Tengeriin boşig tarafından postalanan herşey
-
Face Book Çılgınlığı
Diktatörlüğü bitirecek olan Abd. midir yani anlamadım!
-
Transformers...
Valla bilemiyorum yani... Sayın Admin ile Sayın DemirEfe'ye söyledimdi ben Yani filmden zevk almamaları normal, Ne de olsa ben izlerken, ağzı açık ayran budalası gibi izleyecek kadar küçüktüm o çizgidizi'yi Yoksa kimseye "İhtiyar" dediğim yok, Aa! Ne münasebet!...
-
Nietzsche'den Sevdiğim Aforizmalar
Bu üçüncü oluyor biliyorsun değil mi? Dahada hiç birşey demiyorum sana...
-
selammmmm
Tengeriin boşig şurada cevap verdi: rina başlık Ben Geldim - Buradan Başlayabilirsiniz - Birbirimizi TanıyalımHoşgeldin... Selamlar...
-
Hz Muhammed hakkındaki iddialar
Sayın DemirEfe zaten böyle bir değişim tabii ki toplumsal bir isyan, değişim ve dahi devrim niteliği taşıyacaktır... Bunu her zaman söylerim... Mesela Habeş Kralı'nıın hicret edenleri Mekke'ye karşı korumasının nedeni de bu olmalıdır. Yoksa gelenleri sempatik bulduğundan değil. Çünkü Habeşistan her zaman Mekke'nin ekonomisinde gözü olan bir yer. Hicret edenleri bu açıdan bir silah olarak kullanmak niyetinde olmuşta olabilir. Ya da Mekke'nin fethini ve tüm karşı çıkanların birden Müslüman olmasını düşünün? Hz. Hamza'yı öldürten Hind bile anında Müslüman olmuştur? Ve sonrasında Suk-u Ukaz Panayırının "Hacc"a dönüştürüldüğüne dikkat edin bu değişimin neden böyle çabuk olduğunu anlarsınız... Veya Kur'an-da ganimet, savaş ve cezalarla ilgili yasalara bakın, hepsi içersinde bulundukları o günkü durumlara yönelik emir ve ifadelerdir. Ayrıca Hz. Muhammed'e ilk inananlara bakarsak hepsi Cahiliye döneminde bıkan ve bir alternatif arayan, bir değişim ve devrim ihtiyacı duyan insanlardır... Hz. Muhammed'in bence durumu çok iyi tahlil edebilecek kadar zeki ve birikimli olduğu pek bir ortadadır... Daha da düşünürsek Hz. Muhammed'in yola çıktığı günden sonra ona inananların yükümlülüğünü yani bir önder olarak onların sorumluluğunu üstlendiği döneme bakın? Kur'an-ı Mekke ve Medine dönemi diye ayırırsak, iki bölüm arasındaki farkın nedenini anlarız... Kısaca Hz. Muhammed'in samimi olduğuna bende inanıyorum. Koşulların gerektirdiğini yaptığına da inanıyorum... Saygılarımla...
-
Hz Muhammed hakkındaki iddialar
Sayın BrainSlapper dediğim gibi Epilepsi rahatsızlığının o dönemde "İlahların Lanetlemesi" ya da "Cinlenme" olarak görüldüğünü siz söylediniz... Tabi daha sonra bu cinlenmiş kişi 40lı yaşlarında dağa çıktı ve size göre deli olmasa bile halk tarafından deli olarak algılanmış olmalı... Yani bu kişinin o dönemde halk arasındaki tanımı şu: Haşimoğullarından Abdullahoğlu Muhammed; Çoban (Emin), Cinlenmiş/Lanetlenmiş (Epilepsi), Yetim (ailesi olmadığı için sevgiye hasret), Cühela (az-buz Okur/Yazar) bir kimse... Bende diyorum ki onu böyle niteleyen halk mı onun tasvir ettiği o ruhani dünyaya güvenip inandı? Kusura bakmayın ama dediğim gibi "Şamanist" bir toplumdan bahsetmiyoruz... Epilepsiyi "Lanetlenme" olarak gören bir toplum, o kimsenin söylediği şeylerin "Tanrısal" olduğuna imkansızdır ki, inanmaz... Hele Araplardan bahsediyorsak, böyle bir değişimin imkansız olmasından başka bir şey söyleyemeyiz açıkçası... Ama bakıyoruz ki Hz. Muhammed'e olan inanış pek bir koyu... Açıkçası Hz. Muhammed'in "Deli" ya da "Cinlenmiş" olarak nitelendiğine inanmıyorum. Ve o kişiden daha kültürlü, zeki ve bilgili olması pek kesin olan bir kadın mı bu nitelikteki bir insanı eş olarak seçti? Kaldı ki bulunduğu toplumda kendisine talip olabilecek ve hatta bu denli güçlü bir aileye mensup güçlü bir kadının bir dediğini yine iki etmeyecek onca dengi erkek varken? Ha bu tercihi Hz. Muhammed'in sessiz ve dert yaratmayacak bir kimse oluşuna bağlıyorsunuz ama yine de o kadının tüm varlığınmı Hz. Muhammed'in eline bırakacak kadar da aklının yerinde olmadığına hiç ihtimal vermiyorum açıkçası... Hz. Hatice'nin Hz. Muhammed'i sessiz ve sorun çıkarmayacak bir kimse olduğu için seçtiğine değil, çocukluğundan berdir İnformal-Örgün Olmayan eğitimle iyi eğitilmiş bir tüccar olduğu ve onun mal varlığına sahip çıkabileceğini düşündüğü için evlendiğini düşünüyorum. Arapların Örgün Olmayan eğitimle çocukları nasıl eğittiklerini Sayın Cyrano bu konuda önceki yazılarından birinde açıklamıştı... Ve yine o kişiden daha kültürlü, zeki ve bilgili olması pek kesin olması muhtemel diğer tüccar ve elit aileler mi bu insana inandılar? Ben bu insanların Hz. Muhammed'in bugün sizin gördüğünüzü söylediğiniz çelişkileri görmemiş olmalarına ihtimal vermiyorum. En azından yalancının mumu yatsıya kadar yanardı ya da Hz. Muhammed'e olan inanış kendi kabilesinden dışarı çıkamazdı... Ve hatta inanıp ortaya çıkan, Hz. Muhammed dediğiniz gibi biriyse eğer, ondan daha zeki ve kültürlü olması muhtemel Yalancı Peygamberlere karşı birleştiler daha sonra bu insanlar? Çünkü tanımladığınız gibi bir Muhammed'e olan inanışın, o öldükten en azından 30 yıl sonra, yani Halifeler dönemi bittikten sonra son bulmasını çok daha mantıklı buluyorum. Çünkü Hz. Muhammed'in ne olduğunu bilen ve ondan daha zeki ve bilgili, otoriter insanlar mutlaka vardı... Ha "Son Peygamber" görüşüne prim vermeyin bence, çünkü dediğiniz gibi hasta ve kompleksli bir insana inanabilen bir millet, bu görüşü yıkabilecek güçteki başka bir insanın da ardından pek ala giderdi... Ve dediğim gibi Ficar Savaşlarında bile eften püften şeyleri bahane ederek savaşmış bir toplumun 40 yaşlarında cinlenmiş ve lanetlenmiş kimsenin İlahlara hakaret etmesini şikayetle geçiştireceğine ve o kişiyi oracıkta öldürmeyeceğine ihtimal vermiyorum. Ha burada diyorsunuz ki "Savaşlardan gına gemiş olmalı ki öldürmediler.". Buna da ihtimal veremiyorum açıkçası. Çünkü iktidar ve güç mücadelesi ile sık sık savaş yapan ve bunu hakikaten yapan bir toplumdan, kabile anlayışına sıkı sıkı bağlı bir toplumdan bahsediyoruz. İşin rayından çıkması şurada olmaktadır bana göre: Hz. Muhammed işin bir siyasallaşmaya gideceğini düşünmüyordu bence. Ve söylediklerinde samimi idi, ki isteyen buna halüsinasyon der, isteyen ilahi idi der... Ancak iş inananların artıp ekonomik ve siyasi dengenin değişmeye başlamasına dayanınca tepkiler başlamştır ve mücadele durumu ortaya çıkmıştır. İşte ayetlerdeki değişmede bu döneme rastlar. Yani Hz. Muhammed inananların sorumluğunu, kendisine inanılan olarak yani bir önder olarak üzerinde hissetmeye başlamasına neden olan vakalar ortaya çıkınca... Tezinize karşı çıktığım, daha doğrusu tutarlı bulmadığın noktaları budur... Saygılarımla...
-
Transformers...
Sayın Admin... Zaten filmi çocukluğunda bu çizgidiziye hayran olanlar çok beğendi Bu çizgidizi zamanında genç olanların pek bir tat almaması normal E ne de olsa kuşak farkı var di mi ama? Şaka bir yana gerçektende o elimizde evirip çevirip robota dönüştürdüğümüz Ve çizgi filmde o değişirken çıkardıkları sesleri hayranlıkla dinlediğimiz karakterleri görmek çok ayrı bir zevk. Yapımcılar bunu bildikleri için sanıyorum kurguda fazla yoğunlaşmadılar bu açıdan haklısınız. Ancak ikincisi geliyor sanırım filmin ve senaryosunun çok daha doyurucu olacağını düşünüyorum... Açıkçası söylemek gerekirse hala filmde robotların transform oldukları sahneleri tekrar tekrar açıp izliyorum...
-
Hz Muhammed hakkındaki iddialar
Sayın BrainSlapper o zaman katıldığım ve katılmadığım noktaları kısaca belirtip kendi açımdan noktayı koyayım... Bende diyorum ki ağır bir Epilepsi vakası olduğunu düşünmüyorum ama Epilepsinin bir çok çeşidi var ve bir bilim adamının tespitidir ki her insanın hayatında bir kere bu türlü bir kriz geçirme kontenjanı vardır. Bu sebepledir ki Hz. Muhammed normal bir insan olarak pek tabi bir çeşit rahatsızlığa sahip olabilir. Bunun lanetlenme ile ya da kutsanmış olmakla alakası yoktur... İnanan arkadaşların bunu böyle anlamalarının bir anlamı da yoktur... Aşağılama amacınız olmadığını görüyorum, zira bir insanı rahatsızlığı nedeniyle aşağılamak etik değil. Bunun farkında olduğunuzu bilecek kadar sizi tanıyorum. Kişisel olarak Tanrı, Melek, Ruh, Şeytan gibi kavramların kastettiği anlamların Ruhani varlıklar olmadığına inandığımı hep söyledim. O yüzden Ruhani, Maddeden ayrı olduğu tasvir edilen bir Tanrı'dan vahiy alma işinin olduğuna da inanmıyorum. Esinlenme ile Vahyin çok farklı olduğunu düşünmüyorum ama bu konu ile alakalı değil ve çok sarpa saracak bir konudur. Yine de söylemek istediğim şudur Hz. Muhammed'de varlığı açıklamak gayesinde olan bir kimse idi. Ruhani güçlerle irtibat meselesine yukarda değindim... Kur'an-ın Medine ve Mekke olarak indirildiği dönemlerdeki farklılığın farkındayım, içerikte de genel olarak farklılıklar vardır. Bu anladığım kadarıyla Sosyal ve Ekonomik değişiliklerden kaynaklanıyor... Bu yüzden ayetler ait oldukları döneme göre ele alınmalıdır. Burada diğer peygamberler hakkındaki görüşleriniz bir yana da Hz. İsa hakkında bir tespiti söylemem bir zorunluluk gereğidir diye düşündüm... Hz. İsa'nın Tanrı'ya "Baba" demesinin nedeni, kendisinden kaynaklı değildir. Yahudi Kültüründen ve kendisininde aslen Yahudi olmasından kaynaklanır. Yahudiler "Güçlülüğü" "Bağışlayıcılığı" ve "Onların Tanrısı" olmasından dolayı "Tanrı"ya "Baba=Abba" olarak hitap ederler. Yahudilerde Tanrı'nın bir diğer adı da "Elohim"dir ancak bunu bırakın yazmayı birbirlerine bile ancak belirli şartlarda dile getirerek söylerler. Yazmazlar bile. Bu yüzden "Baba" diyerek hitap ederler. Hz. İsa'nın da "Baba" demesi bundan kaynaklanmaktadır, sadece bir küçük bilgi idi... Sayın DemirEfe... Olur böyle arada merak etmeyin... Çok güzeldi ama bu söyleminiz, çok hoşuma gitti Aynen öyle Sayın Yersoy... Doğrudur, tarikatte böyledir... Sanıyorum ki girdiniz, bilginiz var; "Delilik ile Velilik arasında ince bir çizgi vardır" derler... Ve hatta bu çizgiden başka "Deli veli" diye adlandırırlar kimilerini, Veliliği deliliğe vurdurduğu için... Ama bu konu hakikaten çok sarpa sarar farkındasınızdır... İncelikten ziyade böyle bir düşüncenin şu şekilde de yorumlanabileceğini ve çok uygun olduğunuı düşünüyorum: "Allah deliden peygamber yapmış, bundan büyük mucize mi olur?" Çünkü bilirsiniz başka örneklerini verdim yukarıda... Saygılarımla...
-
Hz Muhammed hakkındaki iddialar
Sayın BrainSlapper... Bakın bir şeyi gözden kaçırıyorsunuz ve çelişkiniz burada yatıyor... Epilepsi için dediniz ki: O dönemde cinlenme ya da ilahların lanetlemesi olarak algılanırdı... Tamam, bu doğru... Bende dedim ki, başka toplumlarda Şamanlar büyük ihtimalle Epilepsi olan insanlardı ve kutsal sayılırlardı... Sizde Araplarca bunun böyle olmadığını, cinlenme olarak tasvir edildiğini açıkça ifade ettiniz... E hadi kabul ettik ama böylelikle kendi kendinizi çürütüyorsunuz... Bakın neden: Size şunu sormak istiyorum; İlahlarca lanetlendiği ya da Cinlendiği düşünülen bir insanın uydurduğu "Cehennem" hayalinden mi korktu da insanlar ifşa etmekten korktular? Hem onun deli, cinli ve ilahlarca lanetlendiğini düşünüp daha sonra da bahsettiği cennet ve cehennem hayallerine mi inandılar? Yapmayın rica ederim... Epilepsiyi "Kutsallık alameti" şeklinde Şamanlara has bir özellik olarak kabul eden bir toplumdan bahsetsek söylediğinizde birebir ve yüzdeyüz haklısınız... Ama şu an değil... Burada da çelişkiniz var... Cinlenmiş bir deli olduğuna ve İlahlarca lanetlendiğine inanılan bir adamın Tanrı, ve Öteki Dünya ile ilgili tasvirlerine de inanıldığını iddia etmek... Saygılarımla...
