-
İçerik Sayısı
3.724 -
Katılım
-
Son Ziyaret
-
Lider Olduğu Günler
30
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
GeceKuşu tarafından postalanan herşey
-
*** Eric Fromm’un Hayatı ve Düşünce Temelleri Eric Fromm (1900- 1980), Alman asıllı ABD’li bir psikanalist ve sosyal bilimcidir. Yahudi asıllı bir ailenin tek çocuğu olarak Frankfurt’ta doğmuştur. Felsefe, psikoloji ve sosyoloji öğrenimi almış ve psikanaliz dalında eğitim görmüştür. 1933’te Yahudiler üzerindeki baskıdan dolayı Amerika’ya göç etmiştir. Fromm ailesi, Yahudi geleneğine aşırı derecede bağlıdır. Fromm’un ataları, Talmud’u okuyup yorumlamakla günlerini geçiren, dünyevi işler olan ticaret gibi ilişkileri olmayan haham kimselerdir. Atalarından aldığı Yahudiliğe ilişkin eğitimi ve zihinsel birikimi, hayatında oldukça önemli bir işleve sahiptir. Fromm, politik sistemler arasında en insancıl olanın "Demokratik Sosyalizm" olduğuna inanmaktadır. Gerçekte Marksist düşüncede ifadesini bulan demokratik sosyalizmin insanlığın reçetesi olduğunu iddia etmektedir. Fromm, 1920’li yılların sonlarında kurumsal dinleri eleştirerek geleneksel dini yapılara karşı çıkmış ve dini pratiklerden uzaklaşmıştır. Tüm kurumsal dinleri, akıl dışı davranış formları olarak görerek, geleneksel Yahudilikten kesin bir şekilde uzaklaşmıştır. İnsan ilişkin özgürlükçü ve kendilikçi yaklaşımı çerçevesinde, Yahudiliği de içine alan bir bütünsel düşünceyi savunmaya başlamıştır. Aşkın bir Tanrı’nın varlığını inkar etmekle birlikte mistik bir dindardır. Yani kendi ifadesiyle, “ateist bir mistik” tir. Amerika’da kurulan Enstitüdeki hedefe uygun psikoloji üretme görevi Fromm’a verilmiştir. Fromm da, Marksizm ve Freud psikolojisini sentezlemiş ve bunu sık sık Yahudilikle de buluşturmuştur. O, bunu yaparken, her bir inanç ve düşünce sistemini kendine özgü yorumlarıyla revize etme yoluna gitmiştir. Hümanistik inanç diyebileceğimiz bir temel felsefeyi esas alan Fromm, oluşturduğu yeni sentezi, dini olarak nitelemiştir. Bir psikanalist olması sebebiyle Fromm, düşünce temellerini önemli derecede Freud düşüncesi üzerine oturtmuştur. Ancak Freud’un ortaya koyduğu klasik psikanalizi kendine göre yorumlamış, analizlerinde kültürel ve sosyal faktörleri, etkin biçimde kullanmıştır. Freud’un temel kavramları, Fromm düşüncesinde de önemli bir yer işgal etmiştir. O, bu kavramları aynen kullanmakla birlikte, Freud’un eksik bıraktığı yönlerini, analitik bir şekilde ortaya koymaya çalışmıştır. Fromm’un etkilendiği din, düşünce sistemi ve düşünürler arasında, Buda ve Budizm önemli bir yer tutar. Kitaplarının çoğunda bir şekilde değindiği bu dini sistem, onun hümanistik din tezinde, önemli bir örnek olarak öne çıkar.
-
*** *** Yedinci Bölüm: Dünyevileşme ve Meşruiyet Sorunu Protestan liberalizminin ekonomi ve teknolojideki kapitalist başarılar döneminin, batının gelişmesinin ve burjuva kültürü hakimiyetinin kısaca burjuva kapitalizminin altın çağının altyapısal temeli olarak kabul edilebilecek kısmına dikkat çekebiliriz. Bu dönem, batı medeniyetinin kültürel, siyasal ve ekonomik değerlerinde engin bir güvenin, yani protesan liberalizminin iyimser Weltanschauung’una tamamen yansıyan bir güvenin hakim olduğu bir dönemdi. Sonuçta bir ilahiyatçıyla yapılacak uzlaşma baskı altında yapılmıyor, aksine sırf maddi olarak değil taşıdığı değerler bakımından da oldukça cazip ve övgüye değer kabul edilen seküler bir kültürle karşılıklı oturularak ve istekle akdediliyor. Kaba bir biçimde ifade edecek olursak, Protestan liberalizmi geleneğin belli özelliklerinden payına düşen kısmı satmak için ne gerekiyorsa onu yapıyordu. Günümüzde Protestanlıkta popülerize edildiği biçimiyle radikal teolojinin aşırı şekillerinin yasallaştırmak için tasarlandıkları dini kurumların tam anlamıyla varoluşlarının kuyusunu kazabilecekleri yolundaki yalınkat bir nedene dayalı olarak sözü edilen modern bilinci sahaya taşıması öyle pek olası gözükmemektedir. Çünkü yasallaştırmalar bu durumda bizzat kendi kendilerini mağlup etmiş olurlar. Bununla birlikte Hıristiyanlığı dünyevileşen bilincin belli kilit realite varsayımlarıyla aynı çizgiye getirmek için yapılan daha ılımlı girişimler çok olasılıkla bundan sonra da olacaktır. Hususi olarak, dinin özelleştirilmesi, özellikle de psikolojizmin kavramsal mekanizması yoluyla özelleştirilmesi, olayların akışı bir kez daha iki dünya savaşı arasında neo-ortodoksiyi gün yüzüne çıkaran bir tür afetle kesintiye uğratılmadığı sürece öngörülebilir bir gelecekte kendi kendini feshetmesi ihtimal dışı olan geniş bir eğilim olarak algılanabilir. Modernleşmenin bugün dünya ölçeğinde bir olgu olduğunu ve farklı bölgeler ve ulusal kültürlerde uğradığı büyük değişikliklere rağmen modern sanayi toplumunun yapısının dini gelenekler ve onlara vücut veren kurumlar için dikkat çekici bir biçimde benzer durumlar ortaya çıkardığını vurgulamak yeterlidir.
-
*** *** Altıncı Bölüm: Dünyevileşme ve Makuliyet Sorunu Kitabı Mukaddes geleneğinden kaynağını alan dini gelişmeler modern seküler dünyanın oluşmasında nedensel etkenler olarak görülebilirler. Fakat bir kere bu dünya oluştuktan sonra, kesinlikle bir oluşturucu güç olarak dinin süregelen etkinliğini saf dışı bırakması elden bile değildir. İşte tam bu noktada, din ile dünyevileşme arasındaki ilişkide büyük bir tarihi cilve, bu öyle bir cilvedir ki tarihi bir dille söyleyecek olursak şematik olarak Hıristiyanlığın kendi mezarını kendisinin kazması biçiminde dile getirilen bir cilve, yatmaktadır. Daha önce gösterdiğimiz gibi dünyevileşmenin özgün mahalli ekonomik alandır ve özellikle de ekonominin kapitalist ve endüstriyel süreçlerde oluşan sektörleridir. Netice itibariyle modern toplumun farklı kesimleri bu süreçlere yakınlığına veya uzaklığına göre dünyevileşmeden farklı bir şekilde etkilenmiştir. Modern sanayi toplumu, dine karşı bir çeşit kurtarılmış bölge denebilecek merkezde yer alan bir sektör geliştirdi. Dünyevileşme işte bu sektörden dışa doğru toplumun diğer alanlarına yayıldı. Bunun ilginç bir sonucu, dinin kurumsal düzenin en açık ve en kapsamlı kesimleri arasında, özellikle de devlet ile aile kurumu arasında kutuplaşması yönünde bir eğilime sahip olması olmuştur. Gerek iş hayatında gerekse onun etrafında oluşan ilişkilerde yaşandığı gibi günlük hayatın kapsamlı bir dünyevileşme noktasına ulaştığı zaman bile devlet ve aile kurumu gibi kurumlara hala dini sembollerin iliştirildiği görülebilir. Bunu genel sosyolojik söylem açısından ifade etmenin yolu, bir yandan ekonominin diğer yandan da devlet ve ailenin dünyevileşmesi arasında bir kültürel boşluğun mevcut olduğunu söylemekten geçer. Kutuplaşmanın kapsamlı etkisi çok hem de çok önemlidir. Böyle bir durumda din kendini kamusal bir söylem ve özel bir erdem olarak takdim eder. Başka bir deyişle kamusal olduğu sürece din gerçekliği, gerçek olduğu sürece ise kamusallığı kaybeder. Bu durum, bir zamanlar belli bir toplumun üyeleri için kesinlikle bütüncül bir tanımlamalar demetini oluşturan bir kuruluş olarak dinin, geleneksel görevinden şiddetli bir biçimde kopuşunu simgeler. Dinin dünya kurucu potansiyeli böylelikle; alt parçalar, parçalanmış alan dünyaları ve birçok durumda da çekirdek aileden öteye geçmeyen makuliyet sağlayıcı yapılarla sınırlı kalır. Dini tercih sanki ilk defa benimseniyormuş gibi basma kalıp bir halde bırakılabilir. Dünyevileşme tarafından meydana gelen dinin kutuplaşması ve onun beraberinde getirdiği kamusallığın ve realitenin kayboluşu da yine, dünyevileşmenin ipso facto çoğulcu bir yapıya yol açtığını söylemek suretiyle tasvir edilebilir. Daha doğrusu çoğulculuk kavramı genellikle sırf içerisinde farklı dini grupların devlet tarafından hoşgörüyle karşılandığı ve birbiriyle serbestçe rekabete giriştikleri durumlar için geçerlidir. Dünyevileşme ile çoğulculuk arasında çok derin bir bağın var olduğu rahatlıkla görülebilir. İnsanlık tarihinin büyük bir kısmı boyunca dini kuruluşlar toplumda tekeller, yani öyle tekeller ki bireysel ve toplumsal hayatın nihai meşruluklarında yerini alan tekeller olarak mevcudiyetlerini sürdürmüşlerdir. Dini olarak tanımlandığı için bahis konusu dünyanın dışına adım atmak demek kaotik bir karanlığa, anomiye ve belki de çılgınlığa adım atmak demektir. Gerçekten de dini acımasızlığın bu anlamda Kitabı Mukaddes ekseninden çıkan dini geleneklerde elde ettiği temel ayrıcalık, Doğu Asya’nın büyük dinleri ekseninde genellikle mevcut değildir. Tarihsel arka planları ne olursa olsun tüm çoğulcu yapıların temel özelliği, eski dini tekelleri artık kalıcı durumundaki kitlelerin bağlılığını sağlamak için olduğu gibi kabul edilir olmaktan çıkarmaktır. Çoğulcu konum her şeyden önce bir Pazar konumudur. Orada dini kurumlar birer teşhir merkezleri haline gelirken dini gelenekler de birer tüketici malları haline dönüşür. Bu durumda her nasıl olursa olsun hatırı sayılır bir ölçüde dini aktivite Pazar ekonomisinin mantığına göre belirlenmeye başlar. Önceden dini kurumlar bir hizmetliler kitlesi üzerinde tekelci bir denetim kurmaya çalışan bir kurum olarak örgütlenmişti. Şimdi ise aynı gruplar kendilerini öyle örgütlemelidirler ki, bu örgütlenmeleri onların benzer amacı güden diğer gruplarla rekabet halinde iken bir tüketici çevre kazanmaya çalışmalarına elverişli olsun. Bu durumda derhal hasılat konusu önem kazanmaya başlar. Rekabetçi bir ortamda hasılat elde etmek için katlanılan baskı doğal olarak sosyo-dini yapıların rasyonelleştirilmesini zorunlu kılar. Çoğulcu durum genel olarak toplumda özel olarak da bir kimsenin başkasıyla rasyonel ilişkilerinde bağlı kalacağı bir bürokratik yapılar ağının bulunmasını zorunlu kılar. Çoğulcu yapı kartelleşme yönünde bir eğilim sergilediği için; sosyal, politik ve ekonomik dinamikleriyle kiliselerin evrensel birliğine doğru bir eğilim de sergiler. Çoğulcu durumun etkileri yalnızca dinin toplumsal yapısal yönleriyle sınırlı değildir. Ayrıca onlar dini içeriklerle yani dini pazarlama merkezlerinin ürünlerine kadar da uzanırlar. Herhangi özel bir dini dünya kendini bilince ancak ve ancak uygun makuliyet özelliği varlığını koruduğu ölçüde bir realite olarak takdim edebilir. Makuliyet özelliği etkin ve dayanıklı ise koruna gelmekte olan dini dünya da o nispette bilinçte etkin ve dayanıklı bir biçimde reel olacaktır. En azami yararın beklendiği bir anda, işte o zaman, dini dünya yalınkat bir biçimde olduğu gibi kabul edilebilecektir. Bununla birlikte makul olma özelliği zayıfladıkça söz konusu dini dünyanın öznel gerçekliği de zayıflayacak ve bir belirsizlik baş gösterecektir.
