Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

Tengeriin boşig

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Tengeriin boşig tarafından postalanan herşey

  1. Polis mi yoksa Polis Devleti midir karşı olduğumuz? 1980 öncesinin söylemlerinin en dikkat çekeni; Toplum Polisi karşıtı söylemlerdir. Peki Kenan Evren Paşa, ABD güdümüyle yaptığı darbenin hemen ardından en önemli atılımlardan birisi olarak neyi yapmıştır? Dönemin gazetelerini tarayın; "Polis, iç güvenlikte çok etkin ve güçlü bir hale getirilecek biçimde teşkilatlanmalı ve güçlenmelidir." Polis kime karşı güçlenmelidir ve Polis muhatabı kimdir? Toplum... Halk... Polis, halktan sorumludur... Güçlenecekse de yeni sorumluluklar alacaksa da bu hep halkla ilgili sorumluluğundandır! Acaba hep halka karşı olan sorumluluğundan mı almıştır sorumluluklarını ve yetkilerini ya da yapılanması, teşkilatlanması ve güçlenmesi hep bu amaçla mı olmuştur? Kenan Evren Paşa darbeyi yapıyor... ABD güdümü ile yapıyor... Türkiye'de Dil ve Tarih kurumları darbe yiyiyor... Partiler kapatılıyor ve parçalanıyor... Polis güçlendiriliyor... Aynı süreçte Dinci kesim de güçlendiriliyor ve Fethullahçılık sonraki dönemde güç kazanmaya başlıyor. Tarikatler nefes alıyor... Bugün... Polis'in çoğunluğu Tarikatçı ve Fethullahçıdır (umarım yanılıyorumdur)... Toplum, Polis'ten hala nefret etmektedir ve korkmaktadır (umarım yanılıyorumdur)... Polis halka karşı büyük yetkileri elinde tutmaktadır... Ve Polis teşkilatı öyle bir psikolojidedir ki; Kendi halkını potansiyel suçlu olarak görür... Kendisi ise sütten çıkmış akkaşıktır adeta... Yolun ortasın da, karşısında teneke kutuya vurdu diye adamı öldüren polisi hatırlayın! Ve onu göz ardı etmeye çalışan ama olay medyaya akınca artık üstüne giden teşkilatı... Bugün... Polis "bakın, askerlere bile dokunabiliyoruz!" imajını üstelemektedir... Polis'in diş geçiremeyeceği sanılan Askerler, hemde muvazzaflar, Polisçe götürülebilmekte ve sorgulanabilmekte... Polis "Elimizdeki belge ne olursa olsun istediğimiz şeyi ararız, istediğimizi içeri atarız" havasında ve gücündedir... Türkiye tam anlamı ile bir Polis Devleti olmuştur (umarım yanılıyorumdur)... Bunun bir devlet adı olarak geçip geçmemesi önemli değil... Ve bu, 80 darbesi ile temelleri atılan, Suyu 30 yıl önce ısıtılmaya başlanan bir cehennem kazanının sonucudur... Bugün Türkiye bir Polis Devletidir (umarım yanılıyorumdur)... Hem de "Türkiye İslam Polis Devleti" (umarım yanılıyorumdur)... Polis, bugün, Asker ile bir güç savaşı yaşıyor; kim ne derse desin... Ve Polis, eğer Hükümetin "İktidar" ve içindeki Fethullahçıların "İman" gazına gelip Askere ciddi ciddi çatmaya kalkarsa; Duvara çarpmış yumurtadan başka birşeye benzemez... Nasıl Polis bugüne, Asker'in iç güvenlikte göz yumması ile gelebilmişse; Asker gözünü tekrar açmayı da bilir...
