Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

Tengeriin boşig

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Tengeriin boşig tarafından postalanan herşey

  1. Koruma tut, mutlu yaşa (Oğuz Aral) Pencerenin dışında şurup gibi bir hava vardı. Kuşlar bile daha keyifli cikcikliyorlardı. Sokağa çıkmayı canım çekti. Telefona sarılıp özel bir güvenlik şirketini aradım. ��Bir günlüğüne iki tane iri kıyım koruma görevlisi istiyorum�� dedim. ��Mekán mı korunacak, kişi mi?�� ��Kişi, yani beni koruyacaklar.�� ��Tehlikeli bir durum var mı?�� ��Daha ne olsun, sokağa çıkacağım.�� ��Yani, belli bir düşmanınız var mı?�� ��Milyonlarca, herkes birbirine düşman.�� ��Adam başına 250'şer dolar ödeyeceksiniz. Ayrıca masrafları da sizden olacak.�� ��Tamam.�� deyip adresi verdim. Bir saat sonra 2 adam geldi. Aslında 4 adam geldi de, adamları ikişer ikişer birbirine ekleyip birer tane yapmışlar. Kısa olanı hafif yan dönüp kapıdan girdi. Omuzları öyle icap ettiriyordu. Ötekinin yüzüne bakmak için başımı bir hayli kaldırmak zorunda kaldım. Yüzünü görünce de ödüm patladı. İfadesiz iki göz, hamur haline gelmiş bir burun, ikisi alında biri çenede olmak üzere üç derin yara izi... Kendilerini Osman ve Yusuf olarak tanıttılar. Ve de yakın koruma mı, uzak koruma mı istediğimi sordular. ��Şıp diye yanımda bitebilecek kadar uzaktan.�� Evden çıkarken Osman asansörü kontrol etti. Sonra ��Temiz, gelebilirsiniz�� dedi. Apartman kapısından önce Yusuf çıktı ve caddede sağa sola bakındı. Ardından bize el etti. Biri önde biri arkada, iki korumamla yürümeye başladık. Bizim manavın önüne gelince durdum. ��Buyur beyim.�� ��Başlarım senin beyinden. Ulan üçkáğıtçı, 3 milyona kiraz mı olurmuş!.. Hem müşteri yok diye salya sümük ağlarsınız, hem de müşteriyi bulur bulmaz donuna kadar soymaya kalkarsınız!..�� Bizim kazıkçı manav, iri kıyım lanet biriydi. Herife yıllardır gıcık oluyordum. ��Sen ne biçim konuşuyorsun be!..�� ��O biçim konuşuyorum. Bu kirazları tek tek kulağına sokmadığıma dua et!..�� Manavın gözleri döndü, ��Çek git başımdan, ihtiyarlığına bakmam fena yaparım.�� Lafın burasında uzun Yusuf, kürek gibi elini manavın omuzuna koydu. ��Mesela ne yaparsın?�� Manavın yüzü değişti, sırıtmaya çalıştı, bir iki yutkunduktan sonra, ��Hiiiç!..�� diye fısıldadı. Ana caddede yürürken yediği hamburgerin ketçap ve mayonez bulaşıklı naylon káğıdını yere atan gençten birinin önünde durdum. ��İstanbul'un göbeği sizin köyün çöplüğü değil lan maganda!.. Al bakayım onu yerden.�� Oğlan bir bana, bir de yerdeki çöpe anlamaz bakışlarla baktı. Sonra ketçaplanmış ellerini blucinine sürüp yumruk yaptı. ��Almazsam noolucak lan moruk?�� Lafın burasında Osman ensesinden tutup, burnu yerdeki káğıda değene kadar adamı eğdi. Herif biraz debelenecek gibi oldu ama, Osman bulaşıklı káğıdı yerden alıp magandanın ipek gömleğinden içeriye soktu. ��Dert etme aslanım, biz alırız ve çöp tenekesine atarız.�� Osman'la Yusuf'u benim bindiğim taksiye sığdıramadığım için onlara ayrı bir taksi tuttum. Uzun Yusuf, Murat arabanın arka koltuğuna yan yatar durumda binebildi. Önlü arkalı, yani eskortlu olarak yola çıktık. ��Şu radyonu kapatır mısın?�� ��Ne o, müzük sevmiyon mu?�� ��Müzik seviyorum da, bu ince kadın sesiyle arabesk söyleyen herifleri sevmiyorum. Üstelik zırt pırt kornaya da basma.�� Şoför bir fesüphanallah çekip radyosunu kapattı. ��Kimseyi sağından da geçme ve öndeki arabanın kıçına bu kadar sokulma.�� Koltuğunda yan oturup sol kolunu pencereden sarkıtmış olan şoför, ikinci fesüphanallah'ını çekip hızla gaza bastı. ��Hösst!.. Onun bunun önüne dalma, trafiğin içine ettin. Bak gazın yanındaki pedalın adı fren pedalıdır.�� Keskin şoförün solukları sıklaştı, yüzünde tikler oluştu. ��Şimdi rahvan olarak beni Asmalımescit'e götür.�� ��Asmalımescit neresi?�� ��Sen Asmalımescit'i bilmeden İstanbul'da nasıl taksi şoförlüğü yapıyorsun a hıyar!..�� Şoför sirenleri öttürerek arabayı sağa çekti. ��Elimden bir kaza çıkmadan in lan aşağıya!..�� diye höykürürken Osman, arkadaki arabadan gelip şoförün yanındaki koltuğa oturdu. Tabii zor sığdığı için kolunu ve omuzunu şoförün ensesine atmak zorunda kaldı. Böylece sarmaş dolaş Asmalımescit'e vardık. Arabadan inerken şoförün yanağını şapşaplayıp, ��Bir daha kimseyi sağından geçme evladım tamam mı?�� dedim. Herif, nefret dolu bakışlarla bana baktı, sonra da Osman'a bir göz atıp, ��Geçmem ağabeyciğim�� dedi. Meyhaneye giderken yoldan geçenlerin kulak zarlarına cinsel tacizde bulunan birkaç dükkánın caddeye koyduğu hoparlörlerini kapattırdım. Daha doğrusu Osman'la Yusuf'u gören dükkán sahipleri seve seve kapattılar. Derken yolda yürüyen genç kızlara laf ve el atmayı zamparalık zanneden birkaç zıpır abazanla neşemi buldum. Ama en keyifli muhabbetimiz ellerinde sarı-lacivert rengi bayraklarla yürüyen, ��Şampiyon Fener!..�� diye bağırıp başka takımlara ana avrat söven, tıfıl bir genç grubuyla oldu. Herhalde maça gidiyorlardı ve Galatasaraylılarla aktif olarak mutlaka cinsel ilişkide bulunacaklarını iddia ediyorlardı. Ben de Osman'la Yusuf'a, ��Biraz eğilir misiniz çocuklar, bu genç arkadaşlara kolaylık olsun.�� deyip sakalları birkaç yıl önce bitmeye başlamış delikanlılara, ��Haydi yiğitlerim, gün bugündür!.. Ben takım tutmam ama, bu iki herif koyu Galatasaraylı'dır. Dediğinizi yapın, vaadinizi yerine getirin!..�� dedim. Fener'li çocuklar zamparalıktan derhal vazgeçip ara sokaklarda kayboldular. Meyhaneye muhabbet için gidilir. Bu nedenle Osman ve Yusuf'la aynı masada oturduk. Ama onlar görev başında içki içmezlermiş. Bu yüzden ben rakı içerken onlar mezelere hamle edip meyve suyu içtiler. Osman'ı babası çok dövermiş. O da bu yüzden öfkelenip mahalledeki çocukları dövermiş. Sonra karatede Türkiye ikincisi, tekvandoda İstanbul şampiyonu olmuş. Bir Anadolu çocuğu olan Yusuf, askerliğini özel komando birliğinde yapmış. Bu işi de çok sevmiş. Bir tekmede bir duvarı delip, bir vuruşta bir ineği devirebilirmiş. İkisi de mesleksiz oldukları için önce gazino ve bar fedailiği yapmışlar. Sonra modaya uyup özel güvenlik şirketlerine katılmışlar. Hatta bir ara İbo'yla Tarkan'ın korumalığını bile yapmışlar. Biz bunları konuşurken kulağımın dibinde akortsuz bir ses Selahattin Pınar'ın, ��Bir Bahar Akşamı Rastladım Size�� şarkısını bir avaza okumaya başladı. Önce boşverdim ama, herif susmuyordu. Derken Saadettin Kaynak'a geçip güzelim şarkıları katletmeye başladı. Dönüp arkama baktım, ufak tefek ve kara kuru bir herif tek başına oturduğu masada elini kulağına koymuş, detone bir sesle höykürüp duruyordu. ��O şarkının meyanı öyle değil. Üstelik bet sesinle Hicaz makamının ve muhabbetimizin içine ettin!..�� ��Sana ne be, rakı benim ses benim. Beğenmedinse ittir ol, nah şu uzak köşedeki masaya otur. Kıçımın dibine seni ben mi davet ettim?�� ��Osman, benim bile bu herifi meyhaneden atmaya gücüm yeter, ama madem para verdim bu işi sen yap.�� Osman ağır ağır yerinden kalkıp arkamızdaki masaya gitti. Sıska herif de ayağa kalkıp Osman'ın çenesine bir sol bir de sağ kroşe vurdu. Osman yere yattı ve bir daha kalkmadı. Yusuf fırlayıp adama bir tekme attı. Ama kara kuru herif yan tarafına zıpladığı için tekme önce sandalyeye, sonra da duvara geldi. Duvarda ve Yusuf'un bacağında bir hayli tahribat oldu. Şarkı meraklısı adam ardından zıplayıp Yusuf'un önce çenesine sonra da midesine vurdu. Yusuf da Osman'ın yanına yattı. Ben de gidip herifin masasına oturdum. Beraberce, ��Bir Bahar Akşamı Rastladım Sizee...�� diye ünülemeye başladık. Ne yapsaydım yani?.. 20 Mayıs 2001
  2. Baston ne işe yarar? (Oğuz Aral) Artık nur topu gibi bir bastonum var. Arada bir edepsizleşen sol ayağımdaki ağrılar yüzünden bir baston almak zorunda kaldım. Boynu bükük ama yakışıklı bir baston. Üstelik boyu boyuma uygun uzun biri. Onu hemen masamın kenarına astım. Her an gerekli olabilirdi. Örneğin aniden mutfağa ya da tuvalete gitmem gerekebilirdi. Bastonuma atladığım gibi dıgıdık dıgıdık ver elini tuvalet. Ama tuvalet elini vermedi. Çünkü yola çıkınca baston kullanmayı bilmediğimi fark ettim. Bastonu iki kez dizime vurdum, bir kez de ayağımın üstüne batırdım. Üstelik bastonsuz topallamıyordum ama, bastonla yürürken nedense topallıyordum. Tam 2 gün bastonlu yürüyüş talimleri yaptım. Artık bir İngiliz centilmenin yürürken kapalı şemsiyesini kullanmada gösterdiği ustalıkla, bastonu kullanabiliyordum. Yani her adımda bir aşağıya bir yukarıya sallayabiliyordum. Kılıcına dayanmış bir Köroğlu edasıyla bastonuma abanıp kahramanca pozlar da verebiliyordum. Hatta Şarlo gibi bastonumu kıvrık boynundan tutup havada fırıl fırıl çevirebiliyordum. Geçen gün bastonumun evde oturmaktan sıkıldığını fark ettim. ��Tamam, mızırdanıp durma seni gezmeye çıkaracağım�� dedim. Hem bastonumu gezdirecek, hem de dosta düşmana bastonumla hava atacaktım. İlk baston kazası evden çıkıp 20 metre yürüdükten sonra gerçekleşti. Yanımdan geçerken dizini ovuşturan iri kıyım bir herif, ��Şunu sallamadan yürüsene moruk!.. Kemiğimi kıracaktın!..�� diye höykürdü. Ben de, ��Kusura bakma amcası, bu daha acemi ve sokağa ilk çıkışı�� diye cevap verdim. Sonra da ne olur ne olmaz diye, merhamet uyandıran bir topallamayla yürümeye devam ettim. Bizim evin yanıbaşında taksi durağı vardır. Ama ben bastonumun keyfini çıkarmak için caddeye kadar yürüyüp taksiye oradan binmek niyetindeydim. Fakat bastonumu tıkırdatarak on adım attıktan sonra yere kapaklandım. Bastonun ucu kaldırım kenarındaki kanalizasyon ızgarasına girmişti. Abanınca baston sapına kadar ızgaraya dalmış, ben de yüzükoyun yere düşmüştüm. Yoldan geçenlerin yardım tekliflerini kahramanca geri çevirdikten sonra bastonumu delikten çıkardım. Allah'tan sapı kıvrık olduğu için deliğe düşüp kaybolmamış, tutamak yeri ızgaranın üstünde kalmıştı. ��Kör müsün, önüne baksana odun oğlu odun!..�� diye bastona verip veriştirip zor bela ayağa dikildim. Mahcubiyetim geçsin diye de bastona dayanıp Köroğlu pozunda birkaç dakika kımıltısız durdum. (Bastonlu Köroğlu pozu şöyle oluyor: Sağ bacağınızı dik tutup sol dizisini hafif kırıyorsunuz. Kalçanızı sağa çarpıtıp sağ kolunuzu bedeninizden iyice açıyorsunuz ve bastona dayanıyorsunuz. Sonra bu durumda geniş bir nefes alarak göğsünüzü şişirip sert bakışlarla ufka doğru bakıyorsunuz.) Kaderden mi kısmetten mi bilinmez, bana hep antika taksi şoförleri rastlar. Delikanlı bastonuma bakıp, ��Topal mısın emice?�� diye sordu. ��Değilim.�� ��Belin mi tutmuyoo?�� ��Hamdolsun şimdilik tutuyor.�� ��Ya baston?�� ��Ha o mu, sinekleri kovalamak için!..�� Şoför delikanlı bir tuhaf baktı ama ses etmedi. Ben sözü değiştirmek için ��Sen nerelisin?�� diye sordum. ��Urfalı'yım.�� ��Urfa güzel şehirdir.�� ��Bilmem, hiç gitmedim. Ben İstanbul'da doğup büyüdüm.�� ��İstanbul'da doğup da nasıl Urfalı oluyorsun?�� ��Ben ASLEN Urfalı'yım. Dedemgil İstanbul'a Urfa'dan göçmüş.�� ��Demek aslen Urfalı, yalancıktan İstanbullusun.�� İki kuşaktır İstanbul'da doğup büyüyen insanlarımızın hálá Erzurumlu'yum, Konyalı'yım, Adanalı'yım demelerine akıl sır erdiremiyorum. Herhalde İstanbullu olmayı kendilerine yediremiyorlar. İstanbul'un haline bakınca, onlara hak veriyorum aslında... ��Sen nerelisin emice?�� ��Ben İstanbullu'yum, ama aslen Londralı'yım.�� * * * Galatasaray'da arabadan indim. Beyoğlu'nu bastonumu tıngırdatarak geçmek niyetindeydim. Bastonu keyifle sallayarak yürüyen bu dinç ihtiyara herkesin beğeni ve takdirle baktığından emindim. Bir ara önümde yürüyen kadın bana dönüp, ��*************, yaşından başından utan!..�� diye ciyak ciyak bağırmaya başladı. İşin daha da kötüsü, kadının yanındaki pos bıyıklı çam yarması, ��Ne oldu Mualla, bu moruk sana sarkıntılık mı etti?�� diye sordu. ��Bastonuyla eteğimi havaya kaldırıp bacaklarıma baktı.�� ��Vay kart *******, **** ben senin....�� Millet durmuş bizi seyrediyor, bir taraftan yarma üstüme geliyordu. Can havliyle gözlerimi gökyüzüne dikip boştaki elimi öne uzattım. Bastonumu da arabaların cam sileceği gibi yere vurarak iki yana oynatmaya başladım. Bu durumda yürüyüp birkaç kişiye çarptım. Adam pençesini gırtlağıma geçirecekken durdu: ��Yahu Mualla, bu ***** kör!..�� ��Ama demin bacaklarıma bakarken pek köre benzemiyordu.�� Etraftan, ��Kör bir ihtiyarla uğraşmak ayıptır!..�� diye sesler gelirken, ben gözlerim havada tramvay yoluna inip rayların arasında yürümeye başladım. Gençten biri koluma girip, ��Tramvay geliyor ezileceksin beybaba�� deyip beni hem tramvaydan hem de kızgın kocadan kurtardı. Bizim Beyoğlu Erkek Lisesi'nin sokağına kadar yoluma kör olarak devam ettim. Sonra da hızla sokağa dalıp kilisenin yanından Taksim'e çıktım. * * * Bastonuma, ��Bak burası Taksim Meydanı, şu büyük bina da Atatürk Kültür Merkezi. Uslu durup yaramazlık yapmazsan, seni oraya bir gün tiyatro seyretmeye götürürüm�� dedim. Hava çok güzeldi, cadde de hayret edilecek kadar tenhaydı. O keyifle bastonumu elimde Şarlovari fırıldak gibi çevirmeye başladım. Dördüncü turda baston elimden yok oldu. Yan tarafta bir vitrin camı şangırtısı duydum. Ama hiç durmadan ve o tarafa bakmadan yürümeme devam ettim. Ardımda kıyametler kopuyordu. ��Niçin kırdın *** vitrini?�� ��Vallahi ben kırmadım!..�� ��Bize yutturamazsın. Bak topallıyorsun. Demek ki bu baston senin.�� ��Ben topal değilim, o baston da benim değil. Yeni aldığım pabuçlar ayağımı vuruyor, ondan topallıyorum.�� Hızla uzaklaştığım için bağırışların gerisini duyamadım. * * * Şimdi yeni bir bastonum var ve baston kullanma kurslarına devam edip mezun oldum. Yürürken pek fazla faydası olmuyor ama, bir hır çıktığı zaman yeni bastonum bayağı işe yarıyor. Artık ülkede hırsız gürsüz yaşanmadığından, hepinize birer baston edinmenizi sağlık veririm. Hem de en ağırından ve ucu topuzlu olanlarından!.. 20 Mayıs 2001
  3. Benim mektuplarım (Oğuz Aral) Şarkıcı, sahnede şarkısını söyler az ya da çok alkışını alır. Oyuncu, seyircisiyle yüz yüze oyununu oynar. Seyircisinden gelen tepkiden beğenilip beğenilmediğini şıp diye anlar. Ama yazar ve çizer takımı, yazıp çizdiğini sanki derin bir kuyuya atar. Sonra da kuyunun taşına kulağını dayayıp bir ses gelecek mi diye bekler. Bu, káğıttan bir kayık yapıp ummana salmaya benzer. Çizgiler ve sözler kime varır, kim beğenir, ya da kim küfreder bilemezsiniz. Okurdan gelecek bir sesi ve bir nefesi yürek töpürtüleri içinde beklersiniz. Ellerine sağlık, onlar da arada iki satır yazıp gönlünüzü alır ya da düz giderler. Düz giderler dedim de aklıma geldi. Yarım yüzyılı bulan gazetecilik yaşamımda almadığım kadar küfür mektubunu 'Sporun Padişahı' başlığıyla Hürriyet'te yazdığım spor yazıları yüzünden almıştım. Trabzonspor üstüne yazdığım biraz eğlenceli, biraz da ısırıcı bir yazı nedeniyle sülale efradımdan öpülme teklifi almayan kimse kalmamıştı. O kadar çok faks, mektup ve elektronik mektup gelmişti ki, taraftarı bu kadar çok okur yazar olan bir futbol takımının niye bu hallere düştüğüne şaşırmıştım. Hatta, birkaç babayiğit Trabzonlu delikanlı beni iki bacağımdan kurşunlayacağını bile yazmıştı. Ben de, ��İki bacağımdan vurun ama, Allah rızası için üçüncüye dokunmayın!..�� diye ayıpçı bir cevap vermiştim. Hatırladıkça hálá yüzüm kızarıyor. Oysa, Trabzon insanına biraz olsun katkıda bulunmak için bu yaşımda tek başına otel odalarında sürünüp cebimden para harcayıp, Trabzon Devlet Tiyatrosu'nda sahneye oyun koymak için aylarca debelendiğimi bilselerdi, sanırım onları ne kadar sevdiğimi anlarlardı. * Ne oldu, nasıl oldu bilmiyorum ama bu ara genç kız mektupları çoğaldı. Üstelik çoğu da aşk mektubuna benziyor. Şiir yazıp gönderen romantikler ve edebiyat severler bile var içlerinde... Hepsinin de huri gibi güzel kızlar olduğu, yazılarından besbelli... Geçen gün 18 yaşında olduğunu yazan bir hanım okurumdan sevgi sözcükleriyle dolu bir mektup alınca anlaşılan bana gelmişler!.. Oğlum, ��Baba bir yerine bir şey mi oldu? Hasta mısın? Doktor çağırayım mı?�� diye korku içinde odama daldı. ��Hiçbir şeyim yok, arslanlar gibiyim. Hastalandığımı da nereden çıkardın?�� ��Baksana pencereyi açmış, dışarıya ciyak ciyak bağırıyordun.�� ��Ne diyordum?�� ��Hain kızlaar!.. Zalim kızlaar!.. 30 yıl önce neredeydiniz diye bağırıyordun babacığım.�� * Tabii gelen mektupların hepsi gençlerden değil. Yaşıtlarım da arada bir yazıyorlar. Çoğu da gençlerden şikáyetçi. Gençlerin tembelliklerinden, açgözlülüklerinden, kültüre ve sanata olan duyarsızlıklarından, saygısızlıklarından yakınıyorlar. Tabii ben onlara katılmıyorum. Gençliğimde bana ve hallerime dik dik bakıp, ��Devran döndü, ahlak bozuldu!..�� diye homurdanan yaşlıları anımsıyorum. Üstelik bu gençler gökten zembille inmedi. Onlar, bizim biçimlendirdiğimiz dünyaya doğdular. Onları biz yetiştirdik. Günahları da sevapları da daha çok bizimdir. Ama bazen yürek burkan dertleşme mektupları da geliyor. Onlardan birkaç satırı sizinle paylaşmak istiyorum. ��...Torunlarım bile odama girmek istemiyorlar. Onları biraz görüp sevebilmek için rüşvet olarak çikolata alıyorum. Eskiden paketiyle veriyordum, onlar da çikolatayı kaptıkları gibi çekip gidiyorlardı. Artık biraz daha uzun görebilmek için küçük parçalar halinde veriyorum. Zehra..... (İzmir)�� ��...Evde oturunca 'Çık biraz dolaş, hava al' diye sokağa sepetliyorlar. Sokağa çıkınca insanlar, 'Bu herif ayak altında ne diye dolaşıyor' gibisinden kötü kötü bakıyorlar. Şoförlerden korkumdan karşı kaldırıma geçemiyorum. Bazen korna sesiyle karışık kötü sözler söylüyorlar. Aynı caddede bir aşağı bir yukarı dolanıp duruyorum. Zaten kaldırımları da öyle yükselttiler ki, inersem bir daha çıkamıyorum. Yani bize açık açık 'Bu dünyada senin yerin yok!.. Yollarımız, otobüslerimiz, dükkánlarımız, devletimiz ve belediyemiz sana göre değil!.. Git bir an önce öleceksen öl de ayak altında dolaşma!..' diyorlar. Remzi ..... (Nişantaşı)�� ��...Bir haftadır kendime bir hırka almak için dolaşıyorum, ama bulamıyorum. Bütün mağazalardaki giyim kuşam, gençler için. Sanki para sadece onlarda var. Üzerlerinde de salakça bir sürü İngilizce yazı var. 70 yaşında, beli bükük, saçları dökük bir adamın 'I want you' yazılı bir kazakla ortalıkta dolaştığını gözünüzün önüne getirebilir misiniz? Mukadder ..... (Ankara)�� ��...Size bir sorum var Oğuz Bey, gençten biri vefat edince ��Vah vah, pek de gençmiş...�� diye acırlar. Ama yaşlı birine, ��Vah vah, pek de yaşlıymış�� diye niye acımazlar? Giden canın yaşı olur mu? Sabahat ..... (Adana)�� * Dün fakstan çıkan, ilgimi çeken ve görmezden gelemeyeceğimiz bir mektubu daha sizlerle paylaşmak istiyorum. ��Sevgili Oğuz Aral, Yazdığınız, yönettiğiniz ve dekorladığınız Huysuz İhtiyar isimli oyunda sizlerleydik. Gazete sayfalarından taşan karikatürlerle, cümlelerle yüzümüzdeki tebessümle hayatımıza yayılan bir yaşamı, sesiyle, oyunuyla, sanatıyla Türkiye'ye mal olan Müşfik Kenter'den izleme şansına eriştik. Oyunda güldük, tebessümlerimizle düşündük. Kulağımızın çınlatılması ise şaşırttı bizi... Evet, oyunda kısa da olsa biz eşcinselleri anlatıyordunuz. Gazete sayfalarına yansıyan ve basitleşen magazin haberleri dışında ender karşılaştığımız bir yaklaşımla biz vardık sahnede. Örgütlenmek istediğimizi söylüyor, gruplarımızdan, dergilerimizden söz ediyordunuz. Saygı diyordunuz!.. Teşekkür etmek için bu mektubu kaleme aldık. Bizlerin de diğer insanlardan bir farkımız olmadığını, öcü olmadığımızı anlatmayı amaçlıyoruz.... .....Maalesef birçok arkadaşımız toplum tarafından fuhuşa itiliyor. İş bulamayan, toplumdan dışlanan, özellikle travesti ve transseksüel arkadaşlarımız fuhuş yapmak zorunda bırakılıyor. Toplumumuzdan gelen yoğun talep, fuhuşu cazip bir sektör haline getiriyor. Ancak şunun altını çizmek istiyoruz: E-5'te, Merter'de ya da Türkiye'nin herhangi bir ilinde fuhuş yapmak zorunda bırakılan arkadaşlarımız, her gün ölerek yaşıyorlar. Bunu istedikleri için değil, hayatlarını sürdürmek nedeniyle yapıyorlar. Sokakta onların yüzüne tüküren, alay eden, aşağılayanlarsa geceleri birer müşteri olup onlarla ilişki kurmayı talep ediyorlar. Unutmayın, ne yalnız ne de yanlışız. Sadece insanız!.. Onur.�� Sayın Onur'un düşüncelerinin bir bölümünü paylaşmamak imkánsız. Ne olursak, kim olursak olalım hepimiz Allah'ın kulu ve doğanın bir parçasıyız. Bu nedenle de çiçekten böceğe, balıktan insana bütün varlıklar gibi saygıdeğeriz. Hiç kimsenin menekşeye yaprağın niye mor, ya da insana cinsel tercihin niye böyle diye sorgu sual edip, itip kakmaya hakkı yoktur. Ama fazla bir değer üretememenin ezikliğiyle erkekliğin zart zurtuna sığınmış çok fazla erkek taklidi yaparak yetişen bir toplumuz. Bu nedenle eşcinseller bir ara Nazi Almanya'sında yaşayan Yahudilere döndüler. Ama mektuptaki ��Birçok arkadaşımız toplum tarafından fuhuşa itiliyor...�� sözüne katılmam olanaksız. Eğer Türkiye'de her işsiz fuhuş yapsaydı, ülkenin yarısı geneleve dönerdi. Ben de çok işsiz, hatta aç kaldım. Ama jigololuk yapmak aklımın ucundan bile geçmedi. Üstelik boylu boslu ve hanımların pek beğendiği bir delikanlıydım. Fuhuş yapanlara arka çıkarak büyük bir yanlış yapıyorsunuz. Çünkü fuhuşla eşcinsellik özdeşleşiyor. Artık fuhuş yapan birçok travestinin kullandığı lüks arabalar, emeksiz, mesleksiz, sadece bir kıçla köşe dönmenin ülkede simgesi oldu. Fuhuşu eşcinsellikten ayırmazsanız, özlemini çektiğiniz insanca saygıyı daha çok beklersiniz. * Ne yapayım, bana gelen mektuplar da böyle oluyor işte... Zaten akıllı uslu mektuplar almaya başlarsam, ben bitmişim deyip dükkánı kapatır giderim. 28 Ocak 2001