-
*** *** Tarihi Unsurlar Beşinci Bölüm: Dünyevileşme Süreci Sekülarizasyon (dünyevileşme) kavramı biraz serüvenli bir tarihe sahip olmuştur. Kavramı ilk defa din savaşlarından hemen sonra arazi ve emlakin kilise otoritelerinin gözetiminden çıkarılmasını belirtmek amacıyla kullanıldı. Aynı kavram Roma dini hukukunda bu sefer tarikatlardaki bir müridin dünyaya yönelişini göstermeye başladı. Sekülarizasyon ve hatta onun türevi olan sekülarizm kavramı, geleneksel kiliseyle bağları olan çevrelerde ona Hıristiyanlaşmaktan uzaklaşma, dinsizleşme vb. olarak saldırılırken, ruhban karşıtı ve ilerlemeci çevrelerde ise modern insanın dini vesayetlerden kurtuluşu anlamı verilmeye başlandı. Sekülarizasyonla biz, kültür ve toplum alanlarının dini kurumlar ve sembollerin egemenliğinden çıkarıldığı süreci kastediyoruz. Modern batının tarihindeki toplum ve kurumlardan bahsettiğimizde, kuşkusuz sekülarizasyon tıpkı kilise ile devletin ayrılmasında ve kilise arazilerinin istimlaki ile eğitimin kilisenin daha önce gözetimleri veya nüfuzları altında tuttukları sahalardan tahliye edilmesinde kendini açıkça göstermektedir. Ama kültür ve sembollerden bahsettiğimizde ise sanat, felsefe ve edebiyatta dini içeriklerin kayboluşu ve hepsinden önemlisi de bilimin dünyada özerk ve tamamen seküler bir bakış açısı olarak yükselişinde gözlenebildiği gibi bu süreç, kültürel ve düşünsel hayatın tamamını etkisi altına alır. Nasıl toplum ve kültürün sekülarizasyonu söz konusuysa, aynı şekilde bilincin sekülarizasyonu da söz konusudur. Modern batının dini açıklamalardan yararlanmaksızın dünyayı ve kendi öz yaşamlarını yorumlayan gittikçe artan sayıda bireyler ürettiği anlamına gelir. Sekülarizasyon modern toplumların küresel bir olgusu olarak görülse bile hepsinde tek ve aynı tarzda yayılmıştır. Farklı insan toplulukları bu süreçten farklı bir biçimde etkilenmiştir. Dünyevişle Protestanlıkla modern hayata girmiştir. Katoliklerden ayrı olarak Protestanlık kutsalla bağlarını kesmiştir. Protestanlıkta tanrının köklü bir aşkınlığına dünyanın köklü bir içkinliği, yani kutsala kapalılık tekabül eder. Devamlılığa bir son vererek gök ile yer arasındaki göbek bağını kopardı. Eski Ahit, kendi yarattığı fakat karşısına alıp içine nüfuz etmediği bir kainatın dışında duran bir Tanrı ortaya kor. Bu Tanrı, herhangi bir tabii veya beşeri olguyla mukayesesi imkansız, köklü bir biçimde aşkın bir Tanrı’dır. O, sadece bu dünyanın yaratıcısı değil aynı zamanda tek Tanrıdır. Dahası bu Tanrı, her ne kadar özellikle İsrail tarihine münhasır olmasa da, kozmik olmaktan çok tarihsel olarak eylemle bulunan ve köklü ahlaki talepleri bulunan Tanrıdır. Tanrı’nın aşkınlaştırılması ve ona eşlik eden dünyanın büyüsünün bozulmasının, hem ilahi hem de beşeri faaliyetlerin bir arenası olmak üzere tarihin önüne bir boş alan açtığı söylenebilir. Öncekini tamamen dünyanın dışında duran bir Tanrı yerine getirirken, sonraki faaliyet insan anlayışında önemli ölçüde bir bireyselleşmeyi gerektirdi.buna göre insan Tanrının zatı karşısında tarihi bir aktör olarak gözükür. Böylece, tek tek insanlar, tipik bir arkaik düşünce olan, mitolojik toplulukların olsa olsa birer temsilcileri, fakat birey olarak önemli faaliyetler icra eden seçkin ve biricik fertler olarak gözükür. Burada oldukça yüksek bir şahsiyet sergileyen Hz. Musa, Davut, Elijah ve benzer kişiler akla gelebilir.
-
*** *** Dördüncü Bölüm: Din ve Yabancılaşma Toplum kolektif insan aktivitesinin bir ürünüdür. Böylece, sırf bu yönüyle o ferdi nesnel bir gerçeklik olarak karşısına alır. Toplum bireye kendisiyle ortak hareket etmeyi, yani onun toplum gerçeğinin kendisiyle sürekli kurulduğu ortaklaşa harekete katılmasının şart koşar. Bu hareketler bireye, onun gönülsüz de olsa, sırf kendilerine toplumsal olarak tahsis edilen objektif manalara katıldığı noktada toplumsal gerçekliğin öğeleri olarak gerçek gözükecektir. Nesnelleşme fertlerin içinde bulundukları şeyin dışında kalan gerçek bir toplumsal dünyanın üretilmesini ifade ederken, içselleşme aynı toplumsal dünyanın söz konusu fertlerin bilinçleri dahilinde bir gerçeklik statüsüne sahip olmasını ifade eder. Bilinç toplumsallaşmadan önce gelir. Dahası eğer başka bir şey, bir kimsenin kendi bünyevi süreçlerinin süre giden bilincine bunu temin etmediği sürece bilinç asla tamamen sosyalleştirilemez. İnsan toplum içinde yaşamanın bir sonucu olarak hem kendi dışında hem de kendi içinde başkalık üretir. Toplumsal bir dünyanın parçaları olduğu sürece insanın kendi öz eylemleri kendi dışındaki bir gerçeğin parçası olmaktan öteye gidemez. Toplumsal dünyanın başkalığı ve toplumsal hayatın başkaları konumunda olan somut insani varlıklar bilinçte içselleştirilir. Başka bir deyişle, başkaları ve başkalık bilinç haline dönüştürülür. Sonuçta, toplumsal dünyanın bireye yabancı gözükmesi olasılığının yanı sıra onun toplumsallaşan özünün belli yanlarıyla kendisine yabancılaşması olasılığı da ortaya çıkar. Bu yabancılaşmanın insanın toplumsallığında verili olduğunu, başka bir deyişle antropolojik açıdan zorunlu olduğunu vurgulamak gerekir. Dolayısıyla izlenecek iki yol var: biri, dünyanın ve özün yabancılığının her ikisinin de insanın kendi aktivitesinin ürünleri olduğunu hatırlamak suretiyle yeniden uyumlu hale getirilmesi, diğeri ise böyle bir uyumluluğun artık mümkün olmaması ve toplumsal dünya ile toplumsallaşan özün bireyi doğanın olgularına benzer değiştirilemez olgular olarak karşısına almasıdır. Sonuncu süreç yabancılaşma olarak adlandırılabilir. Birey, söz konusu dünyanın kendisi tarafından ortaklaşa üretilmesi ve sürdürülmesi gerektiğini unutur. Yabancılaşan bilinç diyalektik olmayan bir bilinçtir. Yabancılaşma hakkında üç önemli noktanın burada üzerinde durulması gerekir. Evvela şunu belirtmek gerekir ki yabancılaşan dünya bütün yönleriyle bir bilinç olayıdır, özellikle de bir yanlış bilinç olayı. O katiyetle yanlıştır, çünkü insan kendisinin olan ve kendi aktivitesi olarak kalacak olan yabancılaşmış aktivitesiyle yabancılaşmış bir dünyada yaşıyor iken bile bu dünyanın ortak üreticisi olmayı sürdürür. İkinci olarak yabancılaşmayı geç kalmış bir bilinç gelişmesi ve yabancılaşmamış cennetimsi bir varlık halini izleyen, ilahi inayetten bilişsel bir düşüş olarak sanmak oldukça yanıltıcı olabilir. Üçüncü olarak yabancılaşma anomiden tamamen farklı bir olaydır. Din insanlık tarihi boyunca anomiye karşı en etkin siperlerden biri olmuştur. Bu gerçek olgu dolaysız bir şekilde dinin yabancılaştırıcı eğilimiyle yakından alakalıdır. Din, tamamen güçlü, belki de en güçlü bir yabancılaşma aracı olduğu için, çok güçlü bir yasallaştırma aracı da olmuştur. Dini yasallaştırmanın getirdiği temel çözüm; insani ürünleri, insan üstü veya insan dışı olgular haline dönüştürmesidir. Buna göre insan tarafından kurulan dünya onun insan ürünü oluşu inkar edilerek açıklanır. Din, insani dünyaya yabancı olan varlıkların ve güçlerin realitede mevcut olduğunu öne sürer. Yabancı olan bir şeyi insana karşı öne sürmek suretiyle din, insanı kendisinden yabancılaştırmak eğilimindedir. Roller, davranışların sadece dışsal kalıpları olarak kalmaz, aynı zamanda onları icra edenlerin bilincinde içselleştirilerek o bireylerin öznel manevi varlıklarının asli bir öğesini de oluştururlar. İçselleştirilen rollerin dini açıdan büyüselleştirilmeleri onları, çifte bilinçlenme açısından bir hayli yabancılaştırmakla kalmaz, öte yandan kötü inanç olarak nitelendirilerek fazladan bir yanlışlama sürecini de kolaylaştırır. Tüm yabancılaştırmaların özü, hayali bir kaçınılmazlığın insanların kurduğu dünya üzerine empoze edilmesidir. Aktivite, süreç; hür irade ise kader haline gelir. Bu durumda insanlar, sanki kendi öz dünya kurma girişimlerinden tamamen bağımsız güçler tarafından kendilerinin ne yapmaları gerektiğinin belirlendiği bir dünyada yaşıyorlarmış gibi olurlar. Yabancılaşma dini açıdan yasallaştırıldığında bu güçlerin bağımsızlığı hem kolektif düzen hem de bireysel bilinçte geniş boyutta artar. Nasıl ki kurumlar izafileştirilebilir ve böylece beşerileştirilebilirse, benzer bir şekilde bu kurumları temsil eden roller de izafi ve beşeri bir konuma indirgenebilir. Geniş ölçüde din yoluyla yasallaştırılan yanlış bilinç ve kötü inanç da benzer bir biçimde yine din yoluyla açığa çıkartılabilir. Dinin tarihte hem dünya idame ettirici hem de dünya sarsıcı bir güç olarak görüldüğü söylenebilir. Söz konusu her iki görünümde de o hem yabancılaştırıcı hem de yabancılaşmadan uzaklaştırıcı olmuştur. Şöyle ki, çoğu kere dini girişimin bir bakıma kendine özgü içsel nitelikleri nedeniyle birinci özelliği, önemli durumlarda ise ikinci özelliği gün yüzüne çıkmıştır.