  2. Conduktor Nikel+Gümüş Alaşımlı bir model
  3. Bu çok net bir açıklama doğrusu... Sağol dostum...
  4. Tapını olarak "Kıble" ile "Kıbele" arasındaki benzerliği hep anlamlı bulmuşumdur aslında. İslam öncesinde de Kabe'ye bir yöneliş vardı elbette ancak Putların kutsal mekanları olarak... Kıble'ye "Kıbele" kökenini verebilmek için, Arapların hiç "Kıbele"ye tapınıp tapınmadıklarını araştırmak gerekir; Ki ben bu araştırmayı yapmadım... Sonuçta putperestlik Arabistanda çok eski ve kökleri oldukça karışık bir inanç. Tüccar kafileler aracılığı ile "Kibele" adı tanınmış olabilir. Nitekim Hint kökenli inanışlar bile Arap mistisizminde yer almıştır... Fakat şimdi dilbilimsel olarak ben Kıble sözcüğünün kutsal bir anlamdan ziyade "Kibel" yani "Yön" anlamından türediğini düşünüyorum. Çünkü "Kıble" kelimesi kutsanmış bir ad/fiil olmamış hiç bir zaman. Örneğin tırnak kesmek gibi bir olay bile binlerce yıllık kutsallığını yitirmemiş ve islam açısından hurafe olarak alınsa bile pagan ya da şamanist kültür açısından bir önemi var hala bilinç altında... Yani benzetme yapmak istiyorum; Kıble sözcüğü de bir Tapını kökenli olsaydı, kutsallığını kolay kolay yitirmezdi diye düşünüyorum. Olasılıkla "Yön" sözcüğünden türemiş olmalı; Çünkü halk arasında da "benim kıblem şurası, burası vs." gibi deyişler vardır. Burada kutsanmış bir nesne hedef gösterilebildiği gibi, kutsanmamış bir nesne de hedef gösterilebiliyor. Ama şimdi Kıbele'ye de tapını esnasında bir yöneliş var ve bu beni düşündürmüyor değil... Şu soru da aklıma geliyor; Zeus ya da Hera'ya da yönelinerek tapınılıyordu, yani onların adı da belki yöneliş ifade eden bir kelime olarak çıkabilirdi ama çıkmamış... Belki Kıble ile Kıbele benzeşmesi bir tesadüf... Belki de değil... Bu soru bence kesin bir yanıt bulamaz... Çünkü mesela bugün Temmuz adı bir Tapını adı olmasına karşın, Çok alakasız gibi görünen, bir ay adı olarak kullanıyoruz Ve bize hiç bir Tapını adı olduğunu hatırlatmıyor, anımsatmıyor. Çoğu kişi bilmiyor ve öğrenseler bile ihtimal veremeyecekler belki de... "Kibele" adı da böyle bir anlam yitimi yaşamış da olabilir, bilemiyorum. Binlerce yıllık ad ve kavramların izlerini sürmek çok çok zordur diye düşünüyorum. Kesin bir şey söyleyemeyiz...
  5. Biliyosun; siyahı aynı zamanda hep giyiyorumda... Oldukça dağınığım yaa... Odamda bile, en azından gittiğim yerde derli toplu olayım diye sırt çantası aldım. Ama şimdi çantam, odamdan daha dağınık... Düzenli olayım diye defter tutuyorum; not defteri... Daha da karışık oluyo o zaman, daha da dağılıyo... En iyisi gelişine yaşamak valla...
  6. Bil bakalım benim karakterim nasılcaymış? Bu Dizüstü bilgisayarımın Masaüstüsü: Bu da Masaüstü bilgisayarımın Masaüstüsü Masaüstü resmi benim dövmem oluyor aynı zamanda kendileri
  7. İsa'nın yaşamadığı ile ilgili olarak; 1930larda o zamanki Dar'ül Fünun'da (1933te İstanbul Üniversitesi oldu) Dinler Tarihi ile görevli birisi vardı; adını şu an anımsayamadım ama dönemin Dindar başka bir akademisyeni ile İsa'nın yaşayıp yaşamadığı ile ilgili dikkat çekici bir tartışma yapmışlardı gazete köşe yazılarında. Söylemlerine dikkat edildiğinde, İsa'nın aslında hiç yaşamadığı kanaatinin çok daha önceden beridir Avrupa'da bile var olduğunu da belirtiyorlar. Ayrıca Abdulahad Davud isimli bir kişi vardır; eski Papazdır ve Osmanlılar zamanında Müslüman olmuştur... "İncil ve Tevrat'a Göre Muhammed" adlı bir kitabı vardır ve orada, İsa'nın doğduğu söylenen tarihten (milad) aşağı yukarı 100 yıl kadar önce yine Bakire Meryem Oğlu İsa diye birisinin yaşamış olduğunu dile getirir; ben bu bilgisi ilk olarak orada gördüm ve başka yerde görmedim. Ayrıca Aytunç Altındal'da İsa'nın Apollinius'dan esinlenilerek yaratıldığını söyler bir kitabında; Apollinius, İsa ile hemen hemen aynı dönemde yaşamış, olasılıkla Pagan ama şifacı birisi ve ölüleri diriltebildiği ile ilgili mitleri var. Ve ilk İnciller, İsa'nın öldüğü söylenen tarihten en azından 30-40 yıl kadar sonra yazılıyor; M.S. 60larda... Gerçi bunlar bilinmeyen ve bilmediğiniz şeyler değil ama hatırlatmak istedim.
