Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

Tengeriin boşig

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Tengeriin boşig tarafından postalanan herşey

  1. Birlik ve beraberlik ruhu (Oğuz Aral) Geçenlerde Selim'le Yalçın çatkapı geldiler. Selim, ��Seni dışarı çıkarmaya geldik. Anladık, acın var ama tekkeyi bekleyen derviş gibi kendini eve tıkmana artık razı değiliz. Çık da biraz insan içine karış. Boğaz'da karşılıklı iki kadeh içmeyeli kaç yıl oldu haberin var mı?�� dedi. Yalçın, ��Çiçek Pasajı'nda.�� diye düzeltti. Ben, ��Yahu, şimdi kalkıp kim giyinecek? Bu trafikte bir yere varana kadar canımız çıkacak. Ben size şıpınişi bir çilingir sofrası hazırlarım o, iki kadehi evde içeriz. Paranız da cebinizde kalır. Üstelik pencereden Boğaz da görünüyor.�� diye diller döktümse de tutturamadım. Beni adeta soyup giydirdiler ve ite kaka kapıdan çıkardılar. Selim ve Yalçın'la dostluğumuz zaman aşımına uğrayacak kadar eskiydi. Beni de gerçekten çok severlerdi. Onları tek tek görmenin olanağı yoktur. Her gün beraberdirler. Cağaloğlu'nda ortaklaşa işlettikleri küçük bir matbaaları vardır. Aynı apartmanda karşılıklı dairelerde otururlar. Ama her gece dairenin biri boştur. Bir arada yaşarlar. Ancak, yatmaya giderken ayrılırlar ve bir de tuvalete... Ama bu beraberliği cinayet işlemeden nasıl sürdürebildiklerini kimse anlayabilmiş değildir. Bir taksiye bindik Selim, şoföre: ��Boğaz'a gidiyoruz dedi.�� Yalçın, ��Hayır Pasaj'a gidiyoruz�� diye karşı çıktı. ��Sen ona aldırma şoför bey, Boğaz'a çek.�� ��Hayır efendim, Pasaj'a gidiliyor. Bunun sözünü dinleyip sakın ha Boğaz'a doğru sürmeye kalkma... Tatsızlık çıkar sonra.�� Şoför, arabayı Mecidiyeköy'ün akıl hoplatıcı trafiğinde zar zor yol kenarına çekti ve kontağı kapattı. ��Niye durdun delikanlı, yürüsene.�� ��Ben yürürüm ama önce siz nereye gideceğinize karar verin abiler.�� ��Boğaz'a gidiyoruz dedim ya.�� ��Hayır, Pasaj'a!..�� ��Bu güzel akşam üstü Boğaz'ın mis gibi havası dururken Pasaj'a balık istifi gibi tıkılmak enayiliktir.�� ��Boğaz'daki kokmuş mezelere bir servet ödemek daha mı az enayilik!..�� ��Haydiyin abiler, polis bu tarafa geliyor.�� ��En iyisi Oğuz'a soralım be.�� ��Nesini soracağız? Son gidişimizde o magandalarla çıkan rakı mı bira mı kavgasından sonra bir daha Pasaj'a gelmemeye yemin etmemiş miydi?�� ��TeKa 710... Niye yürümüyorsun?�� diye polis tepemize dikildi. ��Yürüyeceğim abi, ama müşteriler hangi meyhaneye gideceklerine bir türlü karar veremiyorlar.�� ��Bak şuradan sağa sap, iki sokak aşağıda Cafer'in Yeri diye bir tabela göreceksin. Orası bizim ekipten emekli olan Cafer abinin işlettiği bir meyhanedir. Hem hesaplıdır, hem mezeleri temizdir, hem de sosyetedir. Arada bir katil Aykut Oray bile gelip orada içer.�� Yalçın hışımla arabanın camından kafasını uzattı. ��Derin devlet, artık meyhanemizi de mi tayin etmeye başladı!.. Hayır memur bey, biz Cafer'in Yeri'ne değil, Pasaj'a gideceğiz.�� ��Yalan söylüyor memur bey, biz Boğaz'a gidiyorduk.�� ��Nereye gidecekseniz basıp gidin ama bir an önce gidin!.. Trafiği tıkıyorsunuz.�� ��Hem basmıyorum, hem gitmiyorum!.. Ben Pasaj'a giderken sen beni zorla arkadaşının meyhanesine mi göndereceksin?�� diyerek Yalçın hışımla arabadan çıktı. Tabii Selim de, ��Pasaj'a değil, Boğaz'a...�� diyerek diğer kapıdan indi. Trafik polisi, göğüs cebinden bir defter çıkardı ve arabanın plakasını bakıp yazıp çiziktirmeye başladı. Kara kuru ve pedallara ayağını zor eriştiren şoförümüz de dışarıya fırladı. ��Benim ne suçum var memur abicim, herifler bir oraya bir buraya gidelim deyince aklım şaştı, ben de durdum. Yazma be abicim. Bir haftadır hastaydım, valla işe yeni çıktım.�� Bunca patırtıya Türk milleti duyarsız kalamayacağı için arabanın çevresi kalabalıklaşmaya başladı. Yayalar durup çevremize dikildi, dükkánlardan seyre çıkanlar oldu. Trafik zaten tıkandığı için arabalarından inip izleyici halkamıza katılanlarla hatırı sayılır bir kalabalık oluştu. Pet şişe su satıcısıyla bir simitçi de bir koşu gelip kalabalığa katıldı. Yalçın, polise; ��Sen şimdi ne yazıyorsun?�� diye sordu. ��Ceza yazıyorum.�� ��Sen istediğin kadar ceza yaz. Arkadaşının meyhanesine gitmiyoruz işte!.. Polis zoruyla meyhaneye gidilir mi be!.. Müşteri başına komisyon mu alıyorsunuz nedir? Biz Pasaj'a gideceğiz.�� ��Hayır, Boğaz'a!..�� Kalabalıktan biri, ��İyi dedin be abi, bu sıcakta Boğaz püfür püfür eserken beyaz peynir kavunla bir kadeh rakı gibisi var mı hayatta?�� diye iç geçirdi. Yanındaki arkadaşı, ��Hele rakının yanında bir de piyanist-şantör olacak, Mahsun'dan 'Sevdalıyım'ı okuyacak!..�� Yalçın polisi bırakıp Boğaz'severlere döndü. ��Piyanist-şantörle rakıyı kırolar içer. Adam olan rakıyı muhabbetle Pasaj'da içer.�� Kalabalığın içinden Yalçın'a da arka çıkanlar oldu. ��Tabii be, Beyoğlu yerinde duruyorsa Çiçek Pasajı'nın yüzü suyu hürmetine duruyor.�� ��Fakir adamın gücü Boğaz'a yetmez. Pasaj'da zengini de fakiri de eşittir.�� ��Pasaj garipler yuvasıdır.�� Kalabalıkta bölünme başgösterdi. ��Haydi lan, Boğaz'ımız bütün dünyaya nam salmıştır. Onca turist akın akın Boğaz'da içmeye boşuna mı geliyor?�� ��Paran yoksa sen de bira içersin arkadaş, ama Boğaz'da içersin.�� ��Bira içmek hamallıktır be!..�� ��Bu mübarek günde içki içmek günahtır evladım.�� ��Boğaz'da içmek sevaptır beybaba!..�� ��Tövbe tövbe!.. Millet hepten gávur kesildi.�� ��Akşiyam simidi bunlaayr!.. Çıtır çıtıır!..�� Yavaşça arabadan indim. Boğaz'cılarla Pasaj'cılar tartışmaya öylesine dalmışlardı ki, gidişimi kimse fark etmedi. Eve kadar yürüdüm. Zaten, evden çıktıktan sonra arabayla 300 metre kadar ilerleyebilmiştik. Acaba, Türkiye Boğaz'cılarla Pasaj'cılar, rakıcılarla biracılar arasındaki bölünmüşlükten ötürü mü bir türlü ileriye gidemiyordu diye yolda felsefe bile yaptım. Eve gelip kendime bir kadeh şarap koydum. Bir saat sonra da Selim'le Yalçın damladılar. Suratlarında hafif bereler ve morluklar, elbiselerinde de küçük yırtıklar vardı. Mecidiyeköy Karakolu'ndan geliyorlarmış. Huzuru bozmak ve görevli memura hakaretten karakola götürülmüşler. Allah'tan nöbetçi komiser tanıdık çıkmış, şikáyetçileri barıştırmış. Bizimkileri de koyvermişler. Yalçın pek efkárlıydı. ��Arkadaşlık uğruna ben Pasaj'dan vazgeçiyorum. Selim'in dediği olsun. Haydi, Boğaz'a gidelim�� diye tutturdu. Selim, ��Ne münasebet Yalçın'cığım, asıl senin dediğin olmalı. Sana daha çok vurdular. Kalkın Pasaj'a gidiyoruz!..�� Onlar, Pasaj-Boğaz dalaşını sürdürürken ben önlerine birer kadeh rakı koydum, biraz da peynirle domates... Sonra, evden çıkıp kapıyı arkamdan sessizce kapattım. Emekli polis Cafer'in Yeri'ni arayıp buldum. Aykut Oray, gerçekten oradaydı. Sarılıştık. ��Çekimden çıktık, bir kadeh içip yorgunluk gideriyordum. Ama bu gece seni bırakmam abicim. Haydi buradan çıkıp Boğaz'a gidelim�� dedi. Ben de sıktığım dişlerimin arasından, ��Hayır, Pasaj'a gidelim!..�� dedim.
  2. Bir diyet icat ettim (Oğuz Aral) Merdiven inerken gıdıklanıyorum. Çünkü, memelerim tombullaştığı için sallanıyor. Buzdolabının alt raflarına konmuş hiçbir yiyeceğe dokunamıyorum, bozulup çürüyorlar. Yere para düşürsem bile alamıyorum. Çünkü, eğilemiyorum. Eğilince, çömelince doğrulamıyorum. Doğrulmaya çalışırken yan tarafıma bir yumurta gibi devriliyorum. Zavallı bacaklarım, üstlerindeki kiloları artık taşıyamıyor. Hele, giyim konusu tam bir sefillik halini aldı. Düğmeleri kopuk olmayan gömleğim kalmadı. Göbek hizasındaki düğmeler patırt diye kopup fırlıyor. Sonra ne cehenneme gitti diye ara ki bulasın. Pantolonlarımın hiçbirinin beli ve önü kapanmıyor. Ben de askı takıp önünü kapatmadan giyiyorum. Bu sıcaklarda havadar oluyor. Eve konuk geldiği zaman da koşup mutfak önlüğümü takıyorum. Böylece açık yerler görünmüyor. ��Yemek pişiriyordum�� deyip sonra da önlüğü üstümde unutmuş gibi yapıyorum. Ama bir gün sokağa çıkmam gerekirse, ne halt edeceğim diye kara kara düşünüyorum. * Bu şişmanlık denen illet meğer, ne büyük belaymış. Önceleri nasıl olsa kendi kendine geçer diye şişmanlığa nezle muamelesi yaptım. Geçmediği gibi, üstüne bir 10 kilo daha aldım. Ben, ömrümün 55 yılını zayıflıkla sıskalık arasında gidip gelerek geçirdiğim için bu yeni etlerimle yaşamayı bir türlü beceremiyorum. Acemi bir şoförün sürdüğü kamyon gibiyim. Sehpa devirmeden, kapı pervazına iki kere çarpmadan odadan bile çıkamıyorum. Oraya buraya çarpmaktan, bedenim çürük içinde kaldı. Haydi, terbiyeli bir adam olarak tuvalette neler çektiğimi anlatmayayım. Sonunda hayatımın kararını verdim; DİYET YAPACAKTIM!.. * Meğer, halkımızın diyet bilgisi futbol bilgisinden bile fazlaymış. Her konuştuğum kişi bana bir diyet tarifi verdi. Hatta, bazı arkadaşlar zayıflama kitapları ve gazetelerde çıkan diyet tariflerini dosyalanmış olarak getirdiler. Meğer birkaç bin adet diyet varmış. Diyetler, bazen yiyeceğe, içeceğe göre isim alıyor. Su diyeti, muz diyeti, elma-armut diyeti, sakız leblebisi diyeti gibi... Bazen de ülkelere göre adlandırılıyor. İsveç diyeti, Japon diyeti, Çin akapunktur diyeti gibi... Aklı evvel bir arkadaş, ��Doktor Muzaffer Kuşhan'ın Polonezköy'deki yerine git. 15 günde 10 kilo verirsin�� dedi. ��Ne yapıyormuş Muzaffer Kuşhan?�� ��Yürütüyor, yüzdürüyor, suda beden hareketleri yaptırıyor.�� ��Yani, bütün gün ırgat gibi çalışıp bir de üste para mı vereceğim? Beni at gibi yürütmeden zayıflatacak birini biliyorsan söyle.�� Sonunda Profesör Doktor Üstün Korugan'a telefon ettim. Bana, hastaneye gelmemi, tahlillerden önce diyet yapmanın bilim dışı olduğu üstüne nutuk çekti. Onun müthiş bir bilim adamı olacağı, 35 yıl önce benim zavallı teybimi yapmasından belliydi zaten. Üstün, tıp öğrencisiyken bizim amatör pantomim tiyatrosunun ışıkçısı ve ses teknisyeniydi. Ordu iline yaptığımız bir turnede nasıl becerdi fişi nereye soktu bilmiyorum, güzelim Grundig teybimizi cayır cayır yaktı. Sayesinde oyunu müziksiz ve efektsiz oynamıştık. ��Yahu abi, bildiğim kadarı sen yemek yemekten nefret bile ederdin. Sana bir sandviç yedirene kadar göbeğimiz çatlardı.�� ��Yine yemiyorum Üstün'cüğüm.�� ��Öyleyse bu kilolar nasıl oldu?�� Şişman milletinin besmelesi sayılan ünlü deyişi patlattım: ��Su bile içsem yarıyor.�� Ama içtiğimin su olmayıp günde yarım litre rakı olduğunu tabii söylemedim. İlle de tahlil diye tutturduğu için, ��Tahlilsiz zayıflatmayınca yazıklar olsun senin profesörlüğüne!.. Bak el oğlu gazete yazısıyla bile zayıflatıyor.�� diye homurdanıp telefonu kapattım. Başka çarem kalmamıştı. Kendi diyetimi kendim yapacaktım. Derhal Ekrem Yeğen Usta'nın yemek kitabını açtım. Kitapta her yemeğin kişi başına düşen kalorisi yazıyordu. Kalori hesabı olmadan diyet yapılamaz. Örneğin hindi dolmasının kişi başına düşen kalorisi, 2.120. Hindi yahnisinin ise 1.653. Demek ki hindi dolması yerine hindi yahnisi yemek gerekli. Ama ondan da az kalorili yemekler var. Örneğin, Hasan Paşa kebabı 1.030 kalori, beyinli Beykoz kebabı ise 980 kalori... Ama sahan pirzola hepsinden de az kalorili. Adam başına sadece 850 kalori. Üstelik pişirmesi de kolay. Böylece, diyetime sahan pirzolayla başladım. (Elime sağlık, pek de lezzetli olmuştu.) Ondan sonra en az kalorili yemekleri bulup pişirmeye başladım. Mantarlı omlet 700, İspanyol omlet 690, şiş kebabı 660, kuzu kapama 800, İzmir köfte 720, kuru köfte 670 kalori... İnsan yaşayınca öğreniyor. Meğerse, makarna sandığımız gibi insanı şişmanlatmazmış. Domatesli makarna 930, kıymalı makarna 900, fırın makarna 890 kaloriymiş. İnsan bu kadar düşük kaloriyi bulur da o yemeği pişirmez mi? * Bu diyet denen şey meğer ne faydalı bir şeymiş. Diyetten sonra yaşamım düzene girdi. Eskiden asla sabah kahvaltısı etmez ve öğle yemeği yemezdim. Artık günde muntazaman üç öğün yemek yiyorum. Az kalorili ikindi kahvaltısını da sayarsak eder dört öğün... Tabii içki konusunda da bilimsel araştırmalar yaptım. Bir duble rakı veya votka 225 kaloriymiş. Ama bir bardak şarap sadece 125 kalori... Teoride şarap daha avantajlı görünüyorsa da uygulama tersine oldu. Çünkü, bir kadeh rakının yerini ancak 3 bardak şarap tutuyor. Böylece, insan 150 kalori içeri giriyor. Bu sorunu bir bardak rakının üstüne bir bardak da şarap içerek çözdüm. Böylece iki bardak içkiyi 450 kalori yerine 350 kaloriye getirdim. Yani, her iki bardakta bir 100 kalori kár ettim. Şöyle ortalama bir hesap yapalım; günde 10 kez bir kadeh rakının üzerine bir bardak şarap içince 1000 kalori kárım oluyor. Kendi buluşum olan bu içki diyetiyle adam iğne ipliğe döner yahu!.. * Yalnız diyet yapmanın psikolojik yan etkileri oluyor. Kendinizi yiyecek içecek yasakları koyunca, o güne kadar aklınıza bile gelmeyen yiyecekleri hamile hanımlar gibi canınız çekiyor. Üstelik, bazen bunlar kolay yemekler de olmuyor. Siz de bunların hangi lokantada en iyi şekilde yapıldığını öğrenmek zorunda kalıyorsunuz. Sonra da rahmetli Özal'ın, ��Anayasa'yı bir kere delmekle bir şey olmaz�� mantığıyla o lokantaya gidiyorsunuz. Bir de buzdolabı aşkı başlıyor. Nedenli nedensiz mutfağa gidip buzdolabını açıyorsunuz. Açmayla kapama arasında dolaptan hababam bir şeyler eksiliyor tabii... Bazen, uyurken bile fırlayıp bir bardak su içmek niyetiyle buzdolabına gittiğiniz oluyor. Tabii, yatağa yarım saat sonra dönüyorsunuz. Şimdi siz, ��Sadece az kalori alarak zayıflanmaz. Alınan kaloriyi yakmak da gereklidir.�� diyeceksiniz. Onu da düşündüm. Berrin Ardakoç'un kitabından öğrediğime göre uzanıp dinlenirken saatte 60, otururken 72, televizyon seyrederken 80, yerken 84, okuyup yazarken 84, giyinip soyunurken 138, duş yaparken de 252 kalori harcıyormuşuz. Hele marangozluk yaparken saatte 400 kalori kaybımız oluyormuş. Bu hesaplara göre benim zafiyet geçirmem gerekli. * Sıkı sıkıya uyguladığım bu diyet sonunda artık giyecek ve etrafa çarpma sorunum kalmadı. Artık hiçbir giysime sığmıyorum. Ve yerimden kalkamadığım için de hiçbir yere çarpmıyorum. Buzdolabına yakın olsun diye tekerlekli koltuğumun üzerinde anadan üryan mutfakta yaşıyorum. İhtiyacı olan okurlarım varsa, tamamen kendi buluşum olan bu diyetin tarifini ücretsiz gönderirim.
  3. Bir tüketim sapığının itirafları!.. (Oğuz Aral) Övünmek gibi olmasın ama, ben bir tüketim sapığıyımdır. Marketlerin ve mağazaların önünden geçerken dişlerim kamaşır, gözlerim kaykılır, ağzım sulanır, güzel bir çift kadın dudağı dolaşıyormuşçasına sırtımda ürpermeler hissederim. Bazen, inşaat alanlarında gördüğüm buldozer, kazma ve kepçe makinelerine bakıp iç geçiririm. Onları da satın almak isterim. Buldozerinize binip zar zar işe gitmenin keyfini düşünebiliyor musunuz? * Biliyorum, siz tüketim sapıklarına iyi gözle bakmazsınız. Onları kolay para kazanan, sonradan görme avanaklar sanırsınız. Ama çok yanılıyorsunuz. Ben, tükettiğim o paraları kazanmak için gece ve gündüz canımı dişime takıp çalışıyorum. Avanak Avni'yi çizmenin dışında, avanaklıkla fazla bir ilgim olmadığı gibi, orta halli bir konak çocuğu olduğumdan sonradan görme de sayılmam. Siz ��İşten artmaz, dişten artar... Damlaya damlaya göl olur�� felsefesiyle yetiştiğiniz için tüketim sapıklığının zevkini ve önemini anlayamazsınız. Eğer dişten artsaydı, bütün dişsiz bebelerin ve morukların trilyoner olması gerekirdi. Damlaya damlaya göl möl de olmaz, ya buhar olur ya çamur!.. Tüketim sapıklığı insanoğlunun erişebileceği en yüce mevkidir. Tüketim sapıkları herkesten daha fazla çalışkandır. Siz, maaşınızla 1 ay geçinmeye çalışırken o, parasını bir haftada bitirir. Satın almadan duramadığı için de sizden 3 misli fazla çalışıp kazanmak zorundadır. Yani sizden 3 kat fazla üretir. Bu arada, kafasını da çalıştırdığı için buluşlar yapar. Uygarlık tarihindeki bütün mucipler ve sanatçılar, aslında birer tüketim sapığıydı. Edison, zengin olduğu için tüketim sapığı olmadı. Tüketim sapığı olduğu için buluşlarıyla zengin olmak zorunda kaldı. Mozart, kısacık ömründe yüzlerce besteyi niye yaptı?.. Tüketim sapığı olduğu için hep parasız kalıyordu da ondan!.. Dünya, bugün tüketim sapıkları sayesinde ayakta duruyor. Milyarlarca insan onlar sayesinde iş buluyor ve geçiniyor. Eğer sapıklar olmasaydı, otomotiv sanayii bile kurulamaz, siz hálá at arabasıyla sinemaya giderdiniz. Zaten sinema da olmazdı... Yine Karagöz seyrederdiniz. * Size tüketim sapıklığının keyfinden ve nimetlerinden biraz söz etmek istiyorum. Diyelim ki bekársınız ve sevgiliniz de yok. Kendinizi bir köşede unutulmuş bir tek çorap kadar yalnız hissediyorsunuz. Ama bir tüketim sapığı asla yalnızlık çekmez. Hemen lüks bir kuyumcu dükkánına koşuşturur. ��Sizce uzun boylu sarışın bir hanıma nasıl bir kolye yakışır?�� ��Şu, kenarları zümrüt işlemeli elmas kolyeyi tavsiye ederim beyim. İşçiliği harikadır. Elmaslar da Amsterdam'dan gelme...�� ��Ama bunun zinciri cok uzun. Bizim hanımın incecik kuğu gibi boynu vardır.�� ��Hiç dert etmeyin, derhal kısaltırız. Çıkardığımız beyaz altın zincirin parasını da fiyattan düşeriz. Ayrıca, işçilik masrafı da almayız.�� ��Fiyatı nedir?�� ��Size istediğiniz kolaylığı yaparız beyim. Önemli olan eşiniz hanfendinin beğenmesi...�� ��Peki, bundan iki tane var mı?�� ��Aynısı yok ama benzeri var. Yalnız onun işlemesi turkuaz taşından.�� ��Bu yüzden kavga etmezler değil mi?�� ��Kimler?�� ��Bizim hanımlar... Benim iki tane karım var da.�� ��Niye etsinler efendim, beraber gezmeyecekleri için, değiştirerek takarlar. Görenler de 'Amanın, bu hanımların ne çok mücevheri varmış!' derler.�� ��Aferin, bu aklı beğendim. Ama bana bir de pırlantalı bilezik gerekli.�� ��O kimin için olacak efendim?�� ��Metresim için!..�� Paranız varsa mücevherleri alıp çıkarsınız. Sizde bu bilezik ve kolyeler oldukça elbet takacak bir bilek veya boyun bulursunuz. Paranız yoksa kaldırım kenarında çiçek satan şirin bir Roman kadınına gidip, ��Sevgiliniz için yap bakalım sarı güllerden bir buket.�� dersiniz. Sonra o buketi yolda görüp gönlünüzün çektiği bir hanımın eline tutuşturursunuz. Sonra da evinize dönüp çiçek verdiğiniz kızla ilgili hayaller kurar, yalnızlık çekmezsiniz. Çünkü, o da o sırada kendisine durup dururken çiçek veren tanımadığı o garip adamı düşünüyor olacaktır. * Tüketim sapıklığının birinci kuralı, alıp atmaktır. Satın aldıklarınızın içinde işinize yarayan öteberi olursa biraz kullanıp sonra atarsınız. Zaten kullanmak değil, satın almak güzeldir. Ama içini atıp dışını saklayın. Evde üç dolap dolusu poşet ve kutum var. Onları arada bir çıkarıp bakıyorum. Bir zamanlar satın aldığım öteberiyle böylece hasret gideriyorum. İşinize yaramayanların içinde atamadıklarınız olursa onları eşinize dostunuza armağan edin. Herkes sizi çok sever, ��Aman ne düşünceli ve zarif bir adam�� der. Yalnız, kutuyu veya paketi açıp kime ne hediye ettiğinize mutlaka bakın. Böylece benim gibi erkek arkadaşlarınıza külotlu çorap veya kadın parfümü, hanım tanıdıklarınıza da elektrikli tıraş makinesi hediye edip onları küstürmemiş olursunuz. * Kendinizi zayıf ve ezik hissettiğiniz bir gün, küçük bir dükkána girin. Dükkán sahibine herhangi bir şeyin fiyatını sorun. Sonra da cebinizden çıkardığınız paraları saymaya başlayıp, ��Bu fiyatın ancak yarısını verebilirim�� deyin. Adamın gözlerini belertip paracıklarınıza bakarak diller dökmesine ve yeminler etmesine aldırmayın. Katı pazarlık edin. Sonunda, nasıl olsa en az yüzde 20 eksiğine malını satmaya razı olacaktır. Bu işi 2-3 dükkánda daha yineleyin. Satın aldıklarınızla muzaffer bir kumandan gibi evinize dönerken içinizi bir zafer coşkusunun sıcaklığı kaplayacak, hatta boyunuzu bile daha uzamış hissedeceksiniz. * Para sıkıntısına düşmekten hiç endişe etmeyin. İndirimli satış yapan mağazaları kollayın. Diyelim ki asıl fiyatı 5 milyon olan bir malı 3 milyona aldınız. Bir kalemde kárınız 2 milyon olur. Aynı maldan 10 tane alırsanız, 20 milyon kazandınız demektir. Artık o 20 milyonla gidip gönlünüzün çektiği başka bir malı satın alabilirsiniz. Ben geçen ay bu yöntemle tam 90 milyon lira biriktirdim. Bu ay da biraz biriktirip evde binmek için üç tekerlekli kırmızı bir bisiklet almak istiyorum. * Önünden her gün geçtiğim mağaza vitrininin bir köşesinde bir yıldır dünyanın en çirkin vazosu duruyordu. Vazo gerçekten de çok çirkindi. Üstü ne kuşu olduğu belli olmayan kuş resimleriyle süslenmişti. Hatta, kuştan çok kanatlı istavrite benziyorlardı. Üstelik vazo da eğriydi. Üstündeki tozdan renkleri soluk görünüyordu. Demek ki 1 yıldır kimse satın almadığı gibi, eline alıp bakan da olmamıştı. Onca çanak çömlek arasında dükkáncı da vazoyu unutup gitmişti anlaşılan. Vazonun terk edilmiş mahsun hali içime dokunmaya başladı. Hatta, giderek içime dert oldu. Rüyalarıma bile girmeye başladı. Bu aybaşı maaşımı alır almaz bir koşu dükkána gittim. Yolda, ��İster misin vazom satılmış olsun!..�� diye korkuya bile kapıldım. Şükürler olsun vazom yerinde duruyordu. Üstüne üstlük pahalıydı da meret!.. Sıkı bir pazarlıktan sonra vazomu alıp eve geldim. Tozlarını silmek için ovalarken vazonun içinden bir cin çıktı. ��Dile benden ne dilersin?�� dedi. Ben de ona, ��Eve koydukları hacizi kaldırt! Kredi kartı borçlarımla taksitlerimi öde, bana yeter.�� dedim. Biliyorum bana yine inanmadınız. Ama insan emeğiyle yapılmış her eşyanın içinde bir cin vardır. Yalnız, o cini ancak bir tüketim sapığının romantik gözleri görebilir.
