Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

_asi_

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    2.917
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    2

_asi_ tarafından postalanan herşey

  1. GELENEKLER DOĞUM GELENEKLERİ Bebegi yedilemek : Bebeğin doğumunun yedinci günü loğusa anne ayağa kaldırılır, tesbihle dualar okunur, bu tesbih su dolu tasa koyulur, bebek de yıkanır. En son tastaki okunmuş su anne ve bebeğe dökülür ve iyi dilek ve dualarla yıkanır. Yedinci günde yine yakın akraba, eş, dost eve gelir, misafirler yedirilir ve özellikle tatlı ikram edilir. Bugün, loğusa annenin iyileşip ayağa kalkmasının mutluluğunun yaşandığı bir gündür. Bebeği Kırklamak : Bebeğin doğumunun kırkıncı günü aynen yedinci günde olduğu gibi tesbihe dualar okunur. (7.günde dualar 7 kez.40.günde 40 kez okunur.) tesbih su dolu kaba konur, içinde çevrilir, anneye abdest aldırılır, bebek yıkanır, en son bu kaptaki su anne ve bebeğe dökülür. Bu kırkıncı günde evde Yasin okutulur. Eş dost çağırılır, gelenler hediyeleri ile gelirler, çocuğa bakar ve “Allah analı babalı etsin, çocuk anası babası ile sevilir.” Gibi iyi dileklerde bulunurlar. Halkımız arasındaki yerleşmiş uygulamaya göre kırkı çıkmamış (doğumdan itibaren 40 gün geçmemiş) bebeğe evden dışarı çıkarmak iyi değildir. O yüzden bebeği kırklamak anne ve bebeğin dışarıya rahatlıkla çıkmasını sağlar. Diş hediği : Çocuğun ilk dişi çıktığı ve bunun görüldüğü zaman aile bireyleri, eş dost bunun mutluluğunu yaşamak için bir araya gelir ve halk arasında hedik denilen bir karışım yapılıp yenir. Bunun için buğday haşlanır, istenirse bunun üzerine şeker tozu serpilir yada içine çemiç, dut (yazın dutların olgunlaşıp dökülmesi sonucu elde edilen kuru dut) katılarak lezzetli bir karışım elde edilir. Hediğin bir kısmı çocuğun başından dökülür, kalan hedik ve kuru yemiş eş dostça yenir. Çocuğun ilk dişinin çıktığını en önce gören hedik yemeye gelirken çocuğa hediye alır. Hedik yapılan gün çocuk aile fertlerinin eş dostunun yanında yere oturtulur, önünde bazı meslekleri simgeleyen sembolik eşyalar konur. Mesela, Tarak Berberi, Kuaförü, Bıçak; Kasabı, Makas; Terziyi, Kağıt-Kalem; çocuğun okuyacağını ifade eder. Çocuk önünde duran bu eşyalardan en önce hangisine elini uzatırsa ilerde o mesleğe sahip olacağı düşünülür, tercihe göre sevinilir. Böylece çocuk işin latifesi de olsa meslek seçimi konusunda ilk adımını atmış olur. Çocuğun, ilk olarak saçının kesilmesi de özellik arzeder. Şöyle ki : Çocuk 1 yaşına geldiğinde saçı kesilir. Kesilen saç, terazinin bir kefesine konur, öbür kefeye (Varlık durumuna göre) para konur. Kefeler aynı düzeye saçlar alınır ve saklanır. Paralarda yoksullara dağıtılır. Konuşmak için uygun yaşa gelip de henüz konuşamayan çocuklar köylerde Cuma günü ahıra götürülür. İneğin yularına yada ahırda mengüre (hayvanın bağlandığı yer) bağlanır. “Hayvan ise mele, insan ise söyle) denir. Yastığının altına yılan kabuğu ve deve tüyü konur. Nazardan korunmak için de çocuğun alnına kara sürülür. Nazarı değdiğine inanılan kişinin giyiminden bir parça alınıp yakılır ve çocuğa koklatılır. SÜNNET Erkek çocukları için dinimizin bir gereği olan ve erkekliğe ilk adımın ifadesi anlamında sünnet merasimi, köylerde ve merkez de farklılık arzeder. Köylerde, sünnetçi geldiğinde muhtar, tellalla haber verir. Çocuk yıkanır, hazırlanır. Sünnetçiyle birlikte dolaşan köyün imamı ilahi okur. Ayrıca bir tören yapılmaz. Merkezde ise sünnet düğünleri yaygındır. Sünnet sırasında sünnet olan çocuğun elini yada kolunu tutan, kucağına alan ve çocuk üzerinde baba hakkı taşıyan kirvenin yeri özeldir ve sorumlulukları fazladır. Kirve sünnet olan çocuğa eskiden kırmızı lira takardı. Bugün de buna eş değerde hediye alır veya altın takar. Kirvenin karısı da baklavaya da tatlı yapar ve hediyesiyle gelir çocuğu ziyaret eder. Sünnet olan çocuğu ziyarete gelen eş-dost da hediye getirir; ailenin maddi durumu ve seçimine göre tertip edilmiş sünnet törenine katılır. Bu tören evde ya da salonda okutulan mevlüt şeklinde olabilir. Sünnet olmadan evvel de çocuk yakınları ve arkadaşları ile birlikte köylerde atla, merkezde araba ile gezdirilir ve eğlendirilir. EVLENME İnsan hayatının önemli bir bölümünü kapsayan, evlilik ve öncesinde yaşanan bir dönemdir. Bu dönemde ağızdan ağıza anlatılanlarla veya devam eden uygulamalarla günümüze kadar gelmiş töreler vardır. Yaradılışı gereği insanoğlu tek başına yaşayamaz. Her zaman hayatını paylaşacağı, birlikte yaşayacağı kimseye ihtiyaç duymuştur. Birlikte yaşama isteği, sevgi saygı ve hoşgörüyle birleşince zamanla meşruluk kazanarak evliliğe dönüşmüştür. Evlilik Türk kültüründe önemli bir yere sahiptir. Gümüşhane yöresinde düğün kültürünün anlatımına yöresel olan şu mani ile başlayalım. Elmanın irisini Kış yedi birisini Evlenmek bir keredir. Seç de al iyisini “Ata binmesi bir ayıp, inmesi iki ayıp” sözüyle evliliğin geri dönülecek bir yol olmadığı, “Kırk ölçüp bir biçmek” deyimiyle de doğru karar vermenin önemi vurgulanır. Gümüşhane yöresinde evlenme yaşı çok önceleri kızlarda 15-16, erkeklerde ise 15-20 olarak belirlenirdi. Köylerde erken evlenme çiftçi olan aileye işgücü katkısı sağlama, büyüklere hizmet, bir de “Erken evlen döl alır, erken kalkan yol alır” atasözünden olduğu gibi nüfusun çoğalması amacıyla yapılırdı. Ancak günümüzde eğitim ve öğretim, maddiyat ve bu gibi nedenlerden dolayı evlilik yaşı yükselmiştir. Kız veya erkeğin çağı gelince, bilhassa erkek çocuğun anne ve babasında bir telaş başlar, oğullarına eli yüzü düzgün, güzel huylu, becerikli, temiz bir aileye mensup bir gelin adayı bulabilmek amacıyla özellikle oğlan anası, (oğlunun da gönlünden geçenleri öğrenerek) ana oğul çok yakın akrabalar kendilerine göre en iyisinde anlaşırlar. (Ancak günümüzde olay farklılık kazanmıştır. Evlenecek kişilerin görüşleri ön plana alınmaktadır. ) Görücü Gitme : Evlenme, köylerde bilhassa görücü usulüyle olur. Oğlanın anası babası gelin adayını tanır. Gelin adayı tanındıktan sonra kızı aile yaşantısı titizlikle araştırılır. Kızın becerikliliğini anlamak için halı üzerinde bulaşık yıkattırılır, etrafı kirletmeden bulaşık yıkanırsa adayın becerikli olduğu anlaşılırdı. Örgü ören bir hanım, yumağını koltuk ve kanepe altına bilinçli olarak gönderir, yumak geriye toz almadan gelirse, evin temizliği hakkında bilgi edinilirdi. Erkek anası tarafından kızı görüp beğenmenin bir yerinin de hamamlar olduğu söylenir. Bütünü bu incelemelerden sonra, kızın kendilerine denk olduğu intibasına varırlar. Erkek tarafından kız isteme konusunda becerikli olan iki hanım, kız evine gönderilir. Bu gidişler habersiz olur. Geleneklere göre evinde kızı olan aileler her zaman derli toplu olmak mecburiyetindedir. Çünkü her an kapısı çalınabilir. Görücüler gelme nedenleri bilinsin bilinmesin geleneklerimiz gereği güler yüzlü karşılanırlar. Uzaktan gelenlere çeşitli ikramlar yapılır. Görücülerin başı, geliş nedenlerini bilmeyen aileye çeşitli espirilerle geliş nedenlerini anlatır. Sohbet sırasında evin tertip düzeni evden geçirilir. Bu arada kızı ve ailenin ağzı yoklanır. Gelen görücülerden kızın haberi varsa, giyinir, süslenir, görücülerin karşısına çıkar. Bu davranış görücüler için müsbet bir cevaptır. Edinilen olumlu izlenimlerden sonra sıra dünürcü gitmeye gelir. Dünürcü Gitme : Beğendikleri kızı oğullarına almak isteyen aile birkaç yakınını alarak kız evine gider. Buna “dünürcü gitme” denir. Dünürcüler havadan sudan konuştuktan sonra “Allah’ın emri Peygamber’in kavli ile kızınızı oğlumuza istiyoruz” derler. Kız tarafı, kızını verme taraftarı olsun olmasın, gelenlerden düşünmek için süre ister. Uzak yerden gelenlere töreler icabı yemek ikram edilir. (Ancak yemek ikramının nedeni misafirlere açıklanır.) Düşünme süresi içinde kız evi durumu akrabalarına danışır. Öncelikle büyüklere danışmak usuldendir. Amaç onlarında gönlünü almaktır. Karar yinede anne babanındır. Karar verme süresinin bitiminde tekrar oğlan evi, kız evini ziyaret eder. İsteme cümlesi tekrarlanır. Kızın annesi “Biz bilmeyiz, babası bilir” diyerek topu babaya atar. Misafirler uğurlanır. Birkaç gün sonra kız evine tekrar gelir. İçlerinden en saygın kişi, kızın babasına hitaben, “Allah’ın emri, Peygamber’in kavli ...” diyerek söze başlar ve olayı açıklar. “Kız evi naz evidir. Kızın babası vakti iki edelim, danışacak yerlerimiz var” diyerek tekrar gelmelerini ister. Bu gelişte kız babası oğlan tarafına “Allah yazmışsa ne diyelim” sözüyle gönüllerinin olduğunu bildirir. Bu arada tatlı kahve içilir. Erkekler ve bayanlar ayrı odalardadırlar. Kahveleri getiren gelin adayı, dünürcüler kahveyi içinceye kadar elleri önden bağlı divan durur. Başı öne eğik dünürcüleri dinler dünürcüler sezdirmeden kızın tavır, davranış ve fiziki yapısını incelerler. (Ancak kız tarafı vermeye taraftar değilse, kahveler şekersiz, acı olarak verilir. Bu “hayır” anlamındadır. Kızın babasının olumlu cevabından sonra nüfus cüzdanı oğlanın babasına teslim edilir. Nüfus cüzdanı varsa kızın erkek kardeşi veya bir yakını tarafından beyaz işlemeli bir mendile sarılarak gümüş tepsi içinde oğlanın babasına sunulur. Oğlan babası da nüfus kağıdına karşılık, bir miktar parayı tepsiye bahşiş olarak bırakır. Artık kız verilmiştir. Yöremizde başlık parası yaygın değildir. Nüfus kağıdı verilince kız-oğlan babası birbirlerini kucaklayarak “hayırlı olsun” dileklerinde bulunurlar. Kız tarafı erkek tarafıyla birlikte kız evinde yemek yerler. Erkek tarafından getirilen tatlı, misafirlere ikram edilir ve bu ikram çiftlerin ağzı tatlı olsun anlamına gelir. Kahveler içilir, oğlan babasının kahveler için bahşiş vermesi adettendir. Bu arada dini nikah, resmi nikah ve nişan günleri tespit edilir. Dini nikah kız verildiği akşam veya ertesi akşam yapılır. Nikah imam tarafından, birkaç şahitle yapılır. Nikah yapılırken odaya kimse alınmaz. Kilit bükülmez, düğüm atılmaz,. Ters olan şeyler düzeltilir, eller üst üste getirilmeze. Bu davranışlar evlenen çiftlerin nasiplerinin bağlanmaması içindir. Nikah dualarla, kurallara uygun olarak yapılır. Nikah kıyıldıktan sonra erkek evi tarafından getirilen şekerle nikah şerbeti ezilir. Şerbeti ezen bilge kişi “Zannetme ki gayreyler. Arif anı seyreyler. Görelim Mevla neyler. Neylerse güzel eyler.” İhlasiyle şerbeti ezer. Yapılan şerbet çiftlere aynı bardaktan içirilir. Diğer misafirlere de dağıtılır. Damat babası şerbet için de ayrı bir bahşiş verir. Bu arada nişan merasiminin günü, takılacak takılar, alınacak eşyalar üzerinde konuşulur. Bazı yörelerde resmi nikah, dini nikahtan önce yapılır. Nişan Günü : Nüfus cüzdanı alındığı akşam, kararlaştırılan nişan gününün eşe, dosta, akrabalara duyurulması için kırsal kesimde heybe içinde leblebi, fıstık, şeker karışımı paketler hazırlanarak veya bardaklarla ev ev dolaşılarak nişana çağırılır. Nişan töreni kız tarafından yapılır. Nişanda kız ve erkek tarafı hazır bulunur. Söz kesildiği akşam, nişan için kararlaştırılan hediyeler ve takılar oğlan tarafından kız tarafına getirilir. Kız tarafından damada alınan hediyelerde erkek tarafına gönderilir. Geline nişan elbisesi giydirilir ve süslenir. Kadınlar tarafından ortaya alınan geline, erkek tarafından nişan yüzüğü, küpesi, saati takılır. Bazen de damatla geline aynı ortamda yüzükler kırılır, kurdelası kesilir. Kurdelanın ucundan kesilip, orda bulunan genç kızların nasipleri açılması için dağıtılır. Erkek tarafından getirilen hediyelik eşyalar, hediye edilecek kişilerin adları okunarak gösterilir. Takıların takılış sırasında hayırlı olsun nidaları ve alkışlar yükselir. Takı töreninden sonra gelin kendisine öncülük yapacak bir arkadaşıyla kayınvalideden başlayarak, sırasıyla misafirlerin ellerini öper. Kız evi tarafından hazırlanan yemek ikramından sonra yöresel maniler söylenerek bir müddet eğlenilir. Yapılan harcamalarda erkek tarafın üzerine düşeni fazlasıyla yapar. Düğün Töreni : Nişan töreninden sonra sıra düğün törenine gelir. Düğün en çok sonbahara rastlar düğün törenine kız ve erkek evinden birer kişi görevlendirilir. Düğüne hazırlanmış çerez paketleriyle çağırılır. Düğün günleri genellikle perşembeve Pazar günleridir. Oğlan ve kız evinde hazırlıklar yapılır. Kız evinde birkaç gün önceden başlanarak hazırlanan çeyizler yıkanıp ütülenerek sandıklara yerleştirilir. Temizlik yapılır. Köylerde bilhassa “Düğünümüz var, evimize ekmek, yufka, siron, erişte keselim” diyerek hazırlıklar yapılır ve düğün gününe saklanır. Hayırlı olsuna gelenler tarafından yiyecek ve çeşitli eşyalar hediye olarak getirirler. Bazı yörelerde düğün evine bayrak asılır ve direğin dik durmasına önem verilir. Her iki tarafta da eğlence başlar. Gelen misafirlere çay veya yemek ikram edilir. Düğünden bir gün önce gelinin giysileri damat evinden, damadın elbiseleri kız evinden çeşitli bahşişler verilerek alınır. Bu işlemi kız ve erkeğin yakınlarından birisi yapar. Düğün salon düğünü değilse, gelin adayı arkadaşları tarafından ayrı bir odada süslenir. Damat da oğlan evinde arkadaşlarıyla beraberdir. Eğlence başlarken oğlan tarafından yengeler gelir. Bir tanesi baş yengedir. Baş yenge olan kişi her türlü espri ve şakaya dayanıklı olmalıdır. Yengelere kahve ikramı yapılır. Kahve ikram eden kişiye bahşiş verilir. Daha sonra gelin bir arkadaşıyla el öpmeye getirilir, yengelerle bütün misafirlerin ellerini öper. Gelin davetlilerle birlikte eğlenceye katılır. Gecenin geç saatlerine kadar eğlence devam eder. Bazı yörelerde yengelerle birlikte kına gecesi “tilki” lakabında bir görevli gelir. Tilki yengelerle birlikte tanınmadan eve girerse kendini kurtarır şayet tanırsa kız evinin erkekleri tarafında cezalandırılır. Örneğin para cezası verilir,suya atılır, çeşitli taklitler yaptırılır. Cezasını çekince kurtulur. Kına Yakma : Gecenin geç saatlerine kadar devam eden eğlence sonunda, kına yakma törenine geçilir. Erkek tarafından getirilen kına dualarla yoğrulur. Yoğurma işi manilerle devam eder. Kınayı getir anne Parmağın batır anne Bu gece misafirem Koynunda yatır anne Kına bir tepsi içine konularak, etrafına mumlar dikilir. Gelin5-10 arkadaşıyla birlikte ilahiler söylenerek, misafirler arasında grup halinde dolaşılır. Şol cennetin ırmakları Akar Allah deyu deyu Çıkmış islam bülbülleri Öter Allah deyu deyu ilahisi ve Yüksek yüksek tepeler ev kurmasınlar Aştı aştı memlekete kız vermesinler vb. manilerle gelini ağlatma olayı da gerçekleşir. Hazırlanan kına da ilk önce gelinin eline yakılır. Gelinin elleri özel hazırlanmış mendillerle bağlanır. Arzu eden diğer davetlilere de bu kınadan yakılır. Ertesi gün gelinin baba evinden ayrılma günüdür. Düğün sahipleri erkenden kalkarlar. Gelin adayı hazırlanır, eşyalar derlenip toplanır. Erkek tarafından gelecek misafirler için ikramlar hazırlanır. Öğle saatinde erkek tarafı davul-zurna kemençe eşliğinde düğün alayıyla birlikte kız evine hareket ederler. Kız evine geldiklerinde düğün alayıyla birlikte kız evine hareket ederler. kız evinden dünürcülere yemek ve kahve ikram edilir. Gelini almaya gelen hanımlar ayrı bir odaya alınırlar. Yanlarında kıymetli sayılacak bir kumaştan “ayak eni” denilen 4-5 metre uzunluğunda kumaş getirir ve odaya sererler. Gelin bu kumaşın üzerinden yürüyerek yengelerin elini öper.bu sırada rızıklı ve cömert olsun diye gelinin başında bir bütün ekmek parçalanır ve hayır dualarla misafirlere dağıtılır. Açıkgöz olan yengelerden biri kız evinden bazı eşyaları alır. Bu aldıklarını daha sonra geline hediye eder. Sıra gelin adayına ait eşyaların baba evinden taşınmasına gelir. Sandık çıkarma olayı, oğlan tarafından biraz pahalıya mal olur. Sandık çıkarılacağı sırada kızın erkek kardeşi sandık üzerine oturarak “sandık ağır kalkmıyor” diyerek meramını anlatır. Erkek tarafından gelinin kayınpederi veya kaynı, bahşiş vererek kızın kardeşinin gönlünü alır. Sandık çıkarıldıktan sonra diğer eşyalar erkek tarafına gönderilir. Gelin evden çıkacağı zaman baba evinde herkesle vedalaşır. Dış kapının ağzına kadar gelir. Sağ ayağı ile adım atması istenir. Bu arada kız ve erkek tarafı vedalaşırlar. Kayınpeder dualar okuyarak gelinin koluna girer ve evden çıkarır. Önceleri gelin, dünürcüler tarafından süslenmiş eğerli atlarla yola çıkarılırdı. Gelinin erkek kardeşi, gelin atının başını tutarak oğlan evine kadar kendisine eşlik ederdi. Gelin atının başına çeşitli takılar takılır, bu takılar atın sahibine kalırdı. Günümüzde gelin, baba evinden arabayla alınmaktadır. Bu arada erkek evi zevkli bir telaş içindedir. Ailelerine yeni bir aday katılacaktır. En iyi nasıl karşılayabiliriz telaşı içindedirler. Gelin adayı erkek evine yaklaştığı zaman davul zurna daha eve gelmişlerdir. Damat adayı evin damında gelini beklemektedir. İçinde çerez bulunan bir poşeti gelinin başından saçar. O anda kalabalığın içinde bulunan çocukların sevincine diyecek yoktur. Kız tarafından gelenler “Kaynana geline kapı bahşişi olarak ne vereceksin” diye bağırırlar. Kaynana da koyun, inek, arazi, altı gibi şeyler hediye eder. Bu bahşiş gelinindir. Gelin artık damat evine gelmiştir. Kendisine eşlik eden akrabalarına oğlan evi tarafından ikramlar yapılır. Kız evinden gelenler birkaç saat sonra vedalaşarak ayrılırlar. Akşam damadın arkadaşları ve imam dualar okuyarak, çeşitli espriler yaparak damatla gelini yalnız bırakırlar. Bazı yörelerde geline hayat boyu işten kurtulmayacağı inancıyla 3 gün iş yaptırılmaz. Gelin ve damat 3 gün evlerinde yalnız kalırlar. Yine bazı yörelerimizde gelin odasından çıktıktan sonra çocuklar dahil herkesin elin öper. Karşılığında bahşiş verilir. Bazı yörelerimizde de gelin eve gelir gelmez kucağına erkek çocuğu oturtulur ve gelin tarafından bahşiş verilir. Bu da ilk çocuğunun erkek olması anlamına gelir. Bazı yörelerimizde gelin geldiği günün ertesinde “duvak günü” yapılır. Bu günde gelin odasına çeyizler serilir, gelen misafirlerin görüşlerine sunulur, eğlenceler düzenlenir. Gerilik Töreni : Kız tarafı çeyizlerden bir kısmını ayırarak oğlan evine hediye edilmesini ister. Bunlardan kime ne verileceği tespit edilir. Bohçalanır, kurdelalanır. Gelinle damat, birkaç akrabasıyla birlikte çeşitli hediyelerle baba evine giderler, anne babanın eli öpülür. Birkaç gün sonrada kız evinde hazırlanan hediyelik bohçalar erkek evine getirilir. Hediyeler sahiplerine verilir. Karşılığında bahşiş verilir. Bu sırada da küçük bir eğlence yapılır. Artık kız ve oğlan evinde dostluklar başlamıştır. Bu tören aynı zamanda evliliğin tescilidir. Günümüzde salon düğünlerine önem verilmektedir. Gelenek göreneklerimizin bir çoğu unutulmaya yüz tutmuştur. ASKERLİK Erkek çocukların hayatında önemli bir dönemi olan askerlik hizmeti, anne ve babalar açısından da çocuklarının vatan savunması gibi bir kutsal vazifeye katılması bakımından büyük önem taşır. Halk arasında asker ocağı peygamber ocağı olarak kabul edilir ve askerlik hizmeti gençlerimiz için büyük kutsiyet taşır. Bunun için de gençlerimiz askere giderken bu sorumluluğun farkında olup bilinçli bir şekilde ve coşku içerisinde bu vazifeyi üstlenirler. Yöremizde askerlik çağına gelmiş gençlerimiz askere gönderilirken askerler, aileleri ve yakın çevreleri tarafından tam bir şenlik havası yaşanır. Askere gidecek olan genç, gideceği günden birkaç gün önce akrabalarıyla eş ve dostuyla vedalaşmaya başlar. Vedalaşmaya gittiği kişiler de ona hediyeler verir. Bu hediyeler genelde askere gidene harçlık verme şeklinde olabileceği gibi askerde işine yaraması açısından çorap, mendil, iç çamaşırı, havlu hediye etme şeklinde de olur. Askere gidecek gence arkadaşları gitmeden 1-2 gün önce eğlence tertip ederler. hep birlikte coşku içinde eğlenilir. Asker evinde büyük bir telaş yaşanır. Hazırlıklar yapılır, yemekler pişirilir. Bu coşku ve telaş gencin askere gideceği gün iyice yoğunluk kazanır. Gençler ya tek tek ya da toplu olarak askere giderler. Bu askere uğurlama işine halk arasında sevkiyat denir. Sevkiyat gününde asker evinde yemek verilir, yakın çevreye yemek yedirilir. Daha sonra yöresine göre davul-zurna ya da kemençe eşliğinde (Torul ve çevresinde kemençe ile uğurlama yaygındır.) oyunlar oynanarak, coşku içerisinde askerler uğurlanır. Bu arada gençler, arkadaşları tarafından kucaklarına alınıp havaya atılır ve “En büyük asker bizim asker” tezahüratları etrafı inletir. Gençler kutsal bir görevi yerine getirmeye gittikleri için mutludurlar. Ama aynı zamanda otobüse binip de arkalarından sallanan elleri ve buğulu gözleri görüp ayrılığın hüznünü de yaşarlar. Ya geride kalanlar. Onlar ayrılığın hüznünü çok daha fazla yaşayıp karışık duygular içinde olan insanlardır. Evladından ayrılan ana-baba, eşinden ayrılan yar ve babasından ayrılan çocuk artık hepsi büyük bir sabırla tezkere gününü saymaya başlarlar. Herhalde geride kalanlar içinde en fazla yükü analar taşır. Bu işin içinde gidip de gelmemek de var. Bir tarafta sevinç ve gurur, öbür tarafta hüzün Anaların bu duygularını yöremizde söylene gelen şu mısralar çok güzel ifade eder; “Oğlan ettim yorgan kabardı. Büyüttüm yürek kabardı” Ama analar bunca hüzün dolu duygularına rağmen, oğullarının bu kutsal görevi başarı ile tamamlayıp dönecekleri günü düşünüp mutlu olurlar. Askere giden gençler, kutsal hizmeti bitip döndüklerinde, askere giderken kendilerine hediye veren yakınlarına ve eş dosta kına ve çerez getirir. Böylece hayıtında bir dönüm noktası teşkil eden ve geride acı tatlı bir sürü anı bırakan bu dönemi başarıyla geçirmenin mutluluğunu yakınlarıyla paylaşır. DİNİ BAYRAMLAR Unutulmaya yüz tutmuş bütün gelenek ve göreneklerimiz gibi, hatırın, gönülün, sevginin saygının, birlik ve beraberliğin, kaynaşmanın senbolü olan bayramlarımız da yavaş yavaş özelliklerini kaybetmeye başlamıştır. Eskiden daha bayramlar gelmeden heyecanı bütün evleri sarar, herkes yoğun bir hazırlığa başlardı.Bayramlık elbiseler hazırlanır, evler temizlenir, çeşit çeşit yemekler yapılır, arefe gününün akşamı genç kızların ellerine kınalar yakılırdı.Çoğu kez bayramlık elbiselerini akşamdan giyen çocuklar geceyi uyanık geçirirlerdi.Sabahı dar bekleyen çocuklar büyükleriyle birlikte abdestlerini alarak caminin yolunu tutarlardı.Yaşlılar bayram vaazını dinlemek için erkenden saflarda yerlerini alırken gençler caminin avlusunda bir müddet sohbet ederlerdi.Bu sırada genç kızlar cemaat namazdan dönünceye kadar köy odalarını bayrama hazırlardı. Bayram namazından sonra herkesin birbiriyle bayramlaşmasını sağlamak amacıyla camide halka oluşturulurdu.Bu halkalarda imamdan başlayıp, yaşlılardan gençlere doğru uzayan bir sıra takip edilir ve topluca bayramlaşılırdı.Bu bayramlaşma halkaları dargınların ve küskünlerin barışmalarına vesile olurdu.Ramazan bayramlarında camilerdeki bu bayramlaşma töreninden sonra köy odalarında birlikte yemeklerle dostluklar tazelenirdi.Her evden getirilen çeşit çeşit yemekler sinilerle odanın bir kenarına dizilir, gençler tarafından serilen sofralara paylaştırılırdı.En zengininden en fakirine kadar bütün kadınlar odaya gönderecekleri sütlaçları sarığıburmaları, erişteleri, sironları özenle hazırlardı.Çünkü köyün kadınları arasında keyvenilik ve hamaratlık yarışı olarak algılanırdı.Köye mezralardan bayram namazı için gelen misafirler mahalle sakinlerince özellikle kollanarak misafir odalarına getirilir, yemekler yenir, sohbetler edilirdi.Yaşlılar yemeklerini yiyinceye kadar gençler bir taraftan hizmetlerini sürdürür diğer taraftan semaverle çay demlenirdi. Kurban bayramlarında toplu bayramlaşma töreninden sonra kurban kesme hazırlıklarına başlanırdı.Bir kaç ay öncesinden seçilen, özenle bakılan,kınalanıp süslenen kurbanlıklar tekbirlerle kesilirdi..Yaşlılar bayram arefesini oruçlu geçirdiklerinden kurban eti öncelikle onlara ikram edilirdi.Kurban etlerinden fakirlere fakirlere verilmek üzere ayrılan pay gençler tarafından dağıtıldıktan sonra kalan etler kavrulur, her evde bir bayram ziyefeti gerçekleştirilirdi. Bayram hizmetleri tamamlanınca çocuklar ve gençler bayramlıklarını giyer, bilhassa küçük çocuklar boyunlarına bayram için dikilmiş şeker torbalarını asar, böylece bayramlaşma turlarına çıkarlardı.Yaşlıların elini öpen, bayram şekerlerini ve harçlıklarını alan çocuklara yaşlılar “El Öpenlerin Çok olsun” , “Çok Bayramlar Göresin”, “Yılda Bu Vakitlere gelesin”, “Allah Tekrarını Nasıp Etsin” gibi hayır dualarda bulunurlardı. Bayramların sevinçle hüznü birleştiren anları mezar ziyaretlerine tesadüf ederdi.Arefe gününden başlayan mezar ziyaretleri bayram süresince devam eder, okunan Kuranlar ve dualar ölüler yad edilirdi.Acısı ve hatırası taze olan insanların göz yaşları, bayramları yasa dönüştürür, acılar ve kederler de sevinç ve mutluluklar gibi paylaşılırdı. Köy odalarına gelemeyecek kadar yaşlı ve hasta olanlar öğleden sonra ziyaret edilir.Ölü evlerine taziyeye gidilirdi.Kendinden daha yaşlı akrabası bulunanlar camideki toplu bayramlaşmayla yetinmeyip mutlaka ev ziyaretlerinde bulunurlardı.Bayramın birinci yada ikinci gününün akşamında nişanlı erkeklerin evlerinde “gelin görme” telaşı başlardı.”oğlan tarafı” önceden hazırladığı bayramlık hediyelerle kız evine gider, büyüklerin ellerini öpen geline hediyesi verilirdi.Ziyarete gidilen her evde gelenlere ikramlarda bulunulurdu.
  2. _asi_