  4. O taşı sakın kaldırma, altından mutlaka bir ekonomist çıkar (Oğuz Aral) Geçenlerde yine Kaya uğradı. Yanında tombalak ve keçimtrak sakallı biri vardı. Bir fiyakayla, ��Tanıştırayım Oğuz'cuğum, bu özel ekonomistim Sadi Tıptıp.�� dedi. ��Sen bir garip çingenesin. Ekonomist senin neyine yahu? Tam üç aydır bir film ya da dizi işi bulamadın. Yakında Sacide seni eve sokmayacak.�� Kaya 40 yıllık arkadaşımdır ve aktördür. Aynı sahneyi yüzlerce kez paylaşmışlığımız vardır. ��Sen eski ve geri kafalı bir ihtiyar olduğun için anlamazsın. Artık her evin bir ekonomisti var. Hatta bizim üst kattaki Doktor Şadan Bey'in iki ekonomisti birden var.�� ��Niçin?�� ��Apartmana hava atmak için... Geçenlerde bizim kapıcı bile geldi, aylığına zam istedi. O da bir ekonomist tutacakmış. Utançtan diğer kapıcı arkadaşlarının yüzlerine bakamıyormuş. Karısı Zehra da 'Ya bize de bir ekonomist tutarsın ya da çocukları alıp köye dönerim!..' diye tutturmuş.�� Kaya'nın ekonomisti yarı hayret ve yarı dehşetle bana bakıyordu. ��Yoksa sizin evin bir ekonomisti yok mu?�� ��Evin değil ama, bizim mutfağın ekonomisti var. Kıymayı 250 gramdan fazla alınca hanım hır çıkarıyor.�� ��Ben kıymadan değil, Dolar paritesinden, borsa endeksinden söz ediyorum.�� ��Maaşımı Türk Lirası olarak aldığım için bu Dolar işinden hiç anlamıyorum.�� ��Biliyorsunuz Dolar dalgalanmaya bırakıldı.�� ��Evet, bu dalga ne dalgadır hálá çakamadım. Herhalde birileri bizimle dalga geçiyor. Hem dalga geçiyor, hem de eşşek yüküyle para kazanıyor.�� Kaya'nın ekonomisti tombulluğuna uymayan sinirli bir çabuklukla bir sigara yaktı. ��Hem Dolar'dan anlamam diyorsunuz, hem birtakım ekonomik iddialarda bulunuyorsunuz.�� ��Rahmetli babam da paradan puldan anlamazdı. Vefat ettiği zaman kazandığı onca paraya rağmen bize borç bıraktıydı. Ama, 'Üretmeden biri para kazanıyorsa, başka biri mutlaka kaybediyor demektir!' derdi.�� ��Dolar'ı bilmezseniz, ne durumda olduğunuzu anlayamazsınız.�� ��Öyleyse söyle bakalım, bugün Dolar kaç para?�� ��Önce hocama sormalıyım. Profesör Bedri Kaymak hem İktisat Fakültesi'nde kürsü başkanıdır, hem de Merkez Bankası'nın baş danışmanıdır.�� Ekonomist kıç cebinden çıkardığı cep telefonunda bir numara çevirip, bugünkü Dolar kurunu sordu. Profesör hocası da ona 15 dakika sonra arayacağını söyledi. Gerçekten de 15 dakika sonra aradı. ��Dolar alış 1 milyon 230 bin, satış 1 milyon 260 bin lira.�� ��Gerçek mi hocam, Merkez Bankası öyle mi diyor?�� Merkez Bankası danışmanı ve üniversite profesörü hoca öfkeyle, ��Tabii gerçek lan hıyar!.. Ben bu rakamları Merkez Bankası'ndan değil Tahtakale piyasasındaki Kilis'li Topal Hamdi'den öğrendim!�� diye kükredi. Kaya'nın ekonomisti böbürlenerek cep telefonunu kapattı ve, ��Dolar biraz düşmüş, şu anda Milli Hasıla'da yüzde 2,7 değer kazanmış bulunuyoruz�� dedi. Ben hemen mutfağa koştum. Dün aldığım dört domates, beş yeşil biberin sayısında artış olmamıştı. Hálá eskisi gibi buzdolabında dörder ve beşer adet olarak duruyorlardı. Salona dönüp bizim mutfaktaki kurufasulye ve pirincin Dolar'ın düşüşünden haberleri olmadığını belirttim. Ekonomiste, kurufasulye kavanozuna da ayrı bir ekonomist gerekip gerekmeyeceğini sordum. Ekonomistin pembe yanakları öfkeden kırmızıya dönüşürken homurdandı. ��Bütün geleceğiniz Dolar'a bağlı olduğu için, onların düşüp çıkması bütün değerlerinizi etkiler.�� ��Örneğin geçenlerde Dolar, 700 binden 1 milyon 300 bine çıkınca, ben de 65 yaşındayken 125 yaşında mı oldum yani? Ya da şu gördüğün Boğaziçi'nin suları yüzde 90 mı eksildi? Balıklar karaya mı oturdu?�� Kaya'nın ekonomisti tam fokurdarken kapı çalındı. Karşı komşum Ali Bey, ��Biz çocuklarla sinemaya gidiyoruz. Ekonomistimizi birkaç saatliğine size bırakabilir miyiz? Evde tek başına korkabilir�� dedi. ��Hay hay buyursun�� deyip iki metrelik herifi içeriye buyur ettim ve canı sıkılmasın oynasın diye, eline benim hesap makinesini tutuşturdum. Ama Kaya'nın ekonomistiyle komşunun ekonomisti birbirlerini görür görmez trend, parite, dalga kuru, dış kaynak, piyasalar, ikinci seans, Euro bandı, bono bileşikleri, portföy gibisinden birtakım laflar bağırışmaya başladılar. Tam yarı Çince yarı Türkçe olan bu sözcükleri can kulağıyla dinleyip köşeyi nasıl döneceğimi öğreneceğim sırada kapı yine çalındı. Benim seyyar batatiz-suvancım gelmişti. Suvanın kilosu bir milyonmuş ama 20 kilo alırsam 17 buçuk milyona verecekmiş. Herife, ��Dur bakalım, önce ekonomistlere danışmalıyım�� dedim. Suvancı, ��O zaman ben de kendi ekonomistimi getiririm�� deyip gitti. Biz, suvancının ekonomistini beklerken kapı yine çalındı. Benden de kel ve uzun bir adam, kapatmayayım diye kapı aralığına ayağını soktu. ��Ben seyyar ekonomistim. Biraz önce Tele Hepyek, Tele Düşeş ve Höst Teve'deki programlarımı bitirdim, eve dönerken apartmanlara da bir uğrayayım dedim.�� Ben seyyar ekonomistle konuşurken, seyyar suvan satıcısı, yanında ekonomistiyle beraber geldi. Sonra da evde kıyamet koptu. Komşunun ekonomisti, Derviş'in Amerika'dan mutlaka dış kredi alacağını ve 20 kilo suvan paritesinin 17 buçuk milyon değil, 15 milyonun altına düşeceğini iddia ediyordu. Suvancının ekonomisti ise Dolar'ın Mark'a karşı hálá değer kazandığını ve girdilerin de Dolar'la olduğunu gözönüne alarak, 20 kilo soğanın nominal değerinin aslında 20 milyon olduğunu, ama suvancının bana olan sevgisi nedeniyle 2 buçuk milyon indirim yaptığını haykırıyordu. Kaya'nın ekonomisti ise o gürültü arasında, ��Aloo... Aloo hocam... Kilis'li Topal Hamdi Dolar için ne diyoo?�� diye cep telefonuna höykürüyordu. Eve yeni dühul eden seyyar ekonomist ise ötekileri televoleci ya da komünist ekonomist olmakla suçluyordu. Tabii, o sırada açık olan televizyonda tartışan TV ekonomistlerinin de sesleri odada çınlıyordu. Afedersiniz, o sırada fena halde sıkıştım. Ben tuvaletteyken çocukluğumdan beri gazete okurum. Bir gazete kapıp tuvalete gittim. Sonsuz ekonomi sayfalarındaki sonsuz ekonomi köşe yazarlarından birini okumaya başlarken tepemdeki rezervuardan tak tuk sesler gelmeye başladı. Tuvalet rezervuarının kapağını açtım. Rezervuar haznesinin içinden gözlüklü bir adam kafasını uzattı. ��Merkez Bankası zamanında piyasaya Dolar sürseydi, soğanın kilosu şimdi 700 bin liranın üzerinde olmazdı.�� dedi. Ben de pantolonumu toparlayıp keyifle sifonu çektim. Gözlüklü ekonomist foştt dedi kayboldu. Salona döndüğüm zaman televizyondaki ekonomi geyiği bitmiş, haberler başlamıştı. Pos bıyıklı sıska bir adam, ��Ben 250 milyon maaşla 8 çocuğuma nasıl bakayım? Devlet uyuyor mu?�� diye bangır bangır bağırıyordu. Karısı da 9'uncu çocuğunu bekleyen şişlikte bir göbekle kocasının yanında oturup mahsun bakışlarla kameraya bakıyordu. Telefonu çevirdim. ��Buyrun burası böcek itlaf servisi�� diye karşıdan cevap geldi. ��Acaba ekonomist itlaf servisiniz de var mı?�� 29 Nisan 2001
  5. Görünmeyen adam (Oğuz Aral) Annem masaya benim için bir tabak koymayı yine unutmuştu. Evde 5 kardeştik. Ben ortalarda bir yerdeydim. Ama annem ve babam 4 çocukları varmış gibi davranırlardı. Nedense beni pek fark etmezlerdi. Çünkü, çok küçükken babam beni bir kere otobüste, bir kere de sinemada unutup gitmişti. Annem ise markette ya da pazar yerinde ya da beni alıp misafirliğe gittiği komşuda unuturdu. Yalnız annem değil komşular da beni fark etmezdi. Onlar da gidip yatarlardı. Unutulduğum komşu evinin bir köşesinde sabaha kadar oturduğum oldu. Pek konuşkan bir çocuk değildim. Aslında konuşmayı çok severdim ama kimse yüzüme bakıp benimle konuşmazdı ki... Ben de bir süre kendimle konuşmayı denedim ama hep aynı kişiyle konuşmanın hiçbir keyfi yokmuş. Ben de kendimle muhabbeti kestim. * Oysa herkesin beni fark etmesini çok isterdim. Ben geçerken başlarını benden yana çevirmelerini, gülümseyip ��Aaa Yalçın'a bak!�� demelerini ne çok özlerdim. Ama onlar rüyalarımda bile beni fark etmezlerdi. Rüyalarımda bütün olaylar başkalarının arasında geçer, ben bir köşede oturup olanı biteni seyrederdim. Bir gün küçük kardeşim top oynarken düşüp dizini yaraladı. Eve hemen doktor çağrıldı. Doktor, uzun muayenelerden sonra kırık-çıkık olmadığını müjdeleyip kardeşimin dizine pansuman yaptı ve merhemler sürüp gitti. Ben de ertesi gün bizim yüksek duvarın üzerinden yere atladım. Yarılmış kafamdan yüzüme akan kanlarla bir koşu anneme koştum. Annem patlıcan kızartıyordu. ��Anne ben tepe üstü duvardan düştüm, başım yarıldı. Beyin kanaması bile olabilir!�� dedim. Tabii bunları bir avaza ağlayarak söyledim. Annem de gözünü patlıcanlardan ayırmadan, ��Git kafanı yıka, biraz da buz koy geçer�� dedi. Geçti ama, geçene kadar tam bir hafta baş ağrılarıyla yatağımda ateşler içinde dönüp durdum. * Varlığımı pek fark etmiyorlardı ama yokluğumu belki fark ederlerdi. Birkaç gün boş yatağımı, yemek masasındaki boş sandalyemi görünce telaşa bile kapılabilirlerdi. En azından okuldan merak edip babamı çağırırlardı. En küçük kardeşime bu fikri açtım. Halen bir bebek olan Hasan elindeki çıngırağı kafama vurup, ��Gıybık!..�� dedi. O gece evden kaçtım, günlerce parklarda ve inşaat molozlarının arasında sabahladım. Evden aldığım azık yetmediği için bir hafta pazar yeri artığı meyve ile beslendim. Açlık canıma tak deyince eve döndüm. Şu anda kimbilir kaç polis beni arıyordu? Annemin gözyaşları içinde bana sarılacağını, kardeşlerimin kıskançlık ve hasetlerinden çatır çatır çatlayacağını hayal ederek muzaffer bir kumandan edasıyla salonun ortasına doğru yürüdüm. İki bacağımı gerip göğsümü şişirerek bir avaza, ��Anne ben döndüm!�� dedim. Annem de Hasan'a örmekte olduğu hırkadan gözünü ayırmadan, ��İçeri girerken paspasa ayaklarını iyice sildin mi?�� dedi. Babam ise seyrettiği televizyondan başını kaldırmadan, ��Bak gördün mü ofsayt yokmuş. Erman Toroğlu bile öyle diyor. Yediler golümüzü namussuzlar!�� diye homurdandı. Kuyruğumu bacaklarımın arasına sıkıştırıp yatağıma gittim. Yatak bıraktığım gibi duruyordu. * Okulda görünmeyen adamlıktan kurtulup fark edilebilmek için kaç kere okulun Kara Mahmut cephesine posta koydum. Sıkı bir dayak yersem etraftan koşuşturup ayırırlar ve beni fark ederler diye... Ama Kara Mahmut'un anasına avradına düz gittiğim halde herif beni duymadı bile. Arkadaşlarıyla zamparalık muhabbetini sürdürdü. Ders zili çalınca da kıçlarını dönüp sınıflarına gittiler ve beni okul bahçesinde sap gibi yalnız bıraktılar. Pek ders çalışmadığım halde okulu kazasız belasız bitirdim. Çünkü hiçbir öğretmenim fark edip de beni tahtaya kaldırmıyordu. Yazılılarda ise aşikár bir şekilde kopya çekiyordum. Ama kimse fark etmiyordu. Çünkü sınıfta da dönüp bana bakan yoktu. * Askerlikte de aşağı yukarı böyle geçti. Yalnız çok sert bir takım çavuşumuz vardı. Bir gün talimde paspallığımız, hantallığımız ve hanımevlatlığımız üzerine döşendi de döşendi. Ne yumuşaklığımız kaldı ne dönmeliğimiz... Ben de herifin gözünün merkezine baka baka elimi boru gibi yapıp ��Ciyuuurtt!�� diye bir ses çıkardım. Ardından da, ��Hattir laan!�� diye bağırdım. Çavuş birden delirdi. Zaten iri yarı biriydi. Delirince boyu adeta iki misli oldu ve yumrukları somun kadar büyüdü. Üstüme doğru bir koşu kopardı, sonra yanımdaki uzun boylu sarışın Karadenizli delikanlıyı ayağının altına alıp çiğnedi. * Evlilik yaşamım da pek farklı geçmedi. Çiçeklerime, şiirlerime hatta uğruna giyindiğim sarılı morlu gömleklere ve kırmızı pantolonlarıma rağmen sevdiğim kız da beni fark etmedi. Oysa kendime daha başka ne imajlar yapmıştım. Saçlarımı uzatıp bir atkuyruğu edinmiştim. Ya da kafamı toptan usturaya vurdurup suratımı ömürcek ağı gibi bıyıklar ve sakallarla kaplamıştım. Ne ettimse fayda etmedi. Hiç tanımadığım halde ailelerimizin kararıyla Lütfiye ile evlendim. Lütfiye çok iyi bir kızdı. Bir kere bile kavga etmedik. Çünkü evde hiçe yakın konuşuyorduk. Bir kavga nedeni oluşması mümkünsüzdü. Arkadaşlarıyla konken oynarken bazen gözü bana takılır, yüzüme şaşkınlıkla bakardı. ��Aaa sen burada mıydı?�� ��Hayır ben Malezya'daydım. Yeni geldim.�� ��Hoşgeldin hayatım�� diye oyununa dönerdi. Bir oğlumuz oldu, çocuk kapıcı veya gazeteci dahil eve her gelen erkeğe, ��Babaa!�� diye koşturuyor ama bir tek bana bakıp baba demiyordu. * Kendimi göstermek için artık ne yapacağımı bilmiyordum. Bizim sınıftan biri filmci olmuştu. Yazıhanesine gittim, ��Yeni filminde bana bir rol ver. Ne olursa olsun. Yeter ki perdede görüneyim, 20 saniyecik bile olsa yeter�� dedim. ��Ama sen oyuncu değilsin ki!�� ��Ben en star oyunculardan biriyim, işte ispatı�� deyip herifin masasına 10 bin dolar koydum. Sınıf arkadaşım da, ��Tüh, senin gibi büyük bir yeteneği ne halt edip de ıska geçmişiz! Salaklığımızı bağışla... Çekim salı sabahı 9'da�� deyip paraları çekmecesine koydu. Rolüme deli gibi çalıştım. Hatta konservatuvardan hocalar tuttum. Rolümün olmadığı çekimlere bile gittim. Film gerçekten güzeldi ve çok tuttu. Filmde herkes vardı; sokaktaki, pazardaki, vapurdaki insanlar... Hatta turistler bile vardı. Ama bir tek ben yoktum. Benim olduğum sahnelerde yüzümü ya bir ağaç dalı ya da bir vazo kapatıyor, ya da enseden görünüyordum. Meğerse filmde ben meçhul bir katilmişim. Finalde de uzak plan Boğaz Köprüsü'nden aşağıya düştüm. * Artık ne yapacağımı çok iyi biliyordum. Televizyonlar Apo'yu, Usame Bin Ladin'i, Fehriye Erdal'ı ve bilumum katilleri defalarca gösteriyorlardı. Ama kendimi garantiye almak için lüks bir fotoğrafhaneye gidip 18x24 boyutunda bir fotoğraf çektirdim. Kendime hayran hayran bakıp resmi gömleğimin içine yerleştirdim. Sonra da Tahtakale'ye gidip oyuncak bir tabanca aldım. * Başbakan'ın arabası yaklaşırken yolun ortasına fırladım ve oyuncak kurşunları arabaya boşalttım. Tabii, Başbakan�ın koruma polisleri de beni keklik gibi vurdular. Ama olsun, bütün Türkiye televizyonlarda beni gösterecekti. Özellikle annem ve babam ��Aaa, o bizim Yalçın!�� diye beni fark edeceklerdi. Yattığım yerden kameramanların koşuşturmalarını büyük bir keyifle beklemeye başladım. Hatta canımın yanmasına rağmen kolumu bacağımı oynatıp kendime kahramanca bir ölü pozu verdim. Bütün dünya beni resimlerimle tanıyacaktı. Fakat hıyar polisin biri, ��Aaa, bu cavlağı çekmiş!�� deyip üstüme bir gazete káğıdı örttü. Kameramanlar da gazeteyi çektiler. * Komiser Adnan, morgda tanınmaz haldeki yüzüme bakıp, ��Kimmiş bu herif?�� diye sordu. ��Göğsünde bir fotoğraf var, onu yayınlarsak öğreniriz komiserim.�� ��Göster bakayım. Hımmm... Ama bu herifin fotoğraftaki yüzü silinmiş. Hiç görünmüyor!�� O fotoğraf için deve yüküyle para ödemiştim oysa. Namussuz fotoğrafçı aldığın paralar haram olsun! Not: 4 Yaşındaki Bir Öykü 22 Şubat 2004
  6. Vermeyince mabut neylesin Maamut? (Oğuz Aral) ��Abi be, benim neyim eksik?�� ��Hiçbir şeyin eksik değil, maaşallah fazlan bile var.�� ��Öyle ise bu karı milleti neden bana yüz vermiyor?�� ��Vermiyor mu?�� ��Vermiyor be abicim. Hatta belediye zabıtası görmüş işportacı gibi kaçışıyorlar. Gencim, yakışıklıyım, hamdolsun paramız pulumuz da var... Biraz zamparalık yapmak bizim de hakkımız değil mi? Sen görmüş geçirmiş adamsın ağabey. Ne olur bana bu işin yolunu yordamını öğret.�� ��Aman Mahmut, kelin merhemi olsa başına sürer. Ben bu işlerden anlamam.�� Mahmut öyle melül ve mahsun bakmaya başladı ki, içim acıdı. Biraz safçana, ama dürüst bir delikanlıydı. Her delikanlı gibi kadınlar tarafından beğenilmek istiyordu. Hatta bunu erkeklik meselesi bile yapmıştı. ��Bence kendine biraz çekidüzen vermelisin.�� ��Nasıl yani?�� ��Örneğin, böyle bir karış sakalla dolaşmamalısın.�� ��Ama bu sakal moda sakalı ağabey. Televizyonda görmüyor musun, kliplerdeki şarkıcılarla, dizilerdeki artistlerin hepsi böyle kısa sakal bırakıyorlar.�� ��Onları bilmem ama sana yakışmıyor. Zaten kaşların ikişer parmak kalınlığında. Kapkara saçların da hemen üstlerinden başlıyor. Eh, bıyık dersen maazallah mümbit araziden yetişmiş. Tenin de esmer olduğundan bunca kapkapa kıl içinde kömürcü çırağı gibi görünüyorsun. Ben olsam hemen kestirirdim.�� Mahmut biraz düşündü, sakallarını sıvazladı sonra, ��Ama bıyığımı kestirmem�� dedi. ��Tamam kestirme ama alttan biraz incelt. Ağzın bile görünmüyor. Halbuki çok güzel dişlerin var. Üstelik tepende kabarttığın saçlarını da daha kısa kestir. Horoz ibiği gibi duruyor.�� ��Ama saçımı kabartınca daha uzun boylu gösteriyorum ağabey.�� ��Uzun değil, koca kafa gibi gösteriyorsun.�� Mahmut zamparalık uğruna kıllarından ayrılacağı için homurdanarak berberin yolunu tuttu. * ��Yine bir halt olmadı ağabey.�� ��Ne yani, bir tıraşta kızlar üstüne mi atlayacaktı? Bak ne güzel yüzün gözün açılmış. Kara gözlerinin parlaklığı ortaya çıkmış. Kısa saçlarınla artık daha bir beyefendi gibi görünüyorsun. Ama kılık kıyafet işini de halletmeliyiz.�� ��Kılığımda ne var ki? Bu ipek gömleğe tam 40 milyon saydım ağabey. Pabuçlar dersen ısmarlama.�� ��Pabuçlar ısmarlama ama ayağına dar geldiği için küçük parmağındaki nasırlar yandan pırtlamış. Burunlarını da daha fazla yaptırmak için bileyciye mi götürdün? Üstelik uzun görünmek uğruna üstüne bindiğin o yüksek topukların tepesinden bir düşersen mutlaka bir yerini kırarsın. Gömlek de ipek ama üç dakikadan fazla bakanın gözleri şaşı olur. Mor zemin üstüne sarı çiçekli ve kırmızı yapraklı desenli bu kumaştan yorgan bile yaptırmazlar.�� ��Ama ağabeyciğim Galatasaraylı olduğumuz nereden belli olacak?�� ��Göğsüne küçük bir rozet tak yeter. Ayrıca gömleğinin düğmelerini göbeğine kadar açma. Boynuna taktığın halat kalınlığındaki o altın zinciri çıkar. Kolundaki altın künyeyle nal kadar şövalye yüzüklerini de çıkar. Onlarla şangır şungur dolaşırken fincancı katırlarına benziyorsun.�� ��Ama kalbimi kırıyorsun ağabey.�� ��Kalbin niye kırılıyormuş? Sen benden akıl sordun, ben de seni sevdiğim için yardımcı olmaya çalışıyorum. İstersen bir daha ağzımı açmam.�� Zamparalık umudu ağır basmış olacak ki Mahmut, ��Bana boşver, sen yine akıl ver ağabeyciğim.�� dedi. ��Ayrıca külotlu kadın çorabı gibi kıçına yapışan o yeşil çizgili pantolonu at da kendine gri ya da bej kumaştan dökümlü bir pantolon al. Üstüne de lacivert blazer bir ceket... İçine de mavi-beyaz çizgili bir gömlek giy. Siyah mokosen ve siyah çorap giymeyi de unutma.�� ��Hiç olmazsa çorap sarı-kırmızı olsa?�� ��Olmaz, siyah olacak!�� * Mahmut'taki değişiklik inanılmazdı. O maganda tipli bol kıllı kenar mahalle delikanlısı gitmiş, yerine efendiden yakışıklı genç bir adam gelmişti. Ama yüzünde yine umutsuz bir keder ifadesi vardı. ��Hayrola yine ne oldu?�� ��Azıcık olur gibi oldu ama, sonunda yine olmadı.�� ��Niye?�� ��Ne bileyim ağabey, kız önce bana güldü, ben de ona güldüm.�� ��Eh, dişlerine bayılmıştır.�� ��O da öyle dedi, sonra biraz konuştuk onu yemeğe davet ettim.�� ��Yoksa gelmedi mi?�� ��Geldi, hem de koşa koşa...�� ��Eee?�� ��Eee'si, yemeğin yarısında ben tuvalete gidiyorum diye kalktı, bir daha masaya dönmedi. Ben de 15 tabakla donattığım, alevli meyve tabağı koydurduğum masada sap gibi kalakaldım.�� Mahmut'u uzun zamandır tanıyordum. Neler olup bittiğini tahmin edebiliyordum. ��Kıza nelerden söz ettin?�� ��Şundan bundan.�� ��Dur ben tahmin edeyim. Önce Galatasaray muhabbeti yaptın, Fatih Terim'in Arif'i takımdan çıkardığını, Ümit'i takıma koyduğunu anlattın. Sonra da kuru meşe tahtası fiyatlarının yüksekliğinden ve Avrupa parke cilasının üstünlüğünden söz ettin.�� Mahmut'un bir parkeci atölyesi vardı. ��Valla yalnız onları anlatmadım ağabey. Pişpirik oynarken nasıl káğıt araklandığını da öğrettim.�� ��Aferin, zaten bir genç kızın en büyük ihtiyacı da pişpirik oynarken káğıt çalmayı öğrenmektir. Hatta, elini ağzına kapatmadan kızın yüzüne bakarak gaarkk diye geğirmişsindir bile... Sonra serçe parmağını kulağına sokup cırk cırk ettirerek kaşımışsındır. Ve hatta elini pantolonunun içine daldırıp takım taklavatını da hart hurt kaşımışsındır.�� ��Yok be abicim, bu yeni aldırdığın pantolonun içine elim girmiyor. Artık oralarımı kaşıyamıyorum.�� Bir kalem káğıt alıp yazmaya başladım. ��Bunlar ne ağabey?�� ��Bunlar senin ev ödevin. Hepsini bir bir ezberleyip yerine getireceksin.�� ��Bunları yapınca kızlar garanti mi?�� ��Kuyruğa girecekler. Seni görünce Tarkan'ı görmüşten beter olup böğürlerini yumruklayacaklar. Üstüne atlayıp giysilerini parçalayacaklar.�� Mahmut'un gözleri ışıdı, dilini dudaklarında gezdirip, ��Yaz ağabeyciğim yaz... Boğaz Köprüsü'nden atla diye yazsan bile atlamayan namerttir!�� ��Atlayıp zıplamana hiç gerek kalmayacak. Bu yazdıklarım herkesin yapabileceği basit ve güzel şeyler Mahmut'çuğum!�� deyip yazdım. 1. Kızın önünde değil, yanında yürünecek. 2. Ter kokmamak için sık yıkanılacak ve lavanta kolonyası, deodorant falan kullanılacak. 3. Benn... Benn... diye dipsiz tiratlar çekilirken arada bir susup kızın ne dediği de dinleniyormuş gibi yapılacak. 4. Orhan Veli, Nazım Hikmet, Özdemir Asaf, Attila İlhan gibi şairlerin şiirleri ezberlenecek. Güneş batarken uzun bir suskunluk icat edildikten sonra sigaradan derin bir nefes çekip kızarık bulutlara göz daldırılarak bu şiirler inileye inileye okunacak. 5. Yemeğe çıkardığın kız tuvalete gidince kenef kapısında beklenecek. (Neme lazım kaçar maçar.) 6. Beklediğin o an gelince özellikle mahcup, masum hatta korkak davranılacak. Böylece kız, yıllar öncesine dönüp kozadan çıkmış kelebekler gibi orana burana uçup konacak. 7. Vee, çeneni tutup asla ve asla ��Nasıldı?�� denmeyecek! Mahmut, elimdeki káğıdı kaptı, yutar gibi okuya okuya gitti. * Bu olanlardan birkaç ay sonra Mahmut'u gördüğüm zaman çok şaşırdım. Şaşırma nedenim, Mahmut'un yine bol kıllı suratı, yeniden giydiği mor üstüne sarı-kırmızı çiçekli gömleği, arkasına bastığı yüksek topuklu pabuçları, altın zincirleri ya da pantolonunun içine sokup nazik yerlerini kaşıyan eli değildi. Yanındaki Mahmut'tan bir kafa uzun, mini etekli, sarışın dilber dilberine bakıp şaşırmıştım. Üstelik ince belli, uzun bacaklı sarışın, bizim Mahmut'a öyle bir sarılmıştı ki, kerpetenle sökmenin bile mümkünü yoktu. Mahmut beni görünce, ��Sizi tanıştırayım ağabey. Bu Mehtap... Ama asıl adı İbrahim'miş.�� dedi. Lüle saçlı sarışın, benimkinden daha bariton bir sesle, ��Memnun oldum şekerim�� dedi. ��Allah seni kahretsin Mahmut, onca emeğim boşa gitti!�� ��Ne yapayım ağabey, her bir şeyleri yapıyorum ama şiirleri bir türlü ezberleyemiyorum!�� 29 Şubat 2004
