Tengeriin boşig tarafından postalanan herşey
-
Yok mu bana áşık olan?
Yok mu bana áşık olan? (Oğuz Aral) �Hoşgeldin Orhan, hayrola yine ne oldu? Yüzünden düşen bin parça.� �Ne olacak, yine terk edildim Suna Abla.� �Neden?� �Layla yüzünden. Ferda�ya artık Layla Mayla yok deyince, o da beni terk etti.� �Demek ki kız Layla�da eğlenmeyi çok seviyormuş. Sen de götürüverseydin.� �Götürmek ne demek ablacığım, son iki aydır Layla�nın abonesi olduk. Haftada en az üç geceyi Layla�da geçirmekteydik. Ama sabrın da bir sınırı vardır. Bu krizde yemek için ödediğim çuval dolusu para neyse ne de sabahın körüne kadar sandalye tepelerinde ağaç olup Ferda�yı beklemekten gına getirdim.� �Ferda�yı niye bekliyorsun?� �Yemek biter bitmez hoop diskoya gidiliyor ve Ferda sabaha kadar pistte zıplıyor.� �Ne var bunda, sen de onunla dans et.� �Bir iki kere denedim ama az kalsın kalpten gidiyordum. Ben sabahtan akşama kadar kan ter içinde çalışıyorum. Ferda gibi öğlene kadar uyumuyorum. Üstelik zıplayıp hoplama yaşını da geçirdim. Kızı masada beklerken o disko gümbürtüsü içinde uyukladığım bile oluyordu. Ama gerçek neden Layla değil.� �Ya ne?� �Ferda beni sevmiyordu. Yalnız Ferda değil, hayatımdaki hiçbir kadın beni sevmedi.� �Hoppalaa!.. Orhan�cığım sana bir haller olmuş, aklını fikrini bozup kendine acıma hastalığına tutulmuşsun. Kadınlar seni niye sevmesin? Tuttuğunu koparan, arslan gibi bir adamsın. Üstelik yakışıklısın ve tahsilli, terbiyeli. iyi bir ailenin çocuğusun. İşinde başarılısın ve de halin vaktin bir hayli yerinde.� �Ama bütün bunlar kadınların beni sevmesine yetmiyor Suna Abla.� �Madem yetmiyor, onca kadınla niye beraber oldun? Sayısını ben bile şaşırdım. Adın Kazanova Orhan�a boşuna mı çıktı?� �Beni sevmedikleri için oldu. Ha babam beni sevecek bir kadın aradım Suna Abla.� �Bana Suna Abla demenden artık sıkıldım Orhan... Aramızda en çok 5-6 yaş fark var.� �Ne yapayım ablamın arkadaşı olduğun için çocukluğumdan beri ağzım alışmış. Bana bir kadeh içki ver de biraz kendime geleyim Suna Abla.� �Her zamanki gibi on iki yıllık Kardü viskisinden ister misin?� �İsterim.� �Yanına limonlu havuç mu vereyim, yoksa Antep fıstığı mı tercih edersin?� �Havuç olsun.� �Kadınların seni sevmediğini nasıl anladın?� �Saime�yi hatırlıyor musun?� �Hatırlamaz mıyım, mahallemizin en güzel kızıydı.� �Ben ona tutulmuştum. Ne tutulması, kıza vurulmuştum, yangına düşmüştüm, yemekten içmekten kesildim, uykularım haram oldu. Anam babam halime acıyıp yalvar yakar Saime�yi istediler. Kız da bana kayıtsız değilmiş ki nişanlandıktı.� �Hatırlıyorum, nişanında dans bile etmiştim.� �Sonra ne oldu?� �Ne oldu?� �Faruk ********** evlendi.� �Faruk kim?� �Kızın uzaktan hısmı olan bir *****. Saime�nin ailesi bizi yalnız göndermediği için hep birlikte gezerdik.� �Niye Faruk�la evlendi?� �Çünkü benim yanımda tapuksuz pabuçla gezmekten sıkılmış. Biliyorsun Saime�nin boyu bana yakındı. Faruk da benden 5 parmak uzundu. Ama Yelda beni Saime kadar bile sevmedi.� �Yelda ile evlenmemiş miydin?� �Evlenmiştim ama ilk gecemizden itibaren televizyon seyretmeye başladı.� �Ne olmuş yani, hepimiz televizyon seyrediyoruz.� �Ama sevişirken seyretmiyoruz. Sen kadın olduğun için elinde uzaktan kumanda aleti olan bir kadınla yatağa girmenin ne demek olduğunu anlamazsın Suna Abla. Ancak reklamlar kısmında yanında kocası olduğunu hatırlıyordu. Bazen reklamlar çıkınca bile zap yapıyordu.� �Sen de yatak odandaki televizyonu kaldırıp atsaydın.� �Öyle yaptım ama, Yelda da beni terk etti. Bir kadeh viski daha alabilir miyim?� �Aç karnına bu kadar içmen doğru değil. Önce sana Rokfor peynirli bir iki kanepe vereyim. Taze yapmıştım, mideni bastırır.� �Sen bulunmaz bir ablasın be Suna Abla�cığım.� �İltifatı bırak da beni mahcup etme Orhan. Yanına söğüş salatalık da koyayım mı?� �Salatalık dedin de aklıma Yasemin geldi. Biliyorsun Yasemin mankendi. Şişmanlamamak için sabahtan akşama kadar salatalık yerdi. Beni sevmiyordu ama hiç olmazsa dürüst kızdı. Pazarlığı baştan yapmıştı. Birinci ayımızda ona tek taş pırlanta bir yüzük aldım. İkinci ayımızda 4x4 Çeroki istedi. Ama marka konusunda anlaşamadığımız için ayrıldık.� �Ne markası?� �Ben daha ucuz olduğu için 4x4 Honda cip almak istedim. O da Rençrovır�dan aşağısı kurtarmaz dedi, çekti gitti.� �Niye gidip hep pahalı kadınları buluyorsun?� �Yok be ablacığım, nedense bana gelince kadınların masrafı artıyor. Tabii hep sevgisizlikten. Yasemin benden sonra bir bar fedaisine aşık oldu ve yüzük dahil bütün parasını yedirdi. Haftada en az iki kere de dayak yiyor ama hálá herifle beraber yaşıyor. Çünkü adama áşık!� �Yani sana kimse áşık olmadı mı?� �Sanıyorum onca kadının içinde belki Zehra beni sever gibi oldu. Hatta benim için kocasından ayrıldı. Benim tam 6 tane çıplak resmimi yapmıştı. O ünlü bir ressamdı.� �O kadar resmini yaptığına göre sana gerçekten áşıkmış.� �Belki áşıktı ama bu bir tuhaf aşktı.� �Aşkın tuhafı nasıl oluyormuş?� �Gayet tuhaf oluyormuş. Ben de bu tuhaflığı Zehra�yı bizim yatağımızda sakallı bir şairle yakalayınca öğrendim.� �Amanın, elinden bir kaza mı çıktı yoksa?� �Kazaya fırsat kalmadan Zehra yataktan fırlayıp kafama gece lambasını vurdu ve beni odadan kovdu. Kapıyı vurmadan yatak odamıza girdiğim için cini tepesine çıkmışmış. Bu onun özel hayatıymış. Onun sevgilisi olmam, onun özel hayatına ve özgürlüğüne karışma hakkını bana vermezmiş. Ben alaturka bir kıroymuşum. Ancak özgür insanlar sanat yapabilirlermiş ve ben sanat düşmanı bir faşistmişim!� �Yeni pişirdiğim kremalı mantar çorbası vardı Orhan�cığım. İki kaşık içer miydin, için ısınır.� �Sağol abla, artık ben gideyim. Seninle konuşunca ruhum serinliyor, içimdeki kasvet dağılıyor, adeta mutlu oluyorum. Ama ah be ahh!..� �Ne oldu?� �Bir de bana áşık olacak, beni sevecek bir kadın bulabilseydim keşke.� �Dert etme bir gün o da olur Orhan�cığım.� �Hoşçakal Suna Abla.� �Güle güle Orhan�cığım. Gömleğinin düğmelerini ilikle, terlisin üşütebilirsin.� * Suna Abla, sokağın köşesinde kaybolan Orhan�ın arkasından uzun uzun baktı. Sonra iç geçirip pencerenin perdesini kapattı. Gidip yatağının başucundaki sarı güllerin suyunu değiştirdi. Teybe Orhan�ın en sevdiği kasedi koyup ışıkları kapattı. Sonra da kendine koca bir bardak viski doldurup, �İnsanın yaşamında 5-6 yıl nedir ki a salak Orhan�cığım? Sen 18�inde delikanlıyken ben de 23�ünde fıstık gibi bir kızdım!� diye mırıldandı. 9 Mayıs 2004
-
Sonunda Türk oldum
Sonunda Türk oldum (Oğuz Aral) İlk milliyet değiştirdiğim zaman 4 yaşındaydım. Amerikalı kovboy Maskeli Süvari olmaya karar vermiştim. Maskeli Süvari, 1001 Roman dergisindeki bir çizgi kahramandı. Kovboy şapkası ve maske işi kolaydı. Gardıropta annemin ve babamın giymediği bir sürü şapka vardı. Maskeyi de siyah káğıttan yapmıştım. Ama Maskeli Süvari�nin Kızılderili arkadaşı olan Tonto�yu nereden bulacaktım? Kedim Tekir�i Tonto�luğa razı etmek için mutfaktan aşırdığım etleri rüşvet olarak veriyordum. Ben atımla dörtnala giderken, o da peşimden seyirtiyordu. Bir gün yine atım Gümüş�ün üstünde dörtnala giderken, maskenin göz delikleri yana kaydı. Önümü göremediğim için ben de merdivenlerden yuvarlandım. Kafam yarıldığı için Amerikan kovboyluğum böylece sona erdi. Fakat tekrar milliyet değiştirmem uzun sürmedi. Futbol hayatımın başlamasıyla, İspanyol olmam bir oldu. Mahallede en kötü top oynayan çocuk ben olduğum için kaleci olmak kaderimdi. O yıllarda İspanyol kalecisi Zamora bir efsaneydi. Kimse maçını görmemişti. Hatta, fotoğrafını bile gören yoktu. Ama Türkiye, efsaneler ülkesiydi. Örneğin bir başka efsaneye göre bizim futbolcu Bekir bile, Gavuristan�da top oynarken bir şut çekmiş, top da otlayan bir ineğe rastlayınca hayvancık nalları dikmişti. Bilumum gavurlar şaşakalıp Bekir�i dünyanın en birinciye futbolcusu ilan etmişlerdi. Tabii, Zamora olmak kolay değildi. Kendimi yerden yere atıyor, taş toprak üstünde o kale taşından bu kale taşına solucan gibi sürünüyordum. (Eskiden kale direği değil, kale taşı vardı.) Annem bana tentürdiyot, merhem ve yırtılmamış giysi dayandıramayınca, İspanyolluğuma son verdi. Zamora�lığım yasaklanınca ben de İngiliz oldum. Çünkü Erol Filin�in oynadığı �Vatan Kurtaran Aslan Robin Hud� filmi ortalığı kırıp geçiriyordu. (Televizyonda hálá oynuyor.) Ben de o filmi bir haftada tam 5 kere izlemiştim. Artık sırtımda bahçedeki söğüt ağacı dalından kıvrılmış bir yay ve annemin şemsiyesinden yürütülmüş tellerden yapılan oklar vardı. Bir Robin Hud olarak ağaçlara, duvarlara attığım oklarla İngiltere Krallığı�nı ve Aslan Yürekli Riçırd�ı kurtarmaya çalışıyordum. Fakat bizim mahallede başka bir Robin Hud daha peydah olmuştu. Albayın oğlu Ünsal da aynı filmi seyredip Robin Hud olmaya karar vermişti ve maalesef benden daha iyi ok atıyordu. Ok savaşlarımız sonunda birbirimizi kör etme tehlikesi başgösterince, işe ordu müdahale etti. Ünsal�ın albay olan babası ikimizin de yaylarını kırdı, oklarımızı da elimizden alıp kıçımıza birer şaplak çekti. Bence, bu askerlerin