Zıplanacak içerik

DİPNOT

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

DİPNOT tarafından postalanan herşey

  1. Teşekkürler sevgili bilimselci... Saygılar...
  2. Görünen o ki maalesef şu anda ortalık toz duman. Fakat geleceği okumak mümkün görünmüyor. Yakın vade açısından bakıldığında doğru gibi görünen bu saptama uzun vadede yerini ister istemez gerçeğe bırakacaktır. Peki nedir bu gerçek: Bu gerçek Türkiye’deki askeri darbeyle kurulmuş anayasal otoriter rejim değişecektir. İslamcı, Kürtçü, Türkçü, Alevici siyasi ve sosyal oluşumlar demok-ratlaşacaktır. Hep birlikte farklılıklarımızla bir arada yaşamak dışında bir çıkış olmadığını sürecin sonunda anlayacağız. Ben, bu sürecin sonunda demokratik bir uzlaşma dışında bir olanağın bulunmadığını göreceğimize inanıyorum. Müslümanların çoğunlukta olduğu bir ülkede demokratik laik sistemi yeni baştan kurmamız gerektiğini, bunun alttan alta oluştuğunu görüyorum. Bu nedenle öfkelerin havalarda uçuştuğu şu günlerde sakin sakin geleceğe umutla bakabileceğimizi düşünüyorum. her zaman olduğu gibi bu geleşmeler karşısında umudu ve iyimserliğimi koruyorum... Hepimiz için önemli bir karar verdi Mahkeme... Sonuçta hukuk devleti kavramında önemli bir yol daha kaydedildi... Atatürk Cumhuriyetinin öyle ulemalara, şıhlara, dervişlere, tahrikatlara yaka bırakacak lüksü yoktor, olmayacakta... Saygılar...
  3. 'AKP dün kapatıldı!' Anayasa mahkemesi'nin başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılmasına ilişkin anayasa değişikliğini iptal etmesi kapatma davasını nasıl etkileyecek? İşte yazarlarının yorumları http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=AKP_dun_kapatildi__182563_1&tarih=06.06.2008&Newsid=182563&Categoryid=1
  4. Düşüncelerine katılıyorum sevgili bilimselci... İnanılmaz mutluluk duydum... Bendende Anayasa Mahmekesine yürekten teşekkürler...
  5. Evet ama sizde anlamış olamazmısınız.... Eski Tahran Büyükelçisi Korkmaz Haktanır'ın eşi Handan Haktanır'dan uyarı var: "İran'da örtü okula sinsice girdi; 3 yılda herkes örtündü" Önceki gece NTV'de akademisyenlerle türbanı tartışıyorduk, ki internet adresimize bir mektup düştü. Tahran'da yaşamış, "adının açıklanmasını istemeyen" bir diplomat eşi, İran'daki örtünme konusundaki deneyimini aktarıyor, Türk kadınlarını uyanık olmaya çağırıyordu. İsmi kontrol ettik; doğruydu. Mektup, 1991-94 yılları arasında Türkiye'nin Tahran Büyükelçiliği'ni yapan Korkmaz Haktanır'ın eşi Handan Haktanır'dan geliyordu.Yayında isim vermeden, mektuptan bölümler okudum. Yayından sonra da kendisine ulaşıp mektubun tamamına bu köşede yer vermek için iznini istedim. İşte Handan Haktanır'ın "türban uyarısı": "Ruj süreni sopaladılar" "Tahran'da görev yapmış bir diplomatın eşi olarak, türban konusunda düşündüklerimi bir iki cümleyle ifade etmek isterim: Tayin yerimiz olan Tahran'a uçağımız inerken 'hicab'ımı başıma geçirdiğimde kendimi şöyle teselli ediyordum: 'Nasıl olsa burası benim ülkem değil. Birkaç yıl dişimi sıkar katlanırım. Çok şükür ki biz Atatürk kızlarıyız ve böyle şeyler bizim başımıza gelmez.' Tahran'daki görev süremiz boyunca (gayrimüslimler de dahil olmak üzere) 'hicab'sız dolaşan tek bir kadın görmedim. Bir yabancı diplomatın eşi, şapka takarak bu yasağı delmeyi denedi, ancak devrim polisleri kendisini derhal ikaz ettiler. Bir başkasının eşi ruj sürdüğü için karakola alındı ve ellerine sopalarla vuruldu. Bu hanım bir keresinde 'Eğer Müslümanlık buysa, Hıristiyan olduğum için çok şanslıyım' demişti. "Süreç 3 yılda tamamlandı" "Tayinimizin ilk günlerinde İranlı hanım dostlarım bana sürekli olarak Türk kadınlarının dikkatli olmalarını ve erkeklerin bilinçaltındaki güvensizlik duygularından ve endişelerden kaynaklanan bu uygulamanın, sinsice ve adım adım geldiğini söylüyorlardı. Bir gün okullarına gittiklerinde kapıda 'Bundan böyle hicabsız derslere giremeyeceklerine' dair bir kâğıt bulmuşlardı. Dedikleri kadarıyla, sürecin tamamlanması üç yıl almıştı. Ondan sonra ise çok geç olmuştu. İtiraz edenlerin sayısı giderek azalmış, sonuçta yıllar sonra bu ortam içine doğan kızlar için 'hicab'lı olmak son derece doğal ve yerine getirilmesi gereken bir şart olarak algılanmaya başlanmıştı. Bu uyarıları ben o zaman masal dinler gibi dinlemiştim. Evet, ben de onlar gibi giyiniyordum, ama bu benim değil onların sorunuydu. Bizim ülkemizde böyle şeyler olmazdı. "Rüyamda korkuyordum" Ancak, bir süre sonra vestiyerden 'hicab'ımı alıp taktığımı, ancak sokağa çıktıktan sonra fark ettiğimin ayırdına vardım. 'Hicab', benim için de artık bir refleks haline gelmişti. Öyle ki, bazen rüyalarımda bile kendimi başı açık olarak gördüğümde korkuyla uyanıyor 'Devrim polisleri geliyor, ben ise hicabımı takmamışım' diye paniğe kapılıyordum. İşte o zaman, 'hicab'ın aslında buzdağının görünen parçası olduğunu; asıl amacın, kadının ezilmesi, kontrol altına alınması ve korku altında yaşayan, ikinci sınıf insanlar olduklarına inandırılması olduğunu anladım. O nedenle Türk kadınlarının çok dikkatli olması ve son derece masumane bir şekilde, özgürlük adı altında gelen bazı uygulamaların, ileride çok daha baskıcı bir rejimin ayak sesleri olabileceğini asla akıllarından çıkarmamaları gerekmektedir. En içten saygılarımla..." Kaynak... http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=6096
  6. Yüreğine ve kalemine sağlık sevgili dostum... Biliyormusunuz... 100 yıl önce bugünlerde, İttihatçıların en büyük korkusu neydi biliyor musunuz: Ayrılıkçı hareketlerin imparatorluğu bölmesi... Avrupa'nın dayattığı reformların Osmanlı'yı parçalaması... Sarık saran yobazlarla gericiliğin patlaması... Tanıdık geliyor değil mi? 100 yıldır aynı korkuları gezdiriyoruz zihnimizde... Tabii 4 milyon kilometrekarelik toprağın 3 milyon 200 binini, 1460 günde kaybetmiş olmanın, kolektif hafızada yarattığı tahribatı da... Bu dinci zihniyetin topluma sunduğu reçetelerin bir kanserden farkı hiçbirzaman bu kadar öldürücü olmadı... Ama şurasıda bir gerçek... Sorunu küçümsemeden, hafife almadan bu tırmanışı anlamak, ulusal marşın neden "Korkma" diye başladığını hatırlamak lazım. Sonra kitlelerde güven yaratacak, yaşam riskini azaltacak sosyal politikalar oluşturmak... Birşekliyle Kaygıları yatıştırmak ve Yaraları sarmak... Biz tehlikenin ve ... kokuların farkındayız... Ve tüm bu gerici, çağdışı ve anlamsız olup bitenler karşısında ses olmanızın, yürek olmanızın inanılmaz gücünüzünde... Sevgi ve saygılar...
