Zıplanacak içerik

GeceKuşu

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

GeceKuşu tarafından postalanan herşey

  1. O çizdiklerinin bir sembol "aşk meleğinin oku kalbe saplamasının tamamen Fransız amcamların kültüründen" gelen bir durum olduğunu her ikinizde ona bu yaşta açıklamaya kalksanızda sizlere "gülümseyip bileğini yalayacağından" eminim... Ancak zamanı geldiğinde “hayranlık. exe” komutunun geçerli olduğu dönemlerde eğer beynindeki “oofff.txt” dosyası çalışıp “oofff” çekmeye başlarsa, ona "Tüm duygu ve düşüncelerin üreticisinin beyin" olduğunu ve duygusal çalkantılarını ancak beyniyle çözümleyebileceğini anlatmaya çalışabilirsin... Ancak yine de kimseyi dinlemeyip kalbine atfettiği duygusal zaaflarının esiri olmaya devam edecektir... Zamanında herbirimizin yaptığı gibi ... *** Bu arada "Kadın dayanışması" içinde olduğunuzu anlamadım sanmayın... Sevgilerimle...
  2. Mantık nasıl çözümler aşk ve kalp ilişkisini? Hep takılmışımdır, aşkın açığa çıkardığı duygu ve düşünceleri ifade ederken “kalp” ile birlikte ilişkilendirilmesine… Neyse şimdilik bu takıntıya ara verip konuya bir başka yerinden giriş yapalım istiyorum… Ortaçağ’dan bu yana kullanılan kalp sembolünün hangi spekülasyon yoluyla günümüzün kültüründe de yer aldığını merak ediyor musunuz? Eh madem ediyorsunuz o zaman yazının devamını da okumak zorundasınız. Yapılan araştırmalara göre; _13 ncü yüzyılda, kadınların güven ve inancını kazanmış olan isveç kralı Magnus Ladulas’ın kolunun üzerinde bir kalp dövmesi mevcutmuş. _1400 lerden kalma “Kalbin Sunuluşu” isimli Fransız duvar halısında erkeklerin aşık oldukları kadınlara bağlılıkları kalplerini sunarken tasvir edilirmiş. _Yine o dönemden beri kullanılan iskambil kartlarında kırmızı kalp en değerli kâğıt grubu olmuş. _Sıralara, ağaçlara kazılan kalpler, çizgi filmlerde, karikatürlerde..vs aşk meleğinin oku kalbe saplaması tamamen Fransız amcamların kültüründen alıntı imiş. O çağlardan bugüne bu sembol Dünyada oldukça yaygın olarak kullanılır imiş, gerçekten de öyle… Konuyu ifade ederken –mişli- geçmiş zaman kullandık. Neden? Aşk başlayıp aradan biraz zaman geçtiğinde her şey –mişli- geçmiş zamanı ifade ederde ondan… Geçmişten günümüze aşk kültürünün edebiyatında şu beylik ifadeler her iklim ve kıtada geçer akçedir; “.. Ay kalbim sana vuruldu, ... amanın aşık oldum, ... ben sensiz yapamam!” İyi anladık Aşık olduk tamam da ne oluyoruz yahu? Aşık olunca bu tür benzer ifade ve yakınmaları yaparız ama... Nedense, hiç aklımıza gelip de şu soruları sormayız kendimize? Mantık Sorusu 1) Kalp aşık olur mu? Şaşkınlık Sorusu 2) Yaaa?.. Madem kalp aşık olmaz, peki, nasıl aşık olacağız biz? Çözümleme Sorusu 3) Nasıl aşık olunur? Aşık olurken nelere dikkat etmeliyiz? Mantık şöyle çözümlüyor aşk ve kalp ilişkisini; Önce ortaokul hatta ilkokul yıllarında edindiğimiz bilgileri hatırlamak gerekiyor. Kalp: Kas pompası. Genel Görevi: Vücuda kan pompalamak. "Kalp aşık olur mu?" Sorusuna Yanıt..; Kalbin temel görevi ne idi? Vücuda kan pompalamak. Kalp görür mü? Görmez… Düşünür mü? Düşünmez… Hisseder mi? Hissetmez… Kısacası aşık olmaz, olamaz yani. Ne yapar peki? Tabiki asli görevini… Yani biz aşık olduğumuzu düşündüğümüzde, malum yerlerimizdeki hücrelere aşırı kan pompalar, bedenimizi ateş basar, yüzümüz bilem kızarır… "Madem kalp aşık olmaz, peki, nasıl aşık olacağız biz?" Sorusuna Yanıt...; Kalp aşık olmazsa beyin devreye girer. Neden peki; Çünkü beyin tüm duygu ve düşüncelerin üreticisidir. "Nasıl aşık olunur?" Sorusunu Yanıtlamak için ise şöyle bir çözümleme yapabiliriz; - Hoşunuza gidebilecek karşı cinsi görürsünüz. - Retinanızın aldığı bu görüntü beyninizdeki görme ile ilgili merkeze gönderilir. - Görüntü hiç sıra beklemeden merkezdeki “hoş görüntüler” klasörüne kaydedilir. - Bu sizde ilgi uyandırır. Gözünüz görür, kalbiniz görmez. - Şimdi beyninizdeki “hayranlık. exe” çalışır ve “duygularım” klasörünün içindeki görüntülere hayran olmaya başlarsınız. - Karşı cinsin hal ve hareketleri hoşunuza gitmeye başlar… - Şimdi de beyninizdeki “oofff.txt” adlı dosya çalışır “oofff” çekmeye başlarsınız. - Beyin olay görüntüleyici ve kaydedicisi bu anları kaydetmektedir. - Doğruluk mu, cesurluk mu merkezindeki işleyişe göre bir kalem çevirirsiniz. Ama doğruluk, ama cesurluk orasını bilinmez. - Cesurluk gelirse gidip onunla konuşmayı düşünürsünüz. _ Doğruluk gelirse tepki vermeden mal mal bakarsınız. - Karşı cinsle konuştuğunuzu var sayalım; konuşma esnasındaki gülme sesleri ”hoş müzikler” klasörüne kaydedilir. Tüm kaslarınız gergin olduğu halde iyice gevşer hatta iki adım ötenizi göremez