-
*** *** Üçüncü Bölüm: İlahi Adalet(Teodise) Sorunu Her düzen veya yasa, beşeri duruma özgü düzen dışı veya yasa dışı güçler tarafından kendini yok etme tehdidine karşı sürekli yeniden inşa edilir. Bu olgu, toplumda insan aktivitesi düzeyinde bu aktivitenin, acı çekme, kötülük ve her şeyden önce ölüm gibi düzen dışı olayların bireysel ve kolektif tecrübeye mütemadiyen tecavüz etmesine karşın devam etmek üzere kurumsallaştırılmasını göz önünde bulundurduğumuzda bir problem ortaya çıkarır. Bununla birlikte bir problem de yasallaştırma düzeyinde kendini gösterir. Bu olayların dini yasallaştırmalar ve ne ölçüde teorik bakımdan karmaşık oldukları yönünde bir açıklaması teodisi olarak adlandırılabilir. En az, günahsız bir kimsenin acı çekmesinin Mutlak İyilik ve Mutlak Kudret sahibi bir Tanrı anlayışının yokluğunu ispat etmediği göstermek için bir tez yazan geniş bilgili bir ilahiyatçı kadar, bir çocuğun ölümünü Tanrının iradesine bağlamak suretiyle açıklayan okumamış bir köylü de teodisi ile meşgul olmaktadır. Şüphesiz toplumsal olarak geliştirilen böyle bir kuram toplumun bir ucundan ötekine farklı karmaşık düzeylerde kırılmaya uğrayabilir. Bu nedenle Tanrının iradesi hakkında konuşurken bir köylü, her ne kadar meramını anlatamasa da ilahiyatçı tarafından oluşturulan muhteşem teodisiyi bizzat kast etmiş olabilir. Her düzen ferdi, onu ve onun tüm tecrübelerini kapsayan manalı bir gerçeklik olarak karşısına alır. Hayatına ve onun çelişkili ve acı dolu yönlerine anlam kazandırır. Birey, doğuştan, yaşayan, acı çeken ve sonunda tıpkı atalarının kendinden önce yaptıkları ve çocuklarının kendinden sonra yapacakları gibi ölüp giden biri olarak gözükür. O, konunun bu tarafını kabul eder ve içsel olarak kendine mal ederken kendi bireysel deneyimlerinin görülmemiş acı ve korkularını da hesaba katarak kendi öz bireyselliği kadar biricikliğini de aşar. Nihayet anlamlı düzenin koruyucu şemsiyesi, bireyi inim inim inleyen bir canlı durumunu düşüren tüm hayat tecrübelerini bile kapsayacak derecede geniş olduğu için acı daha çok dayanılabilir ve korku daha az bunaltıcı hale gelir. Her toplum bireysel benin, onun ihtiyaçlarının, endişe ve problemlerinin belli bir ölçüde inkar edilmesini zorunlu kılar. Düzenin en önemli işlevlerinden biri ferdin bilincinde bu inkarın kolaylaştırılmasıdır. Ayrıca bu benlik inkarının topluma ve onun düzenine teslim olmanın, özellikle dinle bağlantılı olarak yoğunlaşması söz konusudur. Bu bir mazoşizm tavrıdır, yani içerisinde bireyin kendini hemcinsleri karşısında, gerek tek başına gerek topluluklar halinde gerekse onlar tarafından kurulan düzen içerisinde iken durgun ve eşya gibi bir nesne konumuna indirgediği bir tavır. Mazoşist teslimiyet; yalnızlıktan, aynı zamanda tek ve mutlak bir mana olarak ortaya konan hiç değilse teslimiyetin vuku bulduğu anda ortaya konan bir başkası içerisinde özümlenmek suretiyle ondan bir kaçma girişimidir. Böylece mazoşizm, insanın hem toplumsallığının hem de manaya olan ihtiyacının tuhaf bir karışımını oluşturur. Teodise, ferde toplumdaki somut hayatında dolaysız olarak etki eder. Makul bir teodisi ferde kendi hayat hikayesinin düzensiz tecrübelerinin, toplumsal olarak kurulu düzenle ve onun kendi öz bilincindeki öznel karşılığı ile bütünleşmesine imkan verir. Teodisilerin en önemli toplumsal işlevlerinden biri, onların toplumsal açıdan yaygın güç ve ayrıcalık eşitsizliklerini açıklayabilmeleridir. Bu işleviyle teodiseler, şüphesiz dolaysız bir biçimde söz konusu özel kurumsal düzeni yasallaştırırlar. Böyle teodiseler hem güçlü hem de güçsüzler, hem ayrıcalıklı hem de yoksun kimseler için yasallaştırmalar olarak işlev görebilirler. Teodiseler fakirlere fakirliklerinin anlamını kazandırırken zenginlere de varlıklı olmalarına bir anlam verme imkanı sağlayabilir. Her iki durumda da sonuç, özel kurumsal bir düzenin idame ettirilmesidir. Fert atalarının kendi içinde esrarengiz bir şekilde yaşadığını tasarlarken aynı şekilde kendisinin de kendi öz varlığını çocuklarını ve sonunda torunlarına yansıttığını düşünür. Sonuç o kendine, ampirik hayat öyküsünün talihsizliklerini azalttığı kadar ölümü de kesin bir biçimde izafileştiren oldukça somut bir ölümsüzlük kazandırır. Kan bağıyla birbirine bağlı olan bütün bir topluluk, zamanın akışı içerisinde her bir üyesinde vücut bulan aynı değişmez hayatı taşıya geldiği için böylece tamamen somut bir şekilde ölümsüzleşmiş olur. Rasyonel-irrasyonel sıralamasının en uç kutupları arasında çeşitli düzeylerde kurumsal rasyonalizasyona elveren çok sayıda teodisi tipleri vardır. Evvela, bir teodisi, anomik olayların telafisini bu dünyaya ait terimlerle anlaşılan bir geleceğe yansıtmak suretiyle inşa edilebilir. Buna uygun vakit geldiği zaman acı çeken kimseler teselli edilecek ve haksızlar cezalandırılacaktır. Mesihçi-millenarist bileşimi, halihazırdaki ıstırap veya haksızlıkların parlak bir gelecekte üstesinden gelineceğine dair bir göreceleştirme yoluyla bir teodisi ortaya kor. Başka bir deyişle, anomik olaylar gelecekteki, bir düzenliliğe gönderme yapılarak yasallaştırılırlar ve böylece her şeyi kuşatan bir manalı düzen içerisinde yeniden bütünleştirilirler. Bu teodisi, tutarlı bir tarih kuramını ihtiva ettiği ölçüde rasyonel olabilir. Teodisilerin üçüncü tipine göre kainat, iki kuvvetli güç olan iyilik ve kötülüğün bir mücadele alanı olarak telakki edilir. Bunlar her ne kadar İran düalizminin Mitraizm ve Maniheizm gibi daha sonraki gelişmelerinde çok daha soyut kavramlar şeklinde belirse bile, Zerdüştlükte Ahura Mazda ve Ehriman tanrıları biçiminde kişiselleştirilmişlerdir. Kuşkusuz bu oluşumlarda tüm düzeysiz olaylar, kötülüğe veya negatif güçlere atfedilirken her düzenlilik de onların iyilik veya pozitif karşıtlarının sürekli üstün gelmeleri biçiminde anlaşılır. Teodisi sorunu köktenci ve ahlaki monoteizmde, yani Kitabı Mukaddes dini ekseni içerisinde çok keskin bir biçimde kendini göstermektedir. Tüm rakip veya küçük ilahların köklü bir biçimde ortadan kaldırıldığı ve yalnız tümüyle gücün değil aynı zamanda bütün ahlaki değerlerinde bu dünyadaki veya başka bir dünyadaki her şeyi yaratan bir tanrıya isnat edildiği varsayıldığında teodisi sorunu bu en merkezi kavrama yöneltilen gözde bir sorun haline gelir.
-
*** *** İkinci Bölüm: Din ve Dünya-Koruma Toplumsal olarak kurulu dünyaların tümü doğuştan istikrarsızdır. İnsan aktivitesiyle desteklendikleri için insana özgü çıkarcılık ve budalalık olgularıyla tehdit edilirler. Kurumsal programlar çatışan menfaatleri dolayısıyla fertler tarafından baltalanırlar. Fertler sık sık basit bir şekilde onları ya unutur ya da ilk aşamada öğrenmekten aciz kalır. Başarılı olduğu oranda sosyalleşme ve sosyal kontrolün temel süreci bu tehditleri hafifletme işlevi görür. Sosyal düzenin yapısını etkilemede destek görevi yapan merkezi öneme sahip başka bir süreç daha vardır ki o da yasallaştırma sürecidir. Yasallaştırmayla sosyal düzeni açıklama ve haklılaştırma işlevi gören toplumsal olarak “bilgi” kastedilmektedir. Farklı bir deyişle, yasallaştırmalar kurumsal düzenlemelerin “niçin” öyle oldukları hakkındaki tüm sorular için cevap teşkil ederler. Yasallaştırma “neyin ne olduğu” gibi ifadelerle başlar. Bir anlamda her toplumsal olarak nesnelleşen “bilgi” yasa koymaktadır. Toplumsal olarak kurulu dünya kendini nesnel olgusal gerçekliği vasıtasıyla yasallaştırmaktadır. Ama istisnasız her toplumda ilave yasallaştırmalar gereklidir. Yasallaştırma için hem objektif hem de sübjektif bir yön vardır. Etkin bir yasallaştırma, realitenin objektif ve sübjektif tanımlamaları arasında kurulan bir örtüşmeyi ifade eder. Toplumsal olarak tanımlandığı biçimiyle dünyanın gerçekliği, insanın hem cinsleriyle olan diyalogunda dışsal olarak, bireyin kendi öz-bilinci içerisinde dünyayı algıladığı biçimiyle de içsel olarak muhafaza edilmelidir. Yasallaştırmanın tüm biçimlerinin asıl amacı, ister objektif düzeylerde isterse sübjektif, gerçeklik muhafazası olarak tanımlanabilir. Din yasallaştırmanın tarihi bakımdan en yaygın ve etkin aracı olagelmiştir. Din, o kadar etkin bir şekilde yasallaştırır ki, ampirik toplulukların istikrarsız gerçeklik inşalarını nihai gerçekliğe bağlar. Din, toplumsal kurumları onlara nihai olarak geçerli ontolojik bir statü bahşetmekle, yani onları kutsal ve kozmik bir referans çerçevesine yerleştirmekle yasallaştırır. Tüm yasallaştırmalar realiteyi koruma işlevini görürler. Dini yasallaştırma, beşeri açıdan tanımlanan realiteyi nihai, evrensel ve kutsal bir realiteye bağlamak demektir. Doğuştan istikrarsız ve geçici olan insan aktivitesinin yapılarına böylece, nihai emniyet ve kalıcılık görünümü verilmiş olur. Farklı bir deyişle, beşeri olarak kurulan düzenlere kozmik bir statü verilir. Tüm kurumlar objektiflik özelliğine sahiptir ve onların yasallaştırmaları muhtevaları neyi içerirse içersin sürekli bir şekilde bu objektifliği alttan desteklemelidir. Dini yasallaştırmalar ise toplumsal olarak tanımlanan kurumların realitesini evrenin nihai realitesine, yani “olduğu gibi” realiteye yerleştirir. Böylece kurumlara bizzat tanrılara atfedilen, karşı konulmazlık, sağlamlık ve kalıcılık vasıflarına benzer vasıfları haiz bir görünüm verir.Beşeri rol oynama daima başkalarından haberdar olmaya bağlıdır. Fert kendisini bir rolle ancak başkaları onu o rolle özdeşleştirdiği sürece özdeşleştirebilir. Fertlerin bağlı olduğu rollere ve kurumlara kozmik anlam yüklendiğinde, fertlerin onlarla kendilerini özdeşleştirmeleri daha ileri bir boyutu kavuşur. Ferdin role kendini özdeşleştirmesi, bu durumda, daha derin ve daha kararlı bir hal alır. Din, içerisinde insanların günlük hayatlarını sürdürdükleri toplumsal olarak kurulu dünyanın gerçekliğini koruma işlevi görür. Fakat onun yasallaştırıcı gücü başka önemli bir boyuta, yani günlük hayatın gerçekliğinin bir sorun olarak içerisinde yer aldığı kesinlikle marjinal olan durumların bir yasa ile bütünleşmesi boyutuna sahiptir. Din, marjinal durumları her şeyi kuşatan kutsal realiteye uygun bir şekilde yasallaştırmak suretiyle, toplumsal olarak tanımlanan realiteyi muhafaza eder. Bu ise marjinal durumlara şahit olan bireye kendi toplumunun dünyasında varlığını sürdürme fırsatı verir. Daha önceleri olduğu gibi kabul edilen realiteye güçlü bir şekilde tehdit oluşturan ve tüm toplumları ve sosyal grupları etki altına alan olaylar vardır. Böylesi durumlar; tabii felaket, savaş veya toplumsal kargaşanın sonucunda meydana gelebilir. Bu gibi zamanlarda dini yasallaştırmalar hemen hemen de değişmez bir biçimde ön plana gelir. Dahası, ne zaman bir toplumun kendi üyelerini öldürmek veya hayatlarını tehlikeye atmak üzere harekete geçirmesi gerekse ve böylece son derece marjinal durumlara düşmelerine izin verse derhal dini yasallaştırmalar önem kazanır. Dünyalar toplumsal olarak kurulur ve toplumsal olarak idame ettirilir. Onların hem objektif hem de sübjektif süregelen gerçekliği özgül toplumsal süreçler bağlıdır, yani söz konusu belli dünyaları sürekli bir şekilde yeniden kuran ve idame ettiren süreçlere. Diğer taraftan, bu toplumsal süreçlere müdahale etmek, söz konusu dünyaların gerçekliğini tehdit eder. Dolayısıyla her bir dünya, yaşayan insanlara gerçek görünen bir dünya olarak kendi varlığının devamı için toplumsal bir temele ihtiyaç duyar. Bu temel, onun makuliyet yapısı olarak adlandırılabilir. Herhangi bir fert için, belli bir dini dünya içerisinde var olmak demek o dünyanın da içinde makuliyetini kazanabildiği belli bir toplumsal ortam içerisinde var olmak demektir. Bireysel yaşam düzeninin dini dünya ile aşağı yukarı eş uzamlı olduğu bir yerde, sonrakinden ayrılmak bir anomi tehlikesinin göstergesidir. Her dini dünya kendisi de insan aktivitesinin bir ürünü olan makuliyet sağlayıcı bir yapıya dayandığı için daha doğuştan kendi gerçekliği içerisinde istikrarsızdır.