    Gümüşhane Halk Edebiyatı

    HALK EDEBİYATI MASALLAR GOCA NENEYNEN TİLKİ Bir varmış, bir yoğumuş,bir Goca Nene varmış.bu nenenin bir tek ineği varmış.Bu İneği sağar, sütünü satar geçinirmiş. Bir gün Goca nine sütünü sağmış,küleği getirmiş havlunun ortasına gomuş,işine gitmiş.Az sonra gelmiş babahmış ki süd yoh,külek boş.Bir beyle,beş beyle Allah, Allah….. demiş bunda bir iş var.Bir sabah gene südi sağdıktan sonra gene getirmiş küleği havlunun ortasına goymuş,gendi de bir köşeye gizlenmiş.bir de bahmış ki ne bahsı, bir Tilki külege yanaşdi, südü içiy.Haman satırı ğapmış nene, tilkinin ğuyruğuna bir indirmiş,ğoparmış tilkinin ğuyruğunu.Tilki dönmüş goca nene’ye yalvarmı: “Nene, nene..ğuyruğumi veer!...” demiş,Nene de : “Yoooh vermem, kafir, sen benim südimi nasıl içersin?” demiş. Tilki gene :” Nene nene…ğuyruğumi veer!” deyin yalvarmış.Nene de merhamete gelmiş. “Get südimi getir sana ğuyruğunu verim” demiş. Tilki ğoyuna getmiş: “Ğoyun gardaş,ğoyun gardaş bana süd ver,neniye verim,ğuyruğumi alim” deyin yalvarmış.Ğoyunda demişki: “sen get bana ot getir,bende sana süd verim.” Tilki netsin,gitmiş çayıra:”Çayır…çayır…bana ot ver,goyuna verim,guyunda bana süd versin Neniye verim,ğuyruğumi alim.Çayırda demişki : “Get bana gızları getir,üstümde oynasınlar bende sana ot verim.”Tilki gızlara gitmiş: Ğızlar gızlar…no’lursuuz,gelin çayırda oynayın.Çayır bana ot versin.Oti ğoyuna verim,ğoyun bana süd versin,südi Neniye verim,ğuyruğumi alim” Gızlar demişler ki : “Get bize inci getir,gelek çayırda oyniyah.” Ne’tsin gorona tilki? Galhmış guyumçiya gitmiş: “Guyumçi ğardaş,guyumçi ğardaş…bana inci ver,götürüm gızlara verim,gızlar gitsin çayırda oynasınlar,çayır bana ot versin,otu götürüm,ğoyuna verim,ğoyun bana süd versin,südi alım,götürüm neniye verim,ğuyruğumi alim”Guyumcu demiş ki : “Get yumurta getir,sana inci verim” Tilki bu seferde tayuhlara getmiş: “Pulli, pulli tayuhlar…beyle, beyle oldi başıma bu haller geldi Gelin bana yumurta verin götürüm guyumcuya verim,guyumci bana inci versin, götürüm gızlara verim,ğızlar gitsin çayırda oynasınnar,çayırdan ot alım,ğoyuna verim,ğoyun bana süt versin,Neni ye verimğuyruğumi alım.tayuhlar demiş ki : “Get bize lazut getir,yumurta verek,” Tilki tutmuş yoli getmiş lazut tarlasına : Tarla tarla…N’olursun,n’olursun.Bana biraz lazut ver,götürüm tayuhlara verim,tayuhlar bana yumurta versin,yumurtayı alım guyumcuya verim,guyumcu bana inci versin,inciyi alim gızlara verim,gızlar çayırda oynasınnar,çayır bana ot versin,ğoyuna verim,ğoyun bana süd versin.Neni ye verim ğuyruğimi alim.”Tarla demiş ki : “Get bana su getir,sana lazut verim” tilki almış yoli getmiş deriye: “Dere dere!..bana su ver,tarliya verim,tarladan lazut alım,tayuhlara verim,tayuhlardan yumurta alım,ğuyumçuya verim,ğuyumçudan inci alım,ğızlara verim,gızlar getsin çayırda oynasınlar,çayırdan ot alım,ğoyuna verim,ğoyundan süd alım,neniye verim,ğuyruğumi alım. Neyse tilki dereden suyu almış, götürmüş tarlıya vermiş,tarladan lazut almış,tayuhlara vermiş,tayuhlardan yumurta almış ğuyumçiya vermiş,ğuyumçidan inci almışğızlara vermiş,ğızlar getmiş çayırda oynamışlar,çayır ona ot vermiş, oti almış goyuna vermiş,goyundan süt almış Neniye vermiş guyruğuni almış,çıhmış getmiş. HİKAYELER ÇEMENDERZÂDE Evvel zaman içinde köylünün biri İstanbul’a gitmiş.Bir kaç yıl sonra Köyüne dönmek için yola çıkar.Birde merkep almış.Köyüne yaklaşınca tarlasını sürmekte olan çiftçiye rastlar.Fakat selam vermeden geçip gider.Az ileride bir gözeye rastlayan delikanlı orada biraz dinlenmek ister.Merkebini gözenin yanındaki Kuşburnu dikenine bağlar.Torbasından yiyecek çıkartır yer.Uykusuda geldiği için oraya uzanır,biraz uyur. O uykuda iken Merkebi bağlandığı dalı kopartarak ilerideki çayırlıkta yayılmaya başlar.Delikanlı uyanırki eşek yok. Biraz önce selam vermediği çiftçinin yanına gider. “ Selamünaleyküm Çiftçi Bey” “Aleykümselam.Senin yanlışın var çiftçiden bey olmaz.” “Bendeniz taht-ı ber-kal’adan geliyoruz.Çemenderzâde bana yoldaş olup geliyor.Ab-ı hayat çeşme-saray başına rastgeliyoruz.Çemenderzâdeyi zencefil dalına bendediyoruz.Gaflete varıyoruz.Çemenderzâde firar ediyor,vuku buldu mu? “ Delikanlının konuşmasına fena halde kızan çiftçi, buna güzel bir hudayı şamar çeker : “Ulan babanın dilini kouş!” “Dur dayı dur.İstanbul’dan geliyorum.Bir eşek almıştım.İlerideki Kuşburnu dikenine bağlamıştım.Gözenin yanında ekmek yedikten sonra uyuya kalmışım.Ben uykuda iken eşek kayboldu. Haberin var mı gördün mü ? Onu soruyorum. “ Dey ha soykan orda, git onu ordan al da bir daha da babanın dilini konuş.” KONUŞAN BEBEK Bir varmış, bir yokmuş… bir padişahın oğlu varmış.Bu oğlan hiç dışrı çıkmazmış.bir gün arkadaşları gelip bunu gölün kenarına gezmeye götürmüşler.Onlar orada otururken gölden bir kurbağa çıkıp “ Vak Vak” diye ötmeye başlamış.Padişahın oğlu bu kurbağanın sesine vurulur. Padişahın oğlu her gün o gölün kenarına gidip o kurbağayı yakalamaya çalışır.Nihayet bir gün kurbağayı yakalayıp sarayın rafına koyar.Bu oğlan gezmeye çıktığı günler evin her tarafına silinip süpürüldüğünü, yemeklerin hazır olduğu görür.Bir gün sahip kurbağayı yakalamak ister.Sakladığı yerden bakar ki bir kız var, hemen kızı yakalar. “İn misin, cin misisn ?” “Ne inim, ne de cinim; insanoğlu insanım.” Oğlan, güzel bir kız olan bu kurbağayı alır.Bunu gören oğlanın annesi babasına der ki : “Oğlum bir kız getirmiş ki sana layık, ona layık değil.” “Öyleyse oğlanı öldürelim de gelini ben alayım.” Fakat öldürmeden önce annesi ölüverir.Babası hemen bir cadı karısı bulur.: “ Bu gelin bana alabilir misin ?” “ Alırım” “ Ama, oğlanı ne yapacağız ?” “ Kolay, desin ki : “ Oğlum, git öte dünyada annenden anahtarı al gel.” O da getiremez.” Padişah oğlunu çağırır, cadının dediği gibi oğluna anahtarı getirmesini söyler.Oğlu da “ Ben nasıl getireceğim ?” diye düşüne düşüne evine gelir. Bunun karısı da peri kızı imiş.Karısına meseleyi anlatır. O da der ki: “ Gölün kenarına gidersin, bu gül çubuğunu al, suya vur. Annem çıkar. Dersin ki : “ Kaynana, sizin eşeği ver, bineyim de öteki dünyadan anahtar getireyim.” *NE İDİM, NE OLDUM, NE OLACAĞIM* Bir varmış, bir yokmuş…. Bir padişah varmış, bununda hiç evladı olmazmış.Evlat hasreti çekermiş bu padişah. Bir gün ailesiyle oturup vasfıhal etmişler: “Geldik, gidiyoruz.Şu kadar padişahlık yaptık, gücümüz de kalmadı.Bu malımız, mülkümüz kime kalacak, evladımız da yok ki ona kalsın.” “Ne yapalım efendi, bir tedbir alalım.Böyle olmaz; evlat yok, çoluk çocuk yok.” Padişah bir gün veziri ile otururken bir derviş gelip buna bir elma verir.O gece hem padişah, hem vezir elmaları yiyip gerdeğe giriyorlar.Günü ayı tamam olunca padişahın bir kızı, vezirinde bir oğlu oluyor.Bunlar büyüyorlar, mektebe başlıyorlar.Mektebi de bitiriyorlar.Kız bir gün babası na der ki : “Babacığım, böyle oturmayla ne olacak, bana müsaade ver de biraz gezeyim.” “ Peki kızım.” Vezir çağırıyor padişahı. “Vezir, kızımla gezeceksin.” Kızla vezir yola çıkarlar.bir müddet gittikten sonra vezir kıza sulanmaya başlar, kızdan akınlık ister.Çok serencamdan sonra kız buna yakınlık vermez.Fakat kurtulamayacağını da anlar: “ Peki, bana müsaade et, bir dışarı çıkıp geleyim de ondan sonra.” Kız dışarı çıkar çıkmaz kaçıp gider.Gece yarısı etrafa kimseler yok… gide gide bir ormana varır.Öbür taraftan vezir, kızın gelmediğini görünce askeri toplayıp sağı solu aratır, fakat bulamazlar.Kız da bir ağacın tepesine çıkıp sabaha kadar orada bekler.Sabahleyin bir çobanın sürüsü oradan geçerken köpekler havlamaya başlarlar.Çoban orada bir iş olduğunu anlayıp koşarak gelir ki ne görsün: Ayın nuru gibi bir kız. “Gel bakalım, in aşağıya.” Kızı aşağıya indirir, kendine almaya karar verir:”Allah seni bana rızk etti, benim rızkım da senmişsin.” Deyip kızı alır gider.Nikah olurlar.Bunların üç tane çocuğu olur.Bunlara, “ Ne idim”, “Ne oldum”, “Ne Olacağım” adlarını koyarlar. Aradan epey zaman geçtikten sonra bu kızın babası veziriyle berber seyahate çıkar.Bunlar gide gide çobanın beldesine varırlar.Çobanı süt sağarken görünce ondan süt isterler: “ Siz iyi adamlara benziyorsunuz, bu gece benim Tanrı misafirim olursunuz.” Çoban, padişahla veziri alıp evine getirir.Çobanın karısı babasıyle vezirin geldiğini görünce: “ Taş kaya çarptı.” Diye düşünür. Kız, babasının evlerinde ne yediğini, ne içtiğini bildiği için aynısını o akşam onlara yapar.Padişah bu benzerliğin farkına varır: “ Vezir, burada bir iş var, yemek aynı bizim yemek, yatak aynı bizim yatak, durum aynı durum.Bun da bir iş var, bakalım akıbeti nereye varacak ?” Sabah olunca çocuklar da gelirler.Babaları bunlara seslenir: “Ne idim!” “Buyur Baba.” “Ne Oldum!” “Buyur Baba” “Ne olacağım” “Buyur Baba” Çocukların adı duyan padişah daha da şaşar: “ Dur bakalım bunun sonu nereye varacak vezir ?” Çobanı çağırarak der ki: “Evet çoban kardeş, yedik, içtik; muhabbete doyum olmaz.Bize artık yolculuk göründü. Yalnız sana bir sorum var, bu çocukların adını kim koydu?” “Anaları..” “Sesle de gelsin.”Padişahın kızı gelir, babası, kızı olduğunu bilmeden sorar: “Yavrum, sen bu çocukların adını niye böyle koydun ? ” “ Ben bir padişah kızı idim, çobana vardım, bakalım daha ne olacağım.Onun için böyle koydum.” Kız bunları söyledikten sonra kendisini tanıtır.Hemen orada vezirin başını vurdurur.Çobanın da kendine vezir eder, kızını alıp hep beraber dönerler. KÖR KURT Bir varmış, bir yokmuş… evvel zaman içinde bir çoban varmış.Bu çoban bir köyün davarını güdermiş.Bir gün “Artık çobanlık etmeyeceğim.” Deyip davarı gütmekten vaz geçer.Çobanlığa devam etmesi için rica ederler: “Gel davara git.” “Gitmem.” “Nasıl gitmezsin, gideceksin.” Bu kalkıp çobanlığa devam eder.Bir gün, beş gün gider.Ama, çoban yerişir.Evine gelip karısına der ki “Ben daha gitmiyorum.” “Gideceksin, etme herif, eyleme herif.Bu yıl açız.Gitmezsen aç kalırız.Git de hakkımızı alıp yiyelim.” “Gitmem!” Onlar böyle konuşurken yanlarına bir ihtiyar nene gelir,çobana der ki: “Oğlum, benim bu keçimi niye sağıyorsun? Benim bir tek keçim var.Ben dul bir karıyım.Ben ne ile geçineceğim sen keçimi sağarsan?” “nene, ben senin keçini sağmıyorum.” “Sağıyorsun.” Nene oradan çıkıp gider.Bu çoban iki üç daha çobanlık etmek ister.Davara gider, bakar ki nenenin keçisi davardan ayrılıp başka bir yere gidiyor.Bir mağaraya girer, oradaki kör kurt bunu emer, beslenirmiş.Keçi tekrar davara gelir.Bu çoban ertesi gün davara gider.Davarı yatırdığı yerden bakar ki keçi yattığı yerden kalkıp yine o mağaraya gider.Çoban da geriden o mağaraya girer.Bakar ki keçi önce bir bacağını kaldırıp kör kurdu emzirir, sonra öbür bacağını kaldırıp onu da emzirir.Keçi oradan çıkıp güzelce yerine gelir. O gün evine gelen çoban bir daha çobanlığa gitmeye karar verir: “ben daha davara gitmeyeceğim !” “ Pekala, gitmeyeceksin; ama, bizim halimiz ne olacak ?” “Kör kurdun rızkını vermeye kadir olan Allah benim rızkımı vermeye kadir değil midir ?” Bir gün evinde otururken bu eski çoban karısına der ki: “ Karı, bizim yakınımızda ki örende bir hazine var, altın hazinesi.Git orayı eş, altınları al gel.” Kadın, kocasının tarif ettiği yere gidip yeri eşer.Eştiği yerde altın dolu bir hazine bulur.Bir güveç dolusu altın… Altınları alacağı sırada üstünden aşağı- sözüm yabana- bir Kızılbaş bağırır: “Bırak o benimdir, bırak !” Kadın hazineyi bıraktığı gibi kaçıp gider.Evine gelince kocasına: “Gördün mü, Allah bizim rızkımızı verdi de sen gidip almadın, kadirdir.” Kızılbaş üstten aşağı dolanıp gelir, oradaki altın dolu güveci alıp gider.Evine gelince karısına der ki: “ kapıyı kilitle de o güveci getir, sayalım bakalım, ne kadar altınımız liramız var.” İçinde güveç olan torbayı açarlar hep yılan çayan dolu. Karısına: “ Kalk, kalk, bunu götür de onların bacadan aşağı at, onları yesin, bizi yemesin.” Kadın torbayı aldığı gibi çobanın bacasından aşağı atar.Attığı gibi hepsi altın kesilir.Altınları gören çoban karısına seslenir: “ Kalk, kalk, şunları topla.Adam yine kalkıp toplamaz.Karısı da kızar: “Kalk sen de toplayacaksın.” “ Ben kalkamam.” “ Kalkıp onları da sen toplayacaksın.” Kadın dayanamaz, hepsini torlar toplar, kocasının yanına getirir. Çoban; “ Hanım, kör kurdun rızkını mağaraya getirir verir de benim rızkımı yanıma getirmeye kadir değil midir ?” Yerler, içerler, muratlarına geçerler. YAZILAN YAZI BOZULMAZ Evvel zaman içinde bir padişah varmış.Bu padişahın bir tek oğlu varmış.Padişah bir gün oğlunu çağırarak vasiyette bulunur: “Oğlum, ben hastalandım, ölürsem filan kabristanın günde üç ekmek hakkı vardır.Her gün o üç ekmeği götür, delikten bırak.” Babası öldükten sonra, oğlu vasiyetini tutarak her gün üç ekmek alır kabristan deliğinden içeri bırakır.Aradan birkaç gün geçtikten sonra oğlan ekmekleri götürmeye başlar. “ Adam sen de. Burada faremi var da ekmekleri yer, bundan sonra götürmeyeceğim.” Diyerek ekmeği kesmiş, götürmemiş O gece rüyasında bir adam buna der ki: “ Aman oğlum, sen bizim ekmeğimizi niye kestin ? Baban bize kırk yıl ekmek getirdi, sen neden acizlendin ? “ Ertesi sabah erkenden üç ekmek alan padişahın oğlu kabristana gider.Ekmeği uzattıktan sonra delik genişleyip çocuğu içine alır, sonra delik kapanır,Çocuk bakar ki, temiz bir odada üç tane hoca oturmaktadır.Hocalar buna “ Hoş Geldin” derler ve sorarlar : “ Aman oğlum, bizim ekmeğimizi neden kestin ?” “ Aman hocam, benim cahilliğime sayın.Burada ekmekleri fare yiyor diye kestim, beni affedin.Beni dünya yüzüne çıkartın de her gün sizin üç ekmeğinizi getireyim.Peki hocam, sizlerin burada vazifesi nedir ?” Hocalar sırayla vazifelerinin ne olduğunu söylerler : “Ben, bugün vadesi dolanların defterini silerim.” “Benin vazifem de doğanları yazmaktır.” “Ben de filanın kızını filanın oğluna yazarım.” Delikanlı bunları öğrendikten sonra, bekar olduğu için son konuşan hocaya sorar : “ Hocam, söylemesi ayıp, ben bekarım.Bana kimin kıznı yazdınız, söyleyebilir misiniz ?” Hoca defteri açtıktan sonra der ki : “Oğlum, İstanbul da filan mahallede, filan numaralı evde bir çoban var.Onun üç günlük kızını sana yazdım.” Ben 15-20 yaşındayım, bu çocuk daha yeni doğmuş, ben bu yazıyı bozacağım.Kalkar İstanbul a gider. Hocanın dediği mahalleye gidip çobanın evini bulur.Kapıdaki sakız kilidini açıp içeriye girer.Beşikte uyuyan kızı görünce belindeki saldırmasını çekip çocuğa üç defa saplar : “ Bakalım bu kız bana nasıl yazarlarmış !” Oradan çıkıp doğruca memleketine gelir. Çobanın karısı da kocasına yemek götürmüş, zavallı anne gelince kızını kanlar içinde görür.Ama daha çocuk ölmemiş, hemen hastaneye kaldırırlar.Cenabı Allah buna ömür verir, öldürmez.Fakat bu işi yapanı bir türlü öğrenemezler . Aradan uzun zaman geçer, fakat padişahın oğlu bir türlü evlenemez.Kimini bu beğenmez, kimisi de bunu beğenmez. “Hanım, biz bu denekle gezdikten sonra İstanbul da çobanlık yapacağımıza Ankara da yaparız.” Eşyalarını bir eşeğe yükleyip kızını, oğlunu alıp yola düşerler.Günlerce sonra padişah oğlunun olduğu şehre gelir.Padişah oğlunun çayırının yanına inip çadırlarını kurarlar.Hayvanları da çayıra otlatmaya salıverirler. Padişahın oğlu sarayın penceresinden bakarken çayırdaki hayvanları görünce : “ Benim korkumdan buralara kimseler gelmezdi, kim bunlar ?” diye kalkıp çayırına doğru gelir.Çadırın önünden geçerken içeride bir kız görür.Bu kız buna dünya güzeli görünür.Çobana sorar : “ Babacığım, sen nerelisin ?” “ ben filan yerde çobandım, burada da bir çobanlık bulursam gireceğim.” “ Peki sen hayvanlarını burada otlat.” Oğlan hemen annesine gelir : “Aman ana, bizim çayıra bir çoban gelmiş, bir de kızı var ki dünya güzeli.Bir eşi daha bulunmaz.Git, bir de sen bak, belki bana güzel görünmüştür.Bunu bir öğren, bana da acele bir haber….” Anası gidip kızı görür ki hakikaten ayın on dördü gibi şölve veriyor. Birkaç gün sonra bu kıza dünürcü olurlar, çobanın kızını toy düğün edip padişahın oğluna verirler. O gece padişahın oğlu bakar ki kızın yüzü güzelliği vücudunda yok !Sorar : “ Hanım, sen küçüklüğünde anmış mısın bu yara izleri ne böyle ?” “ Aman sultanım, ben küçükken, düşman tarafından üç bıcak yarası ile öldürülmek istenmişim.Doktorlar yaralarımı dikmişler, ameliyat etmişler.Öldürmeyen Allah öldürmemiş.Yaralarım da tamamen iyi oldu.Gövdemde ki dikişler bundan ileri geliyor.” “ Amenna ve saddakna ya Resulullah, hakikaten de yazılan bazı bozulmamış.” Diyen padişah oğlu hanımına dönüp der ki : “ Ya hanım, onu ben yaptım.” HANİ YA BACIMIN AYAĞI Bir varmış, bir yokmuş… Bir adamın bir kızı ile bir oğlu varmış.Bu çocukların anaları ölmüş, babaları yeniden evlenmiş.Analık bunlara ne ekmek veriyor, ne aş.Bu çocukların da analarından kalma bir inekleri var, bunu alıp otlatmaya götürürler.İnek beslendik0çe bol bol süt verir, çocuklar da bu sütle karınlarını doyururlar.Bu çoçuklar adamakıllı etlenirler, bığıl bığıl olurlar.Analığın da bir çocuğu var, o da sararıp soluyor.Analığı bir düşünce alıyor : “ Ben bunlara ekmek vermiyorum, su vermiyorum ; bunlar bığıl bığıl bitiyor, bizim çocukta dünyadan yitiyor.Ne olacak.” Analık bu çocukları kolluyor, bakıyor ki ineği emiyorlar.Akşam olup da çocuklar eve gelince analık kocasına diyor ki : “ Ben hasta oldum.” “ Ne olacak Şimdi ?” “ İneği kesersen iyi olurum.” “ İnek, çocukların analarından kaldı, niye kestiriyorsun ?” “Yok, kesilirse iyi olacağım.” Adam ineği keser, çocuklar da aç kalırlar.Çocuklar sağa sola bir iki dolanırsa da yiyecek bir şey bulamazlar. Bir gün babaları bu çocukları alıp bir yere bırakıp gelir.Bu iki kardeş bir müddet böyle giderler.Oğlan sorar : “ Abla, ben susadım, şurdan su içeceğim.” “ İçme, su canavar izinde göllenmiş içersen canavar olursun.” Biraz daha giderler, bir geyik izine raslarlar.Çocuk dayanamayıp geyik izinden su içer.Hemen tepsinde bir çift boynuz biter, oğlan bir geyik olur.Geyikle kız kardeşi gide gide bir köyün çeşmesine varırlar. “ Eğil selvi kavağım eğil.” Der kız, kavak eğilir, başına çıkar.” Doğrul selvi kavağım doğrul.” Der kavak doğrulur.Geyik de dağlara çıkar, gider. Padişahın oğlu atını sulama gelir.Kızın şavkı suya vurduğu için at yanaşıp da su içmes.Padişahın oğlu o yana bakar, bu ana bakar, bir şey göremez.Bir de yukarıya bakar ki ne görsün, ayın on dördü gibi bir kız parlıyor. Orada padişahın oğlunun aklı bokuna karışır,düşüp bayılır.Gelip padişahın oğlunu ayıktırırlar.Padişah emir verir ki kavak kesilecek.Baltasını alan, nacağını alan kavağı kesmeye başlar, Keserler, kavağı o gün deviremezler.O gece geyik gelip diliyle kavağı yalar, büsbütün eder.Geyik geçip gider.Devresi gün yine kavağı kesmeye gelirler, bakarlar ki kavak eskisi gibi olmuş. Bir cadı karısı gelir : “ Durun siz onu indiremezsiniz.Siz gidin.Ben onu indiririm.Bana biraz un, bir tekne, bir saç, bir de saç ayak getirin.” Gidip cadı karısının istediklerini getirirler.Cadı karısı başlar iş görmeye.Saçayağını ters kurar, teknenin tersinden hamur yoğurmaya başlar, sacı ters kurar.Kız dayanamayıp ağaçtan seslenir : “ Nene nene, ne ediyorsun, tersine mi ediyorsun ?” “ Ah kızım gözlerim görmüyor, in gel de buraları düzelrt git.” “ Kız eğil selvi kavağım eğil.” Deyince kavak eğilir,kız iner.Başlar tekneği doğrultmaya, sacı, sacayağını doğrultmaya.Hemen kızın etrafını sarıp kızı yakalarlar.Kız “ Doğrul kavağım doğrul” derse de kavak doğrulur, kız aşağıda kalır.Padişahın oğlu da kızı alıp gider. Kırk gün kırk gece toy düğün edip gerdeğe atarlar.Bir hafta sonra halayık ile köyün kenarında ki göle çamaşır yıkamaya giderler.çamaşırı yıkadıktan sonra halayığa der ki: “ besleme gel sen beni yıka, hamam yaptır ; sırtımı oğala .” Hemen elbiselerini hamamlıkta soyunur.Besleme yıkarken ayağıyla göle iteleyiverir, göldeki bir alabalık da bunu yutar. Besleme kızın elbiselerini giyip eve gelir.Padişahın oğlu zanneder ki hanımı, halbuki besleme.Onlar evde otururken geyik bacaya gelir, başlar saymaya: “ Şu eniştemin ayağı, şu beslemenin ayağı ; hani ya bacımın ayağı, hani ya bacımın ayağı ?” Besleme padişahın oğluna der ki : “ Kalk şu geyiği cellat et !” “ Niye, o senin kardeşin değil mi ?” “ Yok, o benim kardeşim filan değil.” Padişahın oğlu kalkar, asker düzer.Yarındası gece geyik yine gelir, Fakat etrafı sarılı : “ Bu kel halayığın ayağı, bu da eniştemin ayağı ; hani ya bacımın ayağı, hanı ya bacımın ayağı ?” deyince etrafı saran askerler geyiği yakalar.Cellatlar hazır, bıçaklar hazırlanmış.Geyik eniştesine der ki : “ Bana biraz müsaade et.” “ Hay hay edeyim.” Geyik gölün kenarına gider, padişahın oğlu da arkasında.Geyik göle döner : “ Usturalar gılevlendi,” Boynuma “Gel” eylendi, Ne durursun bacım, ne durursun Çık gel.” Der.Gölden de cevap gelir : “ Kel halayık yitti beni, Alabalık yuttu beni, Sultan Süleyman kuçağımda, Altın tas elinde, Nasıl çıkayım kardeş, nasıl çıkayım.” Padişahın oğlu bu konuşmaları işitir.Ertesi gün bütün gölü boşalttırır, içinden bir alabalık çıkar.Alabalığın karnını yararlar, içinden hanımı çıkar. Elbise giydirirler, evlerine dönerler.Kel halayığa da derler ki : “ Eğri saplı bıçak gerdanına ağrasın, deli katırla giderim.” Maya kazanını deli katırın kuyruğuna bağlarlar, kel halayığı da içine bindirirler; deli katırı bir kamçı vurup havalandırırlar.Kel halayığın en büyük pırtığı kulak kadar kalır. Sizlere sağlık, bize selamet. PADİŞAHIN KONUŞMAYAN KIZI Bir varmış bir yokmuş...Bir padişahın dünya güzeli bir kızı varmış. Fakat bu kız hiç konuşmazmış. Bir gün padişah tellal bağırttırır: “Kızımı kim konuşturursa ona vereceğim.” Bir adamın da üç oğlu varmış. Bu ilanı duyan küçük oğlu “Ben bu kızı konuştururum.diye vaat ederek padişahın huzuruna çıkar. Herkes toplanmış, padişahın kızı da bir perdenin gerisinde oturuyormuş. Bu oğlan anlatmaya başlar: “Efendim, biz üç kardeş idik. Babamız, her birimizi ayrı mesleklere verdi. Büyüğümüzü marangoz yanına, ortancamızı terzi yanına verdi. Beni de bir hocanın yanına hafızlığa gönderdi. Kardeşlerim marangoz ve terzi oldular, ben de hoca oldum. Babamızın işi rast gitmedi iflas etti.bize dedi ki:” “Oğullarım bundan sonra siz kazanıp getirin , hep birlikte yiyelim.” O gece biz, üçümüz de yola çıktık. Epey gittikten sonra gece yarısı bir yerde uyumaya karar verdik. İkimiz uyuyacak, birimiz de nöbet tutacaktı. Evvela marangoz olan kardeşimiz nöbete kaldı. Nöbet sırasında etraftaki ağaçlardan birini keserek ondan güzel bir kız heykeli yapıyor. Terzi olan kardeşiyim de nöbetinde bu heykele elbiseler kesip dikiyor. Ben de nöbetimde, bu heykele can vermesi için Allah’a yalvardım. “Allah’ım, buna bir can ver de kardeşlerimin yanında benim yüzümü kara etme.” Diye yalvardım. Duam kabul oldu,. Heykel canlandı. Sabah olunca üçümüz kavgaya başladık. Hepimiz, kızın kendisine ait olduğunu söylüyorduk. Evet padişahım, siz söyleyin, bu kız hangimizin? Siz daha iyi bilirsiniz. Yoksa biz birbirimiz öldüreceğiz. Vezir “Marangozundur.” Lala “Hocanındır.” “Terzinindir.” Derken bir karara varamazlar. Bu adara kız dayanamaz, perdenin altından seslenir.: Padişahım sağ olsun, kız büyük kardeşindir, marangozundur, ilk yapan marangozdur. Çocuk hemen padişaha der ki: “Padişahım, kızınızı konuşturdum.” “Hayır o konuşmadı, başkasının sesiydi.” “Konuştu padişahım.” “Konuşmadı” çocuk kızı konuşturmak için yeniden anlatmaya başlar: “Yalnız, sözüm bitince kimse cevap vermeyecek... Büyük kardeşimize bir zenginin kızını istedir. Bize “Fakir “ diye kızlarını vermediler.aradan zaman geçti. Biz o adamdan daha zengin olduk. Aynı kızı bu sefer küçük kardeşimize istedik, büyüğünü başka bir kızla evlendirmiştik Küçük kardeşime kızı verdiler. Düğünden bir iki ay sonra kızı babası evine gerilik’e göndereceğiz. Babamız gelini büyük kardeşimizle yolladı. Bunlar yola çıkınca kızın kocası şüphelenmeye başlar: “Bu kardeşim bu kızı istemişti de vermedilerdi, kardeşim aileme bir hakaret eder mi? Diye arkalarından yola koyuluyor. Hava çok sıcak olduğu için öndekiler, bir su kenarına inerler. Büyük oğlan kıza der ki: “Sen burada dur da ben biraz dolaşayım.” Büyük kardeşim gidip suya girer, yıkanır. Bu yıkanırken küçük kardeşim gelip bunu görür: “Tamam, bu beni aileme ırz noksanlığı yaptı, şimdi de burada yıkanıyor.” Nasıl kılıçlarını çekiyorlarsa bir birlerinin boyunlarından vurup kafalarını uçururlar. Kız gelir ki ikisinin de boyunları vurulmuş orada yatıyorlar. Kız ağlayarak büyüğün kellesini küçüğün gövdesine küçüğün kellesini büyüğün, gövdesine birleştirip Allah’a yalvarıyor. Duası kabul oluyor, kardeşlerimin ikisi de ayağa kalkıyorlar. Ama küçüğün gövdesi büyüğün, büyüğün gövdesi küçüğün oldu. Padişahım, bu kız hangi kardeşindir.? Gövdesi büyük kardeşe ait olanın mı, başı büyük kardeşe ait olanın mı?” Yine herkes bu fikir ileri sürer. Kız da perdenin arkasından seslenir: Gövde kimde ise kız onundur, kalp nerede ise vücut oradadır, başta hiçbir şey yoktur.” Demesi üzerine delikanlı padişaha seslenir: “Padişahım, sözünüzde durunuz; bakın, kızınızı söylettim.” “Peki oğlum, kızı sana verdim, al git” padişahın kızını konuşturup alan delikanlı kardeşiyle beraber evlerine gitmek için saraydan ayrılırlar. Bir köprüye gelince kızı konuşturan çocuk kardeşine: “Burada seninle ayrılalım.” Der. “Nasıl ayrılalım.?” Kızı bacaklarından asan oğlan kılıcı çeker. Kızın vücudunun yarısını göstererek: “Kardeşim, buraya kadar benim, gerisi senin. Bu kıza ortağız, kızı ikiye böleceğiz. Büyük kardeşi “Kızı bölme, senin olsun.” Diye ne kadar ısrar ederse de küçük.: “Sen benim işime karışma, der ben bilirim yapacağım.” Hemen nasıl kılıcını çekerse kız bir “öhh” eder. Ağzından bir yılan çıkar, hemen öldürürler. Meğer, bu kızı ne kadar kocaya vermişlerse, yılan gece kızın ağzından çıkar güveyi öldürürmüş. Kız da bu yüzden konuşmazmış. Bu sebepten kimse de kızı almazmış. Bunlar babalarının köyünde kırk gün, kırk gece düğün yaparlar, ikisini gerdeğe atarlar, bunlar öyle bir sarılma sarılırlar ki, Bayburt’tan dalavereci, Kelkit’ten baltacı, Erzurum’dan tezekçi, Erzincan’dan dalavereci, Kemah’tan laz birikse bunları ayıramazlar.
  3. _asi_