  8. "Bakire Meryem'den doğma İsa" miti, büyük olasılıkla İncil'in latinceye çevirilişi ya da latince yazılışı sürecinde "evlenmemiş/eşi olmayan kadın" tanımlamasının "bakire" biçiminde anlaşılması ile bu biçime geldi. Aynı zamanda Yahudilerin yaşadıkları bölgede Sümerlerden ve Babillerden beridir süregelen "Tapınak Kadınlığı" (yıldızlanır diye "F" ile başlayan sözcüğü yazmıyorum) var. Bunlar, bugün bile süregelen biçimde nefslerini bağlı bulundukları Dini öndere/önderlere (bugün Şeyhlere) teslim ederler. Çünkü dini önderin bir uluhiyeti vardır; aynen bugün şeyhlerde olduğuna inanıldığı gibi. O kişi Tanrı katında kutsaldır ve Tanrısaldır... Bu yüzden nefs aslında Tanrıya teslim edilmiş olur... İlkel falan ama böyle bir anlayış var... Ve özellikle o dönemde Yahudilerde bu kadınların doğurdukları çocuklar öldürülürdü; Çünkü tapınak kadınının doğurduğu çocuk, Tanrı'nın uluhiyeti ile kadınla birlikte olan dini önderden olduğu için "Tanrı Oğlu" olarak adlandırılırdı ve yaşamasına izin verilmezdi. İsa konusunda da Yahudiler onun Tanrı oğlu olduğunu benimsemişler ama 33 yıl sonra geciken geleneği yerine getirip, onu öldürmüşlerdir... Adet yerini bulmuştu... Tabii ki İsa diye birisi gerçekte yaşamış ise... Ayrıca İsa ile birlikte yargılanıp salıverilen Bar-Abba'nın adı da "Tanrı-Oğlu" demektir. İsa'nın da lakabı "Tanrı-Oğlu" yani "Bar-Abba". Belki de affedilen kişi, bizim öldürüldüğünü sandığımız kişidir? Belki de aynı kişi, iki ayrı kimliği ile yargılandı ve birinden mahkum olurken, diğerinden salıverildi... Tartışmaya oldukça açık bir nokta ve şimdiye kadar bunu sorduğum hiç bir Hıristiyan net bir yanıt veremedi Ya da ben yeterince araştırmadım ve yanlış kişilere sordum...
  9. Amerikan Psycho mu? Onu hayatta izleyemem; fena kesiyomuş...
  10. Sardunya... Ya bana hep Barbunya'yı hatırlatmıştır bu isim... Bir de annemin Begonya çiçeği var; onu... Bi yakınlık var yani, neden bilmiyorum... Doğrudan konuşmamız ve iletileşmemiz pek olmadı; kabul... Ama hep tanıyormuşum gibi yakın ve sıcak geliyorsun, bilemiyorum... Bu forumu özel yapan birileri varsa, ben onların belki de en sıradan olanlarındanımdır... Diğer herkes de gerçekten önemliler; Senin gibi... Saygılarımla...
  11. Yaf, geç gördüm burada yazılanları... Sık uğramıyorum bu bölüme, kusura bakma Rua... Yazdıkların çok hoşuma gitti, sağolasın düşündüklerin için... Espri yeteneğinin zeka ve ince düşünebilmek ile alakalı olduğunu sanıyorum. Bak nasıl oluyor biliyor musun? Ben her tartışmayı, tartışmanın ciddiliğine kapılarak okuyorum. Ve o yüzden de yazılarım uzun oluyor... Neyse, Ben bir tartışmayı okuyorum mesela; Alevlenmiş gidiyor neredeyse... Senin iletin geliyor ardından ve onda da o ciddiyetin olacağını sanarak okuyorum. İletini okumayı bitirince; "Bi dakka yaf, burada bi espri varmış be!" diyorum... İletin mesela konuyla içiçe ve çok anlamlı, Ama tak diye de inceden bir espri yerleştiriyorsun. Ben o ana kadar kaşlarımı çatık çatık okurken, Yüzüme tebessüm düşüyor ondan sonra... Bu, iki kere çok belirgin bir biçimde oldu Ve ikisinde de hemencecik +rep verdim zaten Hele kelimelerin yok mu? Ben genelde sözcüklerin doğru yazılmasına takmış biri olsam bile Örneğin yukarıda "punta ölçüsüynen" demişsin... Ne bileyim, bu türlü yazımlar hoş oluyor ve insanı gülümsetiyor... Sende hayatı o olanca ciddiyeti ile yaşayıp, biriktirip; Ama diğer yanı ile de ti'ye alan, neşesini de yaşayabilen bir tarz var ve bunu çok iyi yansıtıyorsun... Bunu takdir ediyorum...
  12. Karabasan tuhaf bişey yaa... Çok yaşadım ben ve bir süre sonra zevkli olmaya başlıyor Yani aslında olmadığını bildiğin bişey sana olağanca gerçekliğiyle varmış gibi görünüyor... Hissediyorsun... Ses seda yok; beden kıpırdayamıyor... Dehşet ve güzel bişey... Adrenalin tepelere vuruyordu korkudan... Ne olduğunu anlayınca artık olağan karşılıyorum ve ne yazık ki heyecanlanamıyorum Amerikalılar Karabasan'ı "Ufo/Uzaylı kaçırmaları" olarak popüler kültüre yapıştırıyorlar... İskandinavlara göre bu bir cadı ya da cin... Orta Doğuya göre iblis... Bir sürü adlandırması var
