-
İçerik Sayısı
3.724 -
Katılım
-
Son Ziyaret
-
Lider Olduğu Günler
30
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
GeceKuşu tarafından postalanan herşey
-
Sevgili 'Ahmet AY'; Alıntıladığım ilk bölümü kastım anlaşılamadığı ya da gereği kadar açık ifade edemediğim için ve polemiğe neden olmamak amacıyla yanıtlamak istemiyorum... Umarım anlayışla karşılarsınız... Çok açık olarak bakış açınızı ifade etmişsiniz... Elbetteki görüşünüze saygı duyuyorum ama sadece görüntüye bakarak yapılan değerlendirmeler olarak değerlendiriyorum. "Daha demokrat ve özgürlükçü", olmak konusunu sizin de benim de ve bizler gibi düşünen diğer yurttaşların yıllardır talep ettiklerimizi ve uğruna mücadele ettiğimiz değerler olarak ele aldığımzda, sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için "Ne kadar" sorusuna yanıt aramamız gerektiğini düşünüyorum. Akp ve lideri - "Ne kadar demokrat?" - "Ne kadar özgürlükçü?" - Bu sorulara "daha demokrat, daha özgürlükçü" diye vereceğimiz yanıt "kuzuların olmadığı yerde keçileri Abdurrahman çelebi olarak görmek", görüntüye bakarak bilerek kendimizi kandırmaktan öteye gitmeyeceğini düşünüyorum. O zaman şu soru çıkar karşımıza, kime göre "daha demokrat ya da özgürlükçü?" Ve biz hangi demokrasi ve özgürlükleri istiyoruz? Hafta sonundan bu yana yaşanan gelişmelerde Akp ve liderinin ve diğer sözcülerinin görünen tepkileri ve yaptıkları yorum ve yaklaşımlar ve hatta cumhurbaşkanının taraf olduğunu dekelere eden ifadeleri ne kadar demeokrat ve özgürlükçü olduklarının ip uçlarını vermiyor mu bizlere? Vesayet konusunda da farklı düşünüyorum sizden. Kimleri kimin vesayetinden kurtarma çaba ve amacı içerisindeler ve bunu yaparken ne kadar demokrat, özgürlükçü ve hukuka uygun davranışlar sergiliyorlar. Ayrıca bütün bunları hangi amaçla yaptıklarını ve kimleri "Vesayet ve himayeleri altına" almaya çalıştıklarını görmezlikten gelerek yapılacak bir değerlendirme "zaman zaman tökezleyen bir parti olarak" değerlendirme yapmanıza neden olabiliyor. Hangi konuda yaptıkları bir girişimi olması gerektiği şekilde sonlandırdılar? Verbileceğimiz bir tek örnek hatırlayabiliyor muyuz? Neden peki? Neden net bir yanıt vermekte zorlanıyoruz? *** Neyse bu böyle uzar gider... Saygı ve sevgilerimle...
- 11 cevap
-
- Wikileaks
- KIRMIZI KİTAP
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
İnanın bu saptama/tespit üzerinde doktora tezi hazırlanacak cinsten; Nasıl gelecek bu şeriat? Bu heves hükümetin ve Ak Parti nin hangi tavrında var , anlayabilmiş değilim . Sevgili 'Ahmet AY'; Ak Parti'nin ne tür gündemleri olduğunu ve hangi tavrında bu heves ve amaçların açığa çıktığını çok iyi gözlemlediğinizden eminim. 2002 den bu yana adım adım ve fırsat gördüğü her gelişmede bunları yaşama geçirdiğini anlamamanız mümkün mü? Düşüncelerini ve gözlemlerini nitelikli olarak bu sayfalara aktarma çabasında olan sizin, "Anlayabilmiş değilim" ifadesi ne anlama geliyor o zaman? _ Görmemezlikten gelmek? _ Önemsememek? _ Heves olduğunu kabullenip gerçekleşebileceğine ihtimal vermemek? _ Analamıyormuş gibi görüntü verip gizli bir destek vermek? _ Ya da "aynı görüşleri paylaşmadığınız halde" kişisel ve bölgesel siyasi beklentilerin gerçekleşmesi amacıyla geçici de olsa işbirliği ve birlikte hareket etme stratejisi OLABİLR Mİ acaba.? "Ak Parti nin hangi tavrını, neden anlayamamış olduğunuzu" açamanız ve yazılarınızı takip edenleri tutarlı bir yaklaşımla ikna etmeniz gerekiyor... * * * İşte bunu bilmiyordum! Sevgili 'Ahmet AY'; Forumun diğer bölümlerinde bulunan başlıklarını ve yazılan iletileri dikkatli bir şekilde takip ediyorsanız eğer aşağıdaki ilişimde yazılanları okumuş olmalısınız... http://www.turkish-media.com/forum/topic/204214-veda/page__view__findpost__p__903604 Orada ikinci paragrafta yer alan "Bazen söylemek istediğini tam ifade edemeyen bir üyeye, iyi ifade yeteneği olan bir üyenin" anlamsız ve gereksiz yaklaşımlarını ele alan ifadeleri iyi değerlendirerek özümseyip, ona uygun yaklaşımlar içinde olmalı mıyız diye sormak istiyorum... Umarım "İşte bunu bilmiyordum!" yaklaşımınızı ele alarak kastımı aşmadan neyi ifade etmek istediğimi anlatabilmişimdir. Saygı ve sevgilerimle
- 11 cevap
-
- Wikileaks
- KIRMIZI KİTAP
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
-
HALA 68’Lİ BİR DEVRİMCİ: YAŞAR YILMAZ İstanbul Teknik Üniversitesi inşaat bölümü öğrencisiydi. İTÜ Öğrenci Birliği başkanlığını Harun Karadeniz’den sonra devraldı. Hakkari’ye “Zap Suyu üzerine Devrimci Gençlik Köprüsü” yapmaya giden 84 devrimciden biriydi. Deniz Gezmiş’in yakın yoldaşıydı. Devletin ceberut baskısından her 68’li gibi o da nasibini aldı: 1971 darbesinde Ziverbey Köşkü ve Harbiye’de ağır işkencelerden geçti. Yaşadıkları; 2,5 yıl cezaevi arkadaşlığı yaptığı Yılmaz Güney tarafından yazılan “Sanık” adlı öyküye konu oldu. Mahkemedeki savunmasını ise “Söz Sanığın” adlı kitabında kendi yazdı. Maltepe ve Selimiye cezaevlerinde 5,5 yıl yattı. Hapisten sonra hep “sakıncalı” oldu; ekmeğini taştan çıkardı. Sonra bir gün karar verdi; mühendisliği bıraktı; “ülkeme hizmet etmeliyim” diye düşündü. Anadolu topraklarını 2,5 yıl karış karış dolaştı. Unutulmaya yüz tutmuş, sahipsiz bırakılmış, 115 antik kentteki 119 antik tiyatroyu inceledi. “Anadolu Antik Tiyatroları” adıyla kitaplaştırdı. Bu çalışma Kültür Bakanlığı’nı heyecanlandırmadı. Fakat Avusturya Kültür Bakanlığı, Yaşar Yılmaz’ı Salzburg’taki Mozart Üniversitesi “Antik Çağda Akustik ve Ses Dağılımı” konusunda konuşma yapmaya çağırdı. Çünkü bugüne kadar bilinmeyen 2 önemli bulgu keşfetmişti. İlki sesin iletilmesiydi: Sahnedeki oyuncu, şarkıcı, konuşmacı ya da müzik aletinden çıkan sesin 20-25 bin kişilik açık hava tiyatrosunun en uzak basamaktaki izleyiciye kadar gidebilmesini, o dönemin mühendisleri orta yola “sırtlı koltuklar” yerleştirerek sağlamışlardı. Ses, koltuğun sırtlığına çarpıp yukarı basamağa kadar çıkabiliyordu. İkinci buluş ise bugüne kadar düşünüldüğü gibi ilk tiyatro Antik Yunan uygarlığı döneminde değil, Erken Dönem medeniyetleri döneminde yapılmıştı ve ilk açık hava tiyatroları taş değil ahşaptı. HIRSIZLARIN PEŞİNDE BİR 68’Lİ 68’li devrimci Yaşar Yılmaz antik tiyatrolar çalışmasını bitirdikten sonra köşesine mi çekildi. Hayır. 5 yıl önce, Anadolu’dan yağmalanan tarihi eserlerin ve kültürel varlıkların peşine düştü. ABD, İngiltere, Avusturya, Almanya, Danimarka, Rusya, ve Yunanistan’a gitti. Yüzlerce müze gezdi. Türkiye’den kaçırılan 40 bin eseri buldu ve fotoğraflarını çekerek belgeledi. Neler bulmadı ki: Paris Louvre Müzesi: Mağnesia'daki ünlü mermer tapınak kabartmaları, Asos'dan sökülen tapınak parçaları ve yüzlerce dev boyutlu mermer, bronz heykeller. Hitit, Urartu, Bizans, Selçuklu, Osmanlı eserleri. Londra British Museum: Ksantos'dan (Eşen-Antalya) Nereitler anıtı, Knidos'tan (Datça) 600 civarında büyük boy heykel, Mozeleum (Bodrum'daki ünlü, dünyanın 7. harikasının mermer süslemeleri ve heykelleri). New York Metropolitan Müzesi: Sardes'ten (Salihli) sütun ve diğer eserler, Bergama'dan büyük bronz heykel, Priyene, Milet ve Efes'ten heykeller, mermer lahitler, Kültepe'den (Kayseri) Sümer-Asur dönemi eserleri. Boston Müzesi: Asos eserleri Washngton Dumborton Oaks Müzesi: Antakya mozaikleri ve Bizans eserleri. Baltimore Müzesi: Antakya mozaik koleksiyonu. Chicago Sanat Müzesi: Selçuklu- Osmanlı eserleri. Chicago Üniversitesi Şark Eserleri Enstitüsü Müzesi: Alişar eserleri. Los Angeles Getty Villa : Burdur- Antalya yöresinden Kremna mermer kadın heykelleri.Viyana Ephesus Müzesi : 50 m'ye yakın mermer duvar frizleri Efes'ten giden binlerce eser. Berlin Alte Müzesi : Priyene, Milet'ten mermer heykeller. Berlin Pergamon (Bergama) Müzesi : Büyüktapınak, Milet ve Priyene'den tapınaklar, Zincirli'den Hitit tapınağı, Hattuşaş'dan heykeller, 33 metreye 14 metrelik dev boyutlu Milet pazaryeri giriş duvarı ve Selçuklu dönemi camilerine ait eserler. Tübingen Üniversite Müzesi: Antakya'dan heykel ve Troya eserleri. Danimarka Ulusal Müzesi: Troya eserleri. Kopenhag David Müzesi: Selçuklu eserleri, Konya'dan türbe sandukası, Cizre Camii'nin ünlü tokmağı başta olmak üzere 14 ve 16. yüzyıl çini koleksiyonu. Daha sırada 60 bin eser var. Yaşar Yılmaz çalışmalarını sürdürüyor. Evet, 68 kuşağı yazmakla bitmeyecek bir destandır. 68 KUŞAĞININ ANLATILMAYAN ÖYKÜSÜ/Soner Yalçın
