve izin için de Harbiye Nezareti (Savunma Bakanlığı)'ne yazılar yazıldı. Bu istek üzerine, Kasım 1919'da Karakilise adı, KARAKÖSE olarak değiştirildi. 1938'de sınırları içinde bulunan ve Türkiye'nin en yüksek dağı olan Ağrı dağından ötürü Karaköse adı AĞRI oldu. CUMHURiYETiN İLK YILLARINDA AĞRI Cumhuriyetin ilk yıllarında il merkezi Beyazıt'tı. Beyazıt Vilâyeti; Diyadin, Iğdır, Kulp (Kulep /Tuzluca), Karaköse, Toprakkale (Eleşkirt) ve Tutak (Antâ kazalarından oluşuyordu. Merkez kaza Beyazıt'ın Musun, Diyadin'in Taşlıçay, Iğdır'ın Aralık, Kulp'un Ugurcu (Bernaut), Karaköse'nin Hamur, Tutak'ın Sepki nahiyeleri, Vilâyetin toplam 754 köyü vardı. İlin toplam nüfusu 89 bindi. Halkın geçimi tarım ve hayvancılık üzerine idi. Ticaret fazla geliş-memişti. Ticarî amaçla üretilen ürün, hayvan mahsulâtı ve satılık canlı hayvan, Kars, Erzurum ve Revan'a gönderiliyordu. Vilâyet merkezi ve Iğdır'da birer Ticaret odası vardı. İlde şirket ve fabrika yoktu. Sadece Kulp ve Karaköse (Hamur)'da birer tuzla, Eleşkirt'te kömür madeni yatağı işle-tilmekteydi. İldeki 18 resmî okulda 883 öğrenci vardı. Halk kendi ihtiyacını kendisi karşılamaya çalışıp dışa kapalı ve basit bir hayat yaşıyordu. İlin hayvan varlığı 3 milyonun üzerindeydi. 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulunca Beyazıt vilâyet olarak kaldı. Beyazıt, as-kerî sebeplerden geliştirilerek vilâyet yapılmıştı. Yurdumuz düşmanlardan temizlendiğine, silâhların değişip kale ve surlar hükümsüz kaldığına göre, vilâyet merkezinin coğrafi, ekonomik ve ulaşım yönünden uygun bir yere taşınması gerekiyordu. Zira Beyazıt, ilçelere oldukça uzakta, alt yapısı ve ulaşımı (Eski Beyazıt'ın) çok yetersizdi. Bu sebeple Doğubayazıt, 1927 yılında ilçeye dönüştürüldü. Karaköse il oldu. Beyazıt'ın adı 1934 yılında DOĞUBAYAZIT olarak değiştirildi. İlçe merkezi 1936'da 5 km. batıda kendi adıyla anılan ovaya, yani şimdiki yerine taşındı. Cumhuriyet'in dördüncü yılında Ağrı'da hiç beklenmedik bir olay oldu. Musul petrol bölgesini elde edemeyen İngilizler, İran Şahı Pehlevî ve hükümetinin de desteğini alıp, Ermeni Hoybun Cemiyetinin elemanlarım harekete geçirerek 1926 yılında Ağrı dağı isyanını çıkarttılar. İngiltere, henüz Kurtuluş Savaşı'nın yaraları sarılmadan, Türkiye'yi siyasî istikrara kavuşmamış bir ülke olarak dünya kamuoyuna göstermek istiyordu. Şeyh Sait İsyanının benzerini burada çıkarmıştı. Bu iş için Orta Doğu casusu Lavrens etkili oldu ve hareketin içinde bulundu. Eylül 1930'da isyancılar ikna edilip fazla kan dökülmeden durum sakinleştirildi. Önceleri Ağrı'ya bağlı olan Iğdır ve Tuzluca ilçeleri 1934 yılında Kars'a, 1936'da Patnos ilçeye dönüştürülüp Ağrı'ya bağlandı. 1954 yılında Taşlıçay, 1958'de Hamur ilçe oldu. Tarihî ve coğrafî yapılar hariç, halen Ağrı'da görülen pek çok şey Cumhuriyet döneminin ürünüdür.