-
Hz Muhammed hakkındaki iddialar
Başka kültürlerin bilgilerini bir araya toplayıp sunduğu benim değil, diğer konularda sizin iddianızdı ama yanlışlamak niyetinde değilim... Ha ama maden bu kadar kötü ve çelişkili bir toplayıştı bu, Mekkeli diğer tüccar ve zengin ailelerde Hz. Muhammed gibi bir deliden daha sağlam ve temelli, çelişkisiz bilgiler üretecek kişilerin olması kaçınılmazdır. Her ne kadar para piyasası hoşuma gitmese de şu vardır ki; Para bilgilenmeyi de beraberinde getirir. Zengin ve hele ki tüccar bir kimse, fakir ve hatta deli bir kimseden kat ve kat daha bilgili ve kültürlü olur... Bu kaçınılmazdır... Bende diyorum ki Hz. Muhammed madem ki bu kadar çelişkili, saçma, tutarsız, mantıksız, bıktırıcı bir kitap yazdı, Niçin Mekke'de O'ndan daha zeki ve kültürlü olan ve hatta hasta olmayan ve hatta güçlü olan insanlar Onun karşısında bu kitabın bu çelişkilerini kabul ettiremediler ya da ispatlayamadılar? Hem de Hz. Muhammed Kur'an-da açıkça meydan okuduğu halde? Bugün mesela yeterli bilgi birikiminiz var değil mi? Kur'an-ın karşısına geçip "-şu şu bugün ile çelişir, yanlıştır" diyebiliyorsunuz... Ogün niçin bunu yapamadılar? Hemde cahil, fakir, deli bir çoban karşısında! Ve hemde tutarsız, çelişkili, ipe sapa gelmez bir kitap karşısında! Şu an bu konudaki bu inata bakarsak gerçekten Hz. Muhammed gibi kimsesiz, fakir, cahil ve deli bir çobanın Mevlana, Yunus, Ahmed Yesevi, Hallac-ı Mansur gibi bugünü bile etkileyen "Erdemli" insanları etkileyecek derecede etkili bir öğreti ve döneminde etkili bir toplumlaşma, devletleşme sağlayabilmiş olmasını hakikaten Soyut Tanrısal bir mucizeye bağlamama az kaldı diyebilirim ne yazık ki... Fakir ailelerin kız çocuklarını diri diri toprağa gömdüğü bir kültürde, ilahları hakir gören bir delinin hoş görüleceğini mi düşünüyorsunuz gerçekten? Bende onu diyorum işte, basit olaylar yüzünden birbirlerine düşebilen kavimlerdir Arap kavimleri. Ticari ve güç odaklı mücadeleler küçük kıvılcımlar bahane edilerek savaşlara dönüşmüştür... Dolayısıyla Hz. Muhammed "Yahu bu adam delidir, çekin şunu ilahlarımızı hakir görüyor" diye iyi niyetle şikayet edilmiş olamaz, imkansız, yok böyle bir şey... Onu orada anında öldürürler, çünkü ait olduğu kabile bu iktidar mücadelesinde diğer güç odakları ile çatışma halinde olan kabilelerden... Menfaatler çatışıyor yani... Bahsettiğim savaşları netten de araştırabilirsiniz... Hz. Muhammed 20li yaşlarında bu türlü mücadelelere de aktif olarak katılmıştır ve bu karşı tarafça da bilinir. Siz, karşı taraftan size ok sallayanlara yardım ettiğini bildiğiniz bir deli, sizin putunuzu kırdığında ya da ilahlarınıza laf ettiğinde "Yahu alın şunu" mu dersiniz, rica mı edersiniz? Aktif olarak katılmasını "bu adamlar eften tüyden kanlı çatışmalar yapıyorlardı" manasına getirmeyin... Çünkü o mücadelelerin temelinde yatan şey kabileler arası ekonomik çıkarlar ve güç azmidir. Hz. Muhammed'de kabilesinin bir bireyi olarak bu oluşuma kaçınılmaz olarak katılmış, bu mücadelelerin Arap toplumunu tükettiğini ve Bizans, Habeşistan gibi devletler karşısında güçsüz bıraktığını kavramış ve yetişkinliğinde bu anlayışı yok etmek için mücadele vermiş ve ne tuhaftır ki fakir bir deli çoban bu büyük ve zor değişimi becerebilmiştir... Kısaca Tarih bir bütündür ve öyle ele alınmalıdır. (Not düşmek isterim ki: Çoğu İslam tarihçisi de bu söylediklerimi aynen kabullenemez diye düşünüyorum açıkçası. Çünkü bu söylediklerimin ne manaya gelebileceğini biraz tarih bilgisi olan ve beni tanıyan arkadaşlar kestirebilirler...) Bunu siz öyle anlamlandırıyorsunuz... Hatice'nin bir deli ile evlenmesinin gerekçesi nedir peki? Mekke'nin en soylu ve en zengin ailesine mensup, kültürlü olması kaçınılmaz olan bir kadının Arap toplumunda Hz. Muhammed'den daha zeki, kültürlü, okumuş-yazmış, aklı başında ve zengin bir koca bulması heralde kaçınılmazdır değil mi? Kara kaşına, kara gözüne aşık olmadı sanıyorum... Yoksa 21. y.y. hümanizmine sahipti de öyle mi evlendi Hz. Muhammed ile... Ama dikkatinizi çekerim bugün bile Hz. Haticenin denginde olan hiç bir kadın fakir, cahil ve deli bir çobanla evlenip tüm mal varlığının başına o kişiyi dikmez... O kadın düşmüş, aciz ve aklını yitirmiş olsa bile ailesi buna izin vermez, o dönem içinde geçerli bu... Ve şunu sormak istiyorum: Hz. Muhammed gibi deli, cahil, fakir, kültürsüz, okuması-yazması olmayan bir insan nasıl oluyorda Kültürlü, zeki, tüccar, okur-yazar, elit ve akıllı insanlar karşısında iktidar sahibi olup onları dize getiriyor? Hitler'in de deli olduğunu düşünmüyorum. Ha ama ona da hayalperest diyebilirsiniz, doğrudur... Hitler'in saplantıları da vardı doğrudur... Ama deli değildir... Şimdi kimse çıkıpta Hitler'i sevdiğimi falan ya da övdüğümü düşünmesin ama illa ki Yahudileri kıyma fikrini ortaya attı ve uyguladı diye deli gömleği giydiremeyiz... Eğer deli idiyse ona karşı nefret beslememizin bir anlamı yoktur, çünkü ne yapsa yeridir diyelim, bitsin... Hitler siyasi ve askeri bir dehadır da aynı zamanda. Sadece tarihi gerçeklere yenik düşmüştür... Saplantılarının esiri olmuştur... Bu yüzden insanlığından uzaklaşmıştır... Ama ben diyorum ki hem bu adamların bu denli güçlenebilecek kadar zeki olduğu izlenimi veren olguları ve olayları ifade edip hemde "bu adam delidir" demeyi çelişkili buluyorum... Ve unutmayın Mustafa Kemal ve arkadaşları içinde deli ve çıldırmış deniliyordu... Olguları, olayları ve kişileri baktığımız noktaya bağlı olarak değerlendirip kişilere deli gömleği giydirmek çok kolaydır. Lakin ortada tarihsel gerçeklerde var ve ne kadar bir dine mensub olmasanız ya da o dinin karşısında olmakta ne kadar haklı olsanızda haklılık durumunda hak vermenizi beklerim ben... Çünkü ben kendi inandığım değerlerin tutarsız taraflarını bile belirtebilmeyi ya da bu konudaki Sayın DemirEfe'nin hoşuna gittiği önceki bir yazımda olduğu gibi sadece nesnel gerçeği, benim görüşüme zarar verip vermeyeceğini düşünmeden, ifade etme kaygısı güdüyorum... Açıkçası Hz. Muhammed'in deli olduğuna kesinlikle inanmadığım gibi çok zeki, kültürlü ve entelektüel bir kimse olduğunu, önderlik vasıflarında karizmatik kişilik (bu tanımı okuyanlar gülmesin, böyle bir kavram vardır) sahibi olduğunu düşünüyorum. Ancak şunu eklemek isterim; Ortaya koyduğu kanunlar o dönem için geçerli miydi, değil miydi? Aslında bu tartışılmalıdır ancak bugün için uygulanabilir ve geçerli kanunlar olmadığını rahatlıkla ifade edebilirim... Saygılarımla...
-
Hz Muhammed hakkındaki iddialar
Konu Hz. Muhammed'in Epilepsi olup olmadığından taa nereye geldi... Forumda paylaştığımız bilgileri de bir bütün olarak ele alıp öyle sunmak lazımdır. Bakın öncelikle şuna dikkat çekmek gerekir, M.Ö.ki dönemlerde bile entelektüel kimselerin Helen, Mısır ve Kudüs üçgeninde seyahatler yaptıkları bilinmektedir. Mesela Pisagor daha M.Ö. 500lü yıllarda yaşamış ve Mısır'a Babil'e kadar gelmiştir. Yahudi filozoflarında Helen dünyasına gidip geldikleri bilinmektedir. Hele hele hemen hemen aynı dönemde İyonya bölgesinin İran'ın hakimiyetinde olduğunu düşünürsek iletişim her ne kadar az olsa da mücadelelerin, ticaretin ve bilgi alışverişinin olmadığını düşünemeyiz. Hatta "300 Spartalı" filmi bile bir kanıttır... Sonraki dönemde Roma İmp. Kudüs'e kadar hakimiyet sağlamış ve Roma'lı valilerini, asillerini buraya yollamışken onların buraya gelirken Roma'nın ve Helen dünyasının bilgilerini getirmediklerini de düşünemeyiz. Çünkü Roma İmp. devlet geleneği şöyledir: "Biz İnsancılız, Çünkü Biz Romalıyız." Yani bir din bağından öte bir vatandaşlık bilinci benimsetir halklarına ve bunuda öncelikle otoritesini ve sonra kültürünü benimseterek yapar. Ve yine bunu da asillerini ve valilerini ve kendi kültürünü benimsemiş elit insanları o bölgelere yollayarak ve benimseterek yapar, sömürgecilik tarihi ile ilgilenenler bilirler. Kısaca Hz. Muhammed doğmadan 600yıl kadar önce Roma hakimyetinin o bölgeye kadar geldiğini, Kudüs-Suriye ve İran ile Yemen ticaret yolunun çok daha eskilere dayandığını, Kabe'deki Suk-u Ukaz panayırının ticaretininde tüm bu bölgeyi kapsadığını biliyorsak, Hipokrat'ın verdiği bilgilerin Mekke ve Medine'ye ya da en azından Kudüs'e kadar ulaşmamış olmasının imkanı yoktur. Ayrıca Habeşistan'ın bile Kabe'yi bu Suk-u Ukaz panayırının ticaretinin kendisi için zararlı olduğundan dolayı yıkmak için seferler yaptığını da düşünürsek, Mekke gerçekten entelektüel ve ticari bir yerdir. Öyle ki Hz. Muhammed'in sözünün nasıl dinlenilir olduğu ve devlet kurma konusundaki yeteneğinin kaynağı sorgulanırsa şunu da unutmamak gerekir: Hz. Muhammed'in öğretisi öncelikle kabilecilikten sıyırmayı hedefliyordu ve bu yüzden eski anlayışa sahip ekonomik düzen yıkılacaktı. Habeş Kralına sığınan Müslümanların bu kral tarafından korunmalarının nedeni de bu olsa gerek. Yani Habeş kralının "Sizin dininiz ile bizimki arasındaki fark şu çizgi kadardır" lafı sadece görünürdeki sebeptir. Asıl niyet ekonomiktir... Habeşistan eskilerden beridir Mekke'deki bu yapıyı kendisi yararına çevirmek istemekteydi. Eğer Müslümanlar güçlenirse, onun koruyuculuğunda ve onun tahakkümünde olacaklar, böylelikle bu ticaret yoluna sahip olunacaktı... (Not: bu yordamayı kendim yaptım, o yüzden bu bilginin kaynağı sadece edindiğim bilgilerimin yorumlanmasıdır) Buradan devamla: Öncelikle Hz. Muhammed'in diğer kültürlerin bilgilerini bir araya toplamış, yani arkadaşların diğer konularda da belirttiği gibi oradan buradan toplayıp, zengin ve kültürlü Mekke asillerini bile inandırabilecek bir kitap ortaya koymuş olduğu söyleniyor. Ya da doğru bir ifade ile Roma İmparatorluğunun, Suk-u Ukaz panayırının ve Ticaret yolunun sağladığı bu bilgilenme fırsatından bütün parsayı toplamış ve olabildiğince bilgilenmiş ve bu bilgileri bir araya toplamış olduğu bir inanç... Yani İslam'a inanmayan arkadaşların görüşü bu: Suriye, Mısır, İran, Helen, Roma gibi kültürlerin bilgilerinin harmanlandığı ve Pisagor'un bile ondan 1000yıl kadar önce Mısır ezoterizmi ile buluştuğunu düşünürsek, Mısır Ezoterizmi, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi inançların esaslarının harmanlandığı ve yutturulduğu bir din... Şimdi Hz. Muhammed çok fakir bir çoban idiyse, bu bilgileri nasıl toplayabildi? Kaldı ki dönemin daha zengin tüccarları, basit bir çobandan mutlaka ve mutlaka daha fazla sefer yapmış, daha fazla kültür görmüş ve daha çok bilgi edinmiş olmalıdır. Bu yüzden basit ve deli bir çobanın, diğer kültürleri bu kadar çok tanıdığının iddia edilmesi kendi içinde çelişen bir ifadedir. Çünkü her halükarda ona karşı çıkan zengin tüccarların böyle bir gerçeği ifade edip onu en baştan çürütmeleri beklenirdi... Ama ondan daha fazla bilgi ifade edebilen ortaya çıkmamış ve dahi Hz. Muhammed daha fazlasını söyleyebilecek olanın karşısına çıkmasını bile teklif etmiştir Ku'an-da, çıkmamıştır yine. Ve yine bu bilgileri bu derece bir araya getirebilen bir kişi hakikaten deli midir? Bence buradaki savunuda da bir çelişki var... Hz. Muhammed'in öldürülmesi konusunda ise, Hz. Muhammed'in ölümünden henüz 20 yıl kadar sonra Hz. Osman, Ve henüz 30 yıl sonra Hz. Ali gibi değerli ve güçlü kimseler öldürülebilmiştir. Hz. Muhammed'in gençliğinde kabilecilik anlayışının katı ve mücadelelerin yoğun olduğunu düşünürsek Sıradan bir delinin tutulup öldürülmesi de araplar için pek zor olmasa gerek... Öyle ki Hz. Muhammed gençken yaşanan Ficar Savaşları tam da böyle basit olaylar yüzünden çıkmıştı... Ve kimse de "Aman savaş çıkmasın" diye düşünmemişti... Şu an nette arayıp bulabilirsiniz... Şunu söylemek istiyorum; Hz. Muhammed ister Epilepsi olsun ister olmasın... Ancak yaptığı şeylerin bir deli tarafından yapılması imkansız... Deli ise eğer bir delinin peşinden gidip devlet kurmuş tek millet heralde Araplardır. Ve deli olduğu halde bu kadar bilgilenmiş, bulunduğu toplumun en elit ve en güçlü ailelerinin fertleriyle dost olup kızlarını alabilmiş (ki bugün ne kadar insancıl olursa olsun çok zengin bir kimse, bir deli ile arkadaş olup kızını vermez, ki 1400yıl öncesinin anlayışında bu mümkün olsun!), savaş, idare ve muhakeme yeteneği edinmiş, okuma yazma öğrenmiş, toplumsal bir değişim gerçekleştirebilmiş, kendisinden daha zengin ve kültürlü kimseleri alt edebilmiş, devlet, ordu, hazine tesis edebilmiş, kabilecilikten başka bir görüşleri olmayan araplara başka bir dünya görüşü sunabilmiş ve görülerini bu güne kadar yaşatabilmiş tek insan sanırım Hz. Muhammed'dir... Ve bence bu çelişkili görüş İnanç pazarlamacılığı yapanların ekmeğine yağ sürer: "Bakın Allah bir deliye neler yaptırmış, işte mucize budur?" Hakikaten de ilahi bir mucize gibi duruyor böyle bakınca... Ya da belki deliliği şöyle ele almak lazımdır: Lisans okurken bir danışmanımız büyük ve tarihe adını yazmış devlet adamları için, "O Adamlar delidir, çünkü normal bir insanın her zaman hayal edemeyeceği şeyleri düşünüp gerçekleştirmişlerdir." demişti. Ki buradaki delilik "Akıl Yitimi" anlamında değildir... Bu açıdan bakarsak Hz. Muhammed bu anlamı ile hakikaten delidir... Bu açıdan Sayın Yersoy'un görüşü gerçekten dikkate değer. Saygılarımla...