  13. Şu an "Kadın ve Kadın Algısı (Kadına Bakış Açısı)" ile ilgili bir tez hazırlıyorum. Kadının, Türkiye Cumhuriyetinde kimi haklarının verilmesi sürecinde, onlar üzerine yapılan bu "hak" tartışmalarında kamuoyunun ve kimi aydın ya da Bilim insanlarının bakışlarını, SosyalPsikoloji, Psikoloji, Tarih ve Felsefe açısından irdeliyorum. Benim edinebildiğim bilgi kadarıyla, Türkiye'de tümüyle bir "Kadın Acizliği" yok. Aksine, kadınlar özellikle Anadolu'da güçlüler. Ancak Doğuya gidildikçe ve Arap-İslam kültürü içine girildikçe kadına verilen değer düşüyor. Arapların bir sözü olduğunu sandığım (öyle biliyorum) aklıma geliyor; "Akşam eve geldiğinde karını döv; sen neden dövdüğünü bilmesen bile, kadın neden dayak yediğini biliyordur..." Ancak Batıya gidildikçe, köyden göçmesine karşın uyum sorunları yaşayanlar hariç, uyum sağlamış ailelerde dayak görülmüyor ya da çok az görülüyor. Ha, bu okumuş kesimde dayağın olmadığı anlamına gelmiyor... En iyisi kültürel olarak edinilegelmiş bir örnek vermek sanırım: Geçende kardeşim evlendi örneğin; Düğün sonrasında akrabalarımız/çevremiz damat-gelin eve gelince damadı dışarıda bıraktılar Ve gelini eve koydular. Sonra damada ev işi yaptırmaya başladılar. Yapmadığı sürece kimse evden gitmiyor Ve işleri hatalı yaptıkça da sırtına vuruyorlar maşa ile... Örneğin kahve yaptırdılar, nasıl yapıldığını hiç söylemeden. Yanlış yaptıkça sırtına vurdular... Daha önce de köylerde yapılan düğünlerde damatlara böyle şeyler yapıldığını görmüştüm. Islak darı patlattırmak (ıslak darı patlayabilemez), yemek yaptırmak, önlük giydirmek, çamaşır yıkatmak... Yani bir ev kadınının görevi olarak kabul edilen şeylerin damada yaptırılması ve yapamadıkça maşa vurulması. Nedenini irdelediğimde, damadın, gelinin ev halinden anlamasının amaçlandığını Gelin ilerde hata yaptığında da damadın anlayış göstermesi için maşa vurulduğunu öğrendim. Anadoluda farklı yörelerde benzer bir çok gelenek var... Eğlenceye dönüştürülüyor ama amacından sapmıyor. Yani biz hep kültüre ve töreye bir tekme atıyoruz "Kadını ikinci plana atıyor" diye ama bu aslında o kadar göreceli ki... Tam olarak kültürün ya da geleneğin suçu değildir kadının dövülmesi. Eğitimsizlik ve hatta kimi zaman şehirleşme sürecinin sekteye uğrayarak köyden kente geçenlerin o uyumda bocalaması ve kafasının karışmasıdır. Köyden kasabaya, kasabadan ilçeye, ilçeden şehir merkezine veya daha büyük bir kente olması gereken göç süreci Köyden doğrudan büyük kente gerçekleştiğinde büyük bir uyum sorunu ortaya çıkıyor ve Erkekler bir karmaşaya düşüyorlar ve kadın üzerinde daha korumacı olmaları gerektiğini, bunun da daha katılaşarak olduğunu düşünüyorlar. Genelde bu yanılgıdan dolayı dövüyorlar. Eğitimli erkeklerin dayak atmalarının nedeni ise yine buna benzer ama daha da psikolojik etkenler altında gerçekleşmektedir. Yine de bu tespitler oldukça yetersiz kalmaktadır; dahası vardır...
  14. Kızcağız annesini öldürmüş (tıklayın); Henüz 11 yaşında... Kemik yaşı 11den küçük çıkarsa hapis yatmayacak. Psikolojik tedavi falan görür... Ama 11den büyük çıkarsa hapsi boylayacak... Hayatı kararacak... Peki suç o kızda mı? "Suç"un ne olduğu konusunda hukukun saplantılı olduğunu ve gerçekçi olmadığını düşünüyorum... Kız, küçücükken teyzesine verilmiş üvey evlat olarak ve rahat yetişmiş. Sonra gerçek ailesinin olduğunu öğrenmiş; Annesi bildiği kişinin kardeşi, asıl annesiymiş... Bu yaşadığı travmayı hukuk ne kadar önemsiyor? Gerçek ailesi oldukça tutucu; Örneğin abisi sakallı, cübbeliymiş... Annesi kızı SBS sınavına göndermemekte kararlı... Kızı suça teşvik ediyor... SBS'ye gitmese, okuyamayacak... Hayatı yine kararacak; Yine karardı... Suçlu kim? Peki annesi mi suçlu bir tek!? O da değil... O kadının, öyle yetiştirilmesine Yani "Okumayı" "Ahlaksız Olmak" ile eş değer tutmasına neden olan ekinin suçu yok mu? Dün yazdığım bir yazı vardı blog'umda; Ayda 300 liraya çalışmak zorunda olan bir kız... Lisede bilgisayar bölümü okumuş ve zehir gibi zekası var... Ama üniversitede yoldan çıkacağına kesin gözle bakan ailesi Bunu engellemek için kızı üniversiteye göndermiyor... Ve zekası ve yeteneğinin hakettiğinden çok daha az bir