    Gümüşhane Destanları

    GÜMÜŞHANE DESTANLARI GÜMÜŞHANE’Lİ İNCE BEKİR Ateşin çevresinde toplanmışlardı Yüzlerine, kocaman alevlerin kırmızılığı vuruyordu.Yorgun oldukları belliydi. Fakat neşelerinden hiçbir şey kaybetmiş değillerdi.Dev yapılı olanı, pala bıyıklarıyla bir süre oynadıktan sonra : -Söyle bakalım Gümüşhane’li dedi. Yarın ne yapacağız ? Düşmanı bozguna uğratabilecek miyiz ? Sultan Gavrı’nın çok güçlü olduğu söyleniyor… “Gümüşhaneli “ diye hitap edilen yiğit bir süre ötekinin yüzüne bakarak : - Ben ne bilirim ağam ? diye cevap verdi. Başka birisi gevrek gevrek güldükten sonra : - Haydi haydi uzun etme Gümüşhaneli,diye söze karıştı.Senin tahminlerin hep doğru çıkar kaç defa denedik Diğerleri de bu sözleri tasdik ettiler. Gerçekten Gümüşhaneli ince Bekir’i bir çok defa denemişlerdi.Onda hiç kimsede olmayan kuvvetli bir ön sezi vardı.Buna altıncı duyguda denebilirdi. İnce Bekir, aralarında en genciydi.Fakat yiğitliğini bir çok defa ispat etmişti.Garip bir vucut yapısı vardı İnce Bekir’in.Onun elli kiloluk bir topuzu incecik kollarıyla bir çomak gibi salladığını görüp hayret etmemek imkansızdı.Çok ince yapılı, çok uzun boylu bir gençti.Ondan söz ederlerken : “ Söğüt dalı gibi “ veya “Kavak gibi” deyimlerini kullanırlardı.Tersine çevrilmiş bir ünlem işareti gibiydi. Kocaman bir kafası,kulaklarına kadar uzanan gür bıyıkları, çok kalın kaşları vardı. Saçlarını devamlı olarak usturayla traş ederdi.Gövdesi gibi bacakları ve kolları çok inceydi.Fakat, onunla hiç kimse bilek yarışması yapamazdı.Dev yapılı olanlar bile ona yenilmekten kurtulamazdı. İnce Bekir, bir süre düşündükten sonra : - Yarınki savaş dört saatten çok sürmeyecek, diye cevap verdi.Mısırlı Sultanı perişan edeceğiz. Orada oturanlar, bu sözlere kahkahalarla güldüler.Bu sefer ince Bekir, mübalağa ediyordu.Ordusunun gücünü ispat etmiş olan Mısır Sultanı Gavri’nin bu kadar kısa zamanda yenilmesini imkansız olarak görüyorlardı. 1516 yılı yaz mevsimi başlangıcında İstanbul’dan ordusuyla beraber ayrılan Yavuz Sultan Selim, bütün Anadolu’yu baştan başa geçtikten sonra, iki ayda Gaziantep’e kadar gelmiştir.Şehrin hakimi Yunus Bey, kalenin anahtarını Yavuz Sultan Selim’e teslim etmişti. Ağustos ayının son günlerinde Gaziantep’ten ayrılan Yavuz Sultan Selim, devamlı bir yürüyüşle Haleb’in yakınına, Mercidabık ovasına sokulmuştu.O gece, bir baskına kurban düşmemek için askerin uyumamasını emretmiş,vezirlerini ve komutanlarını çadırına toplamıştı. Ertesi gün Türk Ordusuyla, Mısır ordusu karşı karşıya geldi.Komutayı Yavuz Sultan Selim almıştı.Sadrazam Sinan Paşa’nın emrindeki kuvvetler yedekte bekliyordu. İNCE BEKİR’İN KILICI Gümüşhaneli İnce Bekir de, bu birliklerin arsındaydi.Arkadaşlarıyla beraber yedekte durdukça sabırsızlanıyordu.Padişahın emri gelip de,harekete geçilince, çocuklar gibi sevindi.Enli palasını başının üzerinde sallayarak, ileriye atıldı.Sadrazam Sinan Paşa da, askerlerin coşturan naralar atıyordu.İnce Bekir, karşısına çıkan her düşman askerini bir vuruşta ikiye bölüyordu.Atını olduğu yerde sağa sola döndürüyor, bir kesilecek kelle arıyordu. KORKUNÇ SAVAŞ Sultan Kansu Gavri, süvari birlikleriyle, ordumuzun kanatlarına saldırmaya başladı.Bu taktikte başarılı olduğunu görünce, bütün ağırlığını her iki yana verdi.Böylece kanlı, korkunç bir savaş başladı.Bu şiddetli saldırılar etkisini gösterdi.Yan birliklerimizde bozgunluk işareti belirdi.Bunu farkeden Yavuz Sultan Salim, Sadrazam Sinan Paşa’nın emrindeki yedek kuveti bu tarafa sevk etti. PANİK BAŞLIYOR Bu şiddetli saldırı, Mısır Ordusunun geçici başarısını gölgeledi.Biraz sonra da yok etti.Bu sırada Mısır Askerleri paniğe kapıldılar.Sultan Yavuz Salim, düşmanın toparlanmasına fırsat vermedi.Saldırıların tazelenip, şiddetlenmesini emretti.Düşman ordusu, bu amansız saldırıya daha çok dayanamadı.Perişan bir durumda gerilemeye başladı.Sonra da dağınık bir halde kaçtı. EN ÖNDEYDİ Gümüşhaneli İnce Bekir, takipçilerin en önündeydi.Arkasından yetiştiği her düşman askerini cansız bir halde yere seriyordu. Diğerlerini de ondan farksızdılar.Coşmuşlar, çevrelerine ölüm saçıyorlardı. Gümüşhaneli İnce Bekir’in tahmini bir kere daha doğru çıkmış, savaş tam dört saat sürmüştü.Bu kısa süre içinde, elli bin kişilik Mısır ordusu, tamamıyla yok olmuştu.
  4. _asi_

    Gümüşhane Mutfağı

    YÖRESEL YEMEK VE TADLAR PESTİL Malzemeler : Taze dut, toz şeker, bal, süt, un, ceviziçi, fındık içi, fıstıkiçi Yapılışı : Dutlar büyük bir kazan içerisinde kaynatılır. Daha sonra posası süzülerek suyu çıkarılır. Cevizler kırılıp içleri ayıklanır, dövmeç yapılır ya da ceviz içi bıçaklarla küçük olarak hazırlanır. Ceviz yerine fındık içi de kullanılabilir. Ocak yakılarak kazana su konulur. Başka bir kazana şıra da denilen su konulduktan sonra, daha önceden hazırlanan un, şıra ile karıştırılır. Bu karışım bir tokaç yardımıyla yapılır. Devamlı olarak karıştırılan bulamaca süt veya bal eklenerek karıştırılmaya devam edilir. Bu karıştırma işlemine belli bir kıvama gelinceye kadar devam edilir. Pestil herlesinin en iyi şekilde olması için bu karışımın dibine tutmaması gerekir. Hazırlanan herle serilmeye hazır hale gelir. Pestil bol güneş alan düz bir alana hazırlanan bez (veya bezler) üzerine dökülüp, daha önceden hazırlanmış olan ceviz ve ya fındık içleri de eklenerek şimşir ya da el kevgiri yardımı ile ince ince yayılır. Bu işleme herle bitinceye kadar devam edilir. Yayma işlemi bitirildikten sonra pestilin kuruması beklenir. Bez üzerinde kuruyan pestil bir gün sonra bezlerden çekilme işlemi ile devam eder. Çekilme işlemi; çekilecek olan bez ters yüz edilerek temiz bir bez üzerine yayılır. Suyla ıslatılan bir parça ile ters çevrilmiş pestil bezi ıslatılır. Islatma işlemi bitince bezin pestil serilmiş yüzü çevrilir. Bez ıslatılmış olduğu için el yardımıyla pestil ve bez birbirinden kolayca ayrılır. Bezden ayrılan pestil güneşli bir alana serilerek hafifçe kurumaya bırakılır. Pestiller çıtır çıtır halde iken toplanır ve katlanır. Pestil uzun kış aylarında, komşu sohbetlerinde ikram edilmek, hediye edilmek için tenekelere basılarak saklanır. KÖME Malzemeler : Taze dut, toz şeker, bal, süt, un, ceviziçi, fındık içi, fıstıkiçi Yapılışı : Dutlar büyük bir kazan içerisinde kaynatılır. Daha sonra posası süzülerek suyu çıkarılır ve herle elde edilir. Cevizler ipe dizilir. Ceviz yerine fındık içi de kullanılabilir. Ocak yakılarak kazana su konulur. Başka bir kazana şıra da denilen su konulduktan sonra, daha önceden hazırlanan un, şıra ile karıştırılır. Bu karışım bir tokaç yardımıyla yapılır. Devamlı olarak karıştırılan bulamaca süt veya bal eklenerek karıştırılmaya devam edilir. Bu karıştırma işlemine belli bir kıvama gelinceye kadar devam edilir. Köme herlesinin en iyi şekilde olması için bu karışımın dibine tutmaması gerekir. Hazırlanan ipe dizilmiş cevizler herleye batırılır ve kurutulur bu işlem 3-4 defa tekrarlanır. Herle içine batırılan Köme kurutularak hazır hale getirilir. Afiyet olsun... KUŞBURNU ÇORBASI Malzemeler : 500 gr. kuşburnu, 1 yemek kaşığı tereyağı, 2 yemek kaşığı un, 1 lt. su 200 gr. kıyma, 1 tatlı kaşığı tuz, 1 tutam karabiber, kimyon ve nane. Yapılışı : Ayıklanıp yıkanan kuşburnular 1 lt. suda 30 dakika kaynatılır. Daha sonra kevgirden ve tel süzgeçten geçirilir. Diğer taraftan kıyma içerine tuz, karabiber, kimyon katılarak fındık büyüklüğünde köfteler hazırlanır ve bunlar suda kaynatılarak pişirilir. Bir tencereye tereyağı ve un konulur. Un kavruluncaya kadar karıştırılır. Bu karışımın içine hazırlanan kuşburnu suyu ilave edilir. 15 dakika süreyle karıştırılır. Hazırlanan köfteler ilave edilir. Çorba bir müddet kaynadıktan sonra ocaktan alınır. Kızarmış yağa nane katılarak üzerine dökülür. Sıcak sıcak servis yapılır. MANTI ÇORBASI Malzemeler : 500 gr.un, tuz, aldığı kadar su, 1 kaşık tereyağı, biraz nane, 3 yemek kaşığı süzme. Yapılışı : Un derin bir kaba konur, tuz atılır.Aldığı kadar su konur, yoğurulur.Biraz sıkı bir hamur yapılır.1 saat dinlendirilir. Bir tahta üzerinde merdane ile açılır (2 mm inceliğinde) biraz kurutulur ve şeritler halinde kesilir.(Genişliği 3 cm.) şeritler üst üste konur.Üçgen (dar üçgen) olarak kesilir. Tencereye biraz su koyulup kaynatılır. Mantının bir kasesi suya dökülür. Kaynayınca 10 dakika bekletilir.Bir ölçü tuz atılır, kenara alınır.Tereyağı tavaya erimeye konur.Bu arada süzme, bir tasta ezilir, sulandırılır ve çorbanın içine dökülür.Sonra kızdırılmış tereyağına biraz nane atılır.Karıştırılır ve çorbanın üstüne dökülür. GENDİME ÇORBASI Malzemeler : 1,5 Su Bardağı Gendime, 1 Su Bardağı Fasülye, 1 Su Bardağı Mısır, 1 Su Bardağı mısır Yarması, 1 1 kg yoğurt, 1 Tutam dere otu, 1 Yemek kaşığı tuz Yapılışı : Gendime, fasulye ve mısır yarması bir gün önceden suya konulur. Yoğurt hariç malzemenin hepsi katılarak üzerine çıkacak kadar su konulup pişirilir. Piştikten sonra soğumuş haline yoğurt katılarak dere otu ile süslenerek servis yapılır. Afiyet olsun. LEMİS Malzemeler : Un, tuz, ıspanak, pazı, patates, lor, maydanoz, yumurta, tereyağı Yapılışı : Derin bir kap içerisinde un su ile karıştırılarak hamur haline getirilir. Ağaç sini üzerinde hamur küçük yuvarlak parçalar halinde ayrılır. Ayrılan parçalar oklava ile yufka haline getirilir. Ayrıca ayıklanmış pazılar küçük küçük doğranarak bir kap içerisinde normal bir kıvamda haşlanır. Haşlanan pazılar kevgirle süzüldükten sonra tavada tereyağı ve yumurta ile birlikte kavrulur. Hafifçe soğuduktan sonra açılan yufkaların yarıdan katlanmış şekilde üzerine yeteri miktarda serilir. Ve yufka üzerine katlanarak kenarları parmak uçlarıyla sıkıştırılır. Normal ocak ateşi üzerine konan sac üzerine yeteri miktarda lemisler serilerek pişirilir. Pişirildikten sonra yemeye hazır hale gelen lemislerin üzerine yeteri miktarda tereyağı sürülerek servise sunulur. FIRIN ERİŞTE Yapılışı : Bir kap içerisine bir miktar un konulur, tuzu ve suyu koyularak karıştırılır,hamur haline getirilir.Sonra sofra üzerinde oklavayla ince bir şekle açılır ve ince dilimler halinde kıyıldıktan sonra tabağa koyularak fırında kızartılır.Fırından alındıktan sonra üzerine kaynamış şekerli su dökülür.Fazla şerbeti süzülür.Daha sonra tereyağı eritilir ve üzerine dökülür. BORANİ Malzemeler: Bir bağ ıspanak veya pazı, 1 adet yumurta, tereyağı, 2 adet soğan, 1 diş sarımsak, 1 kg. yoğurt ve yeterince tuz. Yapılışı : Ispanak veya pazı temizlenip ayıklandıktan sonra tencerede az su ilave edilerek haşlanır. Haşlanan ıspanaklar süzülür. Daha sonra suyu sıkılır. Bir baş soğan ince ince kıyılır. Tavaya bir miktar tereyağı koyarak soğan kavrulur. Daha sonra karışımın içine yumurta kırılır. Önceden hazırlanan ıspanak veya pazı tavanın içine katılır , tuz ilave edilerek ateş üzerinde 15 dakika pişirilir. Ateşte kavrulan ıspanaklar soğumaya bırakılır. Yoğurda sarımsak katılarak yoğurt çırpılır ,soğuyan ıspanağın üzerine dökülür, servis tabağına alınarak , eriyen tereyağını da üzerine ilave ederek servis yapılır. FASÜLYE BULGURLUSU (Pağla Denlisi) Malzemeler : 1 kg.fasulye, 3 büyük domates, 2 kuru soğan, tuz, pul biber,500 gr.küzüm eti, bir miktar sıvı yağ, pilavlık bulgur. Yapılışı : Fasulyeler yıkanıp, ayıklanır.Küçük küçük kırılır.Bir tencerede yağ eritilir, soğan ve biberler kavrulur.Domatesler kuşbaşı doğranarak ilave edilir.Fasulyeler tuz, biber ilave ediler biraz daha kavrulur.Daha sonra su ilave edilerek, bulgur katılır.Kaynamaya bırakılır.Pişince ateşten indirilir.Sıcak sıcak servis yapılır. EVELEK DOLMASI Malzemeler : 1 kase un, 1 çorba kaşığı tuz, 2 çorba kaşığı tereyağı (eritilmiş)yarım kg yoğurt, 1,5 kg evelik yaprağı, 500 gr. bulgur, 0.5 litre su. Yapılışı : Bir tencereye 250 gr su koyarak bulguru ilave edilir. Bulgur 10 dakika kadar haşlanır. Haşlandıktan sonra bir tabağa boşaltılır. Haşlanan bulgura 1 kase un bir çorba kaşığı tuz ilave edilerek yoğurulur. Daha önceden hazırlanmış olan eveliklerle sarılır. Tencereye dizilir. Üzerine su ilave edilerek sonra kaynayıncaya kadar pişirilir. Dolmamız piştikten sonra servis tabağına alınır. Üzerine bir yemek kaşığıyla yoğurt dökülür. Başka bir yemek kaşağıyla yoğurdun üzerine eritilmiş tereyağı gezdirilir. Evelikli yoğurtlu dolma servise hazırdır. HAŞIL Malzemeler : İnce Yarma Unu 1/2, 1 kg. Süt, Şeker 1/2 Yapılışı : Yarma Unu ile soğuk su tencereye konulup yavaş yavaş pişerken karıştırılır. Dibini almaması için devamlı karıştırılır. Tereyağı ve tuz koyulur. Piştikten sonra isteyen tereyağı ile isteyen ortası açılarak toz şeker katarak kaynatılan süt koyularak afiyetle servis yapılır. BURMA TATLISI Malzemeler : 1 Yumurta, 1 Çay Bardağı Süt, 2 kaşık yoğurt, 350 gr tereyağ, 1 tatlı kaşığı sirke, 1 tutam tuz, 250 gr nişasta, 500gr şeker, Yarım çay bardağı sıvı yağ, Alabildiği kadar un, 50 gr şam fıstığı, 500 gr ceviz Yapılışı: Bütün malzemeler karıştırılıp, kulak memesi yumuşaklığında hamur yapılır. Küçük bezeler ayrılıp, mısır nişastası ve un karışımı ile yufkalar açılır. Yufkanın içerisine bolca ceviz serilip, oklavaya sarılarak burulup, tepsiye dizilir. Hamurun tamamı bu şekilde açılıp, tepsiye yerleştirilir. Bir gün bekletilip, 300 gram tereyağı ile 1 çay bardağı sıvı yağ eritilip sıcak sıcak burmaların üzerine gezdirilip fırına verilir. Fırından çıktıktan sonra daha önce hazırlanıp soğutulmuş şerbet burmaların üzerine dökülür. Üzerine şam fıstığı dökülerek servise sunulur. KANZILI BÖREK Malzemeler : 2 kg un, 200 gr ceviz, 1/2 süt, 100 gr yağ, 1 Çorba kaşığı tuz, 100 gr bal, 200 gr şeker Yapılışı : Süt ve un birbirine iyice karıştırılarak yoğurulur. Sonra yufka açılır. Bu yufkalar sacın üzerinde pişirilir. Daha sonra bu yufkalar ıslatılarak beze serilir. Yağlanmış tavaya üç kat yufka üzerine kırılmış ceviz veşeker karışımı dökülür. Bu olay tava doluncaya kadar yapılır. Bunlar çevirilerek tavada pişirilir. Sonra üzerine bal dökülerek nuska şeklinde kesilerek servis yapılır. SİRON Malzemeler : Un, tuz, su, süzme, tereyağı, ceviz. Yapılışı : derin bir kap içerisine bir miktar su konulur. Un, tuz ve su karışımı ile yufka yapılır. Yufkalar 3-4 cm. genişliğinde şerit halinde kesilir. Kesilen yufkalar katlanarak kurutulur. Kurutulduktan sonra düz tepsiye yan yana dizilir. Diğer taraftan süzme, su ile ezilir, ateşte ısınıncaya kadar pişirilir (kaynamamalı). Bu karışım sironun üzerine dökülür. Daha sonra eritilen tereyağı sironun üzerine dökülür. Ayrıca bir kap içerisinde ayıklanmış ceviz içi dövülerek üzerine serpilerek servis yapılır.
  5. _asi_