-
KAPINI ÇALAN KİM OLSUN..?
Şebnem Ferah çalsın... Olmazsa; Tuba Büyüküstün... Olmazsa; Avrupa Yakası'ndaki Yaprak...
-
hangi şarkıyı dinliyorsun?
Bu Kalp Seni Unutur mu? - Fikret Kızılok... Gelevera Deresi - Kazım Koyuncu/Şevval Sam...
-
İslam dininin, çok kadınla evliliğe müsade etmesinin gerekçesi
Buna katılıyorum ama son tespitiniz bence çok zor ve hatta imkansız... Çünkü insan hafızası biliyorsunuz zaten sınırsız bir kapasitede... Olsa olsa Beyin ile makinelerin birleştiği Cyborg gibi bir şey ortaya çıkar ki bu çok normal Valla ben olmadı Transformers gibi makinelerin çıkmasını isterdim Hatta benim bilincimin o şekilde aktarılmasını ve bu bedenimden çıkmayı bile isterim yani
-
Hz Muhammed hakkındaki iddialar
Valla hiçbir düşünceyi desteklemek ya da çürütmek gibi bir niyetim yok. Sadece bilinen gerçekleri yazmak istedim. Dediğim gibi hiç bir düşünceyi desteklemek ya da çürütmek gibi bir kaygım yok. Benimde saralı tanıdığım oldu, bilirim nasıldır. Tabii ki öyle bir rahatsızlığa sahip olmak istemezdim ama o hastalığa sahip olan kişiye bakış açısını kastetmiştim ben. Sanki "Sakat"mışlar gibi bir bakış açısı var genelde. Kriz anında çırpınışlarından dolayı falan heralde... Benim aslında belirtmek istediğim şu: Hz. Muhammed, Kur'an-da belirtildiği gibi aynı zamanda sıradan da bir insansa, böyle bir hastalığı olmuş olması normal değil mi? Hz. Eyüp'ün derisinden kurtların beslendiğine ve düşen kurdu dahi alıp daha nasibi var diye yerine koyduğuna inanılıyorsa ve bu peygamberliğinin mucizesi olarak görülüyorsa -ki ibrani rivayetlerinde yani israiliyatta aynen böyle geçer- bu niye olmasın? Hz. Muhammed diyelim ki Epilepsiydi... Bu düşünceye karşı çıkanlar şunu söylemeli: Bunun ne zararı var? Tabi bu açıdan Epilepsi olduğuna inanan arkadaşlarda bir muhakeme yapabilir... Hz. Muhammed'in bizim ya da en azından benim şahit olduğum o en şiddetli epilepsi tanısından olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Ha ama belki diğer tür bir epilepsi olmuş olabilirde olmayabilirde, bence bunun pek bir önemi de yok. Ha bu bir yana, bu söylediğimiz hafif epilepsi ya da daha açık ifade ile beynin bütününde değilde belli bir bölgesinde meydana gelen epileptik rahatsızlığı olmasının gerçekten bir önemi yok. Çünkü biliyorsanız eğer Miğren'de çok daha az önemli bir rahatsızlık değil. Hatta şiddetine ve krizin süresine bakarsak belki de çok daha tehlikeli bir rahatsızlıktır Miğren... Miğren olan bir insan pek ala bilim adamı olabilir değil mi? Kısaca ben insanların bu türlü rahatsızlıklarını önemsemiyorum düşünceleri açısından... Ona bakarsanız Nietczhie'yi de kardeşine duyduğu arzunun benliğinde yarattığı çatışma nedeniyle hiçliği savunduğunu iddia edip topu "O zaten hasta kardeşim, sallayın nihilizmi falan" derdik değil mi? Oysa bize söylediklerinin içerik önemi lazım. Saygılarımla...
-
İslam dininin, çok kadınla evliliğe müsade etmesinin gerekçesi
O fay hattında oturuyorlar diyedir belki de Ama mesela bizim yörüklerde hayvanları kardeşleri gibi görürler, bu bir gelenektir, yaşam görüşüdür bilirsiniz... Ya da Kızılderililer... Onlarda hayvanlara böyle yaklaşırlardı... Budistlerde öyledirler... Hindular ineğe taparlar mesela, inanılmaz bir inek sevgisi vardır... Yani ilkel dinlerin ya da inançların ve aslında öğretilerin hemen hepsi doğa'ya saygıyı ve sevgiyi öngörüyor... Çünkü insanı onlardan ayırt etmiyor. Ben bunu o eski öğretileri ortaya çıkaran insanların "Ruhaniyet" kaygısında olmadıklarına bağlıyorum. Ruhaniyet İbranilerde peyda olmuştur ve dünyaya yayılmıştır bence... Tabi ilk çağ filozoflarının illa ki bir idealar dünyası yaratmak gayretlerini de yabana atmamak lazım... Ben ne yazık ki keklik yedim. Kıbrısta askerken avcılar vururdu, bizde onlardan mecburen alırdık ama gömmez yerdik... Hemde bunu ortalama bir vejateryan olmama rağmen, sırf tadını merak ettiğim için yaptım... Evet, itiraf ediyorum tadı güzeldi... Pişman mıyım? Ama onları avcılar zaten öldürmüşlerdi ki? Doğa sadece hayatta kalmak için yapılan avlanmaları affeder ve bunun bir dengesi vardır. Biz bu yasaya uymadığımız için çok sağlam bir şamar yiyeceğiz doğadan merak etmeyin...
-
Hz Muhammed hakkındaki iddialar
Arkadaşlar, vakti zamanında arkadaşı sara olan birisi olarak söylüyorum... Tanıyan bilir bu konu ile ilgiliyimdir... Sara ya da epilepsi rahatsızlığı beynin tümünde gerçekleşebildiği gibi bir bölgesinde de gerçekleşebilir. Çoğu zaman bilinç kaybı olsa da kimi türlerinde bilinç kaybı olmadan da meydana gelebilir. Beynin bir bölgesinin ya da bir bölgeye bağlı olarak tümünün kısa devre yapması durumudur. Ben bu duruma kısa devre diyorum, kara mizah gibi gelebilir ama asla hafife almak ya da alay etmek niyetiyle değil... Sara krizinden sonra krizi geçiren kişi kriz anında neler yaşadığını, neler yaptığını hatırlamaz. O kriz anında hasta acı da çekmez, zevkte almaz. Kriz sonrasında birey halsizdir, yerinde zorlukla durur... Hatta uyku ihtiyacı hissedebilir. Sara hastaları için en yaygın kriz sonrası tespiti tutarlı bir bilinçlilik sergileyememeleridir. Sorulan sorulara tam anlamı ile cevap veremezler ve yorgunluk, dinlenme ihtiyacı hissederler. Hele hele insanları etki altına alabilecekleri sözleri bir araya getiremezler, imkansız. Vücutlarında ya da başında ağrı oluşur. Bu yüzden bir süre dinlenmeleri veya ihtiyaç duyuyorlarsa uyumaları şarttır zaten öyle de yaparlar. Hz. Muhammed'e vahiy geldiği halinden sonraki durumunu buna ve bu rahatsızlığın krizinin diğer tespit edilmiş özelliklerine göre değerlendirilmesi gerekir. Ayrıca Sara krizi, eğer bir sara krizi geçirmiş kimse gördüyseniz taklit edilebilecek kadar kolay bir kriz değildir. Taklit yapan ile Gerçekten kriz geçiren bir kimseyi pek kolay ayırt edebilirsiniz. Çünkü hiç kimse kafası yarılırcasına kendisi bir taş yığını gibi yolun ortasına bırakıvermez. Yoksa ağzına karbonat alan herkes Sara krizi taklidi yapabilirdi.. Bunu birde at üstüne yaptığını düşünün... Düştüğünde kafasının ya da boynunun kırılma ihtimali %100e yakındır belkide... Şimdi şu dikkatimi çekti, sanıyorum ki bu rahatsızlığın genetik olduğu düşünülüyor ve forumdaşlarımızda bunu bilip dillendiriyorlar... Ama benim bildiğim kadarıyla Hz. Muhammed'in kan bağı bulunan hiç bir akrabasının böyle bir rahatsızlığı yok. Yani bir tek onda çıkmış olması, bu açıdan pek bir mümkün değil ve sadece onda çıkmış olduğunu savunmak çelişki... En azında bir iki kaynakta atalarından birinin ya da bir kaçının bu hastalıktan muzdarip olduğunu belirtmesi gerekmez miydi? Ha ama şu var: Ayrıca epilepsi her zaman genetik değildir. Doğum esnasında, bebek cenin halindeyken ya da bebeklik dönemindeki bir takım travmalarda ileride epilepsiye neden olabilir ancak bu çok ender görülen bir vakadır. Bu açıdan bakarsak Hz. Muhammed'in bebekliğinde, doğumunda ya da çocukluğunda böyle bir travma geçirip geçirmediğini, beyninde epilepsiye neden olacak bir hasar, çocukluğunda yaşadığı bir travmadan dolayı su toplaması ya da iltihaplanma veya buna bağlı geçirmiş olduğu bir ameliyat olup olmadığını bilmiyoruz. Ve bu bilinemezliğe bir ihtimal vererek "Yok yok bu adam illa ki sara" diyemeyiz... Ve birde şu var: Hz. Muhammed sara olsa ne olur? Hz. Muhammed'e okuma yazma bilmeyen bir cahil olmayı yakıştırabilen zihniyetin bunu yakıştırıp "Bakın Allah saralıyı bile peygamber yapmış, budur işte mucize" demesi daha tutarlı olmaz mı? Çünkü devamlı: "Bakın Allah okuma yazma bilmeyenden peygamber yapmış, budur işte mucize" diye propagandalara çok rastlıyorum... Bence Hz. Muhammed'in sara olması, bu inanç pazarlamacılığı yapan kimselerin işine gelir. İnanın insanları bu şekilde kandırmak daha kolay... Vardır, bilirsiniz: "Hz. Muhammed yetimdi, Allah yetimi peygamberliğe layık görmüş, al işte mucize" "Hz. Muhammed cahildi, Allah cahili peygamberliğe layık görmüş, al işte mucize" "Hz. Muhammed fakirdi, Allah fakiri peygamberliğe layık görmüş, al işte mucize" "Hz. Muhammed epilepsiydi, Allah epilepsiliyi peygamberliğe layık görmüş, al işte mucize" Fark var mı? Yok... Epilepsi olmasının kendisine gölge düşüreceğini pek sanmıyorum ama şahsi görüşümce epilepsi olduğuna inanmıyorum. Ama vahiy sırasında yaşadığı şeylerin ne olduğunu açıkçası bilmiyorum. Belki de tarih yazanlar durumun önemine binaen yaşanılanları abartmışlardır. Çünkü diğer peygamberlerin böyle şeyler yaşadığına dair pek bir rivayete rastlamadım. Ve Hz. Muhammed'in yaşadıkları içinde Epilepsidir diyemeyiz diye düşünüyorum. Yani her iki duruma da uymayan bir şey var ortada, iyi araştırmak lazım bence... Ama şu var bu gibi epileptik durumları lanetleme olarak değilde Tanrısallık olarak görenlerde var. Mesela Şamanların genelde Epileptik oldukları söylenir. Ancak onlara ithaf edilen öngörüsellik -ya da falcılık diyelim- bununla ilişkilendirilir. Güya beynin o kısa devre olduğu halinde, bilinçin baskı altında tuttuğu mistik beyinsel enerji ile (artık ne demekse bu) irtibat haline geçiliyormuş ve bazı ezoterik bilgilere şamanlar ulaşabiliyormuş vs. vs. vs... "Sınır Ötesi" yayınlarından sanıyorum "Ali Buldan" adlı yazarın yine sanıyorum "Atatürk ve Kehanetleri" adlı kitabında da böyle bilgiler vardı ama ne kadar doğru olabileceği ortada tabi Yine de kayda değer bir tahmin yok değil. Çünkü biliyorsunuz Evrimde en son oluşan bölge "Bilinç"tir. Bilinç beynin en ilkel kısımlarını baskı altında tutar gerçekten. Ve o en ilkel bölgelerin atalarımızda nasıl bir işlerliğe ve özelliğe sahip olduğunu bilmek gerekir... Acaba o bölgeler hayatta kalmaları için önsezi sağlayan bölgeler miydi, bunun araştırılması lazım... Tam anlamıyla bilmiyorum... Bu bir yana, dünyada bir çok ünlü bilim ve devlet adamı da sara hastasıydı. Yani Hz. Muhammed'e leke düşürecek bir rahatsızlık değil ki bu? Saralı bir insan pek ala üstün zekalı ve yetenekli insanlar arasından da çıkabiliyor... Epilepsinin akıl hastalığı ile hiç bir alakası da yoktur. Şu anda net'ten bulabileceğiniz şu kimseler epilepsi rahatsızlığı olan insanlardır: -Dostoyevski, -Gustave Flaubert, -Dante, -Alfred Nobel, -Tchaikovsky, -Van Gogh, -Buddha, -St. Paul, -Julius Sezar. Burada dikkatinizi "Buddha"ya çekmek isterim... Sara olmuş olması onun büyüklüğünden bir şey eksiltmiyor bende... Ya da öğretilerini "Yahu bu adam saraymış, salla gitsin Allah'ın saralısı işte buna güven olmaz" diye reddetmek içimden hiç gelmiyor. Ayrıca Sara rahatsızlığını bir illetmiş gibi algılama ilk çağ anlayışını terketmek gerekli. Çünkü geçirebileceğiniz herhangi bir kafa travması sizi epilepsiye götürebilir. Bu yüzden bu rahatsızlığa sahip hiç kimse lekelenmiş ve lanetlenmiş değildir... Şu notu eklemek isterim: Bende Budhha'nın yeri Hz. Muhammed'in yerinden pek farklı değildir. Öğretisi muhteşemdir... Saygılarımla...
-
Oğuz Aral Kimdir?