  4. Görünmeyen adam (Oğuz Aral) Annem masaya benim için bir tabak koymayı yine unutmuştu. Evde 5 kardeştik. Ben ortalarda bir yerdeydim. Ama annem ve babam 4 çocukları varmış gibi davranırlardı. Nedense beni pek fark etmezlerdi. Çok küçükken babam beni bir kere otobüste, bir kere de sinemada unutup gitmişti. Annem ise ya markette ya pazar yerinde, ya da beni alıp misafirliğe gittiği komşuda unuturdu. Yalnız annem değil, komşular da beni fark etmezdi. Onlar da gidip yatardı. Unutulduğum komşu evinin bir köşesinde sabaha kadar oturduğum olurdu. Pek konuşkan bir çocuk da değildim. Aslında konuşmayı çok severdim ama, kimse yüzüme bakıp benimle konuşmazdı ki... Ben de bir süre kendi kendimle konuşmayı denedim. Ama hep aynı kişiyle konuşmanın hiçbir keyfi yokmuş. Ben de kendimle muhabbeti kestim. * * * Oysa herkesin beni fark etmesini ne çok isterdim. Ben geçerken başlarını benden yana çevirmelerini, gülümseyip ��Aaa, Yalçın'a bak!..�� demelerini ne çok özlerdim. Ama onlar, rüyalarında bile beni fark etmezlerdi. Rüyalarındaki bütün olaylar başkalarının arasında geçer, ben bir köşede oturup olanı biteni seyrederdim. Bir gün küçük kardeşim top oynarken düşüp dizini yaraladı. Eve hemen doktor çağırıldı. Doktor, uzun muayenelerden sonra kırık çıkık olmadığını müjdeleyip kardeşimin dizine pansuman yaptı ve merhemler sürüp gitti. Ben de ertesi günü bizim yüksek duvarın üzerinden yere atladım. Yarılmış kafamdan yüzüme akan kanlarla bir koşu anneme gittim. Annem patlıcan kızartıyordu. ��Anne ben tepe üstü duvardan düştüm, başım yarıldı. Beyin kanaması bile olabilir!..�� dedim. Tabii bunları bir avaza ağlayarak söyledim. Annem de gözünü patlıcanlardan ayırmadan, ��Git kafanı yıka, biraz da buz koy geçer.�� dedi. Geçti ama, geçene kadar tam bir hafta başağrıları içinde yatağımda ateşler içinde dönüp durdum. * * * Varlığımı fark etmiyorlardı ama, yokluğumu fark ederlerdi. Birkaç gün boş yatağımı, yemek masasındaki boş sandalyemi görünce belki telaşa bile kapılabilirlerdi. En azından okuldan merak edip babamı çağırırlardı. En küçük kardeşime bu fikrimi açtım. Halen bir bebek olan Hasan, elindeki çıngırağı kafama vurup, ��Gıybık!..�� dedi. O gece evden kaçtım. Günlerce parklarda ve inşaat molozlarının arasında sabahladım. Evden aldığım azık yetmediği için bir hafta pazar yeri artığı meyve ile beslendim. Açlık canıma tak deyince eve döndüm. Şu anda kimbilir kaç polis beni arıyordu? Annemin gözyaşları içinde bana sarılacağını, kardeşlerimin kıskançlık ve hasetlerinden çatır çatır çatlayacağını hayal ederek muzaffer bir kumandan edasıyla salonun ortasına yürüdüm. İki bacağımı gerip göğsümü şişirerek bir avaza, ��Anne ben döndüm!..�� dedim. Annem de Hasan'a örmekte olduğu hırkadan gözünü ayırmadan, ��İçeri girerken paspasa ayaklarını iyice sildin mi?�� dedi. Babam ise seyrettiği televizyondan başını kaldırmadan, ��Bak gördün mü, ofsayt yokmuş. Erman Toroğlu bile öyle diyor. Yediler golümüzü namussuzlar!..�� diye homurdandı. Kuyruğumu bacaklarımın arasına sıkıştırıp yatağıma gittim, yatak bıraktığım gibi duruyordu. * * * Okulda görünmeyen adamlıktan kurtulup fark edilmek için kaç kere okulun Kara Mahmut cephesine posta koydum. Sıkı bir dayak yersem etraftan koşuşturup ayırırlar ve beni fark ederler diye... Ama Kara Mahmut'un anasına avradına düz gittiğim halde herif beni duymadı bile. Arkadaşlarıyla zamparalık muhabbetini sürdürdü. Ders zili çalınca da kıçlarını dönüp sınıflarına gittiler ve beni okul bahçesinde sap gibi yalnız bıraktılar. Pek ders çalışmadığım halde okulu kazasız belasız bitirdim. Çünkü hiçbir öğretmenim fark edip de beni tahtaya kaldırmıyordu. Yazılılarda ise aşikár bir şekilde kopya çekiyordum. Ama kimse fark etmiyordu. Çünkü sınıfta da dönüp bana bakan yoktu. * * * Askerlik de aşağı yukarı böyle geçti. Yalnız çok sert bir takım çavuşumuz vardı. Bir gün talimde paspallığımız, hantallığımız ve hanımevlatlığımız üstüne döşendi de döşendi. Ne yumuşaklığımız kaldı, ne dönmeliğimiz... Ben de herifin gözünün merkezine baka baka elimi boru gibi yapıp ��Ciyyurrt!..�� diye bir ses çıkardım. Ardından da ��Hattir lan!..�� diye bağırdım. Çavuş birden delirdi. Zaten iriyarı biriydi. Delirince boyu adeta iki misli oldu ve yumrukları somun kadar büyüdü. Üstüme doğru bir koşu kopardı. Sonra yanımdaki uzun boylu sarışın Karadenizli delikanlıyı ayağının altına alıp çiğnedi. * * * Evlilik yaşamım da pek farklı geçmedi. Çiçeklerime, şiirlerime hatta uğruna giyindiğim sarılı-morlu gömleklere ve kırmızı pantolonlara rağmen sevdiğim kız da beni fark etmedi. Oysa kendime daha başka ne imajlar yapmıştım. Saçlarımı uzatıp bir atkuyruğu edinmiştim. Ya da kafamı toptan usturaya vurdurup suratımı örümcek ağı gibi bıyıklar ve sakallarla kaplamıştım. Ne ettimse fayda etmedi, hiç tanımadığım halde ailelerimizin kararıyla Lütfiye'yle evlendim. Lütfiye çok iyi bir kızdı. Bir kez bile kavga etmedik. Çünkü evde hiçe yakın konuşuyorduk. Bir kavga nedeni oluşması mümkünsüzdü. Arkadaşlarıyla konken oynarken bazen gözü bana takılır, yüzüme şaşkınlıkla bakardı. ��Aaa sen burada mıydın?�� ��Hayır ben Malezya'daydım, yeni geldim.�� ��Hoşgeldin hayatım�� deyip oyununa dönerdi. Bir oğlumuz oldu, çocuk kapıcı veya gazeteci dahil eve her gelen erkeğe ��Babaa!..�� diye koşturuyor ama bir tek bana bakıp baba demiyordu. * * * Kendimi göstermek için artık ne yapacağımı biliyordum. Bizim sınıftan biri filmci olmuştu. Yazıhanesine gittim. ��Yeni filminde bana bir rol ver. Ne olursa olsun. Yeter ki perdede görüneyim. 20 saniyecik bile olsa yeter!�� dedim. ��Ama sen oyuncu değilsin ki.�� ��Ben en star oyunculardan biriyim. İşte ispatı!..�� deyip herifin masasına 10 bin dolar koydum. Sınıf arkadaşım da, ��Tüh, senin gibi büyük bir yeteneği ne halt edip de ıska geçmişiz!.. Salaklığımızı bağışla. Çekim salı sabahı 9'da.�� deyip paraları çekmecesine koydu. * * * Rolüme deli gibi çalıştım. Hatta konservatuvardan hocalar tuttum. Rolümün olmadığı çekimlere bile gittim. Film gerçekten güzeldi ve çok tuttu. Filmde herkes vardı; sokaktaki, pazardaki, vapurdaki insanlar... Hatta turistler bile vardı... Ama bir tek ben yoktum. Benim olduğum sahnelerde yüzümü ya bir ağaç dalı ya bir vazo kapatıyor, ya da enseden görünüyordum. Meğerse filmde ben meçhul bir katilmişim. Finalde de uzak plan Boğaz Köprüsü'nden aşağı düştüm. * * * Artık ne yapacağımı çok iyi biliyordum. Televizyonlar Apo'yu, Usame Bin Ladin'i, Fehriye Erdal'ı yüzlerce kez gösteriyorlardı. Ama kendimi garantiye almak için lüks bir fotoğrafhaneye gidip 18x24 boyutunda bir fotoğrafımı çektirdim. Kendime hayran hayran bakıp resmi gömleğimin içine yerleştirdim. Sonra da Tahtakale'ye gidip oyuncak bir tabanca aldım. * * * Başbakan'ın arabası yaklaşırken yolun ortasına fırladım ve oyuncak kurşunları arabaya boşalttım. Tabii, Başbakan'ın koruma polisleri de beni keklik gibi vurdular. Ama olsun, bütün Türkiye televizyonlarda beni görecekti. Özellikle annem ve babam ��Aa, bu bizim Yalçın!..�� diye beni fark edeceklerdi. Yattığım yerden kameramanların koşuşturmalarını büyük bir keyifle beklemeye başladım. Hatta canımın yanmasına rağmen kolumu bacağımı oynatıp kendime kahramanca bir ölü pozu verdim. Bütün dünya benim resimlerimle yıkılacaktı. Fakat hıyar polisin biri ��Bu callağı çekmiş!..�� deyip üstüme bir gazete káğıdı örttü. Kameramanlar da gazeteyi çektiler. * * * Komiser Adnan morgda tanınmaz haldeki yüzüme bakıp, ��Kimmiş bu herif?�� diye sordu. ��Göğsünde bir fotoğraf var, onu yayınlarsak öğreniriz komiserim.�� ��Göster bakayım. Hıım... Ama bu herifin fotoğraftaki yüzü silinmiş, hiç görünmüyor.�� O fotoğraf için deve yüküyle para ödemiştim oysa. Namussuz fotoğrafçı aldığın paralar haram olsun!..
  5. Aşktaki enflasyon yüzde kaç oldu? (Oğuz Aral) Sarper üçüncü sigarasını da hicranla inileyerek içti. Arada bir göğsüne şaplak çekip kendini hırklatıyordu. Sonra, ��Sende Müslüm Baba'nın sidisi var mı�� diye sordu. ��Yok.�� ��Ya Ferdi ağabeyimizin?�� ��O da yok. Ben arabesk dinlemem.�� ��Aslında ben de pek dinlemem ama, áşık olunca pop çekilmiyor.�� ��Sen áşık mı oldun?�� ��Sen bendeki aşk ateşini görmüyor musun? Gözlerimin altındaki mor halkalara bak. Bunlar hep uykusuzluktan!.. Yemekten içmekten kesildiğim için de tam 5 kilo verdim.�� ��İyi olmuş, gömleğinin göbek hizasındaki düğmeler artık fazla pırtlamıyor.�� ��Dalga geçme, deli gibi áşığım ağabey!�� ��Kime áşıksın?�� ��İşte onu bilmiyorum!..�� ��Nasıl yani?�� ��Yani yüreğimin gümp gümp atmasından, uykudan, yemekten ve içmekten kesilmemden, durup dururken gözlerimden yaşlar fışkırmasından deliler gibi áşık olduğumu anlıyorum, ama kime áşık olduğumu bilmiyorum.�� ��Demek ki ortada áşık olacağın kız yok. Sen aşka áşıksın!..�� ��Yok be ağabeyciğim, ortada çok kız olduğu için kime áşık olduğumu bilemiyorum.�� Sarper'i fazla tanımıyordum, ama sağolsun arada bir uğrayıp hal hatır sorar, sonra da uzun uzun dertlerini anlatırdı. Yine bir sohbet sırasında asıl adının Abdülmecit olduğunu öğrenmiştim. Ama arkadaşlarına mahçup olmamak için Sarper olarak değiştirmişmiş. Delikanlının ne iş yaptığını da bilmiyordum. Söz okul ve meslek konusuna gelince lafı hemen değiştirirdi. Ama mesleği her ne olursa olsun, iyi para kazandığı belliydi. Giysilerinin her birinin üzerinde nal gibi ünlü markaların armaları vardı. Ayrıca 4x4 Çeroki arabasıyla beni bir kere Boğaz'a bile götürmüştü. Yalnız saç ve sakalının kıllarıyla fazla oynuyordu. Bazen ensesindeki bir tutam it kuyruğu saça toka takıyor ya da kısa kestirip macunlayarak deve dikeni gibi sivri sivri yapıyordu. Sakal durumu daha da oynaktı. Bir hafta burnunun altındaki kılları benim karikatürlere çizdiğim çerçeveler kadar inceltip sakalıyla birleştiriyor ve filmlerdeki korsanlar gibi dolaşıyor, ertesi hafta sakalını kesip rahmetli Sezgin Burak'ın Tarkan'ına benziyordu. Son durumu sakalsız ve bıyıksızdı. Ama alt dudağıyla çenesi arasındaki çukurda pul büyüklüğünde bir miktar kıl bırakmıştı. Bu kıl değişikliğinin nedenini sorduğum zaman bana küçümseyen bakışlarla bakıp bunun bir imaj sorunu olduğunu söylemişti. Ben de kıl imajının nice önemli bir imaj olduğunu böylece fark etmiş ve yarım asırdır boş yere kestiğim sakallarımın ardından yanmıştım. ��Önce Selma'ya áşık olduğumu sanmıştım.�� ��Değil miymişsin?�� ��Değilmişim ağabeyciğim, çünkü her yeri örtülüydü. Ailesi kızı 10 yaşındayken kapatmıştı. Ben bacakları çarpık mı, göğüsleri limon kadar mı diye düşünürken, saçının rengini bile bilmediğimi fark ettim. Ayrıca sarılıp sarmaşmak şöyle dursun, kız elini bile tutturmuyordu. Böylece Selma'ya değil de Gülçin'e áşık olduğumu sanmıştım.�� ��O elini tutturuyor muydu?�� ��O her yerini tutturuyordu ağabeyciğim. Hatta, sadece tutturmakla kalmıyordu!.. Boyun kuğu, bel karınca, bacaklar ceylan gibiydi. Bir de şen şakraktı ki ağabeyciğim, gülerken kanarya ötüyor sanırdın. Aynı yatakta uyurken bile Gülçin rüyalarıma giriyordu.�� ��Yani Gülçin'e áşıktın?�� ��Dut gibi!..�� ��Evlenseydin.�� ��Reddetti.�� ��Evlenme teklifini mi?�� ��Yok be ağabeyciğim, evlendikten sonra kapanmayı reddetti. Tesettüre filan giremezmiş. O modern bir kızmış. Bende onu böyle cıscıbıldak kıroların arasına salacak göz var mı? Adım iki günde boynuzluya çıkar billaah!.. Böylece Gülçin'e de áşık olmadığımı öğrendim.�� ��Ama hálá áşıksın değil mi?�� ��Yanıp tutuşuyorum ağabeyciğim.�� ��Kime?�� ��Sabriye'ye sanıyordum ama, ona da áşık değilmişim.�� ��Áşık olmadığını nasıl anladın?�� ��Ben anlamadım, Sabriye'nin ağabeyleri anlattılar.�� ��Nasıl anlattılar?�� ��Beni eşşek sudan gelene kadar döverek!.. Nah şu altta kırılan üç dişim için dişçiye tam 1.5 milyar verdim. Protezim porselen tabii...�� ��Sabriye'nin ağabeyleri seni niye dövdüler?�� ��Para yüzünden... Babaları apartmanla dükkánları Sabriye'nin üstüne yapmış. Kız evlenirse biz açıkta kalırız diye korktu hıyarlar. Allah'tan hem vücudumdaki, hem kalbimdeki yaraları Mine tamir etti.�� ��Mine kim?�� ��Yüzü de yüreği kadar güzel, bize uzaktan hısım olan tahsilli terbiyeli bir kız. Zaten Mine'de yıllardır gözüm ve gönlüm kalmıştı. Az kala evleniyorduk.�� ��Niye evlenmediniz?�� ��Nikáha bir hafta kala ona áşık olmadığımı anladım.�� ��Nasıl anladın?�� ��Aslında bir bakışta anlamam gerekti ama, belki de bana büyü yapmışlardı. Kızın ailesi meteliksizdi. Üstelik yatalak bir kaynanayla işsiz bir kayınçoya bakmak zorunda kalacaktım. Yetmiyormuş gibi Mine de fazla tüylüydü ağabeyciğim!..�� Üst üste bir acele içtiğim üç duble rakı, elimin ayağımın oynamasını kesmemişti. Fark etmeden baş parmağımla burnumu da kaşımaya başlamıştım. Bu bende boks yaptığım yıllardan kalma bir tikti. Hır çıkarmaya çeyrek kala hep burnum kaşınıyordu. Sarper hálá bir eliyle sigarasından derin nefesler çekiyor, diğeriyle de göğsünü patpatlıyordu. ��Ah ahh!.. Ben bir aşk kısmetsiziyim. Yıllardır aşk uğruna yanıp tutuşuyorum. Aşksız yaşanır mı be ağabeyciğim? Ama kime áşık olduğumu hálá öğrenemedim.�� ��Az sonra öğreneceksin!..�� deyip yerimden kalktım. Kapının yanından batatizci için hazırlamış olduğum kalın sopayı aldım. Ben sopamı sallayıp, ��Memleketin içine ettiniz!.. Sonunda aşkın da içine ettiniz lan magandalar!..�� diye naralar atarken, Sarper çoktan tüymüştü. Bir hafta sonra hiçbir şey olmamışçasına sırıtarak geldi ve müjde verir gibi, ��Buldum ağabey buldumm!..�� diye bir keyif boynuma sarıldı. ��Neyi buldun lan?�� ��Áşık olduğum kadını!.. Şermin'i buldum!..�� ��Şermin de kim?�� ��Şermin dünya güzeli, Şermin dünya tatlısı, Şermin dünyanın en iyi kalpli kadını!.. Üstelik bir vücut var, Zetta Cons halt etmiş. Ayazpaşa'da iki apartman dairesi ve bir spor BeMeVe'si var ki, benim Çeroki'ye beş basar!.. Nikáhımıza bekliyorum ağabeyciğim!�� dedi ve oynayarak çekip gitti. Sarper'e son rastladığımda Taksim Meydanı'nda kızlara laf atıyordu. ��Kolay gele, Şermin ne oldu?�� ��Şermin de kim?�� ��Senin Zetta Cons.�� ��Haa, onun adı Şermin değilmiş ki!�� ��Ya neymiş?�� ��Onun adı Mahmut'muş... Benim Şermin dönmeymiş ağabeyciğim.�� ��Olsun lan, dönerli de olsa aşk aşktır.�� ��Ben de öyle diyordum ama, herif benden bir karış uzundu ve ikide bir de beni dövüyordu.�� ��Memleketi kurtaramadık... Ama daha önemlisi aşkı kurtaramadık!..�� diye homurdanarak Sarper'den ayrıldım. Kızın biri kendi kendine konuşan ihtiyara bakıp keyifle gülümsedi. Benim de papatyalarım açtı ama hiç belli etmedim.
  6. Benim uzaylım (Oğuz Aral) Gecenin bir köründe balkondan mıyık mıyık sesler gelmeye başladı. Kuş veya kedi sesine benzemiyor, daha çok bebek ağlamasını andırıyordu. Sonunda merakım tembelliğimi yendi, kalkıp balkona çıktım. Eciş bücüş cüce bir adam sırtüstü yerde yatıyordu. Yanında bir de torba vardı. Göbeği trafik lambası gibi yanıp sönüyordu. Kafasında yumurta kadar bir şiş vardı. Börtlek gözleriyle bana yalvar yakar bakıp, ��Mıyımık cızıt!..�� dedi. ��Ne diyorsun anlamıyorum.�� ��Bana bilinmeyen bir silahla ateş edip başımdan vurdular.�� Cüce bunları söylemişti ama ağzını hiç kımıldatmamıştı. Ben bu sözleri kafamın içinde duymuştum. Demek herif telepatiyle konuşuyordu. ��Sen de kimsin?�� ��Ben Oktoron Gezegeni'nden Bibo'yum.�� ��Ha, sen şu Uşaklı uzaylısın anlaşılan. Benim balkonumda ne işin var?�� ��Saldırıya uğrayınca canımı kurtarmak için kendimi gemime ışınladım. Ama kafamda tahribat olduğundan yanlış hesap yapmışım. Buraya düştüm.�� Uzaylıyı kucağıma alıp salona götürdüm ve kanapeye uzattım. Adam tüy gibiydi. Sonra da dolaptan tentürdiyot, yara merhemi, sargı bezi çıkarıp uzaylıyı tımar ettim. Yaşamımda hiç uzaylı görmemiştim. Ama kafası sarılı uzaylı hiç mi hiç görmemiştim. Bibo, başındaki sarıkla Fatih'teki tarikat kurslarında okuyan bebelere benzemişti. ��Sizin silahlarınız müthiş!..�� ��Hangi silahlarımız?�� ��Benim bütün X ışınlı ve nötron bombardımanlı silahlara karşı manyetik kalkanım vardır. Hiçbir silah bu kalkanı delip geçemez. Ama sizin askerin attığı silah az kaldı kafamı patlatıyordu.�� ��Bir kere o asker değil, köylüydü. İkincisi, attığı silah değil taştı.�� ��Taş ne demek?�� ��Taş şu demek... Yani, taş taş demek be!.. Sıkıya gelip adamın kafasına bir kodun mu işe yarar. Biz taşları severiz. Hatta iltifat olsun diye taş gibi karı filan deriz. Sizde taş yok mu?�� ��Yok.�� ��Yerlerde ne var?�� ��Çimen, çiçek, sentetik yollar filan...�� ��Sen buraya neden geldin? Elalemin tarlasında ne işin vardı?�� ��Ticaret için geldim. Ben bir tüccarım. Gezegenlerarası ticaret yaparım.�� ��Ne satıyorsun?�� ��Gezegenine göre değişir. Örneğin size benzin hapı, non-stop padişah macunu, kadınlar için cupcup filan getirdimdi.�� ��Onlar da ne?�� ��Benzin hapını arabanın benzin deposuna atıyorsun, ondan sonra 10 yıl su dolduruyorsun. Araba da çalışıyor. Padişah macununu sizden öğrendikti. Ekmeğin üzerine sürüp yiyorsun, sonra horozlar gibi dolanıyorsun.�� ��Bir nevi Viagra yani.�� ��Evet, ama o dediğin 3000 yıllık ilkel bir ilaç. Bizimki ömür boyu garantili.�� ��Peki, cupcup ne?�� ��Cupcup'u süren kadınlar isterlerse bütün gün yağlı ballı yemek yesinler, bir gram bile şişmanlamıyorlar. Sürdükleri cupcup kiloları hemen emiyor. Üstelik istedikleri yerlerini ince, diledikleri yerlerini de cupcup sürmeyip tombul bırakabiliyorlar.�� ��O dediğin benim göbeğimi de eritir mi?�� ��Seninkine dört kat Cumburcum forte gerek. Ama yanımda yok.�� Bir ara uzaylı Bibo'nun gözü açık olan televizyona takıldı. ��Bu adam kaç yüz yaşında?�� ��O adam bizim başbakanımız ve daha 76 yaşında.�� ��Aaa, daha çocuk yaştaymış. Ama zavallı çok eskimiş. Bizim başbakan tam 350 yaşında. Yani daha delikanlı.�� ��Hösst!.. Sizde insanlar kaç yıl yaşıyor?�� ��600 yıl kadar.�� ��Bizde ortalama 60-70 yıl kadar yaşanır. Naturası sağlam ve kısmetli olanlar bazen 80'ini görür.�� ��Demek sizde onun için çok savaş oluyor.�� ��Savaşla yaşın ne ilgisi var?�� ��İlgisi olmaz olur mu? Biz savaşa gidip ölürsek tam 600 yıllık bir ömür kaybederiz. Kaybımız büyük olacağı için de savaşmayız. Oysa sizin kaybınız sadece 60-70 yıl olduğu için kolayca harcayabiliyorsunuz.�� Tam o sırada sabah ezanı okunmaya başladı. ��Bu adam niye bağırıyor?�� ��O adam bağırmıyor, ezan okuyor.�� ��Ezan nedir?�� ��Ezan, Tanrı'nın çağrısıdır. Bizleri huzurunda ibadet etmeye çağırıyor. Tanrı, bizleri günde 5 kez ibadet etmeye çağırır.�� ��Demek ki Tanrı, sizlere güvenmiyor.�� ��Niye güvenmiyormuş be?�� ��Güvense, sizleri bütün gün işinizde gücünüzde serbest bırakırdı. Yine ne hırsızlık, ne uğursuzluk, ne edepsizlik yapıyorlar diye şüphelenip ikide bir huzuruna çağırmazdı. Herhalde gözümün önünde olsunlar da yine bir melanette bulunmasınlar diye günde beş kez çağırıyor.�� O sırada televizyonda akşamki maçın özetleri gösterilmeye başladı. ��Bunların elleri sakat mı?�� ��Hayır, onlar aslan gibi sağlam çocuklar.�� ��Sağlamlarsa, elleri dururken niye ayaklarıyla top oynuyorlar? Elle top oynamak daha kolay değil mi?�� Bir ya sabır çekip mutfağa gittim ve kendime bir kadeh rakı doldurdum. Milli konukseverliğimiz olmasa, uzaylı herif ensesine şaplağı çoktan yemişti. ��O içtiğin beyaz şey ne?�� ��Arslan sütü, istersen sana da getireyim.�� ��Aaa, ben sütü çok severim. Özellikle bumbul sütünü.�� ��Bumbul ne?�� ��Sizdeki ineklere benzer, ama biz onları geliştirdiğimiz için 30-40 memeleri vardır, çok süt verirler.�� Mutfağa gidip uzaylı Bibo'ya suyu az bir duble rakı koydum. Herif koca kadehi bir dikişte içti, sonra da yalanmaya başladı. Üçüncü kadehi dipledikten sonra oturduğu kanapeden yavaş yavaş yükselmeye başladı. Tavana yapışınca cırk curk diye kulak tırmalayıcı sesler çıkardı. Göbeğindeki ışık da hızla yanıp sönüyordu. ��Ne oldu, hastalandın mı?�� ��Hayır gayet iyiyim. Şarkı söylüyorum.�� ��Ay bu cırk curk bir şarkı mı? Gözünü seveyim kes, fena oluyorum!..�� Bibo bu kez, ��Yıkılmadım ayaktayım, dertlerimle başbaşayım. Seni de Allah yarattı, beni de Allah yarattı�� diye Arapça şivesiyle Türkçe bir şarkıya başladı. ��Sen bunu nereden biliyorsun?�� ��Buraya gelmeden önce planetinizi tanımak için ders çalışmıştım.�� ��Aman bunu da kes... Seninkinden bile berbat!.. Benim uykum geldi, gidip biraz uzanacağım.�� ��Ben de tavanda biraz yattıktan sonra takas ticareti yapmaya çıkacağım.�� ��Ben uyanmadan sakın sokağa çıkayım deme. Burada senin bilmediğin daha çok gizli silahlar var.�� Tam daldırmıştım ki, evin önünde bir patırtı koptu. Pijamayla sokağa fırladım. Bibo, lüks bir BeMeVe'nin altında yatıyordu. Direksiyondaki 15-16 yaşındaki çocuk, ��Valla benim bir suçum yok. Hıyar herif birden önüme fırladı!..�� diye ciyaklıyordu. Bibo'nun karnındaki ışık sönmüştü. Torbasını yerden aldım. İçinde üç taş parçası ve kırılmış bir rakı şişesi vardı.
  7. Gazete niye okunur? (Oğuz Aral) Yıllardır meğer ne azaplar çekmişim de haberim olmamış. Günah bana... Hem de güpgünah bana!.. Onca yıldır kendime nasıl kıymışım? Tek bıçaklı, çift bıçaklı traş makineleriyle yüz derimi kazıyıp durmuşum. Traş fırçasını köpürtmek için sabunu ovalamaktan, pazu yaptım vallahi... Nedir bu zulüm yahu!.. Şimdi tüpten biraz jel fışkırtıp yüzüme sürüyorum. Suratım bir anda Noel Baba'nın beyaz sakalları misali köpükle doluyor. Sonra gelsin tam 3 bıçaklı traş makinesi... Makine Yurosport'taki kayakçılar gibi yüzümde slalomlar yapıyor. Acaba bugün hangi marka traş losyunumu sürsem? Brut mu, For-men mi, yoksa Dezire mi? Neydi o lavanta kolonyası sürünmelerin ilkelliği canım? Saçlarımı yıkarken zorluk çekiyorum. Zorluk saçlarımın gürlüğünden değil, şampuan bolluğundan geliyor. Kafama Cicoys sürsem Kelidor'un hatırı kalır. Üstelik B vitaminli ve kremli Tanten fena üzülür. Hepsini birbirine katıp kokteyl yapıyorum ve başımda bana sadık kalan son saçlarımı bir güzel yıkıyorum. Sibel Can'ın reklamını yaptığı terliklerimi giyiyorum. Bir Sibel Can şarkısı tutturup bir Sibel Can göbeği ataraktan mutfağa yollanıyorum. Yavrucuklarım beni görünce keyifle tıngırdıyorlar. Yavrucuklarımdan Kelvud fritöze selam gönderip Teftal düdüklü tencereyi okşuyorum. Son-Brovun meyve sıkacağında kendime portakal suyu sıkıyorum. Buzdolabına bakıp ��Bunun yerine Darçelik nofrost soğutucu mu alsam?�� diye düşündüm. ��Eskisini getirin 100 milyona sayalım. Size yenisini verelim�� deyip duruyorlar. Üstelik logolarını da değiştirmişler. Laf aramızda yeni logoyu hiç tutmadım. İlaç kutusu yazısına benziyor. Eski bir dolabım olsa hemen götürüp 100 milyona saydıracağım. Ama ben, bu Boç'u geçen ay aldım yahu. Bir süre İSG pardesümü mü giysem, yoksa Gerimod deri ceketimi mi diye tereddütler içinde kaldım. Sonunda Murdo kabanımı giydim. Ama siz evden çıkmayı kolay mı sanıyorsunuz? Ayakkabısız sokağa çıkılır ama cep telefonsuz sokağa çıkılır mı? Ya, siz evde yokken Ayşegül Aldiç ya da Demi Mor ararsa?.. Yahut Deniz Akkaya tost masajı gönderirse!.. (Bu masaj, pasaj, pajaz, maşaz sözcüklerini birçok vatandaşımız gibi ben de karıştırır dururum. Acaba doğrusu mesaj olabilir mi?) Her ihtimale karşı yanıma Dürksel, Vaysel, Varya şirketlerinin Nokta, Burundink, Huni telefonlarını aldım. Yıldız falımda ��Bugün yolda sizi çok hoş bir sürpriz bekliyor�� yazılıydı. O, çok hoş sürpriz acaba sarışın mıydı? Ama öteki yıldız falımda ��Eski dostlarınızı ihmal ediyorsunuz. Size vefasız diyorlar�� yazılıydı. Hayret bir şey, bu yıldız falcıları her şeyi nasıl bilebiliyorlardı yahu? Hemen Yavuz'a telefon edip fıtığımın sağlığını sordum. ��İki kere kesip diktiler. Ama yine patladı. Artık dikiş tutmuyoruz be moruk!�� diye iç açıcı haberler verdi. Yalçın ise bana olan borcunu sordu. Demek ki bunca yıl sonra ödeyecekti. O, güvenilir bir arkadaştı zaten. Üstelik gelecek olan para da ilaç gibi gelecekti. Çünkü Karayip gezim için paraya ihtiyacım vardı. ��Hepi topu 275 milyondu Yalçın'cığım.�� ��Aaa, o kadarcık mıymış? Şunu yuvarlak hesap yapalım be moruk. Sen bana 25 milyon daha gönder, ama kuryeyle gönder. Romatizmalarım azdı. Evden çıkamıyorum.�� * İlk gittiğim gezi şirketini gözüm hiç tutmadı. Çünkü, bekleme salonundaki koltuklar Tepeleme Mobilya'dan değildi. Üstelik bankonun arkasındaki kız, Fal marka deodorant kokmuyordu. Ben Fal sürünen kızı gözünden tanırım. Üçüncü şirketin kızı, Benbonton'dan giyindiği için şu anda Mayami'ye giden bir uçakta güneşi seyrediyorum. Belki içinizde uçakla Amerika'ya gitmemiş birkaç kişi olabilir diye anlatıyorum. Siz gidince güneş de sizinle beraber gidiyor. Kendi saatinize göre gecenin bir köründe Mayami'ye varıyorsunuz. Ama ortalık günlük güneşlik, vakit de öğlen vakti... Zamana karşı ��Geçirdik... Geçirdik!..�� diye sizde bir keyif, bir keyif!.. Bu keyifle uçakta tam 12 saat sigara içirtmedikleri için çektiğiniz zulümleri unutuyorsunuz. Çok eski bir kovboy olduğum için yol arkadaşlarıma Amerika hakkında aydınlatıcı bilgiler verdim ve otelden çıkıp gemiye benzer bir binaya bindik ve de bina suyun üstünde yüzmeye başladı. Bina dedimse bizim çümtürük apartman sitelerini aklınıza düşürmeyin. Sabancı'nın kulelerinin enine hali gibi bir lenduha... Sadece ikinci katı bizim Akmerkez'e beş basar. İçinde yok yok! İlk gün biraz gezineyim derken kayboldum da anons yapıp bizim turist rehberini zor buldular. O da beni 3 asansöre bindirip 2 km. yol yürüttükten sonra kamarama zor götürdü. Akşama smokinimi giyinip kasinoya, yani kumarhaneye indim. İleri görüşlü bir adam olduğum için yıllar önce smokinimi 2 beden büyük almıştım. Omuzları ve kol boyu biraz uzun geliyor ama göbek kısmı tam oturuyor. Beni rulette kimsecikler yenemez!.. Önce siyaha 1 dolar koyuyorsun. Kaybedersen 2 dolar... Yine kaybedersen 4 dolar, yani hep bir misli. Sonunda nasıl olsa siyah geliyor ve kazanıyorsun. Böylece 64 dolar yatırıp 1 dolar kárın oluyor. O, 1 dolarla tekrar oyuna başlıyorsun. Rulet tarihinde sadece bir kere siyah, 18 kez üst üste gelebilmiş. Sabaha karşı bitkin ve perişan ama 12 dolar kazıklamanın keyfiyle kasinodan ayrılırken çok usta olduğum poker oyununun makinesi gözüme ilişti. Böylece 12 doların üstüne 200 dolar daha kaybettim. Ama içemediğim viskiler bedavaydı hiç olmazsa. Sonra San Huan'a, Porto Riko'ya, Vircin adalarına filan uğradık. Virjin Adaları'nı hayret ve hayranlıkla ��Aaa!.. Uuu!�� sesleri çıkararak gezen bizim turist milletine, ��Siz burnunuzun dibindeki Büyükada'ya Heybeli'ye hiç gittiniz mi? Halki Palas'tan Kaşık Adası'na bakıp güneşin batışını hiç seyrettiniz mi?�� diye bozuk attım. Smokinimin yüzü suyu hürmetine akşam yemeğini kaptanın masasında yiyordum. Böylece Meri ile tanıştım. Meri, her daim teselliye muhtaçtı. Çünkü, Heri adlı maganda kocası bu mini etekli, uzun bacaklı, gök mavisi gözlü kızcağızı sürekli üzüyordu. Ben de Meri'yi her gece güvertede teselli ediyordum. Bir gece kızı benim kamaramda teselli etmeye kalktım. Ama ayı Heri, tesellinin tam ortalık yerinde kapımı omuzladı ve beni Meksika Körfezi'nde denize attı. Ben de, ��Bana bir de can simidi at! Yoksa seni Başkan Buş'a şikáyet ederim!�� diye haykırdımsa da gelen giden olmadı. Meksika Körfezi'nin ılık sularında kulaç atarken kucağımdaki gazeteyi kapattım. Bugünkü gazete hayallerim sona ermişti. 300 bine 300 milyarlık hayaller... Sudan ucuz!.. Reklamlarını okuyun yeter. Şefkat dolu bin yıllık terliklerimi sürüyerek banyoya gittim. Kılları dökülüp tepeme dönmüş traş fırçamla traş sabunumu ovalamaya başladım.