  7. ’Dünya sahnesinde bir köylü çocuğu’ başlıklı haberinde The Economist Dergisi, Fethullah Gülen için şu ifadeyi kullandı: Kendi ülkesinde şerefle ve biraz da şüpheyle karşılanan ’peygamber’. THE Economist Dergisi, "Dünya sahnesinde bir köylü çocuğu" başlığıyla haber yaptığı Fethullah Gülen için tırnak içinde "peygamber" nitelemesini kullandı. Dergi, "Kendi ülkesinde şerefle ve biraz da şüpheyle karşılanan ’peygamber’" şeklindeki girişle başlayan yazı için, muhabirini Gülen’in memleketi olan Erzurum’un Korucuk köyüne gönderdi. Türbanlı kadınlardan oluşan "Gülenist kardeşliğin" köyde kapı kapı dolaştığını ve harem-selamlık toplantılar düzenlediğini yazan dergi, kuzen Necdet Gülen’in "Allah’a şükür köyümüzün tamamı Müslüman ve ’habis’ internet burada yok" şeklindeki sözlerini aktardı. Yazıda, yeni bir camisi olan, ancak evleri kerpiçten yapılan 600 nüfuslu köy, "dindarlığın mükafatının hala beklendiği bir yer" olarak tanımlandı. Umarım anlaşılmıştır sevgili i'tezele... Saygılar günaydın...
  8. Eğer Fethullah dindarsa, peygamber gibi ise, neden Amerikada yaşıyor? Anlatın; neden Mekkede Kabe yakınlarında bir malikanede değilde Amerika da FBI çiftliğinde. Söyleyin bu zat değilmiydi, 25 yıl o cami senin bu cami benim **** ağlayarak FAİZ haram diyen? Sorun kapıcınıza; peki BANK ASYA nedir? Uyumayın, uyuyanları da uyandırın korkmayın heryerde konuşun, konuyu siz açın takside, taksiciye konuşun apartmanda, kapıcıya konuşun sakallı gazete bayinize konuşun eve gelen gündelikçiye konuşun. Önce alıştırmanız gerekir. Görüntüye. Seslere. Hareketlere. Sessizliğe. Çevrenizde olup bitenlere. Yavaş yavaş alıştırırsınız. Alışırlar. Türbana. Çarşafa, peçeye. Taşyapıya. Oğulların gemilerinin olmasına. Çocukların televizyon kurmasına. Yakınların yolsuzluklarına. Sevgililere alınan evlere. Çokeşliliğe. Erkeklerin, kadınların ayrı ayrı oturmasına. Ramazanda öğle yemeği verilmemesine. Beyaz takkeyle gezenlere. Hem de öyle alışırsınız ki size çok doğal gelmeye başlar. Bizde böyle deyip geçmeye başlarsınız. 'Galiba demokrasi bu da biz mi anlamıyoruz?' diye kuşkulanırsınız. Sonra da uyuşursunuz. Yavaş yavaş uyuşursunuz. İçinizden bile tepki duymaz olursunuz. 'En az üç çocuk yapın' derler, dinler geçersiniz. 'Bizi azaltmaya çalışıyorlar' derler, gülme duygunuz bile kaybolmuştur. 'Batı'nın ahlaksızlığını aldık' derler, öyle dinler durursunuz. Uyuşturmuşlardır sizi. Bir yandan Çanakkale zaferini kutlarsınız. Öte yandan Çanakkale savaşını yıllar sonra kaybettiğinizi bile fark etmezsiniz. Başbakanınız planlarını Amerika'ya açıklar. Siz burdan dinlersiniz. Amerika Ankara'yı işgal etmektedir. Siz İngilizce öğrenmeye çalışırken durumu göremezsiniz. *** Alışırsınız ve uyuşursunuz. Geçmişe dalıp gitmişken, geleceği kaybetmekte olduğunuzu fark edemezsiniz. Plan da bunun için yapılmıştır. Önce alıştırma. Sonra uyuşturma. Yüzünüze demokrasi derler, arkanızdan gülerler. Yüzünüze çokkültürlülük derler, arkanızdan bölerler. Yüzünüze değişim derler, arkanızdan soyarlar. Yüzünüze gelişim derler, arkanızdan bakarlar. Alışırsınız. Uyuşursunuz. zzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzz _________________Sevgili Erdal Atabek'e sevgi ve saygılarımızla...
  9. "AKP şeriat devleti amaçlıyor" Başsavcı "AKP’nin gizli programı" olduğunu savundu. İşte mütalaanın tam metni... Kapatmada ve 71 isme siyasi yasakta ısrar eden Başsavcı Yalçınkaya mütalaasında AKP’nin savunmasına, bazı aydınlara ve AB’ye tek tek yanıt verdi, ABD’ye ise sert çıktı. Mütalaada kapatmanın uluslararası anlaşmalara uygun olduğu da ileri sürüldü. Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, AKP’ye açılan kapatma davasında, esas hakkındaki görüşünü Anayasa Mahkemesi’ne gönderdi. Mütaalada, AKP’nin kapatılması ve aralarında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da olduğu 71 isme yönelik “siyaset yasağı” talebi tekrarlandı. AKP’nin savunmalarına yanıt verilen mütaalada, Venedik Komisyonu ilkeleri ile Avrupa ülkelerindeki laiklik uygulamalarına yönelik tartışmalar yer aldı. Yargı çevrelerinde oldukça sert bulunan iddianamedeki iddiaların aynı sertlikle tekrarlandığı mütaalada sadece AKP’nin savunmalarına yanıt verilmekle kalınmayarak aydınlara, AB’ye ve ABD’ye yönelik sert eleştirilerin de olması dikkat çekti. 45 sayfalık mütaalada yer alan önemli konular şöyle: AKP’YE “TOTOLOJİ” YANITI: (AKP’nin savunmasında iddianamenin ’totoloji’ olduğuna iliştin görüşe karşılık olarak) Cumhuriyetin temel karakteristiği laikliktir. Çünkü ulusal egemenliğin kaynağı ilahi kudret değil, bizzat ulusun kendisidir. ’Totoloji’ kaygısı, varlığını Cumhuriyete ve onun devrimlerine borçlu olanları bu gerçeği defalarca ve ısrarla vurgulamaktan alıkoyamayacaktır. SÖZDE AYDINLAR: Emperyalizm, günümüzde de sürdürdüğü yayılmacı politikasında temel güç olarak yerelden devşirdiği işbirlikçileri kullanmıştır. Yakın tarihimizde ’mandacılık’ olarak anımsadığımız bu işbirliği şebekesinin kaynaklarını, yüzyıllardır halkın din duygularını sömüren din tacirleri ile ekonomik ve siyasi çıkarlarını ’müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit’eden işbirlikçi sözde aydın bir kesim oluşturmuştur. Kurtuluş Savaşı yıllarında işgalcilerin en büyük destekçisi ’sivil toplum kuruluşu’ İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kurucusu, Sait Molla isimli bir mürtecidir. Mustafa Kemal ve Kuvayı Milliyeci’lerin idamına fetva veren bir mürteci de Dürrizade Abdullah Efendi isimli şeyhlülislamdır. Her ikisi de Osmanlı’nın ulema (!) sınıfındadır. MARAŞ VE SİVAS KATLİAMLARI: Yakın tarihimizde de din ve mezhep kışkırtmalarıyla gerçekleştirilen Malatya, Kahramanmaraş, Çorum ve Sivas katliamları hatırlandığında; irtica tehlikesinin mevcudiyeti ve yakınlığı ile laiklik ilkesinin Türkiye için önemini daha iyi anlaşılacaktır. 1946’DAN SONRA İRTİCA: Kurtuluş Savaşı sadece işgalcilere karşı değil, işbirlikçi irticaya, din istismarcılarına karşı da verilmiştir. Cumhuriyet’in temel karakteristiği laikliktir. İrtica, 1946’da çok partili rejime geçilmesiyle bazı partilere sızarak faaliyetlerini sürdürmüştür. 1960’a kadar farklı partilerde yuvalanan irtica, ilk defa 1970’te MNP adıyla siyaset sahnesine çıkmıştır. MNP ve devamı niteliğindeki RP ve FP kapatılmışlardır. AKP’NİN ÖRTÜLÜ PROGRAMI VAR: AKP’yi FP’de liderlik mücadelesini kaybedince ayrılan bir ekip kurmuştur. Bu ekip laiklik karşıtı partilerin geçmiş siyasi deneyimlerinden ders çıkarmış, örtülü bir programla hedeflerine birkaç aşamada ulaşmayı planlamışlardır. Bunu yaparken olası tepkileri bertaraf etmek için demokrasi, insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü gibi evrensel değerleri kullanmaya başlamışlardır. AKP ÇOĞUNLUK DİKTASI PEŞİNDE: Şeriatın tüm toplumu İslami bir düzene kavuşturmayı esas alan ’cihat’ boyutu gözetildiğinde, laik rejimi dönüştürmek için güç kullanılması ve bu tehlikenin uzak olmadığı gerçektir. AKP’nin ’Milli irade’ kavramından anladığı sınırsız siyasi iktidar algısı, olası çoğunluk diktasının açık işaretidir. AKP’YE AYRICALIK İSTENİYOR: İktidar partisine kapatma davası açılamayacağı görüşü, AKP’ye ayrımcılık yapılması istemidir. RP davasında, RP’nin koalisyonun büyük ortağı olması AİHM tarafından amaçladığı projeyi yürürlüğe koyma olanağına sahip olması nedeniyle ’demokrasiye yönelin tehdidi artırdığı’na vurgu yapılmıştır. AVRUPA İLE FARK: Batıda parti kapatmalara sık rastlanmadığı doğrudur. Çünkü bu ülkelerde rejimin niteliği ve değişmezliği konusunda bir uzlaşı vardır. Bazı Avrupa ülkelerinin anayasalarında laiklik ilkesi bile yoktur. Çünkü bu ülkelerde laiklik siyasi bir tartışma konusu olamayacak kadar içselleştirilmiştir. Ülkemizde ise laiklik sürekli din istismarcılarının saldırılarına maruz kalmıştır.