hale gelirsiniz. - “Duygularım” klasöründeki “heyecan.exe” aniden çalışmaya başlar. - Heyecan.exe‘nin çalışmasıyla “Pompala” klasörü içindeki “seri_kan_pompala.exe” uygulaması da çalışır. Komut kalbe gönderilir ve cevap beklenir. - Kalbiniz yüksek basınçlı seri kan pompalamaya başlar, ardından “Duygularım” klasörü içindeki “adrenalin.exe” açılır. Beyninizdeki hemen hemen tüm merkezler bu olaydan etkilenir, tam da işte böyle aşık olunur. "Aşık olurken nelere dikkat etmeliyiz?" Sorusuna yanıt biraz akıl vermek babında olacak ama olsun varsın... Aşık olacaklara şunları hatırlatmadan geçmeyelim…; - Hatunsa makyajsız, erkekse çıplak imajını kesinlikle önceden görelim. Kim ister bir Belgrad Ormanı’nda yaşamak öyle değil mi?… - Aşık olacağımız hatunun poposunda dövme olmamasına dikkat edelim. - “Ay” ya da “lan” bugün o kadar aşık olasım var ki anlatamam. Donatella Versace’i / Nuri Alço’yu görsem aşık oluvericem!” diyebildiğiniz bir gün kesinlikle sokağa çıkmayın! - Ayağı 35 numaradan küçük olan hatunları, 46 numaradan büyük olan erkekleri tercih etmeyin. “Kontrol edin…” Ve son kez tam olarak anlaşılsın diye birde Özet geçelim; - Tüm duygu ve düşüncelerin üreticisi beyindir. - Kalp beyinden aldığı emirle kan pompalar. Beyin düşünür ve duyguları harekete geçirir. - Kalp bahsi geçen semboldeki gibi değildir, yamuk yumuk bir şekli vardır. - Kalple aşık olunmaz, beyinle aşık olunur. *** Neymiş efendim; “ Kalbin çok önemli gördüğü birini, sevme, arzulama ve içinde hissetme durumu imiş aşk ”... Hadi canım sende. (!)... Benim bu konudaki takıntımı hoş görürseniz eğer - ki, alıtıyı buraya alıntılayan arkadaşın üzerine alınmasını istemem- "sevme, arzulama ve içinde hissetme" eylemlerini kalbe ithaf eden düşünür kardeşe yanıtım... "Yesinler seni. (!)" olacaktır... Hoşgörünüze Sevgilerimle
  3. MUHAMMED’İN AYNI DÖNEMDE PEYGAMBER İDDİASINDA OLANLARLA MÜCADELESİ Yaşadığı dönemde, öncesinde ve sonrasında da Muhammed’den başka peygamberler de vardı. Böyle olduğunu kabul etmek istemeyenler, bunun böyle olduğuna inanmayarak reddedenler, Kuran’da yazılanları gerçekçi bir bakış açısıyla değerlendirmeleri gerekiyor. Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: "(Bunlar) Eskilerin uydurma masallarıdır" diyen. (KALEM SURESİ / 15) Ona ayetlerimiz okunduğu zaman: "Geçmişlerin masallarıdır" dedi. (MUTAFFİFİN SURESİ / 13) "Ve dediler ki: "Bu, geçmişlerin uydurduğu masallardır, bir başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam okunmaktadır." (FURKAN SURESİ / 5) “Andolsun, bu tehdit, bize ve bizden önceki atalarımıza yapılmıştı; bu, geçmişlerin uydurma masallarından başka bir şey değildir." (MÜ'MİNUN SURESİ / 83) Kuranda bu yazılanları üzerine doğru bir değerlendirme yapabilmek için şunun çok iyi bilinmesi gerekli. Aslında Kuran’a inanmayan bu insanlar, Allah’a inanıyordu. İnanmadıkları şey Allah adına Muhammedîn öne sürdükleriydi. De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir?" (84) "Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?" (85) (MÜ'MİNUN SURESİ) Ve dediler ki: "Bu, geçmişlerin uydurduğu masallardır, bir başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam okunmaktadır." (FURKAN SURESİ / 5) And olsun ki: 'ona elbette bir insan öğretiyor' dediklerini biliyoruz. Kast ettikleri kimsenin dili yabancıdır, Kuran ise fasih Arapçadır. (NAHL/103) Şimdi bu Nahl 103 ile ilgili Ubeydullah bin Müslüm’ün tefsirine bakalım: "Mekke'de çok bilgili iki Hristiyan köle vardı. Bunlar aslen Iraklı idiler. Adları Yesar ile Hayr idi. bunların birçok kitapları vardı. Fırsat buldukça bu kitapları okurlardı. Muhammed de çoğu kez onlara uğrar, kendilerini dinlerdi. Günün birinde, peygamberlik iddiası ile ortaya çıkınca, muhalif olanlar, 'hayır, Muhammed bu bilgileri Allah'tan değil de adı geçen kölelerden almıştır. Allah'ı ise işini sağlama almak için kullanıyor' demeye başladılar. Bu yüzden, nahl suresi'nin 103.ayeti cevap olarak indi." Sadece bunlar mı? İslam’ı ortaya çıkaran koşulları anlamak için bu yazılanlar yeter mi? Elbette yetmez. Bize sadece kısa bir ön bilgi ve fikir verebilir. Daha çoğunu anlamak ve kavramak için “Varaka kimdir necidir ?”, “ Selman-ı Farısi’nin dini bilgisi ve Muhammed’e yakınlığı nedir?” araştırılması gerekir ki, İslam öncesi ve sonrası gerçeklerle, İslami kaynaklara dayanarak yüzleşebilelim. Bizlere anlatılanları hiç sorgulamadan kabullenmek yerine, kaynağına dayalı yapacağınız tüm araştırmalarda göreceksiniz ki; Muhammedin döneminde başka peygamberler de vardı. Onlar da Arapları kendi etraflarında bir arada toplamak ve tüm Arap yarımadasına hakim olmak