-
Ş A İ R D İ L E R ... Size 68’lileri anlatmalıyım: Mahir Çayan’ın şair olduğunu bilir misiniz; “Güneşi batmayan bir ada / Ben ne şuralıyım, ne buralıyım / Adalıyım… Adalıyım.” Eşi Gülten Çayan atletti; 400 metrede milli takım seviyesinde bir koşucuydu. Yakın arkadaşı erkekler 400 metre koşan atlet ise bugünün tanınmış gazetecisi Osman Saffet Arolat’tı. Hüseyin Cevahir edebiyat eleştirmenliğine Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde başladı. Şiir de yazdı. Tunceli Alevi Dedesi torunu Hüseyin Cevahir, Rolling Stones dinlemeyi de çok severdi. SBF’nin en çalışkan öğrencisiydi; “devrimci başarılı olmalıdır” diyordu hep arkadaşlarına. Dürbünlü silahla hedef alınarak öldürüldüğünde 26 yaşındaydı. İstanbul Hukuk'un efsanevi hocalarından Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, derslerinden hep tam not alan Cihan Alptekin’i yakından tanımak için evine davet etti. “Laz uşağı” Cihan yaşasaydı belki önemli anayasa profesörlerinden biri olacaktı. Öldürüldüğünde 25 yaşındaydı. Tunceli’de yakalanıp işkenceyle öldürülen İbrahim Kaypakkaya’nın elinden; Varlık, Papirüs, Soyut, Türk Dili gibi edebiyat dergileri düşmezdi. Türk dilinin yapısını, sözcük hazinesini, şiirdeki gücünü ve müzikalitesini araştıran şair Kaypakkaya öldürüldüğünde sadece 24 yaşındaydı. ODTÜ’NÜN DONLARI 1971 darbesinde Sansaryan Han’daki işkenceler sırasında polisler önemli bir delil buldu; devrimcilerin hemen çoğunda aynı tip mavi ya da kırmızı külot vardı. Sordular; “bu donların anlamı ne; mavi ile kırmızının farkı ne; bunlar THKO’nun rütbeleri mi?” İşkencedeki sporcu gençler gülmemek için kendini zor tuttu, “bunlar” dediler; “ODTÜ Spor Kulübü’nün donları!” Futbolu severlerdi kuşkusuz… Devrimci Öğrenciler Birliği’nin tümü Beşiktaşlı’ydı. Çarşı’nın devrimciliği nereden geliyor sanıyorsunuz? 68’lilerden futbol takımı kurulsa Deniz Gezmiş ilk 11’e mutlaka alınırdı. Deniz’in ayrılmaz parçası Cihan Alptekin de… Mahir Çayan ise kesin teknik direktör; çok sevdiği futboldan iki bacağına takılan platin çubukları nedeniyle erkenden koptu. Deniz Gezmiş sahada kesin hakemi kandırmaya çalışırdı. Onun mizahçı yönü bilenmeden Deniz Gezmiş portresi yazılabilir mi? Beyaz at üstünde ODTÜ yurdunda kız arkadaşına serenat yapan bir romantikti o. İdam edildiğinde henüz 25 yaşındaydı. Aşkı da yaşadılar doyasıya… Sevgilisini son bir kez daha görmek için saklandığı evden çıkan ODTÜ’lü Koray Doğan, sırtından yediği polis kurşunuyla sevgilisinin evinin önünde can verdi. O da 25 yaşındaydı. O kuşak 1 kişiyi bile öldürmedi; ama tam 43 can verdiler. Oysa… Okul koridorlarında gazoz kapağıyla futbol oynayan bir kuşaktı onlar. Sanmayın ki fasulyesine poker ya da blöflü pişti oynamadılar? Sanmayın ki kolalı votka içmediler? Ya da rakı? Emel Sayın konserine gitmediklerini mi düşünüyorsunuz? Muhammed Ali, Joe Frazier’e yenildiğinde üzülmediklerini mi sanıyorsunuz? Ya da hiç küfür etmediklerini mi? En güzelini de bir ağız dolusuyla Deniz Gezmiş ederdi. Ve yine Deniz Gezmiş her fırsatta en sevdiği türküyü söylemez miydi: “Ne ağlarsın benim zülfü siyahım / Bu da gelir bu da geçer ağlama / Göklere erişti feryadım ahım / Bu da gelir bu da geçer ağlama…” DİLLERİNDEKİ ŞARKI; IMAGINE Delikanlıydılar. İdealisttiler. Devrimciydiler. Bozulmamış saf bir kuşaktı onlar. Kızıldere’de katledilen Kazım Özüdoğru gibi, “halka inmeyi” ayakkabı boyacılığı yapmak sanıyorlardı. İşten atılan Çorumlu belediye işçileri için yürüdüler. Kürtler için de yürüdüler; Kürtçe slogan atıp, Kürtçe şiirler okudular. Varto Depremi nedeniyle kan bağışı kampanyası düzenlediler. Azgın Zap Suyu’na köprü inşa ettiler. Pancar, tütün, fındık, haşhaş mitingleri yaptılar. Tam bağımsızlık için “Mustafa Kemal Yürüyüşü” düzenleyip Samsun’dan Ankara’ya yürüdüler. Atatürk heykelleri tahrip edilmesin diye geceler boyu nöbet tuttular. 68’li kızlar da vardı bu eylemlerde; hem de mini etekleriyle. Hippiler yok muydu? “Özel okullara hayır” yürüyüşünde, uzun saçlı genç üniversiteli, sarışın kız arkadaşıyla hem sarmaş dolaş yürüyor hem de slogan atıyordu. O hippi; Kızıldere katliamından tek sağ kurtulan Ertuğrul Kürkçü’ydü. Hayalleri vardı; dillerinde ise John Lennon’un “Imagine” şarkısı... SBF’NİN DANS PARTİLERİ Mahkemedeki savunmaları sırasında, Mevlana resmi çizip altına “Ben İnsanım” yazıp, hakime gönderecek kadar bu ülke değerlerine inanan bir kuşaktı. Resimden, edebiyattan gelmişlerdi. Ellerinden kitap düşmedi hiç. Nice yazarlar çıkarmaları boşuna değil. ODTÜ İnşaat’tan “Balık Memet” yani yazar Mehmet Eroğlu’nu okumayanınız var mı? Dans da ettiler: SBF yatılı öğrencilerinin Salı ve Cuma akşamları 18.45-20.00 arası dans partileri vardı. Carmina Burana’nın Türkiye’deki ilk bale gösteriminde harikalar yaratan balet Aydın Erol unutulabilir mi? Ya da; onca işkenceye rağmen cezaevinin soğuk koğuşunda bale yapan 20 yaşındaki balerin kız Ayşe Emel Mestçi? Anadolu türkülerini, Dadaloğlu’ndan Aşık Veysel’e şehre getiren 68’liler değil mi? Tiyatro da yaptılar; Uluslararası Üniversite Tiyatroları Festivali’nde üçüncü oldular. FKF ilk başkanı İzzet Polat Ararat’ın DTCF tiyatro bölümü öğrencisi olması tesadüf mü? ODTÜ Sosyalist Kültür Kulübü üyeleri Ali Artun ve Yılmaz Aysan’ın bugünün tanınmış sanat galerisi Nev’in sahipleri olması, o dönem birikiminin ürünü değil mi? Dağcılık kulüplerini üniversitelerde ilk kimler kurdu sanıyorsunuz? Türkiye’de bu sporun gelişiminde 68’li Fikret Gürbüz, Tuncer Gürdil, Uçmaz Sungur, Sönmez Targan ve nicelerinin katkıları unutulabilir mi? Ardı ardına şampiyon olan efsanevi İTÜ basketbol takımının temelini TMTF İkinci Başkanı Cavit Savcı atmadı mı? Maratoncu Mehmet Yurdadön ülkeye madalyalar kazandırmadı mı? ODTÜ’lü Ömer Gürcan cezaevine sokulmasaydı, idam edilen babası Fethi Gürcan gibi ülkemizi binicilikte birincilik kürsüsüne çıkarır mıydı? SBF’nin tanınmış milli güreşçileri Necati Sağır, Mustafa Aynur aynı zamanda THKP-C’li değil miydi? Bugün judo ve karate de madalya alanlar, bu sporun gelişmesinde büyük emeği olan Murat Özdabak’ı anımsar mı? Peki ya boksörler milli sporcu Taşkın Konuralp’in adını duymuş mudur? ODTÜ Motor Kulübü’nün kurucularından Tayfur Cinemre motosikletiyle kimleri taşımadı ki; Ulaş Bardakçı, Yusuf Aslan, Cihan Alptekin… Fenerbahçe takımında yelken yapan Taner Türkantöz Mahir Çayan’ın en yakın yoldaşıydı. Hangisini yazayım? 68 kuşağı bu özellikleriyle neden anlatılmaz? Oysa… Toplumsal bir gelecek hayali kuranlar bu mirası her yönüyle bilmelidir.