  10. Kılıç: Mütaalayı AKP'ye gönderdik AKP'ye kapatma davasında yeni perde. Yargıtay Başsavcılığı, AKP'nin kapatma davası hakkındaki mütalaasını Anayasa Mahkemesi'ne verdi. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, AK Parti hakkındaki kapatma davasıyla ilgili esas hakkındaki görüşünü Anayasa Mahkemesi'ne gönderdi. BAŞSAVCI YALÇINKAYA 'AKP KAPATILSIN' DEDİ Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Yalçınkaya, Anayasa Mahkemesi’ne sunduğu esas hakkındaki mütalaasında, AKP’nin kapatılması yönündeki talebini yineledi. Başsavcının mütalaası Anayasa Mahkemesi tarafından AKP’ye gönderilecek. Başsavcısı Yalçınkaya’nın mütalaasında AKP’nin kapatılması talebini yinelediği öğrenildi. Alınan bilgiye göre, AK Parti'nin sunduğu ön savunmanın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderilmesinin ardından 1 ay içinde esas hakkındaki görüşünü sunması gereken Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, yasal sürenin son gününde esas hakkındaki görüşünü yüksek mahkemeye bildirdi. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının esas hakkındaki görüşü AK Parti'ye gönderilecek, AK Parti de 1 ay içinde esas hakkındaki savunmasını yapacak. Daha sonra belirlenecek bir tarihte Yalçınkaya sözlü açıklama, AK Parti yetkilileri de sözlü savunma yapacak. Bütün bu aşamalarda istenebilecek ek süre taleplerini Anayasa Mahkemesi değerlendirecek. Bu sürecin ardından, davaya ilişkin bilgi, belgeleri toplayacak Anayasa Mahkemesi raportörü, esas hakkındaki raporunu hazırlayacak. Bu işlemler sürerken, gerek Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı gerekse davalı AK Parti ek delil veya yazılı ek savunma verebilecek. EN AZ 7 ÜYENİN OYU GEREKLİ Raporun, Anayasa Mahkemesi'nin 11 üyesine dağıtılmasının ardından, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç toplantı günü belirleyecek. Üyeler, belirlenen günde bir araya gelerek kapatma istemini esastan görüşmeye başlayacak.AK Parti hakkındaki kapatma davasını 11 kişiden oluşan Anayasa Mahkemesi Heyeti karara bağlayacak. Asıl üyelerden herhangi birinin bulunmaması veya emekliye ayrılması durumunda 4 yedek üyeden en kıdemlileri heyete katılacak.Anayasa'ya göre bir siyasi partinin kapatılmasına karar verilebilmesi için nitelikli çoğunluğun oyu aranacak. Buna göre, kapatma kararı için Anayasa Mahkemesi'nin 11 asıl üyesinin en az 7'sinin oyu gerekecek. ________________ Kaynak: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/9058130....29&sz=79002
  11. Bir bakan ülkesini şikayet etmez... Muhalefet partileri ve ilahiyatçılar “Türkiye’de sadece gayrimüslim azınlıklar değil, Müslüman çoğunluk da dini özgürlüklerle ilgili sorunlar yaşıyor” diyerek Türkiye’yi AB’ye şikâyet eden Dışişleri Bakanı Ali Babacan'a sorular... Hükümetlerimizin baskısıyla bizlerin yaşayamadığı dini vecibelerimiz nelerdir? Ülkemizde böyle bir sorun yokken varmış gibi dış ülkelerde anlatmakla ne yapmak istiyorsunuz? Bugüne kadar kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinden hangisi yüce dinimizin emirlerinden olan ‘İslamın şartları’nın yerine getirilmesinde müminlere yasak uygulamıştır? Hacca mı gidemiyoruz? Oruç mu tutamıyoruz? Namaz mı kılamıyoruz? Sizden başka şikâyeti olan var mıdır? Üstelik bu ülkenin dış işleri bakanı olarak tüm bunları açıklayabilirmisiniz?...
  12. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sitesinde neler var neler... Bir kadının, tanımadığı bir erkekle konuşması günah... Dışarı çıkarken parfüm sürmek günah... Sevgililerin el ele tutuşarak yürümeleri, birbirlerine sarılmaları günah... Sitedeki görüşleri sürdürelim: “Erkek ve kadın bir diğeri için cinsi uyarıcıdır. Bu sebeple yabancı (aralarında evlilik bağı veya devamlı evlenme engeli bulunmayan) erkek ve kadınların birbirlerine karşı mesafeli davranmaları gereklidir. Yine, yabancı bir kadının yabancı erkekle baş başa kalması da doğurabileceği sakıncalı sonuçlar dolayısıyla yasaklanmıştır. Hadislerde, aralarında nikâh bağı veya devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkek ile bir kadının, başkalarının görüşüne açık olmayan kapalı bir mekânda baş başa kalmaları yasaklanmıştır. Bir hadiste Hz. Peygamber ‘Kim Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsa, yanında mahremi olmayan bir kadınla yalnız kalmasın; çünkü böyle bir durumda üçüncüleri şeytandır’ buyurmuştur. Böyle bir durum karşı cins için tahrik edicidir, zinaya veya dedikoduya ve tarafların iffetlerinin zedelenmesine yol açabilir.” “Kuran’da zina ve fuhuş büyük günahlar arasında sayıldığı, zinanın dünyevi ve uhrevi cezasından söz edildiği gibi, erkek ve kadınların gözlerini haramdan korumaları, avdet yerlerini örtmeleri emredilmiş, böylece zinaya giden yolun bir yönüyle kapanmış olacağına işaret edilmiştir. Bir hadiste Hz. Peygamber dil, ağız, el, ayak, göz gibi organların zinasından söz ederek zinaya zemin hazırlayıcı her türlü gayrimeşru ilişkinin, flört ve beraberliğin de bu nevi zina olduğunu belirtmiş, bunlardan da sakındırmıştır. Çünkü iffet ve namus bir bütün olup, o ancak onu lekeleyecek her türlü kötülük ve yanlışlıktan uzak kalınarak korunabilir.” Ne diyelim... Eh ilahi yani...
  13. İslami kıyafet kullanan ilk Cumhurbaşkanı eşi Times'dan türban yorumu... The Times gazetesi geziyle ilgili şu notlara yer verdi: “Kraliçe ve Edinburgh Dükü, 37 yıl önce Türkiye’ye ilk resmi ziyaretlerini yaptıkları zaman, halk adeta kendinden geçmiş bir biçimde karşıladı. Binlerce kişi, polis kordonlarını aşarak, İngiliz bayraklarıyla Kraliçe’nin olduğu üstü açık arabaya hücum etti. Hipodrom ziyareti ve Türk aşk şarkılarını içeren program bir hayli eski tarz idi. Ama bugün modern Türkiye Cumhuriyeti yaşlı Avrupa’yı AB üyeliğine layık bir ülkenin olgun yüzüyle karşılıyor. Ancak 1971 yılındaki ziyaret sırasında Kraliçe’yi karşılayan çoşkulu kalabalık bu kez yoktu. Kraliçe ve Prens Philip, Batılı Avrupai giyim tarzını teşvik etmekle tanınan Atatürk’ün mezarını ziyaret ettikten sonra, karısı bu tarzdan yoksun olan ve tartışmalı türban takan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile görüştü.” Hayrünnisa Gül’ün, ‘İslami giysi kullanan ilk fist lady’ olduğuna dikkat çeken gazete, “Türban, ülke laik gururunu İslami kökleriyle barıştırmaya çalışırken Türk siyasetinde en çok tartışılan konulardan biri olmayı sürdürüyor” yorumunu yaptı.