-
Ağrı Genel Bilgi Doğu Anadolu Bölgesi’nin Yukarı Murat-Van bölümü içinde kalan yüksek Anadolu yaylasının devamı üzerinde yer alan Ağrı, deniz seviyesinden 1640 m yükseklikte kurulmuştur. Anadolu’nun İran’la bağlantısını sağlayan yolun üzerinde bulunması ile önemi artan Ağrı İli, doğusunda İran, batısında Muş ve Erzurum, kuzeyinde Kars, güneyinde Van ve Bitlis ile kuzeydoğusunda Iğdır ili ile çevrilidir. Yüzölçümü 11376 kilometre karedir. Topraklarının %46’sını dağlık alanlar, %29’unu ovalar, %18’ini platolar ve %7’sini yaylalar oluşturmaktadır. 1834 yılında bucak, 1869 yılında ilçe olan Ağrı, 1927 yılında il merkezi olmuştur. 5165m. yüksekliğiyle Türkiye’nin en büyük dağı olan Ağrı Dağı’ndan dolayı da Ağrı adını almıştır. Ağrı’nın kuruluşundan buyana ekonomik etkinliğini hayvancılık karşılamaktadır. Türkiye çapında önem taşıyan koyunculuk, Ağrı ve Tendürek Dağları üzerindeki yaylalarda göçerler tarafından yapılmaktadır. Ayrıca Merkez İlçede kurulan hayvan pazarı Doğu Anadolu’nun önemli pazarlarından birisidir. Burada açılan süt ve yem fabrikaları ile et kombinaları hayvancılığın gelişmesinde etken olmaktadır. Ağrı, Orta Asya’dan gelen kavimlerin Anadolu’ya girişleri sırasında bir geçiş oluşturmuş, dolayısıyla bir çok uygarlığa sahne olmuştur. Ancak bu uygarlıklar, Ağrı’yı bir giriş kapısı olarak gördüklerinden burada çok köklü bir uygarlık oluşturamamışlardır. Bölgede egemenlik kurdukları sanılan Hititler’in güçlerini yitirmeleri üzerine, MÖ.1340-M.Ö.1200 tarihleri arasında Hurriler bölgeye yerleşmişlerdir. Hurriler krallık merkezi olan Urfa’dan uzak olan Ağrı’yı ellerinde tutamamışlardır. En köklü uygarlığı Urartular oluşturmuştur. Urartu’nun Van Gölü’nün kuzey ve kuzeydoğusundaki ülkeler üzerine, Kral İspuini ( MÖ.825-M.Ö.810 ) döneminde seferler başlamış, Kral Menua ( MÖ.810-M.Ö.786 ) döneminde bu akınlar daha da ağırlık kazanmıştır. Kuzeye ve kuzeydoğuya giden yollar üzerinde inşa edilen kaleler, buraya yapılan seferlerin önceden planlandığını göstermektedir. Ağrı Dağı’nın yamaçlarında, Karakoyunlu ve Taşburun köylerinin arasında ele geçen bir Urartu yazıtı Kral Menua’nın bu bölgedeki egemenliğini kanıtlamaktadır. MÖ.712 yıllarında Kızılırmak boylarına kadar uzanan Kimmerler, Ağrı’da geçici de olsa bir hakimiyet kurmuşlardır. Medler ( MÖ.708-MÖ.555 ) Asur Devleti’nin yıkılması ile birlikte bir yayılma sürecine girmiş, bunun sonucu olarak ta Ağrı ve çevresini topraklarına katmışlardır. Medler’in yıkılması ile birlikte Persler; Büyük İskender’in Pers Kralı lll. Darius’u yenerek Anadolu’yu ele geçirdiği ( MÖ.331 ) zamana kadar bölgede yaşamışlardır. Büyük İskender’in ölümü üzerine oluşan boşluktan faydalanan Ermeniler bölgeyi ele geçirmişlerdir. Doğu Anadolu’ya gelip bölgeye, MÖ.680 yılında gelip yerleşenler Sakalardır. Murat Nehri ve Doğubeyazıt çevrelerine kısa sürede yerleşmişlerdir. Daha sonraları Arsaklılar ve Artaksıyaslı Krallığı, Ağrı ve çevresine hakim olmuştur. Bölge, Hz. Osman zamanında Arap orduları tarafından fethedilmiştir. 