-
68 KUŞAĞININ ANLATILMAYAN ÖYKÜSÜ / (Soner Yalçın) MHP lideri Bahçeli son öğrenci eylemlerini 68 dönemine benzetti. 68 kuşağı üzerine bugüne kadar pek çok kitap, makale yazıldı; belgeseller, diziler, filmler çekildi. Ama bir konunun üzerinde nedense pek durulmadı. Bu nedenle 68 kuşağı sanki hep eksik anlatılmış gibi geliyor bana. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil, İbrahim Kaypakkaya ve nicelerini gerçekten tanıdığınızı mı düşünüyorsunuz? Gelin onların pek bilinmeyen yönlerini yazayım, kararı siz verin… Arkadaşım dert yandı: “Oğluma yatarken hikaye yerine bazı biyografiler anlatıyorum. Picasso, Maradona, Beethoven, Che, John Lennon, Marilyn Monroe gibi. Geçen hafta nereden duydu ise Fransız İhtilali’ni anlatmamı istedi? Anlattım. Ama anlatırken korktum! Aklıma Adnan Cemgil ve oğlu Sinan geldi. Korktum.” Adnan- Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar. Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı. Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu. Sinan Cemgil meraklıydı; babasına-annesine hep sorular sordu. Onlar da oğullarının anlayacağı bir dille anlattılar. Nitelikli bir kültür ortamında yetişen Sinan çok başarılı öğrenci oldu. İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca öğrendi. Arkadaşlarına Dante’den İtalyanca dizeler okurdu. Ünlü Amerikalı artist Clark Gable’nin taklidini yapıp herkesi güldürecek kadar espriliydi. ODTÜ Mimarlık’ta öğrenci iken devrimci mücadeleye katıldı. Teorik derinliğiyle öğrenci liderlerinden oldu. ODTÜ’de “Hoca” deme adetini Sinan Cemgil başlattı. “Hoca” derlerdi arkadaşları bilgisinden ötürü. Köylüleri, toprak ağalarına karşı ayaklandırmak amacıyla gittiği Nurhak Dağları’nda Jandarma tarafından öldürüldü. Sırt çantasından 4 kitap, bir de kuru soğan çıktı. Yirmi yedi yaşındaydı. Bir yaşındaki oğluna, 21 yaşında öldürülen arkadaşı Taylan Özgür’ün adını vermişti. Oğlunun cesedini almaya giden anne Nazife Cemgil, tabut başındaki meraklı köylülere seslendi: "Bu oğlum Sinan. Bunlar da onun arkadaşları (Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan), kardeşleri. Onlar da oğullarım. Bu çocuklar, bu oğullar; bu ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler. Başka bir istekleri yoktu. Her biri birer dehaydı. Her biri üstün zekalı güzel çocuklardı. Dileselerdi, düzenin adamları olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı. Birer milyoner olurlardı. Ama onlar, halkı, sizleri sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar." Arkadaşım yakın tarihin bu acı olaylarını bilen biri. Üniversite öğrencilerine son yapılanlar arkadaşımı da korkutmuştu; nedeni biricik oğluydu. Oğlunun Sinan Cemgil’le aynı kaderi paylaşmasından korktu ve tarihsel gerçekleri anlatıp anlatmama kararsızlığına düştü. Ona Edip Cansever’in şirini okudum: “Utancı bilerek yaşamak korkunç / Daha korkuncu da var: utancı bilerekten yaşatmak…”
-
"Spor Emek-Sen" kuruluşunu basın toplantısı ile ilan etti.
GeceKuşu şurada bir başlık gönderdi: Gazete Haberleri Paylaşımı
-
Devrimci sporcular bir arada. Türkiye Devrimci Spor Emekçileri Sendikası (Spor Emek-Sen), 13 Aralık 2010 tarihinde İstanbul Valiliği’ne verdiği kuruluş dilekçesi ile kuruldu. Sendikanın kurucu başkanlığını Galatasaraylı eski futbolcu Metin Kurt yaptı. Sendikanın amacının; 12 Eylül darbesi ile kesintiye uğrayan spordaki örgütlenmeyi canlandırmak, sporu, ülkemizde yaşanan emeğe ve emekçiye yönelik saldırı sürecinin destekçisi rolünden çıkarmak ve sporcuların da alınıp-satılan kiralanan bir mal olmaktan çıkartılarak özgür bir sporcu olmalarını sağlamak.
-
İyi dileklerin için hepimiz adına teşekkürler... Şiiri anlamlı buldum... Yanıt sırası sanırım sevgili tülvent'te Sevgilerimle
-
Başbakan Erdoğan, WikiLeaks belgelerindeki iddialar üzerine yaptığı konuşmada; "Bu belgeleri ispatlamayan alçaktır. Yurtdışında hesaplarım varmış... Daha önce Belediye başkanlığı dönemimde 1 Milyar Doları var' diyen kişi, şimdi ERGENEKON'DAN İÇERİDE." demiş... Yakışır değil mi? .. "Başbakan Erdoğan, WikiLeaks belgelerindeki iddialar üzerine açıklama yaptı" diyen yandaş haber materyallerine bunun bir açıklama değil tehdit olduğunu hatırlatmak gerekiyor...
-
Bence de çekmesin... Ama biliyorsun yeni nesil oğlanlar daha rahatlar... Eskiden kızlar için erkekler çatışırdı... Şimdi kızlar onlar için çatışmasalarda çekişme içindeler... Alp'de bu göreceli insiyatiften yararlanacaktır diye düşünüyorum... *** Ferhat Göçer'e gelirsek işini yaparken beyinsel birikim ve deneyimlerini, şarkı söylerken de sembolleri kullanıyor o ... - Kalp kırılır mı yahu?... Ezilir, kesilir, delinir ama kırılmaz... _Aşk işte, görüyorsun nelere kadir. Kişisel beklentiler adına kalbi bile kırılır bir hale sokuyor... Yani onu öne sürmeniz, kadınsal dayanışma adına "Mantık nasıl çözümler aşk ve kalp ilişkisini?" üzerine görüşlerimi çürütmeye yetmiyor... Ses ve yorumu iyi, ben beğeniyorum kendisini... Ama müzik kulağıyla değerlendirirsem eğer sesine uyumsuz parçaları yorumlamamalı... Ne kadar iyi yorumlamaya kalksada parça ruhunu ve anlamını yitiriyor... Sevgilerimle
-
O çizdiklerinin bir sembol "aşk meleğinin oku kalbe saplamasının tamamen Fransız amcamların kültüründen" gelen bir durum olduğunu her ikinizde ona bu yaşta açıklamaya kalksanızda sizlere "gülümseyip bileğini yalayacağından" eminim... Ancak zamanı geldiğinde “hayranlık. exe” komutunun geçerli olduğu dönemlerde eğer beynindeki “oofff.txt” dosyası çalışıp “oofff” çekmeye başlarsa, ona "Tüm duygu ve düşüncelerin üreticisinin beyin" olduğunu ve duygusal çalkantılarını ancak beyniyle çözümleyebileceğini anlatmaya çalışabilirsin... Ancak yine de kimseyi dinlemeyip kalbine atfettiği duygusal zaaflarının esiri olmaya devam edecektir... Zamanında herbirimizin yaptığı gibi ... *** Bu arada "Kadın dayanışması" içinde olduğunuzu anlamadım sanmayın... Sevgilerimle...