  7. Merhumu nasıl bilirdiniz? (Oğuz Aral) �Vaay Fahri�ciğim, şükür görüştürene. Nerelerdesin yahu? Öyle cenazeler de olmasa hiç görüşemeyeceğiz.� �Vallahi işten güçten soluk alacak zaman bulamıyorum. Başın sağolsun Samet�çiğim.� �Dostlar sağolsun. Yalan dünya ne olacak, bugün varsın yarın yoksun... Genç yaşta gitti dağ gibi adam. İçim yandı vallahi. Onca yıllık arkadaşımdı.� �Allah rahmet eylesin neden öldü?� �Kalpten diyorlar ama, ben pek inanmıyorum. Bana kalırsa zamparalıktan gitti. Onca Viagra�ya can mı dayanır? Her gün ayrı kadınla gezerdi rahmetli.� �Evli değil miydi?� �Olmaz olur mu? İki de yetişkin oğlu vardı. İlerdeki siyah başörtülü kadın da karısı.� �Çok üzgün görünüyor.� �Tabii öyle görünecek, aslında için için seviniyordur bile.� �Niye sevinsin ki?� �Ölünün arkasından konuşulmaz ama, bizim rahmetli kadıncağıza az çektirmedi. Fakirken bütün kahrını karısı çekti, cebi üç beş kuruş görünce dağıttı. Eve uğramaz, sabahlara kadar barlardan çıkmaz oldu. Bilmez misin, rahmetli zaten kadın budalasıydı.� �Hiç tanışmamıştık, sadece son kitabını okumuştum.� �Tanımadığın halde cenazeye niye geldin?� �Ben aslında cenazeye değil, Sabahattin Bey�i yakalarım umuduyla geldim. Rahmetli ile iyi arkadaşmışlar. Reklamlarını bizim şirketten alıp Şok Ajans�a verdi. Görüşebilmek için kaç kere aradımsa sekreterine toplantıdayım dedirtti.� �Nasıl beğendin mi?� �Neyi?� �Kitabı canım. Hani okudum dedindi ya.� �Evet, çok beğendim. Hele adamın yıllar sonra kızıyla karşılaştığı bölümde gözyaşlarımı tutamadım. Çok iyi bir romancı.� �Evet, çok güçlü bir yazardı rahmetli. Olayları birbirine çok güzel bağlardı. Ama kıymeti pek bilinmedi.� �Bilinmedi olur mu, ben son romanının 15. baskısını okudum.� �Sen o baskı sayılarına kulak asma Fahri. O yayıncıların dümeni... Daha birinci baskı satılmamışken onbeşinci baskı diye piyasaya üç beş kitap sürüyorlar.� �Yine de genç sayılacak yaşta ölmesine çok üzüldüm.� �Üzülünmez mi Fahri! Hem bizim gibi dostları candan bir arkadaş kaybetti, hem de edebiyat dünyası çok değerli bir yazarını yitirdi. Sen onun bunun laflarına kulak asma. En iyi üç-beş romancıdan biriydi.� �Ne diyorlar ki?� �Güya her romanı Fransız romancılarından yürütmeymiş. Özellikle, son romanında senin gözyaşlarını tutamadığın bölüm, kelimesi kelimesine kopyaymış. Rahmetli Fransızca�yı iyi bilirdi. Çok kültürlü adamdı.� �Şu ağacın altında duran adam akrabası galiba.� �Yoo, o bizim meyhaneci Tahir.� �Çok üzgün görünüyor.� �Tabii üzülecek, rahmetli ona en az birkaç yüz milyon borç takmıştır.� �Hah, Sabahattin Bey�i gördüm. Bana müsaade Fahri�ciğim. Tekrar başın sağolsun.� �Beni mutlaka ara da bir kafa çekelim. Hasret gidermeyi cenazelere bırakmayalım.� * �Sayın Ebru Kumru, duygularınızı öğrenebilir miyim?� �Siz hangi kanaldansınız?� �Kanal BiBiCi.� �Bakın, sabaha kadar ağlamaktan gözlerim nasıl şişti. O çok büyük bir yazardı. Onun senaryosunu yazdığı bir dizide oynadığım için onur duyuyorum ve EMX TV kameralarına da söylediğim gibi hakkımızda çıkarılan dedikoduları da şiddetle kınıyorum. Aramızda sadece bir ağabey-kardeş ilişkisi vardı. Bütün bu lafları Şule Şaşmaz denen kadın kıskançlığından uyduruyor.� �Yani Şule Hanım sizi kıskanıyor mu?� �Kıskanıyor da laf mı be!.. Hasetinden çatır çatır çatlıyor.� �Niye?� �Rahmetli, dizideki başrolü bana vermişti ya... Şule de şeydeldiğiyle kaldıydı şekerim.� �Ama yine de cenazeye gelmiş.� �Tabii gelecek, televizyonlara çıkmak için gitmeyeceği yer yoktur. Geçenlerde de hiç tanımadığı halde eski bir bakanın cenazesinde gördümdü. Ama kızcağız görgüsüz olduğu için cenazeye allı güllü mini etekli kılıklarla geliyor.� �Sizin elbiseniz de mini.� �Mini ama, benimkinin rengi siyah. Paris�e son gidişimde böyle günler için tam 4 bin 500 Frank sayıp Christian Dior�dan aldımdı. Kameramanına söyle, biraz da yakın plan çeksin de gözyaşlarım görünsün.� * �Başınız sağolsun Haydar Bey.� �Cümlemizin efendim, ne hoş sohbet adamdı rahmetli.� �Evet, içince çok güzel espriler yapardı, etrafı kahkahadan kırıp geçirirdi.� �Aaa, ben içtiğini bilmiyordum.� �Ohhoo, bir oturuşta bir büyük götürürdü Haydar Bey�ciğim.� �Fakat imkánsız efendim. Rahmetli 5 vakit namazında niyazında bir adamdı.� �Ben bunca yıldır bayram namazına bile gittiğini görmedim.� �Hatta bu yıl üçüncü kez hacca gitmeye niyetleniyordu. Ama kısmet değilmiş. Takdir-i ilahi işte.� �Hacca mı gitmiş? Siz kimden söz ediyorsunuz Allah aşkına?� �Bizim eski genel müdür, merhum Tahsin Bey�den tabii. Bir ara sizin de amirinizdi ya. Vefatını bugün gazetede okudum, koşup geldim.� �Siz yanlış cenazeye gelmişsiniz Haydar Bey. Gazeteyi ben de gördüm. Onunkisi Levent Camii�nden kalkıyor. Burası Teşvikiye Camii.� �Hay Allah, koşup gitsem yetişebilir miyim acaba?� �Sanmıyorum. Öğlen ezanı okunmak üzere.� �Eee, ne yapalım ben de bu cenazeye katılırım. Kısmet bunaymış. Merhumun adı neydi?� * �Eşi hangisi?� �Şurada duran hanım sayın başkanım.� �Arabaya söyleyin kapıya gelsin. Taziyede bulunup hemen dönelim de, Bakan�ı karşılamaya yetişelim.� * �Hayır, rahmetli Fenerli değil, Galatasaraylıydı.� �Sen onun öyle göründüğüne bakma. Galatasaray Lisesi�ndeyken bile gizli bir Fenerliydi.� �Ne olacak bu Galatasaray�ın hali? Elde avuçta işe yarar oyuncu kalmadı.� �Zaten Fatih�i alanda kabahat!..� * �Kabristana gidecek misiniz hanımefendi?� �Valla bilmem ki... Niye sordunuz?� �Gidecekseniz, benim arabama buyurun diyecektim.� �Ama ben arkadaşlarla gelmiştim.� �Bu sıcakta tek arabada sıkışmayın canım. Benimki hem klimalı, hem 4 çarpı 4.� * �Sallantıya bakılırsa yola çıktık. Cenaze törenlerinden bunca yıl boşuna nefret etmişim. Oysa ne kadar faydalı ve eğlenceliymiş. Sayemde yıllardır birbirini görmeyen dostlar bir araya gelip hasret giderdiler. Borsacı Kenan, güzel bir kız arakladı. Ebru, bu akşam haberlerinde televizyona çıkacağı için mutlu. Reklamcı Fahri, Sabahattin Bey�i yakalayıp işi tekrar kaptı. Vakıflar bir sürü çelenk parası topladı. Ne iyi etmişim de, Samet�e o kazığı atmışım. Arkamdan söylenmedik laf bırakmadı alçak. Ama en çok Hüseyin�in cenazeme gelmesine şaştım. Küs olduğumuz için yıllardır görüşmüyorduk. Bir kenarda hiç konuşmadan durup arada bir gözlerini sildi. Doğrusu beni bu kadar sevdiğini bilmezdim. Şimdi anımsamıyorum, niye küsmüştük acaba?� 8 Mart 2004
  8. Kimsenin yanlış yazmasından özellikle rahatsız olmuyorum, Çünkü yanlışlar farkedilir ve düzeltilir... Ama kasten, ilgi çekmek için yanlış kullananlara uyuz oluyorum... V yerine W yazan... Ş yerine Sh yazan... Ç yerine Çh yazan... vs... Gerçek hayatta telaffuzumun düzgün olduğuna inanıyorum ama tabi İzmir aksanı tekerrür etmiyor değil... "Geliyom"... "Gidiyom"... "Ediyom"... Simit yerine Gevrek... Domates yerine Domat... Çekirdek yerine Çiğdem... vs... Patates yerine Patat deyip demediğimizi sormuştu bir keresinde bir arkadaşım... Merak eden varsa söyleyeyim, Demiyoruz... Patates aynı kalıyor...
  9. Saatlerce dinledim bu müziği... "Ağırlama"dan sonra dinlediğim en içli parçalardan birisi... Müthiş bir ses ve müthiş bir içtenlik var...
  10. Yalnız carettaları değil, koltuk meyhanelerini de koruyun (Oğuz Aral) İçmeye 50�sinden sonra başladığımdan arayı kapatmak için çok uğraştım. En çok da koltuk meyhanelerinde içmeyi sevdim. Fakat şimdi kenarda kıyıda kalmış plastik koltuk meyhanelerini bacanak tipi, midye tavalı birahanelerle asla karıştırmayın. Bizim koltuk meyhanelerinin İngiltere�deki karşılığı pap�lardır. İngilizce (pub) yazılıyor. Londra�da 400 yıllık pap�lara rastlayabilirsiniz. Tahta sandalyelerinin oturak yerleri yüzlerce yıldır oturulmaktan aşına-oyula insan mabadının girintili biçimini almıştır. Fakat zagonunu bilmediğiniz yerlerde içmenin de bazı sakıncaları oluyor. Bir gece tezgáhta (yani barda) içen 6 İngilizle yarenlik edip dostluk kurmuştuk. Birbirlerini tanımadıkları için asla konuşmayan İngilizler, benim yüzümden muhabbete dalıp can ciğer arkadaş bile olmuşlardı. Kafayı bulup gitmeye hazırlanırken Türk�ün cömertliğini göstermek için altısına da Skoç viski ısmarladım. Garipler, ekonomik olsun diye ha babam bira içiyorlardı. Tezgáhta bir an zifir gibi bir sessizlik oldu. Bir düzine göz bana nefretle baktı. Sonra da içkim bitince önüme viski gelmeye başladı. Barmene, �Artık verme içemem� dedimse de, önüme yine bir bardak viski koydu. �Olmaz, şimdi herkesin ikramını içmelisiniz. Çünkü raundu siz başlattınız!� dedi. O gece otele nasıl döndüğümü hatırlayamıyorum. Aslında döndüğümden de emin değilim. * Bir Alman knaypesinde başıma daha da beteri geldiydi. Almanya�da pab�a knaype diyorlar. Aybaşlarında birçok kadın knaype kapısında nöbet tutar. O gün aylık almış olan kocalarını knaypeye girmeden enseleyip ellerinden paralarını alırlar ve sadece çakırkeyif olabilecekleri kadar harçlık bırakırlar. Yoksa bir Alman işçisi, aybaşında maaşının dörtte birini knaypede harcayabilir. Almanya�da bir Avrupa Evi�nde verdiğim bir konferanstan sonra yakındaki köyün tıklım tıkış dolu knaypesine gitmiştim. Tezgáhın üzerinde küçük bir gong ve küçük bir tokmak vardı. Bir ara içkim tükendi. Barmen de tezgáhın öbür ucundaydı. �Şu Alman milleti ne akıllı millet yahu! Ciyak ciyak barmen çağırmaktan adamı kurtarmak için tezgáha gong koymuşlar� deyip gongu tokmakladım. Knaypede önce bir sessizlik oldu ve ardından bir alkış patladı. Bana çevirmenlik yapan Metin, �Aman abi ne yaptın!� dedi. �Ne yaptım?� �Gonga vurarak knaypede bulunan herkese içki ısmarlamış oldun!� Metin�cik barmene benim yabancı olduğum için oranın geleneklerini bilmediğimi ve gonga yanlışlıkla vurduğumu anlatmak için yırtındı durdu. Ama herif, �Bin yıllık geleneklerimizi bir yabancı için bozamayız!� deyip meyhane halkına benim avanak cebimden arı gibi içki servisine başladı. Allah�tan o gece knaype tenha imiş. Sadece 36 kişi var imiş. Üstelik Alman milleti İngilizler gibi raunttan anlamıyor. İçen devam ediyor, �Grüsgot avfviderseyn� deyip gidiyor. * Ama yalnız bizde değil, Avrupa�da da koltuk meyhaneleri bozuluyor. Duvarlarda 18. yüzyılın karikatürleri asılı. Londra Leystır Skueyr�daki pabıma son gidişimde ciyak ciyak ve güm-bamlı bir pop müziği kulaklarıma cinsel tacizde bulunduydu. Türkiye�yi bitirdiğim için İngiltere�yi de kurtarmaya kararlıydım. Beni yarı yürütüp yarı sırtlayıp taksi durağına götüren İrlandalı arkadaşım barmen Con emekli olduğundan yerine bakan küpesi güzel sarı delikanlıya sesimi duyurabilmek için, �Bu patırtı da neyin nesi? İçki mi içiyoruz, dayak mı yiyoruz!� diye höykürdüm. Sarı da bana, Trafalgar Meydanı�ndaki üstü güvercin kakalı Amiral Nelson heykeline bakar gibi bakıp, �Ne yapalım sör, sizin kuşak ya emekli oldu ya da öldü. Yeni müşteriler artık bu müziği istiyorlar� dedi. Gerçekten de paptaki tek moruk bendim. �Bir duble Skoç daha ver. Ama bu sefer sek olsun� dedim. * Koltuk meyhaneleri birbirini tanımayan ve genellikle bir daha da görmeyecek insanların muhabbet mekánıdır. Bazen Hıristiyan kiliselerindeki günah çıkarma hücrelerinin, bazen de bir psikiyatr muayenehanesinin yerini tutarlar. Koltuk meyhanesi tektekçileri, size babasına bile söyleyemeyeceği sırlarını açarlar. Hele benim gibi insanların öykülerini öğrenme merakınız varsa, her muhabbette keyifli bir roman okumuş gibi olursunuz. O gece, İsmail�in koltuk meyhanesindeki dirsek arkadaşımın adı Seyfi Bey�di. �Babam sarhoştu, ama asil sarhoştu. İşe çıktığı zaman asla içmezdi� diye başladı. �Ne iş yapardı?� �Hırsızdı. İşe çıkarken meslek öğrensin diye ağabeyimi de yanına alırdı.� �Ağabeyiniz de hırsız mı oldu?� �Hayır, o yeteneksizdi. Üstelik iri yarı bir adamdı rahmetli... Hırsızlık ufak tefek ve atik tetik adam işidir. Ağabeyim, ancak mahalle manavı ve bakkalından aldığı haraçla geçinmeye çalıştı. Bu yüzden yengem de çalışmak zorunda kaldıydı. Zaten çok güzel bir kadındı. Amcam hemen ona Zurnik�in evinde iş buldu.� �Zurnik kim?� �Aaa, siz bu yaşınızda Zurnik�i tanımıyor musunuz? Bir zamanların en namlı randevuevi sahibiydi. Müşterileri arasında bakanlar bile vardı.� �Yani bu durumda amcanız da şey oluyor.� �Evet efendim, amcam da o zamanların en ünlü pezevengiydi. Ama asil ve milli bir pezevenkti. Daha çok Amerika�dan gelen heyetlerin ihtiyacını karşılardı.� �Affedersiniz ama, ailenizin bu durumu sizi rahatsız etmedi mi?� �Etmez olur mu efendim, yıllarca kimsenin yüzüne bakamaz oldum.� �Pekii, siz ne iş tuttunuz?� O gecelik koltuk arkadaşım Seyfi Bey kadehini dipleyip, �Bendeniz de inat olsun diye Hukuk Fakültesi�ni bitirip hakim oldum. Yıllarca ülkenin dört bir köşesinde üç otuz paralık memur maaşıyla adalet dağıttıktan sonra Ağır Ceza Hakimliği�nden emekli oldum� dedi ve ihtiyarlık ya da sarhoşluk sonucu sarsak adımlarla çıkıp gitti. Ama ben daha yolluğumu bitirmeden döndü. �Yalan söylediğim için sizden özür dilerim. Ben emekli olamadım. Rüşvet aldığım için beni hakimlikten attılardı� deyip bir daha gitti. Az sonra İsmail yanıma geldi. �Seyfi Baba�nın bu akşamki hikáyesi neydi abicim?� �Hakimlik.� �Dün akşam Kıbrıs gazisi bir binbaşı, önceki akşam da Fener�in eski sol açığıydı. Ama bütün suç sizde abicim!� �Ne yaptık ki?� �Yıllardır dergilere, gazetelere yazıp yazıp gönderdiği hiçbir hikáyesini basmadınız.� İsmail�in yüzüne becerebildiğim kadar anlamlı anlamlı baktım. �Otur da sana Darülaceze�de başımdan geçen müthiş bir öyküyü anlatayım!� dedim. 14 Mart 2004
  11. Zenginliğin sefaleti (Oğuz Aral) Nişantaşı'nda vitrinlere bakınıp tıngır mıngır yürürken kendisi ve camları kara bir Mersedes azmanı yanımda durdu. Arabanın içinden fırlayan sinek siklet biri ��Oğuz'cuğum!..�� diye naralanıp boynuma zıpladı. Sıska bacaklarım ikimizi de çekmeyeceğinden ötürü kendimi kurtarmak için debelenirken o, ��Beni tanımadın mı? Ben Remzi!.. Salacak'tan Remzi!..�� deyip beni şapır şupur öpüyordu. Sakallı, bıyıklı ve de terli erkek milletinin birbirini vıcık vıcık öpmesi bana hep itici gelmiştir. (Meraklısına not: Bizim geleneklerimizde erkekler birbirini asla öpmez, sadece kucaklaşırlar. Bu mucuk mucuk öpüşme modasını kimler icat etti hálá anlamış değilim.) Neyse, Remzi'yi zor bela üstümden indirdim. O da, ��Elli yıl sonra bulmuşken ölsem de seni bırakmam!..�� deyip beni ite kaka arabasına soktu. Araba dediğime bakmayın, girdiğim yer deri koltuklu ve kanapeli, ceviz masalı, buzdolaplı, televizyonlu bir tür salon salomanjeydi. Öndeki şoför bölümü gri camla kaplıydı. Remzi cilalı tahta bir kutudan bir Havana purosu ikram etti. Ben, ��İçmesini beceremiyorum, puroya yazık olur.�� diye reddedince o bir tane yaktı. Öksürükler ve tıksırıklar arasında, ��Gördün mü, oldum işte!..�� dedi. ��Ne oldun?�� ��Zengin oldum!..�� * Remzi benim Salacak'tan çocukluk ve ilk gençlik arkadaşımdı. Çoğumuz gibi o da fakirdi. Ama fakirliğe adeta cihat açmıştı. Akasya kokulu Salacak bahçesindeki uzun yürüyüş gecelerimizde hababam zengin olunca neler yapacağını anlatırdı. Hayalleri geniş bir çocuktu. O yıllarda bizim için zenginlik bir Amerikan sigarası içmek, o zamanların Beymen'i veya Vakko'su olan Amerikan pazarlarından bir ceket almak, haydi bilemedin bir Amerikan Doç otomobilin sahibi olmaktı. Tabii bir de yazları çalışmamaktı. Okullar tatile girince hepimiz çalışırdık. Kimimiz terzi çıraklığına verilir, kimimiz sokaklarda bağıra çağıra salatalık ya da Yeni Hayat şekeri satar, şanslı olanımız da Fethi Bey'in Salacak plajında kabinecilik yapardı. Benim işim onlara göre daha asildi. Babıali'ye gidip karikatür çizerdim. Asildi ama kazancı onlardan daha azdı. Remzi ise sabahın köründen gecenin sağırına kadar en az üç işte çalışır, para biriktirirdi. Sonra da biriktirdiği paraları bize borç verip yüzde 10 faiz alırdı. Yani daha kısa pantolondan kurtulduğumuz yaşlarda zengin olmayı kafasına koymuştu. * Remzi'nin Boğaz'a nazır villasının balkonunda içkilerimizi yudumluyorduk. Ben çok yıllık bir Armanyak konyağı içerken o, bir şişe Yeni Rakı'nın başına çökmüştü. ��Hayrola, kriz seni de mi hırpaladı?�� ��Yoo, döviz zıplayınca ben krizden birkaç milyon dolar daha kazandım.�� ��Ama pek mutlu görünmüyorsun. Hatta hicranlı bir ifaden var. Oysa çocukluk hayallerini gerçekleştirmişsin, zengin olmuşsun.�� ��Asıl derdim bu işte!.. Para kazandım ama zengin olamadım.�� ��Remzi anımsıyor musun, ufak tefek olduğun için ben seni bir kere dövmüştüm.�� ��Evet, ödediğin borcunu belki yuttururum diye bir kere daha isteyince o haltı etmiştin.�� ��Şimdi seni yine dövebilirim. Boğaz'a nazır bu villa, evdeki uşaklar ve hizmetçiler, orman gibi bir bahçe, bahçedeki Jaguar dahil bir sürü araba... Bunlar zenginlik değil de nedir? Sen benimle dalga mı geçiyorsun lan!..�� ��Eksik söyledin, şurada bağlı olan 12 kamaralı, jet motorlu tekne de benim. Ama ben para kazandıkça fakirleştiğimi anladım. Çocukken meğer ne zenginmişim de haberim yokmuş.�� ��*********** Remzi, çocukken haftada bir çikolata bile yiyemezdik.�� ��Çikolata yiyemezdik ama, canımız istediğinde Boğaz'da oynar oynar taze balık yerdik. Çakır'ın sandalına atlardık. Kızkulesi önünde çapariyi her sıyırttığımda en az üç istavrit gelirdi. Uskumru da cabası... Sandaldaki gaz ocağında pişirip balıkları elle yutardık. Yanında da ucuz Tekel birası... Elimizi ağzımızı yıkamak için sandaldan denize atlardık. Ama ben şimdi bunu beceremiyorum.�� ��Niye be?�� ��Aşka gelip balığa çıkayım diyorum, ama kotranın motorlarının ve gemicilerin hazırlığı için bir gün gerekiyor. O zamana kadar hevesim sönüyor. Ayrıca sabretsem bile Boğaz'da o isravritler, lüferler ve uskumrular artık yok!..�� ��Sen de balıkçıdan getirt.�� ��Ben de öyle yapıyorum. Çanakkale'den canlı uskumru getirtip villanın yüzme havuzuna attırıyorum. Sonra da balıkları oltayla havuzdan tutmaya çalışıyorum. Ama Çakır'ın sandalında tutup yediğimiz balıkların tadıyla aynı olmuyor. Yani balık konusunda eski zenginliğim yok olmuş. Ama en büyük fakirliği eğlence konusunda çekiyorum.�� ��Niye yahu, bunca paraya rağmen eğlenemiyor musun?�� ��Yüzlerce káğıt mendili şarkıcıların üstüne attım. Eşşek yüküyle para verip gazinoda bir sürü masa örtüsü ve garson ceketi yaktım. Ama bir türlü eğlenemedim. Hatta parasını bastırıp İbo mibo gibi şarkıcıları eve getirttirip bağırttırdım. Layla'lara gidip pistte binlerce kişi arasında maymunlar gibi zıpladım fakat nafile!.. Az kaldı müzik adı verdikleri gümbürtüden sağır olacaktım. Kapıda 4 lira verip katıldığımız eğlencelere şimdi Rahmi Koç'un bile parası yetmezmiş meğer!..�� ��Hangi eğlenceden söz ediyorsun?�� ��Salacak bahçesindeki pazar konserlerinden... Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses, Şemsi Yastıman, İsmail Dümbüllü'yü 4 papele geceyarısına kadar dinler ve izlerdik...�� Ben de Armanyak konyağının etkisiyle geçmişe dalıp, ��Sabite Tur, Münir Nurettin Selçuk, Zıt Kardeşler, Celal Şahin ve etrafta kırıştırdığımız da bir sürü kız.�� diye mırıldandım. ��Şimdi gecede 4 lira değil, homo birkaç şarkıcıyı izlemek için 4 milyar veriyorum. Yine de eğlenemiyorum. Fakirlik dediğim işte bu!..�� ��Sen de Paris'e, Londra'ya gidip eğlen... Konserleri, operaları, resim sergilerini, müzikalleri, şovları izle...�� ��Nece izleyeyim, yani hangi dille?.. O Pikasso denen adamın resmini görünce Silivri yoluna dikilmiş trafik işareti sanıyorum. Beni Viyana'da operaya götürdüler, karılar ciyak ciyak bağırırken canımı dışarıya zor attım. Az kala kurdeşen döküyordum. Gavurun eğlencesi bizim zengine yaramıyor. Ama en büyük fakirliğim aşk konusunda oldu.�� ��Aşkın da zengini fakiri mi varmış?�� Remzi hık demeden bir duble rakıyı tepesine dikti. Sonra da göğsüne iki şaplak çekti. ��Meğer varmış Oğuz'cuğum, biliyorsun ben bizim mahalledeki Şebnem'e aşıktım. Gül yaprağı gibi temiz ve bizim Çiftekayalar'ın denizi kadar uysaldı. O da bana tutkundu. Adeta sözlü gibiydik. Evlenmek için elimin ekmek tutmasını iple çekerdik. Ama ben genç yaşta zengin olunca Şebnem'le değil, Hülya Ateş'le evlendim.�� ��Niye?�� ��Hülya o sırada ortalığı kırıp geçiren bir assolistti. Benim gibi genç bir zengine herkesin ayılıp bayıldığı bir kadın yakışır diye düşündümdü.�� ��Eee, sonra?�� ��Sonrası rezalet!.. Her gün kavga dövüş, mücevherler, arabalar ve yatakta buz torbası gibi bir karı!.. Tabii boşandık. Bana maliyeti 2.5 milyon doları geçti. Ama yine de ucuz kurtuldum diye sevindim.�� ��Hemen Şebnem'e koşup yalvar yakar olup evlenseydin.�� ��Koştum ama o sırada Şebnem'in iki çocuğu ve arslan gibi bir kocası vardı. Tanırsın, bizim Kaptan Raif'le evlenmişti.�� ��Peki, şimdi evde cıbıl cıbıl dolaşan bu hanımlar kim?�� ��Onlar geceliği birkaç yüz dolar olan Nataşalar... Ama ben hálá köpeğimle yatıyorum.�� Remzi'nin işi zordu. ��Paralarını bana ver, seni bu fakirlikten kurtarayım Remzi'ciğim. Eskisi gibi daha çok zengin olursun�� dedim. O da bana ayıp el işaretleri yapıp ağzını bozunca sinirlendim. Onu milyon dolarları ve fakirliğiyle başbaşa bırakıp evden çıktım ve en yakın balıkçı meyhanesine gittim. Allah cümlemizi zengin olmaktan korusun!.. 12 Ağustos 2001