edinimi oluyor: Ayda 300 lira... İşte bu kızın annesini de, O henüz aydınlatamadığımız toplum ve onun ekini yetiştirmedi mi? Sadece ekinde mi suç peki? Hayır... Kız diyor ki; "Küçük yaşta öldürürsen ceza almazmışsın... Tv'de izledim..." Şiddet dolu televizyon programları, Kurtlar Vadisi gibi öldürmeyi "Erdem" sayan yapımlar... İnsan öldürmeyi ve diğer suçları normalleştiren ve reklamını yapan Özendiren programlar ya da kitaplar... Bunlar hiç suçlu değil mi? Çocuk eline silah tutuşturmayı hüner sayan bir toplumda Çocukların ceza ehliyeti olmadığını gözümüze sokarak yayın yapan haberler suçlu değil mi? Onların sorgulanması ve yargılanması gerekmez mi? Ya da hayatları sınavlara koşullanan çocuklar... Her sene sınavlara hazırlanıyorlar; Yarış atı gibi... Aslında devlet onlara bir gelecek vermeyecek; Hepimiz biliyoruz... Ben ya da siz veya sizlerden çoğunuz, Devletin tüm sınavlarına girdik neredeyse... Ama kimse bir şey kazanmadı hala... Sınavlara giriyoruz ama hala yetisiz bireyler yetiştiriyoruz. Sürüsüyle sınav var; O sınavları geçen sürüsüyle öğrenci var... Ama hemen hepsi hala bilgisiz ve eğitimsiz! Yani bu bir oyalama... Sindirme... Bu politikayı devlet yürütüyor ve bedelini kurbanları ödüyor... Peki eğitimi psikolojik sorun haline getiren devlet suçlu değil mi? Tüm bunların hepsini, annesini öldürmeye zorlanan Ve annesini öldürmekten başka çare sunulmayan bir kıza yükleniyor... Kimse ölmeyi haketmiyor... Ama annesini de öldürmüş bile olsa, O kızcağız hapse girmeyi ve eğitimsiz kalmayı da haketmiyor... İnsanları, birbirlerini katletmeye itiyoruz... Ve sonra "ahanda sen şunu öldürdün" diye yargılıyoruz... İnsanları çaresiz bırakıyoruz... Ve sonra karşılarına sunduğumun en kaçınılmaz şeyi yapmak zorunda kaldıkları için Kendimizi değil, onları suçluyoruz... Söylenecek çok laf var... İnsanın içi acıyor... Hepimiz hiçbir zaman hapis yüzü görmeyeceğiz belki ve belki de her zaman her istediğimizi kazanmış bir birey olarak, Her hayali yerine getirebilen bireyler olarak, O kızın yerinde olmadığımız için şükredeceğiz... Sevineceğiz... Ama o kız, artık, yalnızca pencereden kuşları falan görebilecek... Dört duvar arasında... Hepimiz eğlenip, bir an için ya da ömür boyunca bu sorumluluğumuzu unutabiliriz... Ama o kızı o kurşunu sıkmaya iten sistemin bir parçasıyız Ve bundan sorumluyuz... Ve ölene kadar bu kirlilikle yaşayacağız; Bu utanç ile... Sadece seyretmenin ve kendi halimize şükretmenin verdiği O acınası köhne basitliğimizle... O kızı gerçekten suçlu mu sanıyoruz? Suçlu biziz... O kurşunu biz sıktık, farkında değiliz... Her saniye onlarcasını da sıkıyoruz... Neyse... Sussam gönül razı değil, Söylesem tesiri yok...
  15. Yok ya, benim arabalara pek merakım yok... Ehliyet lazım oluyor ama alasım yok, süresim yok... Geçende Manisa'ya gittik, kardeşim verdi arabayı bana, 10km kadar gittim ama ne bileyim; Araba sürmek zor değil ama bisiklet daha zevkli yaa bana göre... Ya adamlar kuş gibi bisiklet yapıyorlar; bilemezsin... O kadar hafif ki, artık alaşımı neyse... Ama amortisörlü bisikletler hiç güvenilir değil bence, çekici görünse de... Örneğin arkadaşım yolda giderken ani bir çukura girdi ve amortisör bunu bir fırlattı; Oradan arabaya: gümmm! Bir kaç ay çenesini oynatamamıştı. O yüzden amortisörlü bisikleti pek tercih etmiyorum, Birde bisikleti hissettirmiyor gibi geliyor amortisörler. Gerçi Arnavut kaldırımlı taş dizimli yollarda iyi tabii ki ama Kaymak gibi düz/asfalt yolda tıkırtıları hissedeceksin abi, ben bunu bilirim. O lastiğin dişlerini hissediceksin dümende... Tende elini gezdirir gibi... Çırılçıplak olacak abi bisiklet dediğin. Palet, çamurluk, sele falan olmayacak, hızı düşürüyor. Ama örneğin asfalt pek iyi değilse, yarışacaksan veya dağ bisikleti alacaksan amortisör olmalı tabi, o ayrı. Yarış yapmadan keyifliğine süreceksen, yolu hissetmeyi biraz olsun önemsiyorsan amortisör almayacaksın. Tıkır tıkır gidicen işte... Yolla bütün olacaksın... Tende elini gezdirirken eldiven takmayacaksın. Daha fazla müstechen sözcükler kullanamıyorum, kusura bakamayın... Ama bisikletle ve yol ile bütün olacaksın abi...