-
Mantık nasıl çözümler aşk ve kalp ilişkisini? Hep takılmışımdır, aşkın açığa çıkardığı duygu ve düşünceleri ifade ederken “kalp” ile birlikte ilişkilendirilmesine… Neyse şimdilik bu takıntıya ara verip konuya bir başka yerinden giriş yapalım istiyorum… Ortaçağ’dan bu yana kullanılan kalp sembolünün hangi spekülasyon yoluyla günümüzün kültüründe de yer aldığını merak ediyor musunuz? Eh madem ediyorsunuz o zaman yazının devamını da okumak zorundasınız. Yapılan araştırmalara göre; _13 ncü yüzyılda, kadınların güven ve inancını kazanmış olan isveç kralı Magnus Ladulas’ın kolunun üzerinde bir kalp dövmesi mevcutmuş. _1400 lerden kalma “Kalbin Sunuluşu” isimli Fransız duvar halısında erkeklerin aşık oldukları kadınlara bağlılıkları kalplerini sunarken tasvir edilirmiş. _Yine o dönemden beri kullanılan iskambil kartlarında kırmızı kalp en değerli kâğıt grubu olmuş. _Sıralara, ağaçlara kazılan kalpler, çizgi filmlerde, karikatürlerde..vs aşk meleğinin oku kalbe saplaması tamamen Fransız amcamların kültüründen alıntı imiş. O çağlardan bugüne bu sembol Dünyada oldukça yaygın olarak kullanılır imiş, gerçekten de öyle… Konuyu ifade ederken –mişli- geçmiş zaman kullandık. Neden? Aşk başlayıp aradan biraz zaman geçtiğinde her şey –mişli- geçmiş zamanı ifade ederde ondan… Geçmişten günümüze aşk kültürünün edebiyatında şu beylik ifadeler her iklim ve kıtada geçer akçedir; “.. Ay kalbim sana vuruldu, ... amanın aşık oldum, ... ben sensiz yapamam!” İyi anladık Aşık olduk tamam da ne oluyoruz yahu? Aşık olunca bu tür benzer ifade ve yakınmaları yaparız ama... Nedense, hiç aklımıza gelip de şu soruları sormayız kendimize? Mantık Sorusu 1) Kalp aşık olur mu? Şaşkınlık Sorusu 2) Yaaa?.. Madem kalp aşık olmaz, peki, nasıl aşık olacağız biz? Çözümleme Sorusu 3) Nasıl aşık olunur? Aşık olurken nelere dikkat etmeliyiz? Mantık şöyle çözümlüyor aşk ve kalp ilişkisini; Önce ortaokul hatta ilkokul yıllarında edindiğimiz bilgileri hatırlamak gerekiyor. Kalp: Kas pompası. Genel Görevi: Vücuda kan pompalamak. "Kalp aşık olur mu?" Sorusuna Yanıt..; Kalbin temel görevi ne idi? Vücuda kan pompalamak. Kalp görür mü? Görmez… Düşünür mü? Düşünmez… Hisseder mi? Hissetmez… Kısacası aşık olmaz, olamaz yani. Ne yapar peki? Tabiki asli görevini… Yani biz aşık olduğumuzu düşündüğümüzde, malum yerlerimizdeki hücrelere aşırı kan pompalar, bedenimizi ateş basar, yüzümüz bilem kızarır… "Madem kalp aşık olmaz, peki, nasıl aşık olacağız biz?" Sorusuna Yanıt...; Kalp aşık olmazsa beyin devreye girer. Neden peki; Çünkü beyin tüm duygu ve düşüncelerin üreticisidir. "Nasıl aşık olunur?" Sorusunu Yanıtlamak için ise şöyle bir çözümleme yapabiliriz; - Hoşunuza gidebilecek karşı cinsi görürsünüz. - Retinanızın aldığı bu görüntü beyninizdeki görme ile ilgili merkeze gönderilir. - Görüntü hiç sıra beklemeden merkezdeki “hoş görüntüler” klasörüne kaydedilir. - Bu sizde ilgi uyandırır. Gözünüz görür, kalbiniz görmez. - Şimdi beyninizdeki “hayranlık. exe” çalışır ve “duygularım” klasörünün içindeki görüntülere hayran olmaya başlarsınız. - Karşı cinsin hal ve hareketleri hoşunuza gitmeye başlar… - Şimdi de beyninizdeki “oofff.txt” adlı dosya çalışır “oofff” çekmeye başlarsınız. - Beyin olay görüntüleyici ve kaydedicisi bu anları kaydetmektedir. - Doğruluk mu, cesurluk mu merkezindeki işleyişe göre bir kalem çevirirsiniz. Ama doğruluk, ama cesurluk orasını bilinmez. - Cesurluk gelirse gidip onunla konuşmayı düşünürsünüz. _ Doğruluk gelirse tepki vermeden mal mal bakarsınız. - Karşı cinsle konuştuğunuzu var sayalım; konuşma esnasındaki gülme sesleri ”hoş müzikler” klasörüne kaydedilir. Tüm kaslarınız gergin olduğu halde iyice gevşer hatta iki adım ötenizi göremez hale gelirsiniz. - “Duygularım” klasöründeki “heyecan.exe” aniden çalışmaya başlar. - Heyecan.exe‘nin çalışmasıyla “Pompala” klasörü içindeki “seri_kan_pompala.exe” uygulaması da çalışır. Komut kalbe gönderilir ve cevap beklenir. - Kalbiniz yüksek basınçlı seri kan pompalamaya başlar, ardından “Duygularım” klasörü içindeki “adrenalin.exe” açılır. Beyninizdeki hemen hemen tüm merkezler bu olaydan etkilenir, tam da işte böyle aşık olunur. "Aşık olurken nelere dikkat etmeliyiz?" Sorusuna yanıt biraz akıl vermek babında olacak ama olsun varsın... Aşık olacaklara şunları hatırlatmadan geçmeyelim…; - Hatunsa makyajsız, erkekse çıplak imajını kesinlikle önceden görelim. Kim ister bir Belgrad Ormanı’nda yaşamak öyle değil mi?… - Aşık olacağımız hatunun poposunda dövme olmamasına dikkat edelim. - “Ay” ya da “lan” bugün o kadar aşık olasım var ki anlatamam. Donatella Versace’i / Nuri Alço’yu görsem aşık oluvericem!” diyebildiğiniz bir gün kesinlikle sokağa çıkmayın! - Ayağı 35 numaradan küçük olan hatunları, 46 numaradan büyük olan erkekleri tercih etmeyin. “Kontrol edin…” Ve son kez tam olarak anlaşılsın diye birde Özet geçelim; - Tüm duygu ve düşüncelerin üreticisi beyindir. - Kalp beyinden aldığı emirle kan pompalar. Beyin düşünür ve duyguları harekete geçirir. - Kalp bahsi geçen semboldeki gibi değildir, yamuk yumuk bir şekli vardır. - Kalple aşık olunmaz, beyinle aşık olunur. *** Neymiş efendim; “ Kalbin çok önemli gördüğü birini, sevme, arzulama ve içinde hissetme durumu imiş aşk ”... Hadi canım sende. (!)... Benim bu konudaki takıntımı hoş görürseniz eğer - ki, alıtıyı buraya alıntılayan arkadaşın üzerine alınmasını istemem- "sevme, arzulama ve içinde hissetme" eylemlerini kalbe ithaf eden düşünür kardeşe yanıtım... "Yesinler seni. (!)" olacaktır... Hoşgörünüze Sevgilerimle
-
İSLAM'I ORTAYA ÇIKARAN KOŞULLAR...
GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Dini Konular - Din - Dinler
MUHAMMED’İN AYNI DÖNEMDE PEYGAMBER İDDİASINDA OLANLARLA MÜCADELESİ Yaşadığı dönemde, öncesinde ve sonrasında da Muhammed’den başka peygamberler de vardı. Böyle olduğunu kabul etmek istemeyenler, bunun böyle olduğuna inanmayarak reddedenler, Kuran’da yazılanları gerçekçi bir bakış açısıyla değerlendirmeleri gerekiyor. Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: "(Bunlar) Eskilerin uydurma masallarıdır" diyen. (KALEM SURESİ / 15) Ona ayetlerimiz okunduğu zaman: "Geçmişlerin masallarıdır" dedi. (MUTAFFİFİN SURESİ / 13) "Ve dediler ki: "Bu, geçmişlerin uydurduğu masallardır, bir başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam okunmaktadır." (FURKAN SURESİ / 5) “Andolsun, bu tehdit, bize ve bizden önceki atalarımıza yapılmıştı; bu, geçmişlerin uydurma masallarından başka bir şey değildir." (MÜ'MİNUN SURESİ / 83) Kuranda bu yazılanları üzerine doğru bir değerlendirme yapabilmek için şunun çok iyi bilinmesi gerekli. Aslında Kuran’a inanmayan bu insanlar, Allah’a inanıyordu. İnanmadıkları şey Allah adına Muhammedîn öne sürdükleriydi. De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir?" (84) "Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?" (85) (MÜ'MİNUN SURESİ) Ve dediler ki: "Bu, geçmişlerin uydurduğu masallardır, bir başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam okunmaktadır." (FURKAN SURESİ / 5) And olsun ki: 'ona elbette bir insan öğretiyor' dediklerini biliyoruz. Kast ettikleri kimsenin dili yabancıdır, Kuran ise fasih Arapçadır. (NAHL/103) Şimdi bu Nahl 103 ile ilgili Ubeydullah bin Müslüm’ün tefsirine bakalım: "Mekke'de çok bilgili iki Hristiyan köle vardı. Bunlar aslen Iraklı idiler. Adları Yesar ile Hayr idi. bunların birçok kitapları vardı. Fırsat buldukça bu kitapları okurlardı. Muhammed de çoğu kez onlara uğrar, kendilerini dinlerdi. Günün birinde, peygamberlik iddiası ile ortaya çıkınca, muhalif olanlar, 'hayır, Muhammed bu bilgileri Allah'tan değil de adı geçen kölelerden almıştır. Allah'ı ise işini sağlama almak için kullanıyor' demeye başladılar. Bu yüzden, nahl suresi'nin 103.ayeti cevap olarak indi." Sadece bunlar mı? İslam’ı ortaya çıkaran koşulları anlamak için bu yazılanlar yeter mi? Elbette yetmez. Bize sadece kısa bir ön bilgi ve fikir verebilir. Daha çoğunu anlamak ve kavramak için “Varaka kimdir necidir ?”, “ Selman-ı Farısi’nin dini bilgisi ve Muhammed’e yakınlığı nedir?” araştırılması gerekir ki, İslam öncesi ve sonrası gerçeklerle, İslami kaynaklara dayanarak yüzleşebilelim. Bizlere anlatılanları hiç sorgulamadan kabullenmek yerine, kaynağına dayalı yapacağınız tüm araştırmalarda göreceksiniz ki; Muhammedin döneminde başka peygamberler de vardı. Onlar da Arapları kendi etraflarında bir arada toplamak ve tüm Arap yarımadasına hakim olmak istiyorlardı. Ve onların da inanırları, onlarada inananlar vardı. Bununla ilgili İslami kaynaklardan bir örnek: "İlk dinden dönme hareketi Peygamber (s.a.s)'in sağlığında Yemen'de ortaya çıkmıştı. Kendisinin peygamber olduğunu iddia eden Esved el-Ansî, topladığı kuvvetlerle önce Necran bölgesini, pesinden de San'ayı, Vali Sehr ile yirmi beş gün savaşarak ele geçirdi. Hz. Peygamber'in Amil ve muallimi olarak bölgeye gönderdiği Mu'az b. Cebel, Ma'rib'de bulunan Ebu Musa el-Esari'ye iltihak etmiş daha sonra ikisi birlikte Hadramevt'e gitmişlerdi (Taberi, III, 229-230). Ibnül-Esir'in ifadesiyle, "Esved'in çıkarmış olduğu fitne bir alev gibi, Hadramevt'ten Taif, Bahreyn ve Ahsa'dan Aden'e kadar her yeri kaplamıştı" (Ibnül-Esir, II, 338). Hadramevt'te toplanan Müslümanlar endişeli bir şekilde beklerken, durumu haber alan Rasûlüllah (s.a.s)'in, Yemen bölgesinde bulunan Müslümanların tamamına yönelik, Esved'e karşı savaşılması emri bölgeye ulaştı. Veber b. Yuhannis vasıtasıyla gönderilen mektupta; dinin korunması, mürtedlere karşı savaşılması, Esved el-Ansî'nin açıkça savaşılarak veya gizli bir tertiple ortadan kaldırılması ve bu emrin İslam’da sebat eden bölgedeki bütün Müslümanlara ulaştırılması gibi talimatlar yer almaktaydı" (Taberi, III, 231; Ibnül-Esîr, II, 338). "Rasûlüllah (s.a.s)'in emri San'a'daki Müslümanlara ulaştığı zaman, planlanan bir suikast ile Esved el-Ansî, Firûz adındaki biri tarafından öldürülmüş ve Kenan bölgesi tekrar İslam’ın hâkimiyetine girmişti. Onun öldürüldüğü haberi Medine'ye Rasûlüllah (s.a.s)'in vefat ettiği günün sabahında ulaşmıştı" (Taberi, III, 227 ). Ama içlerinden galip gelenin adı ve ayetleri yaşayacaktı. Bu kişi Muhammed oldu! Düzenlenmiş alıntı: kloroben.blogspot -
İSLAM'I ORTAYA ÇIKARAN KOŞULLAR...
GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Dini Konular - Din - Dinler
MUHAMMED VE EBU CEHİL Ebucehil ne demek? “Cehaletin babası” demek. Sizin de tahmin edeceğiniz gibi bu bir isim değil lakap. Muhammed yiğit, zengin, nüfuz sahibi olan Ebu Cehil’i kendine dost edinemeyince İslam’a çekemeyince ona bu lakabı taktı. Muhammed’in bu davranışı Kuran’a ne kadar uyuyor bakalım: Ey müminler, bir kısmınız, diğer kısmınızı alaya almasın! Belki de alay edilenler, kendilerinden daha iyidir. Birbirinizi ayıplamayın, kötü lakaplarla çağırmayın! İmandan sonra fasıklık ne kötüdür! [Allah’ın yasak ettiği şeylerden] tevbe etmeyenler ise, zalimlerdir. (Hucurat 11) Peki, Ebu Cehil neden Muhammed’e inanmadı? Müslümanların en sağlam kaynaklarından Kütübü Sitte’de şöyle anlatılıyor: Fasil: TEFSİR BÖLÜMÜ - ESBAB-I NÜZULE DAİR Konu: Enfal Suresi Ravi: Enes Hadis: Ebu Cehl (bir gün) şöyle dedi: "Allahımız, eğer bu Kitap, gerçekten senin katından ise, bize gökten taş yağdır veya can yakıcı bir azab ver" (Enfal, 32) diye dua etmişti. Şu ayet indi: "Sen içlerinde iken Allah onlara azab etmez. Onlar bağışlanma dilerken de elbette Allah azab edecek değildir" (Enfal, 33) Müşrikler müminleri Mekke`den çıkardıkları zaman da şu ayet indi: "Yoksa Mecsid-i Haram'a girmekten men ederlerken Allah onlara niçin azab etmesin?" (Enfal, 34). Hadis No: 622 Ne demiş Ebu Cehil: "Allahımız, eğer bu Kitap, gerçekten senin katından ise, bize gökten taş yağdır veya can yakıcı bir azab ver" Ne yapsın Ebu Cehil, küçücük bir mucize görse inanacak. Ama yok, yok, yok. *** -
İSLAM'I ORTAYA ÇIKARAN KOŞULLAR...
GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Dini Konular - Din - Dinler
MUHAMMEDİN YAHUDİ VE HRİSTİYANLARLA OLAN İLİŞKİSİ Muhammed, başlarda Yahudileri kendi yanına çekmek istedi “Benden önceki Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak üzere size Rabbinizden bir ayetle geldim. Artık Allah'tan korkup bana itaat edin." (AL-İ İMRAN SURESİ / 50) “Gerçek şu ki, biz Tevrat’ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik.” (MAİDE SURESİ / 44) Hatta Kuran’da Tevrat ve Kuran eşdeğer olarak görülmüş: “De ki: "Eğer doğruysanız, bu durumda Allah katından bu ikisinden (Musa'ya indirilen Tevrat ve bana indirilen Kur'an'dan) daha doğru olan bir kitap getirin de, ona uymuş olayım." (KASAS SURESİ / 49) Bu nedenle her kim size kuranda bu yazılanları göz ardı edip "Tevratın değiştirildiğini" iddia ederse eğer, o şirke düşmüş sapkın bir kişidir. Bulunduğu bölgedeki kitap ehlini yanına çekmek için inen bütün bu surelere rağmen, Yahudileri yanına bir türlü çekemeyen Muhammed bu sefer: “Ey iman edenler, Yahudi ve Hristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.” (MAİDE SURESİ / 51) diyor. Bütün bu çelişkilere bakarak Muhammed’in dili mi sürçtü acaba diye düşünmeyin. Şüphesiz Rabbin hikmet dolu sözleri bunlar. *** -
İSLAM'I ORTAYA ÇIKARAN KOŞULLAR...
GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Dini Konular - Din - Dinler
İSLAM ÖNCESİ MUHAMMED HANGİ İNANCI KABUL EDİYORDU? Mekke Medine dolayları inanç olarak inanç olarak bayağı renkli ve çeşitli idi. Medine’de önemli sayıda Musevi vardı, Mekke ekseri putperestti, putları reddeden Hanifler de vardı. Yabana atılmayacak kadar Hıristiyan Arap da vardı; bunlar Roma etkisiyle Hıristiyanlaşmıştı. Hıristiyan ve Hanif inancının bir sentezi olan Rukus inancı vardı. İslami kaynaklarda yer alan şu bilgiye göre; “Hz. Muhammed (sav) 35 yaşında iken Kureyş'liler Kâbe’nin tekrar inşasına karar verdiler. Kâbe’nin yapılmasında bütün kabileler çalıştı ve yeniden yapıldı. Sıra Hacerü'l Esved taşının yerine konulmasına geldiğinde yerleştirme şerefine tüm kabileler nail olmak istemekte idiler. Aralarında anlaşamayarak ihtilafa düştüler. Bu tartışma bir kaç gün sürdü ve yaşlı bir adam şöyle bir öneri getirdi: "Mescid'e ilk giren hakem olsun." Tam bu sırada Hz. Muhammed kapıdan içeri girdi. Hepsi Muhammed Emin'dir kararı kabulümüzdür dediler. Durumu kendisine anlattılar. Hz Muhammed bana bir kumaş getirin, dedi. Kumaşı yere serdi. Hacerü'l Esved’i kendi elleriyle kumaşın üzerine yerleştirdi. Her kabilenin reisi bezin ucundan tutsun, dedi. Taş yükselince de onu yerine kendi elleriyle yerleştirdi. Böylece inşaatın kalan kısmına devam edildi ve sorun çözüldü.” Bu bilgiler ışığında Muhammed’in peygamberlik öncesi putperest inancına sahip olduğu anlaşılıyor. Çünkü Sene 605 henüz ortada peygamberlik iddiası yok. Putlara tapmayacak ama Kâbe’nin onarımında görev alacak? Olmaz öyle şey! O görev almak istese bile Kureyşiler izin vermez. Hele putperest olmayan birine asla hakemlik yaptırmazlar. Hacer ül Esved’e de dokunmaya kalkarsa öldürürler adamı. Ancak bir putperest bunları yapabilir. Peki, Kuran’a göre İslam öncesi putperestlik inancı nasıl bir şey? *Andolsun, eğer onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlaka “Allah” derler. De ki: “Hamd, Allah’a mahsustur.” Fakat onların çoğu bilmezler. (LOKMÂN - 25) *Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır” diyorlar. De ki: “Siz, Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? O, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.” (YÛNUS - 18) *İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez. (ZUMER - 3) *Onlar, Rahmân’ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Onların yaratılışına şahit mi oldular? Onların (yalan) şahitlikleri yazılacak ve sorgulanacaklardır. (ZUHRÛF - 19) Demek ki; İslamiyet öncesi dönemde putperestler de Allah’a inanıyordu. Ama putları kendilerini Allah’a yakınlaştırıcı olarak görüyorlardı. Tıpkı Müslümanların Muhammed’e bakışı gibi. Putları bir şefaatçi olarak görüyorlardı. Tıpkı “Şefaat yâ Resulullah!” diyen Müslümanların Muhammed’e bakışı gibi. Buradan ortaya çıkan sonuç o ki; Muhammed putların yerine şefaatçi olarak kendini koyuyor olması. Kanıt mı? Yine Kuran’ı okuyarak bunun kanıtlarına ulaşabiliyoruz: “O gün, Rahman (olan Allah)'ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati bir yarar sağlamaz.” (TAHA SURESİ / 109) “O'nun katında izin verdiğinin dışında (hiç kimsenin) şefaati yarar sağlamaz. En sonunda kalplerinden korku giderilince (birbirlerine:) "Rabbiniz ne buyurdu?" derler, "Hak olanı" derler. O, çok yücedir, çok büyüktür.” (SEBE' SURESİ / 23) Yani artık putların değil de Muhammed’in şefaati kabul edilir. Şimdi kafanıza şu soru takılabilir? “Hani Allah’tan başkası şefaatçi olamazdı. Hani şirkti bu?” *** -
İSLAM'I ORTAYA ÇIKARAN KOŞULLAR...
GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Dini Konular - Din - Dinler
HAC VE KÂBE Bilindiği gibi İslam’dan önce de Hac ve Kâbe vardı. Kâbe’ye yine Arap yarımadasının uzak yerlerinden gelenler vardı. Ama bir usul vardı ki, yanında yiyecek getirmek yasaktı. Yiyecekle gelmek Allah’a güvenmemek oluyordu. Günlük elbiseyle tavaf edilmezdi. Neden? İslam öncesi de Allah’ın mekânı olan Kâbe’ye tertemiz elbiseyle girmek gerekti. Üzerinizdeki elbiseler belki de haram işlerken de üstünüzdeydi Allah’ın evini bunlarla kirletmemeliydi. Dışardan da elbise getirilmezdi. Peki, ne yapılırdı? Tavaf etmek için gerekli olan ihram bu işe bakan aileden satın alınırdı. Peki, yoksul olanlar da var mıydı tavafa gelenler arasında? Evet vardı. İhram alacak parası olmayanlar Kâbe’yi çırılçıplak tavaf ederdi, kadın ya da erkek fark etmez. "Peygamberin izniyle ihramdan çıkıp Mina'da bulunan kadınlarımıza yöneldik. Zekerlerimizden meni damlıyordu" (Buhari Hac/81; Müslim Hac/141). Bu hadis hem Buhari’de hem Müslim’de var. Yani sahihliği tartışılmaz demek ki Mekke’nin fethinden sonra örtünme ayetleri inmeden evvel Müslümanlar da çıplak tavaf etmiş ya da Mekke Kureyş’in kontrolünde iken Hudeybiye barışında anlaşma yapılmıştı. Müslümanlara bir yıl sonra Hac için izin verilmişti. O sırada Kâbe Kureyş’in kontrolünde olduğundan tavaf onların istediği gibi ihramı satın alarak ya da çıplak yapılmıştı. Ve erkekler bir sürü çırılçıplak kadını görünce de doğal olarak zekerlerinden meni damlıyordu. Kâbe ziyareti bugün nasıl büyük bir kazanç kaynağı ise o zamanlar da durum böyle idi. Kâbe’de bazı hizmetler vardı ve bu hizmetlerin her birini yönetici konumunda olan aileler tedarik ederdi. Hicabe: Kâbe perdeciliği ve anahtarlarının korunması Sedanet: Hicabe’nin yardımcılığı Kâbe kapıcılığı. Rifade: Hacılara yemek verme Sikaye: Hacılara su verme Sikaye vazifesini Muhammed’in dedesi Abdulmuttalib, Abdulmuttalib ölünce de oğlu Ebu Talib yerine getiriyordu. Yani Muhammed’in ailesi de İslam öncesi bu Hac işinin ticaretini yapanlardandı. *** -
İSLAM'I ORTAYA ÇIKARAN KOŞULLAR...
GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Dini Konular - Din - Dinler
SİYASİ KOŞULLAR… Arabistan'da İslam'ın doğduğu kuzey taraflarında toprak verimsizdi. Su azdı, suyun az olduğu yerlerde insanlar su kaynaklarına, kuyulara yakın yerlerde ikame ederler. Bu doğal olarak insanların birbirinden ayrı olarak yaşamaları durumunda ortaya çıkan zorluklar nedeniyle kabile türü bir örgütlenmeyi getirmişti. Araplar daha tam olarak köleci ekonomik düzene bile geçmiş değildi. Toprakların verimsiz tarımsal üretimin çok düşük olması kabile üyelerinin çevresel etkiler nedeniyle bir arada yaşaması kabileler tarzında bir örgütlenmeyi meydana getirmişti. Elbette bu tarz bir ekonomik yapı adetleri gelenek ve görenekleri etkiliyordu. Mülkiyet nasıl klanın ortak malıysa suç ve cezada ortaktı. Şöyle ki; Bir kabileden biri bir başka kabileden birini öldürürse iki kabile arasında savaş çıkabiliyordu ya da kan bedeli ödeniyordu ama bu diyeti ödeyen katilin bizzat kendisi değil kabilenin tümü oluyor mesela kabilenin ortak malı olan keçilerden elli tane verilmesi. Bu şekilde suçun telafisine (diyet ödeme) ya da intikam girişimine (savaş, kan davası) suçu işleyen birey değil klanın tamamı muhatap oluyordu. Kabileler arası kavgalar kaçınılmaz olarak çok fazlaydı su meselesi vb. en ufak şeyde bir kişinin şiddete başvurması sonucu bir cinayet gerçekleşirse iki kabile hemen vuruşurdu. İlkel toplumların ortak özelliği kaynakların yeterince iyi işlenmediği ve üretimin çok ilkel olduğu bir zamanda dünyada bulunmaları nedeniyle kaynaklar yüzünden çarpışmaların çıkmasıdır hele bu Arabistan gibi kurak verimsiz bir yerse çarpışmalar daha çok ve daha şiddetli olacaktır. Bugün eskisine göre savaşlar azaldıysa bunun nedeni insan bilincindeki gelişme değil üretimdeki gelişmedir. Üretimdeki gelişme sonucu savaşlar azalmış ve bu da insan bilincindeki gelişmeyi sağlamıştır. Akrabalık çok önemliydi. Klanın içinde katı bir hiyerarşi