istiyorlardı. Ve onların da inanırları, onlarada inananlar vardı. Bununla ilgili İslami kaynaklardan bir örnek: "İlk dinden dönme hareketi Peygamber (s.a.s)'in sağlığında Yemen'de ortaya çıkmıştı. Kendisinin peygamber olduğunu iddia eden Esved el-Ansî, topladığı kuvvetlerle önce Necran bölgesini, pesinden de San'ayı, Vali Sehr ile yirmi beş gün savaşarak ele geçirdi. Hz. Peygamber'in Amil ve muallimi olarak bölgeye gönderdiği Mu'az b. Cebel, Ma'rib'de bulunan Ebu Musa el-Esari'ye iltihak etmiş daha sonra ikisi birlikte Hadramevt'e gitmişlerdi (Taberi, III, 229-230). Ibnül-Esir'in ifadesiyle, "Esved'in çıkarmış olduğu fitne bir alev gibi, Hadramevt'ten Taif, Bahreyn ve Ahsa'dan Aden'e kadar her yeri kaplamıştı" (Ibnül-Esir, II, 338). Hadramevt'te toplanan Müslümanlar endişeli bir şekilde beklerken, durumu haber alan Rasûlüllah (s.a.s)'in, Yemen bölgesinde bulunan Müslümanların tamamına yönelik, Esved'e karşı savaşılması emri bölgeye ulaştı. Veber b. Yuhannis vasıtasıyla gönderilen mektupta; dinin korunması, mürtedlere karşı savaşılması, Esved el-Ansî'nin açıkça savaşılarak veya gizli bir tertiple ortadan kaldırılması ve bu emrin İslam’da sebat eden bölgedeki bütün Müslümanlara ulaştırılması gibi talimatlar yer almaktaydı" (Taberi, III, 231; Ibnül-Esîr, II, 338). "Rasûlüllah (s.a.s)'in emri San'a'daki Müslümanlara ulaştığı zaman, planlanan bir suikast ile Esved el-Ansî, Firûz adındaki biri tarafından öldürülmüş ve Kenan bölgesi tekrar İslam’ın hâkimiyetine girmişti. Onun öldürüldüğü haberi Medine'ye Rasûlüllah (s.a.s)'in vefat ettiği günün sabahında ulaşmıştı" (Taberi, III, 227 ). Ama içlerinden galip gelenin adı ve ayetleri yaşayacaktı. Bu kişi Muhammed oldu! Düzenlenmiş alıntı: kloroben.blogspot
  4. MUHAMMED VE EBU CEHİL Ebucehil ne demek? “Cehaletin babası” demek. Sizin de tahmin edeceğiniz gibi bu bir isim değil lakap. Muhammed yiğit, zengin, nüfuz sahibi olan Ebu Cehil’i kendine dost edinemeyince İslam’a çekemeyince ona bu lakabı taktı. Muhammed’in bu davranışı Kuran’a ne kadar uyuyor bakalım: Ey müminler, bir kısmınız, diğer kısmınızı alaya almasın! Belki de alay edilenler, kendilerinden daha iyidir. Birbirinizi ayıplamayın, kötü lakaplarla çağırmayın! İmandan sonra fasıklık ne kötüdür! [Allah’ın yasak ettiği şeylerden] tevbe etmeyenler ise, zalimlerdir. (Hucurat 11) Peki, Ebu Cehil neden Muhammed’e inanmadı? Müslümanların en sağlam kaynaklarından Kütübü Sitte’de şöyle anlatılıyor: Fasil: TEFSİR BÖLÜMÜ - ESBAB-I NÜZULE DAİR Konu: Enfal Suresi Ravi: Enes Hadis: Ebu Cehl (bir gün) şöyle dedi: "Allahımız, eğer bu Kitap, gerçekten senin katından ise, bize gökten taş yağdır veya can yakıcı bir azab ver" (Enfal, 32) diye dua etmişti. Şu ayet indi: "Sen içlerinde iken Allah onlara azab etmez. Onlar bağışlanma dilerken de elbette Allah azab edecek değildir" (Enfal, 33) Müşrikler müminleri Mekke`den çıkardıkları zaman da şu ayet indi: "Yoksa Mecsid-i Haram'a girmekten men ederlerken Allah onlara niçin azab etmesin?" (Enfal, 34). Hadis No: 622 Ne demiş Ebu Cehil: "Allahımız, eğer bu Kitap, gerçekten senin katından ise, bize gökten taş yağdır veya can yakıcı bir azab ver" Ne yapsın Ebu Cehil, küçücük bir mucize görse inanacak. Ama yok, yok, yok. ***
  5. MUHAMMEDİN YAHUDİ VE HRİSTİYANLARLA OLAN İLİŞKİSİ Muhammed, başlarda Yahudileri kendi yanına çekmek istedi “Benden önceki Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak üzere size Rabbinizden bir ayetle geldim. Artık Allah'tan korkup bana itaat edin." (AL-İ İMRAN SURESİ / 50) “Gerçek şu ki, biz Tevrat’ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik.” (MAİDE SURESİ / 44) Hatta Kuran’da Tevrat ve Kuran eşdeğer olarak görülmüş: “De ki: "Eğer doğruysanız, bu durumda Allah katından bu ikisinden (Musa'ya indirilen Tevrat ve bana indirilen Kur'an'dan) daha doğru olan bir kitap getirin de, ona uymuş olayım." (KASAS SURESİ / 49) Bu nedenle her kim size kuranda bu yazılanları göz ardı edip "Tevratın değiştirildiğini" iddia ederse eğer, o şirke düşmüş sapkın bir kişidir. Bulunduğu bölgedeki kitap ehlini yanına çekmek için inen bütün bu surelere rağmen, Yahudileri yanına bir türlü çekemeyen Muhammed bu sefer: “Ey iman edenler, Yahudi ve Hristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.” (MAİDE SURESİ / 51) diyor. Bütün bu çelişkilere bakarak Muhammed’in dili mi sürçtü acaba diye düşünmeyin. Şüphesiz Rabbin hikmet dolu sözleri bunlar. ***