872 yılına kadar Abbasilerin egemenliği altında kalan Ağrı, daha sonra Bizans’ın eline geçmiştir. 1071 Malazgirt Savaşı sonrası bölgeye Türk boyları gelmeye başlamıştır. Ağrı, yüzyıla yakın bir süre Sökmenli Devleti’nin sınırları içine girmiştir. 1027-1225 yılları arasında Ani Atabekleri, 1239’da Moğollar, 1256-1358 yılları arasında İlhanlılar Ağrı’da hüküm sürmüşlerdir. İlhanlılar zaman zaman kurultaylarını Ağrı Dağı’nda yapmış, Anadolu ve İran’ı buradan yönetmişlerdir. 1393’de Timur, Ağrı bölgesini ele geçirmiştir. 1405-1468 tarihleri arasında Ağrı, Karakoyunlu toprakları içinde yer almış, Karakoyunlular yıkılınca da Akkoyunlular’ın egemenliğine geçmiştir. Yavuz Sultan Selim tarafından Çaldıran Savaşı’ndan (1514) sonra Ağrı yöresi sonrası Osmanlı topraklarına katılmıştır. Osmanlı döneminde Şorbulak ismiyle anılan ilin adı, Ermeniler zamanında Karakilise olarak değiştirilmiştir. Kazım Karabekir Paşa zamanında Karakilise ismi değiştirilerek Karaköse diye adlandırılmıştır. Nuh Tufanı ile ilgisinden dolayı Tevrat’ta adı geçen Ararat Dağı ve ülkesinin, Ağrı ve çevresinin olduğu sanılmaktadır. Bu konuda yabancı ve yerli araştırmacılar Ağrı Dağı ile ilgili araştırmalarını yoğunlaştırarak Nuh’un gemisinin kalıntılarını araştırmaktadırlar. Bugüne kadar bu konuda her hangi bir olumlu sonuca ulaşılamamıştır. Ağrı ve yöresinde tarihi eser olarak günümüze ulaşanlar; Doğubeyazıt’ın 5 km.doğusunda Belleburç denilen yerdeki Doğubeyazıt Kalesi, Kalenin doğusunda, güney eteğinde Beyazıt Eski Cami, Diyadin’in güneyinde, Murat Irmağı kıyısında Diyadin Kalesi, Diyadin İlçe Merkezi yakınlarında Avnik Kalesi, Avnik kalesi yakınlarında Kuje Kalesi, Doğubeyazıt’ta İshak Paşa Sarayı, Balıklıgöl Köyü’nde Kızılziyaret Kalesi, Merkez ilçenin 20 km uzağında yer alan Yukarı Küpkıran ile Güneysu köyü arasında Küpkıran Kalesi,Küpkıran Köyü ile Kalender Köyü arasında Pazı Kalesi, Eleşkirt’in 14 km. uzaklığındaki Toprakkale, Hamur İlçe Merkezinden geçen dere üzerindeki kayalıkta Havaran Kalesi, Hamur Karlıca (Şoşik) Köyü’nde Şoşik Kalesi, Karlıca Köyü’nde Karlıca Kız Kalesi, Tutak’ın 15 km. batısındaki Dönertaş (Kalekul) Köyü yakınlarında Kan Kalesi, Tutak yakınında Kadavin Dağı’nda Zencir Kale, Hamur İlçe Merkezin’deki Hamur Kümbeti, Toprakkale Köyü’nde Toprakkale Camisi, Doğubeyazıt’ın doğusunda, kalenin eteğinde Beyazıt Eski Cami, Taşlıçay’ın 18 km.doğusunda Taşteker Köyü’nde Üçkilise, Tutak’ın 26 km. batısında Dayapınarı (Noktulu) Köyü yakınında Karagöz Kilisesi, Patnos’un 2 km. kuzeybatısında Patnos Kalesi olarak tanınan Aznavur Tepe, Patnos’un 1 km. güneydoğusunda Değirmentepe’de Urartular tarafından kurulmuş Girik Tepe’dir.