sivil yaşama ilk müdahalesiydi. Böylece İngilizliğim sona erdi ve Afrikalı oldum. Çünkü o sırada sinemalarda Coni Veys Müller�in oynadığı �Tarzan� filmi tam gönlüme göreydi. Her ne kadar bizim bahçede aslan, kaplan, fil, timsah yoksa da, mevcuttaki sokak itleri, kaplumbağa, tavuk, kertenkele gibi hayvanlar bana yetiyordu. Üstelik çok güzel Tarzan�ca bağırabiliyordum. (Hálá arada bir penceremi açıp Adnan Polat�ın burnumun dibine diktiği gökdelene doğru öfkeyle Tarzan gibi bağırıyorum. Tabii gökdelen de, yedi numara depreme uğramışçasına titriyor.) Çoğunuz bilmezsiniz, eskiden evlerin kocaman bahçeleri vardı. Bu bahçelerde sebil gibi erik, dut, incir ve çam ağaçları vardı. İlk Tarzan�lık kazasını kavak incirine bağladığım çamaşır ipiyle mürdüm eriği ağacına atlarken geçirdim. İp kopunca, bahçe kuyusunun üstüne düştüm. Allah�tan boylamasına değil enlemesine düştüm de zavallı Afrika halkı Tarzan�ını yitirmekten kurtuldu. Ama 40 derece ateşli zatürree karışımı bir grip geçirmem nedeniyle, Tarzan�lığım sona erdi. Çünkü Tarzan olmanın birinci şartı, bahçede donla dolaşmaktı. Fakat sonbaharın yağmuru ve ayazı, bahçede çıplak dolaşan Tarzan�lara anlayış göstermiyordu. Fransız milliyetine geçişim de, uzun süren bu hastalık nedeniyle oldu. Hasta yatağımda okuduğum Moris Löblank�ın yazdığı �Arsen Lüpen�in Maceraları� beni bir Fransız hırsızı yapmıştı. Lüpen, çok zeki bir Fransız hırsızıydı. Artık evde ne bulursam, ben de çalıyordum. Gece hasta yatağımdan kalkıp gizlice mutfağa iniyor ve ateşim çıkar korkusuyla benden gizlenen çikolata ve badem şekerlerini zekámı kullanıp saklandıkları yerlerde buluyordum. Tatlıdan içime baygınlık gelince, Arsen Lüpen gibi diğer çaldıklarımı fakirlere dağıtıyordum. Yani, babamın av köpeği Foks ve evin bilumum kedileri tas kebabı, Arnavut ciğeri, kuzu incik filan vermekten fena halde kilo almışlardı. Bazen gizlice kardeşim Tekin�in odasına girip misketlerini çalıyor, ertesi gün de 5 kuruşa ona satıyordum. Her şeyin bir sonu olduğu gibi, Arsen Lüpen�liğimin de sonu geldi. Annem iki adet karpuz, gümüş kaşıklar, dantel örtüler, bir torba erişte, babamın daktilosu ve av çiftesini yatağımın altında bulunca, �Ben hasta bir Arsen Lüpen�im!..� itirazlarına boşverip kıçıma vurarak Fransız�lığımı sona erdirdi. Ama en zoru İtalyan olmaktı. Raki Marsiyano İtalyan kökenli bir dünya ağır sıklet boks şampiyonuydu. Co Luis�i bile nakavt etmişti. Yakışıklı ve vurduğunu deviren bir boksördü. Yani, aynen benim gibiydi. Bir dünya boks şampiyonu olarak her gün dövüşmem gerektiğinden, sokakta ve okulda olur olmaz kişilerle hır çıkarıp kavgaya tutuşmaya başladım. Fakat onlar benim Raki Marsiyano olduğumun farkında olmadıklarından, beni hababam dövüp duruyorlardı. İtalyanlık�tan vazgeçişim kendi rızamla oldu. Sonra Gerenimo yüzünden Kızılderili, Zorro ile Meksikalı, Dartanyan�dan ötürü Fransız, Şerlok Holmes�le İngiliz oldum. Ama biraz daha büyüyünce, Alman olmaktan başka çarem kalmadı. Alman genci ve roman kahramanı Verter, sulu zırtlak ve umutsuzca áşıktı. Dolayısıyla ben de kime áşık olduğumu bilmiyordum ama fena halde áşıktım. Üstelik genç Verter, o zamanın moda aşk hastalığı olan vereme tutulmuştu. Ne yazık ki benim bir haltım yoktu. Arada bir kesik kesik öksürmem de verem olduğumu kanıtlamıyordu. Hiç olmazsa biraz áşık olayım deyip mahallemizdeki en güzel kıza sarktım. Tabii, benden 5 yaş büyük olan kızın ağabeyinden bir güzel dayak yedim. Morarık bir göz ve patlak bir dudakla Alman�lığım sona ermişti. Ondan sonra Yusuf Vehbi yüzünden Mısırlı olmak, Avaramu�cu Raj Kapor�la Hintli olmak ya da Süpermen resimli romanı nedeniyle uzaylı olmak beni kesmedi. Sonunda Türk olmaya karar verdim. Artık upuzun yıllardır mutlu bir Türk olarak yaşıyorum. Çünkü, biz zaten Robin Hud, Arsen Lüpen veya Tarzan�mışız da haberimiz yokmuş. Üstelik biraz araştırdım. Türk dilindeki alengirli küfür sözcükleri başka hiçbir dilde yok. Arada bir penceremi açıp hayata karşı bir avaza, �*** geçmişinizi!..� diye veryansın ediyorum. Çünkü milletimi asırlardır bu küfürlerin ayakta tuttuğuna inanıyorum. 16 Mayıs 2004
-
Sevilecek adam mı kaldı?
Sevilecek adam mı kaldı? (Oğuz Aral) Rahmi, masanın kenarına ilişti ve sesini alçaltarak, -Bu yeni gelen oğlanı nasıl buldun? diye sordu. -Daha tanımıyorum, işe başlayalı 2 gün oldu. Ama fena bir çocuğa benzemiyor. -Ben hoşlanmadım. -Niye, sana bir şey mi yaptı? -Haddine mi düşmüş? -Öyleyse tanımadığın birinden niye hoşlanmıyorsun? -Ben insan sarrafıyımdır, adamı gözünden anlarım. Herifin gülücüklerini, kibar kibar konuşmalarını yer miyim sanıyorsun? -Yahu çocuk bize olan saygısından öyle davranıyor. Rahmi, parmağını diline sürtüp masama ıslak bir çizgi çekti ve, -Nah buraya yazıyorum, haftasına varmadan ne mal olduğu ortaya çıkar deyip kendi masasına döndü. Rahmi bizim salonda çalışan kimseyi pek sevmezdi zaten. Ama Turhan da Rahmi'yi sevmezdi. Çünkü Turhan, Karadeniz'liydi. Kürt kökenli olduğu için Rahmi'yi hem sevmez, hem de küçümserdi. Arada bir Rahmi'ye bakıp, -Bunlar patlıcan görünce fare sanmışlardır. Bunların sakal tıraşını üç berber üç günde zor bitirir... diye mırıldanırdı. Gerçekten de Rahmi, bir kıl milyarderiydi. Sinekkaydı tıraştan sonra bile yüzünde kalan sakallar benim üç günlük sakalıma bedeldi. Tabii, Selahattin de Turhan�ı sevmezdi. Hele son üç yıldaki sevgisizliği, nefrete dönüşmüştü. Birkaç pazartesi Turhan�ı dövmeye kalkmıştı da, elinden zor almıştık. Çünkü Selahattin hasta bir Fener'liydi. Pazartesi sabahları yaptığımız maç muhabbetlerinde Turhan�ın attığı Galatasaraylı nutuklarına dayanmak gerçekten zordu. -Bu hayatta kör, topal, kambur doğmak şanssızlıktır. Ama en büyük şanssızlık, Gassaraylı doğmaktır!.. Allah adamı kazadan, beladan, depremden korusun. Ama en fazla Galatasaraylı olmaktan korusun!.. Mithat da Selahattin'den günahı kadar hoşlanmazdı. Çünkü Mithat hızlı bir solcuydu. Selahattin�in MHP yanlısı olması, onun tüylerini diken diken ediyordu. Üniversite yıllarındaki kanlı bıçaklı ülkücü saldırılarını unutamıyordu. Selahattin, o yıllarda herhalde ilkokul öğrencisi filandı. Sağcılıktan, solculuktan haberi yoktu. Ama olsun, nasıl olsa sonunda kurt eniği kurt olurdu. Mithat'ı da hacı diye takıldığımız bizim arşiv memuru Abdullah sevmezdi. Mithat arşivden resim istediği zaman önce duymazdan gelir, sonra bin bahane icat edip resmi getirmeyi geciktirirdi. Hacı Abdullah, namazında niyazında gerçek bir hacıydı. Eskilerin anlattıklarına göre bir zamanlar, rakıcı ve zampara bir magazin muhabiriymiş. Ama emekli olunca kendini dine vurmuş ve hacca gitmiş. Üstüne üstlük, Nakşibendi tarikatına katılmış. Sonra da gazetesiz yapamadığı için Babıali'ye geri dönmüş. Gazetecilikte en az günah işlenebilecek bölüm olduğu için az bir paraya razı olup arşiv memurluğunu seçmiş. Az tanıdığı halde Mithat'a olan bu öfkesinin nedenini öğrenince şaşırdım. Meğerse bizim Mithat Alevi�ymiş ve birçok Sünni tarikatı gibi Nakşibendiler de Alevilerden nefret edermiş. Abdullah, Mithat'ı sevmiyordu ama, Dış Haberler Müdürü Sami, Abdullah�ı hiç mi hiç sevmiyordu. Filistin�de ne zaman bir çatışma çıksa, Abdullah Yahudiler�e uluorta söver, beddualar yağdırırdı. Sami de Yahudi'ydi. Aile adı sanırım Samuel�di. 4-5 dili ana dili gibi konuştuğu için, dış haberler konusunda uzmanlaşmıştı. Ama Kaya�nın Sami�den nefret etmesinin nedeni, Yahudi oluşu değildi. Moruk Kaya, benim kuşağımın birçok gazetecisi gibi savaş yıllarının yoksulluğunu yaşamış, liseyi kör topal bitirebilmiş ve sokakta gazete satarak mesleğe başlamış, istihbarat şefliğine kadar yükselmiş, ama şimdi sadece okur mektuplarını yanıtlayan eski bir gazeteciydi. Sami�nin Fransa�da üniversite bitirmesi, son moda giyinmesi, gazeteye 4x4 bir Renç Rovır�la gelmesi, ona fena batıyordu. Hatta, Sami�nin bildiği yabancı diller bile ağırına gidiyordu. �Zengin ****lerinden gazetecilik mesleğine hayır gelmez. Okul bitirmekle de gazeteci olunmaz. Halkın çektiğini çekmeyen, derdini anlamayandan gazeteci mi olurmuş? Zaten altında araba, kıçında blucin, kıç cebinde telefon, kulağında küpe olanlar yüzünden basın bu hale geldi. Hele o saçı sarı boyalı sıska karılar gazeteci olduktan sonra bu meslek iflah etmedi. Hepsi bir taraftan feminizm nutukları atıyor, bir taraftan reyting için apış arası hatıralarını yazıyor!..� Tabii, bizim moruk Kaya�yı birçok genç gazeteci gibi Çiğdem de sevmiyordu. Ona ortalık temizlenirken itlaf edilmesi unutulmuş bir dinozor gözüyle bakıyordu. Hatta, �Bak kızım, röportaj yaparken cart diye lafa girmeden önce kişiyi ve dekoru tanıt� gibisinden taş devri gazeteciliğinden kalma nasihatler vermesine çıldırıyordu. Ama Çiğdem�in Kaya�ya olan nefreti, Ali Rıza�nın Çiğdem�e olan nefretinin yanında ana muhabbeti gibi kalırdı. Ali Rıza ile Çiğdem, bir yıl beraber yaşamışlardı. Herkes onlara evlenecekler gözüyle bakarken, birden ayrılıvermişlerdi. Ayrılmalarından az sonra Çiğdem, adliye muhabirliğinden röportaj yazarlığına getirilmiş, sonra da röportajcıların şefi yapılmıştı. Ben bu söylenenlerin yalancısıyım. Bu birdenbire yükselen değer operasyonunda Yazı İşleri Müdürümüz Fahrettin Bey�in katkıları büyükmüş. Çünkü, birçok beş yıldızlı lüks otelden sabaha karşı beraberce ayrılırken görülmüşler. Ali Rıza terk edilmeyi her Türk gibi erkekliğine yediremediği için Çiğdem�den nefret ederken, bizim çaycının küçük ve uyanık çırağı Osman da Ali Rıza�dan nefret ediyordu. �Geçen gün çayını geç getirdim diye ana avrat küfretti. Daha önce de çay soğuk diye enseme tokat atmıştı zaten!