  6. İSLAM ÖNCESİ MUHAMMED HANGİ İNANCI KABUL EDİYORDU? Mekke Medine dolayları inanç olarak inanç olarak bayağı renkli ve çeşitli idi. Medine’de önemli sayıda Musevi vardı, Mekke ekseri putperestti, putları reddeden Hanifler de vardı. Yabana atılmayacak kadar Hıristiyan Arap da vardı; bunlar Roma etkisiyle Hıristiyanlaşmıştı. Hıristiyan ve Hanif inancının bir sentezi olan Rukus inancı vardı. İslami kaynaklarda yer alan şu bilgiye göre; “Hz. Muhammed (sav) 35 yaşında iken Kureyş'liler Kâbe’nin tekrar inşasına karar verdiler. Kâbe’nin yapılmasında bütün kabileler çalıştı ve yeniden yapıldı. Sıra Hacerü'l Esved taşının yerine konulmasına geldiğinde yerleştirme şerefine tüm kabileler nail olmak istemekte idiler. Aralarında anlaşamayarak ihtilafa düştüler. Bu tartışma bir kaç gün sürdü ve yaşlı bir adam şöyle bir öneri getirdi: "Mescid'e ilk giren hakem olsun." Tam bu sırada Hz. Muhammed kapıdan içeri girdi. Hepsi Muhammed Emin'dir kararı kabulümüzdür dediler. Durumu kendisine anlattılar. Hz Muhammed bana bir kumaş getirin, dedi. Kumaşı yere serdi. Hacerü'l Esved’i kendi elleriyle kumaşın üzerine yerleştirdi. Her kabilenin reisi bezin ucundan tutsun, dedi. Taş yükselince de onu yerine kendi elleriyle yerleştirdi. Böylece inşaatın kalan kısmına devam edildi ve sorun çözüldü.” Bu bilgiler ışığında Muhammed’in peygamberlik öncesi putperest inancına sahip olduğu anlaşılıyor. Çünkü Sene 605 henüz ortada peygamberlik iddiası yok. Putlara tapmayacak ama Kâbe’nin onarımında görev alacak? Olmaz öyle şey! O görev almak istese bile Kureyşiler izin vermez. Hele putperest olmayan birine asla hakemlik yaptırmazlar. Hacer ül Esved’e de dokunmaya kalkarsa öldürürler adamı. Ancak bir putperest bunları yapabilir. Peki, Kuran’a göre İslam öncesi putperestlik inancı nasıl bir şey? *Andolsun, eğer onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlaka “Allah” derler. De ki: “Hamd, Allah’a mahsustur.” Fakat onların çoğu bilmezler. (LOKMÂN - 25) *Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır” diyorlar. De ki: “Siz, Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? O, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.” (YÛNUS - 18) *İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez. (ZUMER - 3) *Onlar, Rahmân’ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Onların yaratılışına şahit mi oldular? Onların (yalan) şahitlikleri yazılacak ve sorgulanacaklardır. (ZUHRÛF - 19) Demek ki; İslamiyet öncesi dönemde putperestler de Allah’a inanıyordu. Ama putları kendilerini Allah’a yakınlaştırıcı olarak görüyorlardı. Tıpkı Müslümanların Muhammed’e bakışı gibi. Putları bir şefaatçi olarak görüyorlardı. Tıpkı “Şefaat yâ Resulullah!” diyen Müslümanların Muhammed’e bakışı gibi. Buradan ortaya çıkan sonuç o ki; Muhammed putların yerine şefaatçi olarak kendini koyuyor olması. Kanıt mı? Yine Kuran’ı okuyarak bunun kanıtlarına ulaşabiliyoruz: “O gün, Rahman (olan Allah)'ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati bir yarar sağlamaz.” (TAHA SURESİ / 109) “O'nun katında izin verdiğinin dışında (hiç kimsenin) şefaati yarar sağlamaz. En sonunda kalplerinden korku giderilince (birbirlerine:) "Rabbiniz ne buyurdu?" derler, "Hak olanı" derler. O, çok yücedir, çok büyüktür.” (SEBE' SURESİ / 23) Yani artık putların değil de Muhammed’in şefaati kabul edilir. Şimdi kafanıza şu soru takılabilir? “Hani Allah’tan başkası şefaatçi olamazdı. Hani şirkti bu?” ***
  7. HAC VE KÂBE Bilindiği gibi İslam’dan önce de Hac ve Kâbe vardı. Kâbe’ye yine Arap yarımadasının uzak yerlerinden gelenler vardı. Ama bir usul vardı ki, yanında yiyecek getirmek yasaktı. Yiyecekle gelmek Allah’a güvenmemek oluyordu. Günlük elbiseyle tavaf edilmezdi. Neden? İslam öncesi de Allah’ın mekânı olan Kâbe’ye tertemiz elbiseyle girmek gerekti. Üzerinizdeki elbiseler belki de haram işlerken de üstünüzdeydi Allah’ın evini bunlarla kirletmemeliydi. Dışardan da elbise getirilmezdi. Peki, ne yapılırdı? Tavaf etmek için gerekli olan ihram bu işe bakan aileden satın alınırdı. Peki, yoksul olanlar da var mıydı tavafa gelenler arasında? Evet vardı. İhram alacak parası olmayanlar Kâbe’yi çırılçıplak tavaf ederdi, kadın ya da erkek fark etmez. "Peygamberin izniyle ihramdan çıkıp Mina'da bulunan kadınlarımıza yöneldik. Zekerlerimizden meni damlıyordu" (Buhari Hac/81; Müslim Hac/141). Bu hadis hem Buhari’de hem Müslim’de var. Yani sahihliği tartışılmaz demek ki Mekke’nin fethinden sonra örtünme ayetleri inmeden evvel Müslümanlar da çıplak tavaf etmiş ya da Mekke Kureyş’in kontrolünde iken Hudeybiye barışında anlaşma yapılmıştı. Müslümanlara bir yıl sonra Hac için izin verilmişti. O sırada Kâbe Kureyş’in kontrolünde olduğundan tavaf onların istediği gibi ihramı satın alarak ya da çıplak yapılmıştı. Ve erkekler bir sürü çırılçıplak kadını görünce de doğal olarak zekerlerinden meni damlıyordu. Kâbe ziyareti bugün nasıl büyük bir kazanç kaynağı ise o zamanlar da durum böyle idi. Kâbe’de bazı hizmetler vardı ve bu hizmetlerin her birini yönetici konumunda olan aileler tedarik ederdi. Hicabe: Kâbe perdeciliği ve anahtarlarının korunması Sedanet: Hicabe’nin yardımcılığı Kâbe kapıcılığı. Rifade: Hacılara yemek verme Sikaye: Hacılara su verme Sikaye vazifesini Muhammed’in dedesi Abdulmuttalib, Abdulmuttalib ölünce de oğlu Ebu Talib yerine getiriyordu. Yani Muhammed’in ailesi de İslam öncesi bu Hac işinin ticaretini yapanlardandı. ***