-
*** *** Sistematik Unsurlar Birinci Bölüm: Din ve Dünya-Kurma Her insan topluluğu bir dünya-kurma girişimidir. Toplum, bir insan ürünü olmak ve bir insan ürünü olmaktan başka bir şey olmamakla ve fakat sürekli bir şekilde üreticisi üzerinde karşı etki ücra etmekle diyalektik bir olgudur. Toplum bir insan ürünüdür, insan da bir toplum ürünüdür. Toplum fert doğmadan önce vardı ve öldükten sonra da var olmaya devam edecektir. Üstelik fert, ancak toplum içerisinde ve toplumsal süreçler sonucunda kimlik kazanan onu sürdüren ve böylece hayatına yön verecek olan çeşitli tasarıları gerçekleştiren bir şahıs olur. İnsan toplumdan ayrı var olamaz. Toplumun temel diyalektik süreci üç adımda oluşur. Bunlar dışsallaşma, nesnelleşme ve içselleşme’dir. Topluma en uygun ampirik bakış, ancak bu üç aşamanın birlikte anlaşılmasıyla mümkündür. Dışsallaşma, insanların hem fiziki hem de zihni faaliyetleriyle dünyaya doğru sürekli taşmalarıdır. Nesnelleşme, kendi asli üreticilerini kendinden çok dışa dönük bir olgusallık olarak karşılayan bir realitenin bu faaliyetinin sonucunda ulaşılan bir noktadır. İçselleşme ise sözü edilen aynı realitenin kendisini bir kez daha objektif dünyanın yapılarında sübjektif bilincin yapılarına aktarırken insanlar tarafından tekrar kendi içine mal edilmesidir. İnsan organizmasının “eksik olarak” doğma özelliği, onun içgüdüsel yapısının nispeten oturmamış niteliğiyle yakından alakalıdır. Gayri insani bir hayvan hayvan dünyaya yüksek düzeyde gelişmiş ve kuvvetle yönlendirilmiş içgüdülerle gelir. Netice itibariyle, şöyle veya böyle tamamen kendi içgüdüsel yapısıyla belirlenmiş bir dünyada yaşar. İnsanın yapısı kendi yapısı gereği eksik olarak programlanmıştır. O açık bir dünyadır. Yani öyle bir dünyadır ki, bizzat insanın kendi aktivitesiyle biçimlendirilmelidir. İnsan kendi kendine bir dünya oluşturmak zorundadır. Bu bakımdan insanın dünya-kurma çabası biyolojik açıdan ilgisiz bir olay olmayıp aksine onun biyolojik yapısının doğrudan bir sonucudur. Beşeri varoluş, insan ile bedeni ve insan ile dünyası arasında durmadan bir “denge kurma faaliyeti” dir. İnsan sürekli bir “kendine hakim olma” süreci içerisindedir. Ancak bu süreç içerisinde insan, bir dünya üretir. Sadece kendi ürettiği böyle bir dünyaya kendini yerleştirir ve hayatını gerçekleştirebilir. İnsan yalnız bir dünya üretmekle kalmaz, aynı zamanda kendisini de üretir. Daha açık bir ifadeyle, o kendini bir dünyada üretir. Dünya-kurma sürecinde insan, kendi çabasıyla kendi enerjisini toplar ve kendisine bir istikrar temin eder. O biyolojik anlamda bir insan-dünyasından sıyrılırken, beşeri bir dünya inşa eder. Bu dünya şüphesiz, kültürdür. Kültür insan tarafından sürekli bir şekilde üretilmeli ve yeniden üretilmelidir. Bu nedenle kültür yapıları, doğaları gereği değişmeye yatkın ve zorunlu yapılardır. Kültür, insanın ürettiklerinin toplamından ibarettir. Onun bir kısmı maddidir, bir kısmı da manevi. Kültürün bir unsuru olarak toplum, beşeri bir ürün olmakla manevi kültürün karakterini bütünüyle paylaşır. Toplum eylem halindeki insanlar tarafından oluşturulur ve sürdürülür. İnsan topluluklar halinde yaşar ve gerçekten insanlığını ancak diğer insanlardan koparılıp yalnızlığa itildiği zaman kaybeder. Daha da önemlisi insanın dünya-kurma aktivitesi her zaman ve kaçınılmaz olarak kolektif bir girişimdir. İnsanlar ancak birlikte aletler geliştirir, birlikte dilleri türetir, birlikte değerler bağlanır, birlikte müesseseler kurar ve benzeri şeyler yaparlar. Toplum kültürün sadece sonucu değil, aynı zamanda onun zorunlu bir koşuludur da. Toplum, insanların dünya-kurma aktivitelerine temel oluşturur, onları düzene kor ve koordine eder. İnsan bir dil icat eder, sonra bakar ki hem konuşması hem de düşünmesi o dilin gramerleriyle belirleniyor. Yine değerler üretir ve sonra bakar ki onlara muhalefet ettiği zaman suçluluk duygusuna kapılıyor. İnsan güçlü bir biçimde kendisini kontrol etmek üzere karşısına dikilen ve hatta dış dünyanın kalabalıklarını tehdit eden müesseseler kurar. Toplum yönlendirir, müeyyide kor, kontrol eder ve bireysel davranışı cezalandırır. Hatta onun çok güçlü ilahlaştırma özelliğiyle, bireyi yok bile eder. Hiçbir beşeri yapı, ferde kendisini bir gerçek gibi tanıtmaya zorlayan bir nesnellik düzeyine ulaşmadıkça doğru olarak sosyal bir hadise diye isimlendirilemez. Başka bir deyişle toplumun temel zorlayıcılığı onun sosyal kontrol vasıtaları altında yatmaktan çok kendisini gerçeklik olarak kurma ve kabul ettirme gücünde yatmaktadır. Bunun paradigmatik örneği dildir. Özel herhangi bir dil, insan yaratıcılığı, hayal ve hatta kaprisinin uzun bir tarihi sonucunda oluşur. Sözgelimi, İngiliz dilinin gelişmesini açıklayacak, bilinen hiçbir tabiat kanunu yoktur. Özgül beşeri olaylarda kaynağını bulan İngilizce, insan aktivitesiyle kendi tarihi boyunca geliştirildi ve ancak insanlar onu kullandığı ve anladığı müddetçe varlığını sürdürebilir. Nesnel bir gerçeklik olarak toplum, insan ikamet etmesi için bir dünya temin eder. Bu dünya, içerisine bir dizi olaylar şeklinde yayılan bireysel öz yaşam öyküsünü kuşatır. Gerçekten de bir ferdin özel biyografisi, sadece toplumsal dünyanın anlamlı yapıları içerisinde kavranabildiği ölçüde nesnel olarak gerçektir. Kuşkusuz fert başkalarını tuhaf ve büsbütün anlaşılamaz gibi görünen, oldukça çok sayıda sübjektif şahsi-yorumlara sahip olabilir. Bu şahsi-yorumlar ne olursa olsun, sonunda, kolektif bir biçimde kabul gören bir referans çerçevesine yerleşen ferdi biyografinin nesnel yorumu baki kalacaktır. Sosyalleşme, psikolojik olarak elbette bir öğrenme süreci olarak tanımlanabilir. Kültürün manalarına alıştırılan yeni nesil, onun yerleşik işlevlerine katılmayı ve rollerle birlikte onun toplumsal yapısını oluşturan kimlikleri kabul etmeyi de öğrenir. Sosyalleşmenin başarısı, toplumun nesnel dünyası ile ferdin nesnel dünyası arasında bir uyum kurmaya bağlıdır. Bu dünya, ferdin bilincinde (ebeveyni, öğretmenleri ve akranları gibi) anlamlı/önemli hariçten kimselerle giriştiği diyalogla inşa edilir. Yine bu dünya benzer diyalogla sübjektif gerçeklik olarak sürdürülür. Eğer böyle bir diyalog (eşin ölmesi, arkadaşların ayrılması veya göç etme) kesintiye uğrarsa, sözü edilen dünya sendelemeye ve kendi sübjektif makuliyetini yitirmeye başlar. Çoğumuzun bu istikrarsızlıktan habersiz olmasının nedeni genellikle bizim manidar başkalarıyla sürdüre geldiğimiz diyalogda yatmaktadır. Bu tür bir devamlılığın korunması toplumsal düzenin en önemli zorunluluklarından biridir. Toplumsal dünya hem objektif olarak hem de sübjektif olarak bir anlamlı düzen oluşturur. Objektif düzen bir bakıma nesnelleşme süreci içerisinde verilir. Dil olgusunun yaşam tecrübesi üzerine yapılmış bir düzen empozesi olduğu hemen görülebilir. Dil, sürüp gitmekte olan hayat tecrübesi akışı üzerine farklılaşma ve yapı empoze etmekle yasa koyar. Toplusal dünyada yaşamak, düzenli ve anlamlı bir hayat sürmek demektir. Toplum, yalnız nesnel olarak kurumsal yapılarında değil, aynı zamanda öznel olarak ferdin bilincini oluşturma konusunda da düzen ve mananın koruyucusudur. Bu nedenle toplumsal dünyadan köklü bir uzlaşma veya düzensizlik (anomi) fert için oldukça güçlü bir tehdit oluşturur. Fert bu gibi durumlarda yalnızca duygusal tatmin bağlarını kaybetmekle kalmaz, hareket halindeki istikametini bile kaybeder. Nasıl ki bir fert düzeni manidar başkalarıyla yaptığı diyalog içerisinde oluşturmakta ve sürdürmekteyse aynı şekilde bu diyalogu tamamen kopardığında anomiye saplanması da mümkündür. Beşeri varoluş esas itibariyle ve kaçınılmaz olarak dışsallaşma faaliyetidir. Dışsallaşama sürecinde insanlar realiteye mana aktarırlar. Her insan topluluğu daima manalı bir bütünlüğe yönelik dışsallaşmış ve nesnelleşmiş bir yapı oluşturur. Her toplum asla tamamlanmayan manalı bir beşeri bir dünya-kurma girişimiyle meşgul olmaktadır. Din, insanın dünya-kurma girişiminde stratejik bir yol oynamıştır. O, insanın kendini dışsallaştırmasının ve kendi öz manalarını realiteye aşılamasının en yüce sınırını ifade eder. Din ayrıca beşeri düzenin, varlığın bütününe yansıtıldığını da ima eder. Başka bir deyişle din, evrenin tamamını insan açısından manidar bir varlık olarak kavramanın cüretkar bir girişimidir.