� �Sen de çayını zamanında ve sıcak getir.� �Ben o anda kaç kişiye çay kahve yetiştiriyorum haberin var mı ağabey? Ama herifin öfkesi çaydan değil.� �Ya neden?� �Ben çocukum ya ondan!.. Bunlar kendilerinden genç birini görünce kuduruyorlar.� �Sen de abarttın ama Osman, Ali Rıza Bey de genç.� �Ne genci be ağabey?.. Herifin ahı gitmiş, vahı kalmış... Neredeyse 30�una gelecek!.. Ah, benim moruk babam adam olsaydı ben şimdi okulda olurdum. Bu heriflere çay kahve taşıyan şamar oğlanı olmazdım. Bu morukların hepsi pislik!..� 68 yaşındaki halimle Osman�a verecek yanıt bulamadım. Zaten, masadaki çay bardağını alırken yüzüme öyle kötü bakıyordu ki... * Kıç kıça çalıştığımız küçücük salonda kimse kimseyi sevmiyordu. Oysa mesleğimiz, amacımız birdi. Yani hepimiz aynı sandaldaydık. Rahmi, Selahattin, Turhan, Mithat, Abdullah, Sami, Kaya, Çiğdem ve Ali Rıza�yı düşündüm. Herkes birbirinden becerebildiği kadar nefret ediyordu. Hatta Osman gibi, çocuk yaştakiler bile nefretle doluydu. Birbirimizi sevmeyi acaba niye beceremiyorduk? Belki sevmek, emek isteyen zahmetli bir işti!.. Ben de kendi kendime bu herifleri niye hiç sevmiyorum diye düşünüp durdum. Sonunda, �Başkalarını sevmeyi beceremeyen birini ben neden seveyim?� deyip gönlümü ferahlattım. Sevgisiz ************* ne olacak!.. Sonra da içime bir kurt düştü. Ya onlar da beni sevmiyorlarsa?.. Ya benden nefret ediyorlarsa?.. Hişşt!.. Oralarda, kenarda, kıyıda beni seven biri var mı? 23 Mayıs 2004
-
Ölmeden duramayan bir millet
Ölmeden duramayan bir millet (Oğuz Aral) -Haydin hanımlar beyler, azcık sıkışalım. Şişşt dayı birazcık geri gidiver! -Guşuguh! -Sen de çocuğunu kucağına alıver bacım. -Deli misin ayol, kazık kadar ****** kucağıma nasıl alabilirmişim? Çocuk 13 yaşında. -Oğlunun bacak kısmısını dayı kucaaana alsın. Yükleniver dayı! -Gulurguk! -Ne diyon yahu? Altı üstü beş saatlik yol gideceez. -Ingıhgıh! -Adamın kafası sıkışmış. Konuşamıyor *** maavin. -Şişt hanım abla, memelerini dayının kafasından çek, yoksa ihtiyar havasızlıktan gidici. -Hadi *** maavin, şunları yerleştir biz de binelim. -Siz kaç kişisiniz emice? -Karım, kaynanam iki de çocukla beş kişiyiz ailecek. -Arka kapıya gelin, oradan girin. -Arka kapıyı demin açtık ama, üstümüze beş yolcu düştüydü. -Sen de içeriye doğru bastırıver be emice. Hadee hadee yolculaar, yetişen gidiyoo! -Benim yerim kaç numara bir bakıver evladım. -Nah şu çarşaflı kadının yanı nine. -Ama onun yanında iki ***** oturuyoo. -Sen de kenardan sıkışıverirsin. -Sen beni solucan mı sandın ***? Kaldırın o *******. Orası benim numaram. -Onların da numaraları aynı be nine. Aynı yeri üç kişiye satmışlar. Hadee kalkıyoo, yetişen biniyoo! Burda kaldıım diye ağlamak yok. -Hişt gardaş, deminden beri cebimdeki leblebileri yiyip duruyon. -Hay Allah, ben onu kendi cebim sanmıştım. Sıkışıklıkta olur böyle şeyler. -Muavin bey, ben sepetimi nereye koyacağım? -Tavanda çanta koyma yeri var. -Ama orada yatmış adamlar var. -Sülümaan, kapıları kapat kalkıyoz. Ya Allah bismillah. (Gargargar!) -Ağır ol abi, daha beş kişi koşuyor. -Şoför oğlum daha ne kadar yolumuz kaldı? -Aha şu rampayı inince geldik sayılır. Anaa, frenler tutmuyoo! -Sola kıvırt be sola! -Hayır, direksiyonu yamaca doğru kıvırt! Uyy, gidiyoz len, eşhedüenn... -Ben sana sola kıvırt demedim mi ***? -Şangırr! GAZETE HABERİ: Dün Hacıbektaş'tan Adana istikametine giden yolcu otobüsü yuvarlanıp devrildi. 40 kişilik otobüste 33 kişi öldü ve 37 kişi yaralandı. * -Bak oğlum, nah bunun adı tabanca. Tabancasız erkeğe erkek demezler. Daha şimdiden alış. Bak bu tetiği çekince güm deyi patlar, düşmanını haklar. Düğünde yahut milli maçtan sonra havaya iki carcür saydırırsın, etraftakiler �Helál olsun bu koçyiğide� derler. Aha şu kediye nişan al bakayım benim errkek oğlum. GAZETE HABERLERİ: Beş yaşında bir çocuk, babasının tabancasıyla oynarken annesini vurdu. Dünkü maçtan sonra havaya sıkılan kurşunlardan 3 kişi öldü, 8 yaralı var. Son tabanca olayı da dün tuvalette yaşandı. Caminin tuvaletine giren Cemil Canver adlı şahıs, pantolonunu sıyırıp çömelince arka cebindeki tabancası ateş aldı. Mabadından ağır yaralanan Cemil, etraftan yetişenler tarafından hastaneye kaldırıldı ve ameliyata alındı. * -Avizeye sıkı sarıl Yüksel, sakın bırakma! -Tutunuyom ama yine de kıçım ıslanıyo. Ana be, yağmurda bizim evi hababam niye su basıyo? -Evi kondururken baban tepeye çıkmak zahmetli olur, evin yolu düzayak olsun diye buraya yapmış. Burada eskiden Káğıthane Deresi mi neyimkin varmış. Allah�tan geçen sene üçüncü katı da çıktık da, boğulmaktan kurtulduk. -Alt kattaki kiracılar ne yaptılar acaba? -Onlar tedbir olsun diye şişme bot almışlardı binip gittiler. -Ana be, babam nerde? -Televizyonu kurtarmak için demin dalmıştı. Nerdeyse suyun üstüne çıkar. -Benim karnım acıktı. -Dünden kalma etli patates vardı. Mutfağa dalayım da getireyim. Culump! -Dur kız dalma, patatesler suyun üstünde çıkmış geliyorlar. GAZETE HABERLERİ: Dün yağan şiddetli yağmurlar nedeniyle yurdu su bastı. 6 kişi sellere kapılıp kayboldu, ayrıca Beşiktaş'ta caddenin çökmesi sonucu 3 kişi yaralandı. İzmir'de su dolu belediye çukuruna düşen arabada bir aile can verdi. Kilyos'ta ve Şile�de yüzme bilmeyen 8 kişi boğuldu. Boğulan kişileri kurtarmak için denize atlayan 4 kişiden ise haber alınamadı. * -Hadi *** Cemo, halaya kalksana. -Hele dur sürükleme be, daha ırakım bitmediydi. -Leey leey, dibi dibi loo! -Len Kazım, çok zıplama el bombaların fena sallaniir! -Leey leey, dibi dibi... GÜMBÜRRT! -Uy anam yandım! -Ateş etmeyin lo, PKK basmadı, Kazım�ın el bombaları düştü patladı! GAZETE HABERLERİ: Düğünde halay çeken korucuların boyunlarındaki el bombaları zıplarken düşüp patladı. Diğer korucular da PKK bastı sanıp düğün halkına makineli tüfeklerle ateş açtılar. Düğünün bilançosu 21 ölü, 38 yaralı. Ayrıca Siverek'te yiyecek aramak için çöplüğü karıştıran çocuklar, top mermileri buldular. Mermileri kurcalayınca patlama sonucu 3 çocuk öldü. Dün de Gültepe'de tüpgaz faciası yaşandı. Dükkána sığmadığı için caddeye dizilen tüpler, sıcağın etkisiyle patladı. 2 apartman yıkıldı, 4 ölü var. Ayrıca dün şofben zehirlenmesinden sadece 2 kişi hayatını kaybetti. * -Alo, Hızır Acil mi? Kardeşim yarım saattir cankurtaran bekliyoruz. Adam yaralı, yolda yatıyor. -Alo, yahu cankurtaran ne oldu? Adam bir saattir kan kaybediyor. Yarasına mendil mi basalım? Bastık be! Kanı durdurmak için tütün de bastık. Şoför cumadan dönünce hemen gönderecek misiniz? Ulan cankurtaranı Tekirdağ�dan çağırsaydık şimdiye kadar gelirdi. -Abi boşuna nefes tüketme. Bu cankurtaranlar gelmez. Geçenlerde bizim kayınvalide kalp krizi geçirmişti, cankurtaran çağırmıştık ertesi gün geldi. -Peki ne yapalım, adam gidiyor. -Kanama olduğu için taksiciler almaz. En iyisi şu karpuzcunun kamyonetine atalım. Hem de karpuzların üstünde uzanabilir. -Haydi tutun şunu sevabına. ****** sallamayın be! -Ağır yaralımız var hastabakıcı kardeşim. Ne hastanede yer yok mu? Demek koridorlar bile dolu. Dispansere mi götürelim? Zaten oradan geliyoruz, dispanser kapalıydı. Hayır, ilkyardımdan da almadılar. Sadece bir iğne vurup size gönderdiler. Peki, Cerrahpaşa�ya götürelim. -Çapa'dan geliyoruz, size gönderdiler. Yaa, demek doktorlar ameliyatta... İki saatten önce çıkmazlar mı? Adam gidiyor be! Hey karpuzcu, çek bir özel hastaneye. Ceremesi neyse buluşturup veririz. Göz göre göre adamcağızı ölüme terk edemeyiz. -...*** karpuzcu, yaralıyı ne yaptın? Bak sedyeciler bekliyor karpuzların arasından yaralı çıkmadı. Kırk yılda bir hastane bulduk, bu sefer de yaralıyı bulamıyoruz. Sıkılıp kaçmış mıdır? Deli misin be, can vermeye dermanı olmayan adam nasıl kalkıp da kaçabilir? Bence sen haldur huldur araba sürerken adamı yolda düşürdün. Haydi kamyonete atla da geri dönüp herifi arayalım. GAZETE HABERİ: İstanbul'da Emin Göçmez adında ağır yaralı bir adam kaybolmuştur. Emin eve dönmediği için ailesi merak edip polise başvurmuştur. Polis üç gündür yaralıyı aramaktadır. ÖNEMLİ NOT: Yukarıdaki gazete haberlerinin hepsi doğrudur. 13 Haziran 2004
-
İstanbul'daki ilk gece maçı