-
Şehzadeler Şehri Amasya Amasya bir çok Osmanlı şehzadesinin valilik yaptığı bir şehirdir. Amasya'da valilik yapan şehzadelerden altısı daha sonra Osmanlı tahtına çıkmıştır. AMASYA'DA VALİLİK YAPAN ŞEHZADELER Şehzade Bayezid (Yıldırım Bayezid): 1386 Şehzade Çelebi Mehmet (I. Mehmet): 1389-1402 1403-1423 Şehzade Murad (II. Murad):1415 - 1421 Şehzade Ahmet Çelebi: 1435 Şehzade Mehmed (Fatih Sultan Mehmet): 1438 Şehzade Alaeddin:1442 Şehzade Bayezid (II. Bayezid): 1454-1481 Şehzade Ahmed: 1481-1511 Şehzade Murad: 1511-1512 Şehzade Mustafa: 1540-1553 Şehzade Bayezid: 1557-1558 Şehzade Murad (III: Murad): 1566 DAHA SONRA PADİŞAH OLAN ŞEHZADELER YILDIRIM BAYEZİD I. Murad'ın oğlu olan Yıldırım Bayezid, 1386 yılında Amasya'yı Osmanlı sınırları içine almış, 1389'da da Amasya Valiliği'ne atanmıştır. Aynı yıl içerisinde de Osmanlı tahtına davet edilmiştir. ÇELEBİ MEHMET Yıldırım Bayezid'in oğlu olan Çelebi Mehmet, babasında sonra Amasya Valisi olarak tayin edilmiştir. 1402 yılında Ankara Savaşı'ında Timur'a yenilen ve dağılan Osmanlı birliğini Amasya'daki dirayetli yönetim anlayışı ile yeniden sağlamıştır. II. MURAD 1404 yılında Amasya'da doğmuştur. 1415'te 11 yaşındayken Amasya Vali'liğine atanmıştır. Babası Çelebi Mehmet'in 1421 yılında vefatı ile birlikte tahta davet edilmiştir.: FATİH SULTAN MEHMET Kardeşi Şehzade Ahmet'in Amasya valiliği sırasında ölümü üzerine (1438) yerine atanan Şehzade Mehmet, bu görevini bir yıl kadar sürdürmüştür. SULTAN II. BAYEZİD 1454 yılında 7 yaşındayken Amasya'ya vali olarak gönderilen Şehzade Bayezid, 27 yıl bu görevde kaldıktan sonra 1481 yılında Osmanlı tahtına çıkmıştır. III: MURAD II. Selim'in oğludur. 1566'da Amasya valiliğine tayin edilmiş olup, yaklaşık bir yıl bu görevinde kalmıştır. Amasya'da valilik yapan son şehzade olmuştur. YAVUZ SULTAN SELİM (I. SELİM) Amasya Valisi Şehzade Bayezid'in (II. Bayezid) oğludur. 1470'te Amasya sarayında doğmuş, 11 yaşına kadar babasının yanında Amasya'da eğitim almış ve 1481'de Trabzon'a vali olarak atanmıştır. ŞEHZADE MUSTAFA 1540 -1553 yılları arasında Amasya valiliği yapan Şehzade Mustafa, veliaht olarak yetiştirildi. Amasya Halkı tarafından da çok sevilen Şehzade, 1553 yılında boğdurularak öldürüldü.
-
FERHAT İLE ŞİRİN YÖRE : AMASYA Ferhat,saraylara süslemeler yapan yiğit bir delikanlıdır.Bu vesile ile Amasya sultanı Mehmene Banu sultan’ın sarayında çalışmaya başlar.Bu nakkaş genç sarayda çalışırken zalim sultan’ın ay parçası gibi güzel kız kardeşi Şirin’i görür ve ona delicesine bir sevda ile bağlanır. Yaptığı tüm süslemelerde ona olan aşkının tüm zerafeti çizgilerine yansımakta görenlerde büyük hayranlıklar uyandıran işlere imza atmaktaydı.Lakin içindeki sevdasını çok fazla gizleyemedi ve sultan’a şehrin ileri gelenlerinden bir heyet göndererek kızkardeşine Allahın emri peygamberin kavli ile talip olduğunu iletti. Bunu duyan sultan hırsından küplere binsede gerek aracı olanları küstürmemek gereksede bu durumu lehine çevirebilecek bir arayışın içine girdi. Amasya o dönemlerde yoğun bir kıtlık yaşıyordu ancak bunun bir şekilde çözümü mümkündü. Şahin kayası denilen bir dağın ardında şehre yetecek su vardı ancak o dağın delinmesi ve suyun şehre indirilmesi oldukça güç hatta imkansız gibi bir şeydi. Ve zalim sultan “dağı del suyu şehre indir Şirin senindir” der. Ferhat,Şirin’e kavuşabilmesi için bir imkan bulmuştur dururmu artık hangi dağ hangi kaya içindeki ateşe karşı durabilir ki. Külünk’ü vurdukça vurur kayanın böğrüne böğrüne.Her parçaladığı kayanın sevdiğine bir adım daha yaklaştırdığını düşünerek vurur,vurur,vurur. Kayalar dahi bu yüce aşığın içindeki ateşi hisseder de ona yol verirler sanki.Derken aylar sonra kayalar pes eder yol verirler suya,aşka susamış Ferhat’a.Öyle ki suyun sesi şehirden dahi duyulmaya başlanır. Mehmene Banu sultan, verdiği sözden dönemeyeceği için alçakça bir plan düşünür ve Şirin’in dadısını Şahin kayası’na gönderir.Dadı Ferhat’ın çalıştığı kayalığın yanına gelerek “Ey Ferhat sen dağı delip suyu şehre indirdin ancak zavallı Şirin o sudan içemeyecek o bu bereketli günü göremedi,Şirin öldü Ferhat “der.Bunu duyan Ferhat acı bir haykırışla”Şirin öldü ise bu dünyada yaşamak bana haram “diyerek elindeki külük’ü havaya fırlatır külünk Ferhat’ın başına düşer ve oracıkta vefat eder. Alçak sultan amacına ulaşmıştır ancak olaydan bir şekilde haberdar olan Şirin acı içinde saraydan kaçarak Ferhat’ın öldüğü yere gider ve Şahin kayasından aşağıya atlayarak kendisini ölümün kucağına bırakır. Su gelmiştir artık akar tüm coşkusuyla bulunduğu yere hayat getirmiştir ancak bu iki sevgili yoktur dünyada.İki aşığı gömerler yanyana.Her mevsim iki mezarda da birer gül bitermiş sevenlerin anısına.Ancak iki mezar arasında birde çalı yetişirmiş mezarları ve gülleri ayırmak için.