  12. Anne ben yine áşık oldum (Oğuz Aral) Babama, ��Bana okuma yazmayı öğretir misin?�� diye sordum. ��Çocuk Sesi dergisindeki Baytekin'in maceralarını mı okumak istiyorsun?�� ��Hayır, mektup yazmak istiyorum.�� ��Ne mektubu?�� ��Aşk mektubu!..�� Babam kibar adamdı, aşk mektubunu kime yazacağımı sormadı ve bana okuma yazmayı öğretti. Güzel resim çizdiğim için çizgi hafızam gelişmişti. Bu nedenle harflerin çoğunu zaten tanıyordum. Böylece aşk uğruna yazmayı 15 günde söküttüm. Sonra da oturup Gülten'e bir aşk mektubu döktürdüm. Gülten, fırıncının kızıydı ve iki ev ötemizde otururdu. Bukle bukle sarı saçları, koyu pembe çilleri vardı. Ve de ben yaşlardaydı. Mektubu verirken Gülten'in okuma yazma bilmediğini unutmuştum. Ama ilkokul 4'teki ağabeyi Hasan okumasını biliyordu sanırım. Çünkü beni bakkal Adem'e giderken yolda kıstırıp bir güzel dövmüştü. Gülten'e olan aşkım biter bitmez hemen Suat'a áşık oldum. Çünkü Suat beceriksizliğimden ötürü yine beni oynatmadıkları için bir pelakuka oyununda, ��Oğuz oynamazsa ben de oynamam!..�� diye bütün mahalleye posta koymuştu. Gerçi benden biraz büyüktü ama olsun... Aşk yaş-baş dinlemiyor. Suat'a en sevdiğim Tarzan resimlerimi götürüp verdim. Üstelik her resimde Ceyn'in yüzünü silip Suat'a benzeterek yeniden çizdimdi. Tabii Tarzan'ı değiştirmedim. Onun ben olduğunu bir bakışta herkes anlayabilirdi. Suat benden en çok 2-3 yaş büyüktü. Ama Selda abla en az 20 yaş büyüktü. Annemin arkadaşıydı ve ben Selda Abla'ya zurna gibi áşık olmuştum. Güzel keman çalıp resim yapan eczacı amcanın kızıydı. Bana hep güleç bakan güzel gözleri vardı. Bazen annem, ��Selda Abla'na git, onu çaya beklediğimi söyle. Sevdiği keklerden yaptım�� diye beni Selda Abla'nın evine gönderirdi. Selda Abla, kapıyı açınca ben onun gözlerine dalıp neden geldiğimi, ne diyeceğimi unutur kapının önünde öylece dikilip kalırdım. Selda Abla'nın sorularını salak salak dinler sonra da tek söz etmeden gidip deniz kenarında bir taşa oturur ve gözlerimi yosunlara daldırırdım. Herhalde anneciğim de keklerinin başında bütün gün Selda Abla'yı beklerdi. (Meraklısına not: Selda Abla'yı çok ama çook uzun yıllar sonra gördüm. Evlenmişti. Yani aşkıma ihanet etmişti. Gerçi, ben de o sırada evli ve çoluk çocuk sahibiydim, ama olsun... İhanet ihanettir!.. Eşi benim hem çok sevdiğim hem de çok saydığım ünlü gazeteci rahmetli Şahap Balcıoğlu ağabeyimizdi. Yani karikatürcü arkadaşım Semih Balcıoğlu'nun ağabeyiydi. Bu nedenlerden ötürü Selda Abla'yı affetmiştim.) * * * Ama en büyük aşk çelişkisini Selda Abla'ya áşıkken yaşadım. Çünkü aynı zamanda Hatice Teyze'ye áşıktım. Hatice Teyze de annemin arkadaşıydı. Keyifli, şenlikli, bol kahkahalı bıngıl güzeli bir teyzeydi. Annemin arkadaşları içinde elimi eteğinin altına sokup bacaklarını tutmama bir tek o izin verirdi. O sırada ben annemin öfkeli yüzüyle karşı karşıya gelmemek için gözlerimi kapayıp başımı Hatice Teyze'nin kucağına yaslarken o, ��Ayol dokunmayın çocuğa, 3-4 yaşındaki masumun zamparalığından ne olacak?�� deyip kahkahayı basardı. Gülerken göğüsleri ne güzel oynardı bir bilseniz!.. Aslında Hatice Teyze'nin romanlarda, filmlerde bile aranmakla bulunmaz bir öyküsü vardı. Eşi Cihat ile iki katlı ahşap bir evde otururlardı. Eşinin kardeşi Cemil de evin alt katında yaşardı ve bekárdı. İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı ve Cihat askere çağırıldı. O zamanlar askerlik 3-4 yıldı. Hatice Teyze, kocasını yıllarca bekledikten sonra Cihat'ın ölüm haberi geldi. Hatice Teyze ve Cemil'in gidecekleri başka evleri yoktu. Namuslu insanlardı. Bir yıl sonra evlendiler ama nikáhtan bir yıl sonra da Cihat askerden döndü. O yılların toz dumanı içinde teskeresi uzamış, kayıtlara da öldü diye geçmişmiş. Tabii onun da gidecek yeri yoktu. Kardeş olan iki adet koca ve bıngıl güzeli Hatice Teyze aynı evde olunca ortalık çalkalandı. Hatta kıyamet koptu... Bir gece Cihat ve Cemil'in gelip kanuni durumlarını avukat olan babama sorduklarını hayal meyal anımsıyorum. Sonra babamın, ��Kanun kolay, önce gidip Hatice Hanım'a sorun�� dediği ve onların da sorduğu rivayet olundu. (Bu arada ne yazık ki kimse bana bir şey sormadı.) Sonra üçü aynı evde mutlu olarak yaşadılar. Mutluluklarını Hatice Teyze'nin kahkahalarından, balıkçı olan iki kardeşin bizim eve ıstakoz veya koccaman lüferler getirdikleri zamanki keyifli hallerinden anlıyordum. Ama ben onlar kadar mutlu değildim. Büyüdüğüm için artık elimi oraya buraya sokmam yasaklanmıştı ve Selda Abla da uzaklara gitmişti. Türkiye'de aşk ve dayağın mutlaka bir arada olduğunu Erdem'e áşık olunca öğrendim. Erdem'le Kızılay'ın Pendik kampında tanışmıştık. Babam öldüğü için annem öğretmenlik yapıyordu. Ben de 10 yaşlarında filandım. Erdem bir filmde çocuk yıldız olarak oynamıştı. Yüzlerce velet içinde kırıştırmak için beni seçtiğinden ötürü arkadaşlar arasında yılbaşı hindisi misali afur tafur dolaşıyordum. Kırıştırmamız da uzaktan çapkın bakışlar fırlatmak ya da sabah kahvaltısında verilen altı zeytinden dördünü ikram olsun diye birbirimize göndermek şeklinde oluyordu. Hatta, yağ satarım bal satarım oyununda yanyana oturmuştuk ve o benim elimi tutmuştu. Ben de ebenin sırtıma vurduğu düğümlü mendili hissetmemiştim bile... Sonra yeni devreyle komik ve şirin bir çocuk geldi. Erdem onunla kırıştırmaya başladı. İhanete uğramış bir áşık olarak tam 2 gün yemeden içmeden kesildim. Arkadaşların da ısrarı üzerine önce komik çocuğu dövdüm. Aslında o beni daha çok dövdü ama arkadaşlara çaktırmadım. Sonra da gidip Erdem'e bir tokat attım. Tabii kıyamadım ama arkadaşlar uzaktan görsün diye vurur gibi yaptım. Böylece, hem benim hem arkadaşların gururu kurtulmuştu. Aşka ihanetin bedeli bir kez daha ödenmişti. Ama asıl bedeli, bana annem ödetti. Kızılay kampındaki bu aşk skandalından sonra bir çadırın tepesindeki bayrak sopasını söktü ve beni onunla dövdü. Hem de ne dayaktı!.. Anneler aşktan ne anlarlar zaten!.. * * * Size ilk aşkımın, elle çizilmiş çikolata kartındaki bir kız çocuğu olduğunu daha önce yazmıştım sanırım. İkinci büyük aşkım da rüyamda gördüğüm bir genç kızdı. Kız uzun boyluydu. Dalgalı siyah saçları, ela gözleri, tombulca olmasına rağmen incecik beli vardı ve ben ona deli gibi áşıktım. O rüyadaki kızı gördüğüm zaman 5-6 yaşlarında filandım. Ama bugün bile size o kızın resmini çizebilirim. Çünkü onu rüyamda sadece bir kez görmemiştim. Delikanlı olana dek rüyalarımda birçok kez karşıma çıkmıştı. Ama bir gün sahicisini de gördüm. Yeni Sabah gazetesinde çalışıyordum. Bir gün gazetenin ve İstanbul Erkek Lisesi'nin olduğu sokağa sapınca onu yol ortasında buldum. Sokakta bizden başka kimsecikler yoktu. İkimiz de zınk diye durup birbirimize uzun uzun baktık. Bakışından ve gülümsemesinden beni tanıdığını anladım. Orada ne kadar dikildiğimi anımsamıyorum. Sonra birbirimize doğru yürüdük. Yirmi yaşındaydım ve ilk evliliğimi yapalı bir hafta olmuştu. Rüyamdaki kıza doğru yürüdüm ve onu geçip kıçıma bakmadan gazeteye gittim. Gazetenin kapısında, ��Sen korkak ve ödlek itin birisin!..�� diye homurdanıp hızla geri döndüm ama sokak boştu. * * * Konuşmayı, ateşin elimizi yakacağını, kaşıkla yemek yemeyi, okuma-yazmayı minicik yaştan itibaren bize öğretirler. Ama áşık olmayı bize kim öğretiyor? Yoksa áşık mı doğuyoruz? Araba kullanmak gibi herkesin becerebileceği bir işin eğitimi ve ehliyeti vardır. Áşık olmanın ehliyeti, okulu, fakültesi var mı?.. Ailemiz ve devletimiz bunu bize niye öğretmiyor? Askerliğin yaşı 20... Ama aşkın yaşı kaç?.. Taytay durabilen, hálá altına eden ya da yeni konuşmaya başlayan çocukların bile áşık olabildiğinden haberiniz var mı?.. * * * Geçen gün romatizma ilaçlarımı almış eczaneden dönerken gül goncası gibi genç bir kıza rastladım. Bastonumun üzerinden doğrulup, ��Size bir miktar áşık olabilir miyim?�� diye sordum. Kız da bana, ��Torununu gönder bunak moruk!..�� dedi. 19 Ağustos 2001
  13. Celal�e ne olmuş? (Oğuz Aral) Aramızda hır çıksın istemediğinden size gerçek adını vermeyeceğim. Adına Celal diyelim. Üstelik onu severim de... Zaten bizim gazetede onu sevmeyi becerebilen bir ben varım, bir de Sedat. Aslında Sedat'ınki bile tam sevgi sayılmaz. Çünkü kulakları ağır işitir. Duymadığı halde sizi can kulağıyla dinliyormuş gibi yapıp güleç bir yüzle kafasını sallar ve, ��Vallahi çok haklısın, bu benim aklıma hiç gelmemişti�� der ve gider. Celal'i sevebilmek gerçekten zordur. Hatta mümkünsüzdür. Örneğin, pırıl pırıl güneşli keyifli bir hava... Üstelik trafik de gönlünüze göre... Arabanın radyosunda keyifli bir kanal bulup şen şakrak gazeteye gelmişsiniz, ama kapıda kaderin en kötü cilvesi olarak Celal'le karşılaşmışsınız. ��Günaydın ağabey.�� ��Merhaba Celal'ciğim, ne güzel bir hava değil mi? Hem cıvıl cıvıl güneşli, hem de pek sıcak değil.�� ��Sen o güneşe aldırma, biraz sonra leş gibi bir yağmur yağacak, ortalığı sel götürecek. Bizim cadde Amazon nehrine dönecek. Kuzeyden gelen şu kara bulutlara baksana... Yanıma şemsiyemi bile aldım.�� ��Araban varken şemsiyeyi ne yapacaksın?�� ��Onca sel suları içinde hangi araba gidebilirmiş, gemi mi bunlar? Akşama hepimiz eve yürüyerek gideceğiz. Tabii boğulanların dışında...�� Ya da başka bir örnek: Fenerli ve Galatasaraylı birkaç arkadaşımızla gazetenin barında bol keyifli, bol rakılı bir futbol geyiğine tutuşmuşsunuz. Çiçeği burnunda futbol yazarımız Kanat Atkaya kanatlanmış uçuyor. ��Galatasaray, kapasitesinin dörtte biri kadar oynadı. Ama o bile Bulgarlar'a yetti. Levski ikinci golü atsa, Galatasaray biraz kımıldanıp üstüne 3 daha atardı.�� Sazı, Fenerbahçe özürlü Ertuğrul Özkök alıyor: ��Bu Mustafa Denizli paf takımıyla sahaya çıksa İskoçlar'ı yine yenerdi. Adam takım yönetmiyor, sanki satranç oynuyor. Fener'e 2 akın yaptırdı, ikisi de gol oldu. Ondan sonra da bizim çocuklar adamlara tutkal gibi bir yapıştılar, Rüştü'ye top gelmedi. Top Lazetiç'e çarpmasa o golü bile atamayacaklardı.�� Futbol topuyla Tekirdağ karpuzunu ayırt edemeyen, ikide bir bana, ��Yahu Oğuz, kaleye niye bir yerine üç kaleci koymuyorlar, daha az gol yerlerdi�� diyecek kadar futbol bilgisi olan Doğan Hızlan dahil, masada herkes çok mutlu!.. İki takımımız birden Avrupa Şampiyonlar Ligi'ne katılmış. Daha düne kadar ödümüzü patlatan, sahaya çıkınca dizlerimizi titreten Frenk takımlarını pirinç ayıklar gibi ayıklamışız. Ben bile aşka gelip ve bastonuma dayanıp ayağa kalkarak sızlayan sol ayak bileğimle Revivo'nun topa nasıl falso verdiğini gösteriyorum. Tam o sırada yan masada kimse yanına oturmadığı için tek başına demlenen Celal yerinden kalkıyor. Kadehini alıp acı bir tebessümle bizim masanın ucuna ilişiyor. ��Sevinmekte çok acele etmeyin. Galatasaray bu aciz antrenör ve pres yapmayan bu orta saha oyuncularıyla tek maç kazanamaz. Emre'nin, Hagi'nin, Okan'ın yerleri kara delik gibi duruyor. Popesku bile bu gerçeği görüp kaçtı gitti. Fener'in hali büsbütün perişan. Daha ilk yarıda dilleri yorgunluktan çenelerine değiyor. Gol atsın diye İsveç'ten dedem yaşında bir sırık almışlar. Evliyaların yardımıyla kafasına top çarparsa o top da kaleyi bulursa, kaleci de o sırada gezintiye çıkmış olursa Fener ancak gol atabilir. Golcü diye aldıkları pörsümüş Oktay'ın göbeği, ayağından önce sahaya giriyor. Bu Fener'de kim gol atacak da Fener maçı kazanacak? Revivo o frikiği 10 kere çekse biri gol olmaz bir daha... Peşin peşin sevinip sonra düş kırıklığına uğramayasınız diye bunları söylüyorum.�� Masada önce bir sessizlik oluyor sonra herkes ekşimiş bir yüzle hesabı isteyip gidiyor. Ben, yolluğumu daha içemediğim ve genç bir arkadaşımı masada sap gibi yalnız koyup gidemediğim için kalıyorum. Ve kaldığıma da pişman oluyorum tabii... ��Duyduğuma göre bizim Serhat'a nikáh şahitliği yapmışsın ağabey.�� ��Evet bilirsin Serhat'ı çok severim. İyi ve dürüst çocuktur. Üstelik gelin de çok tatlı bir kızdı.�� ��Boşuna zahmet etmişsin.�� ��Niye be?�� ��Nah bak şuraya yazıyorum, bunlar 6 aya kalmaz ayrılırlar.�� Celal, işaret parmağını diline sürüp masaya ıslak bir çizgi çekiyor. ��Niye ayrılsınlar yahu, birbirlerini deli gibi seviyorlar ki bu devirde evleniyorlar.�� ��Serhat o kıza yetmez.�� ��Neresi yetmez be, arslan gibi boylu boslu gencecik delikanlı!�� ��Boyu bosu yeter de parası yetmez. Sen yaşlı olduğun için bu yeni zaman kızlarını tanımazsın. Bunlar hep marka giyinmek isterler, Etiler'de oturmak isterler, haftada bir Layla'ya gitmek isterler... İsterler de isterler!.. Serhat'ın maaşı onun kuaför parasına bile yetmez.�� ��Dert etme kız da çalışıyormuş. Hem de iyi bir maaşla...�� ��Bu kızlar evlenir evlenmez işten ayrılırlar ağabey.�� Ben barmen Fikret'e alelacele yolluğumu söylüyorum, ama bir duble rakıyı bitirene kadar piyasadaki dolar ahmaklığı yüzünden Hazine'nin nasıl iflas edeceğini, Türkiye batınca şirketlerin ilanları nasıl keseceğini, ilanlar kesilince de gazetenin kapanıp hepimizin nasıl işsiz kalacağımızı ballandıra ballandıra anlatıyor. Tabii güzelim rakımı sirke ederek... ��Ölüm ilanlarına bak, ne demek istediğimi anlarsın ağabey. Eskiden zengin biri ölünce akrabalarından ve şirketlerinden 3 tam sayfa ilan gelirdi. Şimdi pul kadar ölüm ilanı veriyorlar. Hepsinin toplamı yarım sayfayı zor tutuyor.�� Celal hazır ölüm muhabbetine dalmışken bizlerin de hangi nedenlerden ötürü öbür tarafa gideceğimiz konusunda tahminlerini bildiriyor. Benim sonum beyin kanamasından, Fikret Ercan'ınki bağırsak düğümlenmesinden, Kanat'ınki veremden olacakmış. Doğan Hızlan hareketsiz olduğundan enfarktüs, Ertuğrul Özkök ise çok hareketli olduğu için yine enfarktüsten gideceklermiş. Celal bir adamın yüzüne bakınca sonunu anlarmış ve hiç yanılmazmış. Oğlanı çok sevmesem ve hayattaki yalnızlığını bilmesem, bastonumla kafasının erken kelleşmiş yerine bir tane patlatacağım, ama kıyamıyorum. * * * Geçen gün yağmurlu ve pis bir havada Celal'e Kabataş'ta bir bankta otururken rastladım. Önce tanıyamadım, çünkü kendi kendine gülümsüyordu. Meğer herifin ne güzel dişleri varmış. ��Gel seni gideceğin yere kadar bırakayım.�� ��Bir yere gitmiyorum, bu güzel havada denizi seyrediyorum.�� ��Havanın neresi güzel be, yağmur değil üstümüze adeta çamur yağıyor.�� ��O yağmur benim yüreğimi yıkayıp serinletiyor ağabey.�� ��Senin bu saatte gazetede olman gerekmiyor mu?�� ��Beni işten çıkardılar.�� ��Vah vah, çok üzüldüm.�� ��Niye üzülüyorsun, aslında pek bir işe yaramıyordum. Zaten gazeteye de torpille girmiştim. Şimdi daha özgürüm ve her şey daha güzel. Herkes battık, mahvolduk diye enayi gibi bağıracağına yanımda oturup denizi seyretse yaşamın ne güzel olduğunu anlar. Şu martının dalışına bak ağabey, balerin gibi vallahi!..�� Celal'i dinlerken açık kalan ağzımı kapatmayı neden sonra akıl ettim. Arabadan inip Celal'in yanına oturdum, ama şaşkınlıktan taksi şoförüne parasını bile vermeyi unutmuşum. ��Celal iyi misin, kendini nasıl hissediyorsun?�� ��Arslanlar gibi, hiç bu kadar iyi olmamıştım. İşsizliği boşver Türkiye onca savaş, kıtlık, tifo, tifüs belasını atlatmış, bunu mu atlatamayacağız? Üstelik futbol takımlarımız bile artık Avrupa liglerinde oynamaya başladı. Bence Fener'le Galatasaray final oynarlar. Yani finali birbirleriyle oynarlar.�� ��Celal sana ne oldu böyle?�� ��Áşık oldum ağabey!..�� 26 Ağustos 2001