Wikipedi: Oğuz Aral (1936-2004) dünyaca ünlü Türk karikatüristtir. Gırgır degisinin kurucusudur. Davutpaşa Lisesi mezunudur. Oğuz Aral, İstanbul Silivri'de 1936 yılında doğmuştur. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nin üçüncü sınıfından ayrılmıştır. 1950'den sonra çeşitli dergi ve gazetelerde karikatür çizmeye başlamıştır. Güncel, halkın anlayabileceği basite indirgenmiş bir karikatür anlayışına önem veren Aral, kendi mizahi görüşü ve doğrultusunda birçok karikatürcü yetiştirmiştir. Gırgır mizah dergisinin kurucusu ve yöneticisi olan Aral, daha sonra Avni dergisini çıkardı. Aral, Gırgır dergisinin tirajını 500 bin adedin üzerine çıkararak, dünyanın'nın üçüncü büyük güldürü dergisi durumuna getirmiştir. Avanak Avni tiplemesinin yaratıcısı olan Oğuz Aral, Hayk Mammer, Köstebek Hüsnü, Utanmaz Adam ve Vites Mahmut gibi tiplemeleriyle de tanınıyordu. Karikatürleri ve 'Huysuz İhtiyar' başlığı altında yazıları ölümüne kadar Hürriyet gazetesinde yayınlanan Aral'ın, tiyatro, müzik ve sinema konularında da çalışmaları bulunmaktadır. Anadolu'nun çeşitli yerlerinde pandomim gösterileri sergileyen Aral, Koca Yusuf (1966), Direkler Arası (1967), Bu Şehri İstanbul (1968), Ağustos Böceği ile Karınca (1971) adında çizgi filmleriyle de Türk çizgi film sektöründe önemli bir yere sahiptir. Oğuz Aral, karikatürist Tekin Aral'ın ağabeyidir. 26 Temmuz 2004'te Bodrum'da vefat etti. Ölümünün 1. yıldönümünde anısına (26 Temmuz 2005) İstanbul Cihangir parkına heykeli dikildi. *** *** *** *** *** *** Avanak Avni: Avanak Avni, karikatürist Oğuz Aral?ın Gırgır sayfalarında yarattığı ünlü bir çizgi-kahramandır. Oğuz Aral, ofis-boy olarak çalışan Rıza Külegeç adlı çocuktan esinlenerek bu karikatürü yaratmıştır. Avni tipik bir gecekondu mahallesi çocuğudur. Hep ezilir ama hiç boyun eğmez. Bazen hileyle, bazen kurnazlıkla, bazen boyun eğer görünerek hakkını korumaya çalışır. 70?li yıllarda Gırgır dergisinin büyük satış rakamlarına ulaşması ile popüler olmuştur. Avni?nin ünü, Türkiye sınırlarını aşmış; Güney Afrika?daki ırkçı olaylara karşı, Meksika?da ise ABD emperyalizmi karşıtı gurupların sembolü olmuştur. Fransa?da AB anayasasına karşı çıkan guruplar da Avanak Avni tipini kullanmışlardır. Avni ODTÜ?de Troçkist guruplar tarafından da siyasal bir eylemde kullanılmıştı. Oğuz Aral efsane dergi Gırgır'ın zorla el değiştirmesi olayından sonra 1990 yılında Avni mizah dergisini çıkarmaya başladı. Avni 1996 ya kadar yayınını sürdürdü. Temmuz 2006'dan itibaren Penguen dergisi çizerleri Oğuz Aral'ın anısına Avni'nin karikatürlerinin aynısını kendi kalemlerinden çizmişlerdir. *** *** *** *** *** *** Dostları Oğuz Aral için ne dedi? Türk Karikatürü?nün üstadı Oğuz Aral?ın kaybından sonra, mizah yazarı Gani Müjde, oyuncu Müşfik Kenter ve çizer Mehmet Çağçağ, NTV?den Ahmet Yeşiltepe ve Esra Sert?e, Aral?ı anlattılar. Ahmet Yeşiltepe: Oğuz Aral?ın ardından duygu ve düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız? Gani Müjde: Vallahi biyolojik olarak varlığımı tabiki kendi babama borçluyum, ama ben insan olarak varlığımın çok büyük bir bölümünü Oğuz Aral?a borçluyum, zaten biliyorsunuz bunu, defalarca da yazdım; insan böyle bir ölüme kendisini alıştırıyor aslında. Sağlığıyla ilgili haberleri aldıkça bir gün bunun olacağını düşünüyordum. Ama yine de demek yeterince alıştıramamışım. Gerçekten çok etkilendim. Oğuz Aral, çünkü, siz de bahsettiniz haberinizde, bugün Türk mizah tarihinde bir devrim yarattı; çok önemli bir devrim, dünyada belki çok az ülkede rastlanan bir devrimi Türk mizahçılarına yapmıştı. İşte benim gibi, yani bir kenar mahalle varoşunda belki de heba olup gidecek bir insanken benden bir yazar, bir mizahçı yaratmayı başardı Oğuz Aral. Çoğumuz da öyleydik zaten; GırGır?daki Oğuz Aral?ın bizim açımızdan önemi çok büyük ama tabiki Türk mizah tarihi açısından da önemi çok büyük Oğuz ağabeyin. Ahmet Yeşiltepe: Gani Müjde, Oğuz Aral?ı kimileri bir kuşağın mizah ustası, kimileri de en büyükler arasında sayılması gereken bir isim olarak niteliyor. Sizce Oğuz Aral gerçekten nereye ait, bir kuşağa mı, yoksa gerçekten tüm zamanların en iyileri arasında mı? Ve diğer mizah ustalarından onu ayıran, farklı kılan özellikleri neler? Gani Müjde: Bir kere, bir zamanla bağlamamak lazım, yani Nasrettin Hoca?yı nasıl bir zamanla tarif edemiyorsak, bence Oğuz Aral?ı da bir zamanla tarif etmek çok zor. Oğuz Aral?ı belki daha geniş bir biçimde, dediğim gibi bir mizah devrimcisi bence ve diğerlerinden ayıran bence en büyük özelliği Türkiye?de çok güzel iyi mizahçılar yetişti ama Oğuz Aral bir okul olmayı başardı, yani meşru olmayan, Milli Eğitim Bakanlığı?nda kaydı kuydu olmayan bir mizah okuluydu. Bu bence başlattığı en büyük devrimdi, kendi kadrosunu kendi eğitti, kendi büyüttü ve şimdi ben oraya gittiğimde 18 yaşındaydım yani daha henüz, oradan bir mizahçı çıkarmayı başardı.. Bence en büyük özelliği kendi mizah ustalığı, bu kendi tarzı, yarattığı eserler dışında bence devrimci tavrı buradan geliyor. Türkiye?de mizahçılığı bir meslek haline getirdi, bence o çok önemliydi kendi çizgisi içerisinde. Türkiye?ye ait bir değer diyorum, asla ve asla bir döneme ait değil, yani eminim ki bundan 50 yıl sonra, 60 yıl sonra da Oğuz Aral?ın Türk mizahına yaptıklarıyla konuşulacaktır Türkiye?de. Ahmet Yeşiltepe: Gani Müjde yayınımıza katıldığınız için size tekrar teşekkür ederiz.. Gani Müjde: Ben teşekkür ediyorum sağolun... ******************************************* Esra Sert: Oğuz Aral?la ilgili duygu ve düşünceleriniz ... Müşfik Kenter: Yani o kadar yalvardım yakardım, biraz şey oldu, kendi kendine artık gitmek istedi herhalde, bilmiyorum ki, çok üzülüyorum yani, çok fena oldum. Esra Sert: Arkasından çok büyük bir miras bıraktı Oğuz Aral kuşkusuz herkes için, ve mizah ustası Oğuz Aral?ı aslında herkes az çok yakından tanırdı. Ama dostu olarak herhalde siz çok özel anılar paylaştınız. Hiç bizimle paylaşabileceğiniz bir anınız var mı şu noktada, biliyorum çok üzgünsünüz ama... Müşfik Kenter: Anı çok tabi, anı o kadar çok ki; boyuna beni azarlardı bir kere. Çok kızardı bana, çok sevdiği halde azarlardı çok beni. Ona ben Orhan Veli?yi götürdüğüm zaman, nereden çıkarttın bunu başıma diye başladı söylenmeye hemen. Ondan sonra da tamamen değiştirdi o huyunu, baştan başa birşey gibi, böyle sihirbaz gibi bambaşka bir Orhan Veli oldu. Beni hep azarlardı, hep kızardı bana yani şakacıktan tabi o huysuzluğunu yapacak her zaman tabi, kızardı bana çok, ondan sonra söylene söylene, ben de hiç aldırmazdım ona, bilirdim ki o beni çok severdi, onun için hiç aldırmazdım ne kadar bağırsa da çağırsa da... Her zaman güzel anılarımız oldu. Mesela Fadik Kız?ı koyuyordum sahneye ben, işte beraber çalışıyorduk. Gece sabaha kadar Beyoğlu?nda o zaman Ses Tiyatrosu?nda oynuyorduk, Beyoğlu?nda böyle tur atıyoruz, Taksim-Galatasaray, nasıl yapacağız, nereyi nereye koyalım, nereye ne yapalım diye. Sabahlara kadar dolaşmıştık öyle Beyoğlu?nda, nasıl yapacağız nasıl yapacağız diye. Yani böyle konuştukça geliyor ama tabi şu anda bir şey gelmiyor başka... Esra Sert: Tabiki acınız büyük olsa da, kuşkusuz Oğuz Aral?ı yine gülümseyerek anıyorsunuz anılarınızda. Müşfik Kenter: Tabî güleceğiz, ne yapalım, o hep herkesi güldürdü, düşündürdü. Yani her zaman herkesin yüreğinde yaşayacak, kalbinde yaşayacak, birçok kimsenin sanıyorum. Esra Sert: Müşfik Kenter çok teşekkürler efendim duygularınızı bizlerle paylaştınız ve Oğuz Aral hakkında söyleşiyi bizlerle yaptığınız için. Müşfik Kenter: Ben teşekkür ederim. ******************************************* Esra Sert: Oğuz Aral sadece kendi içinde yaşadığı dönemi de etkilemedi, onlarca mizah ustasının yetişmesinde büyük katkı sağlayarak ustalığını diğer nesillere de aktardı. Öncelikle sizin de başınız sağolsun efendim.. Mehmet Çağçağ: Çok teşekkür ederim, çok sağolun. Bütün ailesine, yakınlarına, sevenlerine ve karikatür okurlarının hepsi başı sağolsun diyorum. Şu anda çok uzakta bir noktadayım İstanbul dışında, Şebinkarahisar?da, doğduğum kasabada.. 12 yaşımdan beri ayrılmış olduğum kasabada. 33 yıl sonra ilk defa dönüyorum ve bunun sebebi de Oğuz ağabeydir. Başımıza mizah dergiciliğini, mizah karikatür sanatı gibi bir sanatı bize de aktardı. Ve ben 33 yıldır ilk defa kendi doğduğum noktada, memleketimdeyim. Ve burada ilk şaşırdığım şey şu oldu; insanlar bana Oğuz Aral?ın öldüğünü sabahleyin insanlar söyledi, kasabadaki insanlar. Ve bulunduğum süre içerisinde Oğuz Aral?la ilgili konuşmanın olmadığı bir gün olmadı, çok enteresan geldi bana, bir haftadır buradayım. Beni çok şaşırttı, çünkü bu bir popüler sanatçı değil, sinema sanatçısı, televizyon sanatçısı değil. Nasıl olur da bir sanatçı bu kadar insanların gönlünde yer edebilir, çok şaşırdım ve çok gerçekten duygulandım ve şu anda çok duyguluyum. Esra Sert: Geniş kitlelere ulaşabilmişti, geniş kitleler tarafından sevilebilmişti, özellikle Gırgır Dergisi zamanında 1970?li yıllarda kuşkusuz Türk mizahına hatta dünya mizahına çok büyük katkıları vardı. Öncelikle genç bir çizer olarak siz Oğuz Aral?ın size bıraktığı mirasla ilgili, sizin üzerinizdeki etkileriyle ilgili neler düşünüyorsunuz? Ve özellikle Türk mizahı için ne anlama geldiğini düşünüyorsunuz? Mehmet Çağçağ: O bir Türk mizahı çok geniş, Türkiye?de mizah zaten büyük bir gelenek. Yani Nasrettin Hoca?dan bugüne devam eden bir gelenek. Oğuz Aral kendi döneminde ışığıyla bu geleneği en iyi temsil eden ve bu geleneği kendi zamanı içerisinde kendi zamanının medyumlarını kullanarak.. Matbaa var artık dergicilik var.. Mizah bu gelenek başka nasıl olur da bu kadar yaygın olabilir.. bunu çok iyi analiz etmiş, bütünlüklü kavrama yeteneği sayesinde bunu çok iyi analiz etmiş ve bunu bir atölye disiplini şeklinde bütün bu bilgisini, becerisini ve aşkını biz çalışanlara aktararak, çok iyi bir şekilde aktararak bu çalışmayı bu kollektif çalışmayı ve bu çalışma disiplinini, o bize her zaman söylerdi sizi Alman gibi çalıştırdım, yani sizin gibi tembel bir milleti Alman gibi çalıştırdım, böyle bir çalışma sistemi.. Esra Sert: Dostlarının aktardığı kadar herhalde tatlı sert bir kişiliği vardı öyle değil mi efendim? Mehmet Çağçağ: Biz onu çok severdik. Yani keşke herkes bütün sertliği öyle olsaydı, benim için o babamın sertliğinden çok daha güzel bir sertlikti. Çünkü arkasından gelen şey büyük bir öğretiydi, yani o sıkıştırmış karikatür sanatı gibi...