-
*** *** Musa ve Tektanrıcılık Freud, bu eserinde milletlerin ihtiyaç ve sıkıntıları üzerine mitsel kişilikler ürettikleri tezinden hareketle öncelikle Musa’nın tarihte yaşayan gerçek bir kişilik olup olmadığını sorgular. Sonunda ister istemez gerçek bir kişilik olduğunu belirtir. Çünkü tarihçilerin bu konuda ittifakları vardır. Bu eserinde 5 temel tez ortay koyar; 1-Musa Yahudi değil, Mısırlıdır. 2-Musa’nın Yahudilere sunduğu din Mısır firavunu IV. Amenophis’in Aton dinidir. 3-Erkeklerin sünnet olma adeti Musa tarafından Mısır’dan getirilmiş ve Yahudilere empoze edilmiştir. 4-Mısırlı Musa Yahudilerce öldürülmüş, ama daha sonra Medyenli Musa ortaya çıkmış ve bu iki Musa tarihsel olarak birbiriyle karıştırılmıştır. 5-Daha önce gerçekleşen primal babayı öldürme eylemi Musanın şahsında tekrarlanmış ve neticede her iki öldürme olayından duyulan pişmanlıkla İsa yeniden dirilen Musa ve primal baba olarak ortaya çıkmıştır. Birinci tez, yani Musa’nın Mısırlı olduğu, fikri isimden yola çıkarak böyle bir tez ortaya atıyor Freud. 2. Tezini ise mitlere dayandırarak ortaya koymaya çalışmaktadır. Yanlış, eksik, çelişen mitlerle bunu desteklemeye çalışmıştır. Musa ve Tektanrıcılık’ta ortaya konan tezi özetlemek gerekirse; Tanrı yüceltilmiş bir babadır. İlk devirlerde yaşanan primal (ilkel) aile ortamından gelen bir yansımadır. Musa bu yansımanın bir diğer örneği ve bastırılan şeylerin tekrar ortaya çıkışıdır. Bu tez içerisinde Freud’un iki temel nokta ileri sürdüğünü görüyoruz; 1-Bütün insanlığa has olan bir primal tecrübe vardır. 2-Bu primal tecrübe Musa’dan sonra ırki bilinçaltı kanalıyla yayılmıştır. Sonuç Freud’un yaşadığı çevreyi göz önüne almak zorundayız. O devirde dine karşı bir katı tutum hakimdi ve bilim ön plandaydı. Her ne kadar sistemi din açısından kabul edilemez ise de Freud2un psikanalizle insanı anlamada önemli açılımlar sağladığı bir gerçektir. Yaşanan tecrübelerin insan zihni veya bilinçaltındaki tesiri inkar edilemez. Freud dine dışarıdan baktı ve onu hiçbir zaman dindar kimsenin algıladığı gibi bir bütün olarak sorgulamadı; kendisinin seçtiği noktalar üzerine yoğunlaştı. Tanrı hakkındaki kanaatleri çok netti: Tanrı çocukluğumuzdaki babamızın bir prototipi idi; yüceltilmiş babadan başka bir şey değildi. Bu özelliği taşıyan Tanrı’yı hayal etmek ve bu hayalin etrafında şekillenen doktrinlere inanmak insanın tabiat karşısındaki çaresizliğini, acziyetini katlanabilir hale getiriyordu. İnsanın arzularını tatmin için (aynen rüyalarda olduğu gibi) illüzyonlar ürettiği ve dinin de bunlardan birisi olduğu Freud’un temel yargısıydı. Tabi bu da nevrotik, dolayısıyla sağlıksız bir durum olmalıydı. Tüm insanlığı etkilediği için de bu nevroz evrenseldi.
-
*** *** Bir Yanılsamanın Geleceği (1927) veya Bir Geleceğin Yanılsaması Totem ve Tabu’da dinin tarihi kaynağını ilkel insanın tecrübelerini tahlil ederek belirlediğine inanan Freud, medeniyet, din ve bilim konularına yer verdiği Bir Yanılsamanın Geleceğinde kültür ortamına geçildikten sonra dini fikirlerin ortaya çıkışını, rolünü ve bu fikirlerin insanlar tarafından niye hala kabul gördüklerini inceler. Freud, gelecek bilime aittir; bilimin meyvelerinin artmasıyla din gerileyecektir diyor. Din, çocukluktaki acziyet duygusuna, koruyucu (baba) ihtiyacına cevap veren bir yansıtmadan ibarettir. Sürekli var olan bu acziyet duygusu ve hayat boyu tecrübe edilen elemler bir babaya ve onun yerini alacak olan bir güce tutunmayı gerekli kılar. Tabi bu güç, kadiri mutlak ve koruyucu bir baba olacaktır. Freud’a göre kendi içgüdülerini sınırlayan medeniyete karşı çıkan insan, tabiatın tehlikelerinden korunma zorunluluğuyla karşı karşıya olduğu ve bu korumayı da medeniyet sağladığı için onu kabullenmek zorundadır. Freud’a göre tabiat karşısında aciz düşen insan için Tanrılar 3 kategoride psikolojik tatmin sağlarlar ve bu durum bugün hala devam etmektedir. 1- Tabiatın dehşetlerini (terörünü) durdurmak. 2- Kaderin soğuk yüzüyle özellikle de ölümle insanı uzlaştırmak. 3- Acılar, elemler ve mahrumiyetleri telafi etmek, onların karşılığını vermek. Tanrı insanın kendinde eksikliğini hissettiği özellikleri çaresizlik içinde atfettiği bir yansıtmadır, yüceltilmiş bir babadır. Buna itirazlarda şöyledir; “yansıtmanın gerçekliğini kabul etsek bile, bunun kaynağı biz değil Tanrı’dır, yani tanrı kendisini insana bildirmek için böyle bir yöntem kullanmaktadır; insanda böyle bir imaj oluşturarak onda tecelli etmektedir.” Bu tür itirazlar “yansıtma olsa bile bu, Tanrının realite olmadığını göstermez. Çünkü insanın Tanrıyı bu şekilde algılaması gerekir” ana fikrini taşımaktadır. Freud dini doktrinlerin, dogmaların insanların zekasını körelttiğini ileri sürer. Dini inançların çok güçlü ruhsal kaynakları vardır, insanlığın en eski, en güçlü ve en ısrarlı arzularını tatmin ederler. Onun için illüzyondurlar. Çocukluktaki çaresizlik duygusunun etkisi tüm hayat boyu devam eder ve babaya tutunma duygusu ileride daha güçlü yeni bir baba (Tanrı) ihtiyacını doğurur. Dolayısıyla ilahi bir güce tutunmak, insanın hayatın tehlikeleri karşısındaki korkularını dindirir. Psikanaliz alanında arzuların tatmin edilmeleri gerektiğini savunan, bunun ruh sağlığı için zaruri olduğunu iddia eden birisinin, din alanındaki arzularının tatmininin insanlığa zarar verdiğini söylemesi bir çelişki olsa gerektir. O zaman Freud dinin gerçekliğini kabullenmese bile, en azından kendi öğretisiyle çelişmemek için, dinin ruh sağlığına faydalı olduğunu söyleyebilirdi.
-
*** *** Totem ve Tabu: Dinin İlkel Kaynakları Bu eserinde Freud, ilkel insanın Totem ve Tabu ile ilişkisini, dolayısıyla insanlığın ilk dini tecrübesinin mahiyetini ortaya koyan antropolojik verileri psikanalizle yorumlar. Totem, babanın yerine geçen ve sonunda Tanrı’ya dönüşecek olan bir semboldür. Yani Tanrı, yüceltilmiş bir baba imajıyla şekillenmiştir. Freud Totem ve Tabu’daki tezlerini 3 kişiden aldığı hipotezler üzerine kurar. 1- Darwinin maymunların alışkanlıklarından tevarüzle insanların ilk devirlerde despot bir babanın yönetiminde, bu babanın oğulları da dahil olmak üzere genç erkeklere istediği gibi hükmettiği, tüm kadınlara sahip olduğu küçük gruplar halinde yaşadığı hipotezidir. 2- Darwinin hipotezini bir adım daha ileri götürerek bu ataerkil yapının oğulların babaya başkaldırarak onu öldürüp etini yemeleri (totem yemeği) ile sona erdiğini iddia eden R. Smith’in geliştirdiği hipotezdir. 3- J. Atkinson’un yine bu hipotezlerin devamı mahiyetinde ortaya koyduğu, babayı öldüren kardeşlerin ayrı gruplar kurmaları ve barış içinde yaşamak için babaları gibi kadın edinmekten vazgeçerek dış evlilik kuralının getirdiği, iç evliliğin yasaklandığı totem teorisidir. Totem ve Tabu’nun temel iddiası şudur; tarihini bilemediğimiz devirlerde ilkel insanlar güçlü ve gücünü istediği gibi kullanan bir erkeğin (baba) hakim olduğu gruplar halinde yaşarlar. Bu grupta tüm kadınlar onun malıdır. Baba bu konuda oğullarına karşı kıskançtır. Eğer oğullar babanın kıskançlık duygusunu tahrik ederlerse öldürülür, hadım edilir veya gruptan atılırlar. Bu oğullar ancak küçük bir klan oluşturup başka bir klandan kadın çalabilirler. İçlerinde güçlü olan aynen babası gibi hakimiyet kurar. Oğullar klanlarını oluşturdukları dönemde babayı öldürme ile ilgili anılar tekrar hatırlanır. Güçlü veya korkulan bir hayvan seçilerek totem şeklinde babanın yerine ikame edilir. Bir zaman sonra totem korkulan, nefret edilen, aynı zamanda saygı duyulan ve kıskanılan primal babanın (yegane otorite sahibi olan kişi) yerinde olan bir vekil olmaktan çıkıp Tanrının bir prototipi haline gelir. Oğlun babaya karşı gelişi duygusal yakınlığa dönüşür ve bir uzlaşma olur. Bunun amacı babayı öldürme işlemini telafi etmektir. Tabu’nun iki çağrışımı vardır. Biri kutsal veya takdis edilmiş, diğeri ise esrarengiz, telikeli, yasaklanmış, temiz olmayan anlamınadır. Tabunun ilkel insanlardan başlayarak var olduğunu belirtiyor Freud. Wundt’un eserine müracaat ederek ilkellerde bazı tabuların olduğunu söylüyor. Ve nevrozlularla ilkellilerin bu noktada birleştiğini söylüyor. Aynı tabular farklı şekiller de ortaya çıkıyor. Freud, Afrika’dan Güney Amerika’ya ilkel kabileler üzerinde yapılan araştırmalardan hareketle totemizmin dinin yerini tutan bir sistem olduğunda karar kılmıştır. Freud dinin, ahlakın, toplumun ve sanatın başlangıcının Oedipus komplekste birleştiğinde ısrar eder ve bu bilginin de aynı kompleksin tüm nevrozların çekirdeğini oluşturduğu bilgisi ile uyuştuğunu belirtir. İnsan zihninde oluşan Tanrı imajının baba imajına benzer bir şekilde oluştuğu, Tanrıyla ilişkini baba ile ilişkiye bağlı olarak şekillendiği ve neticede Tanrının yüceltilmiş bir bab olduğu fikri vardır Freud’da.
-
*** *** Dini Ritüeller ve Nevrotik Saplantılar: Din Bir Nevroz Mu? Freud Totem ve Tabu eserinde, nevrotiklerdeki saplantılı davranışlarla dini ibadetler arasında benzerlikler olduğundan hareketle ibadetlerin birer saplantı nevrozu olduğunu iddia etmiştir. Böylece Freud evrensel nevroz dediği dinin ferde özel yönünü de bulmuştur. Bu iddianın ana fikri kısaca şöyledir; dindarlar da nevrotikler de aklı aykırı şeylere inanırlar, mantıksız ritüeller gerçekleştirirler, dolayısıyla aralarında bir bağlantı olmalıdır. Freud dini ritüellerle saplantılı davranışlar arasında 8 benzerlik noktası belirler; 1- İhmal edildikleri takdirde kişide bir vicdan azabı, bir sıkıntı oluşur. 2- Kişinin zihninde ayrı bir yeri vardır ve kişi bunları gerçekleştirirken diğer işlerden soyutlanır. 3- Tüm detayların icra edilmesine özen gösterir. 4- Suçluluk duygusu 5- Pişmanlık duygusu 6- İçgüdüsel dürtülerin bastırılması 7- Uzlaşma hali 8- Yer değiştirme mekanizması “Nevrotik davranışlarla dini ritüeller arasındaki bu benzerliklerin yanı sıra bariz ayrılıklar vardır diyor Freud. Bunlar arasındaki en önemli farklar; 1- Nevrotik seremoniler kişiye göre farklı hallerde tezahür ederken dini ritüeller sabit karakterdedir. 2- Nevrotik davranışların ferde özel bir tabiatı varken dini seremoniler umumi olma özelliğine sahiptir. 3- Nevrotik davranışlar anlamsız ve saçma görünürken dini seremonilerin ehemmiyetsiz ayrıntıları sembolik bir anlam ve önemi haizdir.” Burada Freud, “işte bu sebeple saplantılı davranış, yarı komik, yarı trajik olma gülünç bir özel din şeklinde ortaya çıkmaktadır “ diyerek kendi iddiaları yönünde bir sonuç çıkar. Freud’a göre, saplantının bilinçaltında tatmin ettiği bir karşılığı vardır. Freud’a göre, din bir evrensel saplantı nevrozudur ve nevroz da özel bir dini sistemdir; çünkü iki fenomen arasında bunların tabiatlarının aynı olduğunu gösteren benzerlik vardır.