  14. Hem ağlarım, hem gidemem (Oğuz Aral) Arslan gibi koca bir adamın hıçkıra hıçkıra ağlaması yüreğime dokunmuştu. Hem ağlıyor, hem söyleniyor hem de arada bir oturduğu park bankını tekmeliyordu. Kronik bir meraki olduğum için, çaktırmadan bankın diğer ucuna da ben oturdum. ��Allah beni kahretsin!.. Ben adam olmaz ******* tekiyim!.. Ben benim ağzıma *******!..��le başlayıp kendine dümdüz gidiyor sonra da bol hüngürüklü bir ağlama tutturuyordu. Üstü başı temizdi, hatta özenli giyinmişti diyebilirim. Yanında arada bir tekmelediği irice bir seyahat valizi vardı. ��Bir sigara içer misiniz?�� ��İçerim. Sigara değil, esrar, eroin, kokain bile içerim!�� Adamcağızın sigarasını yaktım. ��Başınız sağolsun, galiba bir yakınınızı yitirdiniz.�� ��Evet, en yakınımı yitirdim. Çünkü ölen benim. Artık ben yaşıyor sayılmam.�� ��Niye, maaşallah arslan gibisiniz.�� ��Arslan gibiyim ama gidemiyorum.�� ��Nereye?�� ��Avrupa'ya.�� ��Niye gidecektiniz?�� ��İş-güç sahibi olmaya, nefes almaya. Yarın işten atarlar mı kábusundan kurtulup rahat uyumaya, itilip kakılmadan yaşamaya, oğlumu insan gibi yetiştirmeye...�� Sözünü kesmesem daha da sayacaktı. ��Galiba Türkiye'den pek memnun değilsiniz.�� ��Ya siz?�� ��Eh hamdolsun, yuvarlanıp gidiyoruz.�� ��Ben artık yuvarlanamıyorum bile. Belediye'nin kazıp açık bıraktığı çukura bir gece düşüp belimi incittiğimden beri çelik korseyle dolaşıyorum. Sırt üstü yatmak bile benim için işkence.�� ��Belediye'yi dava etmediniz mi?�� ��Davayı kazandım ama korsenin ücretini bile alamadım. Yine de bugüne kadar sağ salim gelebildiğim için şükürler olsun.�� ��Galiba çok şanssız bir yaşamınız oldu.�� ��Yoo, Türk vatandaşlarının büyük çoğunluğu gibi bir yaşamım oldu.�� ��Yani?�� ��Yani, babam sert bir adamdı ve en küçük hatamda beni döverdi.�� ��Eh, babanın vurduğu yerde gül biter.�� ��Gül değil, çürükler biterdi. Ama öğretmenlerim daha fena döverdi.�� ��Niye, tembel miydiniz?�� ��Hayır, çok çalışırdım ama öğretmenlerim aldıkları maaşlarla çok zor yaşarlardı. Çektikleri sıkıntıların nedeni olarak da bizleri görürlerdi. Çoğu gece ikinci bir işte çalıştıkları için sabah sınıfa kan çanağına dönmüş gözlerle ve öfkeleri burunlarında olarak gelirlerdi. Babam sert adamdı ama Cumhuriyet kuşağı bürokratıydı. Bana ülkemi, devletimi ve yurttaşlarımı sevmeyi öğretti. Dedesinden kalma konağı satıp beni okuttu. Avusturya Lisesi'ni bitirince üniversitenin Arkeoloji Bölümü'ne girdim. Tarihe tutkundum. Tam üniversiteyi bitirecektim ki, hapse düştüm.�� ��Ne yaptınız?�� ��Hiçbir şey. Okulda sağcılarla solcular dövüştü. İki çocuk vuruldu. Sağcılık ya da solculukla hiç ilgim olmadığı halde polis beni de götürdü. Sonra da hem sağcı hem de solcu militanı olduğuma dair birer itirafname imzalattılar. Ne yapayım, sorgulama çok sıkıydı. Elektrik bile verdilerdi.�� ��Sonra ne oldu?�� ��Ne olacak, mahkemede ilk celsede beraat ettim. Ama ilk celse ancak 9 ay sonra yapılabildi. Ben hapistayken babama inme indi.�� ��Çok şükür yine ucuz kurtulmuşsunuz.�� ��Hayır, pahalı kurtuldum. Üniversite bitince polisteki kaydım yüzünden devlet bana arkeolog olarak iş vermedi. Özel sektörde de arkeoloji işi yok. İngilizce, Almanca ve bilgisayar kullanmasını bildiğim için askerlikten sonra bir otelde resepsiyon memuru olarak iş buldum. Sevdiğim işi yapamadığım için çok mutsuzdum. Ama eve ekmek götürebildiğim için yine de yakınmıyordum. Sonra da evlendim.�� ��Allah mesut etsin.�� ��Eşim de çalışıyordu, derken oğlumuz oldu. Oğlumuzun geleceğini düşünerek banka borcuyla küçük bir apartman dairesi alıp oraya taşındık.�� ��Maaşallah oğlan uğurlu gelmiş. Benim oğlum Seyit de bize uğurlu gelmişti. Harçlanıp, borçlanıp biz de bir daire almıştık.�� ��Ama banka bizim daireyi elimizden aldı.�� ��Vah vah, banka borcunu ödeyemediniz mi?�� ��Karı koca çalıştığımız için tıkır tıkır ödüyorduk. Hatta artan parayla ve yine banka kredisiyle elden düşme bir de araba almıştık. Hafta sonları Şile'ye, Silivri'ye filan gezmeye gidiyorduk. Hasan denizi çok seviyordu.�� ��Banka, evi niye geriye aldı?�� ��Yalnız evi değil, arabayı da aldı. Banka bizi dolar hesabı üzerinden borçlandırmıştı. Krizden sonra 500 milyonluk taksidimiz 1.5 milyarı geçti. Zaten kriz nedeniyle eşimin çalıştığı şirket kapandı. Cavidan işsiz kaldı. Biz de borcumuzu ödeyemedik.�� ��Doğrusu çok üzüldüm, ama gençlikte bunlar oluyor. Bizim de başımıza geldi. İnanmazsınız, bir çorba için bakkal bile dolandırdık. Ama eşler birbirini sevdikten sonra savaşıp, didinip bu kötü günleri atlatıyorlar.�� ��Cavidan yaşasaydı belki biz de atlatabilirdik.�� ��Cavidan'a ne oldu?�� ��Yeşil ışıkta yaya geçidinden karşıya geçerken bir arabanın altında kaldı. Babalarının lüks arabalarıyla yarış eden 16'şar yaşında iki çocuk kırmızı ışıkta duramamışlar!..�� ��Vay **************!..�� ��Hayır, gayet zengin ve saygın ailelerin ********... Ben çalıştığım için Hasan'ımı anneannesine vermek zorunda kaldım. Yine de bağrıma taş basıp oğlumun eğitim parasını biriktirmeye çalışıyorum. Ama vuruldum. Hastanede iki ay kalınca beni de işten çıkardılar.�� ��Kavga filan mı ettin?�� ��Hayır canım, bizim semtin futbol takımı 3. Lig'e yükseldiği için vuruldum. Mahallenin gençleri sevinçten havaya ateş ederlerken ben de balkonda çamaşır asıyordum. Hastaneden nefret duygularıyla çıktım. Artık ülkemden, devletimden nefret ediyordum. Hatta, yurttaşlarımdan korkuyordum. Beni her an soymalarını, öldürmelerini bekliyordum. Hele, televizyonda doğduğum günden beri suratlarını seyrettiğim politikacıların buruşuk, pembe ve tombul etlerini gördükçe sırtıma sancılar saplanıyordu. Çünkü onlar bana, sırtıma dişlerini geçirip hálá kanımı emmeye çalışan ihtiyar birer sülük gibi geliyorlardı. Bir gün oturup bütün batı üniversitelerine mektup yazdım. Mektuba üniversite bitirme tezimi de ekledim. Artık Türkiye'de yaşayamazdım. Bütün gün kulağımın zarını yırtan hoparlörlü patates-soğancılara ve müezzinlere bile dayanamıyordum.�� ��Cevap geldi mi?�� ��Üç üniversiteden birden... Hele Berlin Üniversitesi açık bir uçak bileti bile göndermişti. Neyim var neyim yok sattım. Oğlumla helálleşip havalimanının yolunu tuttum. Artık Türkiye'den kurtuluyordum. Bunca yıl göznuru döküp dirsek çürüttüğüm arkeoloji bilimini Berlin'de hoca olarak öğretmenin mutluluğunu yaşayacaktım. Bir yıl içinde Hasan'ımı da yanıma aldıracaktım.�� ��Niye gitmedin?�� ��Allah kahretsin, ****liğimden!.. Tam dış hatlar binasına saparken yandaki yeni inşaatın amelelerine gözüm ilişti. Kir-pas içinde, kara-kuru, partal giyimli çirkin adamlardı. Tırnaklarının içi bile simsiyah çamurla doluydu. Ellerini yıkamayı akıl edemeden inşaatın önündeki çayıra yayılmış, öğle yemeğini yemeye çalışıyorlardı. Hatta biri burnunu bile karıştırıyordu. Kendi kendime, 'İyi bak, işte senin ülkenin insanları bunlar!.. Bu yaratıkları unutma da, Berlin'de vatanımı özledim diye hıyarca nostaljiye kapılma!..' diye söylendim. Benim önlerinde dikildiğimi gören amelelerden biri güleç kahverengi gözlerle bana bakıp, ��Buyur gardaş, galiba açsın. Gel beraber lokma yiyek�� dedi. Yanındaki ***** ayaklarımın dibine bir gazete serdi. Biri gazetenin üstüne yarım domates, bir başkası biraz beyaz peynir, öbürü üç-dört zeytin koydu. Güleç gözlü olanı iki eliyle kavradığı ekmeği ortadan bölüp azıkların yanına bıraktı. Benim de gırtlağıma bir yumru girdi ve gözlerimden yaşlar indi. Uçak biletimi yırttım. İşte o gün bugündür, ağlıyorum ve gidemiyorum!..�� Berlin'de Doyç Oper'in karşısındaki küçük dairem, knaypelerim (yani meyhanelerim), müzelerim, tiyatrolarım gözümde canlandı. ��Üzülme, ben de sigarayı bırakamıyorum!..�� dedim. 22 Temmuz 2001
  15. İhtiyar Boksörler Kulübü - 2 (Oğuz Aral) Bizim İhtiyar Boksörler Kulübü'nün son toplantısından sonra Vural İnan'ı çok merak eder olmuştum. Koca şampiyon dizindeki ağrılar yüzünden sağ bacağını yere basamıyor, koltuk değneğiyle bile zor yürüyordu. Geçenlerde telefon ettim. ��Ameliyat oldum Oğuz'cuğum.�� ��Aşkolsun Kaptan, bize haber vermedin. Kalbimiz kırıldı. Şimdi nasılsın?�� ��Biliyorsun ameliyat olmadan önce yere basamıyordum.�� ��Ya şimdi?�� ��Ameliyattan sonra da basamıyorum.�� Hemen Tacettin İçsel'i aradım. O bizim takımın organizatörüdür. ��Haydi Despina'ya gidip içelim, sen arkadaşları toparla. Ama Muhammet Ali'yi de getir�� desen, Muhammet Ali'yi masanda patlıcan salatasıyla rakı içerken bulursun. Organizatör dedimse, işte öyle bir organizatördür. Taci, ben, Hasan Çolakoğlu, Yılmaz Tek bir araya gelip Vural'ın evini yarım saat aradıktan sonra tesadüfen bulduk. Çünkü Vural'dan adresini ben alıp yazmıştım. Adres konusunda üstüme yoktur. Yeni taşındığım evleri bulamayıp otelde kaldığım çok olmuştur. * Vural'ın zarif gelini ne içeceğimizi sorduğunda herkes kibarlıktan kırılıp dökülüp, ��Çay, kahve�� dedi. Ben hepsine tepeden küçümser bakışlarla bakıp, ��Rakı!..�� dedim. Boksör adam cesur olmalı. Ama Yılmaz Tek'e yeteri kadar tepeden bakamadım. Çünkü boyu en az benim kadardır, gençliğinde de 81 kiloda dövüşürdü. Hepsi ikinci kadehime yutkunarak bakarken ve özellikle Vural'ın nekahat dönemi mahpusluğunu yansıtan rakı hasretiyle dolu gözlerini görünce dayanamadım. ��Haydin arkadaşlar, gong çalmış bulunuyor!..�� diye bir nara attım ve Kaptan'ı salla sırt edip Hasan'ın dört kat aşağıdaki arabasına yerleştirdik. Ardından kendimiz de doluştuk. Ver elini kerahatin güzel vaktinde Zeki Çetin'in denize nazır yeri... * Dört buçuk yaşlı boksör, Ömer Hayyam Sofrası'nda bir araya gelince ne konuşur? Tabii, boks sporunun faziletlerini. Koca şampiyonların yanında buçuk olanı benim ve tabii boks üstüne en çok ben konuşuyordum. Birinci büyük şişenin tüketimi hoş anıların refakatinde tamamlandı. Hatta o sırada aramızda olmayan başka ihtiyar boksörler üstüne dedikodu bile yaptık. Vural, ünlü bir şampiyonumuzun Almanya turnesinde yumrukla ikide bir yeri öpüp köşesine dönünce, ��Aman çocuklar dikkat edin, ring çok kayıyor�� demesini kahkahalar içinde anlattı. Hasan'ın öyküsü daha gırgırdı. Bir milli maç tartısında ağabeyi Türkiye Şampiyonu Hüseyin Çolakoğlu'nun kilosu fazla gelmiş. Aman bre peşinen yenikiz. Bizim federasyon bulmuş buluşturmuş, Hüseyin'in yerine daha hafif olan Hasan'ı ringe çıkarmış. Kardeş kardeşe benzer, aynı sarı saçlar, aynı mavi gözler... Gerçi Hasan ağabeyinden dört parmak uzun ama, tartıda boya değil kiloya bakıyorlar. Üstelik Hasan da ******* yenip milli bir galibiyet almamış mı?.. Ben de hiç maç kazanmadan nasıl yıldızlar ikincisi olduğumu anlattım. Herkesin kibarca gülüşünden bu öyküyü birçokuncu kez dinlediklerini fark ettim. Ama meme hizama zor gelen rahmetli Halit Ergönül'ün arada bir beni kıçüstü nasıl indirdiğini anlatacak değildim herhalde!.. Bir gün sinirim bozulmuştu da gülme krizine tutulup oturduğum yerden kalkamamıştım. Siz hiç güldüğü için nakavt olan boksör gördünüz mü? İkinci şişenin açılışıyla birlikte 81 kilo Yılmaz Tek, (Şimdi 100'ün üzerinde) Tayyip'in yeni kuracağı partinin Amerika tarafından niye desteklendiğini açıklayan uzunca politik bir yoruma girişti. Ama masada kendisine kötü kötü bakan dört çift gözü görünce, lafı hemen döndürüp boksun felsefesine ve asaletine getirdi. Yılmaz iyi boksördür, iyi çocuktur ama hukukçu ve Fenerli boksör olmak gibi ufak tefek özürleri vardır. ��Boks sporu insana beden kontrolu sağlar. Örneğin bütün iyi boksörler hayatta kolay kolay kazaya uğramaz ve çok iyi dans ederler.�� ��Daha önemlisi, boks kişiye ruh kontrolu sağlar. Kolay öfkelenmezsin, kötüsü gelirse paniklemezsin, kendine güvenirsin.�� ��Ademoğlu birbirini gırtlaklarken sen gülüp geçersin.�� ��Kimseden nefret etmezsin, kin tutamazsın.�� ��Karıncayı bile incitemezsin.�� ��Geçen gece çalıştığım otelden çıkınca iki tinerci oğlan yolumu kesti, beni soymaya kalktılar.�� ��Eee, sonra ne oldu?�� ��Yalvardım yakardım, size dokunmak istemiyorum dedim.�� ��Ya sonra?�� ��Sonrası cebimdeki paranın yarısını çıkarıp onlara verdim. Ne yapsaydım yani? İki sıska tinerciyi dövmek, bir Türkiye şampiyonuna yakışır mıydı? Ayrıca içim çocuklara karşı merhamet doluydu.�� ��Aferin Taci.�� ��Sağol Kaptan.�� ��Ben de geçenlerde mahalleye ***** oldum.�� ��Niye be Hasan?�� ��Sarhoşun biri hayata kızmış, benim arabamı tekmeliyordu. Arabayı da yeni boyatmıştım. Yapmaması için rica minnet yalvardım. Herif dönüp, bir de beni dövmeye kalkmaz mı?�� ��Eee?�� ��Eee'si, dönüp kaçtım.�� ��Aferin Hasan.�� ��Sağol Kaptan.�� Boksun zarafetine yazılan methiyelerle ikinci büyüğün de dibini bulduk. Üçüncünün açılışı benim Yılmaz'a, ��Sen sporun garip bir Çingenesisin. Nene gerek senin politikanın gümüşlü zurnası?�� hitabımla başladı. İki kadeh sonra Taci, Ertuğrul'u nasıl paraladığını anlatırken Vural ona niye Orhan Tuş'un kilosundan kaçtığını sordu. Ben de Vural'a, ��Bizim çöplükte horoz olup ötmek kolaydır. Avrupa'nın en teknik boksörü seçildin. Ama yarım tanecik uluslararası madalyan yok!..�� diye cevap verdim. Yılmaz da Hasan'a, ��Başkasının yerine eldiven giymek, boks etiğine uymaz. Üstelik bu kanunen bir suçtur. Ceza Kanunu'nun 67. maddesi C fıkrasına girer ki, adı sahtekárlıktır.�� dedi. Son kadehlerimizi içtikten sonra önce kimin kime vurduğunu anımsamıyorum, ama ben hep kısmetsizimdir. Masada onca hafif siklet dururken payıma 100 kiloluk Yılmaz düşmüştü. Yılmaz'la yumruklaşacak kadar enayi olmadığımdan çift çalıp iç tırpanla onu altıma aldım. Dedemin Sarı Hafız namıyla ünlü bir güreşçi olduğunu size daha önce anlatmıştım sanırım. Bir ara gözüm Taci'yle Hasan'a ilişti. Taci, 70'ini geçtiği halde neredeyse oğlu olacak yaştaki Hasan'ı içerden vurduğu sol aparkatlarla bunaltıyordu. Hasan da her zamanki kibarlığı ve saygısıyla Taci'nin yüzüne vurmamaya özen gösteriyordu. Sadece midesine ve karaciğerine çalışıyordu. Bu arada bizi ayırmaya çalışan babayiğit garsonlardan üçü, yedikleri ilk yumruklarla nakavt oldukları için geri kalanlar artık maçımıza karışmıyorlardı. Hatta bitişik masalardaki insanlar, tezahürata bile başlamışlardı. Yılmaz'dan kurtulduktan az sonra Vural'la burun buruna geldim. ��Sen benim için ne dedin bakayım?�� Koltuk değneklerine ve alçılı dizine bakıp, ��Demişsem ne olmuş be!..�� diye kükredim. Ama kükrememin son kısmını ben bile duyamadım. Sesim hallaç tosuruğu gibi güme gitti. Çünkü Vural, koltuk değneklerini fırlatıp zıp diye ayağa fırlamıştı. Daha da fenası, gardını almıştı. Ben can havliyle bir kaşık yakalayıp boş şişeye vurmaya başladım. ��Dink!.. Donk!.. Donk!.. Gong sesini duymuyor musunuz be!.. Maç bitti arkadaşlar.�� Herkes üstünü başını, ağzını burnunu düzeltip efendi efendi sandalyesine oturdu ve bir ağızdan, ��Bize birer yolluk getirin.�� diye bağırdık. * Ben bu haftaki yazıyı yarım gözle yazdım. Kalan birbuçuk gözümün hesabını onlardan sorarım elbet. Ama Kaptan'ın sağlam olan öbür dizi de sakatlanmış. Koca şampiyona yumruk atacak değildim ya!.. ÖNEMLİ NOT: Bu yazının üçüncü şişeye kadar olan kısmı yüzde 100 gerçektir. Gerisi sizin hayalinize kalmış. 15 Temmuz 2001
  16. Nereye ve kimden kaçalım? (Oğuz Aral) Televizyondaki haberlerin sonunu beklemeden, yerimden fırlayıp Amerika'da yaşayan kızıma telefon ettim. ��İyi misiniz, size bir şey olmadı değil mi?�� ��İyiyiz babacığım, bize niye bir şey olsun ki?�� ��Nüvyork'taki kuleler ve Vashington'daki Pentagon binası saldırıya uğrayıp çöktü!..�� ��Ama biz Kolorado'da oturuyoruz. O eyaletlerle aramızda binlerce kilometre mesafe var babacığım.�� ��Olsun, bir beton parçası fırlayıp sizin eve gelebilir. Orada her şey olabilir. Orası Amerika!..�� ��Merak etme bizler sağ ve sağlıklıyız.�� ��Ya çocuklar?�� ��Bildiğin gibi yine azgınlar... Herhalde arpaları fazla geliyor.�� ��Arpa olarak kahvaltıda çocuklara ne veriyorsun?�� ��Her zamanki gibi zeytin, peynir, reçel filan...�� ��Yoğurt vermiyor musun?�� ��Burada yoğurt bulmak biraz zor oluyor.�� ��Olmaaz!.. Yoğurt yemeyen çocukta kalsiyum eksikliği başlar ve kemikleri gelişmez. O zaman yoğurdu evde yap. Ben sana tarifini göndereyim.�� ��Gönder babacığım.�� ��Noyan'a gönderdiğim gömlek içi yün kazakları giydiriyor musun?�� ��Artık giydirmiyorum, çünkü Allah'ın yazında kazakla geze geze vücudu isilik oldu.�� ��Olsun, sen yine giydir. İsilik olması üşütüp zatürree olmasından iyidir.�� Telefonu kapatıp çalışma masamın altındaki yatağıma uzandım. Son depremden bu yana karyolamda değil, çelik çalışma masamın altında uyuyordum. Masa tavandan düşecek her türlü tuğla ve betona karşı dayanıklıydı. Yani bana öyle söylemişlerdi. Uykumun en tatlı yerinde zıplayıp yataktan kalktım. (Tabii kalkarken alnımı yine masanın altına vurdum.) Yatarken ocakları kontrol etmediğimi anımsamıştım. Allah muhafaza bir gaz kaçağı olabilir ve sabah ilk yaktığım sigarayla ev patlayabilirdi. Muslukları, gaz tüpünü, elektrik sigortalarını, kapı zincirini denetleyip masanın altına emekleyerek tekrar yatağa döndüm. Ama kapıdaki o zincire hiç güvenmiyordum. Büyük bir olasılıkla uyduruk döküm bir zincirdi ve dışarıdan bir omuzlamayla kopardı. Tekrar kalkıp kapının arkasına salondaki kanapeyi dayadım. Halen ayaktayken oğlumu aradım. Telefon uzun uzun çaldı. Sonra esnemeyle karışık bir ses, ��Efendim?�� dedi. ��Eve sağ salim döndün mü diye merak ettim.�� ��Babacığım Adana'dan İstanbul'a otobüsle gelmiyorum ki... Altı üstü Beyoğlu'ndan Levent'e metroyla dönüyorum. Dönüp uyuyalı da iki saat oldu...�� ��Metrodan eve yürürken hep aynı yolu takip etmiyorsun değil mi?�� ��En kısa yoldan geliyorum tabii... Niye sordun?�� ��Takip eden olabilir. Sonra belli bir noktada pusu kurabilirler. Dönüşte şaşırtmaca vermelisin.�� ��Bana kim ve niçin pusu kursun ki?�� ��Sen anlamazsın böyle işler bilinmez oğlum!..�� ��Ben sabahın köründen beri haldır huldur çalıştım. Bunları yarın konuşalım. Haydi iyi geceler babacığım.�� * Sabaha kadar uyumayıp hayatta kalabilmek için planlar ve programlar yaptım. Sabah kalkıp önce giyindim, sonra da soyundum. Çünkü giyinirken yağmuru, doluyu hesap etmemiş, yaz sonu güneşinin yakıcılığına aldanmıştım. Kısa kollu gömleğimi, atletimi, yazlık pantolunumu çıkardım. İçime uzun kollu yün fanilamı, üstüne kızımın Kanada'dan hediye getirdiği özel orlon-yün karışımı Kanadyen gömleği giydim. Onların da üstüne içi müflon, dışı su geçirmez olan Alaska tipi pardösümü giydim. İstanbul'un havası bu, belli mi olur. Asfalt eriten bir sıcak varken hava birden döner yerler buz tutar, tepemize tuğla büyüklüğünde dolu düşebilir. Pabuçlarımın altını da iyice gözden geçirdikten sonra sokağa çıktım. Tabanıma kaygan bir şey yapışmış olabilir ve ben de sırt üstü düşüp kafamı yere çarpabilirim. Ama aymaz ve cahil milletimiz 30 derece sıcakta beni bu kılıkta sokakta görünce dalga geçti. Özellikle de Finlandiya'dan getirttiğim kar başlığıma takıldılar. * * * Bir kamyon ve iki hamal tutup Mısır Çarşısı'na gittim. Bir çuval kurufasulye, bir çuval nohut, iki çuval pirinç, dört çuval ekmeklik un, 120 paket makarna, 50 kilo yağ, 20 paket tuz, 60 paket toz şeker, 40 kilo kadar salam ve pastırma, 100 şişe içme suyu, 30 kavanoz turşu ve 3-5 kilo baharat aldım. Sonra bir kuruyemişçiden üç kangal ceviz sucuğu, dört kilo erik pestili, iki kilo Antep fıstığı ve üç kilo sakız leblebisi alıp yan komşusu olan Tekel bayiindeki bütün rakıları kamyona yüklettim. Ama aldığım sigaralar gözüme az göründüğü için yoldaki her bayide durup kartonla sigara satın aldık. Hamallar aldığımız nevaleyi istifledikten sonra evde kımıldayacak fazla yer kalmadı. Örneğin sıkışıp koridordan geçemeyince tuvalete gitmek için önce mutfağa giriyor ve makarna kutularının altından sürünerek geçerek yarı yatar bir pozisyonda küçük su dökmem gerekiyordu. Çünkü hamallar bakliyat çuvallarının bir kısmını tuvalete yığmışlardı. Ayakta bu işi yapacak yer kalmamıştı. * Marangozum Celal, ��Emin misin ağabey?�� diye sordu. ��Gayet eminim, her pencereyi içeriden çakıp tahtayla kapatacaksın. Kalaslar nah burada... Dışarıdan içeriye sinek uçmamalı!.. Ayrıca bana evin her cephesinden küçük mazgal delikleri açmalısın.�� ��Niçin?�� ��Kendimi korumak için. Onlara ateş edeceğim!..�� deyip pompalı tüfeğimi ve Kolt 45'liğimi yağlamayı sürdürdüm. Faturayı dolarla ödeyeceğimi öğrenince marangoz Celal evi kale gibi yaptı. Kendimi içeriye kilitledim. Artık dışarıdan gelecek hiçbir tehlike bana dokunamazdı. Kendi kalemde Tiryaki Hasan Paşa gibi en az 6 ay dayanabilirdim. Ama gazeteyle aramızdaki özel telefon çaldı. Gazetemizi yöneten kişi beni arıyordu. ��Çok önemli bir konuda görüşmek için sizi yarın saat 12'de bekliyorum Oğuz Ağabey.�� diyordu. Şüphelenmekte yine haklıydım. Çünkü o kimseye ağabey demez... Demek ki sırada şimdi ben vardım!.. * Gazeteye kavuşan yolun başında onu aradım ve geldim dedim. ��Hoşgeldiniz, lütfen odama buyrun.�� ��Buyuramam.�� ��O zaman ben sizin odanıza geleyim.�� ��Gelmeyin, çünkü ben odamda değil gazetenin yarım kilometre uzağındayım ve sizi orada bekliyorum.�� ��Niye?�� ��Niyesi var mı?.. Bizim medya kulesinin havaalanına uzaklığı en fazla 10 kilometre ve üstümüzden vızır vızır uçaklar geçiyor. Ben bu uzun kuleye girersem hangi uçağın, hangi pilotun bizim üstümüze harakiri yapacağını nereden bilebilirim?�� Gazetemizin yönetmeni her zamanki aldatıcı barışçıl sesiyle, ��Çok haklısınız, tabii bilemezsiniz... Siz şimdi evinize gidin, ben sizi sonra ararım�� dedi. * Eve dönmem biraz uzun sürdü, çünkü arabamı sattığım için taksi çevirmek zorunda kalıyordum. Taksi seçmek kolay mı? ��Ehliyetin kaç yıllık, motorun kaç bin kilometrede, lastiklerin yeni mi yoksa kabak mı?�� gibisinden sorularıma cevap vermek istemeyen taksi şoförleri gazlayıp beni ortalıkta sap gibi bırakıyorlardı. * Sağsalim vardığım için bizim sokağın köşesini sevinçle döndüm. Ama biraz erken sevinmişim. Beynimde bir gümbürtü oldu ve gözlerimde şimşekler çaktı... Son nefesimi verirken suratıma eğilen yüzlere son sözüm olarak, ��Ben size saklanın demedim mi!..�� diyebildim. * 20 katlı apartmanın damındaki kiremitleri aktaran Musa, ��Usta bee, goccaman girremit elimden gayıp aşşaağı düştü!..�� dedi. Ustası da, ��Boşver len, bi giremit gaç para eder ki!.. Hesabını sormazlar.�� diye cevap verdi. 16 Eylül 2001