  8. Yılın öteberisi (Oğuz Aral) BAŞ yazı Yeni yıla çeyrek kala bütün gazeteler büyük bir buluş olarak ��Yılın olayları!��, ��Yılın adamları��, ��Yılın falanı ve filanı!�� diye sayfalar dolduracaklar. Yegane gazeteniz Hüsnüniyet yine onlardan erken davranıp size ��Yılın Öteberisi��ni sunuyor. Kıymetimizi bilin! YILIN MARKETİ HÜRRİYET MARKET Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkörük'ün yazılarında ve televizyon söyleşilerinde sık sık ��Hürriyet Gazetesi'nin her fikirde ve her görüşte yazarları vardır. Hürriyet'te yok yoktur. Çünkü Hürriyet bir MARKET'tir!�� demesi üzerine Migros, Gima, Karfursa gibi marketler arasında Hürriyet Market yılın marketi seçildi. Elinde sepetiyle Hürriyet Market'i gezen Başyazarımız Bekir Şaşkın'ı doğa aşkı nedeniyle sebze reyonunda buldu. Patlıcan ve lahanalar arasında oturan Bekir Şaşkın, markette hálá bir köpek reyonu açılmadığı için çok üzgün. Karabiber ve isot çuvalları arasındaki Emin Çölduran yine öfkeliydi. ��Yine İ.Melih'e mi bozuldun?�� ��Yok yahu, reyonlara yine doğru dürüst yılbaşı zammı yapmıyorlar!�� ��Niye?�� ��Kasada oturanlara bir baksana abicim!�� YILIN FUTBOLCUSU KOKOVİÇ BULUNDU Fenerbahçe Kulübü'nün malzemecisi Zühtü Kırıkkrampon, yeni yıl temizliği yaparken malzeme dolaplarının birinde 62 yaşında formalı bir adam buldu. Yaşlı adam, ��Benj var mı bu haftaj oynamak?�� diye sorduktan sonra üstündeki örümcek ağlarını temizleyip ısınma hareketlerine başladı. Arkadaşımız Erman Zortoroğlu'nun yaptığı araştırmaya göre yaşlı adamın 40 yıl önce yabancı bir ülkeden transfer edildiği, sonra soyunma odasında unutulduğu, 16 yönetim, 68 antrenör tarafından hatırlanmadığı anlaşıldı. Adı Kokoviç olan futbolcu, ��Benj var Gassaray kalecisiski Turgay'a gol atmakj bu hafta!�� dedi. Teknik direktör Oğuz Çetin tarafından özel olarak çalıştırılmaya başlanan Kokoviç, ara sıra ��Ali Sen baaskan Fenerbaase sampiyoo!�� diye bağırmaktadır. YILIN MEMEDALİ BEEY�İ Geçtiğimiz Ramazan boyunca Çarkıfelek yarışmasına tam 3740 kez telefon ederek sonunda yarışmaya telefonla katılmayı başaran ve ekranda, ��Çocuğumun biri askerde, biri hapistee... Kızım akıl özürlü, kocam işsiz!.. N'oolur yardım edin Memedali Beeey!.. Hişt Memedali Bey diyom kız!.. Yardım etsenee!�� diye ünüleyen Cevriye Cıbıl, ne yazık ki yarışmayı kaybetmişti. Kendisiyle hastanede konuşan arkadaşımız Sedat Gergin'e, ��Mefemeftalif bufulgıf!�� diyerek ertesi ay 700 milyon lira telefon faturası gelince kocası tarafından dövülerek hastanelik edildiğini ve dişleri döküldüğü için fazla konuşamadığını anlattı. Mehmet Ali Erbil için katlandığı fedakárlıklar için yılın ��Memedalibeey'i�� seçilen Cevriye Cıbıl'a başarısının ödülü olarak bir cep telefonu verildi. YILIN EKONOMİSTİ DÜNYA REKORU KIRDI! Elinde çantasıyla günde 4 ayrı televizyon kanalına koşuşturup ekranda bilimsel ekonomi-politik ve ebegümecinin sosyo-psikolojik etkileri üzerine bilimsel analizler yapan Prof. Tahir Tazı, yılın profesörü seçildi. Yılda tam 1247 kez televizyona çıkan Tahir Tazı'nın bağlı olduğu üniversiteye gidip ne zaman ders verdiği merak ediliyor. YILIN ROMANI KALBİM KİLİTLİ KALDI ÇİLİNGİR YOK MU? Kazım Narin'in yazdığı ��Kalbim Kilitli Kaldı... Çilingir Yok mu?�� adlı roman tüm eleştirmenler tarafından yılın romanı seçildi. Tam 95 baskı yapan kitap 250 bin satışa ulaştı. 27 gazete ve dergi ve de 18 televizyon kanalı Kazım Narin'le röportaj yaptı. Ünlü eleştirmen Doğan Cızlam roman hakkında şunları dedi: ��Geleneksel temalardan yola çıkarak dışa vurumcu ve eklektik bir stilde kaleme alınan roman, günümüz post modern anlayışına yeni bir soluk getiriyor. Özellikle kombinezon ve 15 pound pabuçlu sahneler çok çarpıcı!�� Ünlü eleştirmenin dediklerinden romanı okumadığı ve sadece röportajları gördüğü anlaşıldı. Çünkü Kazım Narin, romanında Civelek Köyü'nden gelip nasıl kebapçı dükkánı açtığını ve ciğer şiş yapmanın inceliklerini anlatıyor. Resimde ilk kitabıyla ünlenen Kazım Narin'i röportaj kıyafetiyle görüyorsunuz. Yazar, röportaj için gittiği gazete ve televizyonlara poz vermek için karyolasını da götürüyor. YILIN TÜRBANI TÜRBAN NEREYE TAKILMALI Meclis Başkanı Bülent Karıştırınç'ın verdiği resepsiyona türbanıyla katılan Hamdi Allahverdi, Başkan Karıştırınç tarafından fena halde azarlandı. ��Türban buraya mı takılır be!.. Türban, açık görünmesin diye başa takılır.�� ��Ben de öyle yaptım Sayın Başkan. Açık yerim görünmesin diye türbanı orama taktım.�� diyen Hamdi ve türbanı görülüyor. YILIN EKONOMİSTİ YILDA 12 MİLYON KÁR ETTİ Tutumluluğuyla tanınan işadamlarımızdan Sıtkı Elisıkı, 390 milyara yeni aldığı Mersedes otomobilinin çok benzin yaktığını görünce ��Bu benzin parasına can dayanmaz be!�� diyerek arabanın karbüratörünü söktürüp yerine tüpgaz sistemi koydurdu. Böylece 390 milyarlık Mersedes tüpgazla çalışıp Sıtkı Elisıkı'ya yılda 12 milyon kazandıracak.
  9. Şaşkın bir Türk (Oğuz Aral) Her Türk kendi başına ve kendine göre bir Türk'tür. Benimki de diğer yurttaşlarım gibi zor bir Türk'lüktür. Üstelik hem zor, hem de tuhaf tarafından bir Türk'lüktür. Örneğin, üç büyük takımımızdan biri şampiyon olunca mahallemizdeki apartmanlar o kulübün renkli bayraklarıyla donanır. Geçiminden, hatta kursağından kesen mahalle sakinleri, sarı-lacivert, sarı-kırmızı bezler alıp koccaman bayraklar diktirirler, sokağa ve apartmanlarına asarlar. Mahalle bayram yerine döner. Ama 23 Nisan Çocuk Bayramı ya da Cumhuriyet Bayramı'nda mahalledeki yüzlerce apartman dairesi içinde Türk bayrağı asan sadece üç daire vardır. Gri betonlar içinde gelincik gibi yalnız üç kırmızı bayrak... Biri de benimkidir. Milliyetçilik konusunda mangalda kül bırakmayan mahallemizin bayrakları bu kadardır. Acaba biz ne kadar Türk'üz, ne kadar Galatasaray'lıyız?.. İşte Türk olmanın tuhaflığı burada... Çünkü ben, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında yayını kapatılıp hakkında dava açılan ve yakalanıp içeri atılması için gece-gündüz aranılan ilk gazeteciyim. Nedeni de, bir karikatür yüzünden Türk bayrağına hakaret ve cezası 2.5 yıl tecilsiz hapis!.. Ama hálá bayrak asan Türklerden biri olmayı sürdürüyorum. * Türk'ün tuhaflığı bayrakla bitmez. Ben Müslümanım... Üstelik devlet, daha ben doğmadan Müslüman olacağıma karar vermiş ki, kafa káğıdıma dinimi İslam diye yazmış. Daha 12-13 yaşlarındayken dinimi merak edip öğreneyim dedim. Ama bir de ne göreyim, tüm din öğretileri Arapça... Çünkü Kur'an Arapça. Acaba yüce Mevlam, sadece Araplar'ın mı Müslüman olmasını istemişti? Haydii, bir gayret Kur'an yazısını öğrenmeye başladım. Okuyup yazmayı biraz söküttüm ama, neyi yazıp neyi okuduğumu anlayamıyordum ki... Arap olmadığım için Arapça anlayamıyordum. (Sonraları birçok Arap'ın da Kur'an Arapçasını anlayamadığına şahit oldum.) Zaten o yıllarda okulda ikinci dil olarak İngilizce öğreniyordum. Hem de haftada 8 saat!.. A benim gül yüzlü demir elli devletim, madem benim Müslüman olacağıma karar verdin, şu Müslümanlığı bana bir öğret de kim olduğumu anlayayım. Kafam daha çocukken karıştı. O sırada babam öldüğü için başöğretmen olan amcama sordum. O da, ��Biz hepimiz Türk'üz!..�� dedi. Ben de Türk olduğuma çok sevindim. Artık kim olduğumu öğrenmiştim. Çevremdeki diğer Türkler'e baktım, bana pek benzemiyorlardı. Kimi çok esmer, kıvırcık saçlı ve kısa boylu, kimi deve gibi uzun ve sarı saçlıydı. Hatta bir sürü mavi gözlü Türk bile vardı. Yeşil gözlü bir Türk olmadığım için çok üzüldüm. Çünkü ela ve kahverengi gözlü Türk kızları, yeşil gözlü Türkler'i çok beğeniyorlardı. Derken okuldaki derslerde Hıristiyan, Yahudi hatta Şaman Türkler olduğunu öğrenince kafam yine karıştı. Yani hem Türk olup hem Müslüman olmamak mümkünmüş. Hatta Hıristiyan Türkler'e zamanında Türkopol derlermiş. Kafam karışmasın da ne yapsın!.. Hele hele Peygamberimiz Muhammed Efendimizin okuma yazma bilmediğini din bilgiçlerinden öğrenince aklım iyice şaştı. Benim öğrendiğim kadarıyla Peygamberimiz yüzlerce deve yükü kervanı gönderen, getiren ve alıp satan bir tüccardı. Onca malın, mülkün, paranın, pulun hesabını tutabilen bir tüccarın okur-yazar olmaması mümkün müydü?.. Bu kanı nereden geliyor diye din alimlerine sordum. Yüce Kur'an'daki ümmi sözcüğünden geliyormuş. Yani bir tek sözcükten... Anlamı da annesinden doğduğu gibi demekmiş. Çünkü üm anne demekmiş. Ümmi sözcüğü de böylece anadan doğma cahil olarak kullanılırmış. Peki, 1400 yıl öncenin Arapça'sında acaba aynı anlamda mı kullanılıyordu? Sakın ümmi sözcüğü ümmetsever, yani halkçı anlamına geliyor olmasın?.. Ama Kur'an bilgiçleri, onların söylediği tek sözcükten şüphe ettiğim için beni Müslümanlıktan aforoz ettiler. Meğer 12. asırdan sonra Müslümanlıkta soru ve şüphe yasakmış. (Zaten bunlar bir yüce Cumhuriyet hakiminin ve öldürülen bir barmenin cenaze namazını kılmayarak onları da aforoz etmişlerdi.) Kimin Müslüman, kimin káfir olduğuna yüce Tanrım mı, yoksa bu din üleması mı karar veriyordu acaba?.. Üstelik Hıristiyanlıkta olduğu gibi Müslümanlıkta aforoz cezası ve ruhban sınıfı yoktu. Hele hele bu hacı-hoca takımının dinimizi şirketleştirip para, pul, yat, kat sahibi olduğunu öğrenince kafam büsbütün karıştı. Çünkü Türkçe'sini okuduğum Kur'an'da dinden maddi ya da manevi çıkar sağlamak yasaktı. Örneğin ölünüze bile parayla dua okutamazdınız. Çünkü Müslümanlık ticaret aracı değildi. Şimdi ben, kafası iyice karışık bir Türk olmayayım da ne halt edeyim!.. * Ah, kafa karışıklığım bu kadarla kalsaydı keşke... Ailemde ve okullarımda öğretildiği gibi ben de vatana, millete hayırlı evlat yetiştirmek için sizler gibi didindim durdum. Oğlumu çok yetenekli olduğu için devletimizin müzik konservatuvarına gönderdim. Gerçekten yetenekliymiş ki, yüzlerce yavru arasından sınavı üst sıralarda kazanıp okula girdi ve tam 10 yıl okuyup klasik gitar talim etti. Onunla da yetinmedi, birkaç yıl kompozisyon bölümüne de devam etti. Eşimle ��Aman kursağımızdan kısalım, yavrumuzu bu işlerin daha ileri olduğu ülkelerde de okutalım�� dedik. 2 yıl da Berlin'de özel dersler aldırdık. Oğlumuz duyduğu kuş sesini bile notaya alıp çalabilen, aranjman yapabilen, canı isterse klasik isterse modern gitar, hatta keyfe gelirse rock basgitar çalabilen 2 metrelik bir yavru oldu. Tabii hemen baba ve dede mesleği olan öğretmenliği seçti. Böylece ayda 250 milyon helál lira kazanmaya başladı. Ama Seyit Ali babası gibi aklı karışık ve tuhaf bir çocuktur. Durup dururken dalgıçlığa da merak sardı ve Amerika'dan nal gibi diplomalı uluslararası bir dalgıç hocası oldu. Ne yapıp ne ettiğini bana pek açıklamaz ama, bizim denizaltı SAT komandolarını bile bir ara eğittiğini duydum. Geçen akşam kendimize birer kadeh muhabbet rakısı doldurduk. (Artık 30'una bastığı için yanımda rakı içmesine izin var.) ��Musiki işleri nasıl gidiyor oğlum?�� diye sordum. ��Musiki işleri iyi gitmiyor, hatta hiç iyi gitmiyor. Ekonomik krizden sonra kimsenin müziğe ihtiyacı kalmadı. Arabeskle idare ediyorlar.�� ��Okul ne oldu?�� ��Okul yok oldu. Ben de işten ayrıldım.�� ��Yaa, vah vah!.. Demek ki dalgıç hocalığına döndün.�� ��Yoo, kimse ayak parmağını denize sokmuyor ki dalgıç hocasına ihtiyacı olsun.�� ��Eee, şimdi ne yapıyorsun?�� ��Aşçılık!..�� ��Anlayamadım...�� ��Aşçılık babacığım. İnsanlara mis gibi sandviçler hazırlıyorum, çorbalar ve et yemekleri pişiriyorum, pizzalar filan yapıyorum!..�� Bu yaşta kafam bir kez daha karıştı. Hem de iyice karıştı!.. Yani Devlet Konservatuvarı Gitar Bölümü aşçı yetiştiriyormuş da benim haberim yokmuş. Üstelik aynı okulda ben de yüzlerce tiyatro oyuncusu yetiştirmiştim. Şimdi onlar kimbilir hangi dükkánda terzilik veya hangi lokantada garsonluk yapıyorlar?.. Belki de pazarda Şekspir vurgulamasıyla domates ve biber satıyorlar... ��Çaresiz kaldık, Emek Sineması'nın sokağında bir yemek-sandviç kafesi açtık babacığım. Acıkmayı akıl ettiğin bir gün beklerim.�� Kalkıp oğluma sarıldım. ��Beni bağışla oğlum, ben kafası karışık bir Türk'üm.�� dedim. ��Ben de babacığım, ama karışık marışık yaşasın Türkiye!..�� diye cevap verdi gitar ve dalgıç hocası aşçı oğlum.
  10. Hayal polisi (Oğuz Aral) Selami, yanına oturduğumun farkına bile varmadı. Gözlerini önümüzdeki ağacın tepesine dikmiş keyifli bir suratla kımıldamadan oturuyordu. Selami, bir şirkette şoför olarak çalışıyormuş. Ama son krizden o da nasibini aldığı için şimdi işsizdi. Bir aydır bizim evin önündeki parkta gözlerini havaya dikip bir bankta oturuyordu. Yani benim park bankı arkadaşımdı. Safçana, fakat tosun gibi bir Anadolu delikanlısıydı. Elinde unuttuğu sigara tükenip de parmaklarını yakınca, ��Uyy!..�� diye yerinden hopladı. ��Yine daldırmışsın bakıyorum.�� ��Hayal kuruyordum abi. Hayal kurmayı çok seviyorum. O da olmaza hayatın çekilir yanı yok.�� ��Ne hayali kuruyordun bakalım?�� ��Her zamanki hayallerim işte. Güzel bir araba, bir de kız filan...�� ��Araba ne renk?�� ��Kırmızı bir 4 çarpı 4 Çeroki.�� ��Kırmızı çok kir gösterir. Üstelik bu trafik sıkışıklığında deve gibi bir arabayı ne yapacaksın? Park yeri bile bulamazsın. En iyisi sana gümüş renkli bir Honda alalım.�� ��Hiç olmazsa bir BeMeVe alsaydık abi.�� ��Olmaz, parçası çok pahalı. Üstelik bizim yollara gitmez. Hem parayı nereden buldun bakalım?�� ��Bu haftaki Sayısal'da 6'yı tek başıma ben tutturdum. Tam 800 milyar verdi. Ben de yarısını bankada faize yatırdım. Yarısını da keyfim için harcayacağım.�� ��Hepsini harcasana oğlum.�� ��Yine meteliksiz kalmaktan korkuyorum.�� ��Korkacak ne var yahu, Sayısal'ı hayalinde bir daha tutturursun. Nasıl olsa bu senin hayalin.�� ��Doğru be abi... Tamam hepsini yerim.�� ��Kız nasıl bir şey?�� Sözün burasında Selami'nin ağzı yayıldı, gözleri baygınlaştı. ��Kız bir içim su abicim. Altın gibi sarı saçlı, selvi gibi uzun boylu... Televizyondaki mankenlerden güzel... Ama onlar gibi sıska değil, eti budu yerinde.�� ��Bence senin seçtiğin kız yanlış.�� ��Niye be abi?�� ��Bir kere sen kısa boylusun. Kız senin tependen bakacak, bozulup duracaksın.�� ��Sahi yahu!..�� ��Üstelik bilumum herif milleti yanındaki kıza yutkunarak bakacak, ilk fırsatta iş tutmaya çalışacak. Sen bir Anadolu çocuğusun, böyle hıyarlıkları miden kaldırmaz. Elinden her an bir kaza çıkabilir, hapislerde sürünürsün alimallah.�� ��Vallaa çok haklısın abi, şimdi ne yapacağız?�� ��Sana yeni bir kız bulacağız. Şimdi boyu boyuna, huyu huyuna uygun pek güzel olmayan ama hanım hanımcık esmer bir kızcağızı hayal et.�� ��Hiç olmazsa yine sarışın olsaydı.�� ��Ben inatçı biri değilimdir. En iyisi ikisinin ortası kumral bir kız olsun. Ne de olsa bu senin hayalin.�� ��Sağol abi.�� ��Eh, arabayla kızı bulduk Selami. Bundan sonraki hayalin ne?�� Selami'nin ağzı yine keyifle yayıldı. ��Kızı arabaya attığım gibi ver elini Paris. Televizyonlarda göre göre Paris'e karşı içimde bir özlem uyandı. Eyfel Kulesi'nin altında kızla bir resim çektirip arkadaşlara göndereceğim.�� ��Hiç yurtdışına çıktın mı?�� ��Ne gezeer, Edirne'ye bile gitmedim.�� ��O zaman arabayla değil, uçakla gideceksin. Avrupa otobanlarında yolunu kaybedersin. Yabancı dil de bilmiyorsun, perişan olursun. Üstelik Paris'te ne işin var? Eyfel Kulesi denen o hurda demir yığınının altında resim çektireceğine, gidip tarihi Piza Kulesi'nin altında resim çektir. Oradan da Floransa'ya geçip Botiçelliler'i, Mikel Ancelolar'ı filan görürsün.�� ��Bunlar Fatih Terim'in futbolcuları mı abicim?�� ��Uyuma Selami, Fatih Floransa'dan Milan'a geçti. Bu dediklerim dünya tarihinin en büyük ressamlarıdır. Hele Botiçelli'nin Floransa'daki Venüs'ün Doğuşu adlı tablosunu görünce bayılacaksın.�� ��Ama ben resim değil, Paris'teki değirmenli gece kulübüne gidip çıplak dans eden canlı kızları görmek istiyorum.�� ��Mulen Ruj yani.�� ��Evet o Mulen...�� ��Sen enayi misin be!.. Kız arkadaşın seni ağzı açık ayran budalası gibi çıplak karılara bakarken görünce neler olacak hiç düşündün mü? Ya günlerce beş karış surat asacak, ya da vıdı vıdıya başlayıp bütün geziyi burnundan getirecek.�� ��Yapar mı dersin?�� ��Tabii, sen kadın milletini daha iyice tanımadığın için öyle saf saf konuşuyorsun.�� Selami bir sigara yaktı, hiç konuşmadan sigarasını derin nefeslerle içip bitirdi. Sonra, ��Galiba kızı Türkiye'de bıraksak daha iyi olacak�� dedi. ��Tabi yahu, oralarda kız mı yok? Hatta bir değil, 11 tane bile bulursun. Bu hayal senin hayalin değil mi?�� ��Sahi yahu, bulurum valla...�� ��Ama kızlarla nece konuşacaksın bakalım?�� Selami yine uzun uzun düşündü. Sonra yüzü aydınlandı. ��Türkçe bilen Fransız kızları hayal ederim be!..�� ��Bu gavuristan hayallerini nereden icat ettin yahu? Sen salak mısın oğlum? Bu mevsimde oralar cayır cayır yanıyor. Alman'ı, Fransız'ı, İngiliz'i ve bilumum gavur milleti, dilleri bir karış dışarda akın akın Antalya'ya, Marmaris'e geliyor. Benden sana bir ağabey tavsiyesi; bir yat kiralayacaksın, içine de Türkçe bilen turist kızları dolduracaksın. Sonra da İstanbul'dan Antalya'ya doğru pupa yelken yola çıkacaksın.�� ��İyi ama ben denizcilikten anlamam. Hatta yüzme bile bilmem.�� ��Daha iyi ya, yüzmeyi sana kızlar öğretir. Üstelik emrinde kaptan, kamarot ve bir sürü denizci olacak. İstersen Marmara Adası'nda, ister Avşa'da demirler, iki üç kadehle taze balık yersin. Sonra Çanakkale Boğazı'ndan çıkıp Edremit Körfezi'nde bir tur atarsın. Kuşadası'na uğrayıp birkaç limuzin kirala, kızlarla gidip Efes Harabeleri'ni görün mutlaka. Bakın bizde neler var diye kızlara hava at. Gece için yata bir ince saz takımı kirala. Hatta bir de dansöz getirt de zavallı turist kızlara göbek atmayı öğretsin. Oradan bastır Bodrum'a, Ölüdeniz'e, Göcek koyuna... Kızlar anadan üryan Sirenler gibi denizde oynaşırken, sen dokuz derecelik buz gibi Belçika kral birasını yudumla. İnce saz takımın Rast peşrevi geçerken dağların bulutlara karışmış zirvelerine bakıp yine hayal kur Selami'ciğim.�� Selami'ciğimden ses çıkmadı. Dönüp baktım gitmişti. * * * Birkaç gün sonra parkta Selami'yi yine gördüm. Anladığım kadarıyla yine hayal kuruyordu. Ama yüzündeki ekşi ifadeye bakılırsa hayallerinden pek hoşnut değildi. ��Merhaba Selami, hayaller nasıl gidiyor?�� ��Merhaba abicim, hayaller pek iyi gitmiyor.�� ��Hayrola ne oldu? Ege ve Akdeniz turundan memnun kalmadın mı?�� ��Öyle bir hayal göremiyorum.�� Selami konuşurken yüzüme değil, utangaç bir ifadeyle yere bakıyordu. ��Ya nasıl hayaller görüyorsun?�� ��Söylemesem daha iyi.�� ��Korkma söyle. Ben açık görüşlü ve hoşgörülü bir adamımdır.�� ��Ne zaman hayal kurmaya kalksam, gözümün önüne hep sen geliyorsun abiciğim.�� ��Eee ne var bunda?�� ��Ama hayalimde ben hababam gırtlağını sıkıp seni denize atıyorum. Başka hayal de göremiyorum.�� ��Beni denize nereden atıyorsun?�� ��Ne bileyim, sahilden bir yerden atıyorum.�� ��Öyle her yerden olmaz, atacaksan Sarayburnu'ndan at. Güçlü akıntı beni Adalar'a kadar götürür, arkandan iz bırakmamış olursun.�� Selami hem küfredip hem ağlayarak bir koşu kopardı ve parktan çıkıp gitti. Delikanlıyı bir daha göremedim. Oysa ona daha çok güzel hayaller kurması için yardıma hazırdım.