  14. ÇOCUK YAŞTAKİLERLE EVLENMEK ARAP İŞİDİR... 78 yaşındaki gazeteci yazar Hüseyin Üzmez’in 14 yaşındaki kız çocuğuna sarkıntılık ettiği iddiasıyla tutuklanması toplumsal çöküntümüzün başka bir boyutunu ortaya çıkardı. Hüseyin Üzmez, her yerde “Ben şeriatçıyım!” diyerek yaşam modelini dine dayadığını gösteriyordu. Onun çalıştığı Vakit Gazetesi de İslamcı bir çizgide yayın yaptığı iddiasındadır. Hüseyin Üzmez’in şahsında patlak veren çocuk yaştaki kızlara yönelik istismar, kendilerini dindar gösteren gazeteciler tarafından da mazur gösterilmeye çalışıldı. İlginçtir ki bugünkü hükümeti destekleyen gazeteler, bu rezaleti haber yapmamak için direndiler.İş sadece Hüseyin Üzmez’le sınırlı değil. Kendisini Müslüman gösteren işadamları hatta aydınlar çokeşli evliliği savunmaya başladılar. Başbakan’ın danışmanlığını yapmış isimlerin de böyle yaşadığı söyleniyor. İşin ucunun kız çocuklarına dokunduğu bu yaşam modeli acaba yeni mi çıktı? ARAP ÖRFÜDÜR Çocuk yaştaki kızları nişanlamak ve onlarla evlenmek, Arap geleneğidir. Bu gelenek, İslam öncesinden kalma olup İslam toplumu içinde de devam ettirilmiştir. Bunun en açık örneğini Peygamber’in eşi Ayşe’nin hayat hikayesinde bulmaktayız. Bütün kaynaklarda bulunan bilgilerin özeti şudur: Ebu Bekir’in kızı Ayşe, 6 veya 7 yaşında iken Hz. Muhammet ile nişanlandı ve 9-10 yaşlarında da evlendiler. Ayşe’nin evlenmesi ile ilgili olarak Arap Tarihçisi İbn Kesir’in El Bidaye ve’n Nihaye adlı tarihinin üçüncü cildinden şu bilgileri aktarıyoruz: Resulullah (sav), Aişe’yi Ebu Bekir’den istedi. Ebu Bekir ona, “Ben ancak senin kardeşinim” dedi. Resulullah şu karşılığı verdi: “Sen Allah’ın dini ve kitabında benim kardeşimsin. Aişe benim için helaldir.” Buhari, Urve’den rivayet ederek Hz. Aişe’nin söyle dediğini nakletmiştir: “Ben altı yaşında bir kız iken Resulullah benimle evlendi. Sonra Medine’ye hicret ettik. Annem Ümmü Ruman, arkadaşlarımla birlikte ben salıncakta oynamakta iken, beni alıp götürdü. Ben de bana ne yapacağını bilemediğim için yüksek sesle bağırmaya başladım. Elimden tuttu, beni evin kapısına getirip durdurdu. Ben nefes nefese idim. Nihayet sakinleştim. Annem biraz su alıp yüzümü ve başımı yıkadı. Sonra beni içeri koydu. Orada ensardan birkaç kadın vardı. “Hayırlı, uğurlu, bereketli olsun” dediler. Annem beni onlara teslim etti. Onlar da beni süsleyip hazırladılar. O esnada hiçbir şeyden ürkmemiştim. Yalnız kuşluk vakti Resulullah geldiğinde biraz ürktüm. Beni ona teslim ettiler. O gün ben dokuz yaşında bir kız idim.” CARİYELERİ DE VARDI Bu tür evlilikler, Arap derebeyleri arasında normal görülüyordu. Bu egemen kesim temsilcileri, istedikleri kadar kadın alabiliyorlardı. Bunlardan başka, savaşlarda ele geçirilen veya başka ülkelerden getirilen köle kadınlar da Arap zenginlerinin hareminde bulunuyordu. Bu kadınları istedikleri gibi kullanıyor, sonra başka birisine satabiliyorlardı. Kuran-ı Kerim’de Araplarda cariyelerin (köle kadın) yaygın biçimde kullanıldığını gösteren birçok ayet yer almaktadır. İslam dininin yayıldığı coğrafyalarda da başka milletler arasında Araplara ait bu gelenek yaygınlaşmıştır. Erkekler, çok kadınla evlenmeyi ve cariye kullanmayı, Hz. Muhammet’in hayatına dayandırarak buna ‘sünnet’ demişler ve taklit etmeyi de bir dindarlık gibi göstermesini bilmişlerdir. Bugünün gericileri de Hz. Muhammet’in diğer yönlerini değil, gelenekten gelen bu yönünü öne çıkartarak kendi yanlışlarına dinsel bir elbise giydirmeye çalışmaktadırlar. Arap gezginlerinin eserleri bile gösteriyor ki Osmanlı’dan önceki Türklerde çokeşlilik yoktur. Çünkü, Türklerde devlet yönetiminde hakan veya han kadar, ‘hatun’ denilen ana da yetki sahibidir. Bunu en açık biçimde Orhun Yazıtları’nda görmekteyiz. Çünkü, orada önce anaya, sonra babaya hitap edilmektedir. Eski Türk geleneğinde, oğul çadıra veya otağa girdiğinde, önce anasını, sonra babasını selamlardı. Güneydoğu Avrupa’da binlerce yıl egemen olan Kıpçak-Kuman Türklerinde hatun, hakana eliyle şarap sunar, birlikte içerlerdi. Otağda kadınlarla erkekler birlikte yar alırdı. 14. yüzyıl başlarında Anadolu ve Ukrayna bölgelerini gezen İbni Batuta diyor ki: “Türklerde erkekler, kadınlarına öyle saygılı davranırlar ki görenler o erkeği kadının kölesi sanırlar. Türk kadınları erkeklerden hiç kaçmazlar.” Türklerde çocuk yaştaki kadınlarla evlenme geleneği hiç görülmemiştir. Erkeğin evleneceği kadının fiziki gelişimini tamamlaması, hayatla mücadelede erkek kadar güçlenmesi şart olmuştur. 14. yy’da oluştuğu tahmin edilen Dede Korkut Hikayeleri’nin incelenmesi bunu gösterir. Bir kızı isteyen erkek, onunla güreşip alt etmesi gerekir. Kan Turalı hikayesinin gösterdiği üzere, Türklerde 9-10 yaşındaki kız çocukları ile evlenmek düşünülmesi bile mümkün olmayan bir iştir. Eski Türklerde tekeşli evlilik yapısı temel alınmış; fuhuş yapanlar da ölümle cezalandırılmıştır. Türk kadınının tarihsel konumunu, ‘Yabancı Kaynaklara Göre Türk Kimliği’ adlı kitabımda (Fark Yayınları) ayrıntısıyla anlatmış bulunuyorum. OSMANLI SARAYINDA Peki, nasıl oluyor da bugün reşit olmayan çocuklarla cinsel ilişkiye kalkışıyor bazı Türkler? İşte bu tipler, milli kimliğini terk edip din üzerinden Araplaşmış insanlardır. Osmanlı Devleti zamanında hilafetin de İstanbul’a taşınmasıyla Arap örfü, İslam dininin bir emriymiş gibi Osmanlı sarayına aktarılmıştır. Osmanlı sarayında çok eşlilik, dinin verdiği bir yasal hayat olarak görülmüştür. Böylece padişahların sayısız cariyeleri olmuştur. Ayrıca belirtmeliyim ki saray hayatı, padişaha ve adamlarına azgın cinsel isteklerini doyurmak için ‘içoğlanı’ denilen genç erkekleri dahi meşru yapmıştır. Türk halkı arasında olmasa bile Osmanlı sarayında Arapları aratmayacak işler olmuyor değildi. Örneğin padişah, kızlarını 4-5 yaşlarında vezirlerine nişanlayabilirdi. Bunun elbette siyasi bir sebebi vardı. O veziri, saraya bağlamak ve hareketlerini kontrol altına almak… 17. yy’ın son çeyreğinde İstanbul’daki İngiliz elçiliğinde görevli olan Ricault, bakın neler anlatıyor: Hünkarın kızları genellikle dört, beş yaşlarında büyük bir paşa veya beylerbeyi ile muhteşem törenler sonunda nişanlanır. O andan itibaren damat adayı, kızın bütün eğitimini karşılamak ve bir hünkar kızına layık olacak bir yaşayış tarzını sağlamakla yükümlüdür. Şimdiki Sultan’ın babası olan Sultan İbrahim, üç kızını da o yaşlarda evlendirmişti. Bunlardan Gevherhan Sultan, söylenenlere göre bakire olmasına rağmen beş koca veya nişanlı değiştirmişti. Son kocası Raab Irmağı’ndan geçerken şehit edilen İsmail Paşa’dır. Halen Budin Beylerbeyi Gürcü Mehmed Paşa ile evli olup, otuz yaşındaki bu Paşa, Sultan’ın soyluluğuna layık bir şekilde ona bakabilecek zenginliktedir; ancak Sultan’ın yaşının küçüklüğünden dolayı yatağına hala girememiştir.” Görüldüğü üzere Osmanlı padişahı, akrabalık bağı kurmak için vezirlere kızlarını 4-5 yaşlarında nişanlarsa da fiili evlilik için onların büluğa ermesini bekledikleri anlaşılmaktadır. Cumhuriyet rejimi, şeriat hukukunun ****** yüzünü gösteren çocuk yaştaki kızlarla evlenmeyi yasaklamıştır. Bugün, cumhuriyete karşı savaşanlar; medeni kanun yerine şeriat isteyenler; işte bu kız çocukları ile yatağa girmek düşü gören tiplerdir. Acaba bu tür sapkınlıkları da engelleyen Atatürk devrimlerinin büyüklüğünü anlayabiliyor muyuz? ________________________________ RIZA ZELYUT
  15. Esas suç işleyenler radikal dinsel doğmalardır... Aynı dualarla binlerce yıldır hiç bir işe yaramayan ve sadece insanları uyutmaya çalışan, onları kendi çıkar doğrultularında kullananan kurumlar, kuran kursları vb. leri kapatılmalıdır... Bu arada... Atatürk'ün yaptıklarını, eserlerini, emanetlerini ve modern, aydın, ilerici, çağadaş düşüncelerini dünya döndükçe okuyacağız, ışığından faydalanacağız, emanetlerini koruyacağız ve düşüncesinin bekçisi olacağız... Doğmaların değil... Güzelim ülkemizi araplaştırmaya, yozlaştırmaya, gericiliğe itmekten başka hiçbir işe yaramayan Diyanet gibi kurumlar, kuran kursları ve hatta gereksiz camilerin birçoğu kapatılmalıdır...