  17. Küsük bir adam (Oğuz Aral) Bizim apartmanın kapıcısı Yusuf'la haftalardır küsüz ve konuşmuyoruz. Ben günlük alacaklarımın listesini ve parasını kapının dışına mandallıyorum. O da aldıklarını ve para üstünü bir poşet içinde benim daire kapısının koluna asıp gidiyor. Böylece birbirimizi görmüyoruz. ****** kaç kere domatesi manavdan değil marketten al diye tembih etmiştim. Ama market uzak olduğu için üşenip domatesi bizim sokaktaki manavdan alıyordu. Ben de kilo başına 150 bin lira kazık yiyordum. Sonunda açtım ağzımı, yumdum gözümü!.. Hatta, delikanlıyı merdivenlerden aşağı doğru itekledim de... Sonra da ******* bir güzel küstüm!.. Apartmandaki karşı kapı komşumla da küsüz. Aramızdaki salon duvarı soğan zarı kadar ince. Ben televizyonda ne zaman bir film izlemeye kalksam, onlar ya haberleri ya da ciyak ciyak bir şarkı klibini izliyorlar. Yani benim televizyonda Robert De Niro ağzını açınca, Mahsun Kırmızıgül'ün bir avaza söylediği şarkı duyuluyor. Kaç kere kapılarını çalıp nazikáne, ��Gelin benimle aynı kanalı izleyin, ikimiz de ne dinlediğimizi, ne seyrettiğimizi anlayalım.�� diye ricalar ettimse de dinletemedim. Hele komşumun oğlu bana salya damlası sakallı, koca göbekli ve koca ***** cüce bir oğlanın sunduğu müzik programını önerince babasıyla gırtlak gırtlağa geldik. Çünkü oğlanı dövmeye kalkmıştım. O gün bugündür küsüştük ve konuşmuyoruz. Oysa aramız çok iyiydi ve hastalandığım zaman bana eski İstanbul komşuları gibi sıcak çorba getirirlerdi. * * * Gazeteye gidince Yazı İşleri Müdürüm Fikret Ercan'ı yakaladım. Bu başarımı küçümsemeyin. Fikret'i yakalamak, Usame Bin Laden'i yakalamaktan daha zordur. Beni görünce bilgisayar ormanına dönmüş masaların arasına bir daldı mı, koca Yazı İşleri salonunda Fikret'i ara ki bulasın!.. ��Karikatürümü yine alttaki ilana yapışık yayınlamışsın. Sana araya bir haber koy diye kaç kez yalvardım. Ama senin damarlarındaki kanda karikatür düşmanlığı var!�� ��Ağabeyciğim, elimde küçük haber olsa koymaz mıydım? Vallahi tepedeki İbrahim Tatlıses'in 'Bana büyü yaptılar' haberini beş sütundan aşağıya koyamadık.�� ��Bana bak Fikret, bunca yıldır seninle kardeş gibi yaşadık. Beraber yiyip içtik. Hatta tenisten nefret etmeme rağmen senin Metin'le olan maçına gelip 'Bastır Fikreet!' diye bir avaza bağırdımdı. Bu yüzden Metin'le de küsüştümdü. Ama aramızda artık her şey bitti. Sen beni asparagas bir İbo haberine tercih ettin. Sana ömür boyu küstüm!..�� Barışsever kişiliğine güvenip o öfkeyle Doğan Hızlan'ın odasına çıktım. Doğan'la tam yarım asırlık arkadaşız, belki daha da fazla... Hayatta kavga etmeyi beceremediğim tek yakınımdır. O bana yapılan haksızlığı anlayıp beni sakinleştirebilirdi. ��Hayrola bu ne şiddet ve bu ne celál?�� ��Fikret'in bana yaptığını görmedin mi?�� ��Ne yapmış?�� ��Yoksa sen de benim ahlaya oflaya çizdiğim karikatürleri iplemiyor musun?�� ��İplemez olur muyum Oğuz'cuğum, sabah ilk işim kendi yazımdan önce onlara bakmak oluyor.�� ��O zaman karikatürümü yine banka ilanının yanına koyduğunu görmüşsündür.�� ��Niye kızıyorsun canım, sen her zaman öğrencilerine bir gazetenin manşetinden son sayfadaki son satırına kadar her santimi aynı değerdedir diye nutuk atmaz mıydın?�� ��Yani şimdi sen, bana karşı Fikret'i mi savunuyorsun?�� diye ayağa fırladım ve Doğan'ın ağzını açmasına fırsat vermeden en sevdiği dolma kalemini öfkeyle kırıp odasını terk ettim. Sonra da telefonlarının hiçbirine çıkmadım. Çünkü 55 yıl sonra Doğan'a fena halde küsmüştüm. * * * Beni gazeteye getirip götüren şoförle de küsüz. Adama kaç kere, ��Oğlum kimseyi sağından geçme. Yarım debriyajla kalkış yapma, balataları yakarsın... Öndeki arabanın kıçına bu kadar sokulma, ilk frende kendini adamın bagajında bulursun�� diye eski bir İstanbul şoförü olarak nasihatler ettim. Ama o tınmadı bile. Hatta bir gün, ��Ağabey ben senin yazına çizine karışıyor muyum?�� diye ukalalık etti. Ben de böylece ****** küstüm. Konuşmadığımız için bizim caddenin başındaki meyhanenin önünde şoförün omuzuna vurup film-roman oynar gibi el kol işaretiyle, ��Burada dur ineceğim�� dedim. * * * Rıfat beni görünce yüzünde güller açtı. Masasından fırlayıp beni kucakladı. Bizim esnafın bir kısmı kepenk kapatınca köşedeki meyhanede iki tek atmadan eve gitmez. ��Şükürler olsun seni gönderene be ağabeyciğim. Bu dıngıllarla bir çift laf konuşulmuyor ki... Hepsi başıma Galatasaraylı kesildi. Bu meret de muhabbetsiz gitmiyor!�� Ali Sami Yen Stadı Mecidiyeköy'de olduğu için bizim esnafın tümü hücceten Galatasaraylı kesilmişti. Maç günleri ve geceleri bereketli alışveriş oluyordu. Futbol topuyla Tekirdağ karpuzunu ayıramayan manav Rıza bile dükkánını sarı-kırmızı plastik bayraklarla süslemişti. Ama kuruyemişçi Rıfat, Fenerlilikte hálá direniyordu. ��Biz kaç kere yabancı takımlardan 3-5 yedik. Ama aynı hafta dönüp Galatasaray'ı Ali Sami Yen'de kanırta kanırta yenmedik mi ağabeyciğim?�� ��Eh bir iki kez yendiniz.�� ��Bu hafta da burada bunların tozunu almaz mıyız?�� ��Bilmem.�� ��Bilmem ne demek, bir onların yenildiği kıytırık Ayndhoven takımına bak, bir de bizim yenildiğimiz dünya çapındaki Barselona'ya!..�� ��Ama Fener de beş paralık oynayamadı. Galatasaray hiç olmazsa bir gol attı, üç tane de kaçırdı.�� ��Yazıklar olsun, demek ki sen de onlardanmışsın.�� ��Kimlerden?�� ��Fener düşmanlarından!.. Ben rakı masamda Fener'e laf ettirmem arkadaş. Ben adamın....�� Rıfat lafın dibini getiremedi, çünkü piyaz tabağını kafasına geçirmiş ve herife küsmüştüm. Galatasaraylılar'a da hoşçakalın demeden meyhaneden çıktım. Çünkü son Ankaragücü maçından beri onlarla da küsüm. Eve gelince kaplumbağama tek laf etmeden mamasını uzaktan suya attım. Artık onunla da konuşmuyorum. Nankör meret, özene bezene ona yaptığım kuru köfteden hiç yememiş, üstüne üstlük sıfır numara dikiş iğnesi gibi sivri dişleriyle parmağımı dişlemişti. * * * Çevremdeki herkesle küsüşüp konuşamadığım için beni bir muhabbet hasreti basmıştı. Bazen İngiltere'ye telefon edip bacanağım Nevil'le üç-beş cümle laflıyorduk. İngilizce çabalamak Türkçe muhabbetin yerini tutmuyordu. Allah rızası için siz söyleyin, kabahat bende mi? Bu *****lere küsmezsin de ne yaparsın? Herkes seni kırıp kızdırmak için ne bahaneler yaratıyor!.. Ama onların sözüne, sohbetine ihtiyacım yok. Ben de kendi kendime konuşurum olur biter. ��Vaay günaydın Oğuz'cuğum.�� ��Sana da günaydın Oğuz'cuğum.�� ��Seni gördüğüme çok sevindim, bu sabah nasılsın?�� ��Fena değil, mide bulantısı ve baş ağrılarım geçince daha iyi olacağım.�� ��Şu rakıyı azalt, artık günde bir büyük şişeyi kaldıramıyorsun.�� ��Benim rakımdan sana ne hıyar!.. Asıl sen günde içtiğin 4 paket sigarayı azalt. Ayazda kalmış sokak iti gibi öksürüp duruyorsun!..�� deyip kendime de küstüm. Kendimle küs olduğum için de günlerdir tıraş olmuyorum ve kendimi yıkamıyorum. 23 Eylül 2001
  18. Zamparalık zor zenaat! (Oğuz Aral) 70'ine yakın üç moruk bir rakı masasına oturunca ne konuşurlar? Tabii ki siyaset... Biz de yine öyle yaptık. Cevat, Yavuz ve ben önce ekonomik krizin gerçek nedeni olan borsayı kapattık ve banka sayısını üçe indirdik. Sonra hükümette bazı değişiklikler yaptık, ama Ecevit'i başbakanlıktan almak ve 25 bakanı değiştirmek bizi kesmedi. Başkansız bir Partisizler Partisi kurup halk oylamasına, yani referanduma gittik. Halkın oyuyla Meclis'e gelip ülkeyi 3-5 parti başkanının elinden kurtardık. Alçak gönüllü olduğum için arkadaşların beni Kültür Bakanı yapmalarına ses etmedim. Ama Cevat'ın ille de Temizlik Bakanı olmasına karşı çıktım. Evet, Cevat deli-titiz bir adamdı. Sizinle toka etse hemen gidip ellerini yıkar, para saymadan önce cebinde taşıdığı lastik eldivenlerini giyerdi. Ama milletimiz mutlaka ve her gün yere tükürür diye tükürük vergisi almak, Devlet Çöp Denetim Kurumu kurup her evin çöpünü teftiş etmek ve beğenmediği çöpleri evlere geri göndermek gibi uygulanması olanaksız tasarıları vardı. Zaten Temizlik Bakanlığı diye bir bakanlık da yoktu. Yavuz, Spor Bakanlığı'na razı oldu. Cevat'ı da Birleşmiş Milletler Çöpçüler Federasyonu Genel Başkanı yaptık ve hırsız-gürsüz ikinci kadehlerimizi de bitirdik. Üç moruk bir araya gelince ikinci kadehten sonra ne konuşur? Tabii futbol... Yavuz, ��Bu futbol yazarları şimdi hiç utanmayacaklar mı? Garip Romen'in ne ahmaklığını, ne korkaklığını bıraktılar. Adama çingene bile dediler. Sanki çingenelerin futboldan anlamaları mümkün değilmiş gibi... Ama Luçesku gitti, Galatasaray'dan iki kere iyi Fransız takımını usta taktiğiyle yeniverdi. Reyting için yırtınan bu yazar milleti şimdi ne halt edecek?�� ��Onu bilmeyecek ne var, şimdi yamyamlar gibi Mustafa Denizli'yi dişleyip yemeye başlayacaklar�� dedi Cevat. Ben hiçbir takımı tutmadığım ve futbol geyiklerinden sıkıldığım için sabırla dördüncü kadehi bekledim. Çünkü bir rakı sofrasında üç duble rakının mayışıklığından sonra üç moruğun en derin muhabbeti zamparalık üstünedir. Cevat dördüncü kadehinden bir fırt çekip gözlerini tavana daldırdı. Tam hicranlı bir ah çekecekti ki, Yavuz ondan hızlı davrandı. ��Şu patlıcan salatasına baktım da aklıma Suna geldi.�� dedi. Boş yere patlıcan salatasıyla Suna'nın ne ilgisi var diye düşünmeyin. Yavuz taramaya ya da piyaza da baksa aklına yine Suna'yı getirecekti. Çünkü muhabbetin programı buydu. ��Hatırlar mısın Oğuz, kız benim için trilyoner tekstil fabrikatörü nişanlısından ayrılmıştı.�� ��Hatırlamaz olur muyum? Nohut büyüklüğündeki tek taş pırlanta nişan yüzünüğünü de oğlanın yüzüne fırlatmıştı.�� ��Ama ben kızın kıymetini bilemedim. Onu Sevim'le boynuzladım.�� Ben de gözlerimi midye tavaya daldırıp bilgiç bilgiç kafamı salladım. ��Ne yapalım, zamparalık zor meslek. Mevlám Ademoğlunun bir kısmını zampara yaratmış. Bizim ne günahımız var? İnsanın yalvarıp yakaran, kendi için gözyaşı döken bir hatuna karşı yüzü tutmuyor. Hele o hatun Semra gibi anadan doğma sarışın ve selvi boylu bir dilber olursa... O sırada ben Canan ile yaşıyordum ve Füsun ile de flört ediyordum. Canan'la Füsun'un peşinde kimler yoktu ki?.. İsimleri lazım değil, bakanlar, yakışıklı film artistleri, bankacılar vs... Ama o kızlar beni seçmişlerdi. Fakat ben Semra yüzünden ikisini de yüzüstü bıraktımdı. Hatırladın değil mi Cevat?�� ��Hatırlamaz mıyım? Hatta Canan tentürdiyot içip intihara bile teşebbüs etmişti de, hastaneye zor yetiştirmiştik. Ama sen yine şanslısın. Benim Sabahat intihara boşverip beni babasının av çiftesiyle kovalamıştı. Şu anda hayatta olmamı tüfeğin boş oluşuna borçluyum. Çünkü beni Maksim Gazinosu'nun assolistinden kıskanmıştı. Sen hatırlarsın Yavuz, kızın kıskanmakta da hakkı vardı değil mi? Keh...Keh...Keh!..�� Yavuz, ��Bilmez miyim canım, Sabahat'ın korkusundan tam 2 hafta benim evde saklanmıştın.�� dedi. Aslında birbirimize anlatıp onayladığımız bu zamparalık anılarının hiçbirini hatırlamıyorduk. Ama bir arkadaşın zamparalık öyküsüne tanık olarak katılınca o öykü üçüncü kişiye karşı gerçeklik kazanıyordu. Yani ben Yavuz'un Suna'sına tanıklık edince, Cevat'ın inanmaktan başka çaresi kalmıyordu. Bir nevi zamparalık şikesi bu. Ama beşinci kadehle ve acılı ezmeyle çok iyi gidiyordu. O sırada gözüm arka masadaki huri gibi üç genç kıza ilişti. Ne güzel, artık genç kızlarımız da yanlarında erkek olmadan meyhaneye gelebiliyorlar. Yavuz'la Cevat'a döndüm: ��Gerçek zamparalık genetik bir kişiliktir. Bunun yakışıklılıkla ya da yaşla başla ilgisi yoktur. Ölen horozun gözünün çöplükte kalması gibi, kaçınılmaz bir tutkudur. Oysa sizin zamparalıklarınız tarihin tozlu sayfaları arasında kalmış. Fıstık gibi delikanlıyken dedem de zamparalık yapar.�� İçimizde en genç olan Cevat bu mini tiradıma bozuldu. ��Ben hayatımda yarı kel, koca göbekli ve bastonsuz zor yürüyen zamparaya pek rastlamadım!�� diye bana laf dokundurdu. Aklınızda bulunsun, altıncı kadehten sonra kimseye laf dokundurmayın. Cevat'ın yüzüne en küçümser ve alaycı bakışlarımla baktım. Sonra bastonuma dayanıp ayağa kalktım ve de gidip kızların masasına oturdum. Ama daha önce yedinci kadehi diplediğim için bu gidiş biraz sallantılı ve çarptığım yan masadaki kadehleri devirdiğim için biraz da maceralı oldu. ��Merhaba kızlar, nasılsınız?�� ��Aaa, hoşgeldiniz... Siz nasılsınız?�� ��Sizce nasılım? Bence hálá yakışıklıyım öyle değil mi?�� Bu cesaretimden ötürü gururla dönüp bizim masaya baktım. Ama masa boştu. Yani Cevat'la Yavuz alçağı beni bırakıp tüymüşlerdi. Benim için artık dönüş yoktu. Bir zamanlar suratıma yakıştırdığım en çapkın ifade olan sol kaşımı kaldırıp yamuk yamuk bıyık altından gülerek, ��Niçin bu kadar yalnızsınız? Oysa gece daha yeni başlıyor. Bu dünyada ıssız adanızı paylaşacak elbet yalnız bir yürek bulunur.�� gibisinden edebi birkaç söz ettim. Kızların ikisi yüzüme ekşi ekşi bakıp randevuları olduğunu söyleyip gittiler. Ama adının Banu olduğunu öğrendiğim sarışın, maalesef gitmedi. Üstüne üstlük mavi gözlerini benim miyop gözlerime daldırıp, ��Eee, şimdi ne olacak?�� diye sordu. ��Ne mi olacak, ben sana önce Erasmus'un Yaşama Sevinci Felefesi'nden söz edeceğim. Sonra da Edgar Alan Po'dan şiirler okuyacağım. ��Senelerce senelerce evveldi Bileceksiniz, yaşayan bir kız vardı İsmi Anabel Lii....�� ��Yemezler!..�� ��Türk şairlerinden de okurum canım. Örneğin Nazım'ın, ��Sen yanmasan, ben yanmasam Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?..�� ��Palavrayı bırak. Sen bu masaya zamparalık yapmak için gelmedin mi?�� Ben kem-küm etmeye uğraşırken Banu, ��Lafı dolandırma. Zamparalığa geldin. İşte o zaman yap da görelim!..�� dedi. ��Aman kızım....�� ��Ben senin kızın değil, artık kız arkadaşınım. Senin eve mi gidiyoruz, yoksa benim eve mi?�� ��Seninkine asla olmaz. Ben yatağımı yadırgarım. Ayrıca çizgili pijamalarım olmadan da uyuyamam.�� ��O zaman senin eve gidiyoruz.�� ��Neeee? Benim evde boya-badana var. Ayrıca benim ev Edirne'de!..�� diye itiraz ettimse de fayda etmedi. ��O zaman en yakın otele gidiyoruz. Üstelik parası da benden. Ben zampara adamı severim. Üstelik yaşlısını daha çok severim!�� deyip ite-kaka beni sandalyemden sökütüp sokağa çıkardı. Uzun boylu, güçlü kuvvetli bir kızdı. Otel odasında beni yatağa oturttu. Sonra bir şarkı tutturup dans ederek yavaş yavaş soyunmaya başladı. Dolgun ama yerçekimine itiraz eden göğüsleri ve balerin gibi uzun bacakları vardı. Yerimden kalkıp pencereyi açtım, ��İmdaaaat!.. Burada adam öldürüyorlar, cankurtaran yok muu!..�� diye haykırmaya başladım. 30 Eylül 2001
  19. Türkler her şeyi bilir (Oğuz Aral) Bir İstanbul çocuğu olarak artık kırık dökük de olsa İstanbul�un bana bırakılan birkaç güzel yerlerinden biri de Sahaflar Çarşısı�dır. Orada eski yeni bütün kitaplar satılır(dı... Şimdi fazla turistik oldu.) Anadolu�da yaşayan okurlarım için yerini söyleyeyim. Bir yanı Kapalıçarşı bir yanı Beyazıt�tır. İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin nefeslendiği eski Çınaraltı�na bitişiktir. Yani İstanbul�un Beyoğlu gibi tarihi bir merkezidir. Bana da yılda birkaç kez Sahaflar özlemi basar. Başıma gelecekleri göze alıp Sahaflar�a uğrarım. Bindiğim taksinin şoförüne, �Sahaflar Çarşısı�na gidiyoruz� dedim. �Emrin olur abicim. İstersen radyoyu kapatayım.� Bir adam taksinin radyosunda inim inim inliyordu. Ama delikanlının keyfini kaçırmak istemedim. �Sesini kıs yeter.� �Bu söyleyen Müslüm Abimiz. Eskiden halk müziği okurdu. Bağlama da çalar haa... Aşık olunca kendini arabeske vurdu. Biliyorsun Muhterem Nur yengemize aşık oldu. Muhterem Nur yengemiz, zamanının öyle bir sinema starıydı ki Meltem Cumbul yanında kaç para!.. Sonra barlara düştüydü de Müslüm Abim çekip aldı. Sinema dünyası böyledir işte. Ama Türkán Şoray ablamıza bu yapılan reva mıydı? Sen ömür boyu sinemada uğraş didin, Rüçhan Adlı eniştemizin yıllarca kahrını çek, yüzlerce filme karşı altı üstü Boğaz�da bir villa sahibi ol. Onu da eniştemizin çocukları elinden alsınlar! Sen söyle be abicim, bu namkörlük değil de nedir?� �Vallahi bu anlattıklarından hiç haberim yok. Ama herhalde nankörlüktür.� �Tabii ki namkörlüktür. Ama namkörlüğün kralını Ali Şen Oğuz�la Aykut�a yapmıştı. Çocukların günahı o yıl, Fener�i şampiyon yapmaktı. Ama Aykut sonra ne yaptı?� �Ne yaptı?� �Gitti, İstanbulspor�un antrenörü oldu. Ve, Fener�in ünlü Daum�una 3 çekti.� �Vay canına, aferin çocuğa.� �Senin haberin yok muydu be abi. Sen hiç spor sayfası okumuyor musun?� �Arada bir okuyorum ama pek bir şey anlamıyorum. Örneğin, tandem ne demek? 3-4-3 veya 4-4-2 ne demek bir türlü anlayamıyorum.� �Sen epeyce ***** kalmışsın abi. Fatih Terim imparatorumuz bir zamanlar Gassaray�ı tandemsiz oynattığı için yıllarca şampiyon olmadı mı?� �Eee, şimdi ne oldu?� �Tabii Hıncal Abimizi dinlemedi.� �Ama Daum, Can Bartu�nun dediğini bir bir yerine getirdi.� Kabataş�ı geçerken şoförün sertçe vites değiştirmesinden Beşiktaşlı olduğunu anladım. Ama şu sıralarda belli etmek istemiyordu herhalde. Konuyu, �Çok yanlış yapıyorlar çook!� diye değiştirdi. �Kimler?� �Tabii, hükümet.� �Ne yapsalardı?� �Önce yurtdışına para kaçışını önleyeceklerdi. Bankana gidiyorsun, benim 10 milyon dolarımı fişmekán gavur bankasına gönder diyorsun. Banka da hay hay deyip kayıtsız kuyutsuz dolarları gavuristana postalıyor. Burası dingonun ahırı mı be!� Dolar sözcüğünü duyunca, her Türk gibi ben de kulaklarımı diktim. Kara kuru ve yaşı belli olmayan şoförüm haklıydı vallahi. Küçük bir bakkal dükkánı açabilmek için 20 belge, 30 izin kağıdı soruyorlardı. Ama yurtdışına milyonlarca dolar gönderenden şoför ehliyeti bile soran yoktu. Vallahi benim şoför bu işleri TV ekonomistlerinden daha iyi biliyordu. �Dünyada dolar düşerken bizde nasıl yükseliyor haa! Biz uzaydaki bir ülke miyiz abicim? Aslında doları devlet yükseltiyor.� �Devlet doları niye yükseltsin yahu?� �Türk Lirası�yla olan iç borçlarını küçültmek için.� �Ya dolarla olan dış borçların ne olacak?� �Onları zaten ödemiyorlar ki... Hababam yenisini alıyorlar.� Dayanamayıp sordum: �Sen hangi okulu bitirdin?� �İlkokulu bitirdim, ortaokulu da 2�den terk ettim.� O sırada kahrolası kramplarımdan biri kasıktan sol bacağıma saplandı. Koç�un taksi niyetine imal ettiği arabalar bende hep kramp yapar. Herhalde ıhlayıp suratımı ekşitmiş olacağım ki şoförüm meraklanıp sordu: �Geçmiş olsun bir rahatsızlığın mı var abi?� �Arada bir kramp saplanıyor, boşver az sonra geçer.� �Ne ilaç kullanıyorsun?� �Kalsiyumlu, magnezyumlu, vitaminli bazı ilaçlar... Biraz da ağrı kesici... Aslında ihtiyarlığın ilacı yok.� �Sen o ilaçların topunu kaldırıp at. Arpa lapası yapıp içine kafuru karıştır. Biraz da rakıda eritilmiş Urfa�nın isot biberini kat. Ağrıyan yerlerine sarıp sarmala. Üç gün sonra Salome�den hızlı koşmazsan bana da Kazım demesinler.� �Salome kim?� �Aaa bilmiyor musun?� �Bilmiyorum.� �Salome bu yılın en sürprizli safkan kısrağıdır. Bana göre çim koşularında üstüne yoktur. Bir koy 21 al.� �Atlardan da anlıyorsun galiba.� �Pek değil. Ben asıl yağlı güleşten anlarım. Ahmet Taşçı�da doping çıktıktan sonra Kırkpınar bitti sayılır.� O sırada Galata Köprüsü�nden geçiyorduk. Birden burnuma ızgara balık kokusu çarptı. Herhalde sandalda balık-ekmek satıyorlardı. �Bunlar balık pişirmeyi bilmez. Güzelim palamudu takoz kesip kızartırlar. Oysa palamuttan harika şiş olur. Tabii biraz yağlı olacak... Kılıç şiş yapar gibi lokmaların arasına da defne yaprağı, limon ve yeşil biber dizeceksin. Ama benim Tayyip�ten pek umudum yok.� �Şimdi durup dururken Tayyip de nereden çıktı? Palamutla Tayyip�in ne ilgisi var?� �Çok ilgisi var. İkisi de taklitçi abicim. Palamut balığı torik taklidi yapıp lakerda oluyor. Tayyip, laik taklidi yapıp sonra da ne kadar eski Faziletli ve dinci milletvekili varsa partisine dolduruyor. Ha torik, ha Tayyip!� Ben Tayyip Erdoğan�ın lakerda halini düşünürken Kazım, �Askerin vakti yavaş yavaş geliyor. Bu partiler demokrasi dümeniyle bize hálá bu üçkağıtçılığı zorlatmaya devam ederlerse yine dayak yiyecekler. Ama onlar onca asker dayağından sonra dayak arsızı oldukları için bir yolunu bulup hacıyatmaz gibi yine dikilip iktidara gelirler.� Vay canına, ****** yerine koyulan sıradan vatandaşlarımızdaki bu bilgi ve görüşler, meğer değme köşe yazarlarımızda yokmuş da benim de bundan haberim yokmuş. Ben ulusumuzun görmüş geçirmiş bilgeliğini, öngörüsünü uzun uzun düşünürken Kazım, �Geldik abicim� dedi. Arabanın penceresinden baktım. Etrafta bol bol market, giysi dükkánı, hatta mobilyacı bile vardı. Ama kitapçı yoktu. Kazım�la muhabbete daldığım için geçtiğimiz yollara pek dikkat etmemiştim. �Nereye geldik?� �Sahaflar Çarşısı�na.� Birkaç yıl o çevrede yaşadığım için çarşıyı hemen tanıdım. �Lan burası Sahaflar Çarşısı değil, Yeşilköy Çarşısı! Aralarında en az 15 kilometre var!� �Ne bileyim be abicim. Ben karşının şoförüyüm.� �Muhterem Nur�u, Hıncal abimizi, bacak ilacını, torik şişi ve memleketin nasıl kurtarılacağını öğreneceğine, kendi işini öğrensene hıyar!� diye dellenip Kazım�ın arabasından indim. ***** her şeyi biliyordu ama, her Türk gibi kendi işini bilmiyordu. Ben Sahaflar Çarşısı�nın yerini bilen bir şoför ararken o arkamda, �Arpa lapası ılık olmalı abi� diye sesleniyordu. 21 Mart 2004