  16. Yanıtın için sağol ama ben bu bilgiye zaten ulaşmıştım. Şifreyi koyduktan sonra kabul etmiyor ve şu ekran çıkıyor: Benim söylediğim marka/model modemde, wireless'i şifrelemem için ne yapmam gerektiğini adım adım söyleyebilecek birisi varsa sevinirim. Sanırım eksik bir adım atıyorum yaparken...
  17. Modemim şu: AzTech DSL605EW 26Mbps ADSL2/2+ 125Mbps Wireless 802.11b/g++ Gateaway Modem kurulu falan ama wireless'i bir türlü şifreleyemedim... Daha doğrusu istediğim şifreyi veremiyorum... Wireless / Security / Web'e girince şu sayfa çıkıyor karşıma ve kendi atadığı şifreyi bir türlü değiştiremiyorum. Hangi şifreyi verirsem vereyim, şunu gösteriyor: Wireless / Security / Wpa'ya girince de yaptığım ayar bir işe yaramıyor; çünkü "Secret"e hangi şifreyi yazarsam yazayım, wireless ile bağlandığım bilgisayar hala bağlı kalıyor, Web ayarları geçerli oluyor yani... Bu modemi nasıl şifreleyebilirim, bir bilgisi olan varsa sevinirim... Çok acil lazım...
  18. Saw'dan iğrenmiştim açıkçası... Hiç korkunç değil zaten ve korkutma amacının da olduğunu sanmıyorum... İğrendirici ve caniceydi ve bunu sempatik hale getirmeye çalışmış... Kabul ediyorum; zekice bir katil tipi çizmiş ve o açıdan başarılı Ama dediğim gibi gereksiz *********lik var içinde... En azından bana göre öyle... Ama bak Jason'ı sevmiştim... Hakkaten kanlı filmleri sevmem ama Jason o pala ile iyi kesiyordu be! Boogeyman'ın en sevdiğim şeyi; sonuna kadar geriyor insanı, bir şey olacağı zaman. Sevmemin nedeni ise; ben bir ara Karabasan'a uğruyordum, aslında bildiğin Uyku Felci... O yüzden çekici gelmişti... Eskiden korkardım Uyku Felci/Karabasan'dan ama şimdi uğradığımda hiç sallamıyorum; Zevkli bile oluyor
  19. Bence de sanırım Batılılar biraz daha çekici kılıyorlar yaptıkları korku filmlerini; ikinci versiyon olarak işlemelerine rağmen... Ben Boogeyman'da tırsmıştım; ikincisini izlemedim daha, elimde olmasına karşın... Göz'ü biliyorum ama aslına bakarsan ben kesmeli/yarmalı filmleri pek izlemiyorum; Seviyorum ama izleyemiyorum... Sonra sanki beni kesiyorlarmış gibi hissediyorum... Ama izleyeceğim bakalım... Offfff... Ne vardı şimdi bunu hatırlatacak Suheda? Bu filmi izledim, güzel bir film gerçekten... Hele o ilk çarpılmasında yerde kasılmış ve gözlerini dikmiş hali yok mu? O hale bakamamıştım biliyo musun!? Sonra tekrar geri aldım, dedim: "Bakacağım kardeşim, hiç boşuna yorulma" dedim yönetmene... Baktım; bakmaz olaydım... Bence izlemelisin... Korku filminden ziyade Psikolojik Gerilim tarzı bir filmdir. Ve Jack Nicholson'un gençlik filmlerinden ve hakkaten sağlam cinnet geçiriyor. Ama bazı sahneler abartılmış gibi; deli gibi bağırıyor ortalıkta baltayla falan. İnsan o kadar uzun süre cinnet geçirir mi bilmiyorum... Valla beni ilk geren, irkilten yapım Alaca Karanlık Kuşağı olmuştur... Küçükken annemin arkasına gizlene gizlene izlerdim ama yine de izlerdim... Sonra da rüyamda o dizideki oyunculardan birisi olurdum...
  20. Yok Suhedacıım sen biraz eksik biliyorsun Sen Amerikan Yapımı "Shutter" ile karıştırdın benim dediğimi... Benim söylediğim "Shutter" adlı film ise 2004/Kore yapımı... Amerikalılar Garez'i ve Halka'yı taklit ettikleri gibi bu filmi de 2008de aynı adla taklit etmişler... Ben sana, benim izlediğim versiyonunu izlemeni tavsiye ederim; Garez'den daha önce çekildiğinden emindim ve öyleymiş sanırım... Belki aralarında bir kaç ay vardır en fazla... İki Kardeşin Hikayesi'ni izle bence; bence iyiydi...
  21. Ya hu bir kere düzgün okuyun yazdıklarımı... "Bu başlıktaki yazdıklarım" demiyorum; "Son bir ay zarfında yazdıklarımı" kastediyorum...
  22. Ama film bildiğim kadarıyla Garez'den daha önce çekilmişti... Valla bilemem, bence korkunçtu... "İki Kız Kardeşin Hikayesi" diye bir film var birde... "a Tale of Two Sisters"... O da bayağı bir gerilimli... Ha ama pardon; sana sıradan gelebilir!