    Gümüşhane Tarihçe

    TARİHÇE Doğuda Bizer ve Muşkilerin yaşadığı Skidides ile batıda Pariyadres dağlarına uzanan ve Güneyde Satala (Sadak) ovası ile çevrili Gümüşhane bölgesinde tam bir kavimler mozaiği oluşmuştur. Yapılan araştırmalarda elde edilen buluntular ancak M.Ö. 3000-2000 arasına tarihlenen ilk Tunç Çağı’nın aydınlatılmasına yardımcı olmaktadır. Bulunduğu coğrafi konum itibariyle tarihisel olaylar karşısında daima tampon bölge olarak kalan Gümüşhane’de mimari eserlerin çoğu günümüze ulaşamamıştır. Kapadokya yazılı kaynaklarında bir zenginlik kaynağı olarak sık sık adı geçen ve yoğun ticari ilişkilere konu olduğu belirtilen gümüşün, Asur koloni dönemindeki yoğun çıkarımlar nedeniyle yataklar zenginliklerini büyük ölçüde yitirmiş ve eski çıkarım izleri hemen hemen silinmiştir. Gümüşhane yöresinin Azzi ülkesi adıyla, güneyinden Suşehri’ne kadar uzanan topraklarına ise Hayaşa ülkesi olarak anıldığı Hititler zamanında zenginlik kaynağı yine gümüştür. Hititler alışverişte değer ölçüsü olarak gümüşü kullanıyorlardı. Hitit İmparatorluğu gerek batıdan gelen Frigllerin ve gerekse kuzey komşuları Kaşkarların saldırıları sonucu zayıflayınca Urartular bölgeye hakim oldular. (M.Ö. 860) Asurların zayıflamasından da faydalanan Urartular bölgedeki nüfuzlarını artırdılar. Aynı yıllarda Ege adalarında ticaretle uğraşan Argonotlar “Konuk kabul etmeyen hırçın deniz” diye tabir ettikleri Karadeniz’in madenleriyle ünlü yöresine koloniler kurdular. (M.Ö. 756) Böylece Gümüşhane yöresi madenleri de uygarlığa açılmıştır. Bu gelişmeyle birlikte Urartu kültürü ve maden işçiliği Argonotlar aracılığıyla Ege adalarına dek yayıldı. M.Ö. 560’ lı yıllarda Medler Gümüşhane yöresini ele geçirdiler. Ancak Medler yine aynı sülaleden gelen Ahamemiş sülalesinden II.Kiros (Kuraş) ‘ın başkaldırısı ile yıkılmış ve M.Ö. 550 de Pers Krallığı kurulmuştur. Gümüşhane’de bu sınırlar içinde olup yılda 300 gümüş talen vergi ödemekle yükümlü tutulmuştur. Persler Yunanlılarla yaptıkları savaşlarda yöre insanını da kullanmış, nitekim Kserkes’in M.Ö 480’de Yunanistan’a yaptığı sefere Khalip (Khaledi-Haldi= Gümüşhane, Trabzon ve çevresinde yaşadığı belirtilen halk ) Askerleri de katılmıştır. Heredot bu seferde Khaliplerin küçük kalkanlar, kısa mızraklar ve eğri kılıçlarla donandığını yazmaktadır. Bazı kaynaklar ise bu sefere Çoruh Havzasında yaşayan Muşkillerin katıldığını kaydederler. İmparator II. Artakserkses döneminde (M.Ö.400 ) Bölgeyi güneyden kuzeye dolaşmış olan tarihçi Ksenefon ise, Pers ordusunda paralı askerlik yapan Makedonyallıların Babil yöresinde Karduklara yenildiklerini, daha sonra ki geri çekilme sırassında Gümüşhane yöresinden de geç tiklerini yazmaktadır. M.Ö 350’lerde zayıflamaya başlayan Pers İmparatorluğu’na Makedonya Kralı Büyük İskender son verdi. (M.Ö. 334 ve 331 ) İskender orduları Gümüşhane yörelerine kadar uzanamadılar Yöre bu yüzden M.Ö 4.yüzyıl başında siyasal bir boşluğun içine düştü. Büyük İskender’in hakimlerinden Flikos’un Gümüşhane’de gümüş madeni bulması üzerine buraya önem verdiği söylenir. Ege adalarından biri olan Kios adasının tiranı Mitridates Ktistes doğuda İris (Yeşilırmak) ve Lykos (Kelkit) havzasına dek uzanan toprakları ele geçirdi. (M.Ö.301 ) Pontos Krallığının kurucusu olan 1.Mitridates öldükten sonra yerine oğulları geçti. vunma üstünlüğünü korumak için yüzlerce kale yapıldı. Ordunun zor duruma düştüğü zamanlarda da bu dağlık bölgeye iyi bir saklanma yeri oluyordu. Pontos Krallığının üstünlüğü Kerona savaşında sarsılınca iç çalkantılar başlamış, Lykos (Kelkit) yakınlarındaki Kabira dolaylarında Romalılarla yapılan ikinci büyük savaşta da yenilince Gümüşhane dağlarına çekilmişlerdir . Yöredeki Roma hakimiyeti M.Ö.20. yılda başlamış ve M.S. 395’lere kadar devam etmiş.Kavimler göçü neticesinde Roma İmparatorluğu Doğu ve Batı Roma diye ikiye ayrılınca Gümüşhane yöresi Doğu Roma (Bizans) sınırları içinde kalmıştır. Bzans İmparatorluğu döneminde Gümüşhane yöresi de Bzans-Hazar askeri işbirliğinde önemli rol oynamıştır. Kral Jüstinyen zamanında Keçi Kale Kalesi (Kale Bucağında) onartılmıştır. Roma ve Bizans dönemlerinde yörede kurulu kente Argyropolis adı verilmiştir.Yöredeki savaşların asıl sebepleri tarihi İpek Yolu üzerinde bulunması ve madenleri ile ün şyapmış olmasıdır. 7. ve 8. yüzyıllarda bölge birkaç defa el değiştirmiştir. Halife Hz. Ömer zamanında ( 634-644) Erzincan ve Erzurum Arapların eline geçince Gümüşhane’ de bu egemenliği tanıdı . Halife Hz. Osman zamanından, Emevi ve Abbasilere kadar olan dönem içerisinde el değiştiren yöre Çağrı Bey’ in 1016 yılında Anadolu’ya yaptığı ilk akın sırasında Türklerin eline geçmiştir. 1071 Malazgirt Savaşından sonra yöre Selçuklu Egemenliğine girmiş , son olarak da 1467 ‘de Akkoyunlular yörede egemen olmuşlardır. 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet’in Trabzon Rum İmparatorluğuna son vermesiyle bölgede Osmanlı etkisi görülmeye başlanmıştır. Gümüşhane, Trabzon Rum İmparatorluğunun fethedilmesinden sonra Osmanlı hakimiyetine girmiş ve bu hakimiyet 1461 ‘den 1467’ye kadar sürmüştür. Bu tarihten sonra Gümüşhane Akkoyunluların hakimiyetine girmiştir. Bu hakimiyet 1473 yılında Fatih ile Uzun Hasan arasında vuku bulunan Otluk beli savaşı ile sona ermiştir.1514 yılında Yavuz Sultan Selim tarafından kesin olarak alınmış ve Osmanlı topraklarına katılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman (1520/1566 ) İran Seferi sırasında Harşit Vadisinden geçerken Gümüş madeninin bulunduğu eski Gümüşhane yöresinin imar edilmesini emretmiş, böylece buraya 50 ev ve Süleymaniye Camii yapılmıştır. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı ile 7 Temmuz 1916 tarihinde Ruslar’ın doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz de yaptıkları işgaller ve bunun sonucundaki göçler Gümüşhane’de hayat bırakmamıştır. Ruslar 16 Temmuz 1916 da Bayburt’u aldıktan sonra yollarına devam ederek 19 (20) Temmuz 1916 günü Gümüşhane’ye girmişlerdir. Türk birlikleri fazla karşı koyamayınca Ruslar aynı gün Torul’a girmişlerdir. Böylece Trabzon yolu Ruslar’a açılmıştır. 22 Temmuz 1916 günü Kelkit üzerine yürüyen Rus Ordusu akşama doğru burayı ele geçirmiştir. Gümüşhane ve çevresi bu işgaller karşısında ve özellikle Ermeni zulmü altında ezilirken Rusya’da Bolşevik ihtilalinin çıkması ve iç çalkantılar sebebiyle Ruslar 18 Aralık 1917 Erzincan mütarekesini imzalamış ve ordularını geri çekmeyi kabul etmiştir. Ancak Ermeniler katliamlarına devam etmişlerdir. Bunun üzerine mütareke geçersiz sayılarak yeniden savaş başlamış ve bu suretle Torul 14 Şubat Gümüşhane 15 Şubat ve Kelkit 17 Şubat 1918 de Rus işgalinden kurtarılmıştır. Osmanlı hakimiyetinin ilk zamanlarında Erzurum eyaletine bağlı iken sonraları Trabzon’a bağlanan Gümüşhane sancağı 20 Nisan 1924 tarih ve 491 sayılı kanunun 89. maddesinde “Vilayet” başlığı altındaki kanunla 1925 yılında il olmuştur. 1925-1926 tarihli Trabzon salnamesinde “Gümüşhane Vilayeti merkez ilçe ile birlikte Bayburt, Kelkit, Torul ve Şiran olmak üzere 5 ilçe, 5 Bucak ve 377 köyden oluştuğu, 16943 evde 101153 kişinin yaşadığı şehirde hastane olmadığı… Vilayetin ticari durumunun Trabzon-Bayburt-Erzurum büyük yol üzerinde ve İran Transit yolu üzerinde bulunduğundan oldukça iyi olduğu, aslında tarım memleketi olan vilayetin bazı yerlerinde ürünleri yerel ihtiyacı karşılamadığından, halkın bir kısmının işçilik, meyvecilikle, katırcılıkla geçindiği” belirtilmektedir. Gümüşhane’nin il olması ile birlikte Ahmet DURMUŞ (Evren-Dilek) Bey Vali olarak atanmıştır. Cumhuriyet döneminin ilk Belediye Başkanı ise Osman Bey (Ataç) olup, 1922-1934 tarihleri arasında görev yapmıştır. Bayburt’un 1989 tarihinde il olması ve ayrıca yeni ilçelerin oluşturulması ile idari taksimata değişiklik meydana gelmiştir. 1988 yılında Köse 1990 yılında Kürtün ilçe olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde Gümüşhane’de yol ve köprü yapımına önem vermiş, tarım geliştirilmeye çalışılmıştır.
  6. _asi_

    Gümüşhane Coğrafi Yapısı

    COĞRAFİ KONUM Doğu Karadeniz Bölgesinde yer alan İlimiz doğusunda Bayburt, batısında Giresun, kuzeyinde Trabzon ve güneyinde Erzincan ile komşudur. Gümüşhane 38° 45' - 40° 12' doğu boylamları ile 39' 45' - 40' 50' kuzey enlemleri arasında olup,Yüzölçümü 6.575 kilometrekare , deniz seviyesinden yüksekliği ortalama 1210 metredir. Yeryüzü şekilleri bakımından Köse, Kelkit ve Şiran ilçelerinin yer aldığı güney kesimi yüksek bir plato özelliği gösterirken, Merkez, Torul ve Kürtün ilçelerini kapsayan kuzey kesimi oldukça engebelidir. Dar ve derin vadilerle birbirinden ayrılmış yüksek dağlar kuzeyin belirleyici özelliğidir. Gümüşhane’nin ünlü yaylaları da bu kesimde yer alır. İlin en yüksek noktası 3.331 metre ile Abdal Musa Tepesidir. Gümüşhane’nin içinden geçen Harşit ile Kelkit vadisini boydan boya kat eden Kelkit Çayı ilin başlıca akarsularıdır. Arazinin % 60’ını dağlar,% 29’unu platolar, % 11’ini ovalar teşkil etmektedir. Yer Şekilleri Gümüşhane ili yeryüzü şekilleri bakımından ele alındığında;ilin tamamen dağlarla kuşatılmış olduğu görülmektedir. Gümüşhane fiziki coğrafya özellikleri bakımından sınıflandırılacak olursa Kuzeyden Zigana – Trabzon Dağları (Çakır Göl Tepesi 3063 m.),Güneyden Çimen Dağları(Akdağ 2710 m.),Batıdan Giresun Dağları (Sarıyer Tepeleri 2919 m.) ile Kelkit ve Harşit Çayı vadilerinin daralma bölgeleri,Doğudan ise Pulur Dağları ve Soğanlı Dağları ile bu iki değişik kitlenin birbirine yaklaştığı kesimdeki eşiklerle çevrili olduğu gözlenir. Gümüşhane ve çevresinin yeryüzü şekilleri üç ana bölüm halinde incelenebilir. Bunlar;Ovalar,Vadiler ve Dağlık ( Yaylalar)alanlardır. Ancak Gümüşhane ve çevresinin Jeomorfoloji haritası incelendiğinde dengenin dağlardan yana fazlaca bozulmuş olduğu dikkati çeker. Dağlar İlin %59,6’lık bölümünü oluşturan dağlık alanlar genellikle il sınırları ile Kuzey kesimlerini kaplarlar. Bu dağlar sıradağların uzantıları şeklinde olup,iç kesimlere doğruda tek dağlar olarak bulunurlar. Oldukça engebeli bir arazi üzerinde yer alan Gümüşhane’nin Kuzeyi’ni Zigana Dağları ile Trabzon Dağlarının Güney kısımları oluşturmaktadır. Yine Kuzey yönünde derin yarılmış Karadeniz dağları ve Soğanlı Dağları Duvarı andıran sıralar halinde ili çevrelemektedir. Genel hatlarıyla ele alındığında Doğ-Batı doğrultusunda silsileler halinde devam eden Zigana Dağları ,Gümüşhane Dağları ve Çimen Dağları yukarıda ifade edilen şablona uymaktadır. Bunlardan başka yükseltileri 1800 m. ile 2700 m. arasında değişen ;Kostan Dağı,Teslim Dağı,Vauk Dağı ,Tersun Dağı ,Pöske Dağı, Soğanlı Dağları ile Gavur Dağları önemli yükseltiler arasında bulunmaktadır. Ayrıca merkez ilçede bulunan ve şehre ayrı bir görüntü veren yükseltileri 2000 m. civarında olan Kuşakkaya ve Alemdar Tepeleri de tek dağlar olarak alınabilir.Tüm bu dağlık kütleler içerisinde Gavur Dağı’nın ayrı bir yeri vardır. Çünkü bu saha buzullaşmaya yarayan ve buzullaşmanın izlerini günümüze kadar taşıyan ülkemizin de ender rastlanan alanlarından biridir. Gavur Dağları ;Doğu Karadeniz Dağları dahilinde olup,Pleistosen Buzullaşmasına uğramıştır. En yüksek zirvesi olan Abdal Musa Zirvesi (3331m.)Doğu Karadeniz Bölümünde yer alan Kaçkar Doruğundan (3932 m.)den sonra ikinci sırada gelmektedir. Gavur Dağları’nın diğer ilginç bir yönü ise dağın üzerinde taban yüksekliği 2720-2970m.arasında değişen 12 büyük sirk gurubunun tespit edilmiş olmasıdır Ayrıca bu sirk göllerinin yanı sıra buzul aşındırmasının delili olan sürgüler, hörgüç kayalar, tekne, vadiler ve modern depoları da bulunmaktadır. Ovalar Oldukça engebeli olan Gümüşhane arazisi içerisinde ovaların payı %11’dirBu alan içerisinde ise iki önemli ova yer almaktadır. Bunlar Kelkit ve Şiran ovalarıdır. Her iki ovanın toplam alanı il genelindeki ova oranının %8’ini oluşturmaktadır. Geri kalan %3’lük alan ise parçalanmış olarak,dağınık düzlük alanları ifade etmektedir. Kelkit Çayı vadi tabanını oluşturan ve Kelkit-Şiran ovaları olarak tanınan ovalardan Kelkit Ovası,yaklaşık 1450-1750m.ler arasında yer almaktadır. Doğuda Mormuş Düzlüğü üzerinde bir eşik ile Bayburt Ovasından ayrılan Kelkit Ovası,Doğu-Batı yönünde eğimli olup,toplam yüzölçümü 280 km2 kadardır. Pleistosene ait eski alüvyonların hakim olduğu Kelkit Ovası ,batıda engebeli bir saha ile Şiran Ovası’ndan ayrılmıştır. Şiran Çayının drenaj alanının oluşturan Şiran Ovası yaklaşık 1250-1500 m’ ler arasında yer alır. Eosen yaşlı flişlerin yaygın olduğu ovanın yüzölçümü 256 km2’yi bulur. Söz konusu her iki ovanın toplam yüzölçümleri 536 km2 olup ,6575 km2’lik il yüzölçümü içerisinde kayda değer bir yer tutmaktadır. Yaylalar-Platolar Kabaca akarsular tarafından derince yarılmış,yüksek düzlükler olarak adlandırabileceğimiz Platolar-Yaylalar il genelinde oldukça önemli yer tutarlar. (%29.4) Genel arazi yapısı içerisinde Plato-Yaylaların daha düzlük bir yapı içerisinde olmaları,yaz sıcaklarında serin havası ve otlaklarının mevcudiyeti gibi nedenlerden dolayı ilde yaylalar Mayıs ayının ortasından Ekim ayının ortalarına kadar yoğun olarak kullanılan mekanlardır. Akarsular-Göller Gümüşhane ilinin akarsu Şebekesini;Harşit Çayı ve Kelkit Çayı ile bu çayların yan kolları oluşturmaktadır. İl topraklarının güney kesimindeki akarsular Orta Karadeniz bölümünde,Karadeniz’e dökülmektedir. Tüm akarsular kaynaklarını il sınırları içerisinden alırlar. Çimen,Zigana ve Gümüşhane dağlarının zirveleri aynı zaman da su bölümü çizgilerine tekabül etmektedir. Harşit Çayı Vauk Dağı’nın Kuzey eteklerinden ve Sifon Deresi ismiyle kaynağını almaktadır. Harşit Çayı Karadeniz’e dökülünceye kadar il sınırları içerisinde 142 km mesafe kat eder.Samsun’un Çarşamba ilçesinde Yeşil ırmak olarak Karadeniz’le buluşan Kelkit Çayı’nın bir kolu Teslim Dağından,diğer kolları da Spikor ve Çimen Dağlarında doğarak Kelkit’te birleşmektedir.İlde bu iki önemli akarsu dışında yazları yer yer kuruyan bir çok küçük derelerde mevcuttur. İklim Gümüşhane ili her yönüyle olduğu gibi iklim özellikleri bakımından da Doğu Anadolu ile Karadeniz bölümü arasında bir geçiş teşkil etmektedir. Yüksek Zigana duvarları ile Karadeniz’in bunaltıcı nemli havasına set çeken kop engeliyle de Doğu Anadolu’nun şiddetli soğuklarının gelmesini engelleyen Gümüşhane ilimiz dünya üzerinde ender yörelere sahip olan hoş bir iklime sahiptir. İlimiz Doğu Karadeniz Bölgesinin iç kısmında 39-41 derece Doğu Boylamları , 40-41 derece Kuzey Enlemleri arasında karasal bir iklime sahiptir. Rüzgar : İlimizde yıllık ortalama rüzgar hızı 9.9 (m/sec) dir. Yıllık hakim rüzgar batı yönünden esmektedir. Basınç : İlimizde ortalama yerel basınç (hpa) : 879.6 En yüksek yerel basınç (hpa) : 897.8 En düşük yerel basınç (hpa) : 853.0 Sis ve Nem : Rasat süresi : 55 yıl Ortalama sisli günler sayısı(%) : 4.9 Ekim ayı sisli gün sayısı (%) : 0.7 gün (en sisli ay) Ağustos ayı sisli gün sayısı(%) :0.2 gün (en az sisli ay) Sıcaklık: Gümüşhane’de en sıcak Ağustos ayı ortalama sıcaklık (30.3 Derece) En soğuk ay Ocak ayı ortalama sıcaklık (–0.1 derece) olduğu görülmektedir. Buharlaşma :Rasat süresi :19 yıl Ortalama buharlaşma (mm) : 952.3 Günlük en çok buharlaşma (mm) : 12.5 Yağışlar : Ortalama yıllık yağış miktarı(mm) : 409.2 Mikro klima Gümüşhane de açık ve güneşli geçen gün sayısı ortalaması 79 gündür. Kapalı geçen gün sayısı ortalaması ise 68 gündür. En bol güneşlenme Temmuz , en az güneşlenme Ocak ve Aralık aylarında olmaktadır.İlde kış ve bahar ayları yağışlı mevsimlerdir. Ancak kışları genellik yağışlar kar şeklinde,baharları ise yağmur şeklindedir. Flora (Bitki Örtüsü) • Gümüşhane’nin 2100 metre rakıma kadar olan kısımlarında ; çam, gök nar, ladin, mazı, meşe, titrek kavak, ve Özbek kavağı, büyük yapraklı ıhlamur, dağ akça ağacı, ak söğüt, adi ceviz, sakallı kızılağaç, kiraz, yabani elma, mahlep, sarıçam, kadran ardıcı,bodur ardıç, boyacı sumağı, erik ılgın, yabani fındık, kuşburnu, alıç ve tespiti yapılamayan yüzlerce odunsu bitki bulunmaktadır. • Merkezde peygamber çiçeği, ablan otu, başlık otu, saman çiçeği, bodur mazı ve henüz tespiti yapılamayan yüzlerce otsu ve endemik bitki çeşidi bulunmaktadır. Fuana (Hayvan Varlığı) • Gümüşhane’de florada olduğu gibi, faunada da çeşitlilik öne çıkmaktadır. • Tavşan, tilki, sansar, karaca,çengel boynuzlu dağ keçisi, ayı, gelincik, porsuk, sincap, kirpi, yarasa, kurt, yaban domuzu, bıldırcın, tavşancıl, akbaba, kartal, atmaca, ur kekliği, kırlangıç, güvercin, kumru, guguk,, baykuş, ibibik, ağaç kakan, karatavuk, kiraz kuşu, ala karga, saksağan, kuzgun ve tespiti yapılamayan en az 30 çeşit mevcuttur.
  7. _asi_

    Gümüşhane İdari Tarihçesi

    Gümüşhane İdari Tarihçesi Tanzimat’tan önce, Erzurum Eyaleti Müşirliği'nin kapsadığı sancak ve kazaların hududunu çizmekte güçlük çekilir. Bu hususta elde ettiğimiz en eski kaynak olan Katip Çelebi'nin Cihannüma'sında Eyalet-i Erzurum kısmında Erzurum’un kazası olan Gümüşhane yer almaktadır. Kazalar arasında daha sonra Gümüşhane'nin nahiyeleri olacak olan Kovans (Bugünkü Kale bucağı) ve Yağmurdere, Erzurum'a bağlı kazalar olarak gösterilmiştir. Evliya Çelebi, Seyahatname'sinde Gümüşhane'yi Trabzon Eyaleti sınırları içerisinde göstermiştir.19. asır başlarında Osmanlı İmparatorluğunun eyalet ve sancak taksimatında görülen karışıklık, Erzurum'da daha bariz göze çarpmaktadır.Erzurum Eyaleti'nin idari taksimatını gösteren en önemli kaynak T.T.K. Kütüphanesinde bulunan iki yazma defterle İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde bulunan differ bir yazma defterdir.Bu defterler birbirini tutmamaktadır. Birinde kaydedilen bir yer diğerinde kaydedilmemiştir. Birinde kaza olarak gösterilen diğerinde sancak olarak gösterilmektedir.Bunlardan üniversite kütüphanesinde bulunan ve hangi tarihte yazıldığı belli olmayan yazma eserde ve T.T.K. Kütüphanesindeki, tarihi belli olmamakla beraber 1830 dan sonra yazıldığı tahmin edilen eserde Gümüşhane, Erzurum'un kazası olarak gösterilmektedir.Yazılış tarihinin Tanzimat'tan sonra olduğu anlaşılan differ bir yazma eserde ise Gümüşhane yine Erzurum'un kazası olarak gösterilmektedir.Tanzimat'ın ilk yıllarında Osmanlı İmparatorluğunun batıdan ilham alarak idari yapıda, yapmış olduğu değişikliğe binaen Gümüşhane Erzurum'dan ayrılarak Trabzon Eyaleti'nin bir livası olmuştur. XIX. asrın ilk yıllarında yazıldığı anlaşılan Osmanlı Devleti'nin idari taksimatına dair bir defterde Trabzon Eyaleti'nin kazaları, şu şekilde gösterilmiştir: Trabzon, Keşap (Gümüşhane'ye tabi), Tirebolu, Maşuka (Maşka Gümüşhane'ye tabi), Arhavi, Sohum, Sürmene-Giresun (Gümüşhane'ye tabi), Rize, Yavebolu (Cörele), Unye. Soğucak, Of, Kürtün, Çavri, Gümüşhane (Vali karışmaz Torul nahiyesidir), Faş, Batum.1847 yılında Erzurum Valiliğine getirilen Hamdi Paşa, vazifeye başladığı sırada Erzurum'da Tanzimat'la tatbikinden doğan karışıklıklar henüz yaşanmamıştı. 1847 yılında yapılan idari taksimat 1849 yılına kadar devam etti. 1849 yılında Trabzon Eyaleti'ne bağlı bulunan Gümüşhane ve Ordu sancakları Erzurum'a ilhak edilerek sancak sayısı tekrar altıya çıkarıldı. 1847 taksimatında Erzurum Eyaleti sancakları dörde indirilmiştir. Gümüşhane ile Ordu sancakları Kırım Harpleri sırasında tekrar Erzurum Eyaletine bağlandı ise de bir yıl sonra yapılan bir değişiklik ile yine Trabzon'a ilhak edildi. 1855 yılında yapılan bu değişiklik sırasında Van, müstakil bir eyalet haline getirildi. Ordu, Gümüşhane ve Karahisar-ı şarkı Trabzon'a bağlandı.1869 yılında vilayet sisteminde yapılan değişiklikler sonunda Erzincan Sancağı'na bağlı Şiran ve Kelkit kazaları Gümüşhane'ye bağlamıştır. 1870 Trabzon Salnamesinde Trabzon'un kazaları arasında Gümüşhane'yi de görmekteyiz. II.Abdülhamit devrinde Gümüşhane yine Trabzon Vilayeti'ne bağlıdır. Bu devrin sonu olan 1908 yılında Batum, 1878'de Rusya'ya terk edildiğinden Trabzon Vilayeti Trabzon ve Gümüşhane olarak kalmıştır. Gümüşhane, 1. Cihan Harbi sırasında (19 Temmuz 1916) Rus kuvvetleri tarafından işgal edilmiş ve 15 5ubat 1918'de tamamı ile harap bir halde geri alınmıştır. Cumhuriyetten sonra Gümüşhane il olmuş ve Bayburt, Kelkit, Şiran, Torul ilçeleri Gümüşhane'ye bağlanmıştır. 1989 yılında il statüsüne kavuşan Bayburt, Gümüşhane'den ayrılmıştır. 1990 yılında 3644 Sayılı Yasa ile Köse ve Kürtün bucakları da ilçe statüsüne kavuşturulmuştur. Böylece Gümüşhane'nin ilçe sayısı, merkez ilçe dahil altıya ulaşmıştır. Gümüşhane ili, Doğu Karadeniz'in iç illerinden biridir. Doğusunda Bayburt, batısında Giresun, kuzeyinde Trabzon. güneyinde Erzincan illeriyle komşudur. Merkez ilçe ile birlikte 6 ilçe belediyesi, 12 belde belediyesi ve toplam 321 köyden oluşmaktadır.
  8. _asi_