  8. SİYASİ KOŞULLAR… Arabistan'da İslam'ın doğduğu kuzey taraflarında toprak verimsizdi. Su azdı, suyun az olduğu yerlerde insanlar su kaynaklarına, kuyulara yakın yerlerde ikame ederler. Bu doğal olarak insanların birbirinden ayrı olarak yaşamaları durumunda ortaya çıkan zorluklar nedeniyle kabile türü bir örgütlenmeyi getirmişti. Araplar daha tam olarak köleci ekonomik düzene bile geçmiş değildi. Toprakların verimsiz tarımsal üretimin çok düşük olması kabile üyelerinin çevresel etkiler nedeniyle bir arada yaşaması kabileler tarzında bir örgütlenmeyi meydana getirmişti. Elbette bu tarz bir ekonomik yapı adetleri gelenek ve görenekleri etkiliyordu. Mülkiyet nasıl klanın ortak malıysa suç ve cezada ortaktı. Şöyle ki; Bir kabileden biri bir başka kabileden birini öldürürse iki kabile arasında savaş çıkabiliyordu ya da kan bedeli ödeniyordu ama bu diyeti ödeyen katilin bizzat kendisi değil kabilenin tümü oluyor mesela kabilenin ortak malı olan keçilerden elli tane verilmesi. Bu şekilde suçun telafisine (diyet ödeme) ya da intikam girişimine (savaş, kan davası) suçu işleyen birey değil klanın tamamı muhatap oluyordu. Kabileler arası kavgalar kaçınılmaz olarak çok fazlaydı su meselesi vb. en ufak şeyde bir kişinin şiddete başvurması sonucu bir cinayet gerçekleşirse iki kabile hemen vuruşurdu. İlkel toplumların ortak özelliği kaynakların yeterince iyi işlenmediği ve üretimin çok ilkel olduğu bir zamanda dünyada bulunmaları nedeniyle kaynaklar yüzünden çarpışmaların çıkmasıdır hele bu Arabistan gibi kurak verimsiz bir yerse çarpışmalar daha çok ve daha şiddetli olacaktır. Bugün eskisine göre savaşlar azaldıysa bunun nedeni insan bilincindeki gelişme değil üretimdeki gelişmedir. Üretimdeki gelişme sonucu savaşlar azalmış ve bu da insan bilincindeki gelişmeyi sağlamıştır. Akrabalık çok önemliydi. Klanın içinde katı bir hiyerarşi vardı. Ama ilginçtir tam bir demokrasi vardı. Klanın ortak kararıyla kabile reisi seçilirdi sonra da bu reislerin biri hepsinin başı olurdu. Kabileler genelde savaş durumunda bir araya gelirlerdi. Medine nispeten tarıma elverişliydi. Mekke’de böyle bir durumun söz konusu olmaması onları tarım ve hayvancılıktan çok ticarete itmişti. Kervanlar vardı ve bu kervanları zaman zaman yağmalayanlar oluyordu. Kervanların ve ticaretin güvenliğinin sağlanması Mekkeliler için hayati bir önem taşıyordu. Eğer ticaret yollarının güvenliği sağlanacaksa bunun olabilirliği ancak kabile türü bir örgütlenme içinde olan Arapları bir çatı altında toplamak ve bir devlet kurmakla mümkündü. Arapları bir araya getirecek faktör, bölgede eski çağlardan beri etkin güç olan dindi, tanrının seçilmiş kulu etrafında toplanmak gerekliydi. Biraz İslam öncesi siyasi yapıdan da bahsedelim. Kabileler halinde yaşamda kabile liderliği babadan oğula geçmezdi. Kabile lideri olacak kişi; dürüst, cesur, iyi savaşçı olmalıydı ama tabii ki kabile liderliği görevini bir ömür boyu yürütürdü kabile lideri. Mekke’de, Darü’n Nedve denilen bir yer vardı. Kâbe’nin yakınına kurulmuş ve kapısı Kâbe’ye bakan bir binaydı. İşte Mekke’nin ileri gelenleri burada toplanır aralarında karar alır önemli konuları ticaret, savaş vb. karara bağlarlardı. Dar’ün Nedve bir bakıma bizdeki TBMM’nin vazifesini görüyordu. Şu halde henüz embriyon halinde de olsa devlete giden bir yol vardı. Nüfusun artışı ticaretin ve işbölümünün gelişmesi insanları bir devlet örgütlenmesinde bir araya gelmeye zorluyordu. Dar’ün Nedve’ye gelip görüş bildirmek için kırk yaşına gelmiş bir Mekkeli erkek olmak yeterliydi. Hem kabile tarzı bir ilkel yaşam, hem de çağına göre oldukça ilerici bir örgütlenme tarzı söz konusuydu. Mekke ileri gelenlerinin toplandığı Dar’ün Nedve’ye gelmek için kırk yaş şartı bize Muhammed’in peygamberlik iddiasının neden kırk yaşında olduğu hakkında bir fikir verebilir. Muhammed Dar’ün Nedve’ye girip çıkacak ve Mekke’nin saygın, zengin önemli kişileriyle ittifak yapacaktı. O günün koşulları içinde Muhammed’in yanında toplananlar da tıpkı