  23. Dünyahepimizin kardeşim; bu soruna yanıt olabilecek bütün yazılarım yakın bir zamanda bu forumda yazılmıştır. Hepsi mevcut... Azıcın üşenmeyip son bir ay içerisindeki yazılarımı gözden geçirirsen görebilirsin... Şimdi sana özel hepsini yeniden mi yazayım? Niye yorumunu tümüyle okumak zahmetine gireyim ki? Sen, bana sorduğun sorunun yanıtını daha önce vermeme karşın, dönüp yönlendirdiğim iletilerimi okuyor musun ki!? Elbette ki bu kırmızıladığım biçimdeki bir tavır pek yakışık almazdı değil mi? O yüzden madem tam anlamadığımı savlıyorsun; sorumluluğu üzerime alıp, yanlış okuduğumu düşünerek yenide inceleyeyim diyorum... Yine de anlatmaya çalıştığın şey ile yazdığın şey çok farklı diye düşünüyorum... Emin misiniz? Bu forumda Anayasa'dan tutun devletin adına ve neredeyse kurucusuna bile söven forumdaşlar var ve bu tartışmalarda kendilerini belli etmeselerde Ö.M.lerde oldukça net olabiliyorlar... Bana "kimse bu ülkede Türkçe konuşmaktan kompleks girmiyor" masalı okumayın; Türkçeden daha hafif şeylerden bile komplekse girenler var merak etmeyin siz...
  24. Lozan'dan sonra yaşanan göçlerin, Lozan çerçevesinde olmadığını mı sanıyorsunuz yoksa? Lozan'dan sonra yaşanan gerek Yunanistan ile Türkiye arasındaki Nüfus Değişimi olsun, gerek daha sonra Balkanlardan olan göçler olsun; bunlar bir Azınlık sorunu yaratabilecek göçler değildir; çünkü göçmenler Türkiye'nin kimliğine uygun göçmenlerdir. Geldiklerinde "Azınlık" olmayı talep edebilecekleri bir ayrıklıkları yoktur. Dil konusunda sorunlar yaşanmışsa da Türkçe konuşmak konusundan komplekse kapılmamışlardır. Bugün benm tanıdığım göçmenlerin istisnasız hepsi Boşnakça ve Türkçeyi, Makedonca ve Türkçeyi ya da Bulgarca ve Türkçeyi çok iyi konuşabilmektedirler, Türkçe öğrenmekten de utanç duymamaktadırlar. Her türlü geleneklerini de Türkiye ekininden kopuk olmadan da yaşayabilmektedirler. Aynı biçimde 1930larda Türkiye'de -özellikle İzmir'de- İspanyolca konuşan Yahudilerin, İspanyolcayı bırakıp Türkçe öğrenme/konuşmalarına dair çalışmalar da yapılmıştır ve bazı Yahudi kesimlerinin karşı çıkmalarına karşın, yine Yahudilerin öncülüğünde gerçekleşmiştir bu. Bugün Yahudiler ile Türkiye arasında sorun yoktur ve hala yaşamaktadırlar; hem de oldukça varsıldırlar. 2nci Dünya Savaşı sürecinde ne yazık ki bir takım hoşnutsuzluklar elbette yaşanmıştır ama öncesinde yani yine 1930 sürecinde 1933de Üniversite Reformunda yine Üniversitelere atanan akademisyenler Almanyadan göçen Yahudiler olmuştur. Yani Türkiye, Lozan çerçevesinde ve sonrasında Lozan açısından hiç bir sorun yaşamamıştır. Türkiye'de Kafkaslarda yaşayanlardan belki de daha çok Çerkez vardır; Ermenistan'da yaşayandan belkide daha çok Ermeni vardır, İsrail'de yaşandan daha çok Yahudi, Bosna'dakinden daha çok Boşnak, Arnavutluk'takinden daha çok Arnavut vardır... Ama bunların hiç sounları ve kimlik bunalımları olmamıştır... Ancak Irak'ta 1980lerde alınan Kürt göçmenler daha sonra bölgede, kasıtlı olduğunu düşündüğüm kimlik ve uyum sorunları yaşatmışlardır ya da yaşamışlardır! Ya da Türkiye'de hep yaşamakta olan Kürtler -aslında etnik olmamakla birlikte- sorun yaşamışlar ya da onlara sorun yaşatılmıştır. Kısa kısa geçmek gerekirse; Sorun varsa eğer ki, etnik bir sorun olmadığını düşündüğüm için olaya "Kürt Sorunu" dememekte ısrarcıyım, bu sorun iki taraflıdır. Kürtçü Düşüncedeki kimselerin ya da gurupları devlete olan tutumu ve devletin bu kimselere tutumu, kurunun yanında yaşı da yakmıştır; bu bir gerçek. Ancak Kürtler, Lozan'a ve Lozan'ın dışında da bir gerçeklik olarak bir kimlik sorunu çekmemişlerdir. Ne yazık ki Türkiye'de ilgili soruna, benim tespit ettiğim kadarıyla; Osmanlı'nın kayırdığı ancak Türkiye'nin Osmanlı'yı yıkması ile bu kayırılmışlığını kaybeden Aşiretler ile; Osmanlının kayırdığı Aşiretler karşısında güçsüz kalan ve Osmanlının