  16. 21. Yüzyıl Cehaleti... 21. yüzyıl cehaleti, kısaca bilim ve teknolojide bilgi kıtlığı, gelişmemişliğidir. 1995’te UNESCO başkanı jeolog Federico Mayor ve geofizikçi Augusto Forty ve birkaç bilim adamı ‘Science and Power’ adlı bir kitap yazmışlardı. Kitabın Federico Mayor tarafından yazılan son bölümünde bu cehaletin öğelerini açıklayan tanımlar vardır. Bu yüzyıl ortalarında oluşabilecek ve, İslam ülkelerine yönelecek yeni ekonomik sömürge çağının altyapısı bu ülkelerin bilimsel ve teknolojik geriliklerinin sonucu olacaktır. Bu acıklı geleceğe ilişkin bazı gözlemleri bu kitaptan esinlenerek özetlemek istiyorum. Türkiye henüz kaç bio-teknolog, kaç enerji uzmanı, kaç jeolog, kaç elektronik uzmanı, kaç doğa bilimci, kaç matematikçi ve kaç ‘imam’ yetiştireceğini anlamamış bir ülke. İşletmeci-imam yakın geleceğin okumuş prototipi olarak hazırlanıyor. Türk toplumu cyber-space ve nano-teknoloji dünyasında çağdaş Cro-magnon kuşağı olarak arz-ı endam etmemeli! Bu gözlemlerde yeni bilimsel aydınlanma ve teknolojik yenilenme döneminde özgürlüğün rolü, bilginin paylaşılması, bir kütle fenomeni olarak bilgi, medya ve bilim, bilgi transferi ve bilim adamlarının sorumluluğu bağlamında vurgulanan olguları, cahil ve vurdumduymaz bir idareci sınıfına sürekli anlatmak zorundayız. 1. Soğuk savaş döneminde hükümetler bilimsel ve teknolojik araştırmalara, özellikle askeri alanda ve ekonomide, çok geniş parasal olanaklar sağlamıştır. Bütün ülkelerin aydınları da geleceklerinin bilim ve teknolojide olduğuna inandılar. Bugün de sözde olmasa bile pratikte aynı tutum geçerlidir. Ne var ki o dönemdeki yatırımlar zengin ve fakir uluslar arasındaki bilimsel kapasite farkını daha da arttırmıştır. 2. Bilimle hükümetler arasındaki yakın işbirliği ancak özgür toplumlarda gerçekleşiyor. Gerçi totaliter devletler de halkları için bilimin sağlayacağı gelecekleri vurgulamışlardı. Fakat bu gelecek için halkın özgürlüklerinden vazgeçmelerini de istemişlerdi. Bizim bugün yaptığımız gibi YÖK Başkanları seçtiler, araştırma paralarını, faşist ya da sosyalist (ya da kendilerince makbul) bilim kuramları üreten sözde bilim adamlarına dağıttılar. Federico Mayor o dönemde demir ve kömüre ve insan gücüne dayalı sanayileşmenin politik boyutu gözden sakladığını, zorba ekonominin yürüdüğünü, fakat elektronik tarım, biyoloji ve bioteknoloji üzerine dayalı yeni sanayide, özgür olmamanın ve eğitimsizliğin cezasının çekileceğini vurgular. OKUYAN CAHİLLER Türkiye’de bugün okul ve öğrenci sayısına dayalı bir öğretim komedisi var. Geçen gün ticaret lisesini bitiren ve işletme (bu işletme fakülteleri Türkiye’yi ‘işleten’ fakülteler olarak da anılabilir) okuyan, düzenli konuşan ve dışarıdan bakınca zeki bir genç kıza sordum: ‘Suriye, Yunanistan ve Azerbaycan nerede?’ Bilmiyordu. Sonra muhasebe okuyan bu yükseköğretim öğrencisinin 13x7 çarpımını akıldan yapmasını istedim, onu da yapamadı. Hiç kitap okumuyormuş. Bu insanı donduracak deney ve gözlemleri her gençle yapabilirsiniz. Kimi istatistiklere göre Türkiye insanı ortalama 10 yılda bir kitap okuyor, günde 5 saat televizyon seyrediyormuş. Japonya’da ise kişi başına yılda 25 kitap okunuyormuş. Belki milletvekillerimiz de aynı ortalamayı tutturabiliyordur. Türkiye bir mucizeyi gerçekleştiriyor ve okuyup öğrenmeden müthiş gelişiyor! Borcu kabarıyor, dolar milyarderi yetiştiriyor, gökdelen yapıyor ve neredeyse her şeyi ithal ediyor. Böyle bir ekonominin işleyişini, ve sanayileşmenin doğasını ancak iyi saatte olsunlar bilebilir. Bu cehalet sorununu serbest ticaretin (liberal ekonominin) çözmeyeceği de açık. Cahil bir ülkenin sadece ucuz işçiliğe, sıcak paraya, faize, kötü eğitime, palavraya ve televizyon seyirciliğine dayalı bir örgütlenme şansı, hele ‘özgürlük kültürü’ yoksa, olanaksızdır. 3. Bilim paylaşılan bilgi üzerine kuruluyor. Fakat 7x13’ü çarpamayan üniversite öğrencisi bu paylaşanlar arasında olamaz. Federico Mayor, ‘bilim ve teknoloji her gün yeni buluşlarla giderek karmaşıklaşan bir bilgi (information) ortamında yaşıyor. Oysa toplum ve politik liderler bu gelişmenin dışında kalıyorlar’, diyor. Türkiye’de bu tanım tam yerine oturmaktadır. 4. Çağımızın en önemli sorunu ‘bilimsel okumamışlık’ (scientific illiteracy)’dır. (Bizim Milli Eğitim Bakanlığımız milli ve eğitim sözcüklerinin içeriğini doğru tanımladığı zaman eğitimimiz amal-i erbaa öğretebilen bir düzeye çıkar inşallah!). ‘Halk en temel bilimsel bilgilere uzak kaldığı için gerektiğinde rasyonel bir seçim yapmakta zorlanıyor’, diyor UNESCO Başkanı. (Bizim hükümet enerji kıtlığı ve susuzluk, ulaşım gibi sorunları bu halka referandumla sorarak, inşallah, çözme olanağı bulacaktır.). Kuşkusuz bilgisizlik sadece Türkiye’ye özgü değil. 1992’de İngiltere’de yapılan ‘Okumuş bir insanın okuması gerekli 10 temel kitap’ adlı ankette tek bir bilimsel yapıt yokmuş. İleri toplumlar bile edebiyatı temel bilgi açılım olarak görmekte devam ediyorlar. Bu olgu II. Dünya Savaşı’ndan sonra E. J. Snow tarafından da dile getirilmişti. Türkiye’de okumuşluk, bilimsel bilgi sahibi olmak anlamına hiç gelmedi. Fakat toplum yeterince uyanık. Kimse MRI’sız hastaneye gitmiyor. Kuşkusuz insan varlık olarak aklı ile olduğu kadar duygularıyla da yaşar. Fakat bu insan karnı şişirilen, kafası boş bırakılan, dolar hesabında boğulan insan değildir. Namaza giderse dönünce pabucunda altın bulacağına inanan insanların eğitimle ilgili bir dertleri olamaz. Federica Mayor bugünün insanının dünyayı bütün boyutlarıyla algılaması gerektiğini söyler. Bizim öğrencilerimizin de hiç olmazsa Azerbaycan’ın nerede olduğunu, ve Türkiye’de susuzluk, kuraklık sorunlarının önemini bilmesi gerek. Fakat daha da başta gelen ve çağdaş toplumların en önemli sorunu olan olgu ‘karar verici’ durumda bulunanların bilgi düzeyidir. POLİTİKACILAR UMUTSUZLUK KAYNAĞI Çağdaş kültürün çok gerisinde kalmış politikacılar, gelecek açısından sadece umutsuzluk kaynağı olabilir. İnsanlar, tarihin kendilerini nereye getirdiğini bilmelidir. Üst düzeyde bilim adamları yetişmesinin ve eğitimin gelecek dünyada yaşamına olanak veren temel girdi olduğunu da öğrenmek zorundalar. Bu bilgiler ne yazık ki televizyondan öğrenilmiyor. Spor, show, film dizileri, politik dedikodu, bilgi değildir. UNESCO istatistiklerine göre az gelişmiş (yani Türkiye gibi) ülkelerde yüksek öğretim almış insan sayısı gelişmiş ülkelerin 4-5 katı daha az, sanayileşmiş ülkelerde teknik personel sanayileşmemiş ülkelerin 8 katı, az gelişmiş ülkelerde (dünya nüfusunun %80’i) AR-GE