vardı. Ama ilginçtir tam bir demokrasi vardı. Klanın ortak kararıyla kabile reisi seçilirdi sonra da bu reislerin biri hepsinin başı olurdu. Kabileler genelde savaş durumunda bir araya gelirlerdi. Medine nispeten tarıma elverişliydi. Mekke’de böyle bir durumun söz konusu olmaması onları tarım ve hayvancılıktan çok ticarete itmişti. Kervanlar vardı ve bu kervanları zaman zaman yağmalayanlar oluyordu. Kervanların ve ticaretin güvenliğinin sağlanması Mekkeliler için hayati bir önem taşıyordu. Eğer ticaret yollarının güvenliği sağlanacaksa bunun olabilirliği ancak kabile türü bir örgütlenme içinde olan Arapları bir çatı altında toplamak ve bir devlet kurmakla mümkündü. Arapları bir araya getirecek faktör, bölgede eski çağlardan beri etkin güç olan dindi, tanrının seçilmiş kulu etrafında toplanmak gerekliydi. Biraz İslam öncesi siyasi yapıdan da bahsedelim. Kabileler halinde yaşamda kabile liderliği babadan oğula geçmezdi. Kabile lideri olacak kişi; dürüst, cesur, iyi savaşçı olmalıydı ama tabii ki kabile liderliği görevini bir ömür boyu yürütürdü kabile lideri. Mekke’de, Darü’n Nedve denilen bir yer vardı. Kâbe’nin yakınına kurulmuş ve kapısı Kâbe’ye bakan bir binaydı. İşte Mekke’nin ileri gelenleri burada toplanır aralarında karar alır önemli konuları ticaret, savaş vb. karara bağlarlardı. Dar’ün Nedve bir bakıma bizdeki TBMM’nin vazifesini görüyordu. Şu halde henüz embriyon halinde de olsa devlete giden bir yol vardı. Nüfusun artışı ticaretin ve işbölümünün gelişmesi insanları bir devlet örgütlenmesinde bir araya gelmeye zorluyordu. Dar’ün Nedve’ye gelip görüş bildirmek için kırk yaşına gelmiş bir Mekkeli erkek olmak yeterliydi. Hem kabile tarzı bir ilkel yaşam, hem de çağına göre oldukça ilerici bir örgütlenme tarzı söz konusuydu. Mekke ileri gelenlerinin toplandığı Dar’ün Nedve’ye gelmek için kırk yaş şartı bize Muhammed’in peygamberlik iddiasının neden kırk yaşında olduğu hakkında bir fikir verebilir. Muhammed Dar’ün Nedve’ye girip çıkacak ve Mekke’nin saygın, zengin önemli kişileriyle ittifak yapacaktı. O günün koşulları içinde Muhammed’in yanında toplananlar da tıpkı diğer peygamberler Museylime ve Tuleyha’nın yanındakiler gibi çıkar ilişkileri içinde bir araya gelmekteydi. Hatta Ömer ve Ebubekir gibi ileri gelenlerden iki kişi kızlarını Muhammed’e vererek bu ilişkiyi daha da perçinlemiş. Muhammed ise bir kızını Osman’a vermiş o kızı ölünce diğer bir kızını daha zenginliği dillere destan Osman’la evlendirmişti. Hatice ile evli olması Muhammed’e olağanüstü bir saygınlık ve zenginlik de kazandırmıştı. Dahası Muhammed’in akrabalarından Talha da zengindi. İşte bu zengin ve önemli kişiler İslam’ın asıl kurucularıydı. Muhammed’in yanında da diğerlerinin yanında da samimi bir inançla toplanan elbette vardı ama çoğunluk çıkar amacı güdüyordu. Uhud’da peygamberin kesin emrine rağmen okçuların yerlerini terk ederek yağmaya katılması, Huneyn dönüşü ganimet paylaşımı yüzünden Muhammed’i semure ağacının altında sıkıştırıp nerde ise dayak atmaya kalkmaları dahası ona “yalancı” ve “cimri” demeleri, yanı sıra Kuran’da önce ganimetlerin tamamının sonra ise beşte birinin Muhammed’e ait olması bu çıkar ilişkisinin kanıtıdır. İslam’ın en değerli kitabı Kuranda (BAKARA SURESİ / 79) şunu ifade eder; “Artık vay hallerine; kitabı kendi elleriyle yazıp, sonra az bir değer karşılığında satmak için "Bu Allah katındandır" diyenlere. Artık vay, elleriyle yazdıklarından dolayı onlara; vay kazanmakta olduklarına.” Demek ki bu durumdan koşulların uygunluğundan istifade etmek ve çıkar sağlamak amacıyla peygamberlik iddiasında bulunanlar vardı. Onlar Muhammed’e göre yalancı peygamberlerdi. Ama diğerlerine göre de Muhammed yalancı. Aslında hepsi aynı amacı güdüyor, O günün koşullarında gücü elinde tutmaya çalışarak, birbirlerine karşı verdikleri mücadelede karşılıklı karalamalarla herbiri kendi liderliğini öne çıkarmaya ve kendilerine taraftar toplamaya çalışıyorlardı. *** -
İSLAM'I ORTAYA ÇIKARAN KOŞULLAR...
GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Dini Konular - Din - Dinler
NEDEN GÜNÜMÜZDE İSLAMA ELEŞTİRİLER YÖNELTİYOR? Eski zamanlarda siyasi otorite ve dini otorite at başı beraber giderdi. Bu yalnız Araplarda böyle değildi her millette böyleydi. Eski Türklerden örnek verelim. Hükümdar ailesinin kanı kutsal sayılırdı ve kanı dökülmezdi. Kanlarında Tang Tengri’nin verdiği bir “kut” olduğuna inanılırdı. Kanı yere akmasın diye öldürülme şekilleri genelde boğularak olmuştur. Hatta daha çok değil yüzyıl önce Osmanlı padişahı mektuplarının sonuna Halife-i Müslim'in – (tüm) Müslümanların halifesi- diye imza atardı. Tabii bazı durumlarda insanlar ulviyeti, ilahiliği kutsallığı önemsemezler. Osmanlı Padişahı Genç Osman'ın bir ara Yeniçeri ocağını ortadan kaldırma düşüncesi olmuş ve zindanda Yeniçeriler tarafından hem ırzına geçilmiş hem de testisleri sıkılarak işkenceyle öldürülmüştü. Bunlar bizim tarihten. O çağlarda insanlar gaddardı. Bunların anlatılmasının nedeni "İslamı Ortaya çıkaran koşulları" kavramaya çalışırken ırkçı bir bakış açısıyla yaklaşılmaması. Başka bir ırk ne ise bir diğer ırkta o. Değerlendirmemiz gereken, bizim bugün diğer Müslüman devletlerden farklı oluşumuzu farklı jeopolitik konumumuza 1.Dünya Savaşının kriz ortamına ve koşullara borçlu olduğumuz. Eğer Osmanlı ağır bir bunalıma girmeseydi 1.Dünya Savaşında yenilmeyip de kazansaydı Kurtuluş Savaşına giden yol açılmayacak ve bugün bambaşka bir ülkede yaşayacaktık. Nazilerin de Yahudileri yakması ve altı milyon Yahudiyi öldürerek tarihin en büyük katliamını gerçekleştirmesi daha çok değil geçen yüzyıl yaşandı. İşte Avrupa'nın göbeğindeki Almanya tarihinden bir kanlı sayfa. Düşününki 20. yüzyılda bu vahşet yaşanıyorsa geçmiş asırlarda neler yaşanmaz. Yani her milletin tarihinde vahşet, kan ve gözyaşı vardır. Bunlar kimi zaman azdır kimi zaman artar. Ama kesin olan şu ki bu vahşet eskiden çok daha fazlaydı. Peki, madem bu doğal ve normal ise, İslamı ve ortaya çıkışındaki koşulları asırlar önce insanların çok bilinçsiz olduğu zamanda dökülen kanlar, yapılan savaşlar neden eleştiri konusudur? Neden İslama bakarken asırlar önce bu normaldi, demeyip de eleştiriler yöneltiyoruz? Bu bir çifte standart değil mi? Hayır, değil. Çünkü İslamın Allah katından indiği iddia ediliyor. Eğer bu din her şeye kadir her şeyin üstünde zamandan ve mekandan münezzeh tek gerçek tanrı tarafından indirildi ise bu dinin insanlara yaptırdıklarının sadece asırlar önce değil günümüzde de normal karşılanması gerekirdi. İşte bu yüzden; Yüz yıllar önceki bir olaya o çağlarda olabilir derken, yaşananlara günümüzden baktığımızda, asırlar önce yaşamış insanları suçlayıp yargılayarak değil, Bugün İslamın hala geçerli olduğunu savunanlara yönelik olarak bu eleştiriler yapılmaktadır. *** -
İSLAM'I ORTAYA ÇIKARAN KOŞULLAR İslamın nasıl büyüyüp geliştiğini, savaşlar ve yağmalar sonundaki ganimetlerin İslam'ı nasıl güçlendirdiğini hatta ekonomik durumu feodalizme çevirerek üretici güçleri geliştirip Müslümanları dönemin en ileri, en zengin ve en güçlü devleti haline getirdiğini biliyoruz. Peki, İslam ve Muhammed nasıl ortaya çıktı? Muhammed diye bir adam mağarada hayal gördü ve şimdi 1 milyardan fazla insan ona inanıyor… Bu mudur? Elbette hayır. “İslam ve Muhammed nasıl ortaya çıktı?” sorusuna gerçekçi yanıtları verebilmek için; İslam'ı ve Muhammed'i ortaya çıkaran koşulları ve olayları kaynağından araştırmak gerekiyor. O zamanki Arap toplumundaki koşullar ve olaylar, bazı peygamberleri ortaya çıkardı. Bazı şairler çıkıp peygamberlik iddiasında bulundular. İçlerinden Muhammed değil de bir başkası da galip gelebilirdi ama durum çok da farklı olmazdı. Demek ki sorun Muhammed ve onun öğretisinde değil. Sorun Arap yarımadasında o çağda var olan dinlerin içinden yeni bir dinin doğup güçlenip gelişmesine yol açan koşullar. O halde “Bu insanlar nasıl ve neden din etrafında bir araya gelmişlerdi?” sorusuna kaynağından araştırmalarla doğru yanıtları bulmamız gerekiyor ***