    Gümüşhane Tarihi

    GÜMÜŞHANE TARİHİ Roma ve Bizans dönemlerinde yörede kurulu kente Argyropolis (Yunanca argyros: “gümüş” ve polis: "kent" demektir.) adı verilmiştir. Yöredeki savaşların asıl sebepleri tarihi bir ticaret yolu üzerinde bulunması ve madenleriyle ün yapmış olmasıdır. 7.yüzyıl sonları ile 8. yüzyıl başlarında bölge Emevi-Bizans ve Abbasi-Bizans arasında birkaç defa el değiştirmiştir. Halife Hz. Ömer zamanında (634-644) Erzincan ve Erzurum Arapların eline geçince Gümüşhane’de bu egemenliği tanıdı. Ancak bu egemenlik fazla sürmeden bölgede yeniden Bizans egemenliği sağlandı. Halife Hz. Osman zamanında (644~656) Gümüşhane, Bayburt, Erzurum ve Erzincan Emir Habib Bin Mesleme tarafından Bizanslılardan geri alındı. Halife Hz. Ali zamanında (656-661), Muaviye ile olan mücadeleler ile iç isyanlarla uğraşılması sebebiyle bölgede yeniden Bizans egemenliği başladı. Emevi Halifesi Abdülmelik zamanında (685-705) bölge tekrar Emevi yönetimi altına girdi. Ancak Halife Velid zamanında (705-715) Araplar ile Hazarlar arasındaki çatışmalarda Hazarlar başarı gösterince bölge yeniden bu durumdan istifade eden Bizanslıların eline geçti. Abbasiler zamanında Bizans-Arap çatışmaları devam etmiştir. Bu dönemde Gümüşhane yöresi ile ilgili fazla bilgi bulunmamaktadır. Ancak Bayburt'un Bizans egemenliğinde kaldığı bilindiğine göre Gümüşhane de Bizans egemenliğinde kalmıştır diyebiliriz. Çağrı Bey'in 1016 yılında Anadolu'ya yaptığı ilk akın sırasında Gümüşhane'ye kadar geldiği bilinmektedir. 1058'de Tuğrul Bey'in ordusu İbrahim Yinal komutasında Trabzon'a kadar akın yaparken Gümüşhane'yi de ekonomik yönden önem arzettiği için fethetmiştir. Türkmen akınları olmadan önce Hazarlar ve Peçenekler ile Çepni Türk oymakları bölgeye yerleşmişlerdir. Çepniler 24 Oğuz boyundan biri olup Anadolu'nun fethi ve Türkleşmesinde önemli rol oynamışlardır. 13. yüzyılın ikinci yarısında Selçuklular Moğol istilası altında ezilirken Gümüşhane ve çevresinin müdafaası Çepni Türklerine kalmıştır. Rum vakayinamecisi (tarihçisi) Pataretos 14. yüzyılda Çepnilerin Tirebolu'ya vardıklarını söyler ki, bunlar Gümüşhane tarafından gelmişlerdir. Anadolu'nun fethinden sonra birçok imaret kurulmuştur. Gümüşhane ve Kelkit, Emir Mengücek Gazi tarafından kurulan Erzincan imaretine bağlanmıştır. 1164'te II. Kılıçarslan Mengücekli topraklarını Anadolu Selçuklu Devleti'ne bağladı. Anadolu Selçuklu Devleti'nde ticarete büyük önem verildiğinden tarihi bir ticaret yolu üzerinde bulunan Gümüşhane ve çevresi de önemini devam ettirmiştir.1243 Kösedağ Savaşı'nda İlhanlılar, Selçukluları yenerek buraları zaptettiler. Anadolu, Moğolların nüfuzu altına girince Trabzon Rum İmparatorluğu bu defa Moğollara vergi vermeye başladı. Moğol nüfuzunun kırılması ve Türkmenlerin beylik kurmak için faaliyet göstermeleri neticesinde ve II. Yuannis devrinde (1280-1297) Türkmenler madenleriyle ünlü Halibya (Haldiya) kısımlarını istila ettikleri gibi Cenevizlilerle Venedikliler de İmparatorluk üzerinde iktisadi nüfuz vücuda getirmişlerdi. İlhanlıların son hükümdarı Ebu Said'in ölümü üzerine 1335'te Bayburt, Erzurum ile Erzincan ve Gümüşhane Celayirlilerin eline geçmiştir. 1345'te Eretnaoğulları, 1430'da Karakoyunlu hakimiyetine geçen bölgeye 1467'de Akkoyunlular hakim olmuştur. Fatih Sultan Mehmet (1451-1481), Trabzon üzerine yürüdüğü sırada Trabzon Rum İmparatorluğunun sınırları Giresun'dan Batum'a kadar ve güney hudutlar da Bayburt ve Gümüşhane’nin kuzeyinden geçen dağ silsilesi ile çevriliydi. Osmanlılar’ın aleyhte hareketleri nedeniyle Trabzon Rum İmparatorluğu, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'la işbirliği içine girmiştir. 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet'in Trabzon Rum İmparatorluğuna son vermesiyle bölgede Osmanlı etkisi görülmeye başlanmıştır. Gümüşhane, Trabzon Rum İmparatorluğunun fethedilmesinden sonra Osmanlı hakimiyetine girmiş ve bu hakimiyet 1461'den 1467'ye kadar sürmüştür. Bu tarihten sonra Gümüşhane Akkoyunluların hakimiyetine girmiştir. Bu hakimiyet 1473 yılında Fatih ile Uzun Hasan arasında vuku bulan Otlukbeli Savaşıyla sona ermiştir. Gümüşhane ilinin kuzeyindeki "Kharşit" ilk Osmanlı belgelerinde "Khas-Rudu çayı orta ve yukarılarındaki Torul ve Canıca (Gümüşhane'nin eski adı) kesiminde Akkoyunlular'a bağlı Ortodoks-Apkazlı (Abaza) "Torul Beyliği" 1474'de (veya 1478) Fatih'in Amasya'dan gönderdigi bir ordu kolu tarafından fethedilmiştir. Yavuz 1508'de Trabzon valisi iken Anadolu'da başlayan Şii ayaklanmaları yüzünden Trabzon'dan Bayburt'a kadar uzanan bir sefer yapmıştır. Bu bölgede Safeviler lehinde ayaklanma ve karışıklık çıkaranlar Çepni Türkleridir. 16. yüzyılda onlardan bir bölümü Halep Türkmenleri, muhim bir kümede Sivas, Tokat ve Amasya bölgesindeki Ulu Yörük arasında yaşadığı gibi yine bu boya mensup pek kalabalık bir topluluk da Trabzon, Gümüşhane, Bayburt, Giresun ve Canik (Ordu ve Samsun) bölgesinde oturuyordu. İşte Safevilerin hizmetindeki Çepniler de bu sayılan topluluk ve bölgeden idiler. Bu karışık durumdan sonra bölgedeki sükunet ancak Şah İsmail ile Yavuz Sultan Selim (1512-1520) arasında meydana gelen Çaldıran Savaşıyla sona ermiştir. Bölge tamamen "Anadolu Türk Birliği"ne katılmıştır. (Ağustos 1514) Yavuz buraya vali olarak Bıyıklı Mehmet Paşayı bırakmıştır. Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) İran seferi sırasında Harşit Vadisi'nden geçerken gümüş madeninin bulunduğu Eski Gümüşhane yöresinin imar edilmesini emretmiş, böylece buraya ev ve Süleymaniye Camii yapılmıştır. 1647'de Gümüşhane'yi ziyaret eden Evliya Çelebi, buralarda gümüş madeninin çok olduğunu, çalışır ve boşaltılmış durumda 70 kadar ocak bulunduğunu bildirir. Yine bu ocaklardan 7 koldan kurşunsuz gümüş cevheri çıkarıldığını ve bu şehirde Emin Mahallesinde darphane olduğunu yazarak üzerinde "Azze nasrahu daraba fi catha" (Canca'da basılmıştır) yazılı birkaç akçenin kendisinde olduğunu bildirir. Gümüşhane'de doğan her çocuğun gümüşten kaşığının, çatalının ve tabağının olduğu rivayet edilir. Şehrin nüfusunun her geçen gün artmasında coğrafi konumunun, tarihi ipek Yolu üzerinde bulunmasının ve madenlerinin önemli rolü olmuştur. Katip Çelebi, Cihannüma'sında "Kaza-i Urla" diye adlandırdığı Gümüşhane için "Urla bir güzel kazadır, yakınında gümüş olmakla Gümüşhane dahi derler" demektedir. Maden ocakları IV. Murad zamanında (1623-1640) en canlı dönemini yaşamıştır. Bir ara kapanan ocaklar 1839 yılında yayınlanan bir hatt-ı hümayunla tekrar işletmeye açılmıştır. Ocaklar mülki amirin tayini, padişahın onayı ile atanan ve Matah Efendi denilen kişilerce yönetilirdi. Gümüşhane 19. yüzyılda Trabzon’a bağlı bir sancaktı. Doğu Karadeniz'in iç kesimlerinde yer alan Gümüşhane Sancağı kuzeyde Trabzon merkez sancağı, doğuda ve güneyde Erzurum Vilayeti, batıda Sivas Vilayeti ile çevriliydi. 19. yüzyıla kadar rahat bir hayat sürdüren Gümüşhane yöresi, savaşlar nedeniyle tedirginlik içine düşmüş, madenlerin yeterince işletilmemesi sebebiyle de göç başlamıştır. Böylece şehir harap olmaya ve nüfus azalmaya başlamıştır. 1829 ve 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ile 7 Temmuz 1916 tarihlerinde Rusların Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz'de yaptıkları işgaller ve bunun sonucundaki göçler Gümüşhane’de hayat bırakmamıştır. Ruslar 16 Temmuz 1916'da Bayburt'u aldıktan sonra yollarına devam ederek 19 (20) Temmuz 1916 günü Gümüşhane’ye girmişlerdir. Türk birlikleri fazla karşı koyamayınca Ruslar ayni gün Torul'a girmişlerdir. Böylece Trabzon yolu Ruslara açılmıştır. 22 Temmuz 1916 günü Kelkit üzerine yürüyen Rus ordusu akşama doğru burayı ele geçirmiştir. Gümüşhane ve çevresi bu işgaller karşısında ve özellikle Ermeni zulmü altında ezilirken Rusya'da Bolşevik İhtilali'nin çıkması ve iç çalkantılar sebebiyle Ruslar 18 Aralık 1917'de Erzincan Mütarekesi'ni imzalamış ve ordularını geri çekmeyi kabul etmiştir. Ancak Ermeniler katliamlarına devam etmişlerdir. Bunun üzerine mütareke geçersiz sayılarak yeniden savaş başlatılmış ve bu suretle Torul 14 Şubat, Gümüşhane 15 Şubat ve Kelkit 17 Şubat 1918'de Rus işgalinden kurtarılmıştır. Milli Mücadele yıllarında kıyı ile iç kesimler arasında geçiş bölgesi olması sebebiyle coğrafi önem arz eden Gümüşhane, bu dönemde Trabzon Muhafaza-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti'nin faaliyet alanı içinde bulunmuştur. Gümüşhane delegesi Kadirbeyzade Zeki Bey bu cemiyetin ikinci başkanlığına getirilmiştir. 23 Temmuz 1919'da toplanan Erzurum Kongresi'ne Gümüşhane'den Kadirbeyzade Zeki Bey (Gümüşhane ve Torul mümessili olarak) Erzurum Kongresi'ne katıldı. Kelkit'ten Müftü Osman Nuri Efendi, Şiran'dan Müftü Hasan Fahri (Polat) Efendi Erzurum Kongresi'nin açılış ve kapanış dualarını yapmıştır. Bu nedenle 9 Ağustos 1335 (1919)'da Mustafa Kemal, O'na yazdığı bir tezkere ile teşekkür etmiştir. Osmanlı hakimiyetinin ilk zamanlarında Erzurum Eyaletine bağlı iken sonraları Trabzon'a bağlanan Gümüşhane sancağı 20 Nisan 1924 ve 491 sayılı kanunun 89.maddesinde "Vilayet" başlığı altındaki kanunla 1925 yılında il olmuştur. 1925-1926 tarihli Trabzon salnamesinde "Gümüşhane Vilayeti Merkez ilçe ile birlikte Bayburt, Kelkit, Torul ve Şiran olmak üzere beş ilçe, beş bucak ve 377 köyden oluştuğu, 16943 evde 101153 kişinin yaşadığı şehirde hastane olmadığı; vilayetin ticari durumunun Trabzon-Bayburt-Erzurum büyük yolu üzerinde ve İran transit yolu üzerinde bulunduğundan oldukça iyi olduğu, aslında tarım memleketi olan vilayetin bazı yerlerinde ürünleri yerel ihtiyacı karşılamadığından, halkın bir kısmının işçilik, meyvecilik ve katırcılıkla geçindiği" belirtilmektedir. Gümüşhane'nin il olmasıyla birlikte Ahmet Durmuş (Evren-dilek) Bey vali olarak atanmıştır. Cumhuriyet döneminin ilk Belediye Başkanı ise Osman Bey (Ataç) olup 1922-1934 tarihleri arasında görev yapmıştır. Mustafa Kemal Atatürk'ün Cumhurbaşkanlığı döneminde Gümüşhane’de yol ve köprü yapımına önem verilmiş, tarım geliştirilmeye çalışılmıştır.İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı döneminde ise II. Dünya Savaşı patlak verdiğinden ilk dönemlerde hemen hiçbir yatırımın yapılmadığı Gümüşhane il merkezine 1948 yılında su getirilmiş, ertesi yıl da elektrik şebekesi kurulmuştur.1950'den itibaren ekonomik bir kalkınma görülmeye başlanmış, ancak daha sonra diğer illere ve hatta Avrupa ülkelerine göç olayı başlamıştır. Bayburt'un 1989 tarihinde il olması ve ayrıca yeni ilçelerin oluşturulması ile idari taksimatta değişiklik meydana gelmiştir. 1988 yılında Köse, 1990 yılında Kürtün ilçe olmuştur.
  9. _asi_

    Gümüşhane Genel Bilgi

    Gümüşhane Genel Bilgi Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yer alan Gümüşhane’nin doğusunda Bayburt, batısında Giresun, kuzeyinde Trabzon ve güneyinde Erzincan bulunmaktadır. İlin güney kesimi yüksek bir plato özelliği gösterirken, kuzey kesimi oldukça engebelidir. Dağlık ve engebeli bir arazi yapısına sahip olan Gümüşhane’nin Kuzeyi’ni Zigana Dağları ile Trabzon Dağlarının Güney kısımları oluşturmaktadır. İlin kuzey yönünde Karadeniz dağları ve Soğanlı Dağları sıralar halindedir. Doğu-batı doğrultusunda peş peşe devam eden Zigana Dağları ,Gümüşhane Dağları ve Çimen Dağları yöreyi engebelendirmektedir. Ayrıca yükseltileri 1.800 m.- 2.700 m. arasında değişen, Kostan Dağı, Teslim Dağı, Vauk Dağı ,Tersun Dağı ,Pöske Dağı, Soğanlı Dağları ile Gavur Dağları onları tamamlamaktadır.Gavur Dağları, Doğu Karadeniz Dağları kapsamında olup, Pleistosen Buzullaşmasına uğramıştır. Doğu Karadeniz Bölümündeki Kaçkar Doruğundan (3.932 m.) sonra Abdal Musa Zirvesi (3.331 m.) de ikinci sırada yer almaktadır. Kuzeyden Zigana – Trabzon Dağları (Çakır Göl Tepesi 3.063 m.),Güneyden Çimen Dağları(Akdağ 2.710 m.), Batıdan Giresun Dağları (Sarıyer Tepeleri 2.919 m.) ile Kelkit ve Harşit Çayı, vadilerin daralma bölgeleridir. Doğudaki Pulur Dağları ile Soğanlı Dağları da buradaki yükseltilerin birbirlerine yaklaştıkları kesimleri çevirmektedir. Zigana Dağın’daki Zigana Geçidi de en önemli geçit ve ulaşım noktasıdır. Dağlar birbirlerinden dar ve derin vadilerle ayrılmıştır. Gümüşhane yaylaları da bu kesimde yer almaktadır. Gümüşhane’deki dağ ve tepeler orman yönünden oldukça zengindir. Bu ormanlarda sarıçam, Göknar, Ladin, meşe, kızılağaç, karaağaç, kuşburnu, ardıç, alıç, orman gülü ve yabani fındık ağaçları bulunmaktadır İlin en önemli düzlükleri Bayburt, Şiran ve Hart (Aydıntepe) ovalarıdır. Kelkit Vadisindeki dar düzlükler de onlara katılmaktadır. Gümüşhane’nin doğu ve güneydoğusu ile Bayburt Obasının batısında yer alan Harşit, düz tabanlı bir çöküntü alanıdır. Aynı zamanda Harşit Çoruh ve Kelkit havzalarını birbirinden ayırmaktadır. İl topraklarını Kelkit, Çoruh, Harşit Çayları sulamaktadır. Bu akarsular vadi tabanlarına oldukça derin gömülmüşlerdir. Bu akarsular dışında yaz aylarında yer yer kuruyan bir çok küçük dere de bulunmaktadır. Ayrıca yörede Limni, Artabel gölleri, Beşgöller, Telme Göleti, Salyazı Göleti, Kürtün Baraj Gölü bulunmaktadır. Denizden 1.210 m. yüksekteki ilin yüzölçümü 6575 km2 olup, toplam nüfusu 186.953’tür. İlin ekonomisi tarım, hayvancılık ve ormancılığa dayalıdır. Yetiştirilen başlıca ürünler, buğday, arpa, patates, şeker pancarı, yonca, korunga gibi yem bitkileridir. meyvecilikte ise, elma, dut, erik, armut, şeftali, fındık, vişne yetiştirilmektedir. Hayvancılıkta sığır, koyun ve kıl keçisi yetiştirilmekte olup, arıcılık da yapılmaktadır. İlde alabalık üretimi son yıllarda hızlı bir gelişme göstermiştir. Halen bir kısmı yapılma aşamasında olan 30 adet alabalık işletmesi bulunmaktadır. Ayrıca yöresel el dokumacılığı yapılmaktadır. İlin sanayi kamu kuruluşlarına ve özel kesime ait un, makarna, toz kireç, konsantre meyve suyu, et, süt ürünleri, tuğla ve kiremit üretimine dayanmaktadır. Ayrıca Merkezde kireç taşı, Torul’da bakır, pirit, kurşun, çinko, barit, dolamit madeni bulunmaktadır. Maden suyu bakımından da zengindir. Gümüşhane yöresinde yapılan arkeoloji araştırmalarında ele geçen buluntular, buradaki yerleşimin MÖ.3000 yıllarına kadar uzandığını göstermektedir. MÖ.2000’in ortalarında Azzi ve Hayaşalar buraya yerleşmiştir. Bu nedenle de, Gümüşhane’yi de içine alan bölgeye Azzi-Hayaşa ülkesi denilmiştir. Mezopotamya’dan gelen Asurlu tüccarların, Gümüşhane ve yöresinde bulunan maden yatakları nedeniyle bölgeye ilgi duymuşlardır. Hitit İmparatorluk döneminde Gümüşhane çevresindeki gümüş yataklarının işletilmiştir. Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra bölgeye Urartular hakim olmuş, MÖ.VIII. yüzyıl sonlarına doğru Kimmer-İskit akınları başlamıştır. Daha sonra yöreye Medler, Persler ve Pontos Krallığı egemen olmuştur. MÖ.I. yüzyılda bölgede Romalıların hakimiyeti görülmektedir. M.S. 395’te Bizans İmparatorluğu toprakları içerisinde kalan Gümüşhane, MS.VII.yüzyılda Bizans-Hazar askeri işbirliğine konu olan topraklar arasındaydı. Roma ve Bizans dönemlerinde yörede kurulu kente Argyropolis (Yunanca argyros: “gümüş” ve polis: "kent" demektir.) adı verilmiştir. Bu dönemde yörenin önem kazanmasının nedenleri, ticaret yolları üzerinde bulunuşu ve gümüş madenlerinden ötürüdür. MS.VII. ve VIII.yüzyıllarda Arap egemenliğine giren bölge toprakları, sonradan yeniden Bizans egemenliğine girmiştir. XI.yüzyılda Saltuklular Gümüşhane yöresini ele geçirmiştir. Malazgirt Savaşı’ndan (1071) önce de Hazarlar ve Peçenekler ile Çepni Türk oymakları bölgeye yerleşmişlerdir. Çağrı Bey’in 1016 yılında Anadolu’ya yaptığı ilk akın sırasında Gümüşhane’ye kadar geldiği bilinmektedir. 1058’de Tuğrul Bey’in ordusu İbrahim Yinal komutasında Trabzon’a kadar akın yaparken Gümüşhane’yi de ekonomik yönden önemli olduğundan ele geçirmiştir. XIII.yüzyılın ikinci yarısında Selçuklular Moğol istilasına uğradığı sırada Gümüşhane ve çevresinin savunması Çepni Türkleri tarafından yapılmıştır. Anadolu’nun fethinden sonra, Gümüşhane ve Kelkit, Emir Mengücek Gazi tarafından kurulan Erzincan’a bağlanmıştır. 1243 Kösedağ Savaşı’nda İlhanlılar, Selçukluları yenerek buraları ele geçirmişlerdir. İlhanlıların son hükümdarı Ebu Said’in ölümü üzerine 1335’te Bayburt, Erzurum ile Erzincan ve Gümüşhane Celayirlilerin eline geçmiştir. 1345’te Eretnaoğulları, 1430’da Karakoyunlu hakimiyetine geçen bölgeye 1467’de Akkoyunlular hakim olmuştur. 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet’in Trabzon Rum İmparatorluğuna son vermesiyle bölgede Osmanlı etkisi görülmeye başlanmıştır. Gümüşhane, Trabzon Rum İmparatorluğunun fethedilmesinden sonra Osmanlı hakimiyetine girmiş ve bu durum 1461’den 1467’ye kadar sürmüştür. Bu tarihten sonra Gümüşhane Akkoyunluların hakimiyetine girmiştir. Fatih Sultan Mehmet’in Uzun Hasan’ı yendiği Otlukbeli Savaşı’ndan (1473) sonra yöre tamamen Osmanlı topraklarına katılmıştır. Evliya Çelebi Gümüşhane’yi 1647’de ziyaret etmiş, buralarda gümüş madeninin çok olduğunu, çalışır ve boşaltılmış durumda 70 kadar ocak bulunduğunu belirtmiştir. Bu ocaklardan 7 koldan kurşunsuz gümüş cevheri çıkarıldığını ve bu şehirde Emin Mahallesinde darphane olduğunu yazarak üzerinde "Azze nasrahu daraba fi catha" (Canca’da basılmıştır) yazılı birkaç akçenin kendisinde olduğundan söz etmiştir. Katip Çelebi, Cihannüma’sında "Kaza-i Urla" diye adlandırdığı Gümüşhane için "Urla bir güzel kazadır, yakınında gümüş olmakla Gümüşhane dahi derler" demektedir. Gümüşhane’deki maden ocakları Sultan IV. Murat zamanında (1623-1640) en parlak dönemini yaşamıştır. Bir ara kapanan ocaklar 1839 yılında yayınlanan bir hatt-ı hümayunla tekrar işletmeye açılmıştır. Ocaklar mülki amirin tayini, padişahın onayı ile atanan ve Matah Efendi denilen kişilerce yönetilmiştir. XIX. yüzyılda Gümüşhane, Trabzon’a bağlı bir sancaktı. Bu döneme kadar rahat bir hayat sürdüren Gümüşhane yöresi, savaşlar nedeniyle tedirginlik içine düşmüş, madenlerin yeterince işletilmemesinden ötürü göç başlamıştır. 1829 ve 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ile 7 Temmuz 1916 tarihlerinde Rusların Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz’de yaptıkları işgaller ve bunun sonucundaki göçler Gümüşhane’de hayat bırakmamış, şehir terk edilerek, aşağıda yeni bir yerleşim yeri kurulmuştur. 7 Temmuz 1916’da Ruslar tarafından işgal edilen Gümüşhane, 15 Şubat 1918’de işgalden kurtarılmıştır. Milli Mücadele yıllarında kıyı ile iç kesimler arasında geçiş bölgesi olmasından ötürü stratejik yönden önemli olan Gümüşhane, bu dönemde Trabzon Muhafaza-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti’nin faaliyet alanı içinde bulunmuş, Gümüşhane delegesi Kadirbeyzade Zeki Bey bu cemiyetin ikinci başkanlığına getirilmiştir. Erzurum Kongresi’ne (23 Temmuz 1919) Gümüşhane’den Kadirbeyzade Zeki Bey (Gümüşhane ve Torul mümessili olarak) katılmıştır. Kelkit’ten Müftü Osman Nuri Efendi, Şiran’dan Müftü Hasan Fahri (Polat) Efendi Erzurum Kongresi’nin açılış ve kapanış dualarını yapmıştır. Osmanlı hakimiyetinin ilk zamanlarında Erzurum Eyaletine bağlı iken sonraları Trabzon’a bağlanan Gümüşhane, Cumhuriyetin ilanından sonra,1925 yılında il olmuştur. Gümüşhane’de günümüze gelebilen tarihi eserler arasında; Canca, Akçakale (Merkez), Edire (Dörtkonak) Kalesi, Kov Kalesi, Keçikalesi, Kodil kalesi, Torul Kalesi, Sadak Kalesi, Gümüştuğ Kalesi gibi savunma ve gözetleme amaçlı 35 kale bulunmaktadır. Eski Gümüşhane’deki altı camiden sadece biri sağlam olup, diğerleri yıkılmış bulunmaktadır. Bunlardan Kanuni Sultan Süleyman’ın emri ile yaptırılan Süleymaniye Camisi iyi bir durumdadır. Eski Gümüşhane’deki Saray Cami (Hükümet önünde bulunan bu cami devlet memurlarına aitti.), Küçük Cami, Rüştiye Mektebi önündeki Cami, Hamza Paşa Cami ve yabancıların ibadetlerine ayrılan Cami yıkılmıştır. Aksçğüt Köyü Camisi, Seydi Baba Köyü Camisi, Evren Köyü Camisi, Sadak Köyü Camisi, Çambaşı Köyü Camisi, İmamı Azam Cami, Kale Köyü Cami, Pir Ahmet Türbesi, Gelin Ebe Türbesi, Firdevs Hatun Türbesi, Baba Çağırgan Türbesi, Zigana Kervansarayı, Paşa Hamamı,Tohumoğlu Köprüsü, Salih bey Köprüsü,Krom Köprüsü, Yağlıdere Köprüsü, Harşit Köprüsü, Taş Köprü, Kemer Köprü, Kamberli Köprüsü, Süleymaniye Köprüsü, İlecik Köprüsü, Gümüşkaya Köprüsü, Mamatlı Mahallesi Köprüsü, Kemer Köprü, tarihi At Nalı Köprüsü gibi bir çok köprüsü bulunmaktadır. Metropolitik Kilisesi, Balcılar mahallesi Kilisesi, Aşağı Mahalle Kilisesi, Hagios Georgios Metropolitik Kilisesi, Baş Mahalle Kilisesi, Ayana Mahallesi Kilisesi, Mandırı Kilisesi, Emirler Mahallesi Kilisesi, Belen Köyü Kilisesi, Dilek Yolu Kilisesi, Çakallı Kilisesi, Terzili Kilisesi, Çakırkaya Kilisesi, Orta Mahalle Kilisesi, Günbatur Kilisesi, Aşağı Mezera Şapeli, Cinganlı Kilisesi, Krom Kilisesi, Çevrepınar Kilisesi, Olucak (İmera) Vadisi Kilisesi, Kızlar Manastırı, Dere Mahallesi Kilisesi, Yaylım Köyü Kilisesi, Hagios Ioannes Mansatır Kilisesi, Yitirmez Kilisesi, Demirkapı Kilisesi, Panaghia (Meryem Ana) Kilisesi, Hagios Thedoros Kilisesi, Surp karabet Kilisesi, Güneşli Mahallesi Kilisesi, Manamatlı Mahallesi Kilisesi, Karaca (Masura) Mahallesi Kilisesi, Küpçüler Mahallesi Kilisesi, Meryem Ana Kilisesi, İşhanlı Kilisesi, Binatlı Kilisesi, Vank Kilisesi, Hagios Georgios Manastır Kilisesi, Atalar Kilisesi, Hagios Stephonos Kilisesi, Söğüteli Kilisesi, Kirazlık (Andon) Mahallesi Kilisesi, Muzaras Kilisesi, Baş Haviyana Kilisesi, Piştovli Kilisesi, Zurnacili-1 Kilisesi, Kalis Kilisesi, Işık dere Kilisesi, Arılı Kilisesi, Panagia Kilisesi, Baş Mahallesi Kilisesi, Aşağı Dere Kilisesi, Kopuz Dere Kilisesi, Mesehor Kilisesi, yayıkçılar Mahallesi Kilisesi, Şişe (Çingelli) Mahallesi Kilisesi, Manat Kilisesi, Ayvalos Kilisesi ildeki eserler arasındadır. Ayrıca Gümüşhane’de Türk sivil mimari örneklerinden bir çok konak ve ev bulunmaktadır. İlçede bulunan mağaralar ise, Karaca mağarası, Akçakale Mağarası, Arılı Mağarası, İkisu mağarası, Ardıçlı Mağarası, Üçbacalı Mağara, Altıntaş Mağarası, Kartalkaya Mağarası, Ardıçlı Mağarası, Kaban Başı Mağarası, Arsa Mağarası, Köprübaşı Mağarası, Ambela Mağarası, Taşbaşı Mağarası ,Üstü açık Mağarası, Yaylım Mağarası, İnönü Mağarası, Geremezini Mağarası, Mamatlar Mağarası , Cingora Mağarası, Küçük Cingora Mağarası, Karşı Mağara, Köroğlu Mağarası Kırkgöz Mağarasıdır. Ayrıca ilde, Kelkit'in 9 km. kuzeyinde Pekün Kaplıcaları, Artabel Gölleri Tabiat Parkı, Örümcek Ormanları Koruma Parkı, Soğuksu Mesire Yeri, Limni Gölü gibi doğal oluşumlar bulunmaktadır.
  10. _asi_