İstanbul'daki ilk gece maçı (Oğuz Aral) Ara sıra elimde soda bardağı penceremin önüne dikilip karşıdaki Üsküdar'a daldırıyorum. Bir zamanların yeşil Üsküdar'ını çekirge sürüsü gibi yiyip tüketmiş beton apartman yığınına bakıyorum. Artık Sultantepe, Selimiye, Bağlarbaşı nerdedir, neresidir anlayan beri gelsin. Bir zamanlar Üsküdar'ın yarısını kaplayan koca Karacaahmet Mezarlığı yenmiş yutulmuş, betonlar arasında incecik yeşil bir şerit gibi kalmış. Orada yatan dedem, anneannem, annem ve yengemin mezarları üstüne bakalım ne zaman salon salomanjeli apartman konduracaklar? Sonra, Salacak İskeles'nden atlayıp Kızkulesi'ne yüzen çocuk kendimi acaba görebilir miyim diye miyop gözlerimle denizi tarıyorum. Aklıma İmrahorlu Salacaklı çocukluk ve gençlik arkadaşlarım düşüyor. Yalkın, Yılmaz, Cevat, Yusuf, Ender, Çakır ve diğerleri şimdi kimbilir ne yapıyorlar. Pelvan Remzi hayatta mıdır acaba? Geçenlerde Kahveci Nihat'ın ölüm haberini aldım. Toprağına nur yağsın içim yandı. Nihat sarışın, babayiğit, kahvesine gelen gençlere şefkatle yol yordam öğreten eski bir İstanbul delikanlısıydı. Hep güleç ve yumuşak başlıydı ama Kıvırcık Muzaffer ve Arap Hilmi gibi Üsküdar'ın namlı kabadayıları bile Nihat'a çekinik bir saygı gösterirlerdi. * Bir gece, iddialı bir bilardo maçına daldırdığımız için gece yarısını buldurmuştuk. İşe gidenler kahvaltılarını yapabilsinler diye kahvesini çok erken açan Nihat'ın mavi gözlerinden uyku akıyordu. Ama nezaketinden bizleri kışkışlamıyordu. Ben tam topları sotaya getirip dördüncü sayımı çekecekken kahveye bağırış, çığırış, sallana yıkıla Selim Ağabey'le Recep Ağabey girdiler. İkisi de Arap'ın meyhanesinden geliyorlardı ve zurna gibi sarhoştular. Nihat'ın koyu sade kahveleri bile onları yatıştırmadı. Doğanspor ve Üsküdarspor rekabeti yüzünden aralarında yine hır çıkmıştı. Oysa iki takım da aynı yörenin takımlarıydı. Çoğumuz hangi takımın o hafta maçı varsa gidip o takımda oynardık. Ama Selim Doğanspor'un, Recep Üsküdarspor'un manevi kaptanıydılar. Kimse onları seçmemişti. Onlar, kendilerini kaptan tayin etmişlerdi. Geçkince yaşları ve pazu güçleri nedeniyle hiçbirimiz kaptanlıklarına itiraz edememiştik. Kim kimi nasıl ve ne kadar yendi kavgası uzayınca Nihat şamatayı kesmek için, -Bu iş kahve masasında değil, sahada anlaşılır. dedi. Selim de, -Haydin, toparlanın gidiyoruz! diye ayağa dikildi. -Nereye gidiyoruz Selim ağabey? -Maç yapmaya gidiyoruz. Tabii, bu Recep ödleğinin gözü yerse!.. -Kim, ben mi korkacağım? Üsküdarspor'un bebeleri bile size daha geçen hafta 5 basmadılar mı?.. Daha fazla atacaklardı ama ben araya girip "Yapmayın ayıp oluyor. Hepiniz aynı semtin çocuklarısınız!" dedim de 5 taneyle kurtuldunuzdu. Bu laflar Doğanspor'un kalecisi Turgut'un ağırına gitmişti. Elindeki ıstakayı hışımla salladı. -Hakem bir maçta bize 4 penaltı verirse tabii yeniliriz. Hakem, Recep ağabeyin iş ortağı olunca siz Fenerbahçe'yi bile yenersiniz. -İyi ama nerede oynayacağız abiler? -Anadolu Kulübü'nün top sahasında. O yıllarda Şemsi Paşa'nın deniz kıyısındaki Anadolu Kulübü'nün taşlı topraklı küçük bir futbol sahası vardı. Elektrik filan hak getire. -Bu karanlıkta topu değil, birbirimizi bile göremeyiz Recep abi. -Tabak gibi mehtap var be. Yılmaz yarın sabah yazılım var diye mızırdanacak oldu. -Bu gece maçına gelmeyen Üsküdarspor formasını bir daha rüyasında bile göremez! -Ben de Doğanspor'da oynatmam vallaa! -İyi ama biz burada üç-beş kişiyiz. İki takım etmeyiz. -Yürüyün lan, biz buluruz. Adamdan çok ne var memlekette? Düşmemek için birbirine tutunup yürüyen Selim ve Recep ağabeylerin peşine takıldık. Kahvenin karşısındaki simitçi fırınının çırağını da zorla yanımıza aldık. Nihat'ın kahvesinden 30 metre uzaklıktaki Yusuf'un kahvesine uğrayıp son kalanları ekibe kattık. Hatta Pelvan Remzi'ye bile razı olduk. Takımlar yine tamam olmayınca birkaç ev dolaşıp oyuncuları yataklarından kaldırdık. Sonra Recep ve Selim ağabeylerin evlerine uğrayıp malzemelerimizi aldık. Bir kısmımız bir daha takıma alınmam korkusuyla bir kısmımız da şamata keyfiyle Anadolu top sahasının yolunu tuttuk. * Tam maça başlamak üzereydik ki gecenin köründe kalabalığı gören Bekçi Veli Dayı düdüğü öttürerek damladı. -Burada ne halt ediyonuz? -Üsküdar İlçesi Federasyon Kupası maçımız var. Başkomser Rüştü Abi�den izinliyiz. Veli'nin düdüğünü gören Selim, -Tuu, hakem bulmayı unutmuştuk. Artık bir hakemimiz de oldu. Veli Dayı hakemlik yapacak. Veli Dayı şiddetle itiraza başlayınca uyanık Yalkın, -Veli Dayı futboldan ne anlar yahu... Biz kendimize başka hakem bulalım dedi damarına bastı. -Kim ben mi toptan anlamam. Len, daha sen ekmeğe mama derken biz top tepüklüyoduk. Hatta köyde bigün teptiğim top bi davara çarptıydı da hayvan erken doğurduydu. Böylece bekçi nezaretinde kıran kırana bir maç başladı. Ay bulutların arasına girip çıkıyordu. Karanlıkta hepimiz bir tarafa koşuşturuyor, topun kimde olduğu anlaşılmıyordu. -Veli Dayı el fenerini topa tutsun. Top nereye giderse oraya koşsun. -Ben pire miyim ***!.. Oradan oraya nasıl zıplayabilirmişim şavalak? -O zaman topu alan feneri de alıp topa tutsun! -Devletin malına heç bir sivil el süremez! -Öyleyse top kimdeyse seslensin. -Bende yok! -Bende de... -Öyleyse ne koşturup duruyorsunuz? Bir ara her iki kale önünden de goool bağırtıları geldi. -Selim abi, neredesin be... Baksana herifler gol atmış. Selim ve Recep'in koşacak mecalleri olmadığı için onları kaleci yapmıştık. Ama ortada yoklardı. Bağırışmamız üzerine Selim elinde rakı bardağıyla sallanarak göründü. -Ben kalede yokken atılan gol sayılmaz. Değil mi Veli Dayı? -Sayılmaz Selim yiğenim. Zati asıl gol öbür kaleye girdi. -Hadi be, bizim kaleye daha top bile gelmedi. -Bizim kaleye hiç gelmedi. -Öyleyse nerede bu top? -Son kim vurduysa söylesin. Önce bir sessizlik oldu. Sonra Cevat'ın sesi duyuldu: -Bendeydi ama Yılmaz külodumu aşağıya çekip topu aldı. Selim Ağabey rakısının kalanını dikip gürledi. -Topu ne yaptın lan Yılmaz? -Abi, şut attım ama top denize gitti. -O zaman atlayıp alıver. -Bu karanlıkta denize girilir mi yahu? -Çocuklar Yılmaz'ı denize atın! -Durun be, kendim girerim. Hem bu futbol pabuçlarıyla yüzemem. Yılmaz, soyunup Şemsi Paşa'dan denize girdi. Biz de deniz kıyısındaki kayalara tüneyip Yılmaz'la topun gelmesini beklemeye başladık. Top geri geldi ama Yılmaz gelmedi. Lodos olduğu için top karaya vurmuştu. Yılmaz'ı beklemekten sıkılıp yeniden maça başladık. Zaten o pek iyi oynamıyordu. O gece koşuşturmaktan canımız çıktı. Yara bere içinde kaldık. Ben şanslıydım. Sadece bir gözüm kapanmış ve kulağım ısırılmıştı. Selim, Veli Dayı'nın tabancasını alıp 6-4'lük galibiyetimiz şerefine havaya ateş etmeye kalktı. Veli Dayı da onu ensesinden sürüyüp karakola götürdü. Recep'i bir kenarda sızmış bulduk. Sarsıp uyandırınca, -Maç hálá başlamadı mı? diye sordu. İşin ilginç yanı, karşı taraf da bizi 7-3 yendiğini iddia ediyordu. Hiçbirimiz itiraz edemedik. Çünkü Pelvan Remzi onlardandı. Doğanspor'la Üsküdarspor arasındaki bu maç 50 yıl önce oynandı ve ilk gece maçı olarak tarihe geçti. Yılmaz'ı balıkçılar, sabah Kızkulesi'nin kayaları üzerinde bulup getirdiler. O da karaya çıkınca maç kaç kaç bitti diye sordu. 20 Haziran 2004
-
Face Book Çılgınlığı
Sağolun, size de hayırlı olsun... Bir açıklama falan beklemiyorum ama fişlenmek gibi bir derdimin ya da korkumun olmadıını biliyorum... Abd. beni fişleyip ne yapsın değil mi ama!?
-
TEİSTLERE ve DİNCİLERE
Aslında bilincin devam edip etmemesi konusu sadece felsefi açıdan "Hiçliğe" dayandırılabilir. Biyolojik olarak bilinçin devam ediyor olma ihtimali var; Evlatlarımız ile... Şöyle ki eğer evrim'i savunuyor isek kabul etmemiz gereken tek bir şey daha var ki "İç güdü"lerimizin de bu evrimin bir halkası olduğudur... Bugünkü canlıların atalarının ilk tepileri daha sonra içselleştrilip içgüdü haline dönüştürülmüş Ve genetiğe aktarılmış olabilir. Mesela Sayın DemirEfe'nin "Yatağımızdan, irkilip düşmemizi" Primatların falan yüksek ağaçlarda yaşayıp düşmelerine bağlayan bir tespiti vardı... Ya da şu açıdan bakalım: Mesela bazı huylarımızın anneye, babaya, dedeye, neneye falan benzediğinden bahsedilir hep... Neden anne, babamıza benzer bazı huylarımız? Onların elinde yetiştiğimiz için mi? Oysa ki insanın kişiliğinin iki temeli vardır: -Doğuştan gelen özellikler ile -Çevreden edinilen özelliklerin harmanlanması ile bir kişilik ortaya koyarız... İşte burada düşünmek gerekir: "Kişiliğin doğuştan gelen yönü" nedir diye... İlla ki ölümden sonra sizin bireysel olarak bir devamlılık sürdürmeniz gerekmiyor. Ve inanın "Doğanın Yaşamı" karşısında sizin sonsuza kadar yaşamanızın ya da ölmenizin hiç bir önemi yok... Ama şu var, siz sonuçta birey olarak benliğinizde oluşturduğunuz bazı kişilik özelliklerini Evlatlarınıza aktaracaksınız ve bu açıdan da asla bir hiç olmayacaksınız... Ha bir çocuğunuz olmazsa o zaman bir hiç olmanız durumu söz konusu olur Ama bu da evrensel bir geçerlilik arzetmez... Şundan emin olun ki ister "Öldükten sonra bireysel olarak bilincimizin son bulması"nın hiç bir önemi yok... Önemli olan yaşamın bizzat bütünlüğü olduğuna göre bu konuda kafa yormak ve buna hayıflanmak ta gereksiz... Şu var ki siz çocuklarınızın genlerine aktardığınız kişilik özelliklerinizle her daim belirli hücrelerde var kalacaksınızdır... Saygılarımla...