diğer peygamberler Museylime ve Tuleyha’nın yanındakiler gibi çıkar ilişkileri içinde bir araya gelmekteydi. Hatta Ömer ve Ebubekir gibi ileri gelenlerden iki kişi kızlarını Muhammed’e vererek bu ilişkiyi daha da perçinlemiş. Muhammed ise bir kızını Osman’a vermiş o kızı ölünce diğer bir kızını daha zenginliği dillere destan Osman’la evlendirmişti. Hatice ile evli olması Muhammed’e olağanüstü bir saygınlık ve zenginlik de kazandırmıştı. Dahası Muhammed’in akrabalarından Talha da zengindi. İşte bu zengin ve önemli kişiler İslam’ın asıl kurucularıydı. Muhammed’in yanında da diğerlerinin yanında da samimi bir inançla toplanan elbette vardı ama çoğunluk çıkar amacı güdüyordu. Uhud’da peygamberin kesin emrine rağmen okçuların yerlerini terk ederek yağmaya katılması, Huneyn dönüşü ganimet paylaşımı yüzünden Muhammed’i semure ağacının altında sıkıştırıp nerde ise dayak atmaya kalkmaları dahası ona “yalancı” ve “cimri” demeleri, yanı sıra Kuran’da önce ganimetlerin tamamının sonra ise beşte birinin Muhammed’e ait olması bu çıkar ilişkisinin kanıtıdır. İslam’ın en değerli kitabı Kuranda (BAKARA SURESİ / 79) şunu ifade eder; “Artık vay hallerine; kitabı kendi elleriyle yazıp, sonra az bir değer karşılığında satmak için "Bu Allah katındandır" diyenlere. Artık vay, elleriyle yazdıklarından dolayı onlara; vay kazanmakta olduklarına.” Demek ki bu durumdan koşulların uygunluğundan istifade etmek ve çıkar sağlamak amacıyla peygamberlik iddiasında bulunanlar vardı. Onlar Muhammed’e göre yalancı peygamberlerdi. Ama diğerlerine göre de Muhammed yalancı. Aslında hepsi aynı amacı güdüyor, O günün koşullarında gücü elinde tutmaya çalışarak, birbirlerine karşı verdikleri mücadelede karşılıklı karalamalarla herbiri kendi liderliğini öne çıkarmaya ve kendilerine taraftar toplamaya çalışıyorlardı. ***
  9. NEDEN GÜNÜMÜZDE İSLAMA ELEŞTİRİLER YÖNELTİYOR? Eski zamanlarda siyasi otorite ve dini otorite at başı beraber giderdi. Bu yalnız Araplarda böyle değildi her millette böyleydi. Eski Türklerden örnek verelim. Hükümdar ailesinin kanı kutsal sayılırdı ve kanı dökülmezdi. Kanlarında Tang Tengri’nin verdiği bir “kut” olduğuna inanılırdı. Kanı yere akmasın diye öldürülme şekilleri genelde boğularak olmuştur. Hatta daha çok değil yüzyıl önce Osmanlı padişahı mektuplarının sonuna Halife-i Müslim'in – (tüm) Müslümanların halifesi- diye imza atardı. Tabii bazı durumlarda insanlar ulviyeti, ilahiliği kutsallığı önemsemezler. Osmanlı Padişahı Genç Osman'ın bir ara Yeniçeri ocağını ortadan kaldırma düşüncesi olmuş ve zindanda Yeniçeriler tarafından hem ırzına geçilmiş hem de testisleri sıkılarak işkenceyle öldürülmüştü. Bunlar bizim tarihten. O çağlarda insanlar gaddardı. Bunların anlatılmasının nedeni "İslamı Ortaya çıkaran koşulları" kavramaya çalışırken ırkçı bir bakış açısıyla yaklaşılmaması. Başka bir ırk ne ise bir diğer ırkta o. Değerlendirmemiz gereken, bizim bugün diğer Müslüman devletlerden farklı oluşumuzu farklı jeopolitik konumumuza 1.Dünya Savaşının kriz ortamına ve koşullara borçlu olduğumuz. Eğer Osmanlı ağır bir bunalıma girmeseydi 1.Dünya Savaşında yenilmeyip de kazansaydı Kurtuluş Savaşına giden yol açılmayacak ve bugün bambaşka bir ülkede yaşayacaktık. Nazilerin de Yahudileri yakması ve altı milyon Yahudiyi öldürerek tarihin en büyük katliamını gerçekleştirmesi daha çok değil geçen yüzyıl yaşandı. İşte Avrupa'nın göbeğindeki Almanya tarihinden bir kanlı sayfa. Düşününki 20. yüzyılda bu vahşet yaşanıyorsa geçmiş asırlarda neler yaşanmaz. Yani her milletin tarihinde vahşet, kan ve gözyaşı vardır. Bunlar kimi zaman azdır kimi zaman artar. Ama kesin olan şu ki bu vahşet eskiden çok daha fazlaydı. Peki, madem bu doğal ve normal ise, İslamı ve ortaya çıkışındaki koşulları asırlar önce insanların çok bilinçsiz olduğu zamanda dökülen kanlar, yapılan savaşlar neden eleştiri konusudur? Neden İslama bakarken asırlar önce bu normaldi, demeyip de eleştiriler yöneltiyoruz? Bu bir çifte standart değil mi? Hayır, değil. Çünkü İslamın Allah katından indiği iddia ediliyor. Eğer bu din her şeye kadir her şeyin üstünde zamandan ve mekandan münezzeh tek gerçek tanrı tarafından indirildi ise bu dinin insanlara yaptırdıklarının sadece asırlar önce değil günümüzde de normal karşılanması gerekirdi. İşte bu yüzden; Yüz yıllar önceki bir olaya o çağlarda olabilir derken, yaşananlara günümüzden baktığımızda, asırlar önce yaşamış insanları suçlayıp yargılayarak değil, Bugün İslamın hala geçerli olduğunu savunanlara yönelik olarak bu eleştiriler yapılmaktadır. ***