    Ordu Kaleleri

    ORDU KALELERİ Ünye Kalesi: İlimiz Ünye İlçesinde Ünye – Niksar karayolunun 7. kilometresinde yolu solunda kalan, bir tepenin üzerinde kurulu, ilçenin 5 km. güney doğusunda, 2500 yıllık bir kaledir. Kale köyü sınırları içindedir. Jeologların görüşü; göre kale çok eski çağlarda yanardağ olduğu ve orta çağda insanları sönmüş volkan üzerine kaleyi inşa ettiği yönündedir. Yalçın dik yamaçlar üzerine kurulan duvarlar ve sutreler hala yeniliğini korumakta. Turistlerin ilgisini çekmektedir. Kale çevre yüzeyine göre çok yüksek olduğu için XI- XII. yüzyıllarda müstahkem mevkii olarak kullanılmıştır. Kapısı 5 m. yüksekliğinde olup, incelemeler bu kapının II. Midridat zamanında yapıldığı ihtimalini kuvvetlendirir mahiyettedir. Kale girişi güney-doğudadır, bu cephede yerden on metre yüksekliğinde, genişliği 3 metre, yüksekliği 2 metre Tetrasil bir kaya mezarı bulunmaktadır. Mezarın üçgen kalınlığının her üç noktasında birer kabartma kartal bulunmakta, sağ uçtaki kabartma iyi korunmuş durumdadır. Zirveye yakın bölgede 45 derece meyille kuzey batı yönünde iki adet dehliz ve bir sarnıç bulunmaktadır. 2006 – 2007 yıllarında onarımı için restorasyon proje çalışmaları yapılmaktadır. Onarımı yapılarak ilimiz turizmine kazandırılacaktır. Göller Köyü Kalesi: Çatalpınar ilçesi, Göller köyü sınırları içerisinde yer almaktadır. Çevreye hakim kayalıklar üzerinde kurulmuş olup, sur kalıntıları, sarnıç ve yerleşim izlerine rastlanılmaktadır. Kaleköy Kalesi: Mesudiye ilçesine 6 km. mesafede bulunan Kaleköy sınırlarında bulunur. Üç kümbet kalıntısı ve kaya mezarları vardır. 14. yüzyılda yapıldığı bilinmekte olup, eski mezar taşları mevcuttur. Büyük sur duvarları, kümbet kalıntıları ve tarihi mezarlardan oluşan kalıntılar bulunmaktadır. Meletios (Yastura) Kalesi: Mesudiye ilçesine 15 km. uzaklıkta Yeşilçit köyü sınırları içerisinde yer almaktadır. Yeşilçit köyünün doğusunda doğal kaya blokları üzerine kurulmuştur. Ana kayanın oyulması ile oluşturulmuş merdiven ile kaleye ulaşım sağlanmaktadır. Yörenin en eski yerleşim yeri olarak kabul edilmektedir. Gölköy Kalesi: Gölköy ilçesi Kale mahallesinde yer alır. Tek kapılı geniş alana sahip olarak inşa edilmiştir. İlçeye hakim durumda, gözetleme ve savunmaya elverişli olarak yapılmıştır. Kale girişinin solunda silindir şekilli bir burç ve gözetleme kulesi yer almaktadır. 1997 yılında UNESCO tarafından Dünya Antik Eserler Listesi’ne alınmıştır. Bolaman Kalesi: Doğu Karadeniz kıyısında zincirleme bir şekilde inşa edilmiş kaledir. Gözetleme ve karakol görevi için iç ve dış olmak üzere iki bölümden oluşmuştur. İç kale kalenin batı ucunda yer almakta, çok yüksek duvarlardan oluşmuş, kesme taşlar kullanılmıştır. İçinde bazilike planlı küçük bir şapel bulunmaktadır. İç kale üzerine 18. yüzyılda ahşap bir konak yapılmıştır. Kademoğlu Konağı olarak bilinen bu bu ev, iç kale üzerine çift cumbalı olarak yapılmıştır. Bölgemizin sivil mimarlık örneğini teşkil eder. Kültür ve Turizm Bakanlığı katkılarıyla 2006 yılından onarımı yapılmıştır. Gençağa Kalesi: İlimiz İkizce İlçesi Karlıtepe köyü sınırlarında sarp bir kaya kütlesi üzerinde yer almaktadır. Fazla hasar görmemiştir. 13. yüzyılda Hacıemir Beyliği zamanında yapılmıştır. Temaşa imkanı yüksek bir kaledir. Kuşnefak Kalesi: Kumru İlçesi sınırları içerisinde bulunmaktadır. Merkeze 3 km mesafededir. Çubuklu Kalesi: Ulubey İlçesi Çubuklu köyü sınırlarında bulunan kale ilçeye 35 km. mesafede bulunmaktadır. Çok ilginç kaya mezarları bulunmaktadır. Kalenin üzerinden manzara muhteşem olup görülmeye değerdir. Her türlü motorlu taşıt ile ulaşım sağlamak mümkündür. 1997 yılında UNESCO tarafından Dünya Antik Eserler Listesi’ne alınmıştır.
  11. _asi_

    Ordu Kaya Mezarları

    KAYA MEZARLARI Büben Kaya Mezarları: Merkeze bağlı ( Zafer Köyü) Değişik ve ilginç görünüme sahiptir. Büben köyü sınırları içerisinde bulunmaktadır. Delikkaya Kaya Mezarları: İlimiz merkezine 10 km mesafedeki Delikkaya köyü sınırları içerisinde bulunur. Tek odalı, sütunsuz ve alınlıklı ve çift sütunlu girişe sahip, 3 kaya mezarı mevcuttur. Kaleköy Kalesi Kaya Mezarları: Ünye İlçe merkezinin 7 km. batısında Kale köyünde bulunmaktadır. Kalenin etek kısmı oyularak yapılmıştır. Girişi antik grek tapınaklarındaki gibi alınlık formunda düzenlenmiş, yanları iç bükeydir kavislidir, iç kısımlarına freskler bulunmaktadır. Helenistik döneme ait vadi boyunca birçok mezara rastlanır. Tozkoparan Kaya Mezarları: Ünye İlçe merkezine 5 km. uzaklıkta Gürpınar köyünde bulunmaktadır. Mezar girişi büyük yuvarlak kemerli ve derin iniş vardır, buradan içiçe iki odaya geçilmektedir. Dikenlice Kaya Mezarları: İlimiz Gürgentepe İlçesi Dikenlice köyünde bulunur. Kayalıklara oyulmuş 9 adet kaya mezarı bulunmaktadır. Mezarlar tek odalı olup içerisinde ölünün konulduğu klineler (seki) vardır. Mesudiye İlçesi Kaya Mezarları: İlimizde en çok kaya mezarı Mesudiye ilçesinde bulunmaktadır. Mesudiye’nin Konacık köyünde 2, Kale köyünde1, Eski köyde 2, Bakır köyde 1, Çavdar köyünde 2, Erik köyünde 6, Alanköyde 4 adet kaya mezarı bulunduğu tespit edilmiştir. Çift ve tek sütunlu çeşitleri ile görülmeye değerdir. Kıranyağmur Köyü Kaya Mezarları: İlimiz Ulubey ilçesi sınırları içinde bulunan 8 adet kaya mezarıdır. Bunlar da diğer kaya mezarları gibi sadedir. Tek odalı ve yüksek kayalar üzerine oyulmuşlardır. Sırma (Kadavat) Kaya Mezarı: Ünye’ye 20 km uzaklıkta, Tekkiraz Beldesi, Sırma- Kadavat mahallesinde bulunan kaya mezarı tam olarak tarihi bilinmemekle beraber Helenistik döneme ait olduğu sanılmaktadır. Bu mezarlar anıtsal büyüklüktedir. Çubuklu Kaya Mezarı- A.Kızılin Kaya Mezarı, Kardeşler köyü Kaya Mezarı- ULUBEY
  12. _asi_

    Ordu Boztepe

    BOZTEPE Ordu şehri'nin yamaçlarına serildiği Boztepe, denizden 450 metre yüksekliktedir. Ordu'nun tüm güzelliklerini, ancak buradan görme olanağı vardır. Boztepe'den bakıldığı zaman göklerle kucaklaştığı sanılan ve mavi bir atlas gibi serilen enginler derinleştikçe daha sakin ve hareketsiz görülür. Yöresine hakim olan Boztepe, durgun denizin bitim noktasından başlayıp büyük vadilerle ayrılan haşin görünüşlü tepeleri engelsiz olarak görüş ufkuna açar. Dikilen çam ağaçları büyümeğe başlamış ve Boztepe'yi sevilen bir mesire yeri haline getirmeğe başlamıştır.
  13. _asi_

    Ordu - Yason Burnu

    Ordu - Yason Burnu Perşembe ilçesi 22 km batısında Yason Burnu'nda, zamanında büyük bir kasabanın kurulduğu, bugünkü kalıntılarından anlaşılmaktadır. Yason Fenerinin bulunduğu burunda çok eskiden kalma bir kilise yıkıntısı vardır. Yason kasabaının en büyük dini ayin yerlerinden olan bu kilisenin, akın, yağma ve yakıp yıkmalar sonunda yok olduğu, yıkıntıları üzerinde Rumlar tararından yeniden bir kilisenin yapıldığı anlaşılmaktadır. Kapısındaki (1866) tarihinin yapılış değil, onarım tarihi olsa gerekir. Deniz kerarında balık üretme havuzlarının izlerine rastlanmaktadır.
  14. _asi_

    Ordu Kurul Kayası

    KURUL KAYASI Kurul Kayası Yerleşmesi: İlimiz merkezine 20 km mesafedeki Bayadı Köyü sınırları içersinde sivri bir kaya üzerinde antik bir yerleşme alanıdır. Yeraltı galerileri bulunmaktadır. Karadeniz Bölgesinde sık rastlanmayan örneklere sahiptir. Tepenin üzerinde yapılan define kazıları sırasında 2 metre kalınlığındaki duvar kalıntıları bulunmuş olup, duvar örgüsü keramik parçaları ve pişmiş toprak çatı kiremitleri yoğun olarak İ.Ö. I. IV yy. da yerleşim gördüğünü kanıtlar niteliktedir. .
  15. _asi_

    Ordu yaylaları

    ORDU YAYLALARI Keyfalan Yaylası Bu yayla Mesudiye İlçesi’nin güneyinde, deniz düzeyinden 1200 metre yüksekte, İlçeye 9 km. mesafededir. Etrafı tamamen çam ormanları ile sarılmıştır. Bol soğuk suları ve temiz havası vardır. Bu yaylayı doktorlar veremli hastalara dinlenme yeri olarak tavsiye ederler. Ulaşım Ordu'nun güneyindeki Mesudiye ilçesine 114 Km., Mesudiye'den Keyfalan yaylasına 20 km.lik yolla ulaşılır. Yaylaya yaz aylarında dolmuş seferleri bulunmaktadır. Özellikler 1. 200 m. rakımlı yaylada alt yapı hizmetleri kısmen tamamlanmıştır. 50'ye yakın yayla evi bulunmaktadır. Konaklama-Yeme-İçme Orman işletmesinin günübirlik ve 20 yataklı konaklama tesisinden yararlanılabilir. Yerli halka ait yayla evlerinden et ve süt mamulleri temin edilebilir Çambaşı Yaylası Ordu İli’nin 61 km. güneyinde bir yayla vardır. Çambaşı derler bu yaylaya. Deniz düzeyinden 1850 metre yükseklikte güzel bir mesire yeridir burası. Çarşısı, pazarı, piknik yerleri, lokantaları ve otelleri olan; sütü, eti, yağı, peyniri, sebzesi, meyvesi ve tüm bunların ötesinde doğal güzellikleri çok iyi ve bir yaz dinlenmesi için en ideal koşulları taşır bu yayla. Ulaşım Ordu'nun 58 Km. güneyinde Kabadüz ilçe sınırlarındadır. Kabadüz ilçesine kadar 21 km. yol asfalt, 37 kilometresi toprak yoldur. Turizm sezonunda (l Haziran-30 Eylül) Ordu-Yayla arası dolmuş seferleri yapılmaktadır. Özellikler 1. 250 m. rakımlı yaylada alt yapı hizmetleri kısmen tamamlanmıştır. Yaylada; bakkal, kır kahvesi, kasap, el lokantası, seyyar sağlık ocağı hizmet vermektedir. Konaklama-Yeme-İçme Temel ihtiyaç malzemeleri yayladaki lokanta ve bakkallardan karşılanabilir. Konaklama için pansiyonlar bulunmaktadır Argın Yaylası Akkuş-Niksar karayolu üzerinde ilçe merkezine 3 km. mesafede ve 1597 m yüksekliktedir. Etrafı tamamen gürgen ormanlarıyla kaplıdır. Argın yaylası 30/09/1991 tarih ve 20997 sayılı Resmi Gazete' de yayınlanan Bakanlar Kurulu Kararıyla Turizm Merkezi ilan edilmiştir. Yeşilce ve Topçam Yaylaları Mesudiye ilçesi Yeşilce ve Topçam Beldelerine bağlı Beyağaç, Kızılağaç, Kıyıyurt ve Çukuralan Yaylalarını ve daha birçok obayı kapsamaktadır. Geleneksel Yeşilce Kültür ve Yayla Şenliklerinin düzenlendiği yaylalar, zengin bitki örtüsü, ormanları ve dereleriyle fevkalade güzel bozulmamış bir doğaya sahiptir. 11.01.1998 tarih ve 23227 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 98/10496 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile Turizm Merkezi ilan edilmiştir. Perşembe Yaylası: Bu yayla Aybastı ve Reşadiye toprakları arasında 1350 metre yüksekliğinde, havası suyu insan sağlığı için çok iyi bir yayladır. Yaylaya yalnız Aybastı İlçesi halkı değil, İl’in çeşitli ilçelerinden gidenler olur.
  16. PAŞAOĞLU KONAĞI ETNOGRAFYA MÜZESİ Tarihçe : Ordu il Merkezi - Selimiye Mahallesi'nde Taşocak Caddesi ile Erkoçak Sokağı'nın kesiştiği köşede yükselen Paşaoğlu Konağı, 1896 yılında Paşaoğlu Hüseyin Efendi tarafından yaptırılmıştır. Bahçesiyle birlikte 625metrekare'lik bir alan üzerine inşa edilen konağın taşları Ünye'den, ahşap malzemesi Romanya'dan getirilmiş ve yapımı İstanbullu bir usta tarafından gerçekleştirilmiştir. 19.yy sivil mimarimizin en güzel örneklerinden biri olan Paşaoğlu Konağı, zemin dahil olmak üç katlıdır. Zemin kata doğuda, birinci kata ise kuzeyde ve batıda bulunan kapılarla giriş sağlamaktadır. Konak; birinci ve ikinci katı ayıran silme ile birlikte, binanın köşelerinde yer alan kaideli ve başlıklı yarım sütunları, bitkisel motifli konsollarla desteklenen ve söve taşı ile çevrelenen üstü saçaklı pençeleriyle zengin bir taş işçiliğini sergilemektedir. Doğu cephede alt katta dört, üst katlarda beşer pencere mevcuttur. Zemin üzerindeki iki katın bu cephedeki orta pencereleri zarif burmalı sütünceler ve yarım sütunlar arasına alınmıştır. Kuzey cephede bulunan birinci katın giriş kapısı basık kemerli ve çift kanatlıdır. Kapının etrafı bitkisel motifli kalemisi süslemelerle zenginleştirilmiştir. Korint başlıklı iki sütunla desteklenen ve kapının önündeki sahanlığı örten çıkma üzerinde ikinci katın balkonu yer almaktadır. Bahçe duvarı, merdivenler, balkon ve çatı kenarlarındaki işlemeli taş korkuluklar konağın dış cephesine hareket kazandıran diğer unsurlardır. Konağın bahçesinde fiskiyeli bir havuz ve günümüzde ahşap örtü altına alınmış orijinal taş ocak bulunmaktadır. Paşaoğlu Konağının zemin katı taş döşelidir. Birinci ve ikinci katlarda taban ahşaptır. Tavanlar ahşap kaplama olarak yapılmıştır. Konağın üst katındaki sofanın ahşap tavanı kağıt üzerine yağlıboya desenlerle süslenmiştir. Tavanın ortasında baklava şeklinde bitkisel motifler vardır. Köşelerdeki madalyonlar içine çeşitli manzaralar resmedilmiştir. Bu katta bulunan banyoda desenli çiniler kullanılmıştır. Paşaoğlu Konağı; Kültür Bakanlığı Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından 1982 yılında kamulaştırdıktan sonra 1983 tarihinden itibaren onarılmaya başlanmıştır. 1987 yılında onarımı ve teşhir-tanzimi tamamlanan konak "Paşaoğlu Konağı ve Etnografya Müzesi" olarak hizmete açılmıştır. Zemin katı idare olarak kullanılan binanın birnci katı etnoğrafik eserler seksiyonu olarak düzenlenmiştir.Bu bölümde silahlar takılar kadın ve erkek giysileri vb. eşyalar sergilenmektedir. İkinci kat ise sofa Paşa-nine odası, günlük oda, misafir odası, yüklük gibi düzenlemelerle yöresel 19. yüzyıl konağının özelliklerini aksettirmektedir. Ordu Paşaoğlu Konağının Kültür Bakanlığınca kamulaştırılması ve onarılıp müze olarak ziyarete açılması ile sivil mimarimizin ender örneklerinden biri daha gelecek nesillere sağlıklı şekilde aktarılması sağlanmıştır.
  17. _asi_

    Ordu Sivil Mimari Örnekleri

    Ordu Sivil Mimari Örnekleri Ordu Doğu Karadeniz Dağları’nın alçalmaya başladığı kesimlerde kurulmuş olduğundan doğal yapısı yöresel mimariye de yansımıştır. Ordu ile Samsun ili birbirlerine çok yakın olduklarından ötürü de her iki ildeki sivil yapılanma birbirlerine benzemektedir. Ancak, Ordu çevrelerinin sosyo-ekonomik ve doğal yapısı mimaride de açıkça kendini göstermektedir. Yerleşim alanları daha sık ve yapı planları da farklı olmasının yanı sıra da ahşabın çok fazla kullanılması ile diğer Karadeniz yapılarından ayrılmaktadır. Ordu’da sivil mimari örnekleri il merkezinde, Ünye, Fatsa, Bolaman, ve Mesudiye gibi yerleşim alanlarında yoğun biçimde görülmektedir. Buradaki yapılar sit alanı içerisinde kaldıklarından tescil edilmiş ve koruma altına alınmıştır. Bunun dışında kalan il merkezi ve ilçelerdeki geleneksel mimari tescil edilmeden önce yıkılmıştır. Bu nedenle geleneksel mimarinin kendine özgü özellikleri daha çok kırsal kesimde görülmektedir. Kırsal kesimlerdeki en önemli yapı biçimleri konutun yanı sıra hayvanların da barındırıldığı ahır, merek olarak tanımlanan samanlık ve çöten denilen ambarlardan meydana gelmiştir. Mezra evleri daha çok tarımsal üretimin, yayla evleri de hayvancılığın yapıldığı yörelerde ortaya çıkmaktadır. Bu yapılar daha çok yaz aylarında kullanıldıklarından dikkati çeken bir mimari özellikleri bulunmamaktadır. Bunlar özensiz yapılar olup, yapımlarında kaba araç ve gereçler kullanılmış, tek mekânlı örneklerdir. Mezra evlerinde ürünlerin korunduğu ve saklandığı bölümler, yayla evlerinde ise hayvan barınakları, örtüler ve açık çitlerle çevrili ağıllar bulunmaktadır. Yerleşim alanlarında ise yapılanmada kesme taş, bağdadi üslup ve ahşaba geniş yer verilmiştir. Sivil mimaride plan türlerini belirleyen ana mekân salon denilen sofalardır. Ancak Ordu evlerindeki sofalar diğer illerde görüldüğü gibi ortada değil köşelerde bulunmaktadır. Evlerin doğu kesimlerinde içerisinde ocağın bulunduğu yemek pişirilen, yemek yenilen ve oturma odaları sıralanmıştır. Odaların tümü bu sofaya açılmaktadır. Sokak olarak isimlendirilen dar bir koridorun arkasında hela ve kilerler bulunmaktadır. Evlerin içerisinde dolap ve yüklükler bulunmaktadır. Ağaç bezemeye özellikle tavanlarda, dolap kapaklarında, tırabzanlarda yer verilmiştir. Ordu evleri genellikle arazi yapısından ötürü çapraz eksen üzerinde kurulmuş ve yatay genişlemeye pek yer verilmemiştir. Bu bakımdan yapılar yukarıya doğru büyüme özelliği göstermiş üç ve dört katlı evler bu yüzden çoğunluk göstermektedir. Bununla beraber yakın tarihlere kadar iki katlı, salonlu evlere de rastlanmakta idi. Ordu evlerinin diğer Karadeniz evlerinden farklı ayrıntıları bulunmaktadır. Saçaklar diğerleri gibi genişliklerini korumalarına rağmen daha küçüktürler. Ahşap gereç ile yığma yapılanma veya karkas çoğunluğu oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra evlerin yapımında kıyı kesimlerde taş duvarlara geniş yer verilmiştir. Bunun en tipik örneği Fatsa Bolaman’daki Şerefnur Kademoğlu evidir. İl merkezindeki evler geniş bir bahçe içerisinde, denize yönelik üç veya dört katlı olarak yapılmıştır. Cephe boylarında sıra halinde dikdörtgen söveli pencereler bulunmaktadır. Bunlardan bazılarında ikinci ve üçüncü katlar cumbalarla eliböğründelerle dışarıya taşırılmıştır. Cephelerin ortasında dışarıya çıkıntılı, üzerleri üçgen veya düz çatılı balkonlara yer verilmiştir. Üst örtüler kırma veya düz çatı şeklinde olup, bu çatılar üçgen çıkıntılarla hareketlendirilmiştir. Ordu’da XIX.yüzyıl sivil mimarisi örneklerinin başında Paşaoğlu Konağı gelmektedir. Bu konak zemin katı ile birlikte üç katlıdır. Zemin kata doğudan, birinci kata da kuzey ve batısında bulunan iki ayrı kapıdan girilmektedir. Konağın birinci ve ikinci katı bir silme ile ayrılmış, köşeleri yarım sütunlar ve bitkisel motifli konsollarla desteklenmiştir. Zengin bir taş işçiliğinin görüldüğü konağın zemin üzerindeki iki katın doğu cephesinde en altta dört, üst katlarda da beşer penceresi bulunmaktadır. Doğu cephesindeki orta pencereler burmalı sütunlar ve yarım sütunlar arasına alınmıştır. Kuzey cephesindeki birinci katın girişi basık kemerli ve çift kanatlıdır. Bu kapının çevresi bitkisel motifli kalem işleri ile bezenmiştir. Aynı zamanda korinth başlıklı iki sütunla desteklenen giriş kapısının önünde bir çıkma, üst katta da bir balkon bulunmaktadır. Konağın zemin katı taş döşeli, birinci ve ikinci katlar ahşap döşemelidir. Tavanlar ahşap kaplama olarak yapılmış, üst kattaki sofa kâğıt üzerine yağlı boya ile çeşitli desenlerle bezenmiştir. Tavanın ortasına baklava şekilleri, bitkisel motifler, köşelerdeki madalyonlara da çeşitli manzaralar resmedilmiştir.
  18. _asi_

    Ordu Camileri

    ORDU CAMİLERİ İbrahim Paşa (Orta) Camisi (Merkez) Ordu il merkezinde çarşı içerisinde bulunan bu caminin, yöredeki asayişi düzenlemek amacıyla Bucak Mahallesi’nde konaklayan askeri birliğin kumandanlarından İbrahim Paşa tarafından ahşap olarak yapıldığı kaynaklardan öğrenilmektedir. Bugünkü cami 1800 yılında, ahşap cami yıkılarak yerine yapılmıştır. Çarşının ortasında bulunmasından ötürü de halk arasında Orta Cami ismi ile de anılmaktadır. Caminin doğu kapısındaki kitabesinde de Tayyar Mahmut Paşa, Salih Ağa ve Ali Ağa’nın yardımları ile yapıldığı yazılıdır. Bunun yanı sıra caminin yapımında halkın da katkıları olmuştur. Cami kesme ve moloz taştan dikdörtgen planlı olarak yapılmıştır. Üzeri ahşap bir çatı ile örtülüdür. Mihrabı sonraki yıllarda Selimiye Camisi’ne taşınmış, günümüze gelen ve yeni yapılan mihrap ise ampir üslubunda bezemelerle süslenmiştir. İbadet mekânı uzun kenarlardaki iki sıra halinde dörder pencere ile aydınlatılmıştır. Önünde bulunan son cemaat yeri iki katlı olarak dışarıya kapalı bir sivil mimari örneğindendir. Son cemaat yeri caminin yapımından sonra buraya eklenmiş olup, ibadet mekânı duvarları ile son cemaat yerinin duvar işçiliği yönünden uyumsuzluğu da bunu açıkça göstermektedir. Yanındaki kesme taş kaideli yuvarlak minaresi iki şerefelidir. Selimiye Camisi (Merkez) Ordu Aziziye Mahallesi, Hükümet Caddesi’nde bulunan bu caminin yapımına 1926 yılında başlanmış ve 1956 yılında tamamlanarak ibadete açılmıştır. Cami mimari yönden bir özellik göstermemektedir. Kesme taştan kare planlı olup, üzeri tromplu kubbe ile örtülmüştür. Ancak yapının çatılı olduğu ve sonradan kubbe ile örtüldüğü sanılmaktadır. Caminin ön kısmında, dışa kapalı üç bölümlü ve üzerleri küçük kubbelerle örtülü bir son cemaat yeri bulunmaktadır. İbadet mekânı yan duvarlardaki altlı üstlü üçer pencere ile aydınlatılmıştır. Caminin en önemli noktası mihrabı olup, XVIII.yüzyıla tarihlenen bu mihrap İbrahim Paşa Camisi’nden buraya taşınmıştır. Mihrap Selçuklu üslubunda yapılmış olup, mukarnaslı mihrap nişini bitkisel ve geometrik motifli bordürler çerçevelemektedir. Ayrıca üst kısmında da kabartma motiflere yer verilmiştir. Caminin yanındaki minaresi taş kaide üzerinde, yuvarlak gövdeli ve tek şerefelidir. Vakıflar Genel Müdürlüğü 1995 yılında bu camide onarımlar yapmış, bu onarım sırasında ekler de yapmıştır. Aziziye Camisi (Merkez) Ordu Aziziye Mahallesi, Hükümet Caddesi’nde bulunan bu cami, Ordu’nun ilk kuruluş yıllarında ahşap olarak yapılmıştır. 1883 yılında yanmış ve Ordu’nun ileri gelenlerinden Kadızâde Hacı Hasan Efendi tarafından 1894-1895 yıllarında yeniden yaptırılmıştır. Camiyi ilk yaptıranın kimliği bilinmemektedir. Cami kesme taştan bir avlu içerisinde yapılmıştır. Dikdörtgen planlı ve iki katlı olan caminin üzeri ahşap bir çatı ile örtülüdür. İbadet mekânı altlı üstlü yuvarlak 18 pencere ile aydınlatılmıştır. Mihrap ve minberi özellik taşımamaktadır. Caminin üst katına iki, alt katına da bir kapı ile girilmektedir. Caminin giriş kapısı üzerinde mermer üç satırlı, altı mısralı kitabesi bulunmaktadır. Batı cephesinde ve kapının yanında kare kaide üzerinde yuvarlak gövdeli, tek şerefeli minaresi bulunmaktadır. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 1976-1977 yıllarında yapmış olduğu onarım sırasında, caminin avlusuna sekizgen planlı, üzeri kubbeli beton bir şadırvan eklenmiştir. Hamidiye Camisi (Merkez) Ordu Saray Mahallesi, Kışla Caddesi üzerinde bulunan bu caminin Mir Mehmet Ali Bey tarafından h.1307 (1889) yılında temeli atılmış ve cami sonraki yıllarda tamamlanmıştır. Cami kesme taştan, kare planlı ve ahşap çatılıdır. Giriş kapısı üzerinde Şair Tıfli’nin üç satırlık kitabesi bulunmaktadır. Bu kitabe zamanla bozulduğundan okunamayacak durumdadır. Caminin mihrabı niş şeklinde olup, bir özellik taşımamaktadır. Mihrabın yanına ahşap bir minber eklenmiştir. Caminin yanında taş kaide üzerine yuvarlak gövdeli, iki minare eklenmiştir. Yalıköy Camisi (Fatsa) Ordu ili Fatsa ilçesi, Yalıköy’de bulunan bu caminin yapım tarihi ve banisi bilinmemektedir. Cami moloz taştan yapılmış olup, ibadet mekânında ahşaba geniş yer verilmiştir. Ön kısmında üç sütunlu bir son cemaat yeri bulunmaktadır. Mihrabı özellik taşımamaktadır. Bezeme olarak mihrabın iki yanına sıva üzerine Kuran’dan alınma çeşitli ayetler yazılmıştır. Cami yakın tarihlerde Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilmiştir. Saray Camisi (Ünye) Ordu ili Ünye ilçesi, Kaledere Mahallesi’nde bulunan bu cami h.1312 (1894) yılında yaptırılmıştır. Banisi bilinmemektedir. Cami Ünye taşından yapılmış dikdörtgen planlıdır. İbadet mekânının altında kullanılmakta olan bir bodrum katı vardır. Mihrap ve iç bezemesi özellik taşımamaktadır. Orijinal minaresi günümüze gelememiş olup, bugünkü minare sonradan buraya eklenmiştir. Hacı Osman Ağa Camisi (Ünye) Ordu ili Ünye ilçesinde, Ortayılmazlar Mahallesi, Cami Sokağı’nda bulunan bu caminin yapım tarihi ve banisi bilinmemektedir. Mimari yönden de bir özellik taşımamaktadır. Cami taş temelli olup, üst duvarları moloz taş, ahşap dolguludur. Dikdörtgen planlı, üzeri ahşap kırma çatı ile örtülmüştür. Çatı geniş saçaklar meydana getirmektedir.
  19. _asi_