-
TEİSTLERE ve DİNCİLERE
Tartışmanın yerinde olmasının en güzel yolu, ne üzerinde tartışıldığının en baştan ortaya konmasıdır... Demek ki şimdiye kadar kör döğüşü yapmışız... En baştan beridir "Madde"den bahsettiğimiz belliydi oysa... Neyse... Bilincin öldükten sonra ne olduğu hakkında pek birşey söyleyemeyiz... Şu an biliyoruz ki Bilinç, evrim zincirinde, beyinde oluşan en son yapıdır... Beyinde düşüncenin gerçekleştiği nöronlar, öldükten sonra sadece toprağın işine yaradığına göre Bilinçte bundan farklı bir sona uğramasa gerek değil mi? Bu noktada "Bilinç"in hiç bir önemi yoktur. Önemli olan "Madde"nin bütün varlığıdır... Bilinç'i bu açıdan tartışmaya değer bulmuyorum açıkçası Varlığı bütün olarak ele aldığında senin ya da benim düşünüp düşünmemem pek önemli değil aslında... Düşünce "Sosyal" açıdan önem taşır... Maddenin tümü açısından senin yada benim ölmem, Bedenimizden bir saç telinin dökülmesi kadar önemlidir sadece, Belki de bir tek ter damlasının vücudumuzdan düşmesi kadar... "Tüm Varlık" deyince neyi kastettiğim anlaşılmıyor sanırım... Var olan herşeyi kastediyorum... Yani Bing Bang, ya da evrenin genişlemesi hep Varlığın kendisinde olan şeylerdir. Varlığın maruz kaldığı bir etki falan değil yani... Bing Bang'den önce Varlık "Enerji" formundaydı... Ondan sonra Madde formuna geçti... Daha sonrası için bir sürü teoriler var, beni aşar... Soyut Tanrı'ya olan inanç = Tesadüfler'in olduğunu düşünme = Hiçlik'e inanma Başka birşey değil...
-
Hiç kız istemeye gittiniz mi?..
Hiç kız istemeye gittiniz mi?.. (Oğuz Aral) (30 yıl önce yaşadığım bu olaylar, tamamen doğrudur. Yalnız, kahramanları hálá yaşadıkları için isimler değiştirilmiştir ve öykü de keyifli olsun diye biraz abartılmıştır.) -NE oldu be?.. Peşinden ordu mu kovalıyor!.. Görmez gözlerle bana bakıp, can verir gibi, -Aşığımm. diye inledi. -Yine mii?.. Sabahın köründe bunun için mi beni ayağa diktin? Turhan bildim bileli hep aşıktı. Aşık olduğu kızlar sık sık değişir, ama Turhan'ın aşkı hiç değişmezdi. Bu hıçkırık tutar gibi aşık oluşu yüzünden, üç kez evlenmişti ve aynı nedenden ötürü de üç kez boşanmıştı. Aynı anda 2-3 kıza birden aşık olabilme yeteneği vardı. Benden 8-9 yaş büyük olmasına rağmen yıllarca yiyip içtiğimiz ayrı gitmemişti. Babıali�deki acemilik yıllarımda bana çok yardımı dokunmuştu. -Bu seferki bildiğin gibi değil!.. Ben ilk defa sahiden aşık oldum, haydi giyin! -Niye giyinecekmişim? -Kız istemeye gidiyoruz! -Sen kudurdun mu oğlum!.. Bu saatte gidersek bizi pencereden atarlar. Üstelik, kız istemeye niye ben gidiyormuşum?.. -Benim hayatta kimim kimsem mi var?.. diye koca burnunu çeke çeke ağlamaya başladı. Kadınların ağlamasına dayanamam. Ama erkeklerin ağlamasına hiç dayanamam. -Turhan'cığım, insan kız istemeye bir büyüğüyle gider. Ben senden küçüğüm... Kızı verecekleri olsa bile vermezler!.. -Verirler... Verirler!.. Kız da benimle evlenmek istiyor. İş babasını razı etmeye kaldı. Senin ağzın iyi laf yapar... Üstelik iyi kötü tanınmış birisin... Kolay hayır diyemez herif!..� dedi ve mutfağa yürüyüp eline ekmek bıçağını aldı. -Gülay olmadan ben yaşayamam... Kızı vermezlerse kendimi öldürürüm... Belki o *************!.. diye yine hıçkırıp höykürmeye başladı. -Allah'ını seversen kes şu zırlamayı!.. Otur bir kahve iç de kafanı topla... Kimdir bu kız, neyin nesidir?.. Kız istemeye kimin evine gidiyoruz?.. Kızın babası ticaretle uğraşıyormuş. Halleri vakitleri iyiymiş. Bizim müstakbel gelin ailenin tek çocuğuymuş. Annesi yıllar önce vefat etmiş. Evi halası çekip çeviriyormuş. Kız, bu yıl üniversiteyi bitirecekmiş. Turhan�ın çalıştığı gazetede stajını yaparken tanışmışlar. -Yahu Turhan, kaç yaşında bu kız?.. -Eh, şöyle bir 22-23 var!.. -***********!.. Kız senden 25 yaş küçük. 10-15 yıl sonra ne olacak?.. Sen çıldırdın mı?.. -Evet çıldırdım!.. 10 yıl sonrayı değil, 10 gün sonrayı bile düşünmüyorum. Evlendiğimiz gece bile ölmeye razıyım!.. Haydi gidip kızı isteyelim!.. -Kızına görücü geleceğinden babasının haberi var mı bakalım? -Var tabii. Gülay babasına söylemiş... Adam da buyursunlar demiş. -Senin kaç yaşında olduğunu da söylemiş mi?.. Turhan'ın hık mık etmesinden, biricik kızını isteyecek ******** yaşı hakkında babanın hiçbir bilgisi olmadığını anladım. Ama Turhan'ın gözü dönmüştü bir kere. Akıl, izan, mantık, sağduyu filan kalmamıştı adamda... Bir ağlıyor, bir gülüyor, bet sesiyle bağıra çağıra şiirler okuyor, arada bir kalkıp kafasını dolap kapaklarına vuruyordu. Bunca yıllık arkadaşlığımız vardı. Gidip kızı istemekten başka ne yapabilirdim ki?.. -Kalk gidiyoruz. dedim. -Kızı istemeye mi?.. -Bu saatte kız istenmez. Akşam yemeğinden sonra gideceğiz. Şimdi yapacak bir sürü işimiz var. * Önce, daha müşterileri gelmemiş açık bir kadın kuaförü buldum. Turhan�ın iyice beyazlanmış saçlarını ve bıyıklarını bir güzel boyattım. Turhan bir ara, -Boyanmışken bari sarıya boyayalım... Sarışın olmayı hep istemişimdir� dediyse de aynada yüzümü görüp sarışın olma isteğinden derhal vazgeçti. Boyadan sonra kuaför, insanın cildini gergin tutacağını iddia ettiği bir sürü de kremi Turhan'ın yüzüne boca etti. Sonra da Tünele yürüyüp vitrinlerde Turhan'ı genç gösterecek ucuz elbise bakınmaya başladık. Allah'tan maaşları yeni almıştık. Lacivert kareli ve metal düğmeli bir ceket, bej ve dar bir pantolonla pembe puanlı bir gömlek seçtim. Tüm sıskalığına rağmen topatan kavunu gibi fırlamış göbeğini örtmek için de parlak kırmızı bir yelek... Turhan bu kılıkla kötü kovboy filmlerindeki kumarbazlara benzemişti. Ama olsundu. En az 10 yaş daha genç gösteriyordu bana göre. Çikolata ve çiçek işini de hallettikten sonra, yapacak başka bir işimiz kalmamıştı. Hem vakit geçirmek, hem de heyecanımızı bastırmak için Çiçek Pasajı'na girdik. Ağzımız kokmasın diye portakallı votka içmeye başladık. * Kızın evinin kapısını çaldığımız sırada hafif eğrilmiş bir durumdaydık. Ama içki cesaret vereceğine, korkumu büsbütün artırmıştı. Arkadaş uğruna çiğ tavuk yenirdi, ama ***** olunur muydu? Kayınpederi görünce, boşuna korku çektiğimi anladım. Uygar tavırlı, sakin yüzlü, sevimli bir adamdı. Kokusundan anladığım kadarıyla, o da heyecanını bastırmak için rakı içmişti. Ama bizim Turhan'dan gençti. Bizi görünce yüzü biraz ekşidi, fakat kibarlık edip pek renk vermedi. Hal hatır sormalardan sonra müstakbel kayınpeder Veysel Bey, bana hangi gazetede çalıştığımı, kaç para aldığımı ve kaç yaşında olduğumu filan sormaya başladı. Amanın!.. Turhan'a yaptığımız makyaj ve dekorasyon boşa mı gitmişti?.. Veysel Bey, kızını benim istediğimi mi sanmıştı?.. O sırada Turhan hıçkırığa benzer sesler çıkarıyor, arada bir de inliyor ve ikram edilen likörden doldurup doldurup içiyordu. Ben, en romantik olduğuna inandığım eda ve sesimle sözü aşka getiriyor ve aşkın yıllara meydan okuduğuna, tarihteki büyük aşıkların arasında hep büyük yaş farkları olduğunu anlatıyordum. Turhan'ın aslında göründüğünden ve hatta benden bile genç olduğunu söyleyerek tiradımı bitirdim. Ciddi ve tehlikeli bir sessizlik oldu. Kızı benim değil, Turhan'ın istediği anlaşılmıştı. Bütün kibarlığına rağmen Veysel Bey'in ağzından "-Hössst!.." diye bir ses duyuldu. Adam, fırlayıp odadan çıktı ve az sonra ağzına kadar rakı dolu bir bardakla göründü. Turhan da buna karşılık minik likör kadehiyle likör içmekten vazgeçti. Bir su bardağını silme likörle doldurdu. Allah'tan Hala Hanım, birden söze girdi. Kadife gibi bir sesle havayı yumuşattı: -Herkes, doğarken alnına yazılı kısmetiyle doğar efendim. Yaş, varidat, din, iman farkı, hepsi boş şeyler... İnsanın alnına yazılı olan kısmeti padişah gelse silemez demişler efendim... Kısmetse olur, biz ne desek boş!.. Veysel Bey'in ani olarak sakinleşmesinden, evde halanın sözünün geçtiğini anladım. Sonraki konuşmalarından çıkardığıma göre, kocası vefat edince Hala Hanım genç yaşta dul kalmış ve bir daha evlenmemişti. Bütün sevgi ve şefkátini ağabeyine ve onun kızına vermişti. Çıtı pıtı, sözü sohbeti yerinde, orta yaşlı hoş bir kadındı. Ben tekrar bir tezgáhtar edasıyla Turhan'ın ne kadar ünlü bir gazeteci olduğunu, yakında köşe yazarı bile olacağını, milletvekili ve hatta bakan olması için bir sürü parti liderinin kendisine yalvardığını, ama onun gazetecilik namusuyla bu teklifleri reddettiğini, içki ve sigarayı hemen bırakabileceğini Veysel Bey'e anlatırken, Hala Hanım da çaktırmadan Turhan'ı teselli ediyordu. Turhan'ın Gülay'ını pek görememiştim. Kahveleri getirdikten sonra yanımızda kısa bir süre oturmuş, sonra da ortadan yok olmuştu. Ama bakışından anladığım kadarıyla, Turhan'ın iddia ettiği gibi ortada aşk meşk yoktu. Turhan�ın gazetedeki karşı durulması mümkünsüz aşk hücumlarından canını kurtarmak için, "-Gel beni babamdan iste... Verirse ne álá!�" filan demişti herhalde. Ben Turhan'ı Veysel Bey'e pazarlamaya çalışırken, söz yaş ve kuvvet konusuna geldi. O sırada Turhan celallenip Veysel Bey'le güreş tutmaya kalktı. Hala Hanım, araya girip iki sarhoşu bilek güreşine razı etmeseydi, evde bir hayli tahribat olacaktı. Allah'tan Turhan, Veysel Bey'i bilek güreşinde yendi de, namusumuz kurtuldu. Ama yine de kızı Turhan'a vermediler. * Gecenin ayazında kös kös eve dönerken bir delilik etmemesi için Turhan'ı teselli etmeye çalışıyordum. Ama o benden bile sakindi. -Boşver, yiğidin alnına yazılan gelir!.. gibisinden laflar ediyordu. Bir hafta sonra aynı eve yine görücü gittik. Veysel Bey ve kızı evde yoktu. Hala Hanım'dan kendisini Allah'ın emriyle istedik. Çünkü Turhan, Hala Hanım'a yıldırım aşkıyla vurulmuş, bir haftadır yemekten içmekten kesilmişti. * Turhan'ın aşklarının bittiğini sanmıyorum. Ama Hala Cavidan Hanım'la hálá evliler ve aslan gibi bir de oğulları var. 27 Haziran 2004
-
Dikkat: Yeni Fikirler - Yeni Düşünceler - Yeni Arayışlar
Asıl ben teşekkür ederim... Bir elim yağda, diğeri balda... Ne istesem oluyor valla Sağolun...