  20. Artık değişmek istiyorum (Oğuz Aral) Sabah yüzümü yıkarken aynadaki gözaltları torbalanmış, kırışık suratlı ve kırık burunlu adama bezginlikle baktım. Artık ondan sıkılmıştım. Sadece ondan değil, her şeyden sıkılmıştım. Aynı odada uyanıp, aynı tuvalette yüz yıkayıp, aynada aynı suratı seyredip, aynı ocakta çay pişirerek aynı güne başlamaktan gına gelmişti. Bütün günüm de hep aynı işleri yapıp, aynı kişileri görüp, aynı lafları konuşmakla geçiyordu zaten. Salının cumadan farkı yoktu. Hangi ayda ya da hangi yılda olduğu benim için fark etmiyordu artık. Belki de sizler gibi... * Gazetelerimi almak için caddeye çıktım. Büfeci Salih her zamanki gibi günlük sigaralarımı ve gazetelerimi hazırlamıştı. ��Artık Malboro layt istemiyorum. Sen bana uzun Maltepe ver. Bunların yerine de Akşam, Takvim ve Star gazetelerini istiyorum�� dedim. Salih yıllardır ilk kez, ��Ne olacak bu memleketin hali be abi?�� diyemedi. Hiç konuşmadan istediklerimi çıkarıp verdi. Suratındaki şaşkınlığı görmezden geldim. Dönüşte eczaneye uğrayıp sarı saç boyası aldım. Eve gelince banyoya gidip önce 48 yıllık bıyıklarımı kestim. Sonra da kafamda bana sadık kalıp dökülmemiş olan saçlarımı sarıya boyadım. Aynaya bakarken aybaşında maaş alınca gözlerim için de mavi lens almaya karar verdim. İnatçı göğüs kıllarım boya tutmadı, ben de onları jiletle kazıdım. Karyolayı söküp mutfakta yeniden kurmak çok vaktimi aldı. Çok yorulmuş, dilim damağıma yapışmıştı. Canım yine demli bir çay çekti. Hemen bir neskafe pişirip içtim, artık çaya paydos! Bundan böyle yatak odasında değil, mutfakta yatacaktım. Uyurken çarpmayayım diye tezgáhtaki tencere ve tavaları da yatak odasına taşıdım. Sonra kapıcı Yusuf'a boya aldırıp bej ve açık mavi olan evimin duvarlarını mor ve sarıya boyadım. Boya faslı üç günde bitti ama ben de bittim. Belim, bıkınım tutmaz oldu. Gidip mutfaktaki karyolama yattım. Mutfakta yatmanın bazı yararları varmış meğerse. Rakınızı doldurmak ya da gece yarısı su içmek için sıcacık yatağınızdan kalkıp koridora geçerek mutfağa gitmek zorunda kalmıyorsunuz. * Sokağa çıkmak için giyindim. Sonra vazgeçip soyundum. Çünkü, giydiklerim yıllardır giydiklerimdi. Onların yerine oğlumun dağcı Mahruki elbiselerine benzeyen içi müflonlu haşır huşur sentetik pantolon ve anoraklarını sırtıma geçirip sokağa çıktım ve yanımdan geçen ilk kadına, ��Yesinler seni yavruuum!�� diye laf attım. Kadın zınk diye durup bana baktı. Yaşı bana yakındı. Üstelik tesüttürlüydü de. ��Sen ne dedin?�� ��Yesinler seni yavrum dedim.�� ��Ağzında doğru dürüst diş kalmamış. Bu protezinle beni mi yiyeceksin moruk?�� ��Kusura bakmayın hanımefendi, ben yaşamımda büyük bir değişiklik yapıyorum. Ömrümde kimseye laf atmadımdı. Değişiklik icabı bir hatuna laf atayım dedim, o da size rastladı. Aslında vallahi kötü bir niyetim yoktu.�� Yaşlıca hanım yüzüme öfkeyle bakarken birden gülmeye başladı. ��Hayatında değişiklik istiyorsan, önce niyetini değiştir avanak�� deyip yürüdü gitti. Yürürken geniş kalçalarını hafifçe sallıyor gibi geldi bana. * Kılık kıyafetime ve bıyıksız sarı suratıma bakan koruma görevlileri beni gazeteye sokmak istemediler. Ama yarım saate kalmadan onlara ben olduğumu ve yaşamımı değiştirdiğimi ispatlayıp zar zor içeriye girdim. Genel Yayın Yönetmeni'me, ��Ben bundan sonra bu gazetede karikatürcü ve yazar olarak çalışmıyorum. Artık ben bir foto muhabiriyim�� dedim. İnandırıcı olmak için de yolda gelirken çektiğim sokak itleri ve kuş resimleriyle dolu film rulosunu masasına koydum. Boynuma taktığım Milattan Önce imal edilmiş bir Kodak Retina 2 makinesine de iki şapşap attım. Böylece benim kamerası kendinden dahi bir gazete fotoğrafçısı olduğumu anlamasını sağladım. Yayın Yönetmenim, ��Ah ne iyi ettiniz de meslek değiştirdiniz. Bizim de tam bu sıralarda bir fotoğraf muhabirine ihtiyacımız vardı�� dedi. Sonra odasından hızla çıkıp gitti. * Gazetenin barında barmen Fikret'in getirdiği rakıya bozulup, ��Sen benim rakıyı değiştirip votka içmeye başladığımı bilmiyor musun?�� diye hırladım. Kanat'ı yakalayınca, ��Reymınd Çentlır, Deşyıl Hemıt'a beş basar!�� dedim. Kanat delikanlı çocuk. Deşyıl Hemıt'ına laf kondurtmaz. ��Teessüf ederim ağabey, hani sen de Deşyıl Hemıt'çıydın.�� ��Ohho, o eskidendi oğlum. Ben artık Reymınd Çentlır'ı tutuyorum�� dedim. Bu iki adam da birer Amerikan dedektif romanı yazarıdır. ��Ama Çentlır sağcıdır.�� Sağcı sözünü duyunca bizim haber müdürü Reha'nın kulakları dikildi. ��Benim bildiğim Oğuz Ağabey sağcı hiçbir şeyi tutamaz!�� dedi. ��Ben artık değiştim Reha. Marks da sağcının tekiydi ve hizmetçisine sulanıyordu.�� Reha bana küskün küskün baktı, rakı bardağını alıp başka bir masaya gitti. Ben de hiç oralı olmadım. Çünkü artık değişmiştim. * Eve gelip salon camlarının karşısında görünen manzaranın benim gibi değişmediğini görünce canım sıkıldı. Kız Kulesi ve Polat İnşaat'ın diktiği kule yine yerli yerinde duruyordu. Sarı renkli saçlarım, bıyıksız suratım, mutfaktaki karyolam ve sağcı olmak beni yeterince değiştirmemişti. Oysa ben yaşamımın kalan kısmını değişmiş olarak yaşamak istiyordum. Hemen ertesi günü yok pahasına dairemi sattım. Coğrafyamı da değiştirmeliydim. Gidip bir köyde yaşamaya başladım. Artık hem ben hem çevre değişikti. Müezzin bile ezanı Mecidiyeköy'de değişik okuyordu. Zaten onun hoparlörü bozuk olduğu için ezanın yarısından fazlası elektronik düdükler arasında duyulmuyordu. En büyük değişiklik olarak köydeki herkes mutluydu. Kimsenin çantası kapkaçlanmıyordu, kimsenin evi soyulmuyordu. Trafik kazası bile olmuyordu. Çünkü, köyde kasabaya giden bir tek eski minibüs vardı. Onu da 20 yıllık şoför Hüsmen Dayı 40 kilometrelik hızla kullanıyordu. Minibüs zaten daha fazla gidemiyordu. Ama gözüm ister istemez bir gece köy kahvesindeki televizyona takıldı. Önce Tayyip Erdoğan, ardından Deniz Baykal göründü. Derken üç-beş adet trafik kazası izledim. Sonra devleti hortumlama haberleri başladı. Ardından da televizyon röportajcısı mikrofonu gözleri börtlemiş, sıskacık ve sefil giyimli birinin burnuna tuttu. Çünkü herifin suratı sırf burun ve bıyıktı. Adam, ��Hükümet uyuyo muuu, ben bu asgari ücret inen 14 çocuğumu nasıl geçindiriceem?�� diye ünülüyordu. * Eve gelip saçlarımı tekrar kahverengiye boyadım. Tıraş oldum ama bıyık kısmıma dokunmadım. Birkaç hafta içinde eski bıyıklarıma nasıl olsa kavuşurdum. Kendime bir çay demlerken, ��Bunları değiştirmeden sen hayatını değiştirmeyi nasıl becerebilirsin?�� diye homurdanmaya başladım. Sabah, balkondaki kutuda sığırcık yavrularının yine cikcikleriyle uyandım. Verdiğim günlük yemlerine bu kez boşverip uçup gittiler. Çünkü, değişmişlerdi. Yavruluktan kuşluğa terfi etmişlerdi. Arkalarından uçmayı, yedinci kattan gözüm yemedi. Onlara, ��Ciyyuk!��, yani ��Sizin kadar bile olamadım�� diye seslendim. 28 Mart 2004
  21. İki köşe yazarı (Oğuz Aral) Çetin, belki de yaşamında ilk kez hiç konuşmadan iki kadeh rakıyı üst üste devirdi. Bu suskunluk hiç hayra alamet değildi. Derdini üçüncü soruşumdan sonra, �Artık okunmuyorum!� dedi. �Ne yapalım, herkesin bir modası var. Ben de okunduğumu sanmıyorum. Son okur mektubumu bir ay önce aldım.� �Ama Yayın Müdürü geçen gün bana, Çetin Bey dedi.� �Ne var bunda, kibar adammış.� �Yıllarca Çetin Ağabey diye yırtınan adam durup dururken ne diye bey diyor?� �Ne diye diyor?� �Araya bey lafıyla resmiyet sokuyor. Çünkü yakında beni gazeteden atacak. Ama söylentilere bakılırsa seni benden önce atacak!� Öyle bir �Yok yahuu!� çekip zıplamışım ki, ortamızdaki masa zangırdadı. Meze tabakları birbirine çarptı. Çetin�le aynı gazetenin ayrı köşe yazarlarıydık. Ve halimizden memnunduk. O köşeleri ele geçirmek için ne savaşlar verip ne taklalar atmıştık. İşe muhabirlikten başlayıp köşe yazarı olmak ne demektir bilir misiniz? Vallahi bir mahalle muhtarının bakan olması bile daha kolaydır. Bu kez efkár sırası bana gelmişti. Bu yaştan sonra Babıali�de iş arayacak ne halim, ne mecalim vardı. Çetin�in durumu benden de beterdi. Evlenip ayrılmayı spor haline getirdiği gibi, bakıp beslemesi gereken bir sürü çocuğu vardı. Çetin�i çok severdim. Gençliğimizden beri Babıali�de derdimizi ve simitimizi paylaşmıştık. Kardeş gibi birbirimize hep arka çıkmıştık. �Vuruşmadan çekilmek yok!� diye kükredim. �Ne yapacağız ki?� �En çok okunan köşe yazarları olacağız.� �Nasıl olacağız? Bütün fikirlerimi yüzlerce kere yazdım. Bütün esprilerimi yüzlerce kere patlattım. Hatta fıkra kitaplarından fıkra bile yürüttüm. Okurlar artık bizi ezberledi oğlum!� Tam o sırada meyhanenin önünde kavga çıktı. Tüm meyhane halkı huryaa deyip sokağa fırladık ve çember olup kavga dövüş birbirini paralayan iki salağı seyre durduk. Hatta içimizden, �Kafa at lan!..� �Mideye çalış!..� �Karate yap be karate!� diye tepişenler akıl öğretenler bile çıktı. �Şu bizim milletteki dövüş seyretme merakını gördün mü?� �Gördüm, ne olacak?� �Biz de dövüşeceğiz ve millet de bizi okuyacak. Tabii bu, şike bir dövüş olacak. Yani, danışıklı dövüş... Sen köşende bana giydireceksin, ben köşemde seni taştan taşa çarpacağım... Okur milleti de bizim dövüşümüzü okurken ağızlarından keyifli salyalar dökecek!..� * �Sevgili arkadaşım ve köşe yazarı komşum Çetin dünkü yazısında, hükümetin ekonomik politikasını eleştirmiş. Merkez Bankası�nın dolara müdahalesini yersiz ve zamansız bulmuş. Bu sözleri okuyunca insanın gülesi geliyor. Sayın Çetin hangi ekonomi bilgisiyle bu fetvayı veriyor? Benim bildiğim Çetin, aybaşını bile zor getiren, hesaptan kitaptan habersiz bir garibandır. Cebindeki paradan haberi olmayan birinin hükümete akıl vermesi, bana çok komik geliyor.� * �Gazetemizin arka sayfalarındaki sayın köşe yazarı Oğuz, dün benim ekonomiden anlamadığımı yazmak cüretinde bulunmuş. Ben bu ekonomik fikirlerimi büyük ekonomi felsefecisi Adam Smith�e dayanarak yazdım. Oğuz acaba hayatında Adam Smith�ten tek satır okumuş mudur? Tabii ki hayır!.. Agatha Christie gibi kıytırık polisiye roman okumaktan, bilimsel bir kitap okumaya vakit kalır mı? Beni hesap bilmemekle suçlayan adam, önce bana olan 30 milyon borcunu öder. Neredeyse bir yıl oldu yahu!.. Üstelik o sırada dolar 900 bin liraydı.� * �Sayın köşe yazarı Çetin, her çaresiz ve perişan kalan yazar gibi işi şahsiyata dökmüş. Benim ekonomik tezlerime bilimsel bir yanıt bulamayınca eski defterleri karıştırıp benim ona 30 milyon borcum olduğunu yazmış. İnsan biraz utanır bee!.. Boğaz�da Parodi restorandaki yemek hesabını kim ödedi?.. Hele bana kakaladığın son karın ve kayınvalidenle geldiğin Sivis Otel�deki ziyafet bana kaça patladı haberin var mı? Kredi kartı borcumu senin yüzünden hálá kapatamadım. Ama köşe yazarlığının namusu nedeniyle ben bunlardan söz etmek istemiyorum. Paranı en kısa zamanda göndereceğim. Para senin olsun, yazarlığın namusu bana yeter!� * �Oğuz diye kaza ile yazar olmuş biri, dün bizim gazetede köşe yazarlığının namusundan söz etmiş. Bunları yazarken belki de çarpılmıştır. Çünkü, bu sözleri duyunca Nadir Nadi, Peyami Safa, Va-Nu gibi köşe yazarlarının kemikleri kıkırdamış, belki de yattıkları yerden nefretle doğrulmuşlardır. Demek ki köşe yazarlığının tele-volesi de böyle oluyormuş. TÜHH!..� * Patlıcan kızartmaya hamle eden Çetin�in gözlerinin içi gülüyordu. �Haberin var mı? Yayın Yönetmeni bana tekrar Çetin Ağabey demeye başladı. Çünkü gazetenin satışı patladı.� �Ben de iki gazeteden transfer teklifi aldım. Hem de dolarla... Ama bizim yönetmen teklifleri duymuş, maaşıma yüzde 300 zam yapınca gık diyemeyip bizim gazetede kaldım.� �Vay alçaklar, bana yüzde 200 zam yaptılardı.� �Dellenme de şükret... Senin maaşın benden fazlaydı zaten!.. Haydi kavgamızın şerefine Çetin�ciğim.� �Polemiğimize ve kavgamıza Oğuz�cuğum.� �Tırring!..� * �Ey patron emriyle başbakan kuyruğunda dolaşan yazıcı!.. Sana artık yazar bile diyemiyorum. Ey Çetin!.. Pirimiz Sedat Simavi �Kalemini kır ama satma� demişti ya... Sen kalemini değil, donunu bile sattın. O plastik kalemini al da münasip bir tarafına dühul eyle!.. 30 yıl yazı yazdın, sonunda ola ola da patronun iş takipçisi oldun. Zaten evlenmeden de hiçbir karıyı beceremiyordun. Sen kompleksli birisin dangalak!.. Kamışına hakim olamayan, kalemine de hakim olamaz!..� * �Ey vatan haini Oğuz!.. Fidan gibi delikanlılar PKK ile dövüşüp şehit olurken, sen Boğaz�a nazır apartmanında 12 yıllık Bileyk Leybıl viskini keyifle yudumluyordun. Ülkenin minik yavruları çöplüklerde ekmek ararken sen İstanbul�da yeni açılan İtalyan lokantalarında Makaroni Bolonez ve Tramisu zıkkımlanıyordun!.. Ya Alman turistten olan gayrimeşru çocuğuna ne demeli?.. Kadın hálá çocuğun babasının sen olduğunu ispatlamak için Dışişleri Bakanlığı�nda kapı aşındırıyor hıyar!..� * Çetin, �Bodrum�da yeni bir yazlık aldım. Onun şerefine!..� deyip rakısını kaldırdı. Ben de onun gözüne bir sağ kroşe vurdum: �Ulan alçak, ben ne zaman İtalyan lokantasına gittim?� dedim. O da kalkıp, �Ne yapayım gitseydin� deyip altındaki sandalyeyi kafama geçirdi. Sonra ben onun midesine en sıkı aparkatımı vururken kafama inen rakı şişesini görmediğimi fark ettim. �İş takipçisi!..� �MİT ajanı!..� �Namus düşmanı!..� Hastanede gözlerimi açtığım zaman ilk sorum Çetin oldu. Çetin�de çok fazla hasar yokmuş. Sadece burnu kırılmış ve iki dişini kaybetmiş. Herif ufak tefekti ama yaman dövüşçüydü. İkimizi de aynı hastaneye yatırdıkları için Çetin odama ziyarete geldi. �Ah be, bu geceki kavgayı çeken bir TV kanalı olsaydı, köşeyi dönmüştük.� �Çekmişler, hatta bu gece oynatacaklarmış.� �Yarın en ünlü köşe yazarları biz olacağız.� �Hayır, yarın en ünlü işsiz köşe yazarları biz olacağız, çünkü patron bizi işten atmış!..� Çetin�in morarmış gözüne bakıp, �Gel Türkiye�yi yine kurtaralım!..� dedim. 4 Nisan 2004
  22. Kocaman elli kovboy (Oğuz Aral) Kendinden geçmişti. Burnunun dibine kadar yaklaşıp kendisini seyrettiğimin farkına bile varmamıştı. Bir káğıdın üstüne yumulmuş, bir şeyler çiziktiriyordu. 3-4 yaşlarında sevimli bir çocuktu. �Bir adamın eli kafasından büyük olamaz� dedim. �Bu adam değil ki, bu kovboy.� �Kovboy da olsa, eli kafasından küçük olmalı.� �Sen anlamazsın, bu yumrukçu bir kovboy!.. Eli küçük olursa bir vuruşta haydutları nasıl yere yıkabilir?� �Kafalarına odunla vurabilir!..� Ayıplayan gözlerle yüzüme bakıp kovboyun elini silgiyle sildi, sonra da kovboya daha büyük bir el resmi çizdi. * Birkaç yıl sonra onu bir ağacın altına yatmış, mutlu bir ifadeyle dalları ve yaprakları seyrederken gördüm. �Ağaçları çok seviyorsun galiba.� �Hayır, Suat�ı çok seviyorum. Hatta, ona aşık oldum.� �Suat da kim?� �Karşı komşumuzun kızı.� �Ama sen zaten başkasına aşık değil miydin?� �Ben resimlerde ya da rüyalarımda gördüğüm kızlara hep aşıktım. Ama Suat, dünkü kuka oyununda �Onu oynatmazsanız ben de oynamam! deyip benim yüzümden oyunu terk edince aşık olmayıp da ne yapacaktım?� �Peki Suat�ın bu aşktan haberi var mı?� �Suat�ın değil, ama annesinin haberi var. Çünkü, beni anneme şikáyet etmek için dün bize geldi.� �Kadını kızdıracak ne yaptın ki?� �Güya ben Suat�ların bahçesindeki bütün papatya yapraklarına �Suat... Suat...� diye kızının ismini yazmışım.� �Doğru mu bu?� �Tabii yalan!.. Yüzlerce, binlerce yaprağa yazı yazmaya kalem mi yetişir? Ben sadece 5-10 yaprağa yazabildim. Ama kadının göreceği tutmuş işte!..� * Yıllar sonra onu gördüğümde bir ağacın gövdesine sarılmış ağlıyordu. Ağacın kabuklarına tırnaklarını geçirmişti. Gözlerinde kederden çok hayret vardı. Hayret ederek ağlıyordu. 10 yaşına gelmişti. Yüzüme aldatılmış insanların küskün bakışlarıyla baktı: �Bugün babam öldü. Artık çizdiğim resimleri kim beğenecek, kim bana aferin oğlum diyecek?� �Korkma, eğer resimlerin gerçekten güzelse bir gün çok kişi aferin der... Hatta arada babanın aferin diyen sesini bile duyarsın.� * Onu birkaç yıl sonra Üsküdar sahilindeki Çiftekayalar�da beş oğlanın ortasında dayak yerken gördüm. Sıska bedeniyle direniyor, hatta arada bir kendinden daha iri çocukları yumruklayıp canlarını yakıyordu. Aralarına girip kavgayı durdurdum. Onu bir kenara çektim, öbür çocuklar, �O bize saldırdı amca!� dediler. �Ne halt etmeye 5 kişiyle kavgaya tutuşuyorsun? İşte böyle eşşek sudan gelene kadar sopa yersin!� �Ama onlar bana durup dururken küfür ettiler!� �Boşverseydin.� Morarmış gözüyle yüzüme bir tuhaf baktı. �Bazen dayak yemek, boşvermekten iyidir!� dedi. * Heybeliada Askeri Deniz Lisesi�nde giriş sınavları yapılıyordu. Son sınav matematiktendi. Onu pencereden görünen deniz manzarasına gözlerini dikmiş kara kara düşünürken buldum. Önünde boş bir sınav káğıdı vardı. �Cevapları biliyor musun?� �Biliyorum, zaten ben bu yıl lise ikinci sınıfa geçtim. Ama burada birincinin sınavına soktular.� �Kim soktu?� �Annem, babam öldükten sonra deniz subayı olursam geleceğim kurtulur diye düşünüyor.� �Olmayacak mısın?� �Ne yazık ki olacağım. Bu sınav káğıdını boş versem bile, girdiğim diğer sınavlardan aldığım notların toplamı okula girmeme yetiyor.� �Öyleyse gözün aydın. Aslan gibi bir deniz subayı olacaksın.� �Olmayacağım.� �Niye be?� �Ben subay olursam, karikatürleri kim çizecek?� dedi ve matematik sınav káğıdına askerlikle ilgili tuhaf karikatürler çizip sınıf subayına verdi. * Yıllar sonra Perspektif dersinden kaçarken, ona akademinin kapısında rastladım. �Yine mi okulu kırıyorsun?� �Ne halt edeyim, gazeteye geç kaldım. Zaten dün Anatomi dersi yüzünden karikatürümü yetiştirememiştim. Bugün de karikatür çizmezsem beni gazeteden atarlar.� �Bu gidişle akademiden de atacaklar ama... Biraz dişini sıkıp okulu bitir. Sonra istediğin kadar karikatür çizersin.� �Artık çok geç, para kazanmam gerek. Çünkü haftaya evleniyorum.� �Sen çıldırdın mı be?.. 19 yaşında evlenilir mi?� �Ya kaç yaşında evlenilir? Bu işin tarifesi var mı?� �Gel beni dinle, evlenme işini 3-5 yıl ileriye bırak da önce şu akademiyi bitir� dedim ama lafımın yarısı havada kaldı. Önümüzden geçen tramvaya atlamıştı bile. Artık çizdiklerini gazete ve dergilerde görüyordum. Fena çizmiyordu. Hatta, bir hayli ünlenmişti. Ama birkaç yıl sonra yazıp-çizdikleri sayfalardan yok oldu. Çizgilerine yıllarca rastlayamadım. Bir gün Beyoğlu�nda yürürken yanımda Opel Kapitan bir araba durdu. Şoför fırlayıp beni arabaya buyur etti. O, arka koltukta oturuyordu. �Ooo... Maşallah, lüks arabalar, şoförler... Anlaşılan köşeyi dönmüşsün� dedim. �Evet döndüm. Ama köşeyi tekrar geri geri dönmek niyetindeyim.� �Nasıl yani?� �Gazete ve dergi için çizdiklerimin onda birini bir şirket için çizince, köşeyi birkaç kez dönüveriyorsun. Babıali�de iş bulamayınca kendimi reklamcılığa vurdum. Ne yapalım, evin nafakası sözkonusu olunca meslek seçme şansın fazla olmuyor. Ama yarın tekrar Babıali�ye dönüyorum. Gık dedim ve reklamcılık şirketimi ortağıma bedelsiz bıraktım.� �Hálá evli misin?� �Evet ama, bu evlilik başka evlilik... Senin dediğin doğru çıktı. O yaşta evlenilmezmiş meğer. Ama şimdiki evlilikten çocuklarım bile var.� �O zaman rahat para kazandığın bu işini bırakma. Karikatürü arada bir keyif için çiz.� �Denedim, ama karikatür keyif için çizilmiyor, yazı keyif için yazılmıyor. Bu işler ancak çaresizlikten ve can havliyle yapılıyor. Yanında ikinci bir işi kaldırmıyor.� Öfkeyle, �Nasıl biliyorsan öyle yap!� dedim. * Yıllar sonra bir gece, meyhane dönüşü çıkardığı dergiye uğradım. Bir sürü tüyü yeni bitmiş delikanlıyla kapak karikatürü için tartışıyorlardı. Kapaktaki resme baktım. �Sen aranıyorsun, bunu basarsan yarın seni ince kıyım doğrarlar. Bak, arkadaşların senden genç ama, senden akıllı. Onlar bile bu kapağın basılmasını istemiyorlar!� �Eğer bu kapağı basmazsak, bugüne dek onca karikatürü niye çizdik? Bu delikanlılar bundan sonra çiklet resmi mi çizecekler?� dedi. Kapağın yayınlandığı gün o zamanki askeri cunta dergiyi kapattı. Yakalamak için de bizimkinin peşine düştü. * Pijamasıyla bahçesini sulayan yaşlı adamın yüzü bana pek yabancı gelmedi. O da kırpıştırdığı miyop gözlerini yüzüme dikti. �Gözün aydın, nihayet kazasız belasız güllerini sulayan bir emekli olmayı becermişsin� dedim. �Beceremedim, yarın ünlü bir gazetede yazıp çizmeye başlıyorum.� �Niye, paraya mı ihtiyacın var?� �Hayır, hatta bana para vermeyin dedim ama kabul etmediler.� �Bir kere de benim sözümü dinle. Tekrar başlama. Kendine ait kalan son zamanı gönlünce kullan. İster Floransa�ya gidip müzeleri gez, ister küstüğün bağlamanla barışıp türkü çığır... Kitaplıkta sonra okurum diye biriktirdiğin kaç kitabın oldu haberin var mı?� * Dün gece sabaha karşı kapım anahtarla açıldı. Uykum tilki uykusundan hafif olduğu için yataktan fırladım. Çocukluğundan beri tanıdığım adam gözlerinin altındaki mor halkalarla bana bakıyordu. �Bu hafta bulamadım� dedi. �Neyi bulamadın?� �Bu hafta gazeteye yazacağım pazar yazısının konusunu.� �O zaman yazma... Zaten insanoğlu niye yazı yazar anlamıyorum.� �Tekil yaşayamadığı için!.. Yazma nedeni insanlarla bir arada yaşadığını hissetmek içinmiş. Resim yapıp şarkı söylemek de öyle!..� �Sabahın köründe felsefe yapmayı bırak. Baştan beri sözümü dinleseydin, başına bunca bela gelmeyecekti.� �Bir banka kasasında garantili olarak yaşasaydım daha mı iyiydi yani?.. Bütün belalarım can baş üstüne... Ben belalarımı da seviyorum. Ama bu pazarın yazısı ne olacak?� Çocukluğundan beri tanıdığım herife, yani kendime, �Nah bu olacak!..� dedim ve önüme bir káğıt çekip kocaman elli bir kovboy resmi çizdim. Sonra yanımdaki 4 yaşındaki küçük çocuk, kovboyun elini silgiyle silip daha büyük bir el çizdi. 11 Nisan 2004