    Ordu Kiliseleri

    ORDU KİLİSELERİ TAŞBAŞI KİLİSESİ : İlimiz merkezinde Taşbaşı Mahallesi, kentsel sit alanı içersindedir. Kilise doğu-batı istikametinde uzanmakta olup, plan olarak dikdörtgen bir tarzdadır. Doğudaki büyük bir apsis ve yanlarda iki küçük apsis bulunmaktadır. Kilisenin ana mekanı iki sıralı üç sütunla üç nefe ayrılmış olup, nef diğer neflere nazaran daha geniş tutulmuştur. Kilisenin semardam çatısı, sütunlarla desteklenen kemerlerle taşınmaktadır. Batıdaki nefteks kuzey ve güneye açıktır. Bugünkü kalıntılardan kilisenin kuzeyinde ikametgah binaları, okul vb. sosyal mekanlar yer aldığı anlaşılmaktadır. Kilise, tümü düzgün kesme taştan 19. tt. Ortalarında yapılmıştır. Bir ara cezaevi olarak kullanılmıştır. Kültür Bakanlığınca restore edilmiştir.Kültür merkezi olarak kullanılmaktadır. YASON KİLİSESİ : Perşembe Çaka Mevkii Yason Burnu'nda sit alanı içersinde yer almaktadır. Üç apsisli küçük kubbeli olup, cephesinde açık ve koyu taşlar kullanılmıştır. Kilise içte iki sıra sütunla, üç nefe ayrılmıştır. Güneyde ve batıda olmak üzere iki girişi vardır. Batıdan asıl giriş üzerinde açık pembe renkli bir taş üzerinde alçak kabartma şeklinde karşılıklı iki hayvan figürü tasvir edilmiştir. Kapı ve pencere pervazları açık bej renkli taşlardan ana duvarlar koyu gri taşlardan farklı renklerinden oluşan güzel bir tezat ortaya çıkarmıştır. 1991 yılı sonunda kilisenin kubbesi ve tavanının bir kısmı çökmüş, 6 adet taş sütundan ikisi de yıkılmıştır. Kilisenin sahil yoluna yakın olması ve ender bulunan doğal yarımadada bulunması yerli ve yabancı ziyaretçilerin dikkatini çekmektedir. MESUDİYE MERKEZ KİLİSESİ Ordu ili Mesudiye ilçesi Kışla Mahallesi’nde bulunan bu kilise XIX.yüzyılın ikinci yarısında yapılmıştır. Kesme taş ve kaba yontma taştan yapılan kilise dikdörtgen planlı, bazilika görünümündedir. Batı yönünden içerisine girilen kilise üç neflidir. Girişin önünde birbirlerine, biri açık diğeri koyu olmak üzere alternatif sıralı yuvarlak kemerlerle bağlanmış dört sütun bulunmaktadır. Kilisenin girişi renkli taşlarla bir bordür ile çevrilidir. Bu bordürün üst kısmında biri büyük diğeri küçük iki rozet dikkati çekmektedir. DÜZ MAHALLE KİLİSESİ Ordu, Düz Mahallesi, Sinema Sokak’ta bulunan bu kilisenin yapım tarihi kesinlik kazanamamakla beraber, XIX.yüzyılın ikinci yarısında yapıldığı sanılmaktadır. Kilise kesme taştan, dikdörtgen planlı bazilika görünümündedir. Üzeri yuvarlak tonozla örtülmüştür. İbadet mekânını (naos) üç nefe ayıran sütunlar betonarme sütunlarla desteklenmiştir. İç kısımda bezeme olarak herhangi bir elemana rastlanmamıştır. Kilise XX.yüzyılın ikinci yarısında onarılmış ve Ordu Belediyesi’nin itfaiye hizmet binası olarak kullanılmıştır. Günümüzde ise tiyatro binası olarak işlevini sürdürmektedir.
  20. _asi_

    Atatürk Ve Ordu

    ATATÜRK VE ORDU ATATÜRK'ÜN ORDU'YA GELİŞİ 1924 yılı sonbaharında Karadeniz kentlerine yönelik bir inceleme gezisine çıkan Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, Trabzon'dayken büyük Erzurum depremini haber almış ve bir an önce bölgeye gitmek istemişti. Ancak, önceden tasarlanmış ziyaretlerini iptal etmek istemiyordu. Geziyi hızlandırarak Samsun'a kadar gitmeyi kararlaştırdı. 19 Eylül günü Giresun'u ve Ordu'yu birkaç saatliğine ziyaret ederek Samsun üzerinden Erzurum'a geçti. Atatürk, 19 Eylül 1924 Cuma günü, öğleden sonra Hamidiye Kruvazörü ile geldi. 13.00 sularında Giresun yönünden beliren kruvazör, 14.00 sularında Ordu açıklarında demirledi ve top atışlarıyla kenti selamladı. Önceden tasarlanan karşılama töreni için yüzlerce kayık, sandal, mavna, bayraklarla donatılarak kruvazöre doğru açıldı. Kayığın birinde sporcu giysileri içinde Ordulu gençler de vardı ve Atatürk'ü kendi kayıkları ile karaya çıkarmak istiyorlardı. Bir kayıkta da Vali, belediye başkanı ve diğer yöneticiler vardı. Bu yönetici kurulu kruvazöre çıkarak Cumhurbaşkanını karşıladılar. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, kruvazörün hücumbotuyla, yüzlerce kayığın eşliğinde karaya çıktı. Kente ilk adımını attığı yer, bugünkü İlkadım Anıtının olduğu yerdi. Binlerce Ordulu, Ata'sını alkışlarla karşıladı. Askerlerden ve öğrencilerden oluşan karşılama kortejnin önünden geçerken, selamlarına "Merhaba, nasılsınız arkadaşlar?" diyerek yanıt verdi. Bir kız öğrenci kendisine bir demet çiçek sundu. Atatürk, ilk olarak belediyeyi ziyaret etti. Belediye Başkanı Yusuf Furtun'du. Makamında, kendisine kentin yerel sorunları hakkında bilgi verdi. Kahveler içilirken, kentin çeşitli kuruluşlarının temsilcileri Atatürk'e tanıtıldı. Atatürk, belediyeden sonra aynı binada bulunan Cumhuriyet Halk Fırkasını da ziyaret etti. Daha sonra yine yürüyerek, binlerce Ordulunun alkışları arasında vilayete çıktı. Dönemin Vali Vekili Rıfat Bey tarafından kendisine ilin sorunları hakkında bilgi verildi. Atatürk, vilayetten çıktığında yine yürüyerek iskeleye gelirken, önüne çıkan ve kulüplerini ziyaret etmesini isteyen gençleri kırmayarak İdmanyurdu Kulübünü de ziyaret etti. Burada, kulübün anı defterine şunları yazdı: "İdmanyurdu'nun yeni teşekkül etmiş olmasına rağmen mevcudiyetini derhal ihsas ve izhar eder ruhta gençlerden mürekkep olduğunu gördüm. Memnunum. İdmanın bedeni olduğu kadar fikri olmasına dikkati celbederim. Gazi M. Kemal / 19 Eylül 1340, Ordu" Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, İdmanyurdu Kulübü binasından ayrıldıktan sonra, bu kez de Gençlik Yükselme Birliği Kulübü yöneticileri tarafından davet edildi. Bu daveti de kırmayan Mustafa Kemal Atatürk, kısa bir süre bu kulübe ve daha sonra İhtiyat Zabitleri Kulübüne uğradı. Gençlik Yükselme Birliği Kulübünde, Keçiköy İlkokulu müdürü kendisine tanıtılırken, o yörenin çok yeşil olduğunu gemiden gördüğünü söyleyerek, okulun adının "Yeşilyurt" olarak değiştirilmesini istedi. Bu ziyaretlerin ardından iskeleye ulaşan Mustafa Kemal, kentten ayrılmadan, iskeleyi dolduran kalabalığa hitaben şu konuşmayı yaptı: "Muhterem Ordu Ahalisi! Hakkımda gösterdiğiniz samimi tezahürat bende derin hissiyat bıraktı. Bu şuurlu tezahüratınızla Türk milletinin bütün cihan muvacehesinde ilelebed yaşayacağını bir daha ispat etmiş olan sizin samimi çehreleriniz ve sevimli gözleriniz karşısında günlerce kalmak ve sizinle samimi hasbihallerde bulunmak isterdim. Fakat ciddi bir sebep buna manidir. İnşallah samimi ve sevimli muhitinizi tekrar ziyaret ederim. Allahaısmarladık." Bu seslenişinin ardından, iki saat kadar kaldığı Ordu'dan ayrıldı.
  21. _asi_

    Ordu Halk Oyunları

    HALK OYUNLARI Ordu ve çevresinin halk oyunlarını incelerken Ordu halkını etnolojik açıdan göz önüne almak gerekmektedir. Ordu ve Çevre Halkı: 1877-1878 öncesi ve bu zamanlarda Gürcistan’dan gelen (1893 harbi) göç ederek gelen Gürcü Türkler. 1910 ve daha sonrası Selanik’ten buradaki Rumlarla mübadele (karşılıklı yer değiştirme) edilen Selanik Türkleri. 1917 öncesi 1. Dünya Savaşı sırasında Rus istilasında göç eden ve geri dönemeyen Artvin, Rize ve Trabzonlular. Tokat’ın ve Sivas’ın Ordu iline yakın ilçelerinden ve köylerinden göç edip gelenler, Batum ve Gümüşhane’den gelip yerleşenlerden oluşmaktadır. Göç edip gelen halk ve yerli halk arasında kendiliğinden oluşan bir kültür alışverişi olmuştur. Buradan da anlaşılacağı gibi Ordu Folkloru; içinde bulunduğu Doğu Karadeniz Bölgesinin ve iç Anadolu Bölgesinin Folklorunu yaşatmaktadır. Tabi ki Ordu yerleşik kültürüyle yoğrulmuş, yöreye özgü bir halk Müziği ve Halk oyunları oluşmuştur. Sahil kesiminde, Horonlar ve Kol Oyunları – Metelik olarak ta bilinen karşılama türü oyunlar oynanmaktadır. İç kesimlerde Akkuş, Aybastı, Gölköy ve Mesudiye ilçelerinde ise Tokat ve Sivas’ın etkisi bilhassa düğünlerde bu yörelerden müzisyenler getirilmesi sonucu bu ilçelerde Halay türü oyunlara rastlanmaktadır. Bugün bu oyunların ( özellikle halay türü) birçoğu unutulmuş ya da artık fazla ilgi görmemektedir. Aşağıda belirtilen oyunlar bugün hala Ordu’da oynanmaktadır. Bu da gösteriyor ki, Ordu’da yaşayan insanların genel karakterini bu oyunlar (Horon ve Karşılama) yansıtmaktadır. Yörede oynanan Horonlar kadın ve erkekler tarafından ayrı ayrı oynanmaktadır. Ancak yakın akraba kız ve erkekler birlikte oynamaktadırlar. Bütün horonlarda olduğu gibi oyun, yavaş başlar giderek hızlanır. Kız horonu yalnız kızlar tarafından, Dik Horon – Laz Horonu – Düz Horon – Sık Horon (Sıksara) da yalnız erkekler tarafından oynanır. Oyundan oyuna geçişte “Al Aşağı”, “Aldanma”, “Hop Hop” komutları kullanılır. Ordu yöresinde oyunlara eşlik eden sazlar: Kemençe, Davul-Zurna, 1940’lardan itibaren ise kaval ve bağlamada da kullanılmaktadır. Ordu ili sözlü ve sözsüz halk oyunu ezgi ritimleri sırasıyla şunlardan müteşekkildir. 2/4, 4/4, 5/8, 6/8, 7/8, 7/16, ve 9/8, 9/16 zamanlı basit ve bileşik usullerden oluşmaktadır. Horon Türünde Oynanan Oyunlar 1- Horonlar: a) Gürcü Horonu b ) Dik Horon c) Mısırlı (Mısırlıoğlu) Horonu d) Sallama 2- Karşılama Türü (Kol Oyunları) Oyunlar: a) Ordu Karşılaması b ) Ordu'nun Sokakları c) Su Sızıyor Sızıyor d) Miralay 3- Her Yerde Oynanan Pıtık Oyunları a) Horonlar:(Mısıroğlu Horonu - Tulum Horonu - Sallama - Nalcı Horonu ve Melet Horonu) b ) Karşılama Türü (Kol Oyunu) Oyunlar: (Lazutlar - Miralay - Bahçelerde Pırasa) c) Halay Karakterinde Oynanan Oyunlar:(Tamzara – Temurağa) d) Dinsel Nitelikli Oyunlar: (Semahlar)
  22. _asi_

    Ordu Yöresel Kıyafetleri

    YÖRESEL KIYAFETLER Kadın Kıyafeti: İçine beyaz renkli keten dokumadan yapılmış gömlek giyilmektedir. Gömlek dik yakalı ve uzun kolludur. Önü bele kadar açık olup gümüş düğmelidir. Önünde her iki tarafta dikişli pili süs vardır. Altına 4 m. Kumaştan yapılmış paçaları bol, ağı yukarıda don giyilir. Elbisenin altından bir karış kadar görünecek tarzda donun paçaları dize kadar çekilir ve çorabın içine sokulur. Ayağa dize kadar çıkan "Yargan Garası" veya "Alaçorap" denilen desenli çorap ile çarık giyilir. Gömleğin üzerine fistan giyilir. Fistan, belden büzgülü veya serbest pililidir. Kolu, kol evi oyulmadan düz olarak takılmıştır. Uzun kollu olup kol ağzı bilezikli ve kırma süslüdür. Tek düğme ile iliklenmektedir. Devrik yakalı olup üzeri kırma süslüdür. Önü (V) şeklinde açık olup belde tek düğme ile iliklenmektedir. İçinden gömleğin kırmalı kısmı görünür. Arkada ve önde, omuzlarda gelip belde birleşen düz şerit süsler vardır. Boyu, dize kadar olup altından dize kadar çekilen donu bir karış kadar gözükür. Belden kısmı ve kolları astarlıdır. Fistanın üstüne işlik giyilir. İşlik fistanın kumaşından olup, rengi değişiktir. Boyu göğüs altındadır. Düz olan önü göğüste (V) şeklinde birleşir. Uzun kollu olup kol ağzı üç parmak eninde bileziklidir. İçi astarlıdır. Önlere, etek etrafına ve ön uça ( üçgen şekil verilerek) saten kurdele geçirilmiştir. Önlere, ön uçtaki üçgenin içine, etek etrafına, yanlara, omuza ve kol ağzına renkli ipliklerle nebati motif şeklinde dikiş süsler yapılmıştır. Kol evine ise sarı simli kaytan geçirilmiştir. Bele çizgili yün kuşak sarılır. Dikdörtgen şeklinde olan bu kuşak çapraz olarak katlanınca kaydırılmış iki üçgen şeklini alır. Üçgenlerin taban kısmını teşkil eden uzun kenarı birkaç kere katlanarak dikilir ve üçgenlerin biri öne, diğeri arkaya gelecek tarzda bele sıkıca sarılır. Bele sarılan bu kuşağın bir kısmı görünecek tarzda üzerine dolama bağlanır. Dolama, beyaz ve yahut da siyah koyunyününden dokunmuş olup dikdörtgen şeklindedir. Dolamanın öne gelen kenarlarına, etek ucuna ve kalça üzerine gelen ek yerine boncuk ve renkli ipliklerle dikiş süsler yapılmıştır. Ayrıca ön etek ucunda, gene aynı malzemelerle yapılmış üçgen şeklinde bir süs vardır. Bazılarının da etrafı saçaklıdır. Dolamanın, iki kısa kenarı öne gelecek tarzda uzun kenarı bele sarılır ve püsküllü bir bağcık ile üstten bağlanır. Böylece önü, verev olarak hafif açık kalır. Etek uçları ise süsü görülecek tarzda bele sokulur. Gelinlerin belinin, ön kısmına, boncuktan örülmüş para kesesi sokulur. Kesenin altına ise mendil konulur. Başa, etrafı pullu beyaz renkli çember örtülür. Bu çember, önce katlanarak üçgen yapılır sonra çene altından geçirilerek tepeden bağlanır. Üstüne etrafı boncuk oyalı ikinci bir beyaz çember daha örtülmektedir. Bu da önce katlanarak üçgen yapılır, sonra bu üçgen katlanarak daraltılır ve sivri kısmı arkaya gelmek üzere tepeye konur ve arkaya bağlanır. Boynuna kırmızı kurdeleye dizilmiş altınlar takılmaktadır. Erkek Kıyafeti: Önce iç gömlek giyilir. Bu gömlek, yerli el tezgahlarında imâl edilen keten dokumadan yapılır. Parmak yakalı olan gömleğin önü bele kadar açık olup, tek düğme ile iliklenmektedir. Üzerine entari denilen mintan giyilir. Mintan, beyaz renkli pamuklu kumaştan yapılmaktadır. Hafif dik yakalı olup önden düğmelidir. Uzun kollu ve kol ağzı bileziklidir. Altına siyah koyunyününden dokunan şayak kumaşından yapılmış zıpka giyilir. Zıpkanın beli uçkurlu olup arkası kırmalar halinde boldur. Paçaları aşağıya doğru daralmaktadır. Zıpkanın yanlarına kendi kumaşından fitil yapılmıştır. Önlerine (pantolondaki ütü yerlerine) ise sarı simli kaytan geçirilmiştir. Entarinin etek uçları, zıpkanın içine konur ve beldeki uçkur sıkıca bağlanır. Paçaları ise dize kadar çıkan " yargan karası " veya " alaçordup" denilen yün çorabın içine sokulur. Çorabın Pancak denilen püsküllü, iç yana gelecek tarzda diz altından bağlanır. Çarıktan başka çapula denilen bir nevi yemeni giyilebilir. Siyah deriden olan çapulanın burnu sivri olup hafif yukarıya doğru kıvrıktır. Arkası ise kuraklıdır. Bazen (deniz ya da dağ köylerinde) çorabın üzerine yünden örülmüş tozluk takılır. Bele her iki tarafında dörder tane gümüş şapak (gümüşten yassı sallantı süs)olan siyah kayış takılır. Buna çerkes kemeri de denir. Kayışın sağ tarafına tabanca, sol tarafına kama sokulur. Arkaya ise yağlık (Yağdanlık) takılır. Entarinin (mintan) üzerine zıpkanın kumaşından yapılmış yelek giyilir. Yeleğin yakası (V) şeklinde olup önü kurvazedir. Önünde iki sıra halinde beşer düğme vardır. Yanlarda ve ayrıca sol göğüs üzerinde birer ilik cep bulunmaktadır. Önü, kurvaze olmayan dört cepli yelekler de vardır. Yeleğin, boyu, bele kadardır. Yeleğin üzerine, 6-8 sıra zincirden oluşan “ Tombul Köstek” takılır. Bu kösteğin bir ucundaki kanca sağ omzuna biraz altından göğüs üstüne tutturulur. Kösteğin diğer ucundaki saat ise sol üst cebe konulur ve ucundaki köstek eteği cebin üzerinden sarkıtılır. Yeleğin üzerine gene aynı kumaştan yapılmış aba giyilir. Abanın boyu kalça yarısına kadardır. Haydari yakalı ve uzun kolludur. Önü iliksiz ve düğmesiz olup 3-4 parmak kadar açıktır. Her iki tarafta ve sol göğüs üzerinde, üstten konmuş birer cep vardır. Sırtta ve önlerde, yukardan aşağıya doğru inen ve kendi kumaşından yapılmış fitil gibi bir parça vardır. Etek ucuna ve kol ağzına birer parmak ara ile sarı simli kaytan geçirilmiştir. Cep ağzına ise bir sıra halinde dikilmiştir. Göğüs cebine, boncuktan örülmüş para kesesi konur ve üzerinden biraz sarkıtılır. Abanın üzerine sağ omuzdan sol koltuk altına doğru çapraz olarak hamil takılır. Başa, önceleri fes giyiliyormuş. Sonradan başlık ( Kabalak) giyilmeye başlanmış. Başlık da zıpkanın kumaşından olup içi, kırmızı bez astarlıdır. Başlığın, ön tarafına ve kaşkol tarzındaki uzantısının uçlarına sarı simli kaytan ile balık sırtı tarzında süsler yapılmıştır. Kaşkol tarzındaki bu bağcık üzerine ayrıca birkaç sıra halinde gene simli kaytan dikilmiştir. Tepesinde, sarı simli püskülü vardır. Başlık, başa giyilip sarılınca, alına dört parmak simli kaytan süs görünür.
  23. _asi_

    Ordu Gelenek Görenekleri

    GELENEKLER DÜĞÜNLER Evlenme dolayısıyla yapılan şenliğe düğün denir. Bir çok örf ve adetlerin sergilendiği düğüne Ordu ilinde büyük önem verilmektedir. Çünkü anne ve babanın evladının en büyük mürüvetini gördüğü bir andır düğün. Düğün öncesi ve düğün sırasındaki başlık, görücü, söz kesme, şerbet içme, nikah, kına gecesi, düğün, sağdıç, yenge, kadın, çeyiz, gelin alma, duvak gibi merhalelerin ayrı bir önemi sosyal yaşantımızda belli bir geleneği, töresi vardır. Bugün ilimizde başlık parası diye bir şey kalmamıştır.Ayrıca sağdıç ve yenge kadın da pek az görülmektedir. Daha önce düğünün yapılmasına bir engel teşkil eden başlık parasının ortadan kalkması kız kaçırma olaylarını büyük çapta etkilemiş, nadir görülen bir olay durumuna düşürmüştür. Diğer hususlar ise günümüzde de bütün güzellikleriyle devam etmektedir. Toplumsal yapının ve sosyal hayatın sanayi ve teknolojik gelişmelere dayalı olarak değişmesi, evlenmeyi büyük çapta etkilemekte, yurdun çoğu yerlerinde olduğu gibi ilimizde de evlenmeler yüksek maliyetleri bulmaktadır. Gerek sahil gerekse ilçe ve beldelerimizin büyük bir kesiminde görücü usulü ile evlenme de unutulan adetlerimiz arasındadır. Erkek evinde veya şehir merkezlerinde salonlarda yapılkan düğünlerden bir gece önce kız evinde yapılan kına gecesi gelenekselliğini sürdürmektedir. İlimizde kına gecelerinde bilhassa köylerde erkek evi kız evine kına, kız evi de erkek evine bohça götürür.ş Kına gecelerinde kına yakma ve gelin ağlatma töreni sırasında söylenen kına türküsü; Çambaşına çıktım da bacım çıram yanmadı Dört yanıma baktımda bacım kimsem kalmadı. Eyvah da anam eyvah da babam eyvahlar olsun Küçücük kızım yerime yerime dursun Sazak yere ev yapma anam o batar gider Uzak yere kız verme eyvah o yiter gider Saciyek saciyek de bacım yerden yücedir Babam evi dedikleri bir bu gecedir. Ordu'da hala zevkle söylenmektedir. düğünler; Düğün kahyası ve görevlendiren bir başka kişi öncülüğünde davul, klarnet, kemençe gibi çalgı takımı ile birlikte davetlilerin karşılanması geleneklerin düğün evi baca ve saçaklarını hedef alan tüfek ve tabanca atışları, düğün alanında önceden hazırlanmış yerlere oturtulması, davetlilerin çalgıcı başına bahşiş vermesi, geliş sırasına göre davetlilere başta keşkek olmak üzere yemek ikram edilmesi, mahalli oyunların oynanması, damadın hazırlandığı yerden bir evli, bir bekar sağdıçlarla(ortada damat) alınıp düğün alanına getirilmesi, başta damat babası ve kardeşleri, enişte, dayı ve diğer akrabaları olmak üzere arkadaşları ve davetlilerden bahşişlerin toplanması, damat ve sağdıçların alınan yere götürülmesi, gelin almaya gidilmesi, gelin evinde karşılama, halk oyunlarının oynanması, gelin evinde sandık kapı bahşişlerinin verilmesi, gelin ve eşyalarının alınması, dönüş, bahşiş alma için yol kesmeler, geline bahşiş verilişi, kurban kesme gibi bölümlerden oluşmaktadır. İlimizde, her konuda olduğu gibi gelenek - göreneklerimizin en iyi şekilde araştırılması, yaşatılması ve gelecek nesillere intikallerinin sağlanması konusunda bilimsel şekilde çalışmalar yapılmış, arşivler oluşturulmuş, daha geniş ve derinlemesine yapılması da programlanmıştır. Doğum: Yöremizde doğum olayı artık hastanelerde gerçekleştirilmektedir. Eskiden evlerde ebe yardımıyla yaptırılan doğumlar neredeyse bitmiştir. Doğumdan sonra 40 gün anneye iş yaptırılmaz. 40. gün çocuk ve annesi kırk uçurma adı verilen gezmeye gider. Yeni doğan bebek diş çıkarmaya başlayınca “diş buğdayı” denilen yemek hazırlanıp, komşulara ve akrabalara ikram edilir. Sünnet: Yöremizde sünnet genellikle çocukları tek yaşlarında olduğu dönemlerde (1-3-5-7-9) yapılır. Sünnet kıyafetleri giydirilen çocuklar, sünnet olmadan önce arabayla konvoy eşliğinde gezdirilir. Evde sünnet yatağı hazırlanır. Sünnet olan çocuk için Kur’an okutulur ve konuklara ikramda bulunulur. Salonda yapılan sünnet düğünlerinde de eğlenceler yapılır.sünnet olan çocuğa çeşitli hediyeler alınır ve bahşiş olarak para yada altın takılır. Evlenme : Gerek sahil gerekse ilçe ve beldelerimizim büyük bir kesiminde görücü usulü ile evlenme unutulmaya yüz tutan adetlerimiz arasındadır. Erkek evinde veya şehir merkezinde salonlarda yapılan düğünlerden bir gece önde kız evinde yapılan kına gecesi gelenekselliğini sürdürmektedir.İlimizde kına gecelerinde bilhassa köylerde erkek evi kız evine kına, kız evi de erkek evine bohça adı altında çeşitli çeyiz eşyası ve hediye götürür.Kına gecelerinde kına yakma ve gelin ağlatma töreni yapılır. Gelin ağlatma esnasında yöresel türküler söylenir. Düğün de düğün kahyası ve görevlendirilen bir başka kişi öncülüğünde davul, klarnet ve kemençe gibi çalgı takımı ile birlikte davetlilerin karşılanması, düğün evi baca ve saçaklarını hedef alan tüfek ve tabanca atışları, davetlilere başta keşkek olmak üzere yemek ikram edilmesi, mahalli oyunların oynanması, gelin almaya gidilmesi, gelin evinde karşılama, gelin evinde sandık ve kapı bahşişlerinin verilmesi, bahşiş almak için yol kesmeler, kurban kesme gibi bölümlerden oluşmaktadır. Askerlik- Gurbetlik: İlimiz genelinde Askerlik çağı gelmiş gençler; akrabalarında bulunan büyüklerin ellerini öpmek ve vedalaşmak için ziyaretlerine giderler. Askere yolcu etme töreninde davul zurna eşliğinde oyunlar oynanır, uğurlama arkadaşlar ve akrabalar eşliğinde yapılır.
  24. _asi_