-
Umutların tükendiği, çıkarların öne çıktığı bir nokta, sözün tükendiği, çatışmaların çözümsüzlüğün tek töntemi olacağı duruma yol açar... Türbana özgürlük diyenlere arka çıkıp, parasız ünüversite isteyenleri saçlarından tutup yerlerde sürükleyenlerin... Bu ülkede dindarlara baskı yapılıyor deyipte, cem evlerini ibadet haneden saymadıklarını dile getirip alevilere her türlü baskıya göz yumanların... Vs...Vs.. Kimlerin umutlarını tüketip nasıl bir çatışma içinde olacaklarını öngörüyorlar mı acaba? Ancak insanlık tarihi boyunca olduğu gibi, bugün de ince hesaplar yapılmadan bu tür zorlu mücadelelere girilmez. Önümüzdeki seçim sonrası okyanus ötesi ziyaretçilerin yeniden ikamet etmek üzere ülkeye döneceğini de göz ardı etmeden... Gelişmeleri sakince değerlendirirsek eğer... Baskıdan şikayet eden bir kesimin, hesabını kitabını yaptığı, erki elinde tutmak ve korumak için her türlü çatışmayı göze aldığı, Hele ellerinde tuttukları "Din" argumanın onlar taraflarından en etkili silah olarak kullanacaklarını biliyor olmaları Ve bu konuda sergiledikleri yetenekler, artık takiye bile yapmalarına gerek duymadan, Bu tutum ve stratijilerini pervasızca uygulamaya devam edecekleri yeni bir dönem içine girildiği anlaşılıyor... Oysa yıllar önce Erbakan şunu dile getirmemiş miydi?.. "..... kanlı mı olacak, kansız mı?" Bugünlere gelineceğinin ip uçlarını ve müjdesini vermemiş miydi? O dönem erki ve gücü elinde bulunduranlar, geçici çözüm yöntemlerinde bulunup "Erbakanı" tasfiye etti... Ama şu gerçeği gözden kaçırdılar değil mi? Asıl olan... Toplumun her anlamda eğitimi ve kültürel gelişimini sağlamak yolunda ne kadar adım atıldı ki? Kendi kültürel ve siyasi amaçları için bu yöntemi her alanda etkili bir şekilde uygulayan gülen hareketini göz ardı ettiler. Yeri geldi demokrasiyi bizler adına en iyi uygulayanlar olarak kabul ettiklerimiz bile onları baş tacı etti... Ve adım adım "Hakkımızda hayırlı olsun" temennileriyle bugünlere kadar geldik... Yaşanan bu koşulların oluşturduğu ortamda, bu koşullara taraf olanların yaşamın her alanında etkili olmak adına... Yarattıkları “çıkarcı demokrasi” nin her türlü yöntemini uygulayacakları da çok doğal elbette... Önemli olan bu durum karşısında diğerlerinin ne yaptığı ve ne yapacağıdır... Uzun lafın kısası, yazıda anlatılanlar yaşanan gerçekleri dile getiriyor. Katılmamak görünen gerçekleri anlamamak, kavramamak demektir. Ancak şahsıma katılmadığım bir son cümle var orada "Hakkımızda hayırlısı olsun!". Bu tür ifadeler çok farklı anlamları ifede eder. Çoğunlukla da mücadeleden kaçan, korkan, geri çekilmeyi tercih eden bir yaklaşıma yol açar. Bunlardan biri, kişisel gelişimini "salt kendi çıkarları söz konusu olduğunda nara atan bir zihniyet" olarak tamamlamış kişiler için, günü kurtarmak adına geleceğinin ne kadar etkilendiğini değerlendirmeye bile almadan, şükür halimize bu da hayırdandır bakış acısı... Bir diğeri de "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" anlayışıdır... Oysa bu çıkarcı çarpık zihniyetlerin gelecek nesillerini de etkileyecek kazanımları, her zaman tutarlı, kararlı düşünce ve davranışlar içinde olanlar sağlar... Olara ne mi olur? Yaptıklarını ve insanlığa kazandırdıklarını, öyle çok uzatmadan tek bir çümle ifade etmek istersek... Gelecekte de yaşarlar...
-
Yoksul çocuklarını fikri hür, vicdanı hür insanlar olarak yetiştiren Çağdaş Yaşam Derneği'ni dağıttılar, Türkan Saylan'ın evini bastılar ölümünü çabuklaştırdılar. Prof. Dr. Mehmet Haberal'ı, bu ülkeye üniversite kuran, bilim adamı yetiştiren pırıl pırıl insanları darbecilikle suçladılar. Dur bakalım, ekonomi istikrarlı, işler tıkır, paralar şıkır, dediniz. Cumhuriyetin ilkelerini savunan yargıçları, savcıları sürdüler, süründürdüler, hileyle, iftirayla tutukladılar. Dur bakalım, belki suçludurlar, dediniz. Kanaltürk'ü batırıp sattırdılar, Tuncay Özkan'ı "bertaraf" ettiler, Cumhuriyet mitinglerini düzenleyenleri, mitinglerde konuşanları Ergenekoncu diye içeri tıktılar. Dur bakalım, onlar da o kadar bağırıp çağırmasaydı, dediniz ; biz sularına gideriz, haberini bile yapmayız, es geçeriz, ses çıkarmayız, dokunmazlar dediniz dediniz. Gencecik subayları çakma kanıtlarla içeri tıktılar, dürüst subayları intihara sürüklediler, PKK'ya karşı savaşan komutanları harcadılar, orduyu şamar oğlanına çevirdiler. Dur bakalım, ordu da çok oluyordu, zaten işimize de yaramıyordu, dediniz. Çakma suç ihbarlarına itibar eder, çarşaf çarşaf yayınlarken; itham ve mağdur edilenlerin suçsuz olabileceklerini bile dile getirmediniz! Özel yaşamların gözetlendiği, telefonların dinlendiği, mail'lerin okunduğu, resmi ya da mahrem tüm görüşmelerin kaydedildiği ve tehdit aracı olarak kullanıldığı ortaya çıktı. Dur bakalım dediniz, susmakla kalmayıp, susmak istemeyen maiyetinizi de susturdunuz. İlhan Selçuk, Yalçın Küçük ve daha pek çok gazeteci ya da yazar darbecilikle suçlandı, Mustafa Balbay 547 gündür tutuklu, Ergun Poyraz üç yıldır... Dur bakalım, onlar zaten bizden değiller dediniz, sizin dümeni iyice sularına kırdınız. Hala, teyet geçer sanıyordunuz. Derken sıra size geldi, vergiler bindirildi, sırtınız iyice eğildi, yine de "hınk" deyip fazla ses etmediniz. Hala dur bakalım, diyor, zaten suyuna gittiğiniz himmet buyurur, suyuna gittiğinize minnet gösterir, diye bekliyorsunuz. Anayasa referandumunda demokrasinin tüm kuralları çiğnendi, devletin tüm olanakları, beleş kömürden çeyrek altın dağıtımına, mühürden bültene psikolojik baskıya, "evet"e odaklandı. Muhalefete verilmeyen propaganda hakkından, muhalifler tehditle, darpla, polis zoruyla mahrum bırakıldı. Durun bakalım, defter dürülecek de, hala "evet" mi çıkacak "hayır" mı diye beklediniz. Bekleyin bakalım. *** İstanbul'dan Bağdat'a mal götürecek kervana, olası eşkıya saldırısına karşı bir dudağı yerde, bir dudağı gökte, Boyu kadar kılıç taşıyan iri kıyım, heybetli, babayiğit bir zenci koruma istihdam edilmiş. Yola düzülen kervan, az gitmiş, uz gitmiş, Küçük Asya'yı aşmış, Bağdat'a yaklaşırken bir gece ıssızda, 40 haramilerin saldırısına uğramış. Haramiler, kervanı darmadağın etmişler, develeri kaçırmışlar, malları yağlamamışlar, heybetli korumayı da derdest edip teker teker üstüne çıkmışlar. Bir harami, iki harami derken, 39 haraminin ırzına geçmesine gıkı çıkmayan heyula zenci, sıra kırkıncı haramiye gelince... Birdenbire "Haayt!" diye nağralanarak doğrulmuş. Çekmiş boyu kadar kılıcını, 40 haraminin 40'ının da kafasını uçurmuş. Kaçan develer toplanmış, dağılan mallar yüklenmiş, kervan yeniden yola düzülmüş. Bağdat'a varıp mallarını satan kervancılar, oradan aldıklarını İstanbul'a götürmek için yüklemişler. Heyula zenci koruma da kılıcını kuşanıp kervana doğru seğirtmiş ki, Kervancı başı, "Dur," demiş. "Bu sefere sen gelmiyorsun, işine son verdik." Zenci şaşkın, "Neden ağam?" diye sormuş. "Ben sizi kırk haramiden kurtardım, malınızı korudum, görevimi layıkıyla yerine getirdim ya..." Kervancı başı, dudağını bükmüş: "Getirdin getirmesine, amma velakin dönüşte seni götürecek 39 haramiyi nereden bulacağız?" *** Ey sekiz yıldan beri susup susturup, Türkiye'de olan bitenlere bakan kervancılar! Acaba 39 haramiyi mi bulamadınız, yoksa 40'ıncıyı mı bekliyorsunuz? MİNE G. KIRIKKANAT