  10. İSLAM'I ORTAYA ÇIKARAN KOŞULLAR İslamın nasıl büyüyüp geliştiğini, savaşlar ve yağmalar sonundaki ganimetlerin İslam'ı nasıl güçlendirdiğini hatta ekonomik durumu feodalizme çevirerek üretici güçleri geliştirip Müslümanları dönemin en ileri, en zengin ve en güçlü devleti haline getirdiğini biliyoruz. Peki, İslam ve Muhammed nasıl ortaya çıktı? Muhammed diye bir adam mağarada hayal gördü ve şimdi 1 milyardan fazla insan ona inanıyor… Bu mudur? Elbette hayır. “İslam ve Muhammed nasıl ortaya çıktı?” sorusuna gerçekçi yanıtları verebilmek için; İslam'ı ve Muhammed'i ortaya çıkaran koşulları ve olayları kaynağından araştırmak gerekiyor. O zamanki Arap toplumundaki koşullar ve olaylar, bazı peygamberleri ortaya çıkardı. Bazı şairler çıkıp peygamberlik iddiasında bulundular. İçlerinden Muhammed değil de bir başkası da galip gelebilirdi ama durum çok da farklı olmazdı. Demek ki sorun Muhammed ve onun öğretisinde değil. Sorun Arap yarımadasında o çağda var olan dinlerin içinden yeni bir dinin doğup güçlenip gelişmesine yol açan koşullar. O halde “Bu insanlar nasıl ve neden din etrafında bir araya gelmişlerdi?” sorusuna kaynağından araştırmalarla doğru yanıtları bulmamız gerekiyor ***
  11. Yaşamı, kendini ve çevresini çözümleme çabasında olan her sağ duyulu insan gibi, Yukarıda ifade ettiklerinize aynen katılıyorum Sevgili Demirefe... Saygılar
  12. Umutların tükendiği, çıkarların öne çıktığı bir nokta, sözün tükendiği, çatışmaların çözümsüzlüğün tek töntemi olacağı duruma yol açar... Türbana özgürlük diyenlere arka çıkıp, parasız ünüversite isteyenleri saçlarından tutup yerlerde sürükleyenlerin... Bu ülkede dindarlara baskı yapılıyor deyipte, cem evlerini ibadet haneden saymadıklarını dile getirip alevilere her türlü baskıya göz yumanların... Vs...Vs.. Kimlerin umutlarını tüketip nasıl bir çatışma içinde olacaklarını öngörüyorlar mı acaba? Ancak insanlık tarihi boyunca olduğu gibi, bugün de ince hesaplar yapılmadan bu tür zorlu mücadelelere girilmez. Önümüzdeki seçim sonrası okyanus ötesi ziyaretçilerin yeniden ikamet etmek üzere ülkeye döneceğini de göz ardı etmeden... Gelişmeleri sakince değerlendirirsek eğer... Baskıdan şikayet eden bir kesimin, hesabını kitabını yaptığı, erki elinde tutmak ve korumak için her türlü çatışmayı göze aldığı, Hele ellerinde tuttukları "Din" argumanın onlar taraflarından en etkili silah olarak kullanacaklarını biliyor olmaları Ve bu konuda sergiledikleri yetenekler, artık takiye bile yapmalarına gerek duymadan, Bu tutum ve stratijilerini pervasızca uygulamaya devam edecekleri yeni bir dönem içine girildiği anlaşılıyor... Oysa yıllar önce Erbakan şunu dile getirmemiş miydi?.. "..... kanlı mı olacak, kansız mı?" Bugünlere gelineceğinin ip uçlarını ve müjdesini vermemiş miydi? O dönem erki ve gücü elinde bulunduranlar, geçici çözüm yöntemlerinde bulunup "Erbakanı" tasfiye etti... Ama şu gerçeği gözden kaçırdılar değil mi? Asıl olan... Toplumun her anlamda eğitimi ve kültürel gelişimini sağlamak yolunda ne kadar adım atıldı ki? Kendi kültürel ve siyasi amaçları için bu yöntemi her alanda etkili bir şekilde uygulayan gülen hareketini göz ardı ettiler. Yeri geldi demokrasiyi bizler adına en iyi uygulayanlar olarak kabul ettiklerimiz bile onları baş tacı etti... Ve adım adım "Hakkımızda hayırlı olsun" temennileriyle bugünlere kadar geldik... Yaşanan bu koşulların oluşturduğu ortamda, bu koşullara taraf olanların yaşamın her alanında etkili olmak adına... Yarattıkları “çıkarcı demokrasi” nin her türlü yöntemini uygulayacakları da çok doğal elbette... Önemli olan bu durum karşısında diğerlerinin ne yaptığı ve ne yapacağıdır... Uzun lafın kısası, yazıda anlatılanlar yaşanan gerçekleri dile getiriyor. Katılmamak görünen gerçekleri anlamamak, kavramamak demektir. Ancak şahsıma katılmadığım bir son cümle var orada "Hakkımızda hayırlısı olsun!". Bu tür ifadeler çok farklı anlamları ifede eder. Çoğunlukla da mücadeleden kaçan, korkan, geri çekilmeyi tercih eden bir yaklaşıma yol açar. Bunlardan biri, kişisel gelişimini "salt kendi çıkarları söz konusu olduğunda nara atan bir zihniyet" olarak tamamlamış kişiler için, günü kurtarmak adına geleceğinin ne kadar etkilendiğini değerlendirmeye bile almadan, şükür halimize bu da hayırdandır bakış acısı... Bir diğeri de "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" anlayışıdır... Oysa bu çıkarcı çarpık zihniyetlerin gelecek nesillerini de etkileyecek kazanımları, her zaman tutarlı, kararlı düşünce ve davranışlar içinde olanlar sağlar... Olara ne mi olur? Yaptıklarını ve insanlığa kazandırdıklarını, öyle çok uzatmadan tek bir çümle ifade etmek istersek... Gelecekte de yaşarlar...