-
Bunamanın nimetleri
Bunamanın nimetleri (Oğuz Aral) Geçen gün, bitişik apartmandaki komşum Faruk Bey kapımı çaldı. Suratı kıpkırmızıydı ve iri bedeni depreme tutulmuş gibi titriyordu. Kucağında da Lizi vardı. Lizi, çok şirin beyaz ve uzun tüylü minik bir köpekti. Beni görünce keyifle kuyruğunu sallamaya başladı. Lizi'yi ben de çok severdim ve sık sık köfte ya da tavuklu yemek yapıp verirdim. Faruk Bey öfkeden kısılmış bir sesle; �Bu ne!..� diye yılan gibi tısladı. �Bu bir köpek.� �Onu sormuyorum, üstündekiler ne?� �Köpeğin üstünde ne olur, onlar tüy.� Faruk Bey'in dişleri kenetlendi. Sesi büsbütün hırıltılı bir hal aldı. Hani, insan ciyak ciyak bağırmak ister de sesi bir türlü çıkmaz ya... İşte öyle bir hal. �Tüylerin üstündekileri soruyorum. Bunlar ne bee!..� �Haa, onlar mıı? Onlar boya. Hem de Ekolin denilen çok güzel bir mürekkep boyası.� �Köpeğimi sen mi boyadın?� �Övünmek gibi olmasın ama bu kadar güzel desenleri çizebilecek kaç sanatçı var mahallemizde?� �Köpeğimi de, beni de mahalleye rezil ettin bunak herif!..� �Lizi niye rezil olsunmuş? Şu mavi ve yeşil bulutların hareketine ve kompozisyonuna bakın. Hele şu kırmızı gelincikleri yapabilmek için tüyleri tek tek boyadım. Adeta bir Van Gogh tablosu gibi oldu. Üstelik Lizi'nin tüyleri zor boya tuttuğu için çok uğraştım. Ama Lizi'ye helál olsun. Dünyanın en süslü ve en mutlu köpeği oldu. Ayrıca, siz mahalleliye boşverin. Onlar sanattan anlamazlar.� �Bu boyalar yıkanınca çıkmıyor be!..� �Teessüf ederim Faruk Bey, Lizi'ye bir yıkanışta çıkan adi boya kullanacak değildim ya... Bu ithal Ekolin boyalar sabittir ve çok pahalıdır. Ama korkmayın, bu resimler için sizden para istemeyeceğim.� Faruk Bey'in yüzü kırmızıdan mora dönüştü. Gözlerinde vahşi pırıltılar uçuştu. Bir ara köpeği yere bırakıp ceketini çıkardı. Sonra, ne düşündüyse bilemem köpeği de ceketi de alıp, �Ulan manyak moruk, bunaklığına dua et!..� diye homurdanarak gitti. Ben de kapının arkasında tuttuğum elimdeki iri odunu götürüp tekrar şömineye koydum. Karısı, bir parmak kalınlığında rujla, farla, allıkla, rimelle boyanınca Faruk Bey, niye mahalleye rezil olmuyor da köpeği boyanınca rezil oluyor. İnsanoğlunu anlamak çok zor!.. * * * Basınla aralarını hoşça tutmak için bizim gazeteye sık sık parti kodamanları gelir. Bizim yöneticiler de ağzından laf kapıp atlatma haber çıkarırız umuduyla izzet ikramda bulunarak kodamana gazeteyi gezdirirler. Bu gezi sırasında adama benim odayı da gösterme gafletinde bulundukları bile olur. Geçenlerde yine, �Alçak espri, ne cehennemdesin? Nereye kayboldun?� diye gazete haberlerine, çekmecelere, masa ve sandalye altlarına bakıp günlük karikatürümün esprisini aranırken her yerinden azamet ve ciddiyet fışkıran bir parti kodamanını odama getirdiler. Yayın Yönetmenimiz bizi tanıştırınca kodaman, �Sizi hep merak ederdim. Benim bir sürü karikatürümü yaptınız. Hatta, beni kadın kılığında bile çizdiniz. Ama inanın size hiç kızmadım... Keh.. Keh..� deyip hıçkırır gibi bir ses çıkardı. Bu hıçkırık, herhalde gülme anlamında çıkarılmış bir ses olmalıydı. Adam bununla da kalmadı, masama kadar gelip bana elini uzattı. Ben de uzattığı eline boşverip parmağımı kodamanın kulağına soktum. Hatta, kulağını biraz da kurcaladım. Adam, dehşet içinde �Hööst lan, ne halt ediyorsun!..� diye höykürüp geriye doğru zıpladı. Arkasındaki koruma görevlisi olduğunu tahmin ettiğim adam azmanı da elini göğüs cebine attı. �Sizin için kulağı delik adamdır diyorlar. Öyle biri misiniz diye baktımdı.� Yazı İşleri Müdürümüz Fikret Ercan, her zamanki dayanılmaz kibarlığıyla aramıza girip kodamanın kulağına bir şeyler fısıldadı. Adamın öfke dolu yüz hatları gevşedi. Hatta, bana biraz da acıyarak bakıp gülme niyetine çıkardığı keh keh'lerinden birini ikram etti. Fikret'in fısıltılarından ancak �Bunadı� sözcüğünü duyabilmiştim. * * * Önüm sıra yürüyen genç kızın yuvarlacık kalçaları vardı. Yürürken edalı edalı da sallıyordu. Elimi uzattım, �Vanki de vanki!..� deyip iki kere sıkıp bıraktım. Kız, çığlık atarak döndü. �Yaşından başından utanmıyor musun pis moruk!..� �Ne yaptım ki oğlum?� �Ben senin oğlun değilim.� �Ya kimin oğlusun?� �Kimsenin oğlu değilim. Kör müsün ben kızım!..� �Kız isen niye pantolon giyiyorsun?� �Sana ne be!..� �Bana ne olur mu? Benim pantolon giyen kızlardan hoşlanmadığımı bilmiyor musun? Erkek olduğunu saklama... Bak, senin göğüslerin de yok.� Kız öfkeyle göğsünü şişirdi. �Bunlar ne be? O kadarı bende de var. İstersen ölçelim.� deyip göbeğimin üstüne yatmış olan memelerimi avuçladım. Tabii, bunca patırtı ve gürültünün ülkemizde seyircisiz kalması mümkün değildi. Çevremizde oluşan kalabalık kaldırımı tıkamıştı. Bu nedenle de seyirci sayısı mecburen artıyordu. �Moruğunkiler daha iri.� �Hadi lan!.. Kızınkiler taş gibi!..� �O sutyeni ben de taksam Nadide Sultan gibi olurum be!..� gibisinden jüri tartışmalarına boşverip, yakınımda duran palabıyıklı bir herife, �Kızım, beni tuvalete götür, çişim geldi� dedim. Adam acıyan gözlerle yüzüme bakıp koluma girdi. Beni camiinin helasına kadar götürdü. Poposunu mıncıkladığım genç kız arkamdan, �Böyle bunakları niye sokağa salıyorlar?� diye söylenip duruyordu. * * * Ben, ömür boyu hep böyle şirinlikler yapmak istemişimdir. Ama deneyince başıma türlü bela gelmiştir. Bunların en hafifi ya dayak yemek ya da işten kovulmak olmuştur. 60'ını geçince bunamanın nimetlerini keşfettim. İnsanlar, birbirlerine göstermedikleri hoşgörüyü bunaklara gösteriyorlardı. Hatta, üstüne bir de acıyorlardı. Gençken içinizde ah kalmış her türlü edepsizliği bunaklığa sığınıp yapabilirdiniz. Ben de artık öyle yapıyorum. Borçlu olduğum birinden gidip alacağımı istiyorum. Lokantada yediğim yemeğin parasını ödemeden kalkıp gidiyorum. Üstelerlerse başka müşterilerin yemeğine parmağını daldırıp sonra emiyorum. �Pek de lezzetliymiş canım.� diyorum. Elimdeki sigarayı kızdığım birinin çayında söndürüyorum. Öfkelenirse, �Seni İsmet Paşa'ya şikáyet ederim!..� diyorum. Ya da gidip hoşlandığım bir genç kızın kucağına oturuyorum. Sonra da, �İmdat, benim sandalyemde biri var!� diye bağırıyorum. Bunak taklidi yapın ve yaşamın keyfini çıkarın. Hele ihtiyarsanız, bunak taklidi yapmak çok kolay. Ama şu aralar buzdolabıma ağzına kadar dolu kül tablalarını kim koyuyor ve niçin kendimi mutfakta çiş etmeye çalışırken buluyorum?
-
Lütfen bana iyilik yapmayın!
Lütfen bana iyilik yapmayın! (Oğuz Aral) Tam soyunmuş yatmağa hazırlanıyordum ki kapım tekmelenmeye başladı. Oysa dünyanın parasını verip hoş çalışlı bir zil almıştım. Suat, beni de itekleyip eve daldı. Önce bir koşu gardroba girip kapısını kapadı. Beğenmemiş olacak ki gidip kendini banyoya kilitledi, sonra da çıkıp karyolanın altına girdi. �Kapıyı arkadan sürgüle, zincirini tak!.. Hatta kapının arkasına bir kaç ağır eşya yığ!� �Ne oldu kovalayan mı var?� �Kovalamayan mı var?.. Herkes peşimde!� �Kimler?� �Bizim kapıcı Yusuf, muhasebeci Fahrettin, Cavit, manav Rıza, Sevim Hanım ve daha bir sürü nankör insan... Hatta polis bile peşimde!..� �Niye be ne istiyorlar?� �Ne isteyecekler, beni öldürmek istiyorlar. Çünkü Türk Milletine iyilik yaramaz!..� Suat'ı tanıyalı çok olmamıştı, ama oğlanı çok sevmiştim. Karıncayı bile incitmekten korkan, herkesin yardımına koşan iyiliksever bir adamdı. Hatta, haftada bir mutlaka telefonla beni arayıp bir derdim olup olmadığını sorar ve yardım teklifinde bulunurdu. �Bunlara ne yaptın ki peşine düştüler?� �Hepsine iyilik yaptım ağabey... Örneğin kapıcının oğluna tam iki yıldır her gün koca bir çikolata alıyorum. Babasının kapıcı maaşıyla çocuk beslenemiyordu...� �Ya manav?� �En nankörlerinden biri de o!.. Heriften gidip sebze alıyorum. Fiyatını soruyorum. O da kilosu 500 deyince ben olmaz deyip pazarlığa tutuşuyor ve 600 diyordum. Çünkü dolar her gün zıplayıp duruyor. Sattığı domatesi ertesi gün aynı paraya alamaz ki garip!.. İşte böyle ağabey, iyilik yap kemlik bul... Herkes domatesi Rıza'dan 500 bine alırken ben 600 bine alıyordum. Ama en ağırıma giden de Sevim Hanım'ın kafama bastonuyla vurması oldu.� �Sevim Hanım kim?� �Bizim apartmanın bahçe katında yalnız başına yaşayan çiçek delisi yaşlı bir kadın. Bir sürü saksısı var. Ama saksıdaki o çiçekleri sabah akşam sulayacak mecali yok. İyilik olsun diye çiçeklerini her gün aklıma geldikçe ben suluyordum. Hatta suların kesik olduğu günler marketten aldığım içme suları ile suluyordum. Beş litrelik bir şişe suyu saç para haberin var mı ağabey?..� �Kaç para?� �Çok para... Çok çok para!..� Suat lafın burasında karyolanın altından çıktı ve pantolonunun arka cebinden çıkardığı bir deftere bakıp �Geçen ay Sevim Hanım'ın çiçekleri için tam 25milyon liralık içme suyu almışım.� dedi. �Aferin, demek hesabını kitabını bilmek için defter tutuyorsun. O kadar özendiğim halde hayatımda bir hesap defterim hiç olamadı. Kaç kez aldımsa daha haftasına kalmadan kaybettim.� �Bu benim hesap değil iyilik defterim.� �İyilik defteri de nasıl oluyor?� �İyilik defteri şöyle oluyor ağabey; yarısına iyilik yaptıklarımın adını yazıyorum. Diğer yarısına ise iyilik yapacaklarımın adını...Sırası gelen herkese mutlaka bir iyilik yapıyorum. İyilik yaparken bazen param bitiyor, faizle borç bile alıyorum.� �Niye hababam iyilik yapıyorsun?� �İyilik yapmadan duramıyorum ki ağabey. Herkesin bir derdi var. Kimi paraya, kimi nasihata muhtaç. Ama insanlar dertlerinin üstesinden bir türlü gelemiyorlar. İşte o zaman kendi kendime �Haydi bakayım Suat, iyilik günü bugündür... Anan seni bu günler için doğurdu... Şu garibi mutlu et bir iyilik yap... Balık bilmezse Halik bilir� deyip yardıma koşuyorum. Mesela bizim muhasebeci Fahrettin, maaşı az olduğu için kıvranıp duruyordu. Yeni evlenmişti ve çocuğu olacaktı. Ama patrona çıkıp zam isteyecek cesareti yoktu. Onun adına patrona ben çıktım. Hatta Fahrettin yüzünden patronla tartıştım bile...� �Sonra ne oldu?� �Sonra Fahrettin beni kovalamaya başladı.� �Niye?� �Nankörlükten! Ama Cavit daha nankör çıktı. Bizim Cavit araba sevdalısı bir heriftir. Günde 100 laf etse doksanı araba üstünedir. Her gece rüyasında araba kullanır sabah bize kullandığı Porşeler'i, Mersedesler'i anlatır. Ama ömür boyu bir otomobili olmamıştır. Deli gibi para biriktirir fakat bir araba almaya maaşı yetmez... Ona ikinci el satıcısı bir arkadaşımdan okazyon bir Murat düşürdüm. Eksik olan parasını da ben ödedim. Şimdi beni gördüğü yerde vuracağını söylüyormuş!� �Niye yahu?� �Nankörlükten ağabey, güya arabanın motoru çatlakmış. Üstelik tam üç yerden vuruğu varmış. Satmaya götürünce �Aaaa, bizim meşhur patlak Murat yine geldi!� diye Cavit'i tiye almışlar. Tabii kimse arabaya beş kuruş vermemiş. Cavit o parayı tam 5 yılda biriktirmişmiş... Bunların hepsi böyle ağabey, ne iyilikten anlarlar ne yardımdan. Kapıcı Yusuf'un oğlu yıllardır her gün çikalota yemekten zehirlenmiş. Bağırsakları tutmaz olup karaciğeri büyümüş. Şimdi hastanede yoğun bakımda yatıyormuş. Sevim Hanım'ın çiçekleri fazla su vermekten çürümüş. Özellikle nadide kaktüsleri, orkideleri haşat olmuş. Meğer kadın onları satıp öyle geçiniyormuş.� �Muhasebeci niye kovalıyor?� �Patron, onu işten attı da ondan! Bu herif, yarın öbür gün benim vergi kaçırdığımı öfkesinden maliyeye ihbar eder diye korkmuş. Ben iyilik olsun diye onun için gidip patronla hırlaşmasam hala bir işi olurmuş ve bebeğinin mama parasını karşılayabilirmiş.� �Pekiyi, polis niye peşinde?� �Güya ben sokak çocuklarına tiner buluyormuşum.� �Buluyor musun?� �Ne yapayım ağabey, garipler tiner tiner diye inliyorlar... Paraları yok. Paraları olsa bile nalburlar bu zavallılara tiner satmıyor. Ağlayıp yakarmalarını görsen yüreğin yarılır. Bende dayanamayıp onlara sevabına tiner alıp dağıtıyorum!� Tam ağzımı bozup Suat'ı benzetecektim ki kapı yine tekmelendi. Bir gece içinde iki tekmeleme bana fazla geldiği için seyyar satıcılar için ayırdığım marangozluğumdan kalma masa bacaklarından birini kapıp kapıyı açtım. Ben boyda, gözleri kanlanmış ve elindeki odun benimkinden 2 numara kalın olan genç bir adam �O aşağılık herif burada mı?� diye içeriye hamle etti. �Hössst lan, burası Dingo'nun Ahırı mı? Önce pabuçlarını çıkar!� diye oğlanı göğüsledim. �Yuvamı yıktı namussuz!.. Üstelik de 20 yıllık arkadaşız. Karımla her zamanki kavgalarımızdan birini ettik. Karım da her zamanki gibi çocukları alıp babasının evine gitti.� �Eee, bundan Suat'a ne?� �Ben de onu söylüyorum, benim karımla kavgamdan sana ne lan?.. Herif iyilik olsun diye gidip karıma yalvarıp yakarmış. Eski romantik günlerimizin hatırına Nesrin'i eve dönmeye ikna etmiş. Nesrin de sürüp sürüştürüp yatak odasında barışmak için beni beklemeye başlamış. O sırada kafam bozuk olduğu için ben de meyhanede bir büyük içip yan masadaki Nataşa'yı alıp eve götürmüşüm. Bir halt edeceğimden değil billaa... Yalnız yatmaktan korktuğum için... Biz Nesrin'le 10 yıldır kavga edip barışırız. Ama Nataşa'yı yatak odamızda görünce beni boşadı, çocuklarımın da velayetini aldı. Şimdi ortada sap gibi kaldım. Bırak da şu herife iki tane patlatayım!..� Kapıdaki genç adam içeriye doğru tam hamle etmişti ki mutfaktan şangır şungur kırılan tabak çanak sesleri geldi. Hemen mutfağa koştum. Güzelim kristal bardaklarımla porselen Çörçil tabaklarımın bir haylisi param parça yerde yatıyordu. Suat, güleç bir yüzle bana döndü. �Bulaşıklarını yıkayıp sana bir iyilik yapayım dedimdi ağabey� dedi. Bende �İyilik yapmayı o kadar kolay mı sandın a hıyar!..� deyip kapıdaki delikanlıyı eve aldım. Üstelik elindeki sopayı beğenmediğim için eline bendeki kalın masa bacağını tutuşturdum.