yıkılması ile Türkiye'nin yanında kalarak Osmanlının kayırdığı Aşiretler karşısında yeniden güçlenmek isteyen Aşiretlerin bu sorunlar üzerindeki etkisi pek önemsenmedi ve araştırılmadı; ya da daha korkuncu; bu görmezden geliniyor... (eğer bu görünür kılınırsa bu yapıdaki aşiretler kesinlikle Kürtçülüğü desteklemeyecekler ve Devlet yanlısı olacaklardır; zaten bugün hala bu yapıda aşiretler de vardır ve sözünü ettiğim gibi PKK ya da DTP'nin kesinlikle karşısındadırlar). Oysa bu aslında çok önemli bir etkendir. Aynı süreç 1402 Ankara Savaşında da görülmüştür ve Osmanlı yıkılmıştır; tekrar kurulduğunda da bu sürecin öcü Yavuz Selim tarafından alınmıştır. Aynı olgu Abdülhamit'in Ermeni ve Doğu Politikasında da görülmüştür. O süreçte Osmanlının gerek doğrudan ve gerek Kürtler yolu ile (Kürtlerin sistem doğrultusunda ya da kendi kararlılıkları doğrultusunda) Alevilere olan baskısı, 19ncu yüzyılda Alevilerin Türk Ulusal Kurtuluş Savaşına tam destek vermelerini sağlamıştır; Osmanlıya karşı... Arkadaşlar bunların önemli olduğunu düşünmüyorlar, çünkü onlara öğretilenler çok başka... Tarihten ve olayların temelinden, neliğinden kopuk ve son derece yüzeysel... Oysa sürece, olgu ve olaylara baktığımızda doğrudan ama nedense! pek önemsenmeyen ama aslında çok önemli daha başka şeyler karşımıza çıkıyor. Lozan, kesinlikle ve kesinlikle Kimlik konusundaki karmaşaya, Uluslararası bir düzeyde son verilmesi yönünde büyük katkılar sağlamıştır. Ha! eksikliği vardır ya da günümüze göre 80 yıl kadar eskidir; bu aşılır, hem de sorunu kökünden çözebilecek biçimde... Ancak Lozan delinebilecek ya da budanabilecek bir fazlalığa ya da kusura sahip değildir gibi görünüyor bana ya da ben böyle bir kusur bulamadım! Saygılarımla...
  25. Atatürk yaşasaydı ne yapardı? Aslında tarih bilimi açısından "şu olsaydı ne olurdu" demek oldukça yanlış ve tutarsızdır. Ancak akademik bir ortamda da değiliz neticede... Atatürk'ün Ulusalcılık anlayışı; birlikte yaşanmış bir geçmişe ve birlikte yaşama kararlılığına bağlıdır. Bence Atatürk eğer yaşasaydı ya da yaşatsalardı; İngiltere'nin yaptığını yapmaya yönelebilirdi. İngiltere bizden çok daha erken bir dönemde ülkenin siyasal yapısını Birleşik Kırallık olarak tanımladı, pek bir değişiklik yapmadı (eksik biliyorsam lütfen düzeltin) ama yapısını ayrılıkçılığa ivme vermeyecek biçimde yeniden düzenledi. Almanya bunu yapmadı ya da yapamadı... Fransa ise 1980lere kadar tüm sömürgelerinde katı bir yöntem izledi; kırdırttı ya da kırdı... Amerika zaten açıktan açığa yapıyor ama İngiltere her zaman kurbağanın suyunu yavaş yavaş kaynatmayı sevmiştir. Kendisindeki bölünmeleri hissettiği an siyasi yapısını ve teşekkülünü Birleşik Kırallık olarak tanımladı; bitti... Atatürk'ün Ulusalcılık anlayışı aslında buna çok benzerdir. Ben açıkçası geçmiş olay ve olguların, bugünün olay ve olgularından kesinlikle geride olabileceğini düşünürdüm; yani Tarih Felsefesinde oldukça fazla bakış açısı var ama ben Tarih'i bir düz çizgi olarak algılardım... İleriye dönük, ilerlemeci... Ancak anladım ki öyle değil... Bugün yapılan eylemler yıllar ve yüzyıllar öncesinin algısında çok daha ilkel olabilir. İşte Atatürk'ten sonrası Türkiyesinin yapılanmasına ve siyasasına baktığımda ben, Atatürk'ün benimseyişinden çok daha geride ve daha ilkel politikalar izlendiğini düşünüyorum. O yüzden Atatürk eğer yaşasaydı/yaşatılsaydı belki kendi politikasını sürdürürdü ya da onu kesinlikle yaşadığı her döneme tekrar tekrar uyarlayarak geliştirirdi bilemiyorum... Bildiğim şudur ki; kendisinden sonraki siyasetçilerin düştükleri hataya düşmezdi... Ha, bi insan olarak elbette hata yapardı, elbette uzun yıllar yaşasaydı ve yaşamı süresince hep aynı koltukta kalsaydı dogmalaşabilir ve yıpranabilirdi ama yine de aynı hataları yapmazdı...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.