-
TEİSTLERE ve DİNCİLERE
Sayın Sert Felsefe... "İlk Neden" diye bir şeyin olması şart değil ki? "Arkhe" sorunu ilk çağda, yani Mit'lerin meşhur olduğu dönemde ele alınan Ve bugüne uzanan bir sorudur... Ama artık ben düşünüyorum ki; "İlk Neden olmak zorunda değil..." "İlk Neden" yerine "Varlığın Hep Var Olduğu"nu düşünmek çok mu zor? Açıkçası ben ilk nedeni, yine varlığın kendisi olarak tanıyorum... Ama tabii ki formu değişikti; Saf ve Salt Enerji idi... "Hiçlik'ten var olma" ya da "Yokluk'tan var olma" Yani Sizin ile Maddeden ayrı Tanrı anlayışına sahip kimseler arasında pek fark görmüyorum. Ben burada asla filozofları tartışma çabasında olmadım ve Nietzsche'yi de tartışmayacağım. Benden onlarca yıl önce ölmüş birisinin, benim bulunduğum dönemden daha ileride düşünebileceğine inanmıyorum. Çoğuna ya da azına katılmak gibi bir durum söz konusu değil, o fikirleri alıp özümseyip yenisini üretmektir önemli olan... Soyut bir Tanrı olmadığı için ölmesinde de sorun yoktur bana göre... Varlığın kendisini Tanrı olarak kabul ediyorsam eğer, Bu Tanrı'yı hiçbir şekilde öldüremezsiniz... Sizin Cansız bedeniniz bile, O'nun varlığının kanıtı olur... Hiçliğe tabii ki inanmıyorum... Ben hiç bir zaman "Hiç" olmadım çünkü... Hep vardım... Doğmadan önce de vardım... Ölümden korkmamamın nedeni de "Ölümden sonra" hep var kalacağıma inanmamdandır... Doğmadan önce annemde bir yumurta hücresi ve babamda bir sperm hücresi idim... Ondan öncesini hatırlamıyorum ama sanırım babamın ve annemin aldığı besinlerde enzim idim... Ondan önce de muhtemelen başka başka maddelerde bir canlılık sergiliyordum; Bir tezekte fosfat olabilirim misal... Ya da bir suyun içindeki herhangi bir mineral... Bir kristallik tuz ya da şeker... Yani hep vardım... Öldükten sonra da bu gibi şeylere tekrar ayrışacağım... Sonra tekrar başka şekillerde başka bir canlılık sergileyeceğim... Reenkarnasyon'da da ruhsal Ceza ve Mükafatı kaldırın, karşınıza bu kabul çıkar... Hep derim; Eskiler hep gerçekleri söylemişler ama biz işin içine soyut kavramları katmışız... Bakın size hep var olduğunuzu şöyle de açıklayayım... Bunu en iyi "Zamanda Yolculuk" ile anlayabiliriz belki de... Maddesel varlık hep bir denge içersindedir... Belli bir oranda ve belli bir dengededir. Kur'an da "Ölçü-Kader" diye geçer bu... Zamanda Yolculuk teorilerinde şu sorunsal vardır, Aynı bedenin, aynı zamanda bir arada olmaları evrenin sonunu getirebilir... Niçin? Çünkü var olan "Varlık Dengesi"nde bir dengesizlik yaratır... Gelecekten geldiysek, gelecekteki varlıkta bir eksiklik, Geçmişe gittiysek, geçmişteki varlıkta bir taşkınlık... Yani bu bir anlamdan yoktan var olma, birden bire... Peki şu an evren olağan haliyle genişlerken niye olmuyor bu? Çünkü evren sadece genişliyor... Hiçbir şey yoktan var olmuyor, Ya da varken yok olmuyor... O yüzden siz hep vardınız ve hep var kalacaksınız... Hep "Soyut Tanrı"ya inanmayanların bunun yerine niçin "Tesadüf"lere inanabildiğini sorgulardım... Ve bunun o inanmadıkları şeyle aynı anlama geldiğini söylerdim... Şimdi de "Soyut Tanrı"ya ve "Yoktan Var Etmesine" inanmadığınız halde "Hiçliğe" ve "Hiçten Var Olma"ya nasıl inanılabildiğinizi sorgulamam zamanıymış demek ki... Saygılarımla...
-
Madem Allah Bu Kadar Kudretli,Kuvvetli Herşeye Gücü Yeter , Kendi Gücünde Yeni Bir Allah Yaratabilir mi ?
Bu konuda söylenebilecek asıl şeyleri söylediğimi Ve bazı söyledikleriminde göz ardı edildiğini düşündüğüm için Bu konudaki son iletim olduğunu düşündüğüm iletimi yazmak istiyorum... Bunların yönetimi diye birşey yok Sayın Muallim-i Ali... Bu organların öyle hareketler ortaya koymalarının nedeni kas yapıları ve kendi içlerindeki kan dolaşımıdır. Ruhani varlıklar uğruna yapmazlar o hareketleri. O organlardan kanı çektiğiniz an bakın bakalım nasıl da duruyorlar. Hayatın ışığı kandır, Aynen "Hacivat ile Karagöz Neden Öldürüldü?" filminde Küşteri'nin söylediği gibi... İşte asıl bu konuya gelmek istiyorum ve soracağım sorular geçiştirilmeden açık ve net cevaplar istiyorum... Denildi ki: Bu maddeler tek tek zararlı falan fistan... Ama bir araya geldiklerinde "Tuz" ve "Su" oluşuyor değil mi? Bende DNA örneğini vermek istedim. DNA'yı oluşturan baz'lar tek başlarına cansızdırlar ancak bir araya geldiklerinde bir canlılık ortaya koyar... Buraya kadar bu söylediğimi Sayın Muallim-i Ali kendisini onuyormuşum gibi algıladı sanırım ve iletimin devamını görmezden geldi diye düşünüyorum: Bende buna kıyasla Mıknatıs-Demir Tozu-Kaıt örneğini verdim: Öncelikle buna bir cevap bekliyorum... Daha sonra alacağım cevabı beklemeden konuyu genişlettim: Hep "Yaratılış" konusu "Ressam ve Onu yapan Sanatçı" "Heykel ve Onu yapan Sanatçı" ya da "Makine ve Onu yapan Mühendis" olması gerektiği örneği ile açıklanıyor. Demir Tozu-Mıknatıs-Kağıt üçlüsünü bir araya getiren de bir insan... Yani diğer örneklerdeki gibi burada da mutlaka bir yapıcı ya da yaratıcı var... Bende buna nisbetle şunu diyorum: Yani Tanrı'nın varlığını açıklamakta kullanılan bir "Yapıcı" "Mühendis" "Tasarımcı" "Ressam" örneklerinin, Ve bu örneklerin kabulünün devamında ortaya çıkan diğer kabullerin İslam'ın kendi doğasında olan "Şirk" ile aynı şey demek olduğunu belirttim... Buna da bir cevap bekliyorum... Şimdi gelelim konu ile ilgili diğer düşünceme... Sayın Muallim-i Ali... Evrim gerçekten var mı bilemem ama var gibi görünüyor... Evrim'in var olup olmaması konusunun "Tanrı"nın var olup olmaması ile bir ilişkisi olduğunu hiç düşünmedim. "Akıllı Tasarım" denen uydurmayı da hiç benimsemedim... Siz "Evrim" ya da "Allah" seçenekleri ile "Var oluş"u kavramadaki özgürlüğümüzü 2 seçenek sunarak kısıtlamışsınız... Oysa ben diyorum ki; Tanrı varlığın ta kendisidir, tektir... Varlık'tan ayrı Soyut ve ispatlanamaz bir güç yoktur... Kur'anda Tanrı'yı niteleyen hiç bir sıfattan "Soyut bir Tanrı"nın kastediliği anlamını çıkarmıyorum, çıkaramıyorum... Açıkça söylemem gerekirse; Şu ana kadar sizi izlediğim kadarıyla "Kader" "Yaratılış" "Tanrı" "Şirk" gibi konularda Sadece ve sadece ön kabullerle tartışan biri olduğunuzu düşünüyorum, Kusura bakmayın... Sayın Yersoy... Aynı dertten muzdaribiz sanıyorum... Saygılarımla...
-
Madem Allah Bu Kadar Kudretli,Kuvvetli Herşeye Gücü Yeter , Kendi Gücünde Yeni Bir Allah Yaratabilir mi ?
Kısaca şöyle anlatayım... Sayın Muallim-i Ali... Hani bir kaç elementin bir araya gelip, bir takım farklı özellikte bir bileşik oluşturmasını "Onların aklı varmıydı da böyle oldu? Mutlaka Allah onları o özellikte yarattı" diyorsunuz ya hani? İşte bende ona karşılık Mıknatıs örneğini verdim: Mıknatıs, Kağıt ve Demir Tozlarını bir araya getirdiğimizde çok güzel bir resim ortaya çıkıyor... Bunu biz mi yaptık, Yoksa o üş madde yapıları ve özellikleri gereği mi o şekli oluşturdular? Tabii ki kendileri oluşturdular değil mi? O dalgaları biz özellikle oluşturmadık... İşte Dna'dan tutun su'ya kadar tüm maddeler bu şekilde... Onları oluşturan atomların özellikleri, bir araya geldiklerinde kendilerinden çok farklı bir özellik ortaya koyuyorlar... Örneğin verdiğiniz "Su = H2O" örneğindeki gibi... Konuyla ilgili yeterli açıklama yukarıdaki iletimde var... Yazdıklarım açık ve nettir... Saygılarımla...
-
Madem Allah Bu Kadar Kudretli,Kuvvetli Herşeye Gücü Yeter , Kendi Gücünde Yeni Bir Allah Yaratabilir mi ?
Ben her zaman söylediğim gibi Sayısal Bilimlerden pek anlamam. Ama Sayın Muallim-i Ali'nin dediğini şöyle anladım: "Bileşiklerin Bileşkeleri" (ki böyle bir tanım var mı onu da bilmiyorum) ne bakacak olursak, "Evrim'i desteklememek" elde değil o zaman... Çünkü bildiğiniz gibi canlılığın dört temel yapı taşı cansızdırlar ve bir araya gelerek yaşamı meydana getirirler. Öyleyse şöyle söylemeye cesaret edebilecek misiniz Sayın Muallim-i Ali; H2O formülünde nasıl iki Yanıcı ve Yakıcı madde birleşerek suyu oluşturmuştur, DNA'da 4 cansız yapıtaşının birleşmesi ile oluşmuştur... *** *** *** Ha yaşam bu özelliği kendisi mi kazanmıştır konusuna gelirsek... Ben hep Mıknatıs, Kağıt ve Demir Tozu örneğini veririm... Kağıdın üzerine Demir Tozlarını serpin. Altına mknatısı tutun... Bilinçli ve yetenekli birisi olmanıza rağmen sizin yapamayacağınız güzellikte dalga dalga şekiller çıkar ortaya. Bunu siz mi yaptınız yoksa o üç şey bir araya geldiklerinde o sonucu mu verdiler? *** *** *** İşte yapılarda böyle bildiğim kadarıyla... Dengelenme, uzlaşma ya da oluş/oluşum diyelim biz buna... Ayrı ayrı yapıları ve özellikleri çok farklı olabilir ancak bir araya geldiklerinde hiç tahmin edemeyeceğiniz sonucu veriyorlar. Bu onların kendi yasalarından ve devinimlerinden kaynaklanıyor. Ayrı bir bilincin etki etmesinden değil... *** *** *** Ha şimdi siz diyeceksiniz ki; "Ama mıknatıs, Kağıt ve Demir Tozu'nu bir araya getiren "Ben"im... Yani o üçünden ayrı bir "Bilinç" var" diyeceksiniz eminim... İşte burada ayrıntıya dikkat etmelisiniz: "O üç madde'den ayrı bir bilinç var..." Yani Bir tarafta siz, diğer tarafta Madde... *** *** *** Bunu genel düşünürsek: Bir tarafta Tanrı, diğer tarafta Madde. Bi kefede Tanrı, diğer kefede Madde. Ve bu Tanrı'dan başka bir varlığın daha var olduğuna inanmayı Yani Şirk'i doğurur Sayın Muallim-i Ali... O yüzden maddenin tek başına hep var olduğuna, Ve Tanrı'nın o varlığın kendisi olduğuna inanmak durumundasınız... Buna Vahdet-i Vücut'ta denir... Ya da kısca Ene'l Hakk ile de özetlenebilir... Eminim ki yazım biraz anlaşılmaz oldu heralde, Ve birazda görmezden gelinecektir... Saygılarımla...