-
Ülkemin ve insanlarımın bana ihtiyacı var
Ülkemin ve insanlarımın bana ihtiyacı var (Oğuz Aral) Gazeteye gitmeden önce Şişli Adliyesi'ne uğradım. Savcı bey, ��Ooo, nerelerdeydiniz? Kaç gündür uğramıyorsunuz, sizi bayağı merak ettik vallahi�� dedi. ��Bu hava değişimleri yaşlıları sarsıyor savcı bey. 2-3 gün yatak döşek serilip yattım.�� ��Bugün kime dava açacaksınız?�� ��Bizim sokaktaki manav, sebze ve meyve sandıklarını kaldırımın üstüne çıkarıyor. Hem sokağı kirletiyor, hem de vatandaşa kaldırımda yürüyecek yer kalmıyor.�� ��Ama bu adliyenin değil, belediyenin işi.�� ��Merak etmeyin savcı bey, belediyeye de dava açıyorum. Bu ikinci dilekçem de belediye için. Kalkıp 4 kere gittim, hatta bir keresinde ayaküstü belediye başkanını bile yakaladım. Ama hiç ilgilenmediler. Görevi ihmalden ötürü cezalandırılmalarını talep edeceğim.�� ��Yanlış hatırlamıyorsam, belediyeye daha önce de dava açmıştınız.�� ��Evet, ama o bitişik apartmandaki kaçak çatı katına göz yumdukları içindi. Benim Sabancı davam ne oldu?�� ��Sabancı'ya da mı dava açmıştınız?�� ��Aşkolsun savcı bey, demek unuttunuz. Hani Levent'teki Sabancı gökdeleninden gelen sular caddeyi çamur deryasına çevirdiği için dava açmıştım ya... Hálá dava günü belli olmadı.�� ��Biliyorsunuz şu ara mahkemeler çok yüklü. Bugünlerde çağrı evrakınız gelir. Şimdi bana izin verirseniz girmem gereken bir dava var.�� ��Benim de var�� deyip savcının odasından çıktım. Yolculara kötü davrandığı için hakkında dava açtığım belediye şoförünün 4. Asliye Hukuk'taki duruşmasına girdim. Ama şahitler duruşmaya gelmemişlerdi. Dava, şahitlerin celp edilip dinlenmesi için 2 ay sonraya bırakıldı. Ne yazık ki ülkenin düzelmesi, vatandaşın pek umurunda değildi. * * * Gazeteye gitmek üzere bir taksiye bindim. 10 dakika kadar kendimi tutup bir şey söylemedim ama, sonunda dayanamadım. ��Şoför kardeşim, araba sürerken iki elin de daima direksiyonun üstünde olmalı. Ani bir durumda tek elle direksiyona hakim olamazsın. Maazallah bir kaza olabilir.�� Şoför bir şey söylemeden vites kolunun üstünde tuttuğu sağ elini çekip direksiyona koydu. Aferin, söz dinleyen delikanlıymış. ��Hem önündeki vasıtaya bu kadar sokulma. Adam ani bir fren yaparsa duramaz arkadan vurursun. Üstelik, sadece önündeki araca değil onun da önüne dikkat etmelisin.�� Delikanlı yine ses etmeden öndeki araçtan biraz uzaklaştı. Ama bana yüzü biraz kızarmış gibi geldi. ��Debriyaja basarken pedal döşemeye değmeli. Yoksa debriyaj balatasını yakarsın. Bak, dur kalklarda araba biraz silkeliyor. Sağ ön amortisör de vuruyor.�� Nedense şoförün elleri titremeye başladı. Herhalde trafik sıkışıklığından bunalmıştı. ��Şoförlük zor meslektir. Sabırlı olacaksın, olur olmaz şeylere sinirlenmeyeceksin. Çünkü yolcunun canı sana emanet.�� Delikanlı, titreyen ellerle bir sigara yakıp dumanını hırsla içine çekti. ��Yoo, işte bu olmadı. Arabanda müşteri varken sigara içmen doğru değil. Müşteri rahatsız olabilir. Hiç olmazsa önce izin istemelisin. Döşemelerin de leş gibi sigara kokar. Bu senin ekmek teknen.�� Şoför bir hışım camı açıp sigarayı dışarı attı. Tekrar kapatırken de, cam kolu elinde kaldı. ��Kül tablası dururken sigarayı dışarıya atmak da yasaktır. Kaç orman yangını bu nedenle çıktı biliyor musun!..�� Şoför, öyle bir kalkış yaptı ki arabanın burnu öndeki minibüsün tamponunun altına girdi. Şangır şungur kırılan far sesleri duyuldu. ��Ben sana yarım debriyajla kalkış yapma demedim mi?�� Şoför tam bana doğru dönmüştü ki, öndeki minibüsün şoförü arabasından inip bizimkinin boğazını sıkmaya başladı. Ama bizim şoför, nedense minibüsçüye değil de bana vurmaya çalışıyordu. ��Ben, sana şoför milleti soğukkanlı olmalı ve sinirlenmemeli demedim mi? Büyük sözü dinlersen başın derde girmez�� deyip arabadan indim. Başka bir taksiyle gazeteye geldiğimde, Yazı İşleri'nin toplantısı yeni bitmişti. Yazı İşleri müdürlerinden Fikret Ercan'ı sayfa planı çizerken buldum. ��Kendi özel haberinizi kendiniz takip etmiyorsunuz. Dün manşete koyduğunuz haberin bugün devamı yok.�� ��35'inci sayfada var ya abi...�� ��Var ama tek sütun var. Bir haber yakaladığın zaman onu en az 3-4 gün sağacaksın. Hem sayfanın dış kenarına çerçevesiz resim koymak modası da nereden çıktı? Sayfa kelek gibi duruyor.�� Fikret, ��Çok haklısın abicim�� deyip masadan kalktı ve tuvalete doğru hızla yürüdü. ��Kalabalık fotoğrafları da küçük boy kullanmaktan vazgeçin. Suratlar görülmediğinden kimin kim olduğu anlaşılmıyor.�� Fikret'le yanyana küçük su dökerken ben, yine gazetenin daha mükemmel çıkabilmesi için yardımlarımı esirgemiyordum. ��Merve'ye vururken dikkatli olun. Sonunda kadını zavallı bir Jan Dark haline getireceksiniz. Okur da kızacağına, kadına acımaya başlayacak.�� Fikret, işini benden çabuk bitirip tuvaletten bir koşu çıkıp gitti. Oysa, nasihatlerim daha bitmemişti. Ama ne yapayım, işimi yarıda kesemedim. Sonra Enis Berberoğlu'na herkesin köşesinde yazacağını tahmin ettiği türban gibi konulardan kaçınmasını ve değişik sorunlarla ilgilenmesini, Bülent Düzgit'e klasikleşmiş Kırat simgesinden vazgeçmesini öğütledim ve Nehar Tüblek'in Kırat üstüne iki karikatür albümü olduğunu hatırlattım. Yemekte Turgay Şeren'le aynı masaya oturduk. Turgay'a Galatasaraylı Ümit'in Milli Takım'a alınması için yazdığı yazıların çocuğun aleyhine olabileceğini hatırlattım. Ümit'in milli maç için daha çok genç ve deneyimsiz olduğunu ve de kötü oynarsa moral çöküntüsüne uğrayabileceğini anlattım. Turgay, yemeğini hızlı hızlı yiyip cevap vermediğine göre fikrime katıldı sanırım. Yemekten sonra gidip aşçıyı buldum. Hünkar beğendi yapılırken patlıcanların fırında pişirilmemesi ve ateşte közlenmesi gerektiğini hatırlattım. O da 2 bin kişilik yemeğin dediğim şekilde ancak bir haftada yetişebileceğini söyledi. Ama enginara niye arpacık soğanı kullanmadığı soruma cevap veremedi. Sadece homurdanıp kepçesiyle pat-pat diye pilavı dövdü. * * * Akşam üstü gazeteden yorgun argın dönünce biraz kestirmeye niyetlendim. Ama dalalı daha 15-20 dakika olmamıştı ki, apartmanın dibindeki parkta yine bir avaza türkü konseri başladı. Birkaç gündür bitişikteki çocuk parkına iki inşaat işçisi dadandı. İşten sonra birkaç şişe bira alıp kendilerine bir çilingir sofrası hazırlıyorlar, gece yarılarına kadar bet sesleriyle acıklı türküler söyleyip ortalığı inletiyorlar. Kafayı bulunca oynadıkları ya da küfür kıyamet dövüştükleri de oluyor. Çocuk parkı, çevresi apartman dolu bir vadide olduğu için sesler 100 vatlık hoparlörlerden çıkmış gibi gümbürdüyor. Pencereden sarkıp, ��Etrafta hasta vardır, uyuyan bebek vardır... Kesin şu höykürmeyi!..�� dedimse de iplemediler. Hatta bir tanesi park bankında tempo tutup davul eksikliklerini de gidermeye başladı. Ben de giyinip aşağıya indim. Buranın tarla değil şehrin göbeği olduğunu, şehirde insanların birbirlerine saygılı davranmaları gerektiğini, ekmeğini şehirde kazanan kişinin köylülükten vazgeçmesi gerektiğini anlattım. Gecenin assolisti olduğunu tahmin ettiğim ufak tefek ve kavruk herif kafayı bulmuştu. ��Sen türkü sevmez misin dayı?�� ��Ben türkü severim ama, adam gibi söylenirse... Senin kulağın yok, detone söylüyorsun.�� ��Ağzını bozma lan, detone senin anandır!..�� Herif detone sözcüğünü herhalde küfür sanmıştı. ��Yani, türküyü makamından okuyamıyorsun. Yarım koma ses bozuk söylüyorsun.�� deyince büsbütün öfkelenip ağzını bozdu. ��Bana bak, beni yaşlı gördün diye dayılanma... Ben eski boksörüm, ağzın burnun sağlamken bas git buradan�� dedim. O da bana bir yumruk attı. ��Ulan kro, sağ kroşe öyle mi atılır? Önce, sol ayağını öne basıp sol elinle çeneni koruyacaksın. Sonra, sağ yumruğunu savururken arkadaki ayağından güç alıp vücudunu belinden döndüreceksin.�� deyip bayıldığımı hayal meyal hatırlıyorum. * * * Semtte asayişi sağlayamadıkları için görevi ihmalden ötürü Mecidiyeköy Karakolu'na bugün gidip dava açacağım. Birinin insanlara doğruları öğretmesi gerek!..