  11. Oğuz Abla (Oğuz Aral) Mecidiyeköy'deki çalışma evimde çatlamak üzere olan bir mesaneyle uyandım. Gece içkiyi yine fazla kaçırmıştım anlaşılan. Bir koşu tuvaletin yolunu tuttum. (Şimdi yazacaklarımdan ötürü sizlerden çok özür dilerim, ama başka türlü anlatamam.) Pijamamın içinde çiş yapmaya yarayan organımı aramaya başladım. Ara-tara ki bulasın... Ne cehenneme kaybolmuş, nereye tüymüş bilinmez. Bir süre ��Şeytan aldı götürdüü... Satamadan getirdii...�� diye dört dönüp yalvardımsa da herif ortaya çıkmadı. Zar zor klozetin üstüne oturup tanımadığım bir yerimden çişimi yaptım. Demek ki çiş yapmak için o moruk hıyara mecbur değilmişim. Yüzümü yıkarken gözüm göğsüme takıldı. Kış kavunu iriliğinde iki de memem oluşmuştu. Göbeğimin üstüne doğru biraz sarkıp yayılmışlardı ama, yine de fena değillerdi. Sıkı bir sütyenle toparlanabilirlerdi. Soyunup bedenime altlı üstlü baktım ve kaçınılmaz kaderimle yüzyüze kaldım. Bir erkek olarak yatmış, bir kadın olarak uyanmıştım. Bir an Franz Kafka adlı Çek yazarın Değişim adlı öyküsü aklıma geliverdi. Adını şimdi unuttuğum öyküdeki delikanlı da sabah yatağında bir hamam böceği olarak uyanmıştı. Demek hayatta böyle şeyler olabiliyordu. Ben çok şükür bir hamam böceği değil, sadece bir kadın olarak uyanmıştım. Hemen üstüme bir şeyler geçirip karşıdaki eczaneye koştum ve bir Orkid istedim. Ne işe yaradığını pek bilmiyordum ama, televizyonda reklamlarını görüp pek beğenmiştim. Kadınların kullandığı ter bezi gibi bir şeydi. Sıcaklar bastırınca benim bacak aralarıma da faydalı olurdu. Eczacı hanım, ��Kızınız için mi istiyorsunuz�� diye sordu. ��Hayır kendim için istiyorum. Üstelik, nasıl kullanacağımı da tarif eder misiniz?�� Eczacı hanımın suratıma tuhaf tuhaf bakmasından bu işte bir yanlışlık olduğunu anladım. Orkid'imi alıp eve döndüm ve aynanın karşısına geçtim. Kadın olmuştum ama, 45 yıllık bıyıklarım hálá haşmetli burnumun altında haşmetle duruyorlardı. Demek ki hem iri memeli, hem de bıyıklı bir kadın insanların garibine gidiyordu. Memelerimi kesemeyeceğim için bıyıklarımı kestim. Tam yarım asırlık bıyıklarımdan ayrılırken gözlerimden iki damla yaş yuvarlandı. Sonra da gözüm göğsüme takıldı. Bıyıkları halletmiştik ama, göğüs kıllarımı ne yapacaktım? Ya kadın olarak bir gün canım çeker de dekolte giyinirsem?.. Yanlış anımsamıyorsam kadınlar tüylerini ağda ya da bazı ilaçlarla yok ederler. Benim bu tembellikle şeker kaynatıp ağda yapacak halim mi var?.. Güzelim kıvırcık ve aklanmış kıllara da bastım jileti!.. Oh yahu, ruhumu bir serinlik kapladı. Meğer bizim göğsümüz kanter içinde kavrulurken, kadın milleti ortalıkta ferah-fahur gezermiş. Belki de erkeklerin kadınlardan üç kat fazla kalp krizi geçirme nedeni budur. Kıl dökümünden sonra kılık kıyafet sorunu gündeme geldi. Eşimin boyu 160 santim, benimki 185 santim olduğundan evdeki entari ve eteklerden faydalanamadım. Ama en dar pantolonumu ve mor çiçekli bir gömleğimi giyip küpe, kolye ve bilezik gibi ciciler takındım. Sulu boyalarımla kendime kırmızı ağızlar, siyah kirpikler, koyu pembe yanaklar ve mazi göz kapakları yaptım. Sonra da bir eşarpla kafamın kelini fiyakalı bir şekilde örttüm. Kadınlık dekorasyonu tamamdı ama kadınlık nasıl bir şeydi? Nasıl ve kimden öğrenecektim kadınlığı?.. Önce eşime ve kız kardeşime sormayı düşündüm. Ama geçirecekleri şoktan ötürü konuşabilecekleri bile şüpheliydi. Ben de telefonla Pakize'yi aradım. Hem dostluğuna, hem kadınlığına güvenirim. ��Buyrun ben Pakize Suda.�� ��Pakize'ciğim, seninle hemen görüşmeliyim. Ben Oğuz.�� ��Ne oldu Oğuz Ağabey?�� ��Neler olmadı ki?.. Mesela ben artık senin Oğuz Ağabey'in değil, Oğuz Ablan'ım.�� ��Oğuz Ağabey, pardon Oğuz Abla... Seni hemen bekliyorum.�� Derhal sokağa fırladım. Daha bir taksi yakalayamadan omuzuma zor varan iki maganda zampara beni yakaladı. ��Yavruu!.. Kaç para?�� ��Ne yavrusu ulan, ben sizin babanız yaşındayım. Dur yanlış söyledim, ananız yaşındayım.�� ��Öyleyse kıçını niye sallıyorsun?�� ��Hiçbir yerimi sallamıyorum hıyar, yürümeye çalışırken sol dizimdeki ve ayak bileğimdeki ağrılar yüzünden topal bastığım için kıçım sallanıyor olabilir.�� Herif dediklerime inanmadı ve sallanan yerlerime el attı. Ben de onun önce midesine bir sol sonra da fındık kadar çenesine bir sağ direkt vurunca, gariban maganda kapaklanıverdi. ��Kaç lan Hüsnüü!.. Bu karı deelmiş, bu herif dönmeymiş�� diye yerden ciyaklamaya başladı. Ben de her ne kadar, ��Gel Hüsnü'cüüm, geh bili bili!..�� diye arkadaşını çağırdımsa da herif toz oldu. * Pakize beni rujlu, küpeli ve memeli görünce koca bir kadeh viskiyi bir kerede dipledi. ��Kader utansın, gördüğün gibi artık ben bir kadınım. Ama geç kalmış bir kadınım. Lütfen bana kadın olmayı öğret Pakize'ciğim.�' Pakize bir sigara yakıp hicranla içine çekti ve dışarıya hiç duman koyvermedi. ��Heriften önce uyanıp kahvaltı hazırlayacaksın. Ama o geç uyanacağı için senin özenle hazırladığın tostlara, meyve sularına, yumurtalara hiç dokunmayacak ve sana ikram olsun diye yarım bardak çay fırttırıp kapıdan fırlayacak. Sonra giydirip, kuşatıp, yedirip, içirip çocuklarını okula göndereceksin. Daha sonra evi derleyip toparlayacaksın. Çamaşırdan çıkmış gömlekleri, çarşafları ütüleyeceksin. Arkadaşların telefon edecek. En sevdiğin aktörün filmi yakınımızdaki sinemada oynuyormuş. Tabii, akşama ne pişirsem paniği başladığı için sinemaya gidemeyeceksin. Geçen sefer yaprak sarmayı sevmişti... Ama kabak dolmasını denesem mi?.. Gece olunca sofra başında ve mum ışığında kocanı beklerken o gece yarısı adam üç-dört sarhoş iş arkadaşıyla gelebilir. Hazır olmalısın. Sen mutfaktaki buzluktan yedek yemekleri çıkarırken sarhoş arkadaşlarından biri sana mutfakta sarkmaya çalışır. Ama rezillik çıkmasın diye bağrına taş basıp idare edersin.�� ��Dur Pakize, Allah aşkına dur!.. Yüreğim sıkıştı. Kadınlık böyle rezil bir şey mi?�� ��Evet Oğuz Ağabey.�� ��Abla dedik.�� ��Peki Oğuz Abla... Hatta senin uykunun en derin yerinde kocan aşka gelir, sen de orgazm taklidi yaparsın.�� ��Bunun taklidi nasıl oluyor ki?�� ��Çok kolay, ülkemizdeki kadınların yarısından fazlası yapabiliyor. Sen de yakında öğrenirsin.�� Birden mazide kalan erkeklik damarlarım kabardı. ��Hööst!.. Ben böyle rezilliğe ve adaletsizliğe dayanamam. Ben adamı paspas gibi çiğnerim. Ağzını burnunu dümdüz ederim!..�� diye bağırmaya başladım. ��Hiçbir şey edemezsin. Eğer namuslu bir kadın diye tanınmak istiyorsan, paşa paşa dayağını yiyip oturursun. Mor bir gözle dolanıp gıkını çıkarmazsın. Herbirkesler de sana, 'Aaa, ne hoş bir aile kadını' diye alkış tutar.'' * Sabahın köründe mesanem çatlayacak gibiydi. Kalkıp tuvalete koştum. Çiş aletlerim yerli yerindeydi. Demek ki az önce bir kábus görmüştüm. Yüzümü yıkarken keyifle bıyıklarıma baktım. Sonra giyinip çalışma evimden aile evime koştum. Tekmelediğim sokak kapısını mahmur gözlerle açan eşime, ��Sabah çorbam hazır mı? Hazır değilse sen bilirsin!..�� diye höykürdüm. ��Oh be!.. Erkeklik gibisi var mı? Sen çok yaşa Oğuz Ağabey!..��
  12. Abdülkadir çekti! (Oğuz Aral) Her şey geçen yıl başladı. O tumturaklı, oturaklı, halim ve selim adam gitti. Yerine zıpırın biri geldi. Abdülkadir'le aynı yaştaydık. Taa, Yeni Sabah Gazetesi'nde patlak pabuçla haber peşinde koşuşturduğu günlerden tanırım. Doğru, dürüst ve çalışkan bir gazeteciydi. Birkaç dil bildiği için kırklı yaşlarında turizm işine sıvandı. Başarılı da oldu. Eskisi kadar sıkça olmasa da fırsat buldukça görüşmeyi sürdürdük. Günlerden bir gün Abdülkadir'i sivil bir suratla gördüm. Boru gibi sesi olmasa tanıyamayacaktım. Yani, Abduş bıyıklarını kesmişti. ��Vah vah, geçmiş olsun. Jilet filan mı kaydı?�� ��Hayır bilerek kestim.�� ��Kırk yıllık emektar bıyıklarına nasıl kıydın yahu?�� ��Beni yaşlı gösteriyorlardı.�� ��Göstermelerine gerek yok. Sen zaten yaşlısın.�� ��Sen onu haltetmişsin.�� ��Sen ben yaşta değil miydin?�� ��Hayır efendim, ben senden en az iki yaş küçüğüm.�� ��Eh kimi kumaş yağmur yiyince çeker. Demek ki sen de çekip küçülmüşsün.�� * Aradan kaç ay geçti anımsamıyorum. Bir sergi açılışında siyah saçlarını kel tepesine iyice yayıp yapıştırmış biri yüzüme tanıdık tanıdık bakıp gülümsüyor. ��Güzelim kır saçlarına ne yaptın be?�� ��Biraz boyattım Oğuz Abi'cim. Beni yaşlı gösteriyorlardı. Zaten çok da beyazlamamışlardı değil mi Oğuz Abi?�� ��Bu abili konuşma da nereden çıktı?�� ��Benimki aile terbiyesi icabı Oğuz Abi. Bize, büyüklerimize saygıyı ve abi demeyi öğrettiler.�� ��Ben senin nereden büyüğün oluyorum?�� ��Aramızda en az 5 yaş fark yok mu Oğuz Abi?�� ��Bana bak, benden sana abi tavsiyesi; fazla yağmurda kalma... Küçüle küçüle pantolonumun arka cebine gireceksin bu gidişle!..�� * Bir gün, onu gerçekten tanıyamadım. Annesinin bile tanıyacağından şüpheliyim. Ciyak ciyak renkli kareli bir ceket... Altında turuncumsu daracık bir pantolon... Yakası üstten 3. düğmesine kadar açık sarı ve mor çiçekli bir gömlek... İçinde de yeşil bir ipek fular... Herif Balık Pazarı'ndaki manav sergisi gibi rengárenk... Hareketleri de acayipleşmiş. Yürümüyor, adeta zıplıyor... Hızlı hızlı konuşmaya başlamış. Konuşurken elini kolunu sallıyor, karşısındakinin omuzuna, sırtına pat pat vuruyordu. En çekilmez yanı da her laftan sonra yerli yersiz kahkahalar atmasıydı. * Aslında bütün bunları yazmayacaktım. Sevdiğim bir arkadaşımı teşhir etmeyecektim. Bir alay tanıdığı var. Herkes, yaşamının bir bölümünde buhran geçirebilir, abuk subuk işler icat edip kendini rezil edebilir. Hele ihtiyarlık şaşkınlığıyla olmadık herzeler yiyebilir. Biz arkadaşlarına onu koruyup kollamak düşer. Ben de öyle yapıyordum ama Abdülkadir bana fena bir kazık attı. Ben de öcümü almak için bunları yazıyorum. * Sabahın bir körü kapının zili düttürmeye başladı. Kapıcı servisi için erken bir saat. Kafa üstü yastığımı kulağıma kapattım. Ben başımın üstünde bir ağırlık olmadan uyuyamam. Bu nedenle iki yastıkla kelle sandviçi gibi yatarım. Ama zilin susacağı yoktu. Bana asla yakıştıramayacağınız bir alay küfürü peş peşe sıralayarak gidip kapıyı açtım ve Abdülkadir'in sırıtkan suratıyla yüz yüze geldim. Aslında yalnız ağzı sırıtıyordu. Gözleri yuvalarından uğramış, suratı kıpkırmızıya kesmiş, gırtlağından düdük sesleri çıkararak nefes almaya çalışıyordu. Yarı yürüye, yarı sürüne içeri girip kendini en yakın koltuğa attı. ��Ne oldu, ne var, sabahın köründe ne istiyorsun?�� gibisinden sorularıma cevap vermedi. Konuşacak mecali yoktu ki cevap verebilsin. Yine de merhamet duygum ağır bastı. Mutfağa gidip bir bardak su getirdim. Sırıtmasını bozmadan içti. Ben homurdanarak kahvaltı altımın üçüncü sigarasını içerken Abdülkadir zıplayıp yerinden kalktı. ��Günaydın Oğuz Abi.�� ��Abinden başlatma, şimdi doğru doktora git ve ben kalp krizi geçirdim de...�� ��Ben turp gibiyim. Her gün Belgrad Ormanı'na gidip günde 5 kilometre koşuyorum.�� ��Deminki tıknefeslik neydi öyleyse?�� ��Merdivenleri çıkmıştım da biraz yoruldum. Aslında yorulmazdım ama dün geceyi bir diskoda geçirdim.�� ��Sen fıttırdın mı yahu Abdülkadir? Asansör dururken 7 kat merdiven tırmanılır mı?�� ��Sen, tabii unutmuşsundur. Genç adam dediğin asansöre binmez. Bu sabah ormana gidip koşamadım. Sabah cimnastiğini senin merdivenlerde yapayım dedim. Hem benim adım Abdülkadir değil Oğuz Abi.�� ��Ya ne?�� ��Benim adım Gencay. Mahkeme kararıyla değiştirdim.�� ��Bin senelik adını ne halt etmeye değiştirdin?�� ��Abdülkadir ihtiyar ismi. Abdülkadir deyince adamın aklına eli ayağı tutmayan, beli bükük bir ihtiyar geliyor. Bak bakalım bende yaşlı adam hali var mı?�� Abdülkadir veya Gencay, bir yandan dans figürleri yapıp kendi midesine pat pat vuruyordu. ��Gel bak, sen de vur da çelik gibi mide adalesi gör.�� Şeytan, şunun midesine okkalı bir aparkat çekip herifi katla dedi. Ama yine Abduş'a ya da Gencoş'a kıyamadım. Gönlü olsun diye bir iki patpatladım. Pat pat eden herifin karın adalesi mi yoksa korsesi mi artık bilmiyorum. ��Senin bu gençlik sapıtmana hanım ne diyor?�� ��Hangi hanım?�� ��35 yıllık karın Semra tabii!�� ��Ohhoo, aylar önce Semra'dan boşandım.�� ��İyi halt ettin.�� ��İhtiyarlayınca vıdı vıdıcılığı tuttu. Yok ben palyaço gibi giyiniyormuşum. Pencereleri açıp komşulara karşı çıplak vücutla halter çalışıyormuşum. Herkeslere rezil oluyormuş... O da senin gibi tutucu bir ihtiyar!�� ��Sen onu halt etmişsin. Ben her zaman yenilikçi ve ilerici oldum.�� ��Madem yenilikçisin de cep telefonun nerede?�� ��Cep telefonu ilericilik değil enayilik. Normal telefonla 5 liraya yapacağım konuşmayı niye 15 liraya yapayım?�� ��Ama cep telefonuyla isteyen seni hemen bulabilir.�� ��Daha kötü ya... Canı çeken beni istediği anda niye bulsunmuş? Ben ��155 Alo Polis�� miyim?�� ��İstemezsen telefonunu kapatırsın.�� ��Zırt pırt kapatacağıma hiç almasam daha iyi değil mi?�� ��Çene yarıştırmaya gelince üstüne yok. Ama daha bir e-mailin bile yok. Basında e-mail adresi olmayan yazar bir tek sen kaldın. Artık bebelerin bile interneti var. Bütün bunlar siz morukların teknolojinin ilerlemesine, çağdaşlığa ayak diremesinden!.. Tutuculuktan!.. Söyle bakalım okurların sana nasıl ulaşıyor?�� ��Benim faksım var.�� ��Ama onların faksı yok. Bir kardeşlik yapayım da sana bir e-mail adresi alayım Oğuz Abi.�� Bir an düşündüm. Sahi yahu, artık mektubun modası geçti. Herkesin de faksı yok. Okurlarımla aramda kopukluk olmasın dedim. ��Pekiyi, o dediğinden al bakalım.�� Abdülkadir, bir yerlere telefon etti sonra sordu. ��Senin adres şifren ne olsun?�� ��Tabii, Huysuz İhtiyar olsun.�� ��Huysuz İhtiyar'ı almışlar.�� ��Kim almış, nasıl almış, niye almış?�� ��Sana tekrar satmak için.�� ��Yani ben, kendi adımı herifin birinden mi alacağım? Aziz milletimin en birinci mesleği hırsızlık olmuş demek! Ülkenin toprağını çalıp apartman yapar, devletin elektriğini çalar fabrika işletir, davarını ısıtır... Otobüs biletinin bile sahtesini yapmayı akıl eder. Sıra isimlerimize geldi. Artık sabahları kalkınca ilk işim ağzımdaki protez yerinde duruyor mu diye bakmak olacak. Ben yazıyla, çiziyle nafakamı çıkarıyorum. Bir üçkáğıtçı hırboya verecek meteliğim yok! Adresi [email protected] diye al!�� Yani ayıptır söylemesi, artık benim de bir e-mailim var. Bu yaştan sonra Abduş'un bana attığı kazık da bu oldu. * Abdülkadir'i sorarsanız yine eski gri takım elbiselerini giyiyor, saçını boyamıyor. Zaten ektirdiği saçlar da döküldü. Tekrar bıyık da bıraktı. Yine eski meyhanemize dadandı. Geçen gün, ��Hayrola, genç olmaktan sıkıldın mı?�� diye sordum. ��Defne'yle bir yıldır beraberdik. Ama kızı yirmi beşinde tıfıl bir oğlanla yakaladım. Hem de kirasını benim ödediğim evde.�� ��Boşver, gençlikte böyle ufak tefek kazalar olur Gencay Abi'cim.�� ��Hergeleliğin alemi yok. Benim adım Abdülkadir!�� Şimdi, birkaç arkadaşla Semra'ya gidip eve dönmesi için diller döküyoruz. 6 Nisan 2003
  13. Allah adamı tatminden korusun!.. (Oğuz Aral) Garsona patlıcan kızartması, fava, beyaz peynir, kavun ve bir duble rakıyla tonik söyledim. Tonikle rakı ��Ne aláka?�� diye soracaksınız. Şu aláka, rakıyı suyla sulandırıp karşıma koyuyorum ve ona baka baka tonik içiyorum. Tam ikinci duble toniğimi yudumlarken yaşlı garson, ��Afiyet olsun Oğuz'cuğum�� dedi. Ben, bu sesi hatırlar gibiyim. Surat da yabancı değil diye düşünürken garson gülümseyerek, ��Beyoğlu Erkek Lisesi, 627 Ercan�� dedi. Tabii yahu, bu bizim Hafız Ercan... Hafızlığı bütün kitapları sular seller gibi hıfzetmesinden geliyor. Sınıfın yarısı onun verdiği kopyaların yüzü suyu hürmetine okulu bitirmişti. ��Sen, mezun olduktan sonra İktisat Fakültesi'ne gitmemiş miydin?�� ��Evet, gitmiştim.�� ��Ne oldu, bitiremedin miydi?�� ��İkincilikle bitirmiştim.�� ��Öyleyse bu garsonluk niye?�� Ercan, ��Uzun hikáye!�� deyip bir koşu köşe masanın mezelerini götürdü. Okuldan sonra Ercan'ı hiç görmemiştim. Ama büyük bir işadamı olduğunu gazetelerde okuduğumu anımsadım. Hatta, ismine vergi rekortmenlerinin arasında bile rastlamıştım. Ayrıca gazetelerin magazin sayfalarının da gediklisiydi. Yanında hep sosyeteden bir dilber bulunurdu. Herif bu yaşta bile hálá yakışıklıydı. Ama düşmez kalkmaz bir Allah!.. Bizim Hafız, onca varlıktan sonra şimdi garsonluk yapıyordu. Bir ara servis tabağımı değiştirmek için Ercan yine yanıma geldi. ��Vah vah, demek şirketini batırdın?�� ��Hangi şirketimi? İthalat-ihracatı mı soruyorsun?�� ��Tamam onu.�� ��Ne batması yahu, Yugoslavya'dan deri alıp, dikip Almanlar�a satıyordum. Sonra, bizim piyasadan zeytinyağı toplayıp İtalyan etiketiyle İngiltere'ye ihraç ediyordum.�� ��İtalyanlar hır çıkarmıyor muydu?�� ��Bayılıyorlardı bile... Şişe başına yüzde 5 patent parası ödüyordum. Karşılığında İngilizler'den iplik ithal edip dokutuyordum. Biliyorsun bizde işçilik ucuz. Sonra, İngiliz kumaşı fiyatına Amerika'ya ihraç ediyordum. O şirketin yıllık cirosu 300 milyon doları buluyordu.�� ��Sonra ne oldu?�� ��Şirketi Sabancı'ya sattım.�� ��Niye be, altın yumurtlayan tavuk satılır mı?�� ��Ne yapayım sıkıldım.�� ��Hey garson, bana bir duble rakı daha getir�� diye seslenmeleri üzerine Ercan başka masaya koştu. Kafam iyice karışmıştı. O karışıklık arasında tonik yerine rakı bardağına saldırmışım. Daha birinci fırtta Dr. Deniz Şener'in ayıplayarak bakan yüzü gözümün önüne geldi. Süklüm püklüm bardağı masaya bıraktım. Peki ama bu herif, onca parayı kaybetmeyi nasıl becermişti? Yanımdan geçerken ceketinin eteğine yapıştım. ��Yoksa kumar mı oynadın?�� ��Kumarı severim doğrusu... Ama aptal kartlarla ya da ruletin keçi pisliği kadar topuyla kumar oynamam. Hele bir atın dört sıska bacağına beş kuruş yatırmam. Sadece geçen yıl Borsa'da kazancım 6 trilyonu bulmuştu.�� O sırada kasada oturan meymenetsiz şişko herif, ��Seni buraya çene çalasın diye almadık be... Dört numaralı masa yarım saattir hesap bekliyor. Zaten kabahat acıyıp da morukları işe alanda!..�� diye homurdanmaya başladı. ��Kusura bakma Oğuz'cuğum. Bugün tek başıma çalışıyorum. Pinti herif, mutfaktan köfte aşırıyorlar diye iki komiyi de işten attı.�� Ercan, arı gibi çalışırken ben de kafayı çalıştırıyordum. Bizim Hafız, ne etmişti de batıp garsonluğa razı olmuştu?.. Sonunda buldum... Meşhur kriz!.. Evet mutlaka krizde batmıştı. Yüzlerce fabrika, dükkán, işyeri krizde kapanmamış mıydı?.. Sabancı bile üçte bir fakirleştik demişti. Geç olmuş, müşteriler yavaş yavaş gitmeye başlamışlardı. Ben, lanet patronun gönlü olsun diye kalamar, midye tava, karides ve içmeyeceğim bir duble rakı daha söyledim. Meraktan çatlayacaktım. ��Krizden birkaç fabrikam ve şirketim etkilendi doğrusu... Ama 3 ihracat şirketim dolarla çalıştığı için Lira'nın düşmesi sonucu açıktan 450 milyon dolar filan kárım oldu. Tabii, turistik otel zincirimi saymıyorum. Onlar da dövizle iş yapar.�� ��Yoksa bütün paranı kadınlara mı yedirdin?�� ��Senin hesap kitaptan tıntın olduğun daha lisedeyken belliydi. Yahu, kadınlardan bin kişilik bir harem taburu kursam, hepsine kürk, mücevher, Rencrovır filan alsam 6 aylık kazancımı harcayamam. Ayrıca bende kadınlara para yedirecek hal var mı?.. Gençliğimde bana Toni Körtis Ercan derlerdi.�� ��Hálá fena değilsin.�� ��Üstelik hálá da elim ayağım tutuyor. İlk eşim Tütüncügiller'in tek varisiydi. İlk sermayem ondandır. İkincisinin Boğaz'da 4 yalısı vardı. Bu arada zamanın ne kadar ünlü artisti, şarkıcısı varsa aşka düşüp benim kervana katıldılar. Şimdiki ise adını vermeyeyim, ünlü bir çıtır manken... Benden tam 42 yaş da küçük.�� ��Pekiyi be birader, para sende kadın sende!.. Ama ne halt etmeye gece yarıları böyle salaş meyhane köşelerinde sürünüyorsun?�� ��Doyumdan... Yani tatminden!�� ��Ne tatmini?�� ��Aşk ve iş tatmini... Yaşama başlarken mutlu olmak için aşkta ve işte başarılı olmak gerektiğini öğrenmiştim. Çünkü insanoğlunun başına ne bela geldiyse tatminsiz heriflerden gelmiştir. Aşkında ya da işinde başarısız kişiler tatmin olamazlar. Tatminsiz insan mutsuzdur. Mutsuz insan çevresini de mutsuz eder.�� ��Ama sen başarılısın.�� ��Evet başarılıyım ama fazla başarılıyım. Fazla doyum da ayrı bir bela... Bir süre sonra amacın, hedefin, hayallerin kalmıyor. Bütün hayallerin gerçek olmuş. Özleyeceğin hiçbir şeyin yok. Hiç hata yapmamışsın. Son damlasına kadar sıkılmış limona dönmüşsün. Güne başlarken yüreğinde minicik bir heyecan kıpırtısı bile duymuyorsun. Yataktan bile çıkmak istemiyorsun. Para ve kadın bütün cazibesini yitirmiş. Hiç olmazsa burada müşterilerle ve patronla boğuşup kendimi yaşama ait hissediyorum. Biraz daha genç olsaydım hamallık yapmak isterdim. Dünya gelişmişse doyumsuzlar sayesinde gelişmiştir.�� * * * Aradan birkaç ay geçti. Ercan'ın derdini hálá anlamış değilim. Bizim Hafız herhalde kafayı üşütmüştü. Geçenlerde yine uğrayıp da oğlan ne haldedir diye o salaş meyhaneye gittim. Meyhane yerinde yoktu. Salaş meyhanenin yerinde neonlu, altın varak dekorlu lüks bir sosyete restoranı vardı. Kapıdaki amiral gibi giydirilmiş teşrifatçıya ��Garson Ercan hálá burada mı çalışıyor?�� diye sordum. ��Bizde Ercan diye garson yok. Ama patronumuzun adı Ercan�� dedi. 12 Ocak 2003
  14. Artık çenem düştü! (Oğuz Aral) Eşim, ��Bana ayrı bir televizyon al!�� dedi. ��Niye, koskocaman bir televizyonumuz var.�� ��Var ama artık seninle televizyon seyredilmez oldu.�� ��Hep senin seçtiğin filmleri, dizileri seyrediyoruz ya.�� ��Sen seyrediyorsun ama ben seyredemiyorum.�� ��Niçin seyredemiyormuşsun?�� ��Çünkü film boyunca çenen durmuyor. İnsanda konsantrasyon, dikkat filan bırakmıyorsun.�� ��Allah Allah, benim ağzımdan kerpetenle laf çıkar yahu... İki çift laf etmiyorsun diye şikáyet eden sen değil misin?�� ��O eskidendi, artık çenen düştü.�� ��Ne diyorum mesela?�� ��Daha demin film seyrederken 'Bak karıya bak, aslan gibi kocası varken elin herifine nasıl yaltaklanıyor!.. Bu Amerikalılar fakir yahu! 100 bin dolar için banka soyulur mu?.. Vur oğlum ooh, eline sağlık! Dövüşürken katır gibi tekmeleşmek de yeni bir icat!.. Çabuk ve sert bir kroşenin yerini hiçbir tekme tutamaz!..�� gibisinden dur durak bilmeden konuşmalar mı yoksa, 'Aman oğlum dalga geçme, herif arkandan yaklaşıyor... Zırlamanın alemi yok, boşa gitsin o karıyı be!.. Git Matilda'yla evlen. Çirkin, mirkin ama harbi kız!'' diye oyunculara akıl vermeler mi istersin?'' Bizim hanım haklıydı. İhtiyarladıkça adamın zevzekliği artıyor. Ama yine de kalbim kırıldı. Aslında ben gazete okurken konuşurdum. Film sırasındaki sözlü müdahaleler demek yeni icadım. Büyük köşe yazarları, kendi yazılarının dışında kendi gazetelerini okumazlar. Ama ben büyük yazar olamadığım için çalıştığım gazeteyi ilanlarına kadar okurum. Okurken de çenemi tutamam söylenirim. Gel de söylenme!.. Turizm şirketlerinin tur ilanlarına bayılıyorum. Okuyup okuyup hayaller kuruyorum. Ama artık kantarın topuzunu kaçırdılar. Dubai'yi Bangkong-Pattaya'yı anladık ama Hurghada neresi yahu?.. Siz hiç Pamporovo diye bir memleket duydunuz mu? Ülkeleri hakkında en küçük bilgi yok. Sanki millet coğrafya profesörü... Zobornak der demez, ��Aaa, şu bizim Zobornak!.. Hani İskandinavya'nın Baltık kıyıcığındaki kasaba!..�� deyiverecek. Hele bir ilan var ki adamı yarım saat konuşturur. Belki inanmayacaksınız ama Paşa Tur bizi İzlanda'ya götürecekmiş. Yahu, İzlanda dediğin Atlantik Okyanusu'nun kuş uçmaz kervan geçmez bir göbeğinde... Fok balıklarını da sayarsak birkaç yüz bin nüfuslu buzlarla kaplı bir adacık. Ki adamın ağustosta bile gerisi donar. İnsanın bir iki haftalık iznini İzlanda'da geçirmesi için aklını ekmek arası lahmacuna katık etmesi gerek. (Bu gerek sözcüğünü kullandıkça rahmetli dostum klişeci Artin, 'Şimdi sen Öztürkçe mi konuşuyorsun? Gerek, gerçek kelimeleri Ermenice'dir' deyip benimle dalga geçerdi.) Çenemin en fazla düştüğü yer de ölüm ilanları sayfası oluyor. Merhumun ailesi şöyle yarım sayfa bir ilan döşeniyor. Eh, adam önemli adam, adam zengin adam. Vefatının duyurusu da haşmetli olur. Ama aynı kişi için 20 tane daha iri yarı ölüm ilanı var. Dostları ve her bir şirketi tek tek başsağlığı ilanı vermiş. İki tam sayfa karşılıklı dolmuş. Neresinden bakarsan bak, yüzlerce milyar gitti gider. Vefat-şovu yapacağına şu milyarları fakir fukara takımına dağıtsan daha iyi olmaz mı?.. Hem garibanın karnı doyar, hem merhumun ruhu şád olur! Ama sonra düşünüyorum; onlar da aynı şeyi yapmışlar, gariban takımını sevindirmişler. Bu ilan paralarından bizim maaşlar verilmiyor mu?.. Bizim gazetenin muhteşem zam politikası sonunda hepimiz fakirleşmedik mi?.. Haber okurken de çenem durmuyor. Başlığa bak: SAHTE ŞEYH 15 KADINLI HAREM KURMUŞ!.. Yani başlıktan anlaşıldığına göre Şeyh sahici olsa 15 kadınlı harem helál olacak. Ama ne çare ki herif sahte şeyh. Çünkü adam, kadınlarla evlenirken imam nikáhını kendi kıyıyor. Şeyhin sahtesinin kıydığı imam nikáhı da sahici olmuyor. Böylece 15 kadın zina yapmış oluyor. Haberden anlaşıldığına göre bu kızları ana ve babaları güle oynaya elleriyle şeyhe götürüyorlar. Çünkü işin ucunda cennette birkaç parsellik gecekondu arsası garanti. Nasıl olsa gecekonduların üstüne 8-10 kat çıkıp cennete yeni düşmüşlere kiralarlar. Bu genç kızlardan biriyle iki çift laf etmeye ya da bir çiçek vermeye kalksanız kızın abisi sizi döver, babası da aile namusunu kurtarmak için çifteyle vurur. Şeyhin bir hayli dünyalığı da çıkmış. 