-
*** *** Freud’un Tenkit Edildiği Noktalar Tenkitlerin en önemli noktası, teorilerin bilimsel verilerle desteklenmemesidir. Freud elde ettiği birçok veriyi veya bilgiyi önceden zihinde kurguladığı modele uygun sonuçlar çıkarmak için istediği şekilde yorumladı. Freud’un bulgularının önemli, ama çıkarımlarını sınırlı bulanlardan biri de Eric Fromm’dur. Freud’un her konuyu cinsellikle açıklamaya zorlayan sebep onun her şeyi tek bir sebeple izaha çalışan indirgemeci yaklaşımı olsa gerektir. Freud’un tenkit edildiği, yöntemle alakalı bir diğer önemli konu da onun sınırlı bir denek grubundan elde ettiği verileri evrenselleştirmesidir. Freud insan davranışları ve tercihleri de dahil olmak üzere tüm fenomenlerin bir evrensel sebeplilik prensibiyle hareket ettiği, her olayın bir sebebinin olması gerektiği anlayışına (determisizm) sahipti. Freud, her şeyin fizyolojik temele dayanması gerektiğini savunan bu bilimsel pozitivist görüşün etkisiyle ruhsal alanı fizyolojik bir temel bulacağını düşündü. Sevginin de cinsel bir nesneye yönelen fizyolojik kaynaklı bir içgüdü olduğunu savunmasının nedeni de buydu. Freud mekanistik-evrimci bir sistem oluşturmuştur. Bu sisteme göre şu an meydana gelen tüm oluşlar (tezahürler) geçmişten bağımsız olmadıkları gibi yeni hiçbir şey içermezler. Yani “oluş sürecinde yaratılan yeni bir şey yoktur, yeni olarak gördüğümüz şey eskinin değişmiş halidir.”
-
*** *** Kurt Adam (Wolf Man) Vakası 1920 yılında Freud Kurt Adam ismini verdiği bir Rus hastayı tedaviye başlar. Hastayı 4-5 yıl tedavi eder ve birçok vakada olduğu gibi bu vakada da Oedipus kompleksin izlerini bulur. 30 yaşındaki bu adamın çocukluğu sıkıntılı geçmiştir. Anne ve babası rahatsızdır. Annesinin dini hikayelerinden etkilenir. 4 yaşında kurtla alakalı bir rüya görür ve ondan bu ismi alır. Kurt’u babası olarak yorumlar Freud ve diğer rüyalarındaki hayvan figürlerini de aynı şekilde yorumlar. Bu vaka incelemesinden Freud’un neticesi; babaya karşı geliştirilen nevrotik çatışmalar Tanrı figürüne yönlendirilmiştir ki, bu da Tanrı’nın baba imajının yansıması olduğunu gösterir. Netice itibariyle Tanrı yüceltilmiş bir babadır ve dini inancın temelinde babaya duyulan arzu vardır.
-
*** *** Oedipus Kompleks Teorisi Çocukta Oedipus veya fallik devre denilen 3-5 yaşlarında bilinçsiz olarak karşı cinsten olan ebeveyne sahip olma, aynı cinsten olan ebeveyni yok etme duygusu (komplaksi) mevcuttur. Freud teoriyi daha çok erkek çocuk nezdinde ortaya koyar. Freud’a göre bu kompleks evrenseldir, kültür farkı gözetmez. Ona göre tüm psikonevrozların çekirdek kompleksi budur ve birçok nevrotik takılmaların, cinsel sapmaların, suçluluk duygularının kökleri sağlıklı bir şekilde çözülmeyen Oedipal çatışmada aranmalıdır. Oedipus kompleksin kızlardaki karşılığı Elektra kompleksidir. Bu kavram eski yunan mitolojisinden alınmıştır. Oedipus bir kralın oğludur. Kahinler bu doğduğunda krala, bu çocuk senin tahtına geçecek derler. Bunun üzerine kral çocuğu bir çobana verir öldürmesi için. O da kıyamadığından bir ağaca ayağından bağlar. Oradan geçen biri bunu evlatlık edinir. Daha yıllar sonra bir gün kral bir adamıyla gezintiye çıkmışken bu çocuğa yolun ortasında rastlar. Yol vermediğinden tartışırlar ve kralı ve adamını öldürür çocuk. Kısa bir süre sonra bir ejderha çıkar bir yerde ve oradan geçen herkese bir soru sorar. Bilediklerinde onu öldürür. Oedipus da cesaretle oraya giderek soruyu bilir ve ejderha intihar eder. ( Sabah dört, öğleyin iki, akşam üç ayak üstünde giden hayvan hangisidir? “İnsan” ). Bu çocuğu kral yaparlar ve kraliçeyle evlendirirler. Yani annesiyle… Bu olay daha sonra ortaya çıkar ve hikaye biter. Çocuk hem babasını öldürmüş hem de annesiyle beraber olmuş oldu. Yani Freud’un Oedipus kompleksinde dediği gibi.
-
*** *** İd, Ego, Süperego Freud’a göre kişilik id, ego, süperego’nun karşılıklı etkileşimiyle oluşur. İd, biyolojik istekler içeren ham dürtülerle, arzularla doludur. Her ne sürette olursa olsun bu arzuları gerçekleştirmek isteyen id, zevk prensibine göre hareket eder. Bu arzuların en güçlüsü cinsel (libido) olanıdır. İd’in karşısında dış dünyanın ailenin, toplumun, kültürün ölçülerini dikkate alan ve zamanla özümsenen süperego vardır ve bu iki güç sürekli çatışma halindedir. Ego ise id ile süperego arasında tampon bölge oluşturarak iki güç arasında dengeyi sağlayan bir uzlaştırıcı olma fonksiyonuna sahiptir. İd’in güdüsel ihtiyaçlarını tatmin etmek, ama aynı zamanda süperegonun emirlerini gözetmek durumundadır. İkisi arasında sıkışmıştır. Sıkışma ne kadar fazla olursa iç sıkıntısı da o kadar fazla olur. Bu sıkıntıyı azaltmak maksadıyla da savunma mekanizmalarına müracaat edilir. İd’in bilinçsiz yapısına karşılık ego genelde bilinçlidir ve id-ego-süperego üçgeninden oluşan kişilik yapısının icracısı durumundadır. Freud’a göre nevroz cinsel dürtülerin bastırılması veya bir başka ifadeyle egonun içgüdüsel dürtüleri id bölgesine hapsetmesinden kaynaklanır. Bu dürtüler bastırma eyleminden kurtulmak isterken ve egonun farkında olmadığı bir şekilde kendilerine yeni yollar bularak nevroz şeklinde kendilerini ifade etme şansı ararlar. Psikanalizin bilinçaltının derinliklerine giden yoldaki en önemli aracı rüyaların yorumuydu. Günlük hayatımızdaki birçok davranışımızda aslında bilinçaltı sürecini gün ışığına çıkarıyordu. Dil sürçmeleri, yanlış okuma veya yazmalar kazara olan şeyler değildi.
-
*** *** Sigmund Freud (1856-1939) Hayatı Yahudi bir aileden gelen Freud’un dedesi ve büyük dedesi hahamdır. Babası tekstil tüccarı ve kendisi en büyük kardeştir. Babası dindar değildi. Dini bilgileri dadısı Katolik Hıristiyan’dan öğrendi. Onunla kiliseye gidip geliyordu. Çalkantılı bir çocukluk geçirdi. Yahudi olarak azınlıkta oldukları için bundan etkilenmiştir. Küçük yaşta Viyana’ya taşındılar. Okulu genelde birinci olarak tamamladı. Viyana’da tıp öğrenimini tamamladı. Bilinçaltı kavramını Freud’dan önce keşfeden başka kimselerde vardı. Fakat bir sistem dahilinde somut ifadelerle ortaya koyan ilk kişi Freud’dur. Freud Psikanalizinin Temel İlkeleri ve Tenkit Noktaları Freud bir nevroz olarak gördüğü dinin kaynağını çocukluk devresindeki tecrübelerde aradı. Bu tecrübeler cinsel kaynaklıydı ve ilerde dini fikirlerin oluşmasına yol açacaktı. Psikanalitik teorinin ortaya koyduğu en önemli nokta, insanın bilincinde olmadığı bir zihinsel sürece sahip olduğudur. Psikolojik rahatsızlıklar ve nevrozlar bu sürecin yapısından kaynaklanır. (Freud’un cinselden kastı, genital olsun veya olmasın hazdır, zevktir) Psikanalizin ilk ve belki de en önemli vakası Anna O. Takma isimli kadının tedavisidir. Anna’nın durumu psikanalitik tedavi yönteminin ana unsuru olan “serbest çağrışım” tekniğinin ortaya çıkmasını sağladı. Bu vakadan Freud,psikanalize temel teşkil edecek iki önemli prensip belirledi.;1- çatışan bir duygunun bastırılması rahatsızlık doğurur. 2- zihinsel enerji kullanılması gereken yerde kullanılmayınca rahatsızlığa dönüşür. Nevroza sebep olan rahatsızlığın kaynağının cinsel bir duygu olduğu fikrini öne attı.
-
İLERİ DEMOKRASİ Mİ?_ İLERİ FAŞİZM Mİ?
GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Gazete Haberleri Paylaşımı
Sizi anlıyorum... Ama dikkat ederseniz ilk iletinizde sözünü ettiklerinizle, ikinci iletinizdeki ifedeleriniz anlam olarak birbirinden farkılı. -
İLERİ DEMOKRASİ Mİ?_ İLERİ FAŞİZM Mİ?
GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Gazete Haberleri Paylaşımı
Ne demek istediğinizi daha açık olarak ifade eder misiniz? Sormak istediğim iletinizde açık olarak "IP adresleri v.b yakayı ele verdirir" ile anlatmak istediğiniz değil... Bunu siz bildiğinize göre herhalde muhalif yada taraf olarak düşüncelerini ifade edenlerde biliyorlardır... Öyle değil mi? Özetle; Bizlere açık açık ne demek istediğinizi ifade edin lütfen... Aman dikkat edin, durduk yere başınızı derde sokmayın mı demek istiyor, yada bundan çok farklı üstü kaplı olarak daha başka bir şey mi anlatmak istiyorsunuz?.. -
1 Mart 2003 seçimlerinde DEHAP’tan aday olan Mehmet Yunak ve Resul Sadak’ın, DEHAP'ın ülke genelinde yüzde 10 barajını geçememesi nedeniyle milletvekili olamadıkları için AİHM'e 'seçmenlerinin özgür iradelerini ifade etmelerinin engellenmesinin ve DEHAP'ın ülke genelinde 2 milyona yakın oy almış olmasına rağmen TBMM'de temsil edilememesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırı olduğu gerekçesiyle AİHM'e yaptığı başvuru, esastan görüşülmek üzere kabul edildi. Başvuru, 5 Eylül 2006 tarihinde Strasburg’daki AİHM’in ikinci dairesinde görüşüldü. Türkiye'nin başvuru ile ilgili AİHM'e sunduğu yazılı savunmada; "Türkiye'deki seçim sistemiyle ilgili kuralların başvuruda bulunanlara farklı uygulanmadığı ve mevcut uygulamanın yasaya aykırı veya keyfi bir işlem olmadığı, başvuranlara ve aday oldukları siyasi partiye keyfi ve farklı bir muamelede bulunulmadığı, DEHAP'a uygulanan yüzde 10 barajının tüm siyasi partilere uygulandığı belirtilerek, 2002 yılına koalisyon ortağı olarak giren DSP, Anap ve MHP'nin de barajı aşamadıkları" savunulmuş, "yüzde 10 barajının siyasi istikrarsızlığı önlemek, küçük partileri toplumun genelinden oy alabilecek büyüklüğe yöneltmek ve son tahlilde demokrasiyi sağlamlaştırma amaçlarını güttüğü ve bu amaçların meşru olduğu" vurgulanmıştır. "Dünyada uygulanan seçim sistemlerinde adil temsil ve siyasi istikrar ilkeleri arasındaki dengeyi sağlayacak belirlenmiş bir baraj oranı bulunmadığı belirtilerek, seçim sistemleri arasındaki karşılaştırmanın sadece oranlar açısından yapılmasının sağlıklı sonuç vermeyeceği" savunulmuştur. AİHM başvuru üzerine yaptığı görüşmede -2’ye karşı 5 oyla- Türkiye lehine karar vermiştir. Kararın gerekçesinde, "Anayasa Mahkemesi'nin kararında adil temsil ve siyasi istikrar ilkelerinin birbirini dengeleyici ve tamamlayıcı şekilde birleştirilmesi gerektiğinin belirtildiği vurgulanarak, şikayet konusu seçim barajının yüksekliğine rağmen, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ilgili maddesinin tekdir yetkisinin aşılmadığı ve ihlal bulunmadığını belirtilmiştir. AİHM, 30 Ocak 2007 tarihinde aldığı bu kararın ardından davacılar, konunun Büyük Dairede görüşülmesini talep etmiş, Mahkemenin 21 Aralık 2007 tarihinde temyiz niteliğindeki Büyük Dairesi davayla ilgili ikinci duruşmasında, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin özgür seçimlerle ilgili ek protokolünün 3. maddesinin Türkiye tarafından ihlal edilmediğine, Türkiye`de uygulanan yüzde 10`luk seçim barajının "insan hakları ihlalinde bulunulmadığına" 4`e karşı 13 oyla karar verdi. *** Bu yazı %10 barajının tarafımdan desteklendiği için değil, Konuyla ilgili bilgilendirme amaçlı olarak yazılmıştır... Saygılarımla...