-
Bir zengin adam öyküsü
Bir zengin adam öyküsü (Oğuz Aral) Bir Sayısal Loto káğıdına baktım, bir de televizyonda çıkan numaralara... Sonra bir daha baktım. Televizyondaki numaraları büyük bir dikkatle káğıda yazdım. Kalkıp kendime bir kadeh rakı doldurdum. İki sakinleştirici hapla birlikte rakımı içtim. Sonra Loto káğıdıyla yazdığım numaraları tekrar karşılaştırdım. Ondan sonra evin içinde bağıra bağıra koşuşturmaya başladım. Ne dediğimi anlayamıyordum. Zaten anlaşılacak bir şey de söylemiyor, sadece bir avaza haykırıp garip sesler çıkarıyordum. Nedense soyunmaya da başladım. Çıplak koşmak daha keyifli ve havadar oluyordu. Tam 500 milyar!.. Düşünebiliyor musunuz?.. Tam 500 milyar kazanmıştım. Eşe dosta müjdeyi vermek için telefona saldırdım. Ama ahize elimdeyken zınk ettim durdum. Ben, yoksa salak mıydım?.. Loto'yu kazandığım bir duyulursa, başıma kimbilir neler gelirdi? Geçim sıkıntısı çeken bilumum eş, dost borç diye başıma üşüşürdü. Zaten zengin dostum yoktu ki... Hayır kurumları, noolur bi yardım edin Memed Ali Bey'ciler, çocuğu için Amerika'da ameliyat parası isteyenler gırla giderdi. İşin kötüsü de, eski alacaklılarım alacaklarını hatırlarlardı. Hanım zaten bahçeli bir ev alalım diye yıllardır başımın etini yiyordu. Büyük oğlana da sarhoş olduğum bir gece gaza gelip üniversiteyi bitirirse araba almaya söz vermiştim. Herif de bu yıl üniversiteyi bitiriyordu. Küçüğü bisiklete fit olmuştu. Ama ille de Mavntın Bayk olacakmış... Yani, en pahalısından... Acaba konu komşu patırtımı duymuş muydu? Bir koşu kapının göz deliğinden koridora baktım. Çok şükür apartman sakindi. Bunları düşünürken sırtımı buz gibi bir ter kapladı. Dizlerim büküldü, masaya tutunmasam yere yığılıverecektim. Ya başka 6 tutturan ve benim paracıklarıma göz diken alçaklar çıkarsa!.. Yüreğimin gümbürtüsünden sokaktaki araba ve kamyon seslerini duyamaz oldum. İster misin 6'yı 4 kişi daha bilsin de, benim 500 milyar 100 milyara düşüversin!.. 4 hırsızı vurursam, kaç yıl yatacağımı hesaplamaya başladım. Sonra koşup bir kadeh rakıyla iki sakinleştirici hap daha içtim ve televizyonun karşısına geçtim. Ben niye boğuluyorum, gözlerim niye fırtlıyor diye düşünürken nefes almayı unuttuğumu fark ettim. Hah hhaayyt!.. Hem de hayyt ki ne hayt!.. Parama göz diken namussuzlar avucunu yalamışlardı. Loto'yu bir tek kişi tutturmuştu!.. Yani benn!.. Loto kuponunu katlayıp cüzdanıma yerleştirdim. Cüzdanı da pantolonumun arka cebine koyup düğmesini sıkıca ilikledim. Ama pantolonla yatamazdım ki. Kuponu cüzdandan çıkardım. Yara bandıyla karnımın altına yapıştırdım. Aceleyle masama oturup bir káğıda rakamlar yazmaya başladım. Karım ya da çocuklar her an gelebilirlerdi. Nitekim de, geldiler. Hanım komşudan döndü, az sonra da çocuklar sinemadan... Hesap kitap dolu káğıtlardan başımı kaldırıp en karanlık suratımla onlara baktım. ��Bu iş böyle yürümez. 8 milyon elektrik gelmiş yine!.. Burası fabrika mı, ev mi? Siz de kız arkadaşlarınızla telefonda konuşacağınıza Çırağan Saray Oteli'ne yemeğe götürseniz bana daha ucuza gelecek. Ulan, Telekom'un gizli ajanı mısınız nesiniz. Rahmi Koç bile telefonda 5 milyon liralık konuşmuyor!.. Siz paranın nasıl kan ve can pahasına kazanıldığını biliyor musunuz?�� gibisinden sesimi gittikçe yükselterek bir söylev çektim. Ev halkı, ��Ama... Fakat...�� gibisinden karşı çıkacak oldu. Derhal mutfağa gidip hababam su sızdıran çatlak sürahiyi buldum ve yere çaldım. Kırılan cam sesi üzerine itirazlar kesildi. * * * Karım, sabah kapıcıya günlük ihtiyaç siparişini verirken derhal yetiştim. Bütün komşuların duyabileceğini umut ettiğim bir sesle, ��Kıyma, domates ve yumurta kalsın Yusuf efendi. Ispanağı da bir kilo değil, yarım kilo al. Bizim gibi maaşla geçinen insanların ay sonunda kıyma, yumurta nesine?.. Fırında ucuz bayat ekmek kalmış mı diye sor.�� diye höykürdüm. Giyinirken karım, ��Niye sana aldığım yeni gömleği giymiyorsun da, böyle kol yenleri tirfillenmiş eski püskü şeyleri giyiyorsun?�� diye mızırdanmaya kalktı. Ben de ona, bu hayat pahalılığında artık yeni bir şey giymeye paydos etmemiz gerektiğini, eski ev hanımlarının nasıl yama üstüne yama vurup eriyen yerleri ördüklerini bağıra çağıra bir güzel anlattım. * * * İşyerinde arkadaşları çaktırmadan tek tek gözden geçirdim. Hiçbiri benim Loto'da 6 tutturduğumdan haberli gibi görünmüyordu. Ama ben, her ihtimale karşı bir ikisinden aybaşında ödenmek üzere yalvar yakar borç aldım. Akşam meyhanede de param yok diye hesabı deftere yazdırdım. Ertesi gün, bankaya koşup Loto'dan paramı çekmeleri, ismimi asla açıklamamaları, bir yıl vadeli olarak hesabıma yatırmaları için noter eşliğinde talimat verdim. Faiz konusunda da sıkı pazarlık yaptım. Parayı hemen harcamaya başlayıp cümle alemi tepeme üşüştürecek kadar enayi değildim. Evde uyguladığım ekonomik sıkıyönetim sonucunda, beklediğim gibi kıyamet koptu. Büyük patırtı ve hır gürden sonra 20 yıllık karımdan boşandım. En eski elbiselerimi giyip en boynu bükük edalarımı takınmalarıma rağmen merhametsiz yargıç maaşımın üçte birini nafaka olarak ödememe karar verdi. * * * Az kaldı dalgaya düşüp kendime bir apartman dairesi kiralayacaktım. Allah'tan ev sahiplerinin açgözlülüğü beni uyandırdı. Kiralar 200 milyondan başlıyordu. İşyerime çok yakın bir gecekondu buldum. Briketten yapılmış, tuvaleti bahçede 2 göz bir ev... Ama seçimler sırasında kondurulduğu için yeni bir yapıydı. Eskiciden biraz eşya alıp taşındım. İşe yürüyerek gidip gelebildiğim için arabayı sattım. Parasını 500 milyarımın üzerine eklemeleri için bankaya yatırdım. Yeni evimde yemek pişirmek sorun olmuyordu. Zaten her şey o kadar pahalıydı ki, pek bir şey yediğim de yoktu. Canım binde bir et çektiği zaman komşular görmesin diye başka bir mahallenin kasabından 200 gram kıyma alıp gizlice eve getiriyordum. Kokusu duyulmasın diye de komşuların yatmasını bekleyip köfte yapıp yiyordum. Çamaşırımı da kendim yıkamaya başlamıştım. Zaten yenilerini eskiciye sattığım için, birkaç parça eski gömleğim ve iç çamaşırım kalmıştı. Bazen komşudan ütüsünü isteyip gömleklerimi de ütüleyebiliyordum. * * * Ama nafaka işi çok canımı sıkıyordu. Nafakayı bedavaya getirmek için gece mesaisine kalmaya başladım. Herkes gidince daha rahat çalışıyordum. Çünkü son günlerde arkadaşlarımın karakterleri değişmeye başlamıştı. Hepsi bana tereyağında kızartılmış bir bonfileymişim gibi bakmaya başlamıştı. Mutlaka Loto'da 6 tutturduğumu öğrenmişlerdi. Bir pundunu bulup beni tongaya düşürecek ve paralarımı iç edeceklerdi. Ben de hepsiyle selamı sabahı kestim. Şu dünyada artık güvenebileceğim tek insan kalmamıştı. * * * Bu sabah yataktan kalkacak mecali kendimde bulamadım. Zaten günlerdir üzerimde bir halsizlik vardı. İki adım atsam terliyor, kesik kesik öksürüyordum. Doktora görünmem gerektiğini biliyordum ama, müessesenin doktoru yıllık iznine çıkmıştı. Özel bir hastaneye gidip eşşek yüküyle para verirsem her şey anlaşılabilirdi. Fena halde ateşim vardı. Bir bardak su içmek için doğrulmaya çalıştım. Göğsüme ve sırtıma bir sancı saplandı. Yorganı üstüme çekmeye çabaladım. Ama kollarım iyice uyuşmuştu. Yatakta her zaman yaptığım gibi 500 milyarı nasıl yiyeceğimin hayalini kurmaya başladım. Paralarımın vadesinin dolmasına şunun şurasında birkaç hafta kalmıştı zaten!.. * * * Bir gazete haberi: YOKSULLUK İÇİNDE ÖLEN ADAMIN BANKADA 1 TRİLYONU ÇIKTI Gecekondusundan 2 haftadır çıkmadığı için meraka kapılan komşularının polise haber vermesi üzerine Remzi Cansever adlı şahıs, yatağında ölü bulundu. Mutfağında sadece iki adet kurumuş köfte ve küflenmiş yarım ekmek bulunan Remzi Cansever'in yapılan koğuşturma sonucu bankada 1 trilyona yakın parası olduğu anlaşıldı.
-
Gel de içme!
Gel de içme! (Oğuz Aral) �Sakın áşık olma abicim.� �Bu yaştan sonra olacak halim yok ama, bildiğim kadarıyla aşk güzel şeydir. Adamı rengárenk bulutlarda gezdirir, durup dururken şarkı bile söyletir.� �Şarkı konusunda haklısın... Ahım gibi ah var mı ahlar içindeee!..� �Tevfik şarkı niyetine ünülediğin bu bağırtıyı kes. Bütün meyhane bize bakıyor.� �Baksınlar, görsünler ve hatta gelip beni çiğnesinler. Semra'sız yaşamaktansa asfalt gibi çiğnenmeye razıyım.� �Semra da kim?� �Ay sen bilmiyor musun, o benim hayatımın kadınıydı. Beni salya sakallı bir hıyar uğruna terk etti.� �Niye?� �O hıyarın imajı varmış. Ama imajından başka bir de 4 çarpı 4 Renk Rovır'ı varmış. Tabii benimkisi 4 çarpı 4 gariban Honda'sı. Üstelik benim imajım kel kafaydı. Ama modası geçmişmiş. Bu saç dediğin namert de zırt diye çıkmıyor ki yeni bir imaj yapalım abicim.� �Tevfik, benim bildiğim kadarıyla sen zengin olmadan evli barklı, üç çocuk babası bir heriftin.� �Aaahh!.. Hatırlatmaa... Yavrularımı özledim. Onların hasretine içelim aabicim!.. Hasretlik şerefinee!..� �Trink!..� * * * �Top Ümit'in önüne lokum gibi düştü be abicim. Sağında solunda bir Allah'ın kulu yok... Kaleci de Perşembe Pazarı'na alışverişe gitmiş zati... Yani, kalede kaleci de yok. Of be off!..� �Niye of puf edip duruyorsun Hilmi?� �Nasıl oflamayayım? Herif boş kaleye iki metre uzaklıktan şut attı, top taca gitti.� �Yahu Hilmi....� �Efendim abicim.� �Sen futboldan anlamazsın. Hayatında senin maça gittiğini ne gördüm ne de duydum.� �Gassaraylı olmak için bu top tetiğinden anlamak şart mı be abicim. Ben en süzme Gassaraylıyım. Damarımı kessen kanım sarı-lacivert akar.� �Sarı-kırmızı diyecektin.� �Ben de zati öyle demedim mi? Of be offf!..� �Bu Galatasaray aşkı sana nereden arız oldu?� �Adamların yenmediği İtalyan ve İspanyol takımı mı kaldı? Gassaray Türk milletini zaferden zafere koşturdukça, sen Gassaray'ın şerefine ne yapıyorsun?� �Ne yapıyorum?� �Rakı içiyorsun... Bana Gassaray gibi güzel rakı içirten bir takım söyle, nah bu şişeyi pencereden atmazsam namerdim abicim.� �Dur lan, bırak o şişeyi de ben sana Macarlar'a üç tane haydahladığımız maçı anlatayım. Sen daha doğmamıştın ama, o zamanlar Puşkaş'lı Hidekuti'li bir Macar takımı vardı ki, İngiltere'ye bile Londra'da 6 çekmişti. İşte o takıma bizim Lefter bir vole çaktı....� �Lefter'in şerefine içelim abicim.� �Sonra da Metin Oktay....� �Metin'in şerefine abicim.� �Trink!..� * * * �Biz çok yanlış yaptık arkadaş. Sosyalist devrim yapmaya kalkarken, en büyük devrimciyi inkár ettik.� �Kimi inkár ettik?� �Atatürk'ü inkár ettik abicim... Ata'mızın bıraktığı yerden başlasaydık Türkiye şimdi bu halde mi olurdu? Köşküm var deryaya karşııı... Durmaz akar gözüm yaşııı...� �Haydaa, bu şarkı da şimdi nereden çıktı?� �Bu bir Selanik türküsüdür ve her 10 Kasım'da Atatürk'ün en sevdiği türküler programı içinde yer alır. Haydi Ata'mızın şerefine içelim abicim.� �Trink!..� * * * �Bu ne öfke be Celal.� �Öfkeyi boşver, cinnet geçirip 3-4 kişiyi bıçaklamadığıma dua et abicim.� �Niye yahu?� �Kıriz, mıriz dümeniyle beni de kapının önüne koyuverdiler. Şimdi ben işsiz güçsüz ve bilem beş parasız altı çocukla ne halt edeyim? Zati oturduğum iki göz gecekondu da kira!.. Mal sahibi köylüm olur ama, kira almaya gelince gávur kesiliyoo *****!..� �Kaç çocuğum var demiştin?� �Altı dedim ama yedincisi de yolda. Yani öfkemden içmeyeyim de ne halt edeyim abicim?� �Trink!..� * * * �Yorgun Savaşçı romanını yazarken Yaşar Kemal içerdeydi diil mi abicim?� �Yorgun Savaşçı'yı Yaşar Kemal değil, Kemal Tahir yazmıştı.� �Hani şu Murtaza'yı yazan yazarımız?� �O Orhan Kemal'di.� �Yahu bizim edebiyatımızdaki bu Kemal bolluğu, benim kafamı karıştırıyor. Hele Budala romanını hangi Kemal'in yazdığını hiç anımsamıyorum.� �Zaten onu hiçbir Kemal yazmadı.� �Yani o roman değil miydi?� �O bir roman ama, yazarının adı Dostoyevski'ydi.� �Hahhahhayt!.. Senin de edebiyat sohbetlerine doyulmuyor be abicim. Artık demir almak vakti gelmişse zamandan... Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan... Sohbetimize abicim, şairlerimiz rakının mezesi sohbettir diye boşuna mı demişler? Sen yanmasam, ben yanmasam, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.... değil mi? Haydi sohbetimize!..� �Trink!..� * * * Tam kerahat vakti rakımı doldurmuş rengárenk bulutlara gözlerimi dikip neye benzediklerini kestirmeye çalışırken telefon çaldı. �Aloo abii, ne yapıyorsun?� �Rakıma su koyuyorum.� �Tek başına içilir mi bu meret? O İrfan alçağı var yaa...� �Eee?� �Benim için kalemini üç otuz paraya sattı demiş. Hem de kimlere demiş?� �Kimlere?� �Patrona, yayın müdürüne ve her birkeslere... Ah lan, nasıl olsa benim elime geçeceksin!.. Currk!.. Geçecek değil mi abicim.� �Bilmem.� �Bana ihtiyar dümeni yapma, yemezler abicim. Sen her şeyi bilirsin. Sence bu hükümet Derviş koltuk değneğiyle ne kadar yürür? Halkımız açlık sınırında, kadınlarımız çöplüklerden ekmek topluyor. Evlerimizi seller basıyor ama, Ankara'nın gözü kör, kulağı sağır olmuş... Ah be ahh!.. Currk!� �Kadir sen misin?� �Tabii benim abicim.� �Curklarından anladığım kadarıyla rakı içiyorsun. Ama niye rakı içiyorsun?� �Bunca rezillikten, hırsızlıktan, hortumdan, ahlak çöküşünden sonra gel de içme be abicim!..� �Çok haklısın.� deyip telefonu kapattım. Kadehimdeki yeni doldurduğum rakıyı gidip mutfak lavabosuna döktüm. Sonra da kendime nedensiz bir kadeh viski doldurdum.