harcamaları dünya araştırma harcamalarının sadece %4’üdür. Sürdürülebilir kalkınma programlarında yeterli bir eşiğe gelmenin ilk koşulu yetişmiş insan gücünün kritik bir büyüklüğe erişmesidir. Bu bilgi birikimine liseden mezun olup, Yunanistan’ın nerede olduğunu bilmeyen ve dört işlem yapamayanlarla ulaşılamaz. Eğitim milyonluk öğrenci sayısı, binlerce yapı ile ölçülmüyor. Bizde okul var, eğitim yok, spor salonu var, spor yok, konferans salonu var, konferans yok, yol var, ulaşım yok. Eğitimin öğrenciler için mi, yoksa inşaat müteahhitleri için mi yapıldığı pek açık değil. Bugün yeterli olmayan teknisyen, mühendis ve bilim adamı, yarın için gerekli teknik (yani uygarlık) kalitesinin hiç yetişememesi anlamına geliyor. Eğitimin varlığı, ancak amaca uygun, bilim ve teknolojiye gereken ağırlığı veren eğitim programlarının varlığı ile gerçekleşir. İngilizce dilli vakıf üniversitesi bilim adamı, mühendis yerine işletmeci yetiştiriyorsa, bu sadece millet kendini ‘işletiyor’ demeye gelir. Türkiye henüz kaç bio-teknolog, kaç enerji uzmanı, kaç jeolog, kaç elektronik uzmanı, kaç doğa bilimci, kaç matematikçi ve kaç ‘imam’ yetiştireceğini anlamamış bir ülke. İşletmeci-imam yakın geleceğin okumuş prototipi olarak hazırlanıyor. Türk toplumu cyber-space ve nano-teknoloji dünyasında çağdaş Cro-magnon kuşağı olarak arz-ı endam etmemeli! Bir Cro-magnon adamı rökonstrüksiyonunu hatırlıyor musunuz sayın okuyucular? http://www.cumhuriyet.com.tr/?xl=empopup&em=cubilim/w/b0901.html
  17. İRTİCA YOKTUR... Aziz Nesin’in 49 yıl önce yazdığı bu yazısının bazı bölümlerini aktarıyorum:(1) “Genelkurmay Başkanlığı”nın “Erkân-ı Harbiye-i Umumiyye Reisliği” olduğu bir dönemde, bir milletvekili çıkar, ‘ekim, kasım, aralık, ocak’ aylarının adlarını yine eskisi gibi ‘teşrinievvel, teşrinisani, kanunuevvel, kanunusani’ diye çevirelim diye bir tasarı verir. Kimsede ses yok. Nasıl ses yok? Var. Şu sesi duyarsınız: - İrtica yoktur! Erkeklerin ‘şeriat üzre’ dört kadınla evlenebilmelerinin yasallaşmasını isteyen bir milletvekili çıkar. Tıs yok. Nasıl yok? Var. Şu sesi duyarsınız: - İrtica yoktur! Anayasanın ‘Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ olduğu bu dönemde bir milletvekili çıkar. Anayasaya ‘İslam devleti olduğumuzun yazılmasını’ önerir. Bu yolda yurdun dört bir bucağından toplananan binlerce imzanın boyu kilometreler tutar. Hiçbir yankı uyanmaz. Nasıl uyanmaz? Uyanır. Şu sesi duyarsınız: - İrtica yoktur! 31 Mart kahramanı Volkan’cı Derviş Vahdeti‘nin kalem ortağı, Said-i Kurdi ıkar, milletvekillerine şöyle mektuplar gönderir: - Türkiye’deki Nurcuların sayısı, polislerin sayısından çoktur. 600 bin Nurcu, Türkiye’de asayişin korunmasında emniyet kuvvetleri kadar önemlidir. Herkeste bir susukluk, yok, değil. Şu sesi duyarsınız: - İrtica yoktur! Bir parti kongresinde bir delege, cuma namazı kılınması için cuma ğleden sonraları ‘resmi tatil’ olmasını ister. Kimse aldırmaz. Aldırmaz olur mu? Aldırır. Şu sesi duyarsınız: - İrtica yoktur! Bizde yasa güvenliği altında din öğretimi var. İlkokulda, ortaokulda, imam hatip okullarında, ayrıca Kuran kurslarında din eğitimi yapılır. Ama yobaz, yasaya uygun bir eğitimle de yetinmez, ilkokuldan bile geçmemiş çocuklara Arap harfleriyle okuma-yazma ğretir. Okul olmayan köylerde bile bunlar vardır. Ama ses çıkmaz. Nasıl çıkmaz? Şu sesi duyarsınız: - İrtica yoktur! Türkiye’de tarikatlar, tekkeler vardı: Bektaşi, Kadiri, Rufai, Mevlevi, Nakşibendi. Bunlardan yalnız Mev-levilik yürümektedir. Bütün gelenekleriyle her yıl ayinleri, törenleri yapılır. Bir şey söylemeye kalksanız, karşınıza Mevlana’nın büyüklüğüyle çıkarlar. Oysa Mevlana’nın büyük eseri, bu gericiliğin örtüsüdür. Yirminci yüzyılda Mevlana gibi büyük bir kişi böyle anılmaz. Kürsüler kurulur, kitaplar yayımlanır. Birtakımları da bu ayinlere “turistik gösteri” der, geçer. Mevlana büyükse, Hacı Bektaş-ı Veli de büyük ulu. Neden Bektaşi ayinleri yapılmaz? Bir şey denilmez. Denilmez olur mu hiç?.. Denilir: - İrtica yoktur! Eyüp Sultan’daki ‘resmi iftar sofralarını’ bir yana bırakınız. ‘Vatan kurtaran aslan’ futbolcularımız, maç kazanmak için Eyüp Sultan türbesine gider, türbeye avuç açarlar… Buna da bir şey denilmez. Denilen yalnız şudur: - İrtica yoktur! Bir parti kongresinde zavallı bir genç “Hilafetin geri gelmesini istiyoruz” der. O der, siz diyemezsiniz. Duyulan yalnız şu: - İrtica yoktur! Eski değil, daha dün, evet daha dün Bursa’da ayin yapan 17 Nurcu “Nur risaleleriyle” yakalanırlar. Ama yine de: - İrtica yoktur! İstanbul’un en güzel, en değerli dini yapılarından Beyazıt Camii, İstanbul Üniversitesi’yle karşı karşıyadır. Namaz kılacak üniversiteli o güzel, o büyük camiye gitse olmaz mı? Olmaaz! Üç yüz metre yürüse vakit kaybedermiş. Onun için ille üniversitenin içinde bir bodruma mescit yapılacak. Siz susarsınız, biri konuşur: - İrtica yoktur! ‘İrtica yoktur’ diyenler, lütfen şunu söyleyiniz: - 1922‘den 1950’ye kadar yapılanların hepsi mi yanlıştı, hepsi mi kötüydü ki, bugün, o zaman yapılanların büsbütün tersi yapılmaktadır? Açıkça söyleyin, kimden korkuyorsunuz? İşte Atatürk de öldü, öleli yirmi bir yıl oldu. Çekinecek bir şey yok, söyleyin. Ama ‘irtica yok’ diyenlere hiç şaşmamalı. Çünkü, ‘İrtica yok!’ diyenler, ‘Hürriyet var!’ diyorlar. Anlaşılıyor: ‘Var’la ‘yok’ sözcükleri anlam değiştirdiler. 49 yıl önce Aziz Nesin işte bunları yazdı… Durmaksızın “sol”a vuranlar, demokrasiyi, özgürlükleri sözde savunanlar ne diyecek acaba bu yazı için!.. Din eksenli siyasetin altyapısı öyle birkaç yılda hazırlanmadı… 12 Mart‘lar, 12 Eylül’ler boşuna yapılmadı… 49 yıl önce ve 49 yıl sonra!.. Ne diyorsunuz? ___________________________________________________ DİPNOT: (1) - http://www.cumhuriyet.com.tr/?xl=empopup&a...et/w/c0505.html
  18. Türkiye bugün hiç olmadığı kadar yoksulluğun ve yolsuzluğun içine batmamıştır... Bakan çocuklarının “gemicikleri” nden tutun da “mısırcığa” dek bir dizi yolsuzluk savı kulaktan kulağa dolaşıyor… Dini siyasette araç olarak kullanan düşünce, yerel yönetimler aracılığıyla İstanbul ve Ankara ‘da “erzak torbaları” dağıtırken, imar planlarında yapılan değişikliklerden havuzlara para aktarılıyor… Birde şu var ki dillere şenlik; Bizim dini bezirgânları, liberal tosuncuklar Soros’ un Çocukları ne “gemicikleri” ne de “mısırcıkları” yazarlar… Varsa yoksa sıkmabaş!.. Eski AKP Balıkesir Milletvekili Turhan Çömez yolsuzluk belgelerini tek tek ortaya koyunca ne oldu? AKP’den ihraç edildi!.. Yüre be aslanım seninde devranın biter birgün...