  23. Merhumu nasıl bilirdik? (Oğuz Aral) Selim�in tabutu Levent Camii�nin musalla taşında yatıyordu. Selim, yattığı tabutun içinden hakkında söylenenleri duyuyordu. Hatta, hakkındaki düşünceleri bile okuyabiliyordu. Örneğin liseden arkadaşı Tamer içinden, �Ne aşağılık heriftin be Selim!.. Ben ırgat gibi gece yarılarına kadar ders çalışırdım. Sen de benden her yazılıda kopya çekerdin. Üstelik yazın güzel olduğu için, ben 8 alırken sen 9 alırdın. Benden her kopya çekişinde kendimi enayi yerine konmuş hissederdim. Ama dayak korkusundan kopya vermemezlik de edemezdim. Çünkü ben dövüşmeyi bilmezdim ve senden korkardım.� Selim uzandığı tabutta utançla kıpırdarken kulağına Nurhayat�ın sesi geldi: �Hayatımın ilk erkeğiydin Selim. Çocuk yaşımdan beri sana aşıktım. Dünyayı seninle tanıdım. Evlenmemize bütün ailem karşı çıkmıştı ama, senin için herkesle didişip dövüşmeyi göze aldımdı. Akşam eve dönüşünü gözlemek için daha ikindi vakti pencerelere koşardım. Babamdan kalan fabrikanın yönetimini de sana vermiştim. Ama sen, evliliğimizin daha ikinci yılı dolmadan eve gelmemeye, icat ettiğin iş gezilerine çıkmaya başladın. Biz, kışlık battaniye imal ediyorduk. Kışlık battaniye pazarlaması Bodrum�da mı yapılırmış?� Selim, tabutun içindeki karanlıkta huzursuzca kıpırdadı. Nurhayat�a gerçekten haksızlık etmişti. Ama sekreterleri Cemile ve Suna, bir içim su kızlardı. Cemile�nin kısık sesini, Suna�nın sütun gibi bacaklarını anımsayınca tabutunda yan döndü. Kaya�nın sesini duydu. �Beni niye o kadar çok döverdin baba? Karnedeki iki kırık için çocuk dövülür mü? Sen dövdükçe benim kırıklarım artardı. Bir keresinde de bisikletimi çaldırdığım için dövmüştün. Ama kendi bisikletimi ben çalmamıştım ki baba! Niye hırsız çocukları yakalayıp dövmemiştin de dayağı ben yemiştim? Ama güldüğüm için yediğim dayağı hiç unutamıyorum. Hani patronun Cemil Bey�i yemeğe çağırmıştın. Adam da üçüncü annemin yaptığı yemeklere yumulmuştu. Arnavut ciğeri, Çerkez tavuğu, fırında incik kebabı, Buhara pilavı, zeytinyağlı taze barbunya ve kaymaklı ekmek kadayıfını yarım saatte götürmüştü. Sonra da �Gaaarkk!..� diye garklamaya,�Zoort!� diye tosurmaya başlamıştı. Ben sizler gibi büyük ve tecrübeli olmadığım için Cemil Bey�in halini görmezden ve duymazdan gelmeyi beceremeyip sofrada gülme krizine yakalanmıştım. Sen de gülmem geçsin diye mutfağa götürüp beni paspasın sopasıyla dövmüştün. O günden beri 2 saniyeden fazla gülemiyorum. Hemen ciddiyetimi takınıyorum baba.� Selim, oğlunun şikáyet dolusu sesini duyunca şaşırdı. Oysa biricik evladını okutmak ve adam etmek için nelere katlanmıştı. Dünyanın rüşvetini verip Kaya�yı yabancı okullarda okutmuştu. Sonra da Avrupa�lara göndermişti. Hatta, üniversiteyi bitirme armağanı olarak ona Opel arabasını bile vermişti. Tabii sonra kendi bir Mercedes almak zorunda kalmıştı. Ama herif hálá iki tokadın hesabını soruyordu. Üstelik dövmüşse, onun iyiliği için dövmüştü. Selim onca şikáyet dolu sesin arasında Mahmut�la Mustafa�nın konuşmalarını fark etti. �Rahmetlinin pek seveni yoktu.� �Evet yoktu.� �Yani sen bile sevmez miydin?� �Yok be Mustafa, ben severdim. Hem de çok severdim.� Selim kulaklarını dikti ve derin bir oh çekti. Nihayet, biri onu sevdiğini söylüyordu. �Rahmetli rakıyı adabıyla içerdi. Okkayla içse, çakırkeyiflikten öteye geçmezdi.� �İyi söyledin Mahmut, onca rakı muhabbetimiz oldu, bir kere bozulduğunu görmedim. Muhabbeti de tatlıydı, bize eskileri anlatırdı. Savaş yıllarını, İnönü�yü, Menderes�i hep ondan öğrendikti.� �İhtiyarın rakı sofrasını özleyeceğiz galiba...� Selim daha önce duyduklarının utancını meyhane arkadaşlarının sözleriyle bastırmaya çalışırken, eski okul arkadaşı Tamer�in sesini tekrar işitti: �Ama mezuniyet yazılısında bütün soruların cevaplarını inadına yanlış yazmıştım. Sen de o cevapları káğıdına aynen geçirmiştin. Hoca bana 2, sana 3 numara vermişti. Benim sözlü sınavım çok iyi geçtiği için not ortalamasıyla mezun olmuştum. Ama sen sınıfta kalmıştın sayemde Selim�ciğim.� Selim uzandığı tabuttan öfkeyle kıpırdadı. Kendinden daha düşük not aldığı için Tamer�e bir güzel sopa atmak, o zamanlar aklına gelmemişti. Öfkeyle kendine küfürü basarken, kulağına Nurhayat�ın sesi geldi: �Ama sana hiç kırgın değilim Selim. Sayende Müjdat�ı tanımıştım. Biliyorsun, onu fabrikaya müdür olarak sen almıştın. Senin beni yalnız bıraktığın uzun gecelerde halimi hatırımı sorar, teselli ederdi. Sonra daha yakından teselli etmeye başladıydı. Zaten fabrikayı batmaktan kurtaran da Müjdat olmuştu. Sana bir itirafta bulunayım mı Selim? Seni fabrikadan ve evden atıp cıscıbıldak sokağa koyan annem değil, bendim. Zaten Müjdat senden çok daha yakışıklıydı.� Selim, Müjdat ve Nurhayat hakkında bir cami avlusuna yakışmayan laflar ederken, oğlu Kaya�nın sesini duydu: �Benim bir kabahatim yoktu baba... Ne yapayım, o kadar genç bir kadınla evlenmeseydin. Dördüncü karın benden bile küçüktü ve sen yine günlerce eve uğramıyordun. Ama bana attığın dayakları düşününce, hiç suçluluk duymuyorum.� Selim, �İyi ki ölüyüm, yoksa bu yaştan sonra evlat katili olurdum� diye düşünürken Mustafa, �İhtiyarın rakı muhabbetini arayacağız� dedi. �Ben aramayacağım.� �Niye ulan Mahmut?� �Rakıları o ısmarlıyor diye saatlerce türkü söyleyip kafamın ırzına geçerdi.� �Ben de o hırıltılı keçi sesinden nefret ederdim. Ama gelecekteki beleş rakı sofrasını düşününce, kulaklarımı tıkayıp çaresiz katlanırdım.� Selim tam �Yiyip içtikleriniz haram olsun, zehir zıkkım olsun!.. Sesime laf edecek namussuzun ben...� diye döşenmeye başlayacakken imamın hoparlörden gelen gür sesini duydu: �Merhumu nasıl bilirsiniz?� Cemaatin sesi koro halinde, �İyi biliriiz!..� diye tabutun içinde çınladı. Selim yattığı yerden Nurhayat�ın ince sesini bile ayrımsadı. Sonra, �Ben de sizi iyi bilirim� diye mırıldandı. İmam tam üç kere, �Hakkınızı helal edin� deyince, Selim de cemaatle birlikte üç kere, �Helál olsun� diye haykırdı. Sonra da, �Şu Müslümanlık ne güzel bir dinmiş yahu... Giderayak bile olsa herkes birbirini bağışlıyor!� diye mırıldandı. 18 Nisan 2004
  24. Arkadaşlık öldü mü? (Oğuz Aral) Kapım tekme yumruk çalındığı zaman ben o gün aldığım maaşımı masanın üstünde paylaştırıyordum. Hesap kitap özürlü olduğum için, o ay ödemem gereken paraları tek tek sayıp parti parti ayırarak çevrelerine birer ince lastik geçiriyordum. Sonra da üstlerine kira, apartman gideri, bakkal borcu, elektrik, telefon yazılı küçük etiketler iliştiriyordum. Kapıyı açınca Yalçın, hışım gibi içeriye daldı. Önce üstüme atlayıp beni iki yanağımdan şapır şupur öptü. Sonra da, �Sen benim hayattaki tek arkadaşımsın, senin için canım feda olsun!� diye inledi. �Hayrola, ne oldu?� �Sana en iyi arkadaşının hayatını kurtarma şansını tanıyorum. Yoksa beni yarın öldürecekler.� �Kimler?� �Kumar borcum olan ********... Bana son olarak yarına kadar mühlet verdiler. Borcumu ödemezsem işimi bitireceklermiş. Yaparlar da... Hepsi belalı haydutlar. En masumu cinayetten 10 yıl yatmış.� �Bu adamlarla senin işin ne?� �Ben senden arkadaş nasihati değil, arkadaş yardımı istiyorum. Altı üstü 1200 lira!� O yıllarda 1200 lira dehşet bir paraydı. Bir ünlü gazete, bir dergi, bir de reklam şirketinde gündüz gece çalışmama rağmen aylık kazancım 4000 lirayı geçmezdi. �Vallahi o para bende yok Yalçın.� �Peki, bunlar ne?� �Bunlar, bu aybaşı ödemem gereken borçlarım. Mesela bu 1000 lira bu ayki kiram� diye masanın üzerindeki lastiklenmiş tomarı gösterdim. �Ya bu?� �Bu da bakkala olan 780 lira borcum.� �Tabii, yerli rakı içeceğine bakkaldan kaçak viski içersen böyle kazıklanırsın. (O yıllarda viski satışı yasaktı.) Aç gözlü *****, biraz ekonomi yapsana!.. Senin oburluğun yüzünden yarın en eski arkadaşını vuracaklar ve sen viskini ziftlenmeye devam edeceksin!..� �Dur yahu, hemen kendini koyverme. Şöyle oturup bir kadeh bir şey iç.� �Ne oturması be, ********* gece gündüz peşimde... Şu pencereden bir bak bakalım ne görüyorsun?� �Duvara dayanmış iki adam.� �İşte o tetikçiler gece gündüz peşimde.� Tekrar masaya oturdum, elime kalemi alıp derin hesaplara daldım. �Buzdolabının taksidini vermezsem, ayırttığım kitapları almazsam ve su alan pabuçlarımla bir ay daha idare edersem sana 900 lira veririm Yalçın.� Yalçın öfkeyle, �Yaa, demek benden 300 káğıdı esirgiyorsun. Yazıklar olsun arkadaşlığımıza!.. Oysa ben sana yakalanmak pahasına kimya sınavında kopya vermiştim de, sayemde mezun olmuştun� deyip 900 lirayı aldı ve bu kez beni öpmeden gitti. * Birkaç ay sonra İstihbarat Şefimiz İrfan Türksever, �Oğuz, epey sıkışığım ne zaman ödeyeceksin?� diye sordu. �Neyi, ne zaman ödeyeceğim?� �Borcunu.� �Ben senden hiç borç almadım ki.� �Nasıl almadın?.. Hani Yalçın�la haber gönderip hayati bir konu için 500 lira istetmiştin. 1-2 gün içinde öderim demiştin. 2 ay oldu yahu!..� Yalvar yakar muhasebeden 500 lira avans alıp İrfan�a olan borcumu ödedim. Sonra da Yalçın�ı bulup ümüğüne bindim. �*** *****, adımı kullanıp arkadaşlarımı dolandırmaya mı başladın?� �Sen arkadaşlıktan ne anlarsın be?.. Ben hayattaki tek arkadaşımı zengin etmek istemiştim. Seni bulamayınca, senin adına borç aldımdı. O gün yüzde yüz garanti bir tüyo bulmuştum. Parayı tek başıma kazanmayı arkadaşlığa yedirememiştim. Sen de kazan istedim.� �Ne tüyosu?� �At yarışı tüyosu!.. Tüyo doğru çıktı, bizim at birinci geldi.� �Paralar nerede?� �İkinci tüyo kofti çıktı. Hepsini kaybettik.� * Yalçın�la arkadaşlığımız hep böyle sürdü gitti. Bir gün aynı reklam şirketinde çalışırken Yalçın, �***** beni sömürüyor. ***** beni köpek yerine koyuyor. Üç otuz paraya çalıştırıyor� diye patrondan yakınmaya başladı. Yalçın�ın maaşı gerçekten felaketti. �Git zam iste.� �Adam yerine koyup beni odasına bile sokmuyor. Ama senin sözünü dinler, hatta senden korkar. İşte arkadaşlık böyle belli olur. Benim yerime gidip sen konuş. Bana biraz zam kopar. Yoksa evden atılıp sokakta kalacağım.� Patronla Yalçın�ın zammını konuşurken her zamanki gibi kantarın topuzunu kaçırdım. Adam Yalçın�ın bir halta yaramadığını, defolup gitmesini küfürle karışık höykürürken, ben de patrona arkadaşım uğruna birkaç bin lira değerinde bir iki tokat attım. Tabii, o da beni işten kovdu ve yerime zam yapıp Yalçın�ı aldı. * Günlerden bir gün Yalçın kahırlar içinde ille de gidip içelim diye tutturdu. Karısından ayrılmıştı. Meyhanede yanımızdaki masada şen şakrak ve bol bıyıklı iki-üç delikanlı vardı. Yalçın üçüncü kadehten sonra, �**** *** öğrenin artık, bundan başka İstanbul yok. Rakı edeple içilir. Karılar gibi niye kahkaha atıyorsunuz ve patırtı yapıyorsunuz kırolar?� diye yan masaya bulaştı. Ben, dur-tut dedim ama Yalçın�ı heriflerin elinden almaya çalışırken de bir araba dayak yedim. Zaten mini minnacık biri olduğundan Yalçın�ı adam yerine koymayıp kalıbıma bakarak hep beni dövdüler. Ihlaya tıslaya meyhaneden çıkarken Yalçın, �Ben de seni bir adam sandımdı. İstanbul boks ikinciliğin falan palavraymış. Arkadaşlık uğruna yine dayak yedim� diye homurdanıyordu. Patlamış dudağımla peltek peltek, �.ıçmışım senin arkadaşlığına!� dedim. �Sen arkadaşlıktan ne anlarsın? Senin yüzünden beş yıllık karımı boşadım.� �Niye ***?� �Çünkü seni sevmiyordu. Hakkında hababam kötü konuşuyordu.� * 12 Mart Cuntası gelip çatmıştı. Cem Yayınevi sahibi rahmetli Oğuz Akkan fena halde arandığımı söyledi. Sabahattin Eyüboğlu haber göndermiş, yıllar önce kiracısı olduğum akrabalarının evini basmışlar. Beraat ettiğim eski bir davadan ötürü beni arıyorlarmış. Osman Arolat ve Hayri gibi ekibimdeki çocukları da tutuklamışlar. Hatta yıllar önce ayrıldığım ilk eşimi bile karakola sorguya götürmüşler. Yaşar Kemal, Aziz Nesin gibi birçok arkadaşımı Selimiye�ye kapatmışlardı. Oğlum Seyit Ali daha birkaç aylıktı. Çaresiz evden tüydüm. Sığınmak için birçok eski arkadaşımı aradım. Çoğu telefona bile çıkmadı. O gece senin, bu gece benim otellerde yaşıyordum. Bir akşam Salacak�taki Arap�ın meyhanesinde geceyi beklerken Yalçın gelip yanıma oturdu. �Araba kapıda bekliyor, haydi gidiyoruz� dedi. Beni nasıl bulduğunu hiç öğrenemedim. Yalçın�ın fakir evine birkaç ay sığındıktan sonra ortalık ılındı. Fırtına operasyonları kesildi. Yalçın aylarca yiyeceğimi, içeceğimi, hatta iki kadeh rakımı bile eksik etmemişti. Parayı nereden bulduğunu da öğrenemedim. Vedalaşırken birbirimize sarıldık. �Seni paralayabilirlerdi. Bizi yakalasalardı, seni benden beter ederlerdi� dedim. �Etsinler, arkadaşlık öldü mü be!..� dedi. Aradan kocaman yıllar geçti. Bu bizdeki arkadaşlığın ne olduğunu hálá öğrenemedim. Bir bileniniz varsa, lütfen bana anlatsın. 25 Nisan 2004
  25. En büyük Fener başka büyük var!.. (Oğuz Aral) Sarı-lacivert çubuklu formamı giydim. Sarı-lacivert bayrağımı pelerin gibi omzuma atıp boynumda düğümledim. Guaj boyayla Kızılderili savaşçıları gibi bir yanağıma sarı, ötekine lacivert çizgiler çektim. Sonra da bastonumu kurdelelerle süsledim. Tabii sarı ve lacivert kurdelelerle... Artık hazırdım. Caddeye çıkıp biraz bekledim. Az sonra ellerinde Fenerbahçe bayrakları olan ve bağrışa çağrışa yürüyen 5-6 kişi göründü. Ben de aralarına katıldım. Onlarla birlikte �Şampiyon!.. Şampiyon!..� diye bir avaza höykürmeye başladım. Bizim kazıkçı manavın önünden geçerken, �Ne haber *********** Galatasaraylı, adamı böyle yaparlar işte!..� diye bağırdım. Sonra da yanımdaki Fenerli takımına dönüp, �Çocuklar, bu ***** hasta Galatasaraylı�dır� dedim. Çocuklar birden aşka geldi. Burada yinelemekten hicap duyacağım sözlerle manava düz gittiler. Adamcağız her ne kadar, �Durun *** ben de Fenerli�yim... Ya ya ya, şa şa şa Fenerbahçe çok yaşa!..� diye feryat ettiyse de ben, �Bakın bakın, kırmızı domateslerin yanına sarı kayısıları dizmiş. Sarı-kırmızı ne manaya geliyor ha!..� diye üsteliyordum. * Kazıkçı manavdan öcümüzü aldıktan sonra Taksim�e doğru yürüyüşe geçtik. Bizimle birlikte naralar atarak yürüyen daha bir sürü topluluk vardı. �Yavaş yürüyün be, size yetişemiyorum. Zaten nefesim de tıkandı. Şuracıkta birazcık dinlensek olmaz mı?� �Sen de yaşına başına bakmadan topal ayağınla ne diye peşimize takıldın?� �**********, Fener�im şampiyon olmuşken evde pineklese miydim yani? Siz daha kaç yıllık Fenerli�siniz? Ben tam 68 yıldır Fenerli�yim. Doğduğumdan beri yani... Fenerli�likte arkadaşını geride bırakıp kurda kuşa yem etmek var mı? Maazallah bu kılıkta ve tek başıma birkaç Galatasaraylı�ya rastlarsam vebali boynunuza.� Delikanlıların yüzleri ekşidi ama yapacakları fazla bir şey yoktu. Haydar adlı iri kıyım olanı beni sırtına aldı. Ben Haydar�ın sırtında keyifle, �Bir baba hindi heey Allah... Gassaray�a bindi heey Allah!..� diye ortalığı inletiyordum. Haydar, �Fazla debelenme beybaba, bindiğin benim ve zaten seni zor taşıyorum. Düşüp bir yerini kıracaksın. Göstermiyorsun ama, epey ağırmışsın.� Bir Fenerbahçe süvarisi olarak Haydar�ın sırtında Taksim�e varamayacağım belli olduktan sonra, benim Fenerli takıma bir taksi ısmarladım. Ben Murat arabanın ön tarafına, kalan 6 kişi de arkasına biniştik. Şoför de Fenerli olduğu için ses etmedi. Nasıl sığdığımızı merak etmeyin. Delikanlıların çoğu zaten camlardan sarkmış, arabanın içinde sadece bacakları kalmıştı. Ben de onların bu hallerine bakıp heveslendim ve yanımdaki camdan yarı belime kadar dışarıya sarktım. Hem, �Efsane geri döndü...� diye bağırışıyor, hem de yoldan geçenlere münasip el kol işaretleri yapıyorduk. Bu arada şoför de kornasını �Civciv çıkacak, kuş çıkacak� ritminde zortlatıyordu. * Taksim�de taksiden indik. Daha doğrusu benim takım indi. Göbeğim cama sıkıştığı için ben hemen inemedim. Şoför arkadan çekti, çocuklar da önden itip göbeğimi Murat�ın camından kurtardılar. Taksim Meydanı tıkış tıkıştı. Herkes olduğu yerde �Lay lay lom� diye zıplıyordu. Ben de zıplamaya başladım. Ama arada bir gıdıklandım. Sanıyorum memelerim sarkmıştı. Hopladıkça yukarı aşağı oynayıp beni gıdıklıyorlardı. Yanımdaki çocuklar tempoyla, �Tuncaay!.. Hoydoonk!� diye bağırıyorlardı. Tanımıyordum ama bunlar muhtemelen futbolcu adları olmalıydı. Ben de, �Aslanım Lefteer!.. Yavrum Küçük Fikreet!.. Uçan kaleci Cihaat... Şenol, Birol, gool!..� diye yırtınmaya başladım. Çevremdekiler bana tuhaf tuhaf baktılar ama yine, �Nobre... Volkan... Serhat!..� diye haykırmaya devam ettiler. �Taka Nacii, Tarzan Memedalii, Mikro Mustafaaa, yavrum Datkuu!..� Yanımda hoplayan üstü başı sarı-lacivert bir delikanlı, �Datku da kim amca?� diye sordu. �Datku Fener�in Romen kalecisidir. Sen ne biçim Fenerli�sin be? Allah bilir Canavar Burhan�ı bile tanımıyorsundur.� �Tanımıyorum.� �Hani geçen hafta Turgay�a bacak arasından gol atmıştı. Bu yıl da gol kralı oldu.� �Burhan�ı bilmiyorum ama, Turgay�ı duydum. Futbolu bıraktıktan sonra spor yazarı olmuş.� �Nee, Turgay futbolu bırakmış mı?� �Ben doğmadan önce bırakmış amca.� �Allah Allah!.. Bana bıraktığını söylemediydi.� * Çevremizde bizi dinleyenler çoğalıp işler kötüye gitmeye başlayınca �Lay lay loom!..� diye hoplayarak delikanlıların yanından ayrıldım. Biraz ileride çok keyifli başka bir Fenerbahçe topluluğu vardı. Topluluğun keyifli kısmı, daracık tişört giymiş üç genç kızdan meydana geliyordu. Hemen sarmaşıp beraberce hoplamaya başladık. Hoplarken bu cici kızların göğüslerine dikkatle baktım. Onların da benim gibi gıdıklandıklarına karar verdim. Kızlar Fener�in şampiyonluğuna o kadar sevinmişlerdi ki, o mutlulukla beni öptüler bile... Tabii ben de en az onlar kadar sevindiğim için öpücükleri karşılıksız kalmadı. Fakat bu sevinç dolu öpücükleri biraz abartmış olmalıyım ki, yanlarındaki delikanlılar beni kızlardan sökütüp ite kaka meydanın dibine kadar götürdüler. Ben de tek başıma İstiklal Caddesi�nde bastonumdaki sarı-lacivert kurdeleleri sallayarak ve �En büyük Fener, başka büyük yok!..� diye bir avaza bağırarak Çiçek Pasajı�na vardım. Seviç�teki garsona, �Bana sarı-lacivert bir duble rakı getir. Patlıcan kızartmasıyla salata da sarı-lacivert olsun� dedim. Rakımı alıp meyhanenin ortasına yürüdüm. �Şampiyonun şerefine!..� deyip kadeh kaldırdım. Bir sürü masa keyifle bana katıldı. Birkaç masa efradının bize kötü kötü bakmasına boşverip kadehimi dipledim. Garson Muammer, beni yarı taşıyıp yarı sürükleyip bir taksiye bindirirken, ben hálá �Şampiyon Fener, senden büyük yok!..� diye ünülemekteydim. Şoför, �Nereye?� diye sorunca ben, �Mecidiyeköy�de oturuyorum ama sen Kadıköy�e Fenerbahçe�ye çek� dedim. Şoför, formama, pelerinime ve suratımdaki karışmış boyalara bakıp, �Helál olsun Daum�a bey amca� dedi. �Daum da kim?� �Sizin teknik direktörünüz.� �Peki, biz kim?� �Fenerbahçe.� �Ben Fenerbahçeli değilim ki...� Araba hafifçe sarsıldı. �Yani sen Fenerli değil misin?� �Değilim.� �Eee, hangi takımlısın?� �Dört yıldır Galatasaraylı�ydım, ama bu yıl Fenerli oldum. Allah kısmet ederse, önümüzdeki yıllarda Beşiktaşlı ya da Trabzonlu olacağım. İnşallah Antepli bile olurum.� �Benimle dalga geçme bey amca, aslen nelisin?� �Ben aslen bayramcıyım. Her bayrama katılmak istiyorum. Ülkede işler kötü gidiyor. Üstelik romatizmalarım da azdı. Televizyon ve gazete haberleri ruhumu karartıyor. Bayramlardan başka çarem yok. Şimdi sen söyle bakalım: Yaktığın likit gazın fiyatı ve arabanın plakası kaç para oldu? Ortaokulu bitirince çocukları okutabilecek misin? Hanımla aran nasıl?� Şoför yanındaki camdan başını çıkardı: �En büyük Fener, başka büyük yoook!..� diye bir avaza bağırmaya başladı. * Ben bu yazıyı aklıevvel olduğum için 3 hafta önceden yazıyorum. Ama Trabzonspor şampiyon olursa şenliğe beni de çağırsınlar. Ben de �Ali Kemaal... Şenool... Osmaan!� diye bağırmaya hazırım. Artık şimdiki oyuncuların hiçbirinin adını bilmiyorum. 2 Mayıs 2004

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.