-
Bu da benim yıllık iznim: 2
Bu da benim yıllık iznim: 2 (Oğuz Aral) Geçen hafta Çapa Üniversite Hastanesi'nde geçirdiğim yıllık izin öykümü gevezeliğimden ötürü bir yazıda bitirememiştim. Öykümün kalbinizi parça parça edecek ve sizi gözyaşlarına boğacak olan kalan kısmını izninizle bu hafta anlatacağım. Hastaneye yatışımın ikinci gecesi başhekimlerle aramızda hır çıktı. Başhekim dedimse, sakın ömrünü tıp bilimine ve hastanelere adamış doktorlar aklınıza gelmesin. Ben, hastanelerin gizli başhekimlerinden söz ediyorum. Bunlar hademe adı altında çalışan, hangi politik zorlama ya da hangi hemşehrilik gücüyle hastanelere kapağı attığı pek bilinmeyen en iyi ihtimalle ilkokul mezunu olduğu tahmin edilen köylülerdir. Özellikle geceleri, nöbetçi hekim ve nöbetçi hemşire üç günlük uykusuzlukla o hastadan bu hastaya koşuşturdukları için meydan bunlara kalır. (Yalnız haklarını yemeyeyim, benim katın hademelerini bunların dışında tutuyorum. Onlar efendi çocuklardı.) Hastaneye yatışımın ikinci gecesi, ��Röntgenciler meydanee toplansıın!..�� diye bir pehlivan narasıyla yatağımdan zıpladım. Bana da röntgen çekimi yazıldığı için meydane geldim. Bizim katta benim gibi üç-beş hasta daha vardı. Kulakları kafasından büyük, yerden bitme ve az beslenmiş bir hademe bizi önüne katıp asansöre bindirdi. Ben de içimden, ��Demek randevuyla çalışıp hastaları bekletmeden röntgene sırayla alıyorlar. Sonra da hemen yatağına götürüyorlar. Aferin hastanemize!..�� diye keyifle mırıldanırken, alt kattaki röntgen bölümüne geldik. Amanın, siz deyin otuz, ben diyeyim kırk hasta asker taburu misali sıraya sokulmuş ve dikilip beklemekteler. İçlerinde açık kalp ameliyatı olmuş ana kucağında bebeler, serum torbası elinde hastalar bile var. İkinci bir köylü başhekim de, ��Höst, hüst�� diye koyunları ağıl kapısına sırayla sokar gibi hastaları itip kakıp röntgen kapısında sıraya sokmaya çalışıyor. Tepem attı. ��Hastaları niye yataklarından üçer üçer değil de toptan alıp burada saatlerce bekletiyorsunuz?�� ��Yok yavv... Yukarı bin kere inip çıkalım mı yani?�� ��Şimdi ne bekliyoruz?�� ��Röntgenci teknisyeni bekliyoruz.�� ��Ne zaman gelecek?�� ��Saat 7'de gelecek.�� ��Şimdi saat kaç?�� ��7 buçuk!..�� İşte o zaman bende film koptu. Fare kulaklı ****** yakalayıp paralayamadımsa, kabahat gut hastalıklı topallayan sol bacağımdadır. (Lütfen binbir fedakárlıkla çalışan üniversite ve devlet hastanelerini kötülüyorum sanmayın. Bu kişiler için bütçe bu ve kalite de bu... Ne kaa küfte, o kaa ekmek!..) Benim kalp sorunumu tel sokup elektrikleyip çözümleyecek olan Prof. Kamil Adalet Hoca'nın düşüp omurunu sakatlamasına çok üzüldüm. Ama ne yapayım, insanoğlu iki yüzlü. Üzülürken bir yandan da sevinçten göbek attım. Hem kalbimin dürtüklenmesinden kurtulmuştum, hem de artık hastaneden tüyebilirdim. Hatta iznimin kalan kısmını Londra pablarında falan geçirebilirdim. Sevincim Prof. Yılmaz Büyükuncu'nun odamı ziyaretiyle sona erdi. * * * Sözün bundan sonrasını nasıl anlatıp nasıl yazacağımı bilemiyordum. Çünkü ben, hem erkekliğe yağmur damlası bile değdirmeyen hem de çok mahçup bir yazarım. Ama ne halt edeyim ki, son 10 yıldır bağırsaklarıma zaman zaman söz geçiremez oldum. Ne durdan anlıyorlar, ne çüşten. En olmadık yerde ya da en olmadık durumda sinsi bir sancıyla birlikte dışarıya doğru hücuma kalkıyorlar. Eğer atik-tetik davranabilirsen canını yakın bir kenefe atıp namusunu kurtarabiliyorsun. Tabii pantolonunu da... Yani bedeninin son deliği sıkıştırılması mümkünsüz bozuk bir musluk gibi oluyor. Zaten gelen de su gibi bir şey. Bir aralar içinde kitaplarımın, çalışma masamın, televizyonun, hatta bağlamanın bulunabileceği büyük bir tuvalet yaptırmayı düşündüm. Sonra salona, mutfağa, yatak odasına birer klozetli tuvalet yaptırmanın daha ucuz olacağına karar verdim. Ama Yılmaz Hoca, bu durumuma kanserin neden olacağından şüphelenince boşuna para harcamaktan vazgeçtim. İçinizde aynı perişanlıktan mustarip olanlar ya da olabilecekler için benden size ihtiyar nasihati: 1. Komik bir durumda asla kahkaha atmayın. Hafif bir tebessüm daha kullanışlı oluyor. 2. Hapşırığınızı veya öksürüğünüzü mutlaka tutun. Burnunuzu mu sıkarsınız, derin nefes mi alırsınız sizin bileceğiniz iş. 3. Sokakta küçük küçük adımlarla yürüyün. Su birikintilerinin üstünden atlayıp zıplamaya kalkmayın. Suyun tam ortasına basıp geçin. Pantolonunuz daha az ıslanmış olur. 4. Ve sakın, düğün dernek yerlerinde halay çekip zeybek filan oynamaya kalkmayın. Hele zeybek oynarken yere diz vurduğunuz durumda heykel gibi kalıverirsiniz. O pozunuzu bozmadan üç kişi sizi tuvalete zor taşır. 5. Pencereden eğilip duyurmak için sokaktaki patatesçiye asla bağırmaya kalkmayın. Çünkü tecrübe konuşuyor!.. * * * Yılmaz Büyükuncu Hoca bilgili, nazik, güven verici, orta yaşın kırlaşmış saçlarıyla yakışıklı bir hekim. Yani, karşı konulması zor bir adam. Hiçbir şey hissetmeyecekmişim ve çok kısa sürecekmiş. Ama hayati bir şüpheyi içimizden atacakmışız. Neyse uzatmayayım, ucunda minik bir kamera olan çok ince bir tel bedenime girdi. Kameranın gezip gördüğü yerleri de televizyonda belgesel izler gibi izledik. O kameralı tel, ülser şüphesiyle daha önce ağzımdan mideme de girmişti. Ama hiç zoruma gitmemişti. Erkekçe ve kahramanca gıkımı çıkarmadan dayanmıştım. Ama bu kez işlem ters taraftan olmuştu. Erkeklik namusumu kurtaracak son çare, kanser teşhisi olabilirdi. Ama testler sonucu kanser bile olmayı beceremediğim anlaşıldı. ��Var mı bu dünyada erkeklik taslamak *****!..�� dedim kendi kendime. * * * Ha unutmadan söyleyeyim, benim bir de çakıl taşı büyüklüğünde safra kesesi taşım varmış. Yılmaz Büyükuncu Hoca beni hazır eline geçirmişken onu da çekip alıverdi. Anamdan, eşimden ve kızkardeşimden anımsıyorum; safra kesesini alırken adamı keserlerdi. Şimdi yeni moda, delip alıyorlar. Daha sağlıklı ve kolaymış. Yani eskiden canınız tek yarıktan acırken şimdi dört delikten acıyor. Bir sokak kavgası sonunda dört yerinden bıçaklanmak gibi bir şey!.. Artık kenefe her koşturduğumda, ��Kes artık şu zevzekliği, bak kanser değilmişsin. Sadece kolitmişsin�� diyorum. Ama insanın mabadına söz geçirmesi ne mümkün!.. * * * Şimdi elim delik karnımda, ıhlaya ahlaya masama oturuyorum. 10-15 çeşit ilacımı masamın üstüne diziyorum. ��İçmezsen bak bu ağlar�� deyip hepsini yutuyorum. Yine inileyerek mutfağa gidip kendime öksüz doyuran cinsten bir kadeh rakı dolduruyorum ve üçüncü sigara paketinin kulağını yırtıyorum. * * * Birkaç gündür de udi Şakir'den müzik dersleri almaya başladım. Karnımı acıtmadan hababam şarkı söyleyip duruyorum. Belki de Etiler barlarında bir şarkıcılık işi bulurum ve apartmanın doğalgaz giderini öderim. Böylece o kameralı tel operasyonu da boşa gitmemiş olur.
-
Ziyaret günlerim
Ziyaret günlerim (Oğuz Aral) Rüştü elinde koca bir buket çiçekle odama daldı, ��Hayrola moruk, işten tüymek için yine bahaneler mi uyduruyorsun?�� ��Yok yahu, bir sürü hastalık pusuya yatmış hepsi birden üstüme çullandılar. Ben de onlara erkekseniz teker teker gelin dedim.�� ��Neyin var ki?�� ��Hamdolsun her şeyim var. Örneğin, önceki gün safra kesesi ameliyatı oldum. Sonra da kolonoskopi....�� ��Ohhoo, şimdiki ameliyatlara ameliyat mı denir? Senin safra keseni mutlaka kesmeden almışlardır.�� ��Evet, karnımın dört yerini delip öyle aldılar. Laparoskopi mi ne diyorlar, öyle bir şey işte.�� ��Ameliyat dediğin nah böyle olur. Beni 20 yıl önce boydan boya ince kıyım doğramışlardı da, safra kesemi öyle almışlardı.�� Rüştü bunları söylerken ceketini ve gömleğini çıkardı. Sonra da fanilasını sıyırıp karnındaki eski bir ameliyat izini gösterdi. ��Bir de bağırsaklarımda bazı sorunlarım var.�� ��Bağırsak sorunu dediğin nedir ki? Dua et benim gibi mide sorunların yok. Salata yok, kebap yok, iki kadeh rakı bile yasak!.. Kuru fasulyeye hasret kaldım be!.. Sıkıysa ye. Sabaha kadar asit ve gaz sancısından kıvranıp durursun. Baş ucunda kitap olduğuna göre okuyabiliyorsun demek.�� ��Evet ama bir sürü glokom ilacı ve de göz damlasıyla ancak 15 dakika okuyup, 15 dakika dinlenerek...�� ��Şükret be şükret!.. Ben bir yıldır gazete bile okuyamıyorum. Herhalde gözlerime perde iniyor. Boğazımdan kesip en büyük ekran televizyon almasam haberleri bile izleyemeyecektim. Ne oldu, suratını niye ekşittin?�� ��İki gündür koluma takılı bu serum iğnesi artık canımı yakmaya başladı.�� ��Senin canın da amma tatlıymış haa!.. Hatırlıyor musun yıllar önce seninle marangozculuk oynarken elime koskoca çivi girmişti de, gıkım bile çıkmamıştı. Hepiniz azıcık nezle olup ahlaya uflaya salya sümük dolaşırken ben 40 derece ateşle sabahlara kadar çalışırdım.�� Rüştü hastalık tiradını bitiremeden hastanedeki odama Aykut ve dördüncü eşi Mine girdi. Aykut her zamanki gibi başçavuş edası ve çatık kaşlarıyla başucuma dikildi. ��Ben sana demedim miydi, başına gelecek bu rezillikleri yıllar öncesinden haber vermedim miydi?�� ��Ne dedindi?�� ��Bak onca nasihatimi kulak arkası etmişsin. Ben sana günde dört paket sigara içme demedim mi?�� ��Dedin.�� ��Günde bir büyük rakı içme demedim mi?�� ��Dedin.�� ''İşte büyük sözü dinlemeyenlerin hali böyle olur.'' Aykut aslında benden beş-altı ay büyüktü ama, kendini herkesin babası sanırdı. O sırada ayaklarımdaki gut sancısı arttığı için Aykut'a gerekli küfürleri döşenemeyip sadece inlemekle yetindim. Ben inlerken Mine söze karıştı; ��Ne hoş bir tesadüf oldu Oğuz Bey, kaç aydır aklımdaydı da vakit bulup soramıyordum. Hani size geldiğimizde yediğimiz bir tavuk köftesi vardı ya....�� ��O köfte değil, Kiyevski'ydi.�� ��Kiyevski ne demek?�� ��Kiyev usulü tavuk demek.�� ��Hah işte onun tarifini alabilir miyim? Aykut bayılmıştı ama, ben bir türlü pişiremedimdi.�� ��Hazırlaması ve pişirmesi çok kolay. Ama sen önce bana Gülseren Başhemşire'yi çağırır mısın?�� Gülseren Başhemşire 23'e çıkan tansiyonumu düşürmek için bana iğne yaparken ben, ��Tavuğun göğüs etini ezip içine tereyağı koyarak yuvarlayacaksın. Sonra bir folyoya sarıp yarım saat buzdolabında beklet ki, yuvarlağı çözülmesin. Daha sonra galeta ununa....�� diyerek Mine'ye Kiyevski'nin tarifini yazdırıyordum. O sırada odanın diğer köşesinde Rüştü'yle Aykut fena kapışmışlardı. Fenerli Rüştü, elindeki elektronik hesap makinesiyle toplayacakları puanları hesaplayıp Fenerbahçe'nin nasıl şampiyon olacağını Aykut'a ispatlamaya çalışıyordu. Aykut da hem ayıpçı el işaretleri yapıp hem de, ��Gassaray'ın size ölüsü yeter be!�� diye bağırıyordu. Bu patırtı arasında Galip odaya daldı ve gözyaşları içinde göğsüme kapandı. ��Ah be ağabeyciğim, seni bu hallerde mi görecektim? Sen bu durumlara düşecek bir babayiğit miydin?�� ��Üzme canını Galip'çiğim, insanlık hali bu. Model eskiyince motor da tekliyor işte.�� ��Kalp değil mi ağabey?�� ��Evet kalpte de ufak bir sorun var ama, kalp hastası değilim.�� ��Öyleyse niye konuşuyorken nefes nefese kalıyorsun?�� ��Üstümden inersen daha normal konuşabilirim.�� ��Necip ağabey de kalbim İsviçre saati gibi dakik atıyor derdi. Ama bir gece masasına yığılıvermişti. Hatırlıyorsun değil mi? Ne olur bizi bırakma ağabey!..�� Galip bana daha sıkı sarılıp için için ağlamasını höykürmeye dönüştürdü. ��Dur lan hıyar, ameliyat yaralarımı acıtıyorsun. Vallahi kalpten ölmeyeceğim. Sana şeref sözü!..�� Galip höykürüğünü kesip yüzüme şüpheyle baktı. ��O zaman bizden saklıyorsun. Sen zaten hep böyleydin. Kötü haberleri bizden hep gizlerdin.�� ��Hangi kötü haberi?�� ��Bak yüzünün yeşil bir renk almasından belli, ciğerde mi?�� ��Ciğerde olan ne?�� ��Kanser!.. Benden gizleme, ben katlanırım ağabey. Cemal'i hatırlıyor musun, aslan gibi delikanlı altı ayda eriyip gittiydi de seni bile ben teselli etmiştim.�� Bu sırada Aykut'la Rüştü Avrupa Topluluğu'na girip girmeme konusunda tartışırken Mine de odamdaki küçük buzdolabında bulduğu taze sıkılmış portakal sularımı içiyordu. Ben seruma bağlı olmayan ama, iğneyle delik deşik olmuş sağ elimle Galip'in burnuna vurmaya çalışırken odaya bir karı-koca daha daldı. Onları hiç tanımıyordum. ��Selamınaleyküm ağabey.�� ��Aleykümselam.�� ��Kusura kalma, biz aslında senin bitişik odadaki komşun Kurugiller'in Rıfat'ı ziyarete gelmiştik. Hani mideden ameliyat olmuştu. Ama odaya giremedik.�� ��Niye?�� ��Aynı odada üç hasta daha var. Her birisinin ziyaretçisi bizden önce gelip odayı tıka basa doldurmuşlar. İçerisi adam almıyoo...�� ��Koridorda bekleseydiniz. Çıkan olunca girerdiniz.�� ��Beklemekten ayacıklarımıza kara sular indi. Çıkan filan da olmuyoo. Zati Rıfat'ın öbür akrabaları da yatak üstünde pişpirik oynamaya oturmuşlar ki geceye kadar bitmez. Bizim karı, Rıfat'a elceğizleriyle çiğ köfte yoğurmuştu. Aha onu sana bırakıyorum, yarın bizim Rıfat'a verir misin ağabey? Rıfat çiğ köfteye bayılır, benim karı da çok güzel yapar. Nah bi tane de sen buyurmaz mısın? Ye ha ye!.. Tencerede daha çok var.�� * * * Ziyaret gününden sonra bir süre beni yoğun bakıma kaldırdılar. İflah olduğuma karar verip tekrar odama taşıdılar. Bugün yine ziyaret günü. Gözlerim pencerede, bana gelecek ziyaretçileri kolluyorum. Çünkü aranıp sorulmayınca insan mahzun oluyor.