  19. Tarikat üssüne 2B vurgunu! Çavuşbaşı’ndaki tarikat gerçeğinden sonra vurguncuları da belgeledik! Tülay ŞUBATLI / HABER MERKEZİ / VATAN25 bin nüfuslu Çavuşbaşı’ndaki yaklaşık 10 bin binanın tamamı tapusuz. Hiçbir binanın imar ve iskanının olmadığı beldede, orman köylüsünün üzerindeki araziler muhtardan zilyet devri yapılarak kolayca el değiştirebiliyor. Orman ile arasında sadece tel örgülerin bulunduğu Çavuşbaşı’ndaki kaçak yapılaşmanın sona ermesi için Belediye Başkanı da dahil herkes 2B yasasının çıkmasını bekliyor. Onlardan biri de Baklacı Mahallesi’nde 10 bin metrekarelik bir arazi satın alan Rizeli işadamı İsmail Yılmaz. 1998’de 250 bin YTL’ye aldığı arazi üzerine kendisi, abisi ve babası için toplam 3 adet villa yapan Yılmaz, “2B yasası çıkarsa biz de tapumuzu alırız. Bu şekilde kaçak duruma düşmekten kurtulmuş oluruz” diyor. ‘Burası Rize gibi yeşil’ Daha önce Bostancı’daki villalarında oturan İsmail Yılmaz, araziyi alış öyküsünü şöyle anlatıyor: “Bostancı’daki villaya sığmıyorduk. Burası Rize gibi yeşil, doğanın içinde olduğu için beğendik. 1998 yılında orman köylüsünden 10 bin metrekaresini 250 bin YTL vererek aldık. Devlet köylüye bir hak tanımış ve orman vasfını kaybetmiş alanları vermiş. Köylüler de bu arazi haklarını muhtarlıktan zilliyetle başkasına devretmiş. Biz buraların tapusu olmadığı için satış daha sağlam olsun diye noterden yaptık. Burası boş, dikenlik bir alandı. Aylarca temizlenmesi için uğraştık.” ‘Orman yıllar önce bitmiş’ Arazi içine kendisi, kardeşi ve babası için 350’şer metrekarelik 3 villa yapan İsmail Yılmaz, değeri yaklaşık 500 bin YTL olan bir villanın 2B yasası çıktığı takdirde 700 bin YTL’ye ulaşacağını tahmin ediyor: “Villaları yaptıktan sonra elektrik-su hemen, doğalgaz ise 2 yıl önce bağlandı. Her yıl belediyeye emlak vergimizi veriyoruz. 2B yasasının çıkmasını istiyoruz. Çünkü burası orman özelliğini kaybedeli yıllar olmuş. 2B çıkarsa bir değer tespit komisyonu kurulur. Herhalde o zaman en az 300 bin dolar verip tapumuzu alabiliriz. Bir villanın değeri de 700 bin YTL olur.” Bakan ve vekillerin de villaları var Çavuşbaşı ünlü isimlerin de tercihi. Maliye Bakanı Kemal Unakıtan 16 Haziran 1997’de Çavuşbaşı’nda 283 ada ve 6 parseldeki araziyi aldı. Kumarhaneciler kralı Ömer Lütfü Topal cinayeti nedeniyle 2000’de gözaltına alınıp öbür boyu hapse mahkum edilen Sami Hoştan’ın da Yavuz Selim Mahallesi’nde yüksek duvarlar arasında villası bulunuyor. AKPET Şirketler Grubu Başkanı Ali Aytemiz’in Çiftlik Mahallesi sınırları içerisinde Çamlık mevkiindeki ‘Ali Baba Çiftliği’ tüm ihtişamıyla yükseliyor. Gencallar mağazalarının sahibi Hikmet Gencal ve Huzur Giyim’in ortaklarından Bahadır Gencallar’ın villaları da yine Çavuşbaşı’nda. Çavuşbaşı’nda oturan diğer ünlü isimler ise Eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz ve Tayyar Altıkulaç, AKP eski milletvekili Ali İbiş, CHP eski milletvekili Mustafa Özyurt, eski Anap milletvekilleri Ekrem Pakdemirli, Şadan Tuzcu... YÜZME HAVUZU VE MEYVE BAHÇESİ VAR Çavuşbaşı’ndaki belki de en gösterişli villalar İsmail Yılmaz’a ait. Uzaktan bakıldığında bir tepenin yamacında yükselen taraçalı yapı görkemi ve yüzme havuzuyla hemen dikkat çekiyor. Yılmaz “Arazinin alt bölümünde yer alan yeşil boyalı yapıya inşaat malzemelerini koyuyoruz. Arada kalan bölüme ise meyve ağaçları diktik, bahçe yaptık. Taraçanın 2’nci kısmında yer alan bölümü de misafirlerimiz için dinlenme alanı olarak kullanacağız” diyor.