-
İNSAN OLMANIN PSİKOLOJİSİ ...
GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Edebiyat Dışı Kitaplar Alt Forumu
*** Gelişim ve Kendini Gerçekleştirme Psikolojisinin Bazı Temel Önermeleri Her birimiz içgüdüsel, içsel, verili, doğal vb. nitelikte temel bir iç doğaya sahibiz. Bu doğa, önemli oranda kalıtımsal olarak belirlenmiştir ve güçlü bir şekilde kalıcı olma eğilimindedir. İnsanların içgüdüleri hayvanlardaki gibi kesin bir şekilde ne zaman, nerede, nasıl ve kiminle ne yapması gerektiğini söyleyen güçlü, yanılmaz bir iç ses değildir. Bize kalan içgüdü kalıntılarıdır. Dahası bunlar zayıf, belirsiz ve kırılgandır. Her insanın içsel doğası, hem diğer benliklerin de sahip olduğu (türe özgü) hem de eşsiz özellikler içerir. Bu içsel, derin doğanın birçok yönü, Freud’un belirttiği gibi, korku ve onaylamama nedeniyle ya da egoya yabancı olduğu için etkin bir şekilde itilmeye uğratılmıştır ya da Schachtel’in belirttiği gibi, unutulmuştur. O halde içsel, derin doğanın büyük bir bölümü bilinçdışıdır. Yaşam süreğen bir seçimler dizisidir ve bu seçimlerin temel belirleyicisi kişinin kendisidir. Kişi, gerçek bir kişi olduğu sürece, kendisinin belirleyicisidir. Kişinin bu içsel doğası engellenir, yadsınır ya da bastırılırsa bu bazen apaçık biçimlerde, bazen gizli ve dolambaçlı biçimlerde, bazen hemen, bazen de bir süre sonra hastalıkla sonuçlanır. Kişiliğinin genel hastalığının, gelişimi, kendini gerçekleştirmeyi, tümüyle insanlaşmayı tamamlayamama durumu olduğu düşünülmektedir. Hastalığın tek olmasa da ana kaynağı, özellikle yaşamın erken dönemlerinde yaşanan engellenmelerdir. Evrensel, türe özgü bakış açısına göre bizim kültürümüzün ya da diğer bir kültürün kötücül olarak nitelediği bir davranış gerçekte kötücül olmayabilir. İnsanlık benimsediği ve sevildiği zaman pek çok yerel, etnosantrik sorun da kolayca ortadan kalkacaktır. Çoğu psikolog kötücül davranışların içgüdüsel olmaktan çok tepkisel olduğunu düşünüyor. Bu da, her ne kadar insan doğasının çok derinlerinde yer etmiş olsa ve bütünüyle ortadan kaldırılamasa da, kişilik olgunlaşıp toplum geliştikçe kötü davranışın da azalmasının beklenebileceği anlamına gelmektedir. Kendini gerçekleştirme çeşitli şekillerde tanımlanmıştır. Bununla birlikte temelde bir görüş birliği de görülebilir. Tüm tanımlarda benimsenen ya da gönderme yapılan görüşler şöyledir: a-) İçsel özün ya da benliğin, yani atıl kapasite ve gizil güçlerin gerçekleştirilmesinin, tam işlerliğin, insani ve kişisel özün varlığının benimsenmesi ya da ortaya konması. b-) Tüm tanımlarda hastalık, nevroz, psikoz, temel insani ve kişisel kapasitelerin yitimi ya da azalması en alt düzeyde ele alınmıştır. Sağlıklı çocuğun normal gelişiminde, gerçekten özgür seçim olanağı sağlandığında, kendi gelişimi için iyi olanı seçeceğine inanılıyor. Bunu hoşuna gittiği, iyi hissettirdiği, hoşnutluk ya da haz verici olduğu için yapacaktır. Bu da onun kendisi için iyi olanı herkesten çok kendisinin bildiği anlamına gelmektedir. Özgür bırakan bir yaklaşım tarzı, yetişkinlerin çocuğun gereksinimlerini doğrudan doyurması değil, onun kendi gereksinimlerini doyurmasını ve seçimlerini yapmasını olanaklı kılması, yani oluruna bırakmasıdır. Çocukların iyi bir şekilde gelişebilmesi için yetişkinler onlara ve doğal gelişim süreçlerine yeterince güvenmeli, yani çok fazla müdahaleci olmamalı, onları gelişir kılmalı ya da önceden belirlenmiş tasarımlara zorlamamalı, fakat gelişmeye bırakmalı ve otoriter bir tavır benimsemekten çok Taocu bir şekilde gelişmelerine yardım etmelidir. Engellenme, acı ya da tehlikenin hiçbir şekilde olmamasının da sakıncalı olduğunu biliyoruz. Güçlü olmak için kişinin bir engellenme dayanıklılığına, fiziksel gerçekliğin insanların arzularına kayıtsız olduğunu kavrama ve başkalarını sevme, kendisinin olduğu kadar onların da gereksinimlerini doyurmalarından hoşnut olabilme yeteneğine sahip olması gerekir. Kendi gücümüzü ve sınırlarımızı da öğrenir, zorlukların üstesinden gelerek, daha çok çaba göstererek, zorluk ve sıkıntılarla yüzleşerek, hatta başarısızlığa uğrayarak bunları geliştiririz. Gelişim ve kendini gerçekleştirmeyi olanaklı kılmak için kapasite, organ ve organ sistemlerinin işlevlerini yerine getirmek ve kendilerini dışa vurmak, kullanılmak ve uygulanmak için direttikleri kavranmalıdır. Bu kullanım doyurucudur. Kullanmamak ise rahatsızlık yaratır. Gelişim yalnızca ödüllendirici ve haz verici olmakla kalmaz, pek çok acıyı da beraberinde getirir. İleri doğru atılan her adım bilinmeze yönelir ve olasılıkla tehlikelidir. Daha çok çaba, sorumluluk gerektiren zor bir yaşam için daha sıradan ve kolay, az çaba gerektiren bir yaşamı bırakmak şeklinde de tanımlanabilir. Gelişimin hem yararları hem de zararları bulunmaktadır. İnsan nasıl gün ışığına, kalsiyuma ya da sevgiye gereksinim duyuyorsa, aynı şekilde, anlayacağı ve o doğrultuda yaşayacağı bir değerler düzenine, yaşam felsefesine, dine ya da onun yerini tutan başka şeye gereksinim duyar. Kendini gerçekleştirme düzeyinde pek çok ikilik çözülür, zıtlar birlik içinde görülmeye başlanır ve ikilik içinde düşünme biçimi olgunlaşmamışlık olarak algılanır. Kendini gerçekleştiren insanlarda bencillik ve bencil olmamak daha yüksek, üst bir düzeyde birleşir. Çalışmayı eğlence, işi yan uğraşlar ile bir tutma eğilimi belirir. En üst düzeydeki olgunluğun da çocuksu bir nitelik taşıdığı görülür. Kendini gerçekleştirmek tüm insani sorunları aşmış olmak anlamına gelmez. Bütün sağlıklı insanlarda aynı zamanda çatışma, iç sıkıntısı, engellenme, üzüntü, incinme ve suçluluk duygusu da bulunur. Freud’dan, geçmişin kişinin içinde şu anda var olduğunu öğrendik. Şimdi de gelişim ve kendini gerçekleştirme kuramından, geleceğin de kişinin içinde şu anda, idealler, umutlar, görevler, ödevler, tasarılar, hedefler, gerçekleştirilmemiş gizil güçler, misyonlar, yazgı ve alınyazısı biçiminde var olduğunu öğrenmemiz gerekiyor. Geleceği olmayan birey somuta, umutsuzluğa ve boşluğa indirgenmiştir. Onun için zaman sonu gelmeyen bir şekilde doldurulmalıdır. -
İNSAN OLMANIN PSİKOLOJİSİ ...
GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Edebiyat Dışı Kitaplar Alt Forumu
*** Psikolojik Veriler ve İnsani Değerler Tüm canlı varlıklar, yirmi beş yıl önce düşündüğümüzün tersine, çok daha özerk, kendini yönetebilen ve düzenleyebilen bir yapıya sahiptir. Organizma büyük bir güveni hak etmektedir. Uzun vadede insan için neyin iyi olacağını bize yalnızca sağlıklı insanların seçimleri, hazları ve yargıları söyleyebilir. Bununla birlikte bazı değerler tüm insanlık için değil belirli tipteki insanlar ya da özgün bireyler için geçerlidir. Temel gereksinimler olarak adlandırdığım gereksinimler tüm insanlar için geçerli ve bu nedenle de paylaşılan değerlerdir. Kişiye özel gereksinimler ise kişiye özel değerler doğurur. Bireyler arasındaki yapısal farklılıklar, kişinin kendisi, kültürü ve dünya ile ilişkiye geçme yolları arasında seçim farklılıkları, yani değerler yaratır. Kişinin kendisi göz önüne alındığında tek bildiği şey vazgeçilmez bir sevgi arayışında olduğudur ve bunu elde ettiği zaman sonsuza dek mutlu ve hoşnut kalacağını düşünmektedir. Bu gereksinimini giderdikten sonra arayışının süreceğini, daha yolun başındayken bilemez. Temel bir gereksinimin giderilmesi, daha yüksek bir diğerinin güçlenmesine yol açacaktır. İnsanın karmaşık bir ilişkiler ağı ile örülü hiyerarşik ve gelişimsel bir değerler sistemine sahip olduğu da bir gerçektir. İnsanda, genel anlamı ile kendini gerçekleştirme adı altında özetleyeceğimiz, bir ileriye dönük olma ya da gelişim eğiliminin var olduğunu kesinlikle öne sürebilecek denli çok sayıda anlamlı, kuramsal ve deneysel veriye sahibiz. Yani insan öyle bir yapıdır ki sürekli olarak varlığın daha çok tamamlanmasına yönelir. Bu, genel olarak anlaşıldığı şekliyle, iyi değerlere, dinginlik, incelik, yüreklilik, dürüstlük, sevgi, bencil olmama ve iyi olmaya yönelik bir istençtir. İnsan doğasında, daha bütünleşmiş bir varlığa, insanlığının daha kusursuz bir biçimde gerçekleştirilmesine yönelik bir itki sergiler her zaman. Çevrenin en büyük rolü, çevrenin değil kendi potansiyelini gerçekleştirmesinde kişiye yardımcı olmak ve onu bu yolda özgür bırakmaktır. Çevre insana potansiyel ya da yetenekler vermez. Yaratıcılık, kendiliğindenlik, kişisellik, özgünlük, başkalarını önemsemek, sevme, gerçeğin peşinde koşma gibi potansiyeli, kolları, bacakları, beyni gibi türüne özgüdür. Kendini tanıma, kendini geliştirmenin, tek olmasa da, en önemli yoludur. Kendini tanıma ve geliştirme pek çok insan için zordur. Bunun için çokça yürekli olmak ve uzun savaşımları göze alabilmek gerekir. İnsanların sağlıklı eğilimlerini anlamadan zayıflıklarını da gerçekten anlayamayız. İnsanın güçlerini de, aynı zamanda zayıflıklarını da tanıyıp kavrayabilir ve geliştirebiliriz. -
İNSAN OLMANIN PSİKOLOJİSİ ...
GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Edebiyat Dışı Kitaplar Alt Forumu
*** Varlığın Doruk Deneyimlerde Kavranması Varlık bilişi (V-Bilişi), kişinin eksiklik gereksinimlerinin belirlediği E-bilişinin karşıtı oluyor. V-sevgisine sahip olan kişi sevdiği varlıkta diğerlerinin göremediği özellikler görür. Yani algılayışı daha duyarlı ve güçlüdür. V-bilişi söz konusu olduğunda tüm dikkat yalnızca ve bütünüyle algılanana yönelir. Figür sanki bu zaman sürecinde her şeyden soyutlanmış, dünya unutulmuş, algılanan varlığın bütünü olmuştur. Burada dikkat aynı anda ilgili tüm olaylara yönelir. Algılanan tüm ilişkileri bağlamında ve dünyanın bir parçası olarak algılanır. V-bilişi karşılaştırma, yargılama ya da değerlendirme yapmayan biliş olarak adlandırılabilir. Deneyimin yalnızca kaba hatlarını içeren, nesneyi seçici bir şekilde, önemli ve önemsiz olmasına göre, yalnızca belirli yönleri ile veren rastgele incelemenin tam tersidir burada söz konusu olan. Kendini gerçekleştiren insanlar dış dünyayı yalnızca kendilerinden değil genelde insanlardan da bağımsız bir şekilde algılamayı daha çok başarırlar. Bu, yaşadığı yüce anlarda, yani doruk deneyimleri sırasında ortalama insan için de geçerlidir. Doğa kullanılacak, korkulacak ya da daha başka bir şekilde insani tepkiler verilecek bir şey olarak değil kendi varlığı içinde görülebilir. V-bilişi algıyı zenginleştirir. Bunu nesnenin iç zenginliği olarak adlandırabiliriz. Doruk deneyim yalnızca iyi ve hoşnut edicidir, hiçbir zaman kötücül ya da sakıncalı olarak algılanmaz. Deneyim kendi içinde geçerlidir; kusursuz ve tamdır, başka bir şeye gereksinim duymaz. Kendi kendine yeter. Kendi içinde gerekli ve kaçınılmaz olduğu duyumsanır. Olması gerektiği kadar iyidir. Doruk deneyimde gerçekliğin doğasının daha açık bir şekilde görülebileceğinin ve bu doğanın özüne daha derin bir şekilde girilebileceğinin benimsenmesi, birçok felsefeci ve tanrıbilimcinin de doğruladığı gibi, en iyi durumda ve olimpusvari bir bakış açısı ile varlığın yalnızca nötr ya da iyi olduğu anlamına geliyor. İnsan olgunlaşmasının üst düzeylerinde pek çok ikilik, çift kutupluluk ve çatışma birbirinin içinde erir, aşılır ya da çözülür. Kendini gerçekleştiren insanlar aynı zamanda hem bencildir hem de değildir. Varlığı bir bütün olarak anladığımız zaman tutarsızlık, zıtlık ve değişmez çelişkilerin algılanmasını ve eşzamanlı olarak var olmalarını da hoş görebiliriz. Doruk deneyim yaşayan herhangi bir kimse kendini gerçekleştiren insanlarda izlenen niteliklerin birçoğunu geçici olarak edinir. Yani, böyle zamanlarda kendini gerçekleştiren biri olur. Bunlar yaşadığı en mutlu ve heyecan verici anlar olmakla kalmaz, aynı zamanda en üst düzeyde olgunluğa eriştiği, bireyselleştiği, bütünlendiği, uzun sözün kısası en sağlıklı anlarıdır. Böyle dönemlerde tamamen kendi olmaya, gizilgüçlerini kusursuzca gerçekleştirmeye, varlığının özüne, tümüyle insan olmaya daha yakın bir durumdadır. Doruk deneyimlerde kişi kendini diğer zamanlara göre daha bütünleşmiş duyumsar. Kendisi ile daha barışıktır. Deneyini yaşayan benlik ile gözlemleyen benlik arasındaki ayrım silikleşmiştir. Tüm parçaları birbiri ile daha uyumlu ve verimli bir düzen içerisinde işlemektedir. Doruk deneyim sırasında kişi genellikle tüm kapasitesini en iyi şekilde kullandığını ve gücünün doruğundan olduğunu duyumsar. Kendini diğer zamanlara göre daha akıllı, kavrayışlı, kıvrak zekalı, daha güçlü ya da çekici bulur. -
İNSAN OLMANIN PSİKOLOJİSİ ...
GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Edebiyat Dışı Kitaplar Alt Forumu
*** Savunma ve Gelişim Bir sonraki basamak, tanıdığımız ve hatta artık sıkıldığımız bir öncekinden öznel olarak daha haz ve mutluluk verici, içsel olarak daha doyurucu bulunuyorsa gelişim söz konusudur. Bir şeyin bizim için doğru olup olmadığını anlamanın yegane yolu, bunun herhangi bir seçeneğe kıyasla öznel olarak daha iyi olmasıdır. Her insanın içinde her iki tür güç de bulunur. Gücün bir türü onu korkuya karşı savunmada kalmaya ve güvenceye yönelmeye zorlar. Risk almaktan, elinde olanı bırakmaktan, bağımsızlıktan, özgürlükten ve kendi başınalıktan korkmasına, geçmişe bağlı kalmasına neden olur. Diğer tür güç onu benliğin bütünlüğüne ve özgünlüğüne, kapasitesinin bütünüyle kullanılmasına, derinde, gerçek ve bilinçdışı benliğini kabullenirken dış dünyaya güvenle açılmasına yönlendirir. Sağlıklı gelişim sürecini kişinin tüm yaşamı boyunca yaşadığı sonsuz özgür seçim koşulları olarak düşünebiliriz. Kendiliğindenliği sağlıklı olan bir çocuk dış dünyaya, kendiliğindenliği içinde, içsel varlığına tepki olarak ve içinden gelerek merak ve ilgi ile uzanır ve sahip olduğu yetenekleri dışa vurur. Bunu, korku tarafından engellenmediği, cesaretini koruyabilecek denli güvende olduğu sürece yapabilir. Bu süreçte haz deneyimi ya rastlantısal olarak yaşanır ya da yardımcılar tarafından ona sunulur. Kendini, bu hazlardan korkmayıp seçim yapabilecek ve bunları yeğleyebilecek denli güvende hissetmeli ve benimsemelidir. Haz deneyimleri tarafından onaylanan bu deneyimleri seçebiliyorsa deneyime geri dönüp yineleyebilir, doyuma ulaşana ya da sıkılana dek bunların tadını çıkarabilir. Bu noktada aynı şekilde ama daha karmaşık deneyim ve zengin başarılara yönelme eğilimi gösterir. Bu tip deneyimler sadece ilerlemek anlamına gelmez. Aynı zamanda benlik, kesinlik duygusu, yeterlik, ustalık, kendine güven ve saygıda bir geri besleme etkisi de yaratırlar. Yaşamı oluşturan bu sonu gelmeyen seçimler dizisinde güvenlik ve gelişim arasında bir seçim yapılır. Yalnızca kendini güvende duyan çocuk, daha fazla güvenlik istemeyeceğinden ve bu gereksinimini doyurmuş olduğundan doğal olarak gelişime eğilimli olacaktır. Çocuğun seçimlerini kendi doğasına göre yapabilmesi ve gelişebilmesi için seçimlerinin doğru ölçütü olarak kendi öznel deneyimlerinden aldığı hazzı ve sıkıntıyı benimsemesine izin verilmelidir. Diğer bir ölçüt seçeneği de seçimin bir başka kişinin dileğine göre yapılmasıdır. Böyle bir durumda benlik kaybolur. Ayrıca bu durum seçimi salt güvenliğe indirger. Seçim koşulları gerçekten özgürse ve engellenmiyorsa çocuktan çoğunlukla ileriye doğru gelişmesini bekleyebiliriz. Her ne kadar kesin seçim çocuk tarafından yapılacaksa da çevre de bu süreçte çeşitli açılardan önemlidir. Çocuğun güvenlik, ait olma, sevgi ve saygı gibi temel gereksinimlerini karşılarlar. Bu sayede çocuk kendini tehlikeden uzak, özerk, ilgili ve doğal hissedebilir; böylece de bilinmeyene yönelmeyi göze alabilir. Çevre gelişimi seçmeyi olumlu bir çekicilik ve güvenlik içinde sunarken gerilemeyi de daha az çekici ve daha sıkıntılı olarak gösterebilir. Bu şekilde varlık psikolojisi oluş psikolojisi ile bağdaştırılabilir ve çocuk yalnızca kendisi olarak ilerlemeyi ve gelişmeyi sürdürebilir. -
İNSAN OLMANIN PSİKOLOJİSİ ...
GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Edebiyat Dışı Kitaplar Alt Forumu
*** Eksiklik Güdülenmesi ve Gelişim Güdülenmesi İnsanların nevrotik olmasına neden olan nedir? Yanıt, özetle nevrozun özünde ve başlangıcında bir eksiklik rahatsızlığı olarak ortaya çıktığı yönündedir. Belirli doyumlara ulaşamamaktan kaynaklanıyordu. Birçok nevrozda, diğer karmaşık belirleyicilerin yanı sıra güvenliğe, ait olmaya ve özdeşleşmeye, yoğun sevgi ilişkilerine, saygınlık ve itibara duyulan ve doyurulmamış bir özlem yatmaktaydı. Gelişim, yalnızca temel gereksinimlerin tamamıyla ortadan kalkana değin doyurulması bağlamında değil, bu gereksinimlerin dışında ve üzerinde yer alan belirli bir gelişim güdülenmeleri, yetenek, kapasite, yaratıcı eğilimler, yapısal gizilgüçler olarak anlaşılacaktır. Bu yaklaşım, temel gereksinimler ile kendini geliştirmenin, çocukluk ile olgunluğun çeliştiğinden daha fazla çelişmediğini görmemize de yardımcı olacaktır. Biri diğerine aktarılmaktadır ve bir diğerinin gerekli önkoşuludur. Gereksinimi olumsuz anlamda ele alan yaklaşımlarda bünyenin temel amacının can sıkıcı gereksinimden kurtulmak ve böylece gerilimin düşürülmesi, bir dengeye, devinimsizliğe, acıdan arınmış atıl bir duruma ulaşmak olduğu görülür. Oysa, ağırlıklı olarak gelişime güdülenmiş kişileri ele aldığımızda durağanlaşma kuramı tam anlamıyla işe yaramaz oluyor. Bu tip insanlarda gereksinimin giderilmesi güdülenmenin ve heyecanın azalmasına değil artmasına yol açacaktır. Arzuları yoğunlaşacak ve yükselecektir. Bu tip insanlar kendi üzerlerinde gelişirler ve gittikçe daha az değil, eğitimde olduğu gibi, daha çoğunu isterler. Durağanlaşmak bir yana, kişi daha da etkinleşir. Gereksinimin giderilmesi gelişim isteğini köreltmez, keskinleştirir. Gelişimin ödülü ve heyecanı kendi içindedir. İyi bir doktor olmak, keman çalmak ya da marangozluk gibi hayranlık duyulan becerilere sahip olmak, evreni ve insanlığı ya da kendini gittikçe daha yoğun anlamak, hangi alanda olursa olsun yaratıcılığını geliştirmek ve en önemlisi iyi bir insan olmayı istemekte olduğu gibi. Eksikliklerin giderilmesi hastalığı önler; gelişim gereksinimin doyurulması ise sağlığı besler. Kendini gerçekleştirmek kişiye özgüdür, çünkü her insan farklıdır. Eksiklikler, yani türe özgü gerekler gerçek kişilik tam anlamıyla gelişmeden önce gereğince karşılanmalıdır. Nasıl tüm ağaçları güneşe, suya ve çevreden edinecekleri besine gereksinimi varsa tüm insanlar da kendi çevrelerinden edinecekleri güvenliğe, sevgiye ve statüye gereksinim duyarlar. Bunlara duyulan gereksinim yalnızca diğer insanlar tarafından, yani yalnızca kişinin dışında giderilebilir. Bu da çevreye oldukça bağımlı olmak anlamına gelir. Bir bakıma başkaları tarafından yönlendirilmesi ve onları onayına, sevecenliğine ve iyi niyetine duyarlı olması gerekir. Bu da, esnek bir şekilde kendini uydurması, ayarlaması, tepkilere yanıt vermesi ve dış koşullara değişerek uyum sağlaması gerektiği anlamına gelir. Kendisi bağımlı değişkendir, çevresi ise bağımsız, değişmez olandır. Buna karşılık kendini gerçekleştiren, temel gereksinimleri doğal olarak doyurulmuş insan, çevresine çok daha az bağımlı ve çok daha fazla özerktir. Kendi kendini yönlendirmektedir. Onları yöneten belirleyiciler çevresel ve toplumsal belirleyicilerden çok içsel olanlardır. Diğer insanlara daha az bağımlı oldukları için onlar hakkında daha az kararsızlık yaşar. Onlara karşı daha az kaygılı, daha az düşmanca davranır, övgü ve sevecenliklerine daha az gereksinim duyar. Eksikliğe güdülenmiş insan, güçlü bir şekilde gelişime güdülenmiş insana göre, diğer insanlara çok daha fazla bağımlıdır. İnsanlar bir bütün, karmaşık ve kendine özgü bireyler olarak değil kullanılabilirlikleri bağlamında değerlendirilir. Diğer bir insan ise, onay, beğenme ve sevgi kullanılabilirlik özelliklerinden çok algılanan kişinin içsel nesnel özelliklerine dayanır. Sevilmeye değer olduğu için sevilir, sevgi verdiği için değil. Kendini gerçekleştiren insanlar genellikle gereksinim gideren özellikleri soyutlama ya da karşısındakini bir araç olarak görme eğiliminde olmadıklarından değer biçmeyen, yargılamayan, müdahaleci ve kınayıcı olmayan bir tutum sergilerler. Tutkusuz seçimsiz bir farkındalık içerisindedirler. Bu da daha açık ve içgörülü bir algıya ve karşıdakinin daha iyi anlaşılmasına olanak verir.