-
Amasya'nın Simgesi : Misket Elması Amasya denilince akla ilk olarak Misket elması gelir. Türkiye'nin neresinde olursanız olun, eğer mevsimiyse, mutlaka Misket elması "Amasya Elması" olarak karşınıza çıkar. Amasya adıyla bütünleşen Misket, özelliğini yine Amasya'nın coğrafi yapısında alır. Söylendiğine göre Amasya vadisi, misketin yetişmek için tam aradığı ortammış. Boğazın esintisi elmaya ayrı bir tat verir. Kokusu da burada gizlidir. Misket'in en büyük özelliği bir yıl meyve verirse diğer yıl vermemesidir. Bir yüzü kırmızı, diğer yüzü ise sarı ila yeşilimsi bir renk taşır. İnce kabuklu, hoş kokuludur. Sert ve dayanıklıdır. Uzun süre saklanmaya elverişlidir. Amasya elmasının iki türü vardır. Daha küçük ve tatlı olanına Misket elması denir. Daha iri ve aşılı olanına ise KABAK elması adı verilir. Amasya elması meyveye geç yatar ve 8 - 10 yaşından önce ürün vermez. Elmanın Faydaları Uzmanlar, günde bir elma tüketilmesini önernektedir. Elma, içerdiği zengin potasyum sayesinde kan basıncının düzenlenler, adalenin kasılmalarını önler, sinirsel uyaranların iletimini kolaylaştırır, kalp ve böbrek gibi hayati organların çalışmasına yardımcı olur. Ayrıca elmanın kolesterol düşürücü etkisi de bulunmaktadır. Posa, potasyum ve antioksidan içeren öğeler açısından da zengin bir meyvedir. Uzmanlar, elma kabuğunun vücuda son derece yararlı olduğunu, bu nedenle elmanın kabuğuyla tüketilmesinin daha doğru olduğunu belirtilmektedir. Yetiştirilirken ilaçlandığı için yenmeden önce kabuğunun çok iyi yıkanması gerekmektedir. Elma suyu yerine elmanın kendisini yemek diş sağlığı için yararlıdır, zira ısırarak elma yemek dişler için çok uygun bir egzersizdir. Türkülerde Elma Amasya türkülerinde sık rastlanan bir temadır "elma". Sevda çeken gençlerin dilinden "elma" düşmez. Zaten elma başlı başına sevdayı simgeler. Karşılıklı sevgiyi, verilen elma perçinler
-
Amasya Müzesi Müzemiz ilk defa 1925 yılında II. Beyazıt Külliyesi'nin bir bölümü olan medrese binasında az sayıda arkeolojik eserler ile mumyaların bir araya getirilmesi sonucu Müze deposu olarak kurulmuştur. Daha sonra eserlerin çoğalması ve teşhir edilecek yeni mekanlara ihtiyaç duyulması neticesinde 1962 yılında Selçuklu Dönemi Monumental yapılardan olan Gökmedrese’ye nakledilmiştir. 22 Mart 1977 yılında yeni yapılan bugünkü modern binasına taşınmış olup 14 Haziran 1980 tarihinde ziyarete açılmıştır. Kalkolitik Çağ'dan itibaren Tunç Çağı,Hitit, Urartu, Frig, İskit, Pers, Hellenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait 12 aynı medeniyete ait Arkeolojik, Etnoğrafik, Sikke, mühür, El Yazması ve Mumyalar olmak üzere bugün itibari ile 23.476 eseri ile Hazeranlar Konağı ve Kral Kaya Mezarları Örenyeri ile birlikte üç birim halinde bölgenin en modern müzesi olarak ülkemiz kültür ve turizmine hizmet etmektedir. Açık Hava Teşhiri (Bahçe) Müze binasının batısında bulunan müze bahçesi içerisinde Hitit, Hellenistik, Roma, Bizans, İlhanlı, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait taş eserler teşhir edilmektedir. Mumyalar Müzemizdeki mumyalar,müze bahçesi içerisinde yer alan Selçuklu Sultanı I.Mesud ‘a ait türbede teşhir edilmektedir. Müzemizde sekiz adet mumya bulunmaktadır. İşbuğa Nuyin, Cumudar İzzettin Mehmet Pervane Bey, Cariyesi,kız ve erkek çocuklarına ait oldukları sanılmaktadır. 14.yy. İlhanlı'ların Anadolu’daki hakimiyetleri döneminde nazırlık ve emirlik yapmış şahsiyetlere aittir.