    Ordu Halk İnançları

    HALK İNANÇLARI Ordu'da kişinin yaşayışı, çevresindekilerin tavır ve hareketleri, doğum, çocukların büyümesi, hastalıklar, nazar gibi çeşitli konularla ilgili, birçok inançlar mevcuttur. Halk bu inançların bâtıl olduklarını, dine aykırı bulunduklarını bildikleri halde, yine de vazgeçmemekte, inançlarını sürdürmektedir. İnançlardan bazılarını şöyle belirtmek mümkündür: -Sağ gözün seyirmesi iyilik, sol gözün seyirmesi o kişinin kötülük göreceğine işarettir. -Sağ avuç kaşınırsa, bir yerden para geleceğine, sol avuç kaşınırsa o kişiden para çıkacağına inanılır. -Kedinin yalanması eve misafir geleceğine işarettir. -El tırnaklarının üzerinde beyaz lekeler meydana gelmişse, yeni bir şey giyileceğine alâmettir. -İncir ağacın dibinde abdest bozan çarpılır. -Cenaze geçerken yatılmaz, mutlaka ayağa kalkılmalıdır. Aksi halde, yatanı (Ağırlık basar). -Kulağın çınlaması, bir yerde o kişinin anıldığına işarettir. -Korkudan dili tutulan çocuklara, muharebeye iştirak eden bir şahsa ait kılıca su dökerek, bu sudan içirildiği zaman, korkusunun geçip dilinin çözüleceğine inanılır. -Elmanın kabuğunu bir bütün olarak koparmadan soyduktan sonra, bu kabuğun ateşe atılması halinde şeytanın çatlıyacağına inanılır. -Alış - veriş yapan esnaflar, sabahleyin evlerinden işyerlerine giderken, önlerinin kesilmesini, hele bir kadının önlerinden geçmesini uğur saymaz, o günkü ticaretin kesat olacağına inanırlar. -Sabun alıp verirken, alan şahıs sabunu elinintersine koydurur. Aksi halde, ikisi arasında tatsızlık olacağına inanılır. -Makas alıp, verirken, makas, karşısındakinin eline verilmez, yere bırakılır. Makasın el'den el'e verilmesi halinde ikisi arasında kavga olacağına inanılır. -Akşam karanlığında kapı eşiğinde oturulmaz (İyi) sayılmaz. -Üzerindeki elbiseye düğme diktirirken dilin altına bir şey konulması lâzımdır. Aksi halde, düğmesi dikilen şahsın aklında bir gerileme olacağına inanılır. -İki elin parmakları birbirine kenetlenirse kısmet kapanır. -Kollar göğüs üzerinde çaprazlama kavuşturularak koltuk altına sokulmaz: O kişinin yetim veya öksüz kalacağına inanılır. -Yerde oturan şahsın ayakları üzerinden atlayıp geçilmesi (iyi) sayılmaz. -Mezar üzerinden atlanmaz veya basılarak geçilmez. -Gece bir yere küçük abdest yaparken "destur, tu, tu" demek lâzımdır. Destursuz abdest yapanın çarpılacağına ve ağzının eğileceğine inanılır. Ordu İli'nde, bunlardan başka pek çok inanç vardır. Hastalıklarla ilgili inançların yıldan yıla azaldığı ve hatta kaybolduğu memnunlukla müşahade edilmektedir. Ordu İli'nde en yaygın olan inanç (20 Mayıs Günü) yapılan "MAYIS YEDİSİ BAYRAMI" ve o güne ait bazı merasimlerin yerine getirilmesidir. Ordu İli köylerinde yerleşmiş bir inanca göre, her sene 20 Mayıs günü, Hızır İlyas Peygamberler bir araya gelerek buluşurlar ve hasretliklerini giderirler. Bu inanca göre, Hızır Peygamber kara tarafından, İlyas Peygamber ise denizden gelerek, dalgaların tam sahile temas ettiği yerde her iki Peygamber birbirine kavuşmaktadırlar. Bu kavuşmada, aynı zamanda (yaz) ile (kış)ında birbirlerinden ayrıldığına inanılmaktadır. (Mayıs Yedisi) olarak tanınan o gün, çok erkenden kalkılır, yeni elbiseler giyilerek akşamdan hazırlanan yiyecekler bir sepete veya bi kaba konularak en yakın kıyıya inilir. Sahilde deniz suyu ile temas hazırlıklarına başlanır; Besmele ile, kıyıya yaklaşan ilk dalgaların üzerinden sağ ayak ile atlanarak denize girilir, Ufak çocuklar kucağa alınarak bu şekilde 7 defa dalgaların üzerinden geçilir. Deniz suyu ile yüz ve baş ıslatılır. Bu merasimden sonra akşam vaktine kadar saz ve türkülerle eğlenilir. Halk Bilgisi Halk Hekimliği: Halkımızın yıllardan beri duyduğu, gördüğü, tespit ettiği uzun incelemeler ve deneyimlerden sonra elde etmiş olumlu neticelere dayanılan veya öyle olduğuna inanılan Halk Hekimliğimiz; tıbbın bu kadar ilerlemesine rağmen bazı yörelerimizde zaman zaman halkımızca hala uygulanmaktadır. Mesela: Boğaz Ağrısı: ısıtılan taflan yaprağı sarılır, ısıtılan tahta kaşık sürülür. Grip: Kekik, ayva yaprağı, nane ve mısır püskülü kaynatılır. Çay gibi içilir. Karın Ağrısı: un kavrulup sarılır. Şeker Hastalığına: taflan yedirilir, taflan yaprağı kaynatılıp suyu içilir. Halk Veterinerliği: İlimizde çok eski tarihlerden beri hayvancılık yapılmaktadır. Hayvancılığın geçim kaynağı olması nedeniyle Baytar'lık( Veterinerlik ) mesleği İlimizde yaygındır. Halkımız genellikle baytara ( hayvan doktoru) danışarak hayvanlarını tedavi etme yoluna gitmişlerdir.
  25. _asi_

    Ordu Efsaneleri

    ORDU EFSANELERİ Efsaneler Folklorumuzun halk edebiyatımızın ayrı ve önemli bir bölümü de efsaneler oluşmaktadır. Aslında efsaneler; masal, asılsız hikâye, söylenti veya olmayacak şey, olağanüstü anlatımlar diye bilinmesine rağmen, halkımızca kabul edilen, benimsenen, inanılan kahramanlıklar, doğal varlıklar, dini unsunlar la ilgili olarak sözlü veya yazılı edebiyatımızda daima itibar görmüştür. Efsaneler, kısa bir an da olsa bizleri içinde bulunduğumuz duygu ve düşüncelerden alarak ayrı bir hayal âlemine götürmektedir. Efsanelerimizde, bizim yörelerimiz, bizim törelerimiz, bizim eserlerimizi görürüz, işitiriz, duyarız, yaşar ve yaşatırız hayal âlemlerimizde. Bir zaman tünelinden… Ordu ilimizde çeşitli yörelerimiz ve konularla ilgili olarak anlatıla gelen pek çok efsaneler vardır. Burada bunlardan sadece bir kaçına yer vermekle yetineceğiz. Gelin Kayaları Efsaneleri Ordu’dan Çamalan Yaylasına doğru kâh tepelerin eteklerinden dolanan, kâh derin vadilere yükseklere bakarak uzanan yayla yolundan gelip – geçen bütün yolcular, Gelin Kayaları’na doğru bakışlarını çevirmekten alıkoyamazlar. Harami Köyü’nden Melet ırmağı vadisine doğru, bir bıçak gibi keskin ve dik ir sırtın üzerinde duran, acayip şekilli taş yığınlarına Gelin Kayaları adı verilmektedir. Buranın dayandığı efsane ise, yılların ötesinden günümüze kadar, her yayla yolcusunun kulağına üflenmiştir. Gelin Kayaları Efsanesini civarın yaşlıları şöyle anlatıyorlar: Melet ırmağına doğru inen sarp bir tepenin, ormanlarla örtülü yamaçlarında çok fakir ve yaşlı biri varmış. Melet kenarlarındaki değirmenlere gidemeyen köylülerin zahlarını avlusundaki ufak dibek taşında öğütür, geçimini bu suretle sağlarmış. Bazı rivayetlere göre, bu öğütücü, bir kişi tarafından döndürülebilen, mahalli halkın “ El Değirmeni “ dediği cinsten bir taş değirmeni imiş. Günün birinde, yaşlı değirmencinin kızını, uzaktan bir köyden bir gence istemişler. Hayırlısı olsun, deyip evlendirmişler. Çeyiz olarak, elinde, avucunda ne varsa kızına vermiş. Düğünler, gelinin eşyalarını atlara yükleyip, oğlan evine doğru yola çıkacakları zaman, gelin etrafı şöyle bir süzmüş. Avlunun bir kenarında duran babasının ekmek teknesine, kendini bugünlere getiren el değirmenine gözlerini dikmiş. Kızının bu halini gören babası, yaklaşmış:”Kızım değirmen taşı bizde kalsın” diyecek olmuş. Düğün alayının ileri gelenleri durumu kavramışlar. İçeriden biri: Emmi veriver şu değirmen taşını kızına da, bizde yola düzülelim, deyivermiş. Yaşlı baba: Olmaz, o bana lazım. Onunla geride kalan çoluk çocuğumun nafakasını, sağlayacağım, veremem, diyerek karşı koymuş. O sırada yeni gelin: Babam benden bir taşı esirgiyor. Bende onsuz gelin gitmem. Diyerek boynunu büküp, oturuvermiş kapının önüne. Düğüncüler yaşlı babanın geçimini nasıl sağladığını bilmediklerinden, bu değirmenin aile için ne derce kıymetli olduğunu kavrayamamışlar... İşi. Basit bir”gelin eşyası “bir taş olarak görmüşler. İçlerinden biri: Hadi, emmi bu kadar nekeşlik etme. Alt tarafı bir taş parçası bunun… İnsan kızından bunları esirger mi? Bak o da yurt-yuva sahibi oluyor. Yolumuz uzun, bekletme bizi. Diyerek, değirmen taşlarını omuzlayıp, yanındaki hayvana yüklemişler. Zavallı baba, bu durum karşısında ısrarın faydasızlığını anlayarak, boynunu bükmüş. Kendisinin nekes tanınmasına mı, o yaşlı haliyle çoluk – çocuğuna değirmensiz nasıl bakacağına mı üzülsün? Kala kalmış, ortalıkta. O sırada, önde davul – zurna, arka at sırtında gelin; köylüler, eşya yüklü atlarla düğün alayı, dimdik sırtta doğru yola koyulmuşlar. Yaşlı gözlerle kafileyi izleyen babanın ta, yüreğinin derinliklerinden bir tel kopmuş sanki… Derin bir ah çekmiş. Diliyle mi? Aklıyla mı, gönlüyle mi bilinmez… Şöyle seslenivermiş, davullu-zurnalı gelin alayının ardından: Bir taşı bize çok görenleri Allah ne etsin… Hepiniz taş olun, taş… Ertesi gün, karşı tepelerden bu geceye bakanlar, Melet Irmağı’na doğru inen dik bir yamacın, bıçak sırtı gibi çıkıntılı bir kısmında, acayip şekilde kayalar görmüşler. Daha düne kadar, ormanlık olan bu yamaçta, kayaların bulunuşundan ziyade, görünüşleri onları şaşkınlığa düşürmüş. Çünkü bu kayalar sanki bir kafilenin heykelleşmiş şekline benziyormuş. Atıyla, yayasıyla, davullu – zurnalı bir gelin alayının tıpkısı imiş. Yılların yağmuru, karı ve fırtınalarına rağmen, bozulmayan şekilleriyle günümüzde dahi görenleri şaşkınlığa düşüren bu kayaların etrafı koyu bir yeşillikle çevrilmiştir. Bir tarihte, yayla yolculuğum sırasında, Gelin Kayaları Efsanesi’ni anlatan yaşlı yol arkadaşım, ayrıca şunları da ilave etmişti: Evlat, Gelin Kayaları, baba bedduası alan, ailesinin geçim kaynağını – desinler için – kurutan, taş ruhlu insanları bizlere göstermektedir. Uzun Kızlar Efsanesi Yüzlerce yıl önce Mesudiye yöresinde üç Türkmen kardeş yaşarlarmış. Bu kardeşler, kış mevsiminde Mesudiye yöresinin kuytu ve sıcak yerlerinde, yaz mevsiminde de yüksek yaylalarda yaşamlarını sürdürürlermiş. Her üç kardeşin de sürülerce koyunları ve yüzlerce atları varmış. Karababa, Karaaslan ve Eriçok adındaki bu üç kardeş, çanlı kelekli koyunları, yağız at sürüleriyle mutlu bir şekilde yaşayadururlarken, günlerden bir gün büyük bir düşman ordusu çıkagelmiş. Onların bu mutlu yaşamları sona ermiş ama Türkmenler hemen teslim olmamışlar. Düşman ordularıyla aralarında denk olmayan ama yiğitçe mücadele başlamış. Karababa ve Karaaslan adlı kardeşler, bulundukları mevkide yiğitçe mücadelelerinden sonra şehit düşmüşler. Üçüncü ve en kuvvetli kardeşin askeri daha çokmuş. Onun için bu kardeşin bulunduğu tepeye “Eriçok Tepesi” denmiş. Eriçok tepesi müstahkem bir kalenin bulunduğu, bir tarafı kayalık ve uçurum olan yüce bir tepedir. Düşman, bu tepeyi de kuşatmış. Tepenin üzerindeki kalenin önlerinde günlerce savaş olmuş. Düşmanlar tepeyi savaşarak alamayınca beklemeye başlamışlar. Kalede su ve yiyecek bitmiş. Günün birinde kaledeki Türkmenler artık susuz kalmayacaklarını anlayınca Eriçok Tepesi’nin yakınlarında bulunan Kübet çeşmesine su getirmeleri için 12 savaşçı ve iki yiğit kız göndermişler. Kızlar çeşme suyu doldurmuşlar. Savaşçılarda kendilerine saldıran düşmanlarla savaşmaya başlamışlar.12 savaşçı savaşadursun, kızlar Eriçok tepesine hızla tırmanıyorlarmış. Ama düşman durur mu? 12 yiğidi şehit ettikten sonra kızların peşine düşmüşler. İki yiğit Türkmen kızı, kaleye epeyce yaklaşmışlar. Fakat düşman atlıları da peşlerinden yetişmiş. Düşmanın nefesini enselerinde duyan kızların başka çareleri kalmamış: Allah’ım demişler… Bizi düşman eline teslim etme! Yeri yar da yerin dibine girelim… Onların eline teslim olmaktansa ölmek daha iyidir. Yüce tanrı onların bu masum isteklerini kırmamış. Yer yarılmış ve onları toprak bağrına basmış. Kızların öyle uzun, öyle güzel uzun saçları varmış ki, saçlarının bir kısmı dışarıda kalmış. Uzun bir mücadeleden sonra Eriçok tepesi düşmüş. Yerin yarılıp yarılmadığını bilemeyiz ama Uzun kızların mezarları ve Eriçok Kalesi’nin önünde binlerce mezar, bugün bile durmaktadır. O civarlar gezildiğinde insanoğlu ister istemez ürpermektedir. Her üç tepede de, yani Eriçok, Karababa ve Karaaslan Tepelerinde bu mübarek zatların mezarları ziyaret edilmektedir. Asarkaya Efsanesi Yıllarca önce bu köyde iki kardeş varmış. Bu kardeşlerin kalabalık bir koyun sürüsü mevcutmuş. Sürünün çobanları ise iki kardeşin çocukları olan Zedef ile Mehmet imiş. İki kardeş koyunlarını köy dışında Gümüşlük denilen mevkide otlatıyorlarmış. Bir gün Mehmet: - Zedef, demiş, ben yorgunum, sen biraz odun yar, akşama ateşimiz bol olsun, Zedef baltayı alıp, odun yarmağa başlamış. Zedefin odun yarışını seyreden Mehmet, birden heyecana kalkmış. -Zedef, sen erkek değil kızsın...diye bağırmış. Yıllardan beri saklanan sırrın meydana çıktığını gören Zedef'in elindeki balta yere düşmüş... Emmisi oğlu Mehmet'ten ve çok sevdiği sürüden ayrılacağını düşünerek, içi burkulmuş, titreyen sesiyle: - Artık bir arada bulunmamız imkânsız. Sana sağlık, bana selâmet, diyerek köyün yolunu tutmuş. İki kardeş çocuğu bir daha müşterek bir durumda çobanlık yapamamışlar. Ayrılık ikisine de çok ağır gelmiş. Kavalıyla başbaşa kalan Mehmet'in günleri hep üzüntülü geçiyormuş. -Ah, diyormuş Zedef'in odun yararken kız olduğunu anlamasaydım; ondan ayrılmasaydım. Zedef ise, sırtında o güne kadar taşıdığı erkek elbiselerinden sıyrılmış, ev işlerine dalmış. Günün birinde uzak ellerden gelen eşkiyalar sürüyü basmışlar, köpeği öldürüp, Mehmet'in kollarını kayışla bağlı***********, davarları önlerine katıp, yola koyulmuşlar. Bu halden büyük üzüntü duyan Mehmet, tek kurtuluş ümidini, kavalına bağlamış, eğer haramiler izin verirse, başına gelen felâketi kavalıyla Zedef'e duyurmaya çalışacak. Ama bir düşüncesi var: -Ya Zedef evde bulunmazsa? Bu düşüncelerle kafası allak, bullak olan Mehmet, köyünün karşısındaki sırta varınca, baskıncılara yalvarır: -Ağalar, köyümün karşısında son bir ayrılık kavalı çalmama izin verir, ne olur?der. harami başı gözü yaşlı çobana acır: -Haydi çal der. Mehmet bir kayanı dibine çöker, köyüne döner, kavalını üflemeye başlar. Artık kurtuluş ümidi sadece bundadır. Çoban Mehmet kavalıyla Zedef'e şunları söyler: Haramiler bizi bastı, Ala köpek kanlar kustu, Can kayışı kolum kesti, Emmim kızı Zedef sana kaldı medet.. Dokuz kişi haramiler, bir Mehmet bunlara neyler, Merhametsiz azgın şerre, Emmim kızı Zedef sana kaldı medet... Buralar viran olmasın, yuvayı baykuş almasın Hasret mahşere kalmasın, Emmim kızı Zedef sana kaldı Medet.. Gül fidanı gölgesinde gergef işlemekte olan Zedef, uzaklardan gelen kaval sesiyle felâket haberini duyunca, dişi kaplan gibi kükremiş: -Sürü basıldı yetişin........ Diye avazı çıktığı kadar haykırmaya başlar, köy ayaklanır. Zedef başta olmak üzere, delikanlılar dört nala at koşturup, (Gümüşlü) başında eşkiyaya yetişirler. Kanlı bir vuruşmadan sonra, haramileri yakalayıp bir kayadan aşağı atarlar. Bugün o kayanın adı (Asarkaya) diye anılır. Köyün ismi de, sürüyü basan haramilerden dolayı (Harami) olarak kalır. Sağırlı Köyü Efsanesi Sağırlı, merkez ilçeye bağlı bir köydür. Yılardan kötü bir yıl. Bayramlı Kasabası ve toprakları da korkunç bir taun (veba) hastalığı çıkmış. Ocaklar sönmüş, köyler ıssızlaşmış. Her nasılsa, birkaç kişi bu taun belasından kurtulabilmiş. Bunların biri sağırlı köyünün bulunduğu yerde canını kurtarmayı başararak yaşamaya çalışıyormuş. Taun’dan (veba) sonra herkes yakınlarını arayıp, sormaya; sağ kalanları araştırmaya başlamışlar. Etraf dağlık ve ormanlarla kaplı olduğu, bir yerden öte tarafa gitmek zor olduğu için hayatta kalanlar tepeden çağrılarak sorulup, aranır olmuş. Böyle bir gün, Sağırlı tepelerine doğru: Heeeyy! Oralarda kimse var mı? Diye bağıran birine şöyle karşılık gelmiş. Bir sağır kaldı, bir sağııır… Bundan sonra, o yörenin adı “Sağırlı” kalmış. Aynı daun felaketine uğrayan Biben Köyü’nden de, hayatta kalan olup olmadığını öğrenilmek istenmiş. Köyün bir köşesinden, şöyle bir karşılık gelmiş: Bi ben kaldım, bi ben… İşte, Biben köyü adının da bu söyleyişten geldiği rivayet olunur. Burhaneddin Köyü Efsanesi 93 Harbi adı da verilen Osmanlı-Rus Savaşından sonra, Ordu topraklarına Kafkas bölgesinden birçok göçmen ailesi gelmişti. Bunların bir kısmı Ordu’nun iç bölgelerine, birçoğu de kıyı toraklarına yerleştirilmişlerdi. Kafkas göçmenlerinden bir topluluk, bugünkü Öçelli köyü ile Nizamettin Mahallesi arasındaki sahada oturmakda idi. O yıllarda, bu bölgenin belirli bir adı yoktu. Göçmenlerin, henüz yeni ev-bark kurmaya başladıkları yıllardı. O sırada 2. Abdülhamid’in bir oğlu dünyaya gelmiş ve adı da burhaneddin konmuştu. Göçmenler, ana vatandan yer-yurt sahibi olmalarını sağlayan Sultan 2.Abdulhamid’e şükran borçlarını eda için, yerleştirdikleri yere, yeni doğan bu çocuğun adının verilmesini ilgili makamlardan istemeye karar verdiler. Bu isteklerini, Ordu Kaymakamlığı vasıtasıyla Trabzon Valiliği’ne duyurdular. Oradan da İstanbul’a ulaştırılan bu istek kısa bir süre sonra kabul edildi ve bu suretle Kafkaslı göçmenlerin oturdukları yer Burhanettin Kariyesi adıyla resmen ilan edilir. Yüzyılı aşkın bir zamandan beri bu topraklar Burhaneddin Köyü adıyla anılmaktadır. Çoban Bağırtan Suyu Efsanesi Çambaşı Kasabasının yayan bir saat kadar doğusunda,2000 m. yüksekliğinde Seyit Tepesi adıyla anılan bir sivri yükselti vardır. Seyit Tepesi’nin kuzey-doğu yamacında bir kayak suyu vardır. Etrafta hiçbir ağaç bulunmayan, sanki Seyit Tepesi’nin böğründen fışkırmış bu kaynak suyuna Çoban Bağırtan denir. Çambaşı’na çıkıp da piknik için bu suya gelmeyene pek rastlanmaz. Rivayete göre, Çoban Bağırtan suyunun şöyle bir efsanesi bulunmaktadır. Bir yaz günü, sürüsünü Seyit Tepesi eteklerinde otlatan bir çoban, hastalanan koyunlarından birini keser, etini kavurur. Kaynağın başında, bir yandan yağlı koyun etini yer, öte yandan da kaynağın soğuk suyundan içer. Fakat yağlı kavurma soğuk soğuk kaynak suyu da içilince çobanın boğazını tıkar, donar ve çobanın nefesini keser. Böğürmeye çalışan çoban, bir ara can havliyle bağırır ve bu gayretle olduğu yere yığılır ve can verir. Çobanın acı feryadını uzaklardan duyanlar, kaynağın kenarına geldiklerinde çobanın cesediyle karşılaşırlar. Zavallı çobanın ağzında donmuş et parçalarını görünce; boğularak can verdiğini anlarlar. O günden sonra bu suya “Çoban Bağırtan Suyu” adı verilir. Sarmaşık Efsanesi Fatsa’da 12 kilometre uzaklıktaki ılıca köyünün sarmaşık mevkiinde bir sıcak su kaynağı vardır. Buranın ilk defa M.Ö. l. yy. da, Bolaman’da kurulan Pont Polemonyum devrinde kullanıldığı sanılmaktadır. Sonraki yüzyıllarda terk edilen kaplıcanın yeniden nasıl bulunduğu şöyle rivayet olunmaktadır. Eskiden adı Sarmaşık olan köyde yalnız başına yaşayan bir ihtiyar varmış. Bu ihtiyarın varı-yoğu bir keçi sürüsü imiş. Keçilerini civardaki çalı ve dikenlerle kaplı yamaçlara solar, günlerini keçileriyle geçirirmiş. Karlı bir kış günü, kulübesinden çıkardığı keçilerini, tekrar yaylıma salan yaşlı adam, akşam yaklaştığı halde, hiçbirinin geri dönmediklerini görünce merakla onları aramaya koyulmuş. Civardaki bütün çalı diplerini, ormanları, keçilerin gidebilecekleri her yeri aradığı halde hiçbir ize rastlanmamış. İhtiyar, bir ümitle civardaki derenin kenarındaki ufak kuruluğu da aramak istemiş. Burası çok sarp ve sık dikenlerle kaplı olduğu için keçilerinin burada olabileceğine ihtimal vermemişse de, ormanın kenarındaki sazlar üzerinde bazı izler görerek büyük bir heyecanla sık çalıların arasına girmiş. Koruluğun çok kuytu bir yerinde, ağız kısmı sık sarmaşıklarla örtülü mağaramsı bir yerle karşılaşmış. İçerden sıcak bir hava geldiğini de fark eden ihtiyar, sarmaşıkları açarak mağaraya girmiş ve birden şaşırmış. Zira kaybolduğunu sandığı keçileri, gayet tatlı bir sıcaklıkla kaplı bu mağarada, duvarlardan sarkan yemyeşil otları yemekle meşgulmüşler. O yıllarda bu sıcak su kaynağından yeniden istifade edilmeğe başlanmış. Pont Devrinden kaldığı tahmin edilen taş havuzu tamir edilmiş, duvardaki yabancı otlar kazılmış, yerler temizlenmiş; kaplıca mağarasının gerisini engelleyen çalı ve dikenler temizlenerek, buraya geliş-gidişi kolaylaştıracak yol açılmış. Çevre halkı, buraya kaynağın bulunduğu yeri örten sarmaşıklardan ötürü ”Sarmaşık Kaplıcası” adını vermiş. Bu isim daha sonra burada kurulan köye ad olmuş. Halen ılıca’nın bir semti olarak, yeni tesislerle donatılan Sarmaşık Kaplıcası, gerek Ordu ilinin dört bir yanından, gerek il dışından bazı hastalıklarının tedavisi için gelen ziyaretçilerle dolup, taşmaktadır.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.