-
Gogol Bordello - Baro Foro
Aaaa... Hakikaten yaf
-
Dayaksız duramayan adam
Dayaksız duramayan adam (Oğuz Aral) Akşamüstü eve dönüyordum. Bizim apartmanın merdivenlerine ufak tefek biri çökmüştü. Gözünün biri mosmordu ve yarı yarıya kapanmıştı. Armut sapı gibi boynunu sıska omuzlarının içine çekmiş, hafifçe inliyordu. Burnundan yere şıp şıp kan damlıyordu. İçimi bir acıma duygusu kapladı. -Geçmiş olsun, araba mı çarptı? -Yok abi, kavga ettim. Üç kişiydi ***********. -Burnun fena kanıyor. -Boşver abi, geçer. -Kolay geçeceğe benzemiyor. Sen gel benimle. deyip koluna girdim ve cadde üstündeki eczaneye götürdüm. Eczacı, adamın burnuna damar büzüştürücü bir ilaç sürdü ve tampon koydu. Yüzünü de tamir edip plaster yapıştırdı. Bu ara bizimki, canı yandığından olacak eczacıya verdi veriştirdi. Eczaneden çıkarken hálá söyleniyordu. -Bunlar eczacı değil nalbant abicim. Adamın bir yerini düzeltirken dört sağlam yerini sakatlarlar billa! Eczanenin bitişiğindeki manavın önünden geçerken meyvelerin ve sebzelerin üstlerindeki etiketleri inceledi. Sonra da manavın burnuna kadar sokulup, -Çüşşş!.. dedi. -Bana mı dedin? -Tabii sana dedim. Şehrin göbeğinde eşkıyalığa çıkmışsın. 2 milyona domates mi olur be!.. Sizin gibi açgözlü hırsızların yüzünden enflasyon minare boyu oldu. Fakir fukara aç kaldı! Bizimki veriştirmeye devam edecekti ama manav, irice bir bostan patlıcanı seçip adamın kafasına vurdu. Ben de adamı yerden kaldırıp tekrar eczaneye soktum. Eczacı, yeniden kanamaya başlayan burnundaki tamponu değiştirdi. O da eczacıya, -Ohhaa, sobaya odun mu sokuyorsun ***!.. dedi. Ardından da canı yandığı için küfürle karışık ciyakladı. Eczacı, tamponu iterken adamın canını kasıtlı olarak yakmıştı sanırım. Eczaneden çıkar çıkmaz, -Haydi geçmiş olsun. Kendine iyi bak. Benim acele işim var, hoşçakal. deyip hızla yürüdüm. Köşeyi dönünce gündüz büfe, akşam koltuk meyhanesi olarak çalışan dükkána daldım. Başımdaki belayı savuşturmanın keyfiyle rakımdan okkalı bir yudum aldım. Ama aynı keyifle yutmak kısmet olmadı. Benim sıska adam, -Abicim be, kusuruma bakma. Senin bana gösterdiğin insaniyetliğe karşı bir teşekkür bile edemedim. Bir kadeh rakımı içmezsen ben bu gece kahrımdan uyuyamam. deyip karşımdaki tabureye çöktü. Garson Remzi'ye de, -Bize bir ufak aç, ne kadar mezen varsa da getir. diye talimat verdi. Ben, nasıl becersem de tüysem diye düşünürken, -Haydi abicim insaniyetliğinin ve dostluğumuzun şerefine içelim. diye kadeh kaldırdı. Adı Halil'miş. Hangi işe girdiyse hep haksızlığa uğrayıp işten çıkarılmış. Evlendikten bir ay sonra karısı da onu terk etmişmiş. Zaten bu dünya kahpelerin dünyasıymış. İnsaniyetlik ölmüşmüş. İyiler, ezilmeye mahkummuş. Bunları anlatırken yanımızdan geçen garson Remzi'yi kolundan yakaladı. -Bu Rus salatasını kaç yıl önce yaptınız be!.. Şunu götür de tazesini getir. Remzi tabağı alıp tezgáha götürdü. Bir kaşıkla Rus salatasını karıştırıp üstündeki sararmış kısımları alta aldı ve tekrar masamıza getirdi. -Hah şöyle!.. Bak abicim, bu dünyada hakkını aramazsan adamı keriz yerine koyup ezerler. Şimdi de şu köfteleri geri götür garson efendi. Bunları lastikten mi yaptınız be!.. Garanti keçi etindendir. Ciklet çiğner gibi yarım saattir çiğniyorum, yutamıyorum. Halil'in bağırtısına meyhanenin sahibi İsmail geldi. İsmail, Tekirdağlı uysal bir delikanlıdır. Ecdadına sövseler güler geçer. Ama köftelerine laf ettirmez. Baktım, mavi gözlerinde sarı kıvılcımlar çakmaya başlamıştı. Boşver gibisinden kaş-göz edip Tekirdağlı'yı sakinleştirdim. O da Halil'e Rumeli işi bir şaplak çekemediği için homurdanarak gitti. Ben İsmail'le uğraşırken Halil yandaki masayla muhabbete başlamıştı. Ama az sonra Halil ayağa fırladı. Bıyıkları sarkık delikanlı kendisini tutmaya çalışan arkadaşının elinden kurtuldu. Ben de İsmail'i çağırdım. Tekirdağlı, elinde koca bir bakır kepçeyle geldi. -İsmail, arkadaşları sokağa çıkar da biraz temiz hava alsınlar. dedi. İsmail de onları nazikçe iteleyerek kakalayarak dışarı attı. Meyhanedeki herkes kavga seyretmek için dışarıya hüryaa etti. Ben, yerimden kımıldamadım. Rakımı yudumlayıp Rus salatasından bir çatal aldım. Kavganın sonucunu nasıl olsa biliyordum. Meyhane halkı, iki dakika sonra düş kırıklığına uğramış ifadeli suratlarla geri döndü. Ben acele etmeden rakımı bitirip hesabı ödedim ve dışarı çıktım. Halil'i yattığı yerden toparlayıp eczaneye götürdüm. Eczacı, bu kez tampona dokunmadı. Halil'in patlamış dudaklarına keyifle tentürdiyot sürdü. Halil de ah-vah arasında ona yine küfretti. Dışarı çıkınca Halil'le vedalaşıp gitmeye davrandım, ama ne fayda. Önce koluma sonra belime sarıldı. Benim insaniyetliğim karşısında bir kadeh rakısını içmezsem ölse de beni bırakmayacağını, hayatta kendisine iyi davranan tek insan olduğumu, artık benden ayrılmayacağını, vur dersem vuracağını, kır dersem kıracağını bir avaza anlatmaya başladı. Ben, kendimi kurtarmak için debelendikçe Halil, belime daha fazla yapışıyordu. Gelip geçen cadde ortasında güreşen iki kişiyi görünce çevremizde toplanmaya başladı. Bir ara punduna getirip iç çangalla Halil'i yere yıktım. Etraftan, -***** ihtiyar ama iyi güreşiyor. gibisinden takdir sesleri yükseldi. Hatta, iki kişi alkışladı bile. Tam Halil'in üstünden kalkıp tüyecekken tepemize bir polis dikildi. Koluma yapışıp burada ne halt ettiğimizi sordu. Halil de yattığı yerden, -Sana ne be, bırak abimin kolunu!.. Yoksa fena olur!.. dedi. Gerçekten de fena oldu. Halil, ayağa fırlayıp polisle dalaşmaya kalkınca polis bizi önüne kattı ve Mecidiyeköy Karakolu'na götürdü. Nöbetçi komiserin odasına girer girmez Halil, -Benden size kapik işlemez! dedi. -Ne kapiği, sen ne diyorsun? -Bizi buraya niye getirdiğinizi bilmiyor muyum? Salıvermek için rüşvet isteyeceksiniz. Beni sövüşleyecek adam daha anasından doğmadı!.. Komiser odadaki polislere, -Bu arkadaşı götürüp sakinleştirin. dedi. Halil'i odadan çıkardılar. Ben de komisere derdimi anlattım. Karakoldan çıkınca Halil'in koluna girmek zorunda kaldım. Yere basarken inleyip zorlanıyordu. -Abi dedik seni bağrımıza bastık, ama sen de bize hiyanet ettin. Senin yüzünden sabahtan beri dayak yiyip duruyorum. Sen de puş tun biriymişsin. -Höst ***, o ne biçim söz, ağzını topla!.. -Toplamazsam ne olurmuş ********? Tam Halil'in burnunun üstüne bir yumruk kondurmaya hazırlanıyordum ki ***** bana daha önce vurdu. Yumruğu sivrisinek ısırığı gibiydi. Ama önce sallanır gibi yaptım sonra da kendimi yere attım. Halil'in suratındaki öfke dolu gergin çizgiler yumuşadı, yüzü ışıdı. Sevinçle, -Allah'ım nihayet birini dövdüm!.. diye bir nara attı ve seke seke keyifle uzaklaştı. Kanayan burnuma mendilimi bastırıp eczaneye gittim. Ama kapanmıştı. 4 Temmuz 2004
-
Bir gün ben de giderim
Kendisinin espri anlayışına ve kalemine özendiğimi söylemekten hiç çekinmem... Biliyorsunuzdur, "Avanak Avni" yani avatarımdaki resim O'nun yarattığı bir karakterdir... Oğuz Aral'a hayrandım...
-
Gogol Bordello - Baro Foro
Yok yaf, niye kızayım ki? İyi de kimmiş bunun kardeşi? Yok ki onun kardeşi!
-
TEİSTLERE ve DİNCİLERE
Yazdıklarınızı okudukça bende dehşete düştüm... Öncelikle size Şeytana inanıyorsunuz demedim ve sadece bir niteleme yaptım. Bu ana kadar ki yazışmamıza dayanarak demek zorundayım ki, Psikoloğa görünmek her sağlıklı bireyin en azından bir kere yapması gereken yararlı bir davranıştır Ve delilik değildir... Nietzsche'nin fikirleri Nesnel gerçekliği tanımlayan tek ve biricik düşünce değildir. Ayrıca bence birazda fantastiktir... Ayrıca o "Tanrı'nın Ölmesi Gerektiği"nden bahsetmektedir. Ahlaki olarak "Tanrı'ya Göre" oluşturulan kabulleri "Gerçek" ve "Samimi" bulmadığı için Tanrı'nın ölmesi gerektiğine ve öldüğüne inanmıştır... Neyse, Asıl konuya dönelim... Sizce "Hiçlik" nedir? Bunun tanımını yapın ki "Hiçten Varolduk" deyişinizi anlayalım Ve ispatlayabilirseniz kabul edelim... Ama şunu unutmayın; Hiç bir insan kendi oluşturmadığı, Başkasının oluşturduğu fikirleri kabullenerek ve savunarak Ayakta duramaz... Çünkü üretilen fikri tam anlamıyla anlayabilen kişi Yine o fikri üretenin kendisidir... O yüzden Nietzsche ile değil kendi fikirlerinizle Felsefe yapmanızı tavsiye ederim...
-
TEİSTLERE ve DİNCİLERE
Soru: Cevap: Çok açık ve net... Farketmiyor Sayın Sert Felsefe... Netice de bu varlıklar dine göre Tanrı'dan Yani soyut Tanrı'dan tekamül etmiş, aynı öze sahip Soyut varlıklardır... Şeytan'ı kabul eden birisinin Tanrı'nın olmadığına inanması gibi bir mantık mantıksızlıktır... Saygılarımla...