  20. Vakit'in referans aldığı ilahiyat Profesörü: Gecede 60 kez ilişkiye giren şeyhler var Hüseyin Üzmez’le ilgili basında çıkan haberlere "fitne" diyen Vakit Gazetesi’nin görüş aldığı ilahiyat Profesörü Süleyman Uludağ, "Sûfi Gözüyle Kadın" kitabında, "bir gecede 60 kez ilişkide bulunan şeyhleri" anlatıyor. "Hak erenler ve Allah dostları"nın cinsel gücünün "tam ve mükemmel" olduğunu belirten Prof. Uludağ, 80 yaşındaki bir şeyhi "Bekaretini bozduğu 14 yaşındaki bir kızla ilk gece 60 kere cinsel ilişkide bulundu" diye yazıyor. VAKİT Gazetesi’nin, yazarı Hüseyin Üzmez’in 14 yaşındaki bir kız çocuğuna cinsel taciz iddiasıyla tutuklanmasına yönelik yayınları "fitne" olarak değerlendirdiği haberinde görüş aldığı İlahiyat Profesörü Süleyman Uludağ, "Sûfi Gözüyle Kadın" adlı kitabında "cinsel gücün keramet olduğunu" savunuyor. "Hak erenler ve Allah dostları" nın cinsel güç açısından "tam ve mükemmel erkekler" olduğunu vurgulayan Prof. Uludağ, kitabında 80 yaşındaki bir şeyhin gücünü, "Bekaretini bozduğu 14 yaşındaki bir kızla ilk gece 60 kere cinsel ilişkide bulundu" diye anlatıyor. Sedidüddin Muhammed Gaznevi’ye dayandırılan rivayete göre, Jendepil Sagura Reisi’nin istememesine rağmen 14 yaşındaki kızıyla evlenen Şeyh Ahmet Cam Nameti, 60 cinsel birleşmenin yaşandığı gece sonrasında kıza şunları söyler: "Eğer sana acımamış olsaydım, bu sayıyı 100’e çıkarırdım. Artık bir daha annen ’Kızımı 80’lik bir ihtiyara vermek istemem’ diyemezdi." Uludağ Üniversitesi eski öğretim üyesi Prof. Dr. Süleyman Uludağ, 1998’de İnsan Yayınları’ndan çıkan, aile ve çocuk eğitimini konusunda tasavvufun önemine işaret ettiği "Sûfi Gözüyle Kadın" adlı kitabında, örnekler verdikten sonra şunları aktarıyor: 1000 karısını aynı gece hamile bıraktı Görüldüğü üzere cinsi güç ve çok ilişki keramet sayılmaktadır. 120 yaşındayken, bir kızın bekaretini izale eden ünlü Zahid, Zirr b. Hubeyş’in menkıbesi, evliyanın cinsel güce verdikleri önemi gösterir. Hz. Zekeriya’nın da çok yaşlı iken oğlu olmuştu. Hz. Süleyman’ın 1000 karısı olduğu, bir gecede hepsini hamile bıraktığı rivayet edilir. Cennete giren, bakire kızlarla sefa sürer Başta İbn Abbas ve İbn Mes’ud olmak üzere pek çok alim ve müfessire göre, Yasin Suresi’nin 55. ayeti "Cennete girenler bakirelerin kızlıklarını bozarak safa sürerler" şeklinde. Hoşlarına gittikleri için erkeklerin ikide bir bahis konusu ettikleri ayetin bu yorumuna Rabia Hatun karşı çıkar: "Zavallılar, cennette eşleriyle zevk ve safa sürme derdindeler." Arabi’ye göre cennetlikler aslında Allah’la meşgullerdir. Rabia (ilk evliyalardan) bunun farkında değildir. Yanlışlıkları medya körüklüyor Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi eski öğretim üyelerinden Prof. Dr. Süleyman Uludağ, Vakit Gazetesi’nde yer alan açıklamasında şunları söylemişti: "Dinden haberi olmayan insanların yalan yanlış konuşmaları bir yana, bir de bazı ilahiyatçılar gelişi güzel beyanlarda bulunuyorlar. Tehlikeli olan da bu. Bu yanlışlar, her gün medya tarafından sürekli körükleniyor. Toplum kasıtlı olarak bunlarla meşgul ediliyor. İslam böylece yanlış anlaşılıyor. İslam dinini yıpratmak isteyenler de amacına ulaşmış oluyor." 60 defa ilişki yaratılışa aykırı Yazar İsmail Nacar, konuyla ilgili olarak şunları söyledi: "Türkiye’de, din konusunda bir fitne ortamı olduğu doğrudur. Ama maalesef bunun malzemesini oluşturanlar da bazı ilahiyatçılar ve tarikat şeyhlerinin kitapları, davranışları ve eylemleridir. Bu kültürün ortaya koyduğu din anlayışı ve eylemleridir. Kainatta fiziksel, biyolojik, kimyasal, sosyal yasalar var. Allah’ın koyduğu tabii yasalar da bilimsel ve objektif yasalar çerçevesinde işler. Yani bir erkeğin, bir kadınla bir gecede 60 defa cinsel ilişkiye girmesi, yaratılış yasasına aykırıdır. Azami sınırı vardır. Saçma sapan düşünceler, insanı psikolojik sıkıntıya sokar." (HÜRRİYET)
  21. İranlı kadın gazeteciden türban uyarısı (1) Başörtüsünün ülkesinde nasıl yaygınlaştığını anlatan İranlı gazeteci "gözünüz açık olsun” dedi. Pervin Ardalan, ülkesinde kadına karşı ayrımcılıkla mücadele etmek için başlattığı “1 Milyon İmza Kampanyası” ile 75 bin dolarlık Olof Palme Barış Ödülü’ne layık görüldü. Gazeteci, İsveç’teki ödül törenine gitmek için bindiği uçaktan indirildi ve “toplum düzenini bozma” suçundan 2 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 3 sene içerisinde bu “suçu” tekrar ederse, şimdilik ertelenen cezasını çekmek için hapse girecek olan Ardalan, “Mücadeleme devam edeceğim, utanılacak bir şey yapmıyorum” diyor. NTVMSNBC’ye İslam Devriminin kadın haklarını yok ettiğini söyleyen Ardalan, Türkiye’de sıkça gündeme gelen “Türkiye, İran olur mu?” sorusuna da şu cevabı veriyor: “Demokratik bir ülkede türbanın devlet dayatması değil kişisel özgürlük olmasını destekliyorum. Yine de gözünüz açık olsun.” İDEOLOJİ SİNSİDİR “Bizim deneyimimiz kötü bir deneyimdi. Türkiye’de kadınlar ve başörtüsü konusundan bahsedeceksiniz, şunu dikkate almalısınız: İdeoloji, yavaş yavaş her şeyi kontrol altına alır. İran’daki devrim İslam devrimi olduğu kadar, kadın haklarına karşı bir devrimidir ve siyasidir. İran’da vücudunuzun bir parçası açık görüldüğünde günah sayılıyor. Fakat yasak, durumun palazlanmasına yol açıyor ve daha fazla kadın “seksi” görünmek istiyor. Bir toplumun Müslüman olması, sağlıklı olduğu anlamına gelmiyor. Bize önce ‘İster takın, ister takmayın, serbesti var’ dediler. Fakat önce devlet dairelerine, sonra diğer resmi dairelere ve kamusal alanın her noktasına bunu yaydılar. Türkiye’de bununla ilgili gözü açık davranmalısınız. Hükümet laik olduğunu söylüyor ve insanlar takıp takmamak konusunda gerçekten serbest bırakılıyorsa, bunu desteklerim. Bu kişinin kendi özgürlüğü olmalı. İran’da da, Türkiye’de de bu demokratik olgunluğa erişilmesi dileğim.” İRAN’DA NELERİ DEĞİŞTİRMEK İSTİYORUZ? “İran’da hukuk kadınlara karşı ayrımcılığı körüklüyor. Örneğin erkeğin boşanma hakkı var, kadının yok. Bu yüzden birçok kadın, aile içi şiddete ya da çeşitli problemlere maruz kalıyor ve hukuk seçim hakkını elinden alıyor. Hukuk, bir erkeğe dört kadınla evlenebilme hakkı tanıyor. Birçok İranlı kadın bu yüzden aşırı baskı altında olduğunu hissediyor. Bir kadına miras kalırsa ve bunu paylaşacağı bir erkek varsa, kadın erkeğin aldığının yarısını alıyor. Mahkemeler kadının değil, erkeğin şahitliğini kabul ediyor. Biz bunları değiştirmek istiyoruz, fakat İran hükümeti bizi ‘ulusal güvenliği tehdit etmekle’ bile suçluyor.” ÇETİN MÜCADELE “1 Milyon İmza Kampanyası, İran’da 15 şehirde devam ediyor. Kadınlar, üzerlerinde yaratılmak istenen korkuya rağmen çalışmalara katılıyor. Ev toplantıları, internet siteleri, bloglar sayesinde haberleşmeleri sürdürüyoruz. Fakat tek sorun, bu konuları radyo televizyon gibi kitle iletişim araçlarından duyurma imkanımızın olmaması. Dolayısıyla kısıtlı imkanlarla çalışıyoruz.” GÜVENLİĞİMİZ YOK “Şu anda mahkemede beni bekleyen 3 ayrı dosya var. Hepsi ayrı bir suçtan, ayrı bir ceza talebinde. Fakat biz sivil bir hareketiz ve kanuna aykırı çalışmıyoruz. Görünür olmayı tercih ediyoruz. Tehlike de burada başlıyor. Görünürlük yakalanıp hapse atılma riskini artırıyor. Biz de polise karşı sürekli gözümüz açık olmak zorundayız.” İRANLI KADINLARDAN DÜNYAYA MESAJ “Biz çalışmalarımızı gizli kapaklı değil, toplum önünde, insanların önünde yapıyoruz. Kadının hukuktaki yerinin iyileştirilmesi için çalışıyoruz, bilinci arttırmak için mücadele ediyoruz. Dünyanın çeşitli ülkelerinde sesimizin yankı bulması, başka kadın grupları ve hükümetlerin de İran hükümeti üzerinde uluslararası baskı oluşturarak bize destek vermesi bizim için çok önemli.” DİPNOT (1) http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?d...p;Newsid=177384
  22. Türkiye bu dövizi konuşuyor.. 1 Mayıs'ın ardından sadece İstanbul'da yaşanan gerginlikler ön plana çıktı, oysa yurdun farklı yerlerinde 1 Mayıs çoşkulu gösterilerle kutlandı. Hükümetin protestoların hedefi olduğu kutlamalarda ön plana çıkan ise AKP'yi eleştiren bir döviz oldu...
  23. Canımsın benim... Ne güzel ifade etmişsin... Aaa bu arada yaz geliyor... Kahve sözünü yazdım... Sevgiler...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.