  13. GeceKuşu şurada bir başlık gönderdi: Güncel Konular
    Yoksul çocuklarını fikri hür, vicdanı hür insanlar olarak yetiştiren Çağdaş Yaşam Derneği'ni dağıttılar, Türkan Saylan'ın evini bastılar ölümünü çabuklaştırdılar. Prof. Dr. Mehmet Haberal'ı, bu ülkeye üniversite kuran, bilim adamı yetiştiren pırıl pırıl insanları darbecilikle suçladılar. Dur bakalım, ekonomi istikrarlı, işler tıkır, paralar şıkır, dediniz. Cumhuriyetin ilkelerini savunan yargıçları, savcıları sürdüler, süründürdüler, hileyle, iftirayla tutukladılar. Dur bakalım, belki suçludurlar, dediniz. Kanaltürk'ü batırıp sattırdılar, Tuncay Özkan'ı "bertaraf" ettiler, Cumhuriyet mitinglerini düzenleyenleri, mitinglerde konuşanları Ergenekoncu diye içeri tıktılar. Dur bakalım, onlar da o kadar bağırıp çağırmasaydı, dediniz ; biz sularına gideriz, haberini bile yapmayız, es geçeriz, ses çıkarmayız, dokunmazlar dediniz dediniz. Gencecik subayları çakma kanıtlarla içeri tıktılar, dürüst subayları intihara sürüklediler, PKK'ya karşı savaşan komutanları harcadılar, orduyu şamar oğlanına çevirdiler. Dur bakalım, ordu da çok oluyordu, zaten işimize de yaramıyordu, dediniz. Çakma suç ihbarlarına itibar eder, çarşaf çarşaf yayınlarken; itham ve mağdur edilenlerin suçsuz olabileceklerini bile dile getirmediniz! Özel yaşamların gözetlendiği, telefonların dinlendiği, mail'lerin okunduğu, resmi ya da mahrem tüm görüşmelerin kaydedildiği ve tehdit aracı olarak kullanıldığı ortaya çıktı. Dur bakalım dediniz, susmakla kalmayıp, susmak istemeyen maiyetinizi de susturdunuz. İlhan Selçuk, Yalçın Küçük ve daha pek çok gazeteci ya da yazar darbecilikle suçlandı, Mustafa Balbay 547 gündür tutuklu, Ergun Poyraz üç yıldır... Dur bakalım, onlar zaten bizden değiller dediniz, sizin dümeni iyice sularına kırdınız. Hala, teyet geçer sanıyordunuz. Derken sıra size geldi, vergiler bindirildi, sırtınız iyice eğildi, yine de "hınk" deyip fazla ses etmediniz. Hala dur bakalım, diyor, zaten suyuna gittiğiniz himmet buyurur, suyuna gittiğinize minnet gösterir, diye bekliyorsunuz. Anayasa referandumunda demokrasinin tüm kuralları çiğnendi, devletin tüm olanakları, beleş kömürden çeyrek altın dağıtımına, mühürden bültene psikolojik baskıya, "evet"e odaklandı. Muhalefete verilmeyen propaganda hakkından, muhalifler tehditle, darpla, polis zoruyla mahrum bırakıldı. Durun bakalım, defter dürülecek de, hala "evet" mi çıkacak "hayır" mı diye beklediniz. Bekleyin bakalım. *** İstanbul'dan Bağdat'a mal götürecek kervana, olası eşkıya saldırısına karşı bir dudağı yerde, bir dudağı gökte, Boyu kadar kılıç taşıyan iri kıyım, heybetli, babayiğit bir zenci koruma istihdam edilmiş. Yola düzülen kervan, az gitmiş, uz gitmiş, Küçük Asya'yı aşmış, Bağdat'a yaklaşırken bir gece ıssızda, 40 haramilerin saldırısına uğramış. Haramiler, kervanı darmadağın etmişler, develeri kaçırmışlar, malları yağlamamışlar, heybetli korumayı da derdest edip teker teker üstüne çıkmışlar. Bir harami, iki harami derken, 39 haraminin ırzına geçmesine gıkı çıkmayan heyula zenci, sıra kırkıncı haramiye gelince... Birdenbire "Haayt!" diye nağralanarak doğrulmuş. Çekmiş boyu kadar kılıcını, 40 haraminin 40'ının da kafasını uçurmuş. Kaçan develer toplanmış, dağılan mallar yüklenmiş, kervan yeniden yola düzülmüş. Bağdat'a varıp mallarını satan kervancılar, oradan aldıklarını İstanbul'a götürmek için yüklemişler. Heyula zenci koruma da kılıcını kuşanıp kervana doğru seğirtmiş ki, Kervancı başı, "Dur," demiş. "Bu sefere sen gelmiyorsun, işine son verdik." Zenci şaşkın, "Neden ağam?" diye sormuş. "Ben sizi kırk haramiden kurtardım, malınızı korudum, görevimi layıkıyla yerine getirdim ya..." Kervancı başı, dudağını bükmüş: "Getirdin getirmesine, amma velakin dönüşte seni götürecek 39 haramiyi nereden bulacağız?" *** Ey sekiz yıldan beri susup susturup, Türkiye'de olan bitenlere bakan kervancılar! Acaba 39 haramiyi mi bulamadınız, yoksa 40'ıncıyı mı bekliyorsunuz? MİNE G. KIRIKKANAT
  14. Karadenize kıyısı olan ülkelerden birinin başbakanı, Karadeniz gezisinde Üniversiteyi ziyaret etmiş... Bir sınıfa girerek öğrencilerle tanışmış. Kendince o karizmatik duruşuyla beden dilini de kullanarak bir konuşma yapmış. Etkili konuştuğunu düşünerek "Sorusu olan var mı?" demiş. TEMEL; "Ben size 3 soru soracağım." demiş; 1