62 kasasında 4 kilo altın, 250 milyarlık dövizi bulunmuş. Haremindeki 20 ile 23 yaş arasında her kadına birer ev hediye edip 100 milyon da maaşa bağlıyormuş. Yani adamda ev de gani. Ama adamın sahte şeyh olduğu şuradan belli ki, çıka çıka 4 kilo altını çıkmış. Sahici olsa Necmettin Hoca'mız gibi 150 kilo altını çıkar. Pekiyi, bu değirmenin suyu nereden geliyor? Tabii, gece televizyonda ��Şeyh bizi soydu, soğana çevirdi!�� diye ağlaşan köylülerden geliyor. Hani ��9 çocuğumla aç yaşıyorum devlet bize niye bakmıyoo!..�� diye ağlaşan köylülerden... Bu işler Hakkari'nin dağ köylerinde değil, İstanbul'un Tuzla'sının Akfırat Beldesi'nde oluyor. Şeyhin saltanat kurduğu 890 dönümlük araziyi de Belediye Başkanı Emekli Yarbay Mehmet Ali Soylu herife, ��Sen hayvansever bir adamsın, al şu toprakları bir hayvanat bahçesi kur�� diye hediye etmemiş mi?.. Yani arazi devletin, halkın malı... Torunlarımızın malı!.. Eşim, ��Filmlerde konuşmana, gazete okurken homurdanmalarına katlanıyorum. Ama evin içinde bir avaza küfretmene dayanamam. Komşulara rezil oluyorum�� deyip gitti odasına kapandı. İnsan evinde bile ağız tadıyla küfür edemezse nerede edecek yahu? Yine de terbiyemi takınmak için haber okumayı kestim. Zevzeklikle suçlanmış bir ihtiyarın kırık kalbiyle giyinip evden çıktım. İstanbul trafiğine ve yaşamında 3 tekerlekli bisiklete bile binmeden fücceten şoför olmuş tıfıllara artık dayanamayıp arabamı sattığım için iki yıldır seyahatlerimi otobüsle yapıyorum. Sabun, deodorant, diş macunu ile arası pek iyi olmayan sevgili halkımla ter ve sarmısak kokuları arasında kucak kucağa gidip geliyorum. Samimi oluyor. Otobüste gitmek hoş da binebilmek bir bela... Her bir yolcu Allah nazardan saklasın birer Ulubatlı Hasan kesiliyor. Özellikle kadınlarımız müthiş. Sırtımdan tırmanıp benden önce binmeye çalışanlar mı istersiniz, yoksa kafakol çekip böğrümü dirsekleyenler mi? Üstelik bu upuzun mantolu akrobat hanımların boylarıyla enleri eşit. Taksim'de iner inmez bankta kavga eden çifti gördüm. Kavga ettiklerini yüz ifadelerinden ve el kol hareketlerinden anladım. Eee, serde tiyatro yönetmenliği de var. Hava kış ortasında kavga edilemeyecek kadar günlük güneşlikti. Dayanamayıp yanlarına gidip kızın yanına oturdum. Biraz sıkışıklık oldu ama kız, oğlana biraz daha yaklaşmak zorunda kaldı. Kavga bir an durur gibi oldu. Kıza dönüp, ��Onun efelendiğine bakma, altın gibi bir kalbi vardır�� dedim. Kız da, ��Pöh bunun muu? Elinden gelse derimi soyacak!�� dedi. ��Hep seni sevdiği için... Bizde erkek milleti böyledir. İşte, aşık oldu mu imanına kadar sevdalanır. Sevdiği kadını kendi mülkü zanneder.�� ��Ben kimsenin gecekondusu değilim.�� ��Tabii değilsin. Ama davranışlarını hoşgörüyle karşıla. Çocuğun kalbini kırma.�� ��Ama o benim üç ay önce kolumu kırdı.�� ��Tabii kırarım be, yelloz beni aldattı.�� ��Beraberlikler dürüst olmalı. Aşk, hile hurda kaldırmaz.�� ��Hay ağzını öpiim beybaba... Kaç kere 'Ulan karı benden para saklama, yoksa bir tarafını kırarım' dedim ama bu paragöz kaltağa dinletemedim.�� ��Ne parası bu?�� ��Müşteri manosu... İki, üç herifle gidiyor bize bir herifin komisyonunu veriyor. Ben yer miyim be!�� ��Anlamadım.�� ��Anlaşılmayacak bir şey yok beybaba... Elin ayağın tutuyorsa bu fıstık gibi kız sana 200 milyona olur.�� ��Höst oğlum, sen pezevenk misin?�� ��Ben acenteyim ulan, bana pezo diyecek herifi çiğnerim. Alıcı değilsen bas git ve sopa yemediğin için morukluğuna dua et!�� İstiklal Caddesi'nde kırık bir kalple yürürken, ��İhtiyarlık rezillik!.. Bir pezevenk bile ihtiyarım diye beni dövmeye tenezzül etmedi!�� diye kendi kendime söyleniyordum. Sonra, dükkán kapısına hoparlör koyup müzik yayınıyla müşteri çekeceğini sanan dangıl bir giyim mağazasına girdim ve, ��Bu ne rezillik be, caddede yürüyen vatandaşın kulaklarına ne hakla tecavüz ediyorsunuz!�� diye bağırmaya başladım. 19 Ocak 2003
  15. Üfür Fahri üfür!.. (Oğuz Aral) Ne güzeldi o eski günler... Hani insanın kendini kelebek gibi hafif ve bol keyif hissettiği günler... Lafı dolandırmayayım, içkinin beni terk etmediği günlerden söz ediyorum. Boğaz'ın Karadeniz'e açılan kıyıcığında bir balıkçı meyhanesi keşfetmiştim. Sait Faik'in öykülerinde anlattığı salaş balıkçı meyhanelerinden biriydi. Kapı açılıp saz benizi, buruşuk pardösüsü ve fötr şapkasıyla Sait Faik içeri girse şaşırmazdınız. Meyhane o gün gürültülü, kahkahalı ve şıngırdak ise, ağların bol bereket çekildiğini anlardınız. Sessizlik varsa teknelerin mazot parası bile çıkmamış demektir. O sessizlikte 45'lik cızırtılı bir plaktan Abdullah Yüce'nin ��Bu ne sevgi ah, bu ne ıstırap!..�� şarkısı duyulurdu. Zaten meyhanenin diskoteğindeki plak sayısı beşi geçmezdi. Dönüp dolaşıp aynı şarkıları dinlerdik. Vee bir de Üfür Fahri'nin sigaradan kapı gıcırtısına dönmüş sesi duyulurdu. ��Sadettin topu solaçıktan bir haydahladı. Top geldi geldi önümdeki çamura saplandı kaldı. Herkes top zıplayacak diye sağ tarafa koştu. Ben kaldım mı kaleciyle başbaşa...�� ��Tamam be Üfür'cüğüm patlat şutunu, at golünü.�� ��At demek kolay, kalede Bahri var... Yani, Zehra'nın ağabeyi... Zehra da benim o sırada yanıp yakıldığım kız. Golü atarsam kızı eve kapatır, bana saçının telini göstermez. Ayrıca evlerinin önünden geçmek şöyle dursun, daha sokağın başındayken ümüğüme biner beni keçe kilim gibi çiğner.�� ��O zaman sen de atmayıver.�� ��Atmayıver demek de kolay. Bizim mahallenin bütün kopukları maçı seyre gelmiş. 'Haydi lan Fahri geçir şu ineklere!' diye vayvela koparmaktalar. Hele Salim Ağabey'in heyecandan gözü dönmüş, 120 kiloluk cüssesiyle zıp zıp zıplamakta. Adam futbol manyağı, bizim takımın formalarını, pabuçlarını hep o alıyor. Hatta sarhoş bir Yugoslav turist bulup bize antrenör diye tutmuştu. O sıralarda Yugoslav modası vardı. Gol kaçtı mı bütün mahalle nöbetleşe beni her gün döver. Hele, Salim Ağabey'in eli öyle ağırdı ki tokadını yiyen ömür boyu yamuk suratla gezer.�� ��Ee, sen ne yaptın be Üfür Fahri? Golü attın mı atmadın mı?�� Üfür Fahri, hikáyesinin burasında susup boş rakı bardağına melul mahsun bakardı. Kaptanlardan biri, ��Recep oğlum, görmüyor musun Üfür'ün rakısı bitmiş�� diye tezgáha seslenirdi. Rakı gelir ama mezeleri de tazeleninceye kadar Üfür'den ses çıkmazdı. ��Sonra kendi kendime, 'Yiyeceğin dayağın önemi yok. Ama bir kız uğruna mahallenin şerefini satmak sana yakışır mı be Fahri? Görev aşktan üstündür!' deyip topu Bahri'nin bacakları arasından ağlara yolladım.�� ��Geçen sefer 'Aşktan yüce duygu yoktur. Bir erkek erkekse, aşkı uğruna mahallenin maskarası olmayı göze alır!' deyip golü atmamıştın ama...�� ��Üfür Fahri'ciğim üfüür!�� ��Yüklenmeyin adama yahu!.. O gün o gündür, bugün bu gündür... Gol dediğin bazen girer, bazen girmez.�� ��Yavu, Fahri yiğenim, fitbolu boşver de Matilda'yı nasıl tavladığını anlat bize.�� Fahri, derinden ve hicranlı bir ��Ahh Matilda!�� çekip ve de biraz rakı molası verip anlatırdı. ��Kervansaray'a bir Fransız revüsü gelmişti. İstanbul İstanbul olalı daha bunca afeti birarada görmemişti. Ama içlerinde biri vardı ki görmeyeni bir pişman göreni bin pişman ederdi. Kız bir bacak sallıyor salonun yarısı bir yana devriliyor, bir göğüs titretiyor öbür yarısı öbür yana devriliyordu. Ben Kervansaray'a abone olmuştum adeta... Eh o yıllarda serde gençlik var, hovardalık var, 3. şirketimi yeni kurmuşum torbayla para da var.�� ��Üfürüğüne kurban olayım Fahri'ciim. Herhalde çok da yakışıklısın o sıralar.�� ��Yok ben yalanı sevmem. Yakışıklıydım ama, çok değil... Matilda'ya her gece kamyonetle çiçek gönderiyorum ama kız oralı değil... Kızın hayali gözümden gitmez rüyalarımdan çıkmaz oldu. Yolladığım pırlanta yüzük, küpe ve gerdanlıkları geri gönderiyor.�� ��Eyvah, ayazda kaldın Fahri'ciim.�� ��Ayazda kalmak bizim o zamanki namımıza yakışmaz.�� ��Ne yaptın pekiyi?�� ��Bir gece kulisi bastım, kızı sürüyüp götürdüm.�� ��Vay bee, onca adamın arasından ha!.. Herhalde o yıllarda Filiz Nurullah boyunda, Koca Yusuf enindeydin de yaşlanınca çekip küçüldün!�� Fahri gerçekten ufak tefek bir adamdı. Ne giyse üstüne bol gelirdi. ��Bilekle yürek kalıba bakmaz Naci Reis. Kızı kaptığım gibi dooğru Hilton Oteli'ne. Bir hafta odadan çıkmadık. Revü Paris'e döndü, ama Matilda revüden 6 ay sonra döndü.�� Sonra Fahri saatine bakar, ��Yahu, kızı çok beklettik ayıp oldu�� diye muhabbetin tatlı yerinde kalkıp giderdi. Aslında Üfür Fahri'yi tam tanıyanımız yoktu. Kimdi, nereden gelmişti, ne iş yapardı bilmezdik. Onu bu balıkçı meyhanesinde bulmuştuk. Sanırım hepimizden yaşlıydı. Sigarası hiç sönmezdi ama dinçti. Onca rakıya sarhoş da olmazdı. Bazen ortalıktan kaybolur, bir hafta görünmezdi. Balığın kesat ya da lodosun azgın olduğu o gecelerde meyhanede bardak şakırtısı ve ağız şapırtısından başka ses duyulmazdı. Bir de Abdullah Yüce rahmetlinin sesi... Bir kış gecesi meyhanede iki üç masaydık. Keyfim kaçıktı. O sırada çalıştığım gazeteden o ay da maaş alamamıştık. Mezeleri azaltmış köfteyi filan kesmiştim. Recep anlayışlı bir Karadeniz'liydi. Üç gündür içtiğimi hesaba yazıyordu. Üfür Fahri, bardağını alıp ��Oturabilir miyim?�� diye masama geldi. Adama nasıl acıklı baktımsa, ��Dert etme bu gece hesap benden�� deyip oturdu. ��Dünyanın derdi bitmez. Hastalanırsın, aşık olursun, Fener yenilir... Bunların hepsi derttir. Ama bir tek para işini dert etmeyeceksin. Para tren gibidir, bir gelir, bir gider. Sen istasyon bekçisisin.�� ��Bizim tren iyice rötar yapıyor. Ev sahibine dert anlatamıyoruz.�� ��O yıl bereketli geçmişti. Hal'e meyve ve sebze yağmıştı. Ben de elimdekini avucumdakini yatırmış tonlarla meyve ve sebzeyi kapatmıştım. İki gün sonra ihtilal olmaz mı? Sokağa çıkma yasağı derken, piyasada tık kalmadı. O yıllarda buzhane filan da hak getire... Bütün varlığım çürüyüp gidecek.�� ��Gitti mi?�� ��Gider mi? Onca yıl keçi gibi dişimle tırnağımla çalışmışım, senetle 10 tane kamyon kiraladım. Zaten hepsi yatıyordu... Çifter şoförle bastık gaza ver elini Almanya... O yıllarda vize belası yok. Çarşı, pazar, sokak arası demeden bağıra çağıra malımızı sattık durduk. Polis ensemize binene kadar meyvemiz sebzemiz tükenmişti. Namusumuzla cezamızı da ödedikten sonra kalanıyla yurda döndük. Elimdeki parayı beşe katlamıştım. Çünkü enflasyon olmuş, marklarımın değeri iki katına çıkmıştı. O parayla ben de ilk konserve fabrikamı kurmuştum.�� ��Yahu Fahri, ne güzel üfürüyorsun insanın inanası geliyor.�� ��Bak sana bir sır vereyim; sizin meslekte işine yarar... Yalanı gerçek gibi, gerçeği de yalan gibi anlatacaksın.�� Fahri yine saatine baktı, ��Tüü, lafa dalmışız. Ben kalkayım kıza ayıp oldu. Saatlerdir bekleyip duruyor garip.�� Fahri, hesabı görüp kapıya yürüdü. Sonra bana dönüp, ��Dışarısı kış kıyamet, gel seni de evine bırakayım�� dedi. Meyhaneden titreyerek çıkınca yanımıza kocaman bir Mercedes araba yanaştı. Şoför arabadan fırlayıp kapıyı açtı, bindik. Fahri arabadaki sarışın dilbere, ��Kusura bakma yine muhabbete dalmışız�� dedi. 26 Ocak 2003
  16. Çatalkaram Çingenem (Oğuz Aral) Geçenlerde televizyonda gördüm, Ahırkapılı Çingeneler gönüllerince bir orkestra kurmuşlar. Bir keyif çalıp, söyleyip, oynuyorlar. Ama kendilerine Çingene denmesinden hoşlanmıyorlar, Roman diyorlar. Oysa bütün dünyada Çingene Çingene'dir. Birçok ünlü orkestranın adı Çigan yani Çingene orkestrasıdır. Balkanlar'da doğmuş, namı dünyayı tutmuş Çigan Müziği adında ayrı bir müzik türü ve dünya çapında Çingene müzik ustaları vardır. Bizde de Kemani Haydar, Metin Bükey, Erköse Kardeşler, Mustafa Kandıralı gibi Türk Müziği'ne büyük katkıları olan birçok virtüoz yetişmiştir. Aksak ritimli bir şarkıyı kimsecikler Çingeneler gibi çalıp söyleyemez. Kemanı çenesine değil de göğsüne dayayıp gıygıylatan 8 yaşında bir Çingene çocuğunun verdiği müzik coşkusu Mevlam'ın onlara bir ihsanıdır. Ama adamlar Roman'ız diye tutturmakta haklılar. Çingeneler tarih boyunca hor görülmüş ve itilip kakılmışlardır. Özdeyişlerimizi anımsayın yeter; ��Çingeneye beylik vermişler önce babasını kesmiş!�� ��Sen bir garip çingenesin gümüşlü zurna neyine?��, ��Aslını inkár eden Çingene'dir�� gibi... Üstelik yalnız bizde değil, bütün dünyada horlanmışlardır. Örneğin, Hitler'in sadece Yahudiler'i ve Sosyalistleri öldürdüğü sanılır. Oysa Naziler, 1 milyona yakın çoluk-çocuk Çingene'yi de aşağılık ırk diye asıp kesmiş, gaz odalarında katletmişlerdir. Üstelik garipler Yahudiler gibi Almanlar'dan tazminat da alamamışlardır. Çünkü, onların hiçbir zaman İsrail gibi bir devleti olamamıştır. ��Pazar pazar bu Çingene muhabbeti de nereden çıktı?�� diyeceksiniz belki de... Şuradan çıktı; Ahırkapı Romanları'nı dinlerken canım onlarla birlikte çalıp oynamak istedi. Ben insanların oturdukları yerde kurum kurum kurulup, süzüm süzüm süzülmelerinden hoşlanmam. Adam dediğin kalkıp oynamalı. Oynamak açık yürekli insanların işidir ve bir şenlik yaratmaktır. Ben de ağrıyan belime, sızlayan dizlerime bakmadan televizyona ve penceremden görünen denize karşı kendi kendime bir güzel oynadım. Bu 7 sekizlik aksak ritimli Roman havalarını oynamak zor iş. Çabuk ayaklı, kıvrak belli, titrek omuzlu delikanlı işi. Ben daha çok zeybek ve seymen havalarını oynamayı severim. Bir de tango... Ama ne halt edeyim, yaptım yakıştırdım ıhlaya tıslaya kıvırdım durdum. Allah'tan benim pencereye yakın apartman yok. Sizin dışınızda gecenin köründe kendi başıma oynadığımı bilen konu komşu da yok. Sonra da nefes nefese oturup ruhumun derin bir yerinde marangozluk gibi Çingene'lik de var mı diye düşünmeye başladım. Öyle ya, kazık kadar bir herifin gecenin bir köründe oynaması tuttuysa vardır bir hikmeti... Yani İstanbul'un Avrupa yakasında doğduk diye Fransız olacak halimiz yok ya... Bir yerden bir Çingene'lik bulaşmış mıdır acep diye koyu koyu düşündüm. Pek akrabalık hısımlık bulamadım. Hele ana tarafımda hiç umut yok. Sarışın gri ya da mavi gözlü pehlivan kesimli insanlar... Ben, dedem, dayım yeğenim Ömer Kaner filan bir araya gelince basketbol takımı gibi bir manzara arzediyorduk. Bazen kızınca kardeşim Tekin'e ��Cüce!�� diye söylenirdim. Adam 1.78 boyundaydı. Baba tarafım siyah saçlı ama keza selvi boylu ve sırf bürokrat... Dedem nahiye müdürü, amcam başöğretmen, babam avukat... Halalarım da öğretmen ya da banka müdürü filan... Yani hepsi mazbut kanun kural adamı... Çingeneliğin birinci şartı kanun, kural ve zapt-ı rapt tanımamak değil mi?.. Yani, baba tarafımdan da umudu kestim. Düşüne taşına üçüncü cinsiz tonik kadehinden sonra aramızdaki ilişkiyi buldum. Bizim milletle Çingene milleti kardeş değil, ama kaderdaş. Çünkü, iki millet de yerinde duramıyor, göç edip duruyor. Yani ikisi de göçer... Hangimiz atamızın dedemizin doğduğu şehirde yaşıyoruz? Bizim ailede doğduğu şehirde ölebilen ilk kişi kardeşim oldu. Dedem bir ağa oğlu... Toprakları şimdiki Bulgaristan, Yunanistan ve Yugoslavya'da kalmış. Bir ucundan bir ucuna atla 3 günde gidilirmiş. 93 harbinde Bulgarlar ailenin yarısını kesmiş. Kalanlar İzmir'e canlarını atmışlar. Barıştan sonra da Selanik'e dönmüşler. Annem doğmuş ama Balkan Savaşı patlamış... Haydii, ver elini İstanbul'un Üsküdar'ı... Aile kaçırabildiği parayla kendini biraz toparlar gibi olmuş. Sen misin İstanbul'u mesken tutan garip Osmanlı?.. Avusturya Veliahtı Arşidük Ferdinand'ı Sırp'ın biri otomobilinde öldürüvermiş. Bundan alá savaş nedeni olur mu? Yedi düvel birbirine girmiş. Bir Alman hayranı olan rahmetli padişah damadı Enver Paşa'mıza bu Dünya Savaşı'nın dışında durmak yakışır mı?.. Osmanlı da Alman'dan yana savaşa girince Balkan Savaşı'ndaki yediği kurşunların sızısı daha yeni geçmişken dedem de Osmanlı Memaliki'ni korumak üzere düşmüş Arabistan çöllerine... Sina Çölü'nde İngilizler'le başlamışlar birbirlerini kırmaya... Bu arada baba tarafım da boş durmuyor tabii... Balkan Savaşı'nı kaybedince Drama Nahiye Müdürü dedem, aileyi toparlayıp İstanbul'a göçüyor. Yalnız Lütfi Amcam toprağında kalıyor. Çünkü şehit oluyor. Babam daha 4 yaşındayken İstanbullu oluyor. Sonra da Nuri Amcam Müslüman Araplar'ı İngilizler'den kurtarmaya çalışırken Müslüman Araplar tarafından takımıyla birlikte arkadan vuruluyor. Babam da ne yazık ki çocuk olduğu için Arabistan çöllerine gidemiyor. Bu arada eşimin ailesinden de söz etmemek olmaz. Rahmetli kayınpederim Arif Bey Bulgaristan'dan çocukken kaçıyor. Öğretmen okulunu bırakıp Kafkas cephesine yollanıyor. 70 bin kişilik ordudan sağ dönen birkaç kişiden biri olduğu için bu kez Kurtuluş Savaşı'na subay olarak katılıyor. Zaferden sonra da İstanbul'da evleniyor. Ama eşi öğretmen Adile Hanım İstanbullu değil, Mısırlı... 1. Dünya Savaşı'ndan sonra Türk olduğu için Mısır'dan çocuk yaşta kovulmuş... Bunca çaresiz göçerliği düşünebiliyor musunuz?.. Selanik neree, Arabistan nere?.. Kafkasya neree İstanbul nere?.. Hele anneanneciğim bir ara Ştutgart'ı bile mesken tutmuştu. Çünkü kızı Almanya'ya göçmüştü... Benim kızım da Amerika'ya göçtü. İstanbul nere, Denver nere? Ne yazık ki benim göçerliğim İstanbul içinde kaldı. Ancak yirmiye yakın ev, bir o kadar da gazete ve dergi değiştirdim. Devlet Babam sağolsun, benim yurt dışına çıkışımı sağlığıma zararlı bulmuş olacak ki 43 yaşıma kadar bana pasaport vermedi. Demek ki bizim milletteki Çingene sevecenliği göçerlikten gelirmiş. Siz de soyunuzu biraz kurcalayın, kimbilir ne Evliya Çelebiler çıkacaktır. Artık ancak yatak odasından salona, salondan mutfağa filan göçebiliyorum. Ne yazık benim miskin ev yerinden kımıldayıp beni bir yerlere götürmüyor. Ama ona da bir çare düşünüyorum. Bugünlerde aşağıdaki gibi bir evin hayalini kuruyorum ve gayet ciddiyim. Bugüne kadar becerdiğim işler hep hayalle başladı. 2 Şubat 2003
  17. Cepli hayat (Oğuz Aral) Şaziment Hanım, vitrinlere baka baka yürüyordu. Bayramın eli kulağında, geldi geliyordu. Kızın bayramlığını halletmişti de oğlana hálá münasip bir şey bulamamıştı. Velet, Puma pabuç diye tutturmuştu. Artık Nayk giyemezmiş. Çünkü, basketçi İbrahim Kutluay Puma giyiyormuş. Oysa ayağındaki pabuçları alalı daha bir ay bile olmamıştı. Puma'lar ateş pahasıydı. ��Bu karda kışta lastik pabuç neyine? Yerine bir anorak alsam acaba Kaan hır çıkarır mı?�� diye düşünürken çantasından ��Cürülüp!.. Cürülüp!..�� diye cep telefonu çaldı. ��Buna ne halt etmeye cep telefonu diyorlar da çanta telefonu demiyorlar?�� diye söylenerek telefonu çıkardı. Telefonda hırıltılı bir ses, ��Allah rızası için bir sadaka... Allah sizi sevdiklerinize bağışlasın!�� diye mızırdanıyordu. ��Aloo, sen de kimsin?�� ��Ben dilenciniz Hüsnü. İki gündür açım ve daha telefon faturasını bile ödeyemedim valla.. Çünkü, sadakalarınızı hep Topal Cafer'e veriyorsunuz. Herif, aslında topal mopal değil. Geçen gün mahallede gençlerle top oynarken gördüm dümenciyi...�� ��Telefondan sadaka vermek olur mu canım?�� ��Olur ablacığım olur. Mesela şimdi kredi kartı numaranı vereceksin bana. Gönlünden ne koparsa sadakanın miktarını da söyleyeceksin. Sana hiç zahmet vermeden ben, sadakayı kartından çekerim.�� ��Aaa, sen deli misin ayol?.. Kredi kartı numaramı sana niye verecekmişim?�� ��Demek keş ödemek istiyorsun ablacığım. Hay hay, dilenciniz Hüsnü size her kolaylığı gösterecektir. Şimdi sol tarafına bak abla... Köşebaşında yerde oturan boynunda ��sağır ve dilsiz�� yazılı tabela asılı sıska biri var ya, o benim işte. Bak sana el sallıyorum ablacım. Haydi eller havaya!.. Gelip ona 5 kontörlük bir sadaka veriver ablacığım. Allah seni kazadan beladan korusun.�� Şaziment Hanım, dönüp baktı. Köşebaşında gerçekten bir dilenci vardı ve cep telefonuyla konuşuyordu. * * * ��Konuş lan, çaldığın malları kime sattın?�� ��Aah!.. Cıvırt... ma... abicizzmızt!�� ��Bana bak, beni yorma!.. Namusunla söyle kime sattın? Küüt!�� ��Aagıhh!.. Vallazzıjjt... Bızzt!�� ��Dilaver, bu herif laftan anlamıyor. Bana şu hortumu getirsene... Ama ıslat da getir. Bizim eve de telefon et, hanıma komiserimin işi çıkmış biraz geç gelecekmiş de.�� ��Şıraak!�� ��Uuyy! Komiser abicizzm... Namussuzzjjumz...Vızızt!..�� ��Ulan, bir saattir ne mızırdanıp duruyorsun? Vurmaktan kolum koptu konuş yoksa Meşe Süleyman'ı çağıracağım.�� ��Cızıyyt!�� ��Bu herifin hakkından ancak Meşe gelir. Alo Dilaver, şu Meşe'ye sesleniver odununu da alıp gelsin, tamam.�� ��Alo komiserim, Meşe evine gitmiş tamam.�� ��Çağır hemen gelsin bu ite hortum da para etmiyor tamam. Sen de düğmeni ilikle laubalilikten hoşlanmam.�� ��Komiser abicim be... Hişt, komiser abicim.�� ��Burnumun dibinden yüzüme karşı ne konuşuyorsun? Cep telefonundan konuşsana lan kıro!�� ��Ben de onu söyleyecektim be abi, deminden beri cep telefonuyla konuşuyorum ve her şeyi itiraf ediyorum ama sen anlamıyorsun.�� ��Neyi anlayacağım lan, telefonda cızırdayıp duruyorsun.�� ��Dediklerim sana cızırtı olarak geliyor. Çünkü senin karakolun nezarethanesinden benim telefon çekmiyor.�� ��Bu telefon ne marka?�� ��Telefon iyi marka ama Vaycel'e abone... Vaycel ancak yukarıdan çekiyor.�� ��Şunu baştan söylesene hıyar!..�� ��Uyy!.. Şimdi niye vurdun be abi?�� ��Bu yaştaki adamı boşu boşuna yorduğun için. Yürü şimdi üst kata benim odaya çıkıyoruz. Tövbe tövbee, ne günlere kaldık yahu?.. Hırsızlara nezarethane beğendiremiyoruz. Aloo Dilaveer, Meşe'ye söyle de gelmesin herifin cebi çekmiyormuş, tamam.�� ��Emredersin komiserim tamam.�� * * * ��Dürülülü!.. Dürülülü!�� ��Aloo, buyurun hocam.�� ��Benim aradığımı ne bildin 127 Murat?�� ��Benim telefonda numaranız çıkıyor ya hocam.�� ��Aferin gel bakalım tahtaya.�� ��Geldim hocam.�� ��Bize Yavuz Sultan Selim'in Hilafet'i nasıl aldığını anlat.�� ��Anlatayım hocam, Yavuz Sultan Selim, çok kahraman bir padişahtı. Çok kahraman bir padişah olan Yavuz Sultan Selim, atına atladı ve gitti Hilafet'i aldı.�� ��Nasıl aldı, kimden aldı?�� ��Eee... Şey hocam, o zamanlar daha Migros, Gima gibi marketler kurulmamıştı. Herhalde pazardan aldı.�� ��Sen ne diyorsun be!.. Ne pazarı?�� ��Cuma pazarı.�� ��Bana bak 127 Murat!.. Beni yerimden kaldırma, gazetelere gidip şikáyet filan dinlemem. Bir çarptım mı bir de karatahta çarpar. Anlatacaksan şunu adam gibi anlat.�� ��Kusura bakma hocam anlatamam.�� ��İki sayfa dersi niye çalışmadın be?�� ��Cep telefonları kesikti hocam.�� * * * ��Ohh, Celaal!�� ��Uff Naciye.. Ohş!�� ��Celal.. Alo Celaal!..�� ��Aluu, söyle kız.�� ��Bu gece bu azgınlık nereden icap etti?�� ��Bugün iki porsiyon acılı Adana yedimdi.�� ��Ohş, sen hep acılı Adana ye aslanım.�� ��Hişşt Naciyee... Kıkır kıkır... Kız alu diyom.�� ��Aloo benim koyun postu göğüslü erkeğim.�� ��Kız, kıllarımnan oynama gıdık oluyoo!�� ��Olsuun, gıdık olsuun... Sen gıdıklanınca daha bi azgın oluyosun. Uhh!..�� ��Yapma diyom lan kaltak... Nah ben sana şincik gösteririm�� ��Göster bana Celal'im. Ohh!�� ��Aluu, kız Naciye...�� ��Alo Celal'im.�� ��Bu kıvırtmaları nerden öğrendin?�� ��Kıvırtmalar sana helál olsun Celal!�� ��Ohuhh!�� ��Uhş!�� ��Dur kız, hele biraz dur.�� ��Aloo, aloo... Beni duyuyor musun Celal?�� ��Duymuyom.�� ��Niye durdun Celal?�� ��Çünkü şarjım bitti.�� ��Senin mi şarjın bitti?�� ��Yok be, cepimin şarjı bitti.�� ��Öyleyse in üstümden de telefonunu şarja tak.�� * * * ��Aloo, kız Sarman.�� ��Miyavv!�� ��Yanıma niye gelmiyorsun?�� ��Sen oradan aşağıya in Tekir'ciğim.�� ��Gel kız, buranın manzarası çok güzel.�� ��Daha mart gelmeden damda ne işin var?�� ��Takvime göre mi aşk yapacağız kız? Hem benim cebim yukarıdan daha iyi çekiyor.�� * * * Babasının yazıhanesinde ilk olarak manyetolu bir telefonla tanışan biri için şaşkınlıklar içindeyim. Herkesin elinde bir telefon, sokakta, lokantada, sinemada, tuvalette, aklınıza gelen ve gelmeyen her yerde durmadan, dinlenmeden konuşuyor. Ne konuşuyorlar, ne anlatıyorlar bilmiyorum. Ama onca para verdiklerine göre dedikleri çok önemli olsa gerek. Herhalde yüzyüze konuşmak artık yasaklandı. İlkokul çocuklarının bile elinde telefon var. (Hatta bizim kapıcı Yusuf'un bile iki yıldır cep telefonu var.) Bu cep telefonu denen mahluk icat edilmeden hayatta kalmayı nasıl becerdik acep? 9 Şubat 2003