-
TEİSTLERE ve DİNCİLERE
Güleyim mi ağlayayım mı yoksa hiç tepki falan vermeyeyim mi bilemedim... Ateistlerin çoğu falan gibi bir tanımlama yapamazsınız ama emin olun ki her ateist ve hatta çoğunluğu nihilist olmak durumunda değil. Kaldı ki "Bilim" hiçbir şeyin yoktan var olamayacağını, vardan da yok olamayacağını söyler. Böylelikle hiçbir şey hiçten var olamaz... Hiçlikte mevcut olamaz... Ve bunuda bilime sarılan hiçbir ateist savunamaz... Al birde buradan yak... Yahu Tanrı diyorsun arkadaşım... Metafizik bir varlıktan bahsediyorsunuz... Sonra "Ruhani varlıkların bununla ne alakası var?" diyorsunuz... Sert felsefe yapayım diyorsunuz ama anlaşılan Felsefe'den pek bir bi-habersiniz ne yazık ki... tanrı ister genel amaç olsun ister yerel, sonuçta Tanrı'da ruhani bir kabuldür... Önce bir kavramları ve niteliklerini, neliklerini öğrensek diyorum hı? Bilim ile yeterince ilgilenmiyorsunuz demek ki... Bilim "Tanrı'nın varlığını" araştırma konusu yapmamıştır ki "Tanrı yoktur" ya da "Tanrı vardır" desin... Siz bilime bakarsınız, dinlere bakarsınız, maddeye bakarsınız ve Tanrı'nın olmadığına kanaat getirirsiniz. Ama bilim hiç bir araştırmasını "Acaba Tanrı'mı yaratmış" diye yapmaz. Öyle olmadığı içinde Tanrı'nın varlığı ya da yokluğu ile ilgilenmez... Felsefeye giriş derslerini kaçırdığınız için bu kada sert felsefiksiniz anlaşılan Her sorgulayan da ateist olmuyor... Ha unutmadan sormak istiyorum, "Hiçlik" nedir peki? Ki tüm varlık ondan temayül etmiş olsun!
-
Face Book Çılgınlığı
Orjinal Windows ve Office programlarını kullanan tüm herkes otomatik olarak zaten fişli o zaman... Çünkü Windows'un sizi herhangi bir şekilde izlememesi diye bir durum olmaması lazım. Herşeyinizi o işletim sistem üzerinden yapıyorsunuz çünkü... Ve emin olun ki Facebook, Msn, Turkish-Media gibi yerlere gerek duymadan, Siz yukarıdaki örnekteki gibi klozetinizde otururken bile fişleyebilir sizi... Hem Facebook'ta girdiğiniz bilgiler sizi fişlemeye aldıracak kadar önemli bilgiler değil. Hem fişlese ne olacak? Mesela benim ve benim gibi bir çok arkadaşın kimlikleri son derece ifşa burada... Çekinmeden her bilgiyi verebiliyoruz... Niye? Çünkü korkacak bir gizli şeyimiz yok... En azından ben ileride darbe falan yapmayacağımdan eminim, Ya da bir suikast düzenlemeyeceğimden... O yüzden böyle komplo teorilerine prim verip kendinizi kaptırmayın. Sizi fişlemek isteyen adam her halükarda fişler, Ve zaten fişliyorsa bir çok yoldan kim bilir kaç kere fişlenmişsinizdir emin olun... Mesela kredi kartınız var... Alışverişlerinizin izlenmediğini nereden biliyorsunuz? Nereden, ne zaman, ne aldığınız her şekilde kayıt altında emin olun. Yakın zamanda başıma gelen bir olaydan dolayı biliyorum bunu... Ve her şekilde ortaya çıkarılırsınız... Diyelim ki gittiniz bir patlayıcı madde yapabilmek için gerekli envanteri parça parça aldınız, Emin olun ki bunu farkedecek kadar akıllı o fişleyen kimseler... O yüzden kendinizden eminseniz korkmanıza gerek yok. Facebook'un fişlediği komplo teorisi, muhtemelen kendilerinin reklam yapmak için çıkardığı bir asparagas haberdir... Hiç bir önemi yoktur...
-
TEİSTLERE ve DİNCİLERE
Öncelike "Biz" derken kastettiğiniz her Ateist, evrenin "Hiç"likten çıktığını söylemiyor... Bu Nihilizmin kuruntusu sadece... İkincisi, her "Tanrı" kavramını kabul eden de Metafizik, bilim ile ispatlanamayan ruhani varlıkların olduğuna inanmıyor. Her Ateist'te kendisini bilime adadığı içib ateist olmuyor bu da üçüncüsü... Ve bir dördüncüsü de Metafizik bir Tanrı'nın kendi kendine var olmuş olabileceği sorunsalı bir tarafa ama ya madde/enerji hep vardıysa? Kendi kendine var idiyse hep? Sonsuzluk yani başı ve sonu olmama kavramı bunu niteliyorsa? O zaman "Hiçten var olma" ile "Yoktan var olma" arasındaki fark nedir? Bilim "Hiçliğe" dayanmaz... Bilim "Neden" ve "Nasıl"a dayanır... Saygılarımla...
-
Bir gün ben de giderim
Bir gün ben de giderim (Oğuz Aral) Ben, tembel olduğum için kin tutamam. İçinde kızgınlık duygusu taşımak hamallıktır. Zaten, bunaklığımın bu balayında kime kızdığımı unuttum. Ama birkaç kişi var ki kafamın çıplak tepesini attırıyorlar. Örneğin Selahattin Duman, mücessem kalıbıyla hababam pire gibi atlayıp hopluyor. Altın kakmalı 7 yıldızlı Arabistan otellerinde, Rio Karnavalı'nda, Newyork'un 4 sezon Aşevi'nde ve bilumum Avrupa şehirlerinin bilumum dilberlerini seyran edip duruyor. Gidecek yer bulamayınca da Bodrum'a kaçıyor. Hem kız, hem güzel olmasa Ayşe Arman'ın civciv saçını başını yolmak ne keyifli olurdu. Dünyanın dört bucağında sürtüp duruyor. Maldiv Adaları'nda lebiderya bir ev almış diye duyumlar alıyorum... E yıllardır bana yazık değil mi yahu!.. Günah be!.. Yatağın kenarından sessizce yere kaydım. Gece nöbetçisi Arzu Hemşire'nin arkasındaki balkonun altından görünmeden sürünerek geçtim. Koridorun sonunda duran tekerlekli sandalyeye atladım. Marşı bastım, hafifçe gaz verip yola çıktım. Köşeyi dönüp asansörlerden birine bindim, kapı çıkışından da gazladım. Vırrnn!.. Vırrnn!.. Gececiler peşime bir koşu kopardılar ama nafile... Bulgaristan'ın eski yolları yenilenmiş. Ama yine ceza - haraç arası ayakbastı biraz yuro aldılar. Avrupa Birliği'ne girince kullanmak için yuroları şimdiden biriktiriyorlar herhalde... Viyana'ya varınca sandalyemi araba parkına bıraktım. Bir koşu KazeŞvarz'a gittim. Gencecik bir piyanist Mozart çalıyordu. Beni görünce yine Mozart'ın Türk Marşı'nı çalmaya başladı. Ben de 5 yuroyu piyanonun üstündeki bardağın içine bıraktım. KazeŞvarz'ın hemen bitişiğinde Viyana Konservatuvarı vardır. Kemancısı, flütçüsü, piyanocusu dersten sonra buraya gelip hem çalar hem ufaktan yollarını bulurlardı. Sonra Viyana Hukuk Fakültesi'ne uğrayıp arkadaşım Prof. Karl Vayz'la hasret giderdim. Fakültedeki konferansımda biraz takıştık sonra seviştikti. Karl, -Sen Türk mizahını bizim mizahımızdan çok üstün buluyorsun. Hatta bizimle dalga geçiyorsun. Çünkü, çok haklısın. Ben hergün aynı yemekleri yerim, aynı tramvaya binip evime aynı saatte giderim. Kaç yaşımda emekli olup kaç para alacağımı şimdiden bilirim. Bizde elektrikler bile kesilmez. Yaşamımızda şaşırmayı ya da korkmayı bilmeyiz. Oysa, Türkiye'ye dönünce havaalanından evine kaç saatte varacağını bilemezsin. Hatta öldürüleceğini bile bilemezsin... Heyecan, korku, ikilem olunca mizah da gelişir.� Konferanstan sonra Karl'ı bir bara götürdüm. Her kadehten sonra saatine bakıyordu. Banyodaki küveti doldurdum. Küvetin yanıbaşına oturup çorba kaşığıyla fış fış kürek çekmeye başladım. Bir de türkü tutturup Manş'ı geçtim. Londra'ya varır varmaz Leystir Skuvayr'daki pabıma damladım. -Barın arkasında seni bulunca çok sevindim Con. Geçen gelişimde sarı, sıska ve küpeli bir oğlan barmenlik yapıyordu. İştahımı kapattığı için sadece 4 duble viski içebilmiştim. Sen emekli olmamış mıydın?� -Senin Londra'ya uğradığını duydum. İrlanda'daki köyümden kalkıp geldim. O sıska delikanlı seni sırtında taşıyıp taksi durağına kadar götüremez. Zaten 100 kilo olmana ramak kalmış. Skoç mu? Ayriş mi?� -İrlanda... 8 duble olsun. Con, tezgaha 8 kadehi sıraladı. Önce kadehleri tek tek kokladım. Sonra da işaret parmağımı teker teker kadehlere daldırdım, parmağımı emdim. -Kalanları sen iç Con. Con benim viskileri tek tek dikmeye başladı. Keyifle, -Ay lav yors daktırs!� dedi. Savt Kensingtın'da bir evin kapısını çaldım. Kapıyı çalan şişko saçları daraz daraz, göğüsleri göbeğine değen bir hanım açtı. -Heloo... -Heloo... -Mis Ceyn Hemiltın'ı görmek istiyorum.� -Niye? -Çok eski bir arkadaşımdır. Ceni ev mi değiştirdi yoksa? -Hayır Ceni hala aynı evde oturuyor. Yani Ceni benim. Siz kimsiniz? -Ceni'nin maziden kalma mavi gözlerine bakıp skuiz mi?.. Ceni 30 yaşında filandı.� deyip baybay dedim. Ama işin en acıklı yanı Ceni de beni tanımadı... Düşünebiliyor musunuz, kınından çıkmış kılıç gibi (Bu deyim Lütfü Akad'ındır.) saçı burnuna düşmüş herifi tanıyamadı. Bence Ceni'nin bir göz doktoruna ihtiyacı var. Hazır buralara kadar gelmişken Lizbon'a uğrayıp öyle öpek de gideyim dedim. Kaşığımla fış fış kürek çekip Portekiz'e vardım. Amanın bir baktım ki Lizbon halkının yarıdan fazlası Türk milleti... Hani bir iyiliksever fakir halkına pirinç, un torbası ya da fanila filan dağıtıyor da asil milletimiz itiş kakış birbirlerini tepeleyerek öteberiyi kapışıyor ya Lizbon'un durumu da aynı... Allah korusun Türk milleti takımı şampiyonaya katılsa Portekizliler yer bulabilmek için komşu İspanya'da soluğu alırlardı. Yönetmenimiz Ertuğrul Özkök ve koordinatörümüz Fikret Ercan'ın diplerine takılıp final gecesine gittim. Ertuğrul Özkök'ün dünyayı zırt pırt dolanmasına hiç bozulmuyorum. Hatta gazetedeki arkadaşlar yokluğunda yeni angarya icat olmadığı için mutlu bile oluyorlar. Özellikle Neyyire... -Sence kim şampiyon olacak?� Fikret, alçaktan gülümseyen bir bakışla, -Yoksa, terettüdün mü var? Portekiz kendi ülkesinde oynuyor. Yunanlar buraya kadar ancak kısmetle, tavşan sopaya çarptı... Ama sen futbol cahili olduğun için Portekizliler�in kaç tane yıldız futbolcusu olduğundan haberin yoktur. -Fikret'çiğim anladığım kadarıyla Portekiz yenilecek. -Niye be? -Sen Beşiktaş Yönetim Kurulu üyesi değil misin? -Evet. -Sen Beşiktaş'ı batırdığın gibi Portekiz'i de batırırsın. Fikret'in esmer teni daha karardı. Ertuğrul'la yer değiştirdi. Ben tam -Zito Yunanistaan!� diye böğürürken Arzu Hemşire önce 4 hap yutturup sonra da kaba etimin en hassas yerine mızrak gibi bir iğne sapladı. Ben de Floransa'da Botiçelli'ye seyrana durdum. 11 Temmuz 2004
-
Web Cam Bahaneleri!
ahhaah hah haa... Bence en komiği buydu