-
Etnoğrafya Müzesi (Hazeranlar Konağı) Müze Müdürlüğüne bağlı birim, Müze-Ev Etnoğrafya Müzesi olarak kullanılan Hazeranlar Konağı 1979 yılında Bakanlığımız,Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından kamulaştırılarak restorasyonu yapılmıştır. Hazeranlar Konağı teşhirinde toplam 984 Civarında Etnoğrafik eser kullanılmıştır. Bu eserler arasında 19.yy. yaşantısını yansıtan giysiler,halı ve kilimler,günlük konakta kullanılan mutfak eşyaları ve kadın ziynet eşyaları gibi malzemeler yer almaktadır. Konak teşhirinde yer alan etnoğrafik eserler arasında, özellikle kitabeli olan halılar, bindallılar gümüş takılar ve altın renkli sırma işlemeler dönemin özelliklerini yansıtması açısından önem arz etmektedir. Konak bugünkü hali ile üst katlar Müze Ev,bodrum katı ise Güzel Sanatlar Galerisi olarak kullanılmaktadır.
-
MESİRE YERLERİ TERZİKÖY Terziköy Kaplıcası İl merkezine 36 km. uzaklıkta, 54.000 m2 yeşil alan üzerine kurulu, otel, motel, bungalov konaklama tesisleri, kapalı yüzme havuzları, özel kabinler; lokanta, gazino, kafeterya, geniş yeşil alan, çocuk oyun bahçesi, park, otopark ve piknik alanları ile yerli ve yabancı ziyaretçilere hizmet sunmaktadır UYGUR ÇAMLIGÖL SOSYAL TESİSLERİ Tokat karayolunun 35. km.’sinde bulunan tesis Uygur Beldesi’nde yer almaktadır. 745 rakımlı ve 2000 m2 yeşil alan içerisindedir. Tesiste yeme-içme ünitesi, havuz, çocuk oyun bahçesi, otopark ve 10 adet kamelya bulunmaktadır. YASSIÇAL Amasya - Taşova karayolunun 7. Km.'sinden sağa ayrılan karayolu güzergahından ve il merkezine 16 Km. uzaklıkta 1050 rakımda sosyal tesis, önünde havuzu kenarlarında ahşap çardaklar, yapay şelale, çocuk oyun bahçesi, piknik alanı, otopark, wc, futbol, voleybol, kamp imkanı bulunmaktadır. YEDİKIR Suluova İlçesi güneyinden geçen karayoluna 7 km. uzaklıktadır. Göl; kuğu, yabankazı, yabanördeği, angut, karabatak ve balıkçıl vb. gibi 16 familyaya ait 34'den fazla kuş türünün barındığı bir kuş cenneti görünümündedir. Baraj gölü çevresinde yer alan doğal güzelliği, yürüyüş parkuru, DSİ sosyal tesisleri ve balık üretim tesisleri ile amatör balık avcılığı nedeniyle bölgenin çekici piknik alanı durumundadır. YENİCE Amasya-Taşova karayolunun 13. Km.'sinden, sağa ayrılarak ulaşılan doğal güzellikleri 800 yıllık anıtsal çınar ağacı minyatür havuzlu mesire yerinde yeme-içme tesisi bulunmaktadır.