  18. Gençlik gibisi var mı? (Daha iyisi var) (Oğuz Aral) Elimdeki anahtarı kilidin deliğine bir türlü sokamıyordum. Eskiden de böyle beceriksizliklerim olmuştu. Ama bu kilit-anahtar savaşları hep sarhoşken başıma gelirdi. Oysa şimdi ayıktım. Ama alçak kilit, bakire numarası yapıyor benim anahtarı bir türlü kabul etmiyordu. Evde mutlaka birileri vardır umuduyla kapıyı çaldım, oğlum açtı. ��Kilidin yine edepsizliği tuttu�� deyip içeri girmek için bir hamle yaptım ama, oğlan beni göğüsledi. ��Kimi aramıştınız?�� ��Kendimi. Heh heh hee!�� diye bir espri yapıp tekrar hamle ettim ama, oğlan beni itti. ��Siz herhalde yanlış bir kapıya geldiniz.�� ��Sen benimle dalga mı geçiyorsun, yoksa uyuşturucuya filan mı başladın be! Ben senin babanım.�� Oğlum önce öfkeli, sonra acıyan gözlerle beni tepeden tırnağa süzdü. ��Herhalde ana sütünden kesildikten sonra baba oldunuz. Çünkü siz benim yaşımdasınız.�� deyip kapıyı suratıma küttenerek kapattı. Kapıyı tekrar çalıp zorla içeriye girmeyi düşündüm ama derhal vazgeçtim. Herif zaten kapı gibiydi ve son güreşimizde iki kaburgamı ezmişti. Gecenin o saatinde çalışma evime dönmek için homurdanarak arabama yürüdüm. Ama bu gece kapı kilitlerinin edepsizlenme gecesiydi anlaşılan. Anahtar kilide giriyor, fakat dönmüyordu. Ben küfür kıyamet araba kapısını açmak için uğraşırken ense kökümde bir gölge belirdi. ��Elalemin arabasını ne diye kurcalıyorsun?�� ��O araba elalemin değil, benim.�� ��Öyleyse kapısını niye açamıyorsun?�� ��Namussuz kapıların bu gece grev yapacakları tuttu.�� ��Benim bildiğim bu araba, şu evde oturan yaşlı bir gazetecinin.�� ��Tamam doğru bildin, işte o yaşlı gazeteci de benim.�� Polis yüzüme kuşkuyla bakıp, ��Benimle karakola kadar geleceksiniz�� dedi ve elini belindeki tabancanın üstüne koydu. Çaresiz Levent Karakolu'nun yolunu tuttuk. ��Bu adamı gazetecinin arabasını çalmaya çalışırken yakaladım komiserim.�� ��Ağzını topla, o gazeteci benim ve kendi arabamı nasıl çalabilirmişim?�� ��Patırtıyı bırakın, sizin kimliğinizi görebilir miyim?�� ��Şimdi çok fena mahçup olacaksınız�� deyip sürekli basın kartımı çıkarmak için cüzdanıma el attım. Ama basın kartım cüzdanda yoktu. Her zamanki savrukluğumla yine döküp saçıp bir yerlerde düşürmüş olmalıydım. Allah'tan ehliyete rastladım. Komiser, şoför ehliyetime uzun uzun baktı. ��Ben bu ismi bir yerden hatırlıyorum.�� Tabii hatırlayacaktı. 52 yıldır yazmış, çizmiştim. Hatta bir aralar futbolcu ve şarkıcılar kadar ünlüydüm. Millet, sokakta bile imzamı isterdi. ��Gazete okuyorsanız ya da televizyon izliyorsanız adıma mutlaka rastlamışsınızdır.�� diye hafiften kasılarak söylendim. ��Yok oralardan değil... Oğlum bana şu kayıp kişiler dosyasını çıkarır mısın?�� Komiser, ��Oktay Özgür... Oktay Özgüür�� diye mırıldanarak bir ehliyete bir dosyaya bakmaya başladı. ��Hah buldum, işte Oktay Özgür! Kayıp ihbarı yapılalı bir hafta olmuş. Ee, bir haftadır nerelerdeydiniz Oktay Bey? Aileniz meraktan ölüyor�� ��Ben kaybolmadım, üstelik Oktay filan da değilim. Ben Huysuz İhtiyar'ım, yani Oğuz Aral'ım.�� ��Huysuz olduğunuz doğru ama, ehliyete göre ihtiyar değilsiniz. Burada doğum tarihiniz 1975 yazıyor.�� Komiserin elinden ehliyeti kaptım. Sarışın, tıfıl bir gencin suratı ehliyetten bana bakıyordu. ��Bu ehliyet benim değil.�� ��Yani başkasının mı?�� ��Evet, başkasının!�� ��Başkasının ehliyetinde sizin fotoğrafınız ne arıyor öyleyse? Oğlum, kayıp kişinin ailesine haber ver. Yanlarında bir de ruh hekimi getirsinler, çünkü bu adam hafızasını kaybetmiş anlaşılan. Bunu da nezarete kapat, fazla bağırıp çağırmaya başladı.�� * Genç ve güzel bir kızcağız, gözyaşları içerisinde beni karakoldan alıp evimiz dediği bir apartmanın rutubetli bodrum katına götürdü. Öyle yorgundum ki, bir sürü sorgu suale boşverip pantolonumu bile çıkarmadan kanapeye kıvrılıp uyudum, ama dalmamla beraber bir bebek viyaklaması da başladı. Kiminin musluk şıpşıpına, kiminin çatalın tabağa sürterken çıkardığı cıyırtı sesine alerjisi vardır. Ben de bebek ağlamasına dayanamam, tüylerim diken diken olur. Bebekten daha çok bağırmaya başlarım. ��Kim bu be? Neden zırlıyor?�� ��Oktay, bu bizim 6 aylık oğlumuz. Yine gazı var, karnı ağrıyor.�� ��Tosurt, mosurt bir şeyler yap, kes şunun ciyaklamasını!�� ��Oktay, çıldırdın mı ne yapıyorsun?�� ��Görmüyor musun, velede rakı içirmeye çalışıyorum. Belki kafayı bulur da sesini keser.�� ��Daha evleneli 2 yıl olmadı ama ben senin abukluklarından bıktım. Hem hesap ver bakalım, bir haftadır neredeydin?�� ��Ne bileyim yahu? Ben çalışma evimdeydim.�� ��Ay senin başka bir evin daha mı var?�� ��Tabii, orada resim yapıyorum.�� ��Uydurma Oktay, sen cetvelle düz bir çizgi bile çizemezsin. Orası demek ki garsoniyerin. Hangi karıyla beraberdin?�� ����Bana bak ben bu yaştan sonra kıskançlık vırvırı çekemem. Hele bebek cırcırı hiç çekemem. Sustur şu **** kurusunu.�� ��Oktay sen kendini kaç yaşında sanıyorsun?�� ��Ben 67 yaşındayım ve adım da Oktay değil, Oğuz Aral.�� ��Çok haklısın. Ben de Sezen Aksu'yum zaten. Ev kirasını ne yaptın? Ev sahibi senden sonra her gün uğradı.�� ��Ne kirası? Yoksa bu izbede kirayla mı oturuyoruz?�� ��Hayır canım, Aile Bakanlığı bize bu villayı evlilik hediyesi olarak vermişti. Evden kirayı ödeyeceğim diye çıktın, sonra da seni karakollardan topladık.�� Ceplerimi karıştırdım, ��Bende para filan yok.�� ��Tabii, kadınlarla yedin kiramızı. Ah, ne halt ettim anacığımın sözünü dinlemedim de sana vardım. 'Bu tüyü bozuk, gök gözlü oğlandan sana hayır gelmez kızım!' demişti ne kadar haklıymış. Oktaay, ne halt ediyorsun?�� ��Hiiç, bebeği kapının dışına koyuyorum, belki serin hava gazına iyi gelir.�� * Ertesi sabah çalıştığım şirket olduğunu söyledikleri bir deri fabrikasına gittim. Patron olduğunu tahmin ettiğim bir moruk burnundan soluyordu. ��Sen beni batırmaya yemin mi ettin lan!.. Bu kadar vergiyi verdikten sonra benim muhasebeciye ne ihtiyacım var? Size mektepte patronunuzu vergi verdirip herifi nasıl iflas ettireceğinizi mi öğretiyorlar? Babanın hatırı olmasa seni şimdi kovardım!�� diye ortalığı inletiyordu. Demek ki ben buranın muhasebecisiydim. Allah'ım, yaşam boyu cebinde kaç parası olup olmadığını bilemeyen, yazı çizinin dışında beş para kazanamamış olan ben muhasebeci olmuştum. Şimdi, bu meslekte yükselip, para kazanıp ev-bark alıp, kiradan kurtulup, viyaklayan veledin okul taksitlerini ödeyip, gönlümün hep sızlayan köşesindeki tekneyi alıp akşam yemeğinde tuttuğum istavritleri yiyecektim haa!.. Bu kölelik acaba kaç asır sürecekti? Yürek bayıcı genç zevce vırvırını, bebek zırzırını hayal edip işten çıkınca eve gitmemeye karar verdim. Sonradan yerine konmak üzere masadan biraz para alıp soluğu en yakın meyhanede aldım. Ama adama ağız tadıyla iki tek atmaya bile bırakmıyorlar. Bitişik masadaki iki tıfıl kıro, bir avaza ana avratlı küfürlerle aralarında şamata edip duruyor, iki yudum rakıyı zehir ediyorlardı. Ben de Oktay'ın geniş omuzlarına ve gelişmiş kol adalelerine güvenip herifleri susturmaya kalktım. Ama meğerse Oktay'ın benim yıllarca yaptığım boks denen spordan haberi yokmuş. * Kapanmamış sol gözümü aralayıp beni dürtükleyen pos bıyıklı hastabakıcıya baktım, ��Uyan beyim ziyaretçin var�� dedi. Sonra da hastanede yattığım odaya ben girdim. Yani Oğuz Aral girdi. ��Geçmiş olsun, ben Oktay.�� dedi. Patlak dudaklarımla küfür niyetine birtakım homurtular çıkardıktan sonra, ��Bu belayı başıma nasıl sardın?�� diye sordum. ��Ben sarmadım, her gün 'Ah bee, şimdi genç olacaktım kii' diye başlayan dileklerde bulunuyordun ya. Ben de 'Allah'ım beni bu gençlik belasından kurtar. Artık karı vırvırı, ev kirası derdi, gelecek korkusu, kavga-dövüş, itiş-kakış çekmek istemiyorum' diye dua ediyordum. Birileri yukarıdan bu yakınmaları duymuş olmalı ki bizi değiştiriverdi. Ama sızlayan bacaklar, ağrıyan bel kemiği, ağzımı vuran protez, ne yesen ekşiyen bir mideyle yaşamak istemiyorum artık. Kızların bacaklarına bakarken içimi yine ateş bassın istiyorum. Hele 5 tonluk bu göbeği her gün yanımda gezdirmeyi hiç istemiyorum. Al morukluğunu, ver gençliğimi�� dedi Oktay. * Şimdi dizlerimin hizasına gelmiş göbeğimi ve zonklayan bel kemiğimi şevkatle ve de sevgiyle okşayarak ��Ah be, şimdi genç olacaktım kii...�� diye söze başlayınca ıhlaya tıslaya mutfağa gidip ağzıma kırmızı pul biber sürüyorum. 23 Şubat 2003
  19. Acaba siz ne istiyordunuz? (Oğuz Aral) ��Babamın küçük bir bakkal dükkánı vardı. Dükkán küçüktü ama yarısı boştu. Babam, mal alıp dükkána koyacak sermayeyi bir türlü denkleştiremezdi. Sermayenin yarısı müşterilerdeydi. Babamın yüzü tutmaz, konu komşuya hesap açar sonra da toplayamazdı. Eski Üsküdar'ın fakir bir mahallesinde otururduk. Zaten, zengin mahallesi de pek yoktu. Ben, okul çıkışı dükkána gelir, babama yardım ederdim. Okul ödevlerimi bile bakkál tezgáhında yapardım. Babam geç evlendiği için benden çok yaşlıydı. Zar zor geçinirdik. Kahvaltımızı müşterilere satamayacağımız peynir kırıklarıyla ve satılmamış bayat ekmeklerle yapardık. Babam eve helva kırıntıları ya da kurumuş pestil getirdiği zaman bayram ederdik. Ortaokulu bitirdiğim yıl babam vefat etti. Dükkánı çekip çevirmek evin tek oğlu olduğumdan bana kaldı. Ben de ilk iş olarak veresiyeyi kestim. Komşularımızın çoğu bize küstü. En çok küsenler de en çok borcu olanlardı. Dükkánı işletmeye başladığım zaman ilginç bir durumun farkına vardım. Memur ve işçi aileleri ay başlarında pek görünmüyor, ayın ortasından sonra benden alışveriş yapıyorlardı. Yani insanlar parası olunca çarşıya inip büyük dükkánlardan ya da marketlerden alışveriş yapıyorlardı. İlk işim Arap Yaşar Abi'ye 4 şişe rakı götürmek oldu. Arap Yaşar, o zamanlar Üsküdar'ın tek tabelacısıydı. Dördü peşin dördü taksitle 8 şişe küçük rakıya bana kocaman bir tabela yazdı. Arsenal Market!.. O sıralarda İngiliz Arsenal Takımı çok ünlüydü. Ben de gavurca bir isim koyarsam dükkán sınıf atlar diye düşünmüştüm. Sonra da dükkánı bir güzel boyadım. Sabahları saat 4'te Çakır'ın sandalını ariyet alıp Salacak'ta balığa çıkmaya başladım. Mahalle halkı lengerde oynayan taze balıkları görünce dayanamıyordu. Tuttuğum balıklar öğleyi bulmadan satılıyordu. Okuldan arkadaşım Recep'in babası matbaacıydı. Bir gece Recep'lere gittim. 2 kilo pirinç, 4 kilo kurufasulye ve taksitle 10 lüfer karşılığında 200 tane üstü kırmızı Arsenal Market yazılı kesekağıdı ısmarladım. O zamanlar torba, poşet filan yoktu. Her şey açık satılırdı. Pirinç, fasulye, nohut ne buldumsa tartıyla kiloluk, yarım kiloluk amblemli kesekağıtlarıma doldurdum. Açık isteyene daha ucuz, kapalı isteyene daha pahalı satmaya başladım. Bir haftada bütün kesekağıtlarım tükendi. Müşterilerim artık aybaşında da alışverişe gelir oldu. Mahalle halkı sayemde sınıf atlamıştı. Tabii, o yıl okulu bıraktım. * * * Çarşı içinde içerlek bir dükkán vardı. Ermeni yaşlı bir hanım işletiyordu. Basma, makara, düğme filan satıyordu. Birkaç gün bizim dükkánı ablama bırakıp Alptekin Pastahanesi'ne gidip oturdum. Karşıdaki dükkána girip çıkanı saymaya başladım. Günde ortalama 8-10 kişicik geliyordu. Ama benim o dükkánda aklım kalmıştı. Arsalardan topladığım koca bir buket çiçekle Ermeni Hanım'ın kapısına dayandım. Allah'ın emri Peygamber'in kavliyle dükkánını satın almak istediğimi söyledim. O da satıp yaşamının son yıllarını Ada'daki evinde geçirmek istiyormuş. Ama dükkán kör bir noktada olduğu için talibi çıkmıyormuş. Ermeni Hanım sıkı pazarlıkçıydı. Sonunda anlaştık. Anlaştık ama bende değil dükkánı, kapısını bile alacak para yoktu. Dükkán rüyalarıma giriyordu. Güzel kızlara ipekli kumaşlar, gecelikler, kombinezonlar satıyordum. O sırada çarşıda Yapı ve Kredi Bankası yeni bir şube açmıştı. Üç gün kapısında bekleyip sonunda müdürle görüşebildim. Adamdan kredi istedim. Yaşımı sordu. 16 deyince güldü ve 2 yıl sonra gelmemi söyledi. Oysa Ermeni Hanım yaşıma aldırmamış bana inanmıştı. Ağlamamak için dudaklarımı dişleyip eve döndüm. Ertesi gün ��Kredi istiyorum!�� diye koca bir pankart yazıp bankanın karşısındaki kaldırıma gidip oturdum. Gelen geçen başıma toplanmaya başladı. Bir ara karakola bile götürdüler. Ama kredi istemek suç değildi ki. Üçüncü gün evi ve alacağım dükkánı ipotek edip annemin adına krediyi aldım. Dükkánı kapatıp Arap Yaşar Abi'yle her gün bir büyük rakı, yarım kilo pastırma ve helva karşılığında dükkánı yeniden boyayıp dekore ettik. Krediden artan parayla Bursa'ya gidip modası geçmiş ucuz empirme ve ipekli kumaş aldım. O zamanlar daha manken filan bilinmiyor. İki güzel Rum kızını tezgáhtar olarak işe aldım. Kız Sanat Enstitüsü'ne gidip Bursa'dan getirdiğim kumaşlardan onlara üçer kat elbise diktirdim. Arada bir de dükkánın önüne çıkıp durmalarını söyledim. Vitrine de kocaman ��İşte yeni Paris modası�� diye yazılar yazdırdım. Tabii, bununla da kalmadım, uyduruk bir fotoğraf makinesi edinip elbiselik kumaş alan müşterilerimizin şip-şak resimlerini çekip bedava vermeye başladım. Komşum Foto Kenan Abi, biraz bozulduysa da resimleri basmaya devam etti. Rahmetli ne tatlı adamdı. Dükkána müzik de koymuştum. 45'lik plak çalıyorduk. Benim manifatura dükkánı çarşının şenliği olmuştu. Krediyi vadesinden önce ödedim. Yeni aldığım krediyle de ilk trikotaj atölyemi açtım.�� Cevat Reis, lafın burasında soluklandı. Rakısından okkalı bir yudum alıp üstüne limon sıkıp ezdiği kırmızı biberli tahin helvasıyla rakıyı yedekledi. Koskoca Profesör Cevat Bey'e hepimiz Cevat Reis derdik. Sandalının yamacına yine bir çilingir sofrası kurmuştuk ve yine aynı öyküyü nefes nefese heyecanla dinliyorduk. ��İngiliz kumaşını anlat Cevat Reis.�� ��Ohho, o dokuma ve konfeksiyon fabrikalarımı açtıktan çok sonraydı. Askerliğimi yaparken erlerin pantolonlarının diz ve kıç yerlerinden çabuk epridiğini farketmiştim. Türk insanı yere oturmayı sever ve namaz kılar. Orduya diz ve oturak yeri özel dokunmuş kumaş teklif ettim ve ihaleye girenlerden yüzde 20 daha ucuz fiyat verdim. İhaleyi kazanıp İngilizlerle ortak tam 4 dokuma fabrikası açtım. Sonra da İngiltere'ye araştırma için gittim. Kembriç Üniversitesi'nde profesörlerle iplik elyafı üstüne deney yaparken ��Ben niye burada okuyamadım�� diye içim cız etti. Türkiye'ye dönünce hem işlerimle uğraştım hem de açıktan liseyi bitirdim ve üniversiteye başladım. İşletme Fakültesi'nde okurken ilk 5 yıldızlı turistik otelimi açtım. Özal turizme büyük önem veriyordu ve yatırımcılara kolaylık gösteriyordu. Turizm şirketinin başına çekirdekten turizmci Teoman Ermete'yi getirdim. Diğer işleri yönetim kurulları zaten tıkır tıkır yürütüyordu. Doktoramı Kembriç Üniversitesi'nde yaptım. Onlara büyük bir laboratuvar kurup armağan edince Kembriç'te okutman olarak işe başladım. Tabii, bu arada İngiltere'deki şirketi de ortakların hisselerini düşürüp büyüttüm. Teknoloji öylesine gelişmişti ki telefon, faks ve bilgisayarla bir odadan bütün şirketlerimi yönetebiliyordum. Artık Türkiye'den iplik ithal edip İngiltere'de kimyasal işlemlerden geçirtip ve dokuttuktan sonra İngiliz kumaşı olarak yalnız Türkiye'ye değil, bütün dünyaya pazarlıyordum. Bu arada Kembriç Üniversitesi'nde profesör de olmuştum. Tabii, seyrek ders vermeme rağmen bu profesörlükte King's Kolej'in restorasyonunu inşaat şirketime bedava yaptırmamın da payı olduğunu itiraf ediyorum. King's Kolej çok yüzyıllık koca bir şatoydu. Bir gün 5. tatil köyümün açılışını Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel yaparken yüreğimde bir sıkıntı, gırtlağımda bir yumru hissettim. Büyük işler yapmış, büyük başarılar kazanmıştım. El attığım her işin hakkından gelmiştim. Ama bunları yapmak istemiş miydim acaba? Ben bunları mı yapmak istemiştim? Bunca başarıya rağmen niye sıkıntı ve bıkkınlık içindeydim? Biraz geç olmuştu ama ömrüm boyu ne yapmak istediğimi nihayet bulmuştum. Uzakta bir sandal, güneşli suların içinde nazlı nazlı sallanıyordu. Altmışımdan sonra BEN SANDAL YAPMAK İSTİYORDUM!�� Cevat Reis, üç yıldır Salacak'ta elleriyle sandal yapıyordu. En güzel ağaçları alıyor, ölçüyor, biçiyor, elindeki plana göre titizlikle çatıp çakıyordu. Sandalı denize indireceğimiz gün hepimiz oradaydık. Beyaz, turuncu ve mavi renkli gelin gibi sandalı hisaa edip alkışlar arasında kaydırağının üstünden denize koyverdik. Arsenal adlı çiçeklerle süslü sandal suyun üzerinde gelgitle biraz oynadı, sonra da yavaş yavaş battı. 2 Mart 2003
  20. Ohh, yüreğim serinledi! (Oğuz Aral) ��Hahhaayt! Şu Hakan hıyarı da kendini yakışıklı sanıyor. Aslında sırık gibi bir herif.�� ��Omuzları filan da geniş ama ne kadarı omuz, ne kadarı ceketin vatkası, bilen beri gelsin.�� ��Bence, şakaklarındaki beyaz saçlar berber marifeti meç...�� ��Ben, o herifi eskiden tanırım. Burnu böyle kalkık değildi, patates gibiydi.�� ��Karılar gibi kaldırtmıştır canım. Ne günlere kaldık be Rıza'cığım... Artık kendi suratına razı olan yok. Hani bezleri birbirine yamayıp perde, elbise filan yapıyorlar... Patik mi ne diyorlar...�� ��Batik.�� ��Hah işte, kadını, erkeği herkes batik suratla gezer oldu.�� ��Yahu bu herif eskiden gözlüklü değil miydi?�� ��Hem de şişe dibi gibi gözlükleri vardı Rıza'cığım. Öyle miyoptu ki ağaçları adam sanıp konuştuğu çok olmuştur.�� ��Eee, ne oldu gözlüklere, adam fücceten iyileşti mi?�� ��Cahil cahil konuşma be Rıza. Sen lens diye bir şey duymadın mı? Ama Hakan, lensleri gözlükten kurtulmak için takmıyor ki.�� ��Ya niçin takıyor?�� ��Hakan'ın gözleri ne renkti?�� ��Kahverengi filan.�� ��Pekiyi, şimdi nasıl yeşil oldu? Artık renkli lensler var oğlum.�� ��Vay be, herifin gözü de sahteymiş demek ki... Ama gel de bunları şu zevksiz karı milletine anlat. Herif her gün başka bir kadınla çıkıyor.�� ��Sen de pek safmışsın be Rıza...�� ��Niye yahu, Hakan'ı her gün başka bir kadınla görüyorum.�� ��Niye aynı kadınla iki gün çıkmıyor?�� ��Niye?�� ��Çünkü, bir gün çıkan kadın bir daha herifin yüzünü bile görmek istemiyor da ondan.�� ��Niye istemiyor?�� ��Beni konuşturmak için aptal numarası yapma. Asıl yakışıklılık yatakta belli olur aslanım.�� ��Yani herifte iş yok diyorsun.�� ��Yalnız ben demiyorum, cümle alem diyor. Hakan'ı iki karısı da niye boşadı bakalım?�� ��Zamparalığı yüzünden.�� ��Hahhayt, ben buna gülerim. Adamın burnu kalkık olacağına başka bir tarafı kalkık olmalı.�� ��Hahhaa, helal olsun lan Cemal, lafı yerine kodun mu oturtuyorsun vallaa... Mesela benim boyum kısa, yeşil gözlerim de yok. Ama hiçbir hatuna mahcup olmadım bugüne kadar hamdolsun.�� ��Bir de bana bak! Göğüs çökmüş, göbek çıkmış, gözler şehla... Ama yengen boşuna mı kıskançlıktan kuduruyor? Çünkü malını biliyor. Haydi şerefe Rıza'cığım.�� ��Kalkık olmayan gagaç burunlarımızın şerefine Cemal'ciğim.�� ��Çırling!�� ��Sen Hakan'ı boşver de Selahattin'in yediği haltı biliyor musun?�� ��Hangi Selahattin?�� ��Hani bizim eski mahalledeki Hamşo Selahattin.�� ��Ne yaptı?�� ��Hıyar, üç beş kuruş kazanıp zengin oldu ya... Geçenlerde bana borç para vermeye kalktı.�� ��Vay densiz herif vay!�� ��Ulan, sen bana borç verecek adam mısın? Biz senin delik pabuçla gezdiğini biliriz.�� ��Sahi yahu, herif Mahmutpaşa'larda iki metre kumaş satmak için sürünüyordu.�� ��Şimdi de kalkmış üç beş kuruş borç verip bana üstünlük taslayacak. Biz senin haram parana mı kaldık hırbo!�� ��İyi demişsin.�� ��Tabii, tam öyle demedim ama herife öyle bir baktım ki anladı.�� ��Selahattin sersefil sürünürken onca parayı nasıl kazandı yahu?�� ��Para nasıl kazanılır, hileyle, hurdayla! Bak biz niye kazanamıyoruz? Namusluyuz da ondan. Bunun kayınpederi Ticaret Bakanlığı'nda bilmemne şefi yardımcısıymış. İhracat yaptık diye teşvik meşvik almışlar. Yani devleti hortumlamışlar. Ardından belediyeye para yedirip yeşil saha olan arsalarını iskana açtırmışlar. Sonra da Çağlayan Holding oraya yüzme havuzlu, tenis kortlu blok apartmanlar yapmış. Buna da arsa karşılığı 20 daire vermiş. Görgüsüz herif parayı bulur bulmaz ne yaptı biliyor musun?�� ��Ne yaptı?�� ��İlk iş olarak gidip bir yat aldı.�� ��Demee!�� ��Vallahi de billahi de yat aldı.�� ��Yahu, benim bildiğim Selahattin yüzmesini bilmez.�� ��Paçalarım ıslanır diye deniz kıyısına bile inemez.�� ��Üstelik bunu fena halde deniz tutar. Bir gün vapurla Kadıköy'den karşıya geçiyorduk. Herifin içi dışına çıkmıştı da Karaköy'e sırtımda indirmiştim.�� ��Üstelik yat da yat olsa bari... Çümtürük iki kabinesi var. Yatarken ancak tespih böceği gibi yatabilirsin.�� ��Zaten Selahattin zevksiz herifin biridir.�� ��Hay ağzını öpeyim be Cemal, arabasını görsen gülmekten yerlere yatarsın.�� ��Ne marka?�� ��Markasını boşver, kamyon gibi koca bir cip. Bir tekerlekleri var değirmen taşından büyük. Sanki herif şehirde değil de Himalaya Dağları'nda yaşıyor. Altı üstü bir kuru kıçını gezdirecek a dangalak! Lenduha bozması bir arabaya ne gerek var?�� ��Görgüsüz herif!�� ��Hele rengini bir görsen...�� ��Ne renk?�� ��Orospu pembesi.�� ��Zevksiz enayi.�� ��Selahattin'e bakalım da halimize şükredelim Cemal'ciğim. Sıkıntı çekiyoruz, iki yudum rakıyı zor içiyoruz ama haram parayla değil, namusumuzla içiyoruz, yüreğimiz rahat.�� ��Namusluların şerefine Rıza'cığım.�� ��Çırlink!�� ��Hakan, Selahattin neyse ne de, şu Kemal'in ukalalığı beni hasta ediyor.�� ��Vallahi çok haklısın, herifin ukalalığı adamı verem eder.�� ��Kanser bile eder. Kapmış bir gazete köşesi, üfürüp duruyor. Televizyona bile çıkıyor. Bre Allah'ın cahili, sen ekonomi, politika, sosyoloji peşmekán üstüne laf paralayacak adam mısın?�� ��Hatırlar mısın lisedeyken buna Çiftdikiş Kemal derdik. Kopya verelim diye nasıl yalvarırdı?�� ��Sayemizde liseyi kör topal bitirdi de hukuk fakültesine baba dayağı korkusuyla zar zor girdi.�� ��Babası döver miydi?�� ��Üüüff! Hem de ne sopa! Yediği şaplaklar yüzünden böyle salak kaldı zaten. Sen onun hukuk mezunu olduğuna bakma. Sultanahmet'teki arzuhalciler bile kanunu ondan iyi bilir.�� ��Üstelik de bukalemun gibi... İktidar değişince bu da renk değiştirir. Bir gün Süleyman'ın aleyhinde bir gün Ecevit'in... Şimdi de Tayyip'e döşeniyor.�� ��Patronu devlet ihalesini alınca Tayyip'e methiyeler düzer yakında.�� ��Herif daha Türkçe'yi sökemedi, başımıza köşe yazarı kesildi.�� ��De da eklerinin bile ayrı yazılacağından haberi yok echelin.�� ��Sen şu defteri biraz karıştır Cemal'ciğim. Bakalım sırada kim var?�� ��Nejat... Hani geçen yıl müdür olmuştu.�� ��Boşver yahu, altı üstü bir memur, yani emir kulu.�� ��Oktay.�� ��Amaan, bırak şu hımbılı... Üstüne konuşmaya değmez.�� ��Bu gecelik bu kadar yeter Rıza'cığım. Ohh, içim açıldı yahu.�� ��Benim de ruhum serinledi. Ama erken kaçmıyor musun?�� ��Geç bile kaldım. Yengen şimdi başımın etini yiyecek. Ne nemrut karıdır bilirsin.�� ��Nemrut, memrut ama bende o da yok. Bu gece hesabı sen mi ödemeyeceksin, yoksa ben mi ödemeyeceğim?�� ��Alman usulü olsun, ikimiz de ödemeyelim. Receep, hesapları ayrı ayrı hesaba yaz.�� ��Yarın gece Fikri'yle başlarız Cemal'ciğim.�� ��Haa, şu bizim dolandırıcı Fikri mi?�� 9 Mart 2003
  21. Nurtopu gibi yeni bir köşe yazarı (Oğuz Aral) Gazetedeki odamda pofurdayarak sigara üstüne sigara içiyordum. Kanlı perşembe yine gelip çatmıştı. Yani benim bu yazıyı yazma günüm!.. Ağzımda bir, kül tablasında iki sigara yanıyordu. Onlar nöbetçi sigaralardı. Ufak tefek kavruk biri, ��Selamın aleyküm�� deyip odama daldı. Gazete çalışanlarından değildi. Kapı kontrolünden, güvenlikten nasıl geçmişti bilinmez. Paltosunu çıkarıp portmantoya astı. Sonra masamın karşısındaki koltuğa kurulup bacak bacak üstüne attı ve, ��Orta şekerli olsun abicim�� dedi. ��Ne orta şekerli olsun?�� ��Kahve söyleyeceksin ya...�� Telefonu açıp şekersiz bir çay söyledim. Pişkin pişkin sırıttı. ��Aslında çay istediğimi nasıl da anladın abicim. Siz gazeteci milleti çok uyanık oluyorsunuz yahu!�� ��Ben çayı sana değil kendime söyledim. Vaktim yok, yazı yetiştirmem gerek... Ne istiyorsun?�� ��Köşe yazarı olmak istiyorum.�� ��Haydaa, ben de hukuk profesörü olmak istiyordum, ama ola ola karikatürcü oldum. Ha deyince köşe yazarı olunmuyor.�� ��Ama ben bir köşe yazarının bütün özelliklerine sahibim.�� ��Eğitimin ne?�� ��Lise 1'den terk yetmez mi? Liseyi bitirmemiş hiç köşe yazarı yok mu yani?�� ��Vardır mutlaka... Yabancı dil biliyor musun?�� ��İngilizce, Almanca, Rusça biraz da Arapça...�� ��Liseyi bile bitiremeden bunları nasıl öğrendin?�� ��Kapalıçarşı'da bir derici dükkánında çığırtkanlık yaparken mecburen öğrendim. Mesela bir kadın turiste takıntı oldun, 'Hişst, madam dis ledir is silk... Ven yu viir yu siim layk Şaron Ston namussuzum!' Ya da bir Alman yakaladın, 'Kom mayn her... Das iz şöön mont Allahıma... Aba für könig!..' ��Tamam, bu işin mektebi yok ama bence köşe yazarları gazetecilikten gelmeli.�� ��Gazeteciliği ben çocuk yaşta yapıp bitirdim. Mesela, gazete satarken manşette Feşmekan banka battı diye bir haber varsa ben, 'Benzine sigaraya zam geliyoo!' diye bağırırdım. Ayrıcana köşe yazarı olmak için gazetecilik yetmez abicim. Hayatta birçok iş yapıp birikimin olmalı. Ben garsonluk, at yarışı tüyoculuğu, büfe işletmeciliği, balıkçılık, particilik, sinemalarda yer göstericilik, düğünlerde videoculuk, barlarda badigardlık, kalyon ve kaplan satıcılığı ve daha tonla iş yaptım. Bunca meslek birikimi hangi köşe yazarında var abicim?�� ��Bunların ne birikimi olacak? Örneğin kalyon ve kaplan satıcılığı ne demek?�� ��Şu demek, saat 9'da elinde uyduruk maket bir kayık ve alçıdan yapılmış üstü kaplan gibi boyanmış bir minik bibloyla meyhaneleri dolaşıyorsun. Tabii, kimse bu ıvır zıvırı satın almıyor. Aslında bu alıştırma turu. Saat 11'e gelince bütün sarhoşları, 'Ulan, evde çoluk çocuğum beni aç-bilaç beklerken benim bu meyhanede işim ne?' diyerekten bir suçluluk duygusu basar. Bunlar eve eli boş dönemezler abicim. Alçıdan kaplanı herife kakalarsın. O da 'Bak karıcığım sana ne aldım?.. Büfenin üstüne ne güzel yakışır!' diye senin tabloyu eve girmek için pasaport olarak kullanır. Her mesleğin bir inceliği vardır. Mesela sinemada bir delikanlıyı cici bir kızın yanına oturttun mu iyi bahşiş alırsın.�� ��Hepsini anladım da bu üç buçuk karış boyunla nasıl badigardlık yaptın? Onu pek çakamadım.�� ��Bak gördün mü abicim, siz köşe yazarları kendinizi gazete odalarına kapatıp pek cahil kalmışsınız. Yani halkımızın pisiko-sosyal hissiyatına Fıransız kalmışsınız. Söyle bakalım millet niye bara gider?�� ��Tabii, eğlenmek için.�� ��Türk milleti nasıl eğlenir? Kavga ederek... Adam niye kavga eder?.. Dayak yemek için!.. Yani bizim millet dayaksız eğlenemez. Sonra da yediği dayağı ballandıra ballandıra ömür boyu anlatır. Bar fedaileri de aynen şarkıcılar gibi eğlencenin bir parçasıdır. Hele benim gibi beberuhiden bozma badigardların müşterisi ganidir. Onca irikıyım fedai arasında beni görünce, 'Amanın bu herif ne yaman bir dayakçı olmalı ki bu yarmaların arasında yer tutmuş' deyip özellikle gelip kendilerini bana dövdürürler. Hem canları az yanar, hem de dayak namlı bir dayak olur. Millet dayağa öyle hazır gelir ki, parmağını dokundursan 'Amanın yandım!' diye kendini yere atıp debelenir.�� ��Köşe yazarlığıyla adam dövmenin ne ilgisi var?�� ��İkisi de aynı değil mi abicim?.. Yalnız siz koca koca adamları yumrukla değil de lafla dövüyorsunuz. Sonra da ortalıkta başpehlivan edalarıyla salınıp dolaşıyorsunuz. Kendi kredi kartının hesabını bilemeyen köşe yazarı Maliye Bakanı'nı yanlış ekonomi politikasından ötürü duvara çarpıyor. Aslında köşe yazarlığı yapıcı olmalı. Buluşlarıyla okurlarına yeni ufuklar açmalı!�� ��Nasıl yani?�� ��Bak bir örnek vereyim; dün Radikal gazetesinde okudum. Osmaniye'nin Kadirli ilçesinde Ersin Altan ve Osman Kızıl adlı iki ülkücü arkadaş töre icabı kafalarını tokuşturarak selamlaşmışlar. Ama bu selam tokuşturmasını biraz muhabbetli yapmışlar ve kafaları acımış. Bir ülkücü, öteki ülkücüye 'Ohha ayı!..' demiş. Öteki de 'Kafanı denk al, sensin ayı oğlu ayı!' deyince bıçaklarını çekip birbirlerini bıçaklamışlar. Şimdi bir köşe yazarına düşen görev nedir? Hemen bir Tos yastığı icat etmeyi düşünmektir. Hatta yastığın içine bir de kurt sesi düdüğü yerleştireceksin ki ülkücüler toslaşınca uluma sesi çıksın. Düşün abicim, milyonlarca ülkücü gencimiz var. Hem gençlerimiz rahatça toslaşır, hem de tos yastığını imal eden şirketler para kazanır ekonomimiz düzelir.�� ��Aferin yahu iyi fikir.�� ��Bende iyi fikirler tümen tümen!.. Bendeki fikriyat ne yazık ki diğer köşe yazarlarında yok... Eh, ne yapalım geri kalmış ülkelerin köşe yazarları da geri kalıyor. Örneğin, halkımızın futbol aşkı sevdasına kafayı takmışlar. Vay efendim bu futbol terörü önlenmeliymiş. Bunlar seyirci değil vahşi yamyamlarmış. Türk sporunun kara lekesiymişler. Şeref tribününde köşe yazarlarımızın medar-ı iftiharı Fatih Altaylı abimizi bile demir küllüklerle dövmüşler. Artık ülkemizde futbol bitmişmiş. Polis ve tabancasıyla Ceymis Bond gibi resim çektiren taze polis müdürümüz bunları kamerayla bir bir tespit edip ve nezarete tıkıp analarından emdikleri sütü burunlarından getirmeliymiş!.. Köşe yazarlarının cehaletine bak! Aslında bu babayiğit delikanlıları el üstünde taşımalıyız abicim.�� ��Artık sapıttın ama, bunca rezilliğin futbolla ne ilgisi var?�� ��Hay ağzını öpeyim abi, ben de onu söylüyorum zaten. Bu spor işi değil düşmanlık işi. Futbol kimin umurunda... Bizim aziz milletimiz düşmansız yaşayamaz. Düşmana her daim ihtiyacı vardır. Osmanlı'dan beri bu böyle... Düşmansız evinin yolunu bile bulamaz. Başına gelen bütün belaların müsebbibi kendisi değil düşmanlarıdır. Ayalinin bile hakkından gelemezse biri mutlaka büyü yaptırıp belini bağlamıştır. Onun için bırakalım, düşmanlar Fenerli'ler veya Gassaraylı'lar olsun.�� ��Fenerli ya da Galatasaraylı niye düşman olsun? Altı üstü bir top tepiği oyunu bu yahu!�� ��Abicim bu takım düşmanlığında kaç kişi öldürüldü?�� ��On kişi olmuştur.�� ��Pekiyi, sağcılık, solculuk düşmanlığında kaç kişi öldürüldü... Sen de 5 bin, ben diyeyim 10 bin. Futbol düşmanlığını yasaklarsan sağ-sol düşmanlığı, zengin-fakir düşmanlığı, Kürt-Türk düşmanlığı başlar. Sence hangisi ehven-i şerdir?�� Galiba herif haklıydı. Yaşasın Beşiktaş, kahrolsun ötekiler be!.. Köşe yazarı adayı hızını alamamıştı. ��Hangi televizyon kanalını açsan, hangi gazeteyi okusan mutlaka bir din haberine ya da tartışmasına rastlarsın. Vatikan devletinde bile bizdeki kadar din muhabbeti yapılmıyor. Dinimizi bize en sık hatırlatan uyarı nedir? Ezandır değil mi? Bebeklikten itibaren her gün ezan sesi dinleriz abicim. Sesi güzel olan da, karga gibi olan müezzin de günde 5 kez hoparlörden ezan okur. Ama niye enstrümansız çıplak sesle okur? Dinimizde ney, ut, tambur sesi yasak değildir. İlahiler okunurken saz da çalınır. Kitabımız Kuran'da da ezanı ille de çıplak sesle okuyacaksın diye bir emir yoktur. Müezzin ezanı okurken arkadan pileybek müzik sesi de gelse daha hoş olmaz mı? Zaten birçoğu ezanı teypten okuyor değil mi Ertuğrul Abi'ciğim?�� ��Güzel ve değişik fikirlerin var ama sen köşe yazarı olamazsın.�� ��Niye be Ertuğrul Abi'cim?�� ��Çünkü ben Ertuğrul Abi'ciğin değilim. Ertuğrul Özkök Abi'ciğinin odası 10. katta. Seni yanlış adrese göndermişler. Adamını bulamazsan köşe yazarı olamazsın. Ben ancak yeteneğin varsa seni karikatürcü yapabilirim.�� Sıska herif koynundan bir tomar káğıt çıkardı. ��Ben çok güzel karikatür de çizerim. Şu Cork'lara, Muhlis Bey'lere, En Kahraman Rıdvan'lara bir göz at abiciğim�� dedi. Yakında Hürriyet'te kel kafalı, hafif şaşı, koca burunlu bir köşe yazarı resmi görürseniz sakın şaşırmayın. Benimki 10. katın yolunu bulmuş demektir. 16 Mart 2003
  22. Milli merhamet hastalığımız! (Oğuz Aral) Geceyi yağmur altında ve ayazda geçirmiş bir kedi yavrusu gibi perperişan titrek adımlarla geldi. Masanın önündeki koltuğun bir ucuna poposunun yarısıyla ilişti. Armut sapı gibi boynunu büküp gözlerini yere dikti. Benim de yüreğim yine unufak oldu. Birkaç zamandır görünmediği için herifi zaten merak ediyordum. Aklıma kötü kötü düşünceler geliyordu. ��Yine ne oldu?�� ��Gazeteden attılar.�� ��Bir yerde 15 günden fazla çalışmayı beceremiyorsun be! Seni o gazeteye sokabilmek için ne diller dökmüş, ne taklalar atmıştım. Yine ne halt ettin?�� ��Yazı İşleri Müdürü'ne küfür ettim.�� ��Niye?�� ��Çünkü, senin için çok ağır laflar söyledi.�� ��Allah Allah, Cavit böyle bir şey yapmaz. Birbirimizi severiz. Aynı gazetelerde yıllarca çalışmıştık.�� ��Bana inanmıyorsan Kenan'a, Tanju'ya filan sor. Onlar da oradaydı. Söylediklerini tekrarlamak istemiyorum.�� ��Neyse sen şimdi şu yirmiliği al, sıcak bir çorba filan iç. Birkaç gün sonra yine uğra. Başka bir iş bakarız.�� ��Ben birkaç güne çıkmam.�� ��Hasta mısın?�� ��Şimdilik değilim ama, iki gün içinde mutlaka zatürree olurum.�� ��Nereden biliyorsun, falcılığa mı başladın?�� ��Bunu bilmek için falcı olmak gerekmez.�� Yine boynunu büktü, sesi titredi. ��Üç gündür sokakta yatıyorum. Otele 2 aylık borcumu ödeyemediğim için herif beni sokağa attı. Sırtımda bir kazağım bile yok. Her şeyime el koydu alçaklar.�� İçim yine cız etti. Bu çocuğun çilesi bitmiyordu bir türlü. ��Biliyorsun bizim ev kalman için elverişli değil. Zaten kayınvalide de bizde. Ben, şimdi Yavuz'a telefon edeceğim. İşler düzelene kadar birkaç gün onda kalırsın.�� Yine boynunu büküp ayaklarını sürüyerek gitti. İçimdeki acıma duygusunun yanında bir de öfke vardı. Bunca yıllık dostum Cavit, bana nasıl küfür ederdi. O öfkeyle işten erken çıkıp Cemiyet lokaline gittim. Kendi kendime homurdanarak bir ufak rakıyı bitirmişim. Benim kurmak gibi kötü bir huyum vardır. Bazen, kura kura pireyi deve yapıp kendimi azdırırım. Tam hesabı görüp kalkıyordum ki Cavit ve üç arkadaşı kapıdan girmez mi? Artık beni kim tutar?.. ��Ulan hımbıl, arkamdan ne döşeniyorsun?.. Beş paralık erkekliğin kaldıysa lafını yüzüme karşı söyle!�� ��Sen benim için dönek, ajan, patron yalakası demeye utanmıyor musun be karikatürcü parçası!..�� ��Lafı kıvırma özür dile Yanardöner Cavit!�� ��Hattir lan sırık!�� Günah benden gitmişti. Herif, özür dileyeceğine bir de babalanıyordu. Bir ufak rakının da verdiği pazu gücüyle Cavit'e bir tane patlattım. Herif, bir süre yere paralel uçtu. Sonra da bir masanın altında kayboldu. Zaten ufak tefek biriydi. Ama yanındakiler ufak tefek birileri değildi. Hele, Cavit'in spor servisinde maç eleştirisi yazan futbolcu eskisi yarmanın eli çok ağırdı. Alçak garsonlar, bizi aylar sonra ayırdılar. Zaten, artık ayırmasalar da olurdu. Üç herif beni yeterince çiğnemişlerdi. * * * Yavuz, ağzındaki patlıcan salatasını yuttuktan sonra, ��Demek bu alnındaki yarık izi o dayaktan kalma�� dedi. ��Yalnız o iz değil, nah alt çenemdeki bu diş boşluğu da o günün hatırası.�� Ressam Yavuz, klişeci Artin ve ben ılıman bir bahar akşamı salaş ama denize nazır bir meyhanede geçmişten laflıyorduk. İstanbul'un belki de en güzel yanı zengin maganda saldırısından canını kurtarabilmiş, alçakgönüllü deniz gören bir meyhanenin hálá bulunabilmesidir. İzmir'i de çok severim. Ama Kordonboyu'ndaki meyhaneler hem can yakar, hem de cep... Çoğu da sadece meyhane dekorudur. ��Sen onu bana gönderince alıp eve getirdim. Benim Güner'i bilirsin, merhametin resmini yapsan bizim Güner'i çizeceksin. Sayesinde Merter'in sokak kedileri ve itleri şişmanlıktan başpehlivana döndüler. Güner, onun perişan halini görünce gözyaşlarını tutamadı. Alıp banyoya götürdü. Bebekler gibi yundu yıkadı. İçinde B vitaminleri eritilmiş kıtır ekmekli tarhana çorbaları pişirdi. Bilirsiniz herif iskelet gibiydi. Elleriyle portakal suları sıkıp incik kebapları yedirdi. Herif bir hafta içinde benim pijamalara sığmamaya başladı. Ne yalan söyleyeyim biraz bozulmadım değil. 30 yıldır evliyiz, ben daha böyle ihtimam görmedimdi. Ama daha çok evden elbiselerim, kitaplarım eksilmeye başlayınca bozulmaya başladım. Güner'in pazara gittiği bir günü kollayıp herifin ümüğüne bindim. Tırtıkladığı öteberimin hesabını sordum. Gözleri doldu, boynunu büktü, 'Oğluma para göndermek zorundayım. Bunca yiyip içtikten sonra senden üstüne bir de diş kirası isteyecek değildim ya' dedi. �Sen hiç evlenmedin ki oğlun nasıl oldu?� Sesi titremeye gözleri dolmaya başladı. �Bir gençlik hatasıydı. Ama görsen mavi gözlü, sarı perçemli gürbüz bir delikanlı. Bayılacaksın. Tam da senin oğlanın yaşında... Üstelik sınıf birincisi.... Ama çocuk şeker hastası.� Bilirsiniz, ben öyle çabuk duygulanan, sulu gözlü biri değilimdir. Ama adeta yüreğim yarıldı. Üstelik benim Kabataş Lisesi'nden de sınıf arkadaşımdı hergele. Gözyaşları içinde boynuna sarıldım. O günden sonra da günlük yevmiye vermeye başladım.�� ��Sonra sizden nasıl ayrıldı?�� ��O ayrılmadı, biz ayrıldık. Ona bir iki iş buldum. Kimini beğenmedi, kiminin parasını az buldu. Sonra da benim boyalarımla evde resim yapmaya başladı. Meğer çocukluktan beri ruhunun derinliklerinde ressam olmak yatıyormuş. Önce komşu kızlarının portrelerini çizdi. Sonra da alt kısımlarını hayal edip çıplak resimlerini yaptı. Bizim blok halkı ayaklandı. Özellikle Şule'nin babası Remzi Bey, av çiftesiyle kapıya dayanınca çok korktum. Adam başçavuş emeklisi ve beş vakit namazında... O resmin Şule'nin değil de Bruk Şilds'in fotoğrafından kopya edilmiş bir resim olduğunu ispatlayana kadar göbeğim çatladı.�� ��Dur laf karıştı. Biz ayrıldık dedin değil mi?�� ��Evet otuz yıl sonra Güner'le ayrıldık.�� ��A benim salak oğlum, Güner gibi Osmanlı karı bırakılır mı?�� ��Ben bırakmadım ki o beni bıraktı.�� ��Niye yahu?�� ��Bizimki oturmuş kırdığım cevizleri Güner'e bir bir anlatmış.�� ��Yoksa, Süheyla'dan da söz etmiş mi?�� ��Hem de bire bin katarak! Ama hıyar sonunda boyalardan, incik kebaplarından, sabahlara kadar videoda film seyretmelerden oldu. Güner babaevine gidince ben de evi kiraya verdim.�� Artin gözlerini akşamüstü güneşinin menevişlediği sulara daldırmış hiç konuşmuyordu. ��Herif, sokakta kalınca Artin perişan haline acıyıp onu işe almıştı. Öyle değil mi Artin?�� ��Öyle... Haline o kadar acımıştım ki eve gidip iki lokma yemek yerken bile acı dolu yüzü, bükük boynu gözümün önüne geliyor, lokmalar boğazıma diziliyordu. Sonunda, benim klişe atölyesine ve matbaaya onu yönetici olarak aldım. Çok da sıkı çalışıyordu. Daha 3. ayda matbaanın işleri yüzde 40 artmıştı. İki büyük firmanın ambalaj işlerini almıştı.�� ��Eee, sonra?�� ��Sonra ben merhametimi sizin kadar pahalı ödemedim. Yani, dayak yemedim. Karımdan ayrılmadım. Sadece 3 ay yatıp çıktım.�� Bir cetvel kadar dümdüz ve namuslu Artin'in yargıcın hapis kararını dinlerkenki şaşkın yüzü gözümde canlandı. ��Benim haberim yokken müşterilerden gidip paraları toplamış. Adamlara da naylon faturalar kesmiş. Ben kutuların baskı ücretlerini isteyince iş meydana çıktıydı. Ben alacaklıyken naylon faturacı oldum. Bundan sonra biri 'Ben ölüyorum bir bardak su ver!' dese geçer giderim.�� Tam o sırada Artin'in kalfası Yavvu (biz öyle derdik, adını hálá bilmiyorum) bir telaş içeri girdi. ��Artin Usta, bizimki kalp krizi geçirmiş. Şimdi sağlığı iyiymiş. Ama Amerikan Hastanesi'nde rehin kalmış. Sizi çağırıyor.�� Birbirimize sırıtarak baktık. Ağır ağır rakılarımızı bitirip hesabı ödedik. Yavuz, ��Ben sinemaya gidiyorum�� dedi. Artin, ��Bana müsaade... Bu gece konuklarım var�� dedi. Ben de, ��Bu gece Avni çizeceğim, hoşçakalın�� dedim. Sonra hepimiz tesadüfen Amerikan Hastanesi'nde buluştuk. 23 Mart 2003
  23. Yaş yetmiş de, iş bitmiş mi? (Oğuz Aral) Yaşlandım, ihtiyarladım, kocadım, farıdım ama bir türlü büyüyemedim. Yani çocuk kaldım. Yaşlı, başlı ve oturaklı görünebilmek için neler yapmadım? Milat'tan önce ünlü bir dansöz hanım arkadaşım vardı. ��Bıyık bırak!�� diye tutturmuştu. ��Niye kız?�� ��Arkadaşlarım 'Sübyancılığa mı başladın?' diye benimle dalga geçiyorlar.�� O zamanlar 18'e değmiş miydim anımsamıyorum. Adamın burnunun altında kıl biriktirmesi bir bela... Çorbaya girer, bıyığa tutunmuş çorba damlaları üstüne başına damlar. En fiyakalı gömleğini mahveder. Ağzında sigara unutursun, bıyıkların cıyırt diye yanar. Bütün gün burnunda bir yanık kokusuyla dolaşırsın. Hacettepe Üniversitesi Geriatri Bölümü GEBAM, bana ve Müşfik Kenter'e beraberce ��Yaşam boyu başarı ödülü�� verdi. Yani tercümesi ��Yılın Morukları!..�� Büyüyemeden yaşlanmışım. Bizim toplum yaşlıların 40-50 yaşında göçüp gitmesine alışmış. Şimdi karşılarında eli ayağı tutan, kafası İsviçre saati gibi tıkır tıkır işleyen yaşlıları görünce şaşalıyor. ��Yat yetmiş, iş bitmiş...�� gibisinden zırvalıyor. Hatta yaşlıları yok saymaya çabalıyor. Örneğin kendime önünde 4-5 düğmesi olmayan mülayim bir ceket ya da üstünde şapşalca ve Amerikanca yazılar bulunmayan bir kazak bulup alamıyorum. Moda hep gençler içinmiş. Dükkán sahibine, ��A benim enayi oğlum, para biz moruklarda... Oğluma, kızıma, torunuma para vermezsem sen bu bezleri zor satarsın!�� diyorum. * Geçtiğimiz hafta Ulusal Yaşlılar Haftası'ydı. Tabii, yine hallaç yellenmesi gibi duyulmadı geçti gitti. Aslında yaşlanmanın çok yararlı bir yanı var. İNSAN GENÇ OLMAKTAN KURTULUYOR! Onca zahmeti, mihneti ve gelecek korkularını artık çekmiyor. Ben karar verdim, bir daha asla genç olmayacağım. (Çocuk olmaya itirazım yok.) Bu hafta sevgili ve saygın yaşlı dostlarımla YAŞLILAR HAFTANIZI kutlayalım dedik. Sanıyorum aklımıza ve yaşımıza sağlık iyi de yaptık! Ben şimdi 50�sindeyim SÜLEYMAN DEMİREL (Eski Cumhurbaşkanı ve Başbakan-75 yaşında) 1920'li yıllarda ölüm yaşı ortalama 40'tı. İnsanlar evlatlarının evliliğini bile göremezlerdi. O zamanki anlayışa göre 40 yaş ihtiyarlık yaşıydı. 35'indeki insana bile 'Bir ayağı çukurda!' gözüyle bakılırdı. Şimdi ortalama ömür 75 yaşına yükseldi. Artık analar, babalar evlatlarının değil evliliğini, torunlarının çocuklarını bile görebiliyorlar. Size göre kaç yaşındaki insan yaşlı insandır? -Mimar Sinan bir dünya şaheseri olan Selimiye Camii'ni yapmaya 85 yaşındayken başladı. 92 yaşında da bitirdi. Celal Bayar 103 yaşında vefat ettiği sırada 60-70 yıl öncesini ayrıntılarıyla hatırlıyordu. Vehbi Koç 93 yaşındayken benimle kahvaltıda ülke meselelerini tartışıyordu. Resmi çalışma zamanı 8 saattir. Ben günde 15 saat çalışıyorum. Sevmesini bilen, kendisiyle ve dünya ile barışık, tutkulu insanlar için yaşlanmak zordur. Beden gücünüz azalsa bile yürek gücünüzle açığınızı kapatıyorsunuz. Kendinizi kaç yaşında hissediyorsunuz? Sayın Demirel, bir an durakladı. Sonra, ��Elli!�� dedi. Aslında gönlünden daha genç bir yaş geçmişti sanırım. Ama mahcubiyetinden 50 yaşına razı olmuştu. Böylece milyonları peşinden sürükleyen, zamanı gelince dişe diş kavgadan çekinmeyen Demirel'in aslında mahcup bir insan olduğunu fark ettim. ��Yaşlıların gençleri klasik bir azarlama yöntemi vardır. Söze 'Ben, şimdi sizin yaşınızda olacaktım kiii...' diye başlarlar. Siz hiç böyle bir şey yaptınız mı?�� ��Aslaa! Dur bakayım, bir kere yaptım. Güneydoğu'da bir hudut karakolunu ziyaret etmiştim. Bir gün önce o karakoldan birkaç askerimizi şehit edip kaçmışlardı. Mehmetçiklerle bir taşın üstünde oturuyorduk, 'Ah!' dedim, 'Ben de şimdi sizin yaşınızda olmak isterdim ve sizlerle birlikte şu taşın dibini beklemek isterdim.' Benimle güreşemezmiş! YAŞAR KEMAL (Romancı. Yaşını tam bilmiyor. Birçok Anadolu delikanlısı gibi kafa káğıdına yanlış yazılmış. Bana göre aramızda 8-10 yaş fark var. Yani, 75-77 yaşlarında filan.) �Çukurova bayramlığın giyerken Çıplaklığın üzerinden soyarken Şubat yeli kış yelini kovarken Seni yaylamanın zamanı dağlar.� Karacaoğlan'ın bu dizelerini çocukluğumda deli gibi severdim. Bu yaşta da deli gibi seviyorum. Bak, hálá ezberimden söylüyorum. Gençken neysem hálá oyum. Çocukluğumda Ceyhan Nehri'ni yüzerek geçip muhacirlerin bostanlarından karpuz çalardık. Karpuzları poturumuza doldurup yine yüzerek dönerdik. Dönüş daha kolay olurdu. Çünkü, karpuz suyun üstüne çıkar bizi de kaldırırdı. Muhacirlerin karpuzlarını çalmanın dışında gençliğimde ne yapıyorsam hepsini hálá yapabiliyorum. Gülme be, evet hepsini yapabiliyorum! O yaşlılık dediğin de ne ola ki?.. Yazılacak daha yüzlerce roman dururken yaşla başla uğraşacak vaktim yok. 'Gençliğimizde güreşirdik, var mısın yine bir güreşe?' diye sordum. 'Yokum, sen moruklamışsındır, sana kıyamam' dedi. O, delişmen çocuk! SUNA KAN (Solist Kemancı- 66 yaşında) Yaşlılığın beni tek korkutan yanı kemanı kötü çalmak. Dünyaca ünlü birçok keman virtüözünün yaşlıyken doldurduğu albümleri dinliyorum. Bazıları felaket!.. Geçen yıllar, insanların ruhunu değil ama parmaklarını eskitiyorlar. Bu nedenle gençliğimde çalıştığımın iki katı çalışıyorum. Her gün 30-40 pozisyonu tekrar tekrar çalışıyorum. En az 80 yaşıma kadar konser verebileceğimi sanıyorum. Yaşlı gibi görünmeyi de seviyorum. Artık daha seçici oldum. Eskiden her çağırılan ülkeye bir koşu gidip konser verirdim. Genç bir müzikçi olmak nasıl bir esarettir bilir misiniz?.. Artık onlar beni değil, ben onları seçebiliyorum. Sorumluluklarım da azaldığı için kendimi tanımaya daha çok zaman ayırabiliyorum. Örneğin oğlum artık kırkına geldi. Yılların verdiği deneyim ve kültürle Mozart'ı daha derinden çözebiliyorum. Beni geçen yıl emekli ettiler. Şimdi de emeklilik yaşını düşürüp birçok sahne ve müzik sanatçısını emekli etmeye hazırlanıyorlar. Bir sanatçının sanatını nüfus káğıdına bakıp kim değerlendirebilir?.. Sanat ve kültür işleriyle nüfus memurluğunu karıştırıyorlar. Bakın, yine içimdeki delişmen çocuk konuşmaya başladı!.. Kabak çekirdekleri eksilmesin YILDIZ KENTER (Oyuncu-73 yaşında) İnsanın ortak kaderi, doğum, ölüm ve o aradaki zaman, yaşam. Doğmak, ölmek isteğe bağlı değil. Ölmek, belki bazen. Bize düşen yaşamak. Koşullar ne olursa olsun yaşamak. Ayakta kalmak. Hadi sıyırttın sıyırttın hayatta kalabildin zar zor. Uzun yaşamak, bir ayrıcalık. İyi, güzel... Ama ayakta kalmak, kalabilmek. Ceza! Müthiş bir ceza! İlkokuldaydım, birinci sınıfta. Hiç unutmadığım bir cezaya çarptırıldım, biliyorum. Karatahtanın önünde, sırtım sınıfa, yüzüm kara tahtaya dönük ders bitimine kadar kıpırdamadan ayakta durmak... Utanıyorum. Midem bulanıyor. Ölmek istiyorum. Herkesten nefret ediyorum, herkes ölsün istiyorum. Sonra bir ara cebimdeki kabarıklığı hissediyorum. Kabak çekirdeklerim! Bir kuruşluk kabak çekirdeği almıştım, bir tane bile yemedim. Mahmut'la (benden birbuçuk yaş büyük ağabeyim, üçüncü sınıfta) eve giderken yiyecektik. Evimiz taa tepede, Abidin Paşa Köşkü'nün orada. Bahardı... Bademler açmış, tepeye giden toprak yol bomboş. Ev yok pek. Apartman hele hiç yok. Göz alabildiğine tarla. Papatyalar, gelincikler. Hadi be sen de!.. Ne diye ölecekmişim... Mati'ciğimle güzelim dağ yolunda çekirdek yiyerek, konuşa gülüşe eve gitmek varken! Şimdi dönüp geriye baktığımda, hep çekirdek misali umutlar peşinde ayakta kalabildiğimi görüyorum. Öleceğini bile bile bir çekirdek uğruna bu kadar çaba, çırpınma! Değer mi?.. Bir şey yap, Met'i anımsıyorum, sevgili Aziz Nesin'i... İçim ısınıyor yeniden. Kalk hadi diyorum, durma koş, bir şeyler yap. Yaşa... Dur diyorlar bir yandan da koşma... Yeter dinlen artık. Koşma... Öl artık!.. Çekirdeklerim var daha ama. İhtiyarlamaya müzik izin vermiyor! AVNİ ANIL (Bestekár-74 yaşında) Dost şair Havranlı Halil Soyuer ne diyor? ��Yaşlılık günlerinin mutlu ihtiyarları Gençlik senelerini unutmaz kolay kolay Gözlerini çevirip geçmişteki günlere Aylar kırk gün olsaydı derler, yıllar yirmi ay...�� Şairdir, ne dese yeridir!.. Yaşlılığın nimetlerine bakalım. Çocuklarımızı nasıl sevecektik?.. Ya torunlarımızı, yeğenlerimizi?.. Her yeni yılda, geçtiğimiz yılda neler yapabilmişiz, ülkeme, insanıma bir şeyler verebilmiş miyim, yapabildiklerimle kalıcılık şansını yakalayabilmiş miyim? Bütün bunları tam tamına derleyip toparlamadan, bakıyorum bir yıl daha... İhtiyarlığı değil, yaşlılığı çok seviyorum. 23 Nisan 2003, net yetmiş beşim arkadaş, haykırmak istiyorum; ��Yaşasın yaşlılık�� diye. Güzel Üsküdarlılar, Müsahipzade Celal, Burhan Felek, İsmail Dümbüllü, Emin Ongan ve diğer o güzelim insanlar yaşlanmasalardı, bugün de yaşayabilirler miydi?.. Zarar da görsek doğrudan gördükçe, şikáyet etmedikçe, sitemkár olmadıkça ve yılmadan, inandığımız konuların mücadelesini verdikçe, ihtiyarlamak yok. İnşallah biraz daha yaşlanırız, ama kimseleri üzmeden, bıktırmadan. Yaşam 3 raund! VURAL İNAN (Defalarca Türkiye Boks Şampiyonu- Avrupa Boks Federasyonu tarafından Avrupa'nın en teknik boksörü seçilmişti- 74 yaşında) Hayatımı da bir boks maçı gibi yaşadım. Ömrümün 1. raundunda fırtına gibiydim. Hem ringte hem de sosyal yaşamımda... Yediğime değil vurduğuma bakıyordum. Yediğim yumruklar sivrisinek ısırığı gibi geliyordu bana. Yumruk geldiği zaman canımın yanmasını değil, saçımın bozulmasını dert edinirdim. İkinci raund çok zor geçti. Eşimi kaybetmiştim. Bu darbeyi kolay savuşturamadım, sallandım. Ama gerçek bir boksör düşer, kalkar, bazen ayakta bile kroke duruma gelir. Yine de maça devam eder. Bu boksun tabiatının icabıdır. Hayatında hiç eldiven giymediği halde ayakta kalabilen gizli boksörler vardır. Onlar, boksör olduklarının farkında bile değillerdir. Ama ne demek istediğimi anlayacaklardır. İkinci raund sonunda köşeme döndüğüm zaman bitkindim. Ama 3. raundu oynamadan maçı bırakmayı hiç düşünmedim. Şimdi 3. raundumu oynuyorum. Ayaklarım eskisi kadar çabuk değil. Yumruklarım da eskisi gibi güçlü değil. Ama şimdi çok ustalaştım. Nefesimi ayarlayabiliyorum. İlk raunttaki gibi delice saldırmıyorum. Daha ekonomik hareket ediyorum. Bin türlü belayı küçük bir eskivle defedebiliyorum. Üç yumruk yerine bir yumruk vuruyorum. Ama tam zamanında ve yerine oturtuyorum. Nakavt olmayı ya da kaybetmeyi hiç düşünmedim. Zaten itikadım hep güçlü oldu. Mevlam hayatta hilesiz, hurdasız, dürüst dövüşenin hep yanındadır. Öğrenme merakı olan ihtiyarlamaz TALAT HALMAN (Bilkent Öğretim Üyesi ve eski Kültür Bakanı--73 yaşında) Ünlü Amerikalı piyanist ve besteci Eubie Blake, bir kere televizyonda söyleşi yapıyordu. 104 yaşında ölen Blake o zaman 102 yaşında idi. Sordular, ��102 yaşında olmak nasıl bir duygu?�� Oldukça dinç görünen Blake dedi ki, ��Bu kadar uzun yaşayacağımı bilseydim kendime daha iyi bakardım.�� Popüler Amerikalı komedyen George Burns 92 yaşında iken 5 yıl sonra Paris'in ünlü salonu Olympia'da temsiller vermek üzere sözleşme imzalamış, sormuşlar ��Bu haber doğru mu? 5 yıl sonra böyle bir etkinlik yapacak mısınız?�� George Burns gülümseyerek demiş ki, ��Ben yapacağım ama bilmem Olympia o zamana kadar dayanır mı?�� Demokritos'un ünlü sözünü hatırlıyorum: ��İhtiyarlıyorum ama öğreniyorum.�� Öğrenmek, genç kalmaktır. Sokrates, 71 yaşında ölüme mahkûm. Baldıran otu içerek yaşamını bitirecek. Bir öğrencisi, elinde sazıyla, Sokrates'e veda ziyaretine gelmiş. Sokrates demiş ki, ��Bana şunu çalmayı öğretsene.�� Öğrenci, ��Hocam�� demiş, ��Ölmek üzeresiniz, saz çalıp da n'olacak?�� Sokrates ��Zevk�� demiş, ��Çalmakta değil, öğrenmekte.�� Birkaç büyük peygamberin ve çağdaş düşünürün öğüdüne kulak vererek çalışmalıyız: ��Yarın öleceğini bilsen bile bugün bir ağaç dik.�� Ben öğretim üyeliğine 50 yıl kadar önce, 1953 Eylül'ünde başladım. New York'ta Columbia Üniversitesi'ndeki ilk sınıfımda altı öğrenci vardı. Beşi yirmi yaşlarında, biri 55 yaşındaydı. Fannie Davis isimli bir hanım. Osmanlı tarihi doktorası yapmak istiyordu. Kulakları arızalıydı. 55 yaşındaki Fannie Davis, zorlukla öğrendi Türkçe�yi ve Osmanlıca'yı. Topkapı Sarayı hakkında yazdığı tezle 63 yaşında doktorasını aldı. 65 yaşında tezini kitaplaştırarak yayınladı. O zamana kadar Topkapı Sarayı hakkında herhangi bir dilde çıkmış en iyi kitaptı. Fannie Davis, seksen yaşında, modern Türkiye hakkında bir kitap çıkardı. 82 yaşında öldü. Hürmetle, minnetle anıyorum o yaşlı ve genç öğrencimi. Ülkemizde 42 yaşında emekli olan kadınlar, 50 yaşında emekli olan erkekler vardır. Ömürlerinin sonraki yirmi, otuz, kırk yılını hiçbir şey yapmadan, sadece emekli maaşı alarak geçiren yüzbinlerce insanımız var. Ne korkunç bir beşeri ve iktisadi israftır bu. PTT'yi hatırlıyor musunuz? P, pijama, T, terlik, T, televizyon, büyük ve küçük kentlerimizde PTT'yi yaşayan belki bir milyon insanımız var. Bütün gün üstlerinde pijama, ayaklarında terlik, gözlerinde televizyon. Dante'nin cehennemindeki en feci yaşamdır bu. Mutlak bir boşluk, amaçsızlık, yararsızlık. Tümden cansızlık, heyecansızlık. Kahvehaneler, tavlayla, iskambille, boş lafla vakit öldürenlerle dolu. Vakit öldürmek, bir intihardır, bir cinayettir. Türkiye'mizin emeklilik ve yaşlılık alanında muazzam bir hamle yapması gerekir bence. 70 milyona yaklaşan nüfusumuzun neredeyse 4 milyonu 65 yaşın üstünde. Bu deneyimli insanların kaçı çalışıyor? Kaçı kendileri için, aileleri için, toplum için yararlı olacak işler yapıyor? Atıl insani kapasitemiz, tüyler ürperticidir. İşsizliğin bir ulusal afet ölçülerine vardığı günümüzde, elbette 65 yaşın üstündekilerin maaşlı, ücretli çalıştırılması beklenemez. Ama, onların gönüllü gücünü harekete geçiremez miyiz? 84�ümde ceviz kıracağım! İSHAK ALATON (İşadamı-Sanayici- 76 yaşında) İster genç olun ister yaşlı... Yaşınızla barışık değilseniz ihtiyarsınız demektir. Çok genç ölen yaşlılar olduğu gibi ihtiyar doğanlar da vardır. Üniversitelerimizde yaptığım söyleşilerde bana en çok para hakkında sorular sorulur. Herhalde işadamı olduğum için... Ben, ��Paranın iki kişiliği vardır�� derim. ��Birincisi, para bir değiş tokuş aracıdır. Para verip yiyecek, giyecek, ev, bark hatta sağlık satın alabilirsiniz. İkincisi ile gelecek korkunuzu yenersiniz. 'Yaşlılığımda çaresiz, muhtaç, perişan kalmam. Çünkü, kötü gün paramı bir kenara ayırdım' dersiniz. Ama para-ötesi, para-üstü bir konu daha vardır. Bunu parayla satın alamazsınız. Bunun adı zevk ve keyiftir. Zevk almak, keyif duymak ancak KÜLTÜR ile mümkündür. Resimden zevk almak için sergiler bedava. Müzik, kaset ve diskler de üç otuz para. Ayrıca konserler de pahalı değil. Tiyatrolar hamburger fiyatına... Aşk ve sevgi zaten bedelsiz. Güneşin batışından, denizin hışırtısından ya da bir satranç oyunundan zevk alabiliyorsanız güneşi kaç paraya batırabilirsiniz? Denizi hışırdatmanın fiyatı nedir? Kalenizle bedavaya şah çekebilirsiniz. Yaşlılığınız için biriktireceğiniz kötü gün parası kadar belki ondan da önemli olan bu zevkler ve mutluluklardır. Bunlara sahip olmak ancak kültürle mümkündür. Para kazanmaya emek verdiğiniz kadar kültür edinmeye de emek verin.�� Yaşlılar ölüme daha yakın derler. Ama ölüm nüfus káğıdı sormuyor. Şimdiki tutkulu projem, bir ceviz ormanı yetiştirmek. Fidanları dikmeye başladım bile. Ceviz fidanı 8 yıl sonra ağaç olup ceviz verirmiş. Şimdi 76 yaşındayım. Yani, 84 yaşında ceviz kıracağım. Bu kez kendi cevizlerimi... Yaşlılık mı, o da ne? OKTAY EKŞİ (Hürriyet Gazetesi Başyazarı-71 yaşında) Olacak şey değil... Ama Oğuz Aral gibi saygı duyduğunuz bir dost isteyince ��Olacak, olmayacak�� tartışmasına girmeden ��Elbette�� diyorsunuz. Oğuz Aral biliyorsunuz kendisinin ��huysuz�� ve ��ihtiyar�� olduğunda ısrarlıdır. Bence doğru değil ama, konu kendisini ilgilendirince itiraz etme şansınız kalmıyor. Lakin bu defa ��ihtiyarlık��tan konuyu bir başka zemine ��yaşlılığa�� taşımış. Üstelik kendisiyle sınırlı tutmaktan da vazgeçip bir ��yaşlılar�� grubu oluşturmuş. Buraya kadar da eyvallah... Öyle ya, ��Beni ilgilendirmedikten sonra, kimi o gruba koyarsa koysun�� der geçersiniz. Maalesef durum öyle değil... Bu satırların yazarını da listeye dahil etmiş. Hem ��yaşlılık�� konusunda ne düşündüğümü yazmamı istiyor hem de kaç senedir Hürriyet'te başyazı yazdığımı soruyor. Önce temel itirazımı dile getireyim: Sabahları kalkarken belimin ağrıması hariç, şimdilik yaşlılıkla ilgim yok. Gerçi ufak tefek başka arızalar da çıkmıyor değil. (Örneğin protezler artmaya başladı) ama... Önemli sayılmaz. Oğuz Aral ��Merdivenlerle aramın nasıl olduğunu�� soruyor. Çok sayıda olmadıkça... O da idare ediyor. Ama merdiven konusu eskiden de üç aşağı beş yukarı böyleydi. Özetle, Aral'ın listesine, kendi adıma itirazım var. Kaldı ki 7 Aralık 1932'de dünyaya gelmiş bir insan itiraz etmez de ne yapar? Kısaca ��gençler�� adına Oğuz Aral'a katkıda bulunmak için söyleyeyim: Yaşlılık bana göre bir tevellüt (yani doğum tarihi) meselesi değildir. Yaşlılık çalışamamak ve üretememek demektir. Yaşlılık, yaşamaktan zevk almamak veya zevk almayı başkalarına bırakmak demektir. Gerisi boş laftır. Ben 45-50'sinde pek çok insan biliyorum... Bitmişler. Üstelik pek çoğu da çalışmadan ve üretmeden bitmiş kişiler. ��Çok yorulmuşlar��mış. ��Artık bir kenara çekilip dinlenmek ve -ne demekse?- kendi hayatlarını yaşamak�� sırası gelmişmiş. Dürüstçe söyleyeyim: Hele -hayatını kazanmak için yaptığı iş dışında- topluma karşılıksız bir katkıda bulunmadan, insanlara sevgi bile sunmadan bütün bir ömrü tamamlayanlar var ya... Öyleleri 30'unda iken de yaşlıdır. 40'ında veya 50'sinde iken de... Bunlar kendi hayatları dedikleri şeyi yaşasalar ne işe yarar? Defolup gitseler belki daha da iyi olur. Neyse... Hem başkalarından sevgi bekleyip hem de bu kadar acımasız olmayalım. Bırakalım herkes yine bildiği gibi yaşasın. Gelelim Oğuz Aral'ın sorduklarına: Doğum tarihimi yukarıda yazmıştım. Geriye meslek kıdemim ve Hürriyet'teki görevim kalıyor. Mesleğime 8 Ocak 1952 tarihinde başladığıma göre demek 51 yıllık bir kıdemim var. Bunun ilk 22 senesi ��habercilik��te (muhabirlik, büro şefliği) geçti. Haziran 1974'ten beri de (demek 28 seneyi geride bırakmışız) Hürriyet'in başyazarıyım. Sanıyorum aynı gazetede en uzun süre başyazarlık yapan gazeteci sıfatını hak etmiş haldeyim. Ama yaşlılıkla ilgim yok. BİLİM NE DİYOR? Prof.Dr. YEŞİM GÖKÇE-KUTSAL Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi- Geriatrik Bilimler Başkanı Yaşlanmak ihtiyarlık değildir ��Yıllar bizi buldukları gibi bırakmıyorlar.�� Owen Meredith Yaşlanma, ayrıcalıksız her canlıda görülen, tüm işlevlerde azalmaya neden olan, süreğen bir süreç olarak tanımlanabilir. Organizmanın molekül, hücre, doku, organ ve sistemler düzeyinde, zamanın ilerlemesi ile ortaya çıkan geri dönüşü olmayan yapısal ve işlevsel değişikliklerin tümü ��yaşlanma��dır. Gerçek biyolojik yaşlanma herkeste farklı hızlarda olmaktadır, çünkü genetik özellikler, yaşam tarzı, hastalıklar ve kişilerin olumsuz koşullar ile başa çıkma yolları değişkenlikler göstermektedir. Yaşlanmaya bağlı yeti kaybının ve hastalıkların tedavi ve rehabilitasyon giderlerinin artması, yaşlılarda görülme sıklığı artan hastalıklara bağlı sorunların yoğunlaşması, yaşlanmanın altında yatan nedenlerin daha fazla aydınlanması, Geriatri bilimine sadece gereksinimin değil, ilginin de artmasına neden olmaktadır. 1999 yılı Dünya Sağlık Örgütü tarafından ��Uluslararası Yaşlılar Yılı�� olarak belirlendi. Yaşlıların ailelerine ve topluma katkıda bulunmayan insanlar olarak algılanmalarının yanlış olduğu vurgulanarak aktif ve üretken bir yaşlılık sürecinin önemi üzerinde duruldu. 1982'de Viyana'da gerçekleşen ��World Assembly on Ageing�� raporunda önemle üzerinde durulan noktalar şöyle sıralanabilir: Yaşlılar mental ve fiziksel olarak kötüye kullanılmamalı, Toplumun sosyal, eğitsel ve kültürel kaynaklarını kullanabilmeli, Yaşlı birey potansiyelini geliştirme şansına sahip olabilmeli, Nerede yaşarsa yaşasın temel özgürlük ve insan haklarına sahip olmalı, Hastalıklardan korunmak için sağlık hizmetlerinden rahatlıkla yararlanabilmeli, Olabildiğince uzun süre kendi ortamında yaşayabilmeli, Yeterli gelire sahip olmalı ve güvenli bir çevrede yaşayabilmeli, Kapasite ve ilgi alanına göre hizmet verebilmeli, işgücüne katılabilmeli, Bilgi ve deneyimlerini genç kuşaklara aktarabilmeli, Kendi ile ilgili politikaların saptanmasında aktif rol alabilmelidir. Toynbee'nin ifade ettiği gibi, ��Toplumun kalitesi ve dayanıklılığı yaşlı vatandaşlarına gösterilen özen ve saygı ile ölçülür.�� 30 Mart 2003
  24. Ben bana razı mıyım? (Oğuz Aral) ��Herbirkesler beni Leonard di Capriyo'ya benzetirlerdi abicim. Tamam, herbirkesler değil ama benim tamirci dükkánının yanındaki trikotaj atölyesinde çalışan Sebahat bir kere benzetmişti. Hemen koşup herifin filmlerini seyrettim. Aaa, oğlan aynen ben!.. Ama adam sarı, ben esmerim. Bizim erkek kuaförü Necmi'ye gidip saçımı boyattım. Etraf çakmasın diye azar azar sarışın oldum. Her hafta biraz daha açık sarı sürdürerek iki ayda sapsarışın kesildim. Leonard'ın gözleri mavi olduğu için bir çift de mavi lens taktırdım. Bu lens denen alet bir bela. Bazen biri gözümden kayıp düşüyor, ara ki bulasın. Adam ortalıkta bir gözü mavi bir gözü kara dolanmak zorunda kalıyor.�� ��Ama Di Capriyo'nun boyu senden bir hayli uzun.�� ��Boy işi kolay be abicim. Saçlarını üstten kabartacaksın. Üstüne sprey sıkacaksın. Bütün gün havada duruyorlar. Ayağına da uzun topuklu pençesi kalın çizme giyeceksin. En az 8-10 santim atıyorsun. Ama diş kısmısı biraz zor oldu.�� ��Senin dişinle Leonard'ın ne ilgisi var?�� ��Çok ilgisi var. Herifin dişleri kazma gibi uzun, benimkiler kısa. Bir sosyete dişçisine gittim. Adam, ben sapasağlam dişlere dokunmam dedi. Etme, eyleme diye yalvar yakar oldum. İki misli para veririm dedim. Sonunda ön dişlerimi yontturup üstlerine uzun porselen ceket taktırdım. Hani konuşurken ağzı kapanmayan manken ve sunucu karılar var ya... İşte onlarınkinden yaptırdım.�� ��İyi halt etmişsin Sadettin...�� ��Sadettin adını da benim çıraklara yasak ettim. Artık bana Leonard Usta diyeceksiniz dedim. Hatta, dükkánın adını da 'Tez-iş oto-tamir'den 'Leonard oto-tamir'e çevirdim. Artık Leonard Di Capriyo olarak kasım kasım kasılıp, süzüm süzüm süzülüp ortalıkta dolanıyordum. Ama bizim muhit cahil muhit abicim. Sebahat'tan gayrı Leonard'ı tanıyan bir Allah'ın kulu yoktu. Onca masraf ve zahmet boşa gitmekteydi. Hemen benim Leonard'ın filmlerini takip etmeye başladım. Hangi sinemada oynuyorsa gidip yirmişer-otuzar bilet alıp muhitte dağıtmaya başladım. Kim geliyor, kim gelmiyor diye sinemanın önünde de sotaya yatmaktaydım. Ertesi gün de filmi seyredenlerin dükkánlarının ya da evlerinin önünde volta atıyordum. Bir gün köfteci Muhittin'in kızı Şule yolda beni alıcı gözüyle uzun uzun süzdü. En Leonard yürüyüşümle yanına yaklaştım, 'Ne o kız, birine mi benzettin?' diye sordum. ��Valla, aynen futbolcu İlhan'a benzemişsin Sadettin Abi... Ama onun siyah cipi var�� dedi. Kız haklı, bizim sülale Eskişehir tarafından olduğu için gözlerimiz biraz çekiktir. Hemen bir çift futbol pabucuyla bir eşortman edinip o akşam bizim muhitteki halı sahaya koştum. Taa, ortaokuldan beri çalışmaktan fırsat bulup top tepiklememişim abicim. O gece halı sahada koşuşturmaktan canım çıktı. Ayrıcana, sağ ayak bileğim de davul gibi şişti. Ağrısından sabaha dek böğürdüm durdum. Meğer Ayı Ayhan bana taban koyunca bilek kemiğimi kırmış. Hastanede alçıya aldılar. Futbolum benzemese bile arabam İlhan'ınkine benzemez miydi yani? Zaten mesleğim oto tamirciliği... Hemen dört kalın kamyon lastiği buldum. Benim Murat'ın şasisini yükseltip lastikleri taktım. Tamponu, ön nikelajları ve farları çıkma bir Honda'nınkilerle değiştirdim. Komşu oto boyacısı Naci'ye bir de metalik siyah attırdım ki artık İlhan'ın cipine beş basar. Ama araba bir de yürüse iyi olacaktı. Fakat, namussuz motor cuvv cuvv ediyor da üstündeki ağırlığı çekemiyordu. Ben de bir çektiriciyle cipimi muhitin en piyasa yerine çektirip direksiyona kuruluyordum. Millet işten çıkınca cıstaklı bir kaseti teybe sürüp gümbürdetiyordum. Zaten cipin camlarına da İlhan'ın posterlerini yapıştırmıştım.�� ��Eee, sonra ne oldu?�� ��Sonra, bir iki sübyan mahalle kızının dışında kimse benim İlhan'lığımı iplemedi abicim. Yahu, onca yıllık komşuluk hatırımız var. Adam önümden geçerken 'Aaa, İlhan'a bak!' demez mi? Demez abi... Bunlar nankör. Biz o kadar yırtınırken herbirkesler şarkıcı Gökhan'ın peşinde...�� ��Gökhan da kim?�� ��Gökhan, bizim muhitteki düğün salonunun şarkıcısı... Herifin aslında nevazil olmuş keçi gibi sesi var. Ama iyi göbek attırır. Bir kere televizyona bilem çıkmıştı. Ama şarkıcı olsun da taştan olsun. Bizim millette şarkıcı avanaklığı vardır. Koyun, davar güderken 'hüyyoo!' diye çığırmayı şarkı sanır da olduğu yerde zıp zıp oynar. Bir yandan da ölmüşlerini aklına düşürüp ağlar. Bak İbo abime!.. İki ciyaklamayla milletin ciğerini söker de porsiyonu 100 dolardan geri yedirir. Önemli olan posbıyık bir erkeğin karı sesiyle şarkı çığırtmasıdır abicim. Ben de hemen bizim muhitteki dersaneye dadanıp solfej, molfej müzik dersleri almaya başladım. Zati sesim de fena değildi. Düğün salonu sahibi Alaattin'in arabasını bedava tamir edince düğünlerde de okumaya başladım. Bu şarkıcılık kıyak işmiş. En halisinden yıllarca oto tamiri yaptım kimse beni iplemedi. Ama düğün salonunda iki şarkı attırınca kahvede itibarım değişti. Kızlar, yolda yanımdan geçerken kıkırdamaya, göz süzmeye başladılar. Namım yavaş yavaş öteki muhitlere de yayılmaya başladı. Artık başka düğün salonlarında da okumaya, işin inceliklerini de kapmaya başladım. Mesela, şarkının bir yerinde tıkanıyorsun sesin çıkmıyor ya da detone oluyorsun. O zaman ne yaparsın abi?�� ��Özür dileyip sahneden inerim.�� ��Sen de pek cahil kalmışsın be abicim. İş tam moka sardığı sıra 'Eller havayaa!..' diye bağıracaksın. Sonra da darbukacıya işmar edip bir oyun havasına geçeceksin. Sen bir çalkalarsan gariban millet beş çalkalamaya hazır. Bizim aksi suratlı pos bıyıklı herif milleti ya da ayak bileğine kadar her tarafı örtülü mahcup hanım milletimizi bir görsen atadan, dededen köçek, çengi sanırsın. Asırlardır oynama hasretine tutulmuşlar sanki... Ben saz takımını alıp sahneden inerim. Garsonlar masaları toplar. Ama onlar oynamaya devam eder. Ama şarkıcılığın sırrını çözmem biraz zaman aldı.�� ��Neymiş sırrı?�� ��Televizyonda görünmeden şarkıcı olunamıyormuş meğer abicim.�� ��Saçmalama...�� ��İnci Çayırlı, Nesrin Sipahi mi daha çok şarkıcı, yoksa Gülben Ergen mi?�� ��Bana bak Sadettin, mutfakta pilav pişiren ya da banyo yapan her kadın Gülben Hanım kadar şarkı söyler.�� ��Ama televizyonda söyleyince en birinciye şarkıcı olursun. Ben de birikmiş bütün paramı yatırıp üste de borca girip bir klip çektirdim. Bak şimdi seyret abi.�� ��Amanın bu sen misin lan?�� ��Tastamam benim.�� ��Sadi, ben seni çocukluğundan tanırım. Erkek gibi bir erkektin. Bu pembeli, morlu, kırmalı, fistolu elbiseler... Bu makyajlı surat, rujlu dudaklar... Bu kalça kıvırmalar nereden çıktı oğlum?�� ��Televizyona çıkmak için abicim. Özellikle gündüzleyinki kadın programları hötöröf erkek şarkıcı istermiş. Kadınlarımız homo erkek şarkıcılara bayılıyorlarmış. Zeki Müren'den Fatih Ürek'e kadar hepiciini kadın seyircilerimiz meşhur etmişmiş. Artık benim de herbirkeslerin tanıdığı ünlü biri olmama çeyrek kaldı. Çağırıldığım düğünler benim tamirhaneden çok daha fazlasını kazandırıyor. Artık dolarla çalışmaya başladım. Tamirhaneyi kapatacağım.�� ��Ne diyeyim, hayırlısı olur inşallah... Yalnız bu kafandaki sargılar, yüzündeki bantlar neden oldu?�� ��Sorma abi, bir hata ettim, oğlunun mürrüvetini görsün diye köyden anamı getirttim. En kral otellerin restoranlarında yedirip içirdim. Limuzin kiralayıp Boğaz turları yaptırdım. O da eve gelince, 'Ulan yemedim yedirdim, seni ortaokullarda babasız okuttum. Çırak verdim, zenaat öğrettim. Tarlamı satıp sana tamirhane açtım. Sen benim oğlum olmaya niye razı olmadın?.. Sen kendine niye razı değilsin?' diye beni yine terlikle dövdü abicim.�� ��Ne diyeyim ananın eline sağlık. Ben de gençliğimde Gregori Pek'e benzerdim. Üstelik benim Gregori, senin Leonard'a yakışıklılıkta beş basar!..�� 13 Nisan 2003
  25. 39 derecede yazılmış ateşli bir yazı! (Oğuz Aral) Bir haftadır gamlar ve kederler içindeyim. Kederim Irak Savaşı'ndan ya da Beşiktaş'ın yenilmesinden ötürü değil. Bu neznesel ve gripal bir keder. Dakika başına 15 öksürük 5 hapşırık düşüyor. Birisi burnumu yüzümden çıkarmış, yerine masurası yalama olmuş bir musluk takmış sanki. Şorşor bir akması var, Kızılırmak'ın seli yanında ibrik suyu gibi kalır. Okuldan yanlış anımsamıyorsam insan bedeninde 208 kemik vardı. Bende ise 416 kemik var. Çünkü bütün kemiklerim orta yerinden çatır çutur kırılmış durumda. Öyle bir iniliyorum ki kendi yüreğim parçalanıyor. Hele ziyarete gelen olunca iniltilerim feryada dönüşüyor. Oturup vasiyetimi yazmaya başlıyorum. Ama sonra sıkılıp ��Bir dahaki gripte yazarım�� diyorum. İnsanoğlu yaşadıkça amma da birikiyor yahu. Vasiyetinde öteberisini sıralaması bile bir bela!.. Mesela elektrikli testeremi kime bırakayım?.. Ya da paslanmış olta kancalarımı?.. Hele atmaya bir türlü kıyamadığım üçte biri kalmış kurşun kalemlerimle kurumuş boyalarımın kıymetini kim bilir? Üzerinde beni yıllarca şefkatle gezdiren altı aşınmış, yanları patlamış 44 numara eski terliklerimin kadrini bilecek kimim var? Bizi beraber gömün desem hocaya ayıp olur. Bir fakire verin desem o kadar fakirini Srilanka'da bile bulamazlar. En iyisi ölmekten vazgeçip yatağa Saba Melikesi Belkıs misali sere serpe uzanmak. Adamın yata yata canı sıkılıyor. Kitap okumaya başlıyorum ama ��Ya kitabın orta yerinde ölürsem, sonunu öğrenemem�� diye vazgeçiyorum. O zaman gelsin gazeteler... Ama çok gazete okumak da bende mide ekşimesi, yüksek tansiyon ve adale spazmı yapıyor. Çenelerim kasılıp sol gözüm seyirmeye başlıyor ve bilmediğim birkaç dilde konuşmaya başlıyorum. Ne dediğimi pek anlamıyorum ama muhtemelen ayıp laflar ediyorum. * Arapların yakılıp yıkılmış kendi ülkelerini talan etmesine, yağmalamasına verip veriştiriyor gazeteler. Çok da haklılar... Bre yağmacı haramiler, bre talancı Bedeviler, hastaneyi bile basıp yağmalamak hangi kitabın hangi suresinde yazıyor?.. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayı kabullenmeyip Arap gibi saç sakal karışık yeşil poturla yaşamaya çalışan tarikat artığı kardeşlerimize ��Alın Araplarınızı başınıza çalın!�� diye homurdanıyorum. Sonra da hınk diye duruyorum. Aklıma 1955 yılının 6-7 Eylül günleri düşüyor. Sonradan doğanlar ya da 6-7 Eylül'ü unutanlar için anlatayım. Kıbrıs sorununun yeni kızıştırılmaya başladığı günlerde Ekspres adında bir akşam gazetesi, Selanik'te Atatürk'ün evinin bombalandığını yazdı. Yanlış anımsamıyorsam gazetenin sahibi Adnan Menderes'le bir hayli yakınlığı olan Mithat Perin'di ve haber yalandı. Haberin çıkmasını bekleyen çevre köy ve kasabalardan getirilmiş ve de gecekondulardan toplanmış bindirilmiş Demokrat Parti kıtaları İstanbul'u talan etmeye başladı. Ne kadar Rum, Ermeni, Yahudi dükkánı varsa yağmalandı. Tabii arada Türk dükkánları da... İnsanlar dövüldü. Talan nedense önlenemedi, iki gün sürdü. Yağmalanan dükkánların gayrimüslim sahiplerine dayakla kelime-i şahadet getirtildi. Hatta bir papazı sünnet edip kesilen parçası alkışlar arasında teşhir edildi. Top top kumaşlar caddelere saçıldı. İstanbullular parke taş yerine kumaşa basıp gezer oldu. Birtakım hırpani vatandaşlarımız üst üste 4 deve tüyü palto giyip kollarına sekizer saat takıp dolanır oldular. Türk Milli Takımı Kaptanımız Lefter'in bile evini bastılar. Sonra da büyük depremin hemen ertesi Anadolu'nun muhtelif kıyı ve köşelerinden talana koşuşturan yağmacı mücahitlerimiz aklıma düşüyor. Yurdun büyük bölümü kan ağlarken ölü evi soymaya tümen tümen gelen babayiğitler... Allah'tan bu kez devlet vardı ve asker bunların enselerine birer şaplak çekip armut gibi toplayıverdi. ��Arabın dibi kara, benimki ondan beyaz mı?�� diye homurdanarak daha keyifli bir haber arıyorum ve buluyorum. * Bizim ��Ben demedimmici�� Fatih Altaylı Teke Tek-Taka Tuk köşesinde yine ��Ben demedim mi?�� demiş. ��Ben bu olacakları aylar öncesinden yazmıştım. Yine haklı çıktım. Politika, ekonomi ve sosyal konularda ne dedimse aynısı çıkıyor. Artık dediklerimin bir bir sahici çıkmasından sıkıldım. Acaba, Yasemin'in Yıldız Falı köşesini de ben mi yazsam?.. Ama birtakım kendini bilmez yazar takımı, dediklerime itiraz etme cesareti gösteriyorlar. Ohhaa!.. Yuhhaa!.. Bunlar mutlaka Fener'lidir ve kusurlarına bakılmaz. Yine iddia ediyorum, şimdi diyeceğim de doğru çıkacak ve bu zavallılar bir kere daha şaşkınlıklarından ve hasetlerinden çatlayacaklar. Evet iddia ediyorum; bu aydan sonra MAYIS AYI GELECEK!..�� * Derken Fatih'in yazılarından daha keyifli bir haber buluyorum. ��Elazığ'daki dini grup El Aziz, Necmettin Erbakan'ı mehdi ilan etmiş.�� Yani Erbakan, kıyametten önce insanlığı kurtaracak olan Allah'ın gönderdiği büyük kurtarıcı!.. Can baş üstüne, zaten biz de yıllardır ��Kurtar bizi babaa!..�� diye feryat etmekteyiz. Ama ortada biraz karışık bir durum var. Uluslararası mehdilerimizden Hasan Mezarcı da Almanya'da mehdiliğini ilan etmişti. Bizde her şeyin bir hakikisi ve özü vardır. Örneğin İskender Kebapçısı ile Hakiki İskender Kebapçısı... Koç Turizm ile Öz Koç Turizm gibi... Şimdi bu mehdilerden hangisinin öz mehdi olduğunu nasıl anlayacağız?.. Bence, Tezveren Baba Türbesi'nin bahçesinde karakucak kapışsınlar. Tuş yapan öz mehdi ilan edilsin. Gerçi biraz haksızlık olacak, Hasan Mezarcı Erbakan'a göre sinek sıklet kalıyor. Yine de ben olsam Erbakan'a banko oynarım. * Cennet vatanımızın başına ne türlü bela gelmişse bölücüler yüzünden gelmiştir. Sağcı-solcu, Türkçü-Kürtçü, Fenerli-Galatasaraylı bölücüler yüzünden az çekmedik. Şimdi de başımıza mırnavcılarla-havhavcılar çıktı. Üstelik bu bölücülüğün yatağı da maalesef Hürriyet Gazetesi!.. Sayfa sayfa kedi, köpek röportajları ve fotoğrafları yetmiyormuş gibi Bekir'in itini de köşe yazarı yaptılar. PAKO YAZIYOR'muş pöh!.. Eğer bu gripten sağ salim kurtulursam ilk işim KOKO YAZIYOR diye bir köşe açmak olacak. Koko, benim fındık faresinin adı. Kedi, köpek köşesi var da fare köşesi niye yok?.. Koko'nun başı kel mi ve bu zulüm adalete sığar mı?.. Koko'nun ilk köşe yazısı şöyle olacak: ��Zavallı midem açlıktan sırtıma yapıştı. Geçen gün saatlerce uğraştım, dişlerimle Kamil Bey'lerin mutfak duvarında bir delik açtım. Kamil Bey memur. Mutfağına düştüm başım yarıldı. İnsan farelerden utanır da bir ekmek lokması, bir peynir kırıntısı bırakır be!.. Zaten artık bir şey pişirmedikleri için mutfağı odunluk olarak kullanıyorlar. Sürüne sürüne tam deliğime dönerken Kamil Beyler'in kedisi Sarman'la burun buruna gelmeyeyim mi?.. Herif, patisiyle bana iki pat pat yapıp yüzünü buruşturdu ve 'Pis hamamböcekleri!' diye söylenerek gitti. Allahım, açlıktan evrim geçirip hamamböceğine dönüşmüşüz de haberim olmamış. Heey Tayyip Bey, Kamil Bey'e 3-5 kuruş zam yapmazsan önce pireye dönüşüp sonra da yok olacağız. Ekolojik denge bozulacak. Ya da benim farelik tayinimi Albayraklar Şirketi'nden birinin evine çıkar.�� * EN SON VASİYETİM: Hürriyet Gazetesi, pazar günleri 1-2 milyon basar. Diğer günler ise 5-10 zor satar. Nedenini tabii hemen anladınız. Ama ben yine alçakgönüllülükle söyleyeyim; çünkü pazar günleri ben yazıyorum. Gösterdiğiniz bu ilgiye teşekkür ederim. Fakat sizin ilginiz ve sevginiz yüzünden yıllanmış birçok arkadaşıma karşı mahcup duruma düşüyorum. Zaten onların da bana karşı olan tavırları değişmeye başladı. Bekir Coşkun beni görünce, ��Hırr, hav!�� diye homurdanıyor. Emin Çölaşan'ın mavi gözleri bana bakarken morarıyor. Ertuğrul Özkök ise beni ha babam Bağdat'a röportaj yapmaya göndermeye çalışıyor. Size son tavsiyem, lütfen pazar dışındaki günlerde de arada bir Hürriyet alın. Vallahi çocuklar da fena yazmıyorlar. Ekmekleriyle oynamayalım. Önemli Not: Bundan sonraki e-mail adresim: [email protected]'dir. Nedenini haftaya anlatırım. (Abdülkadir, boynun altında kalsın. Bu belayı başıma sen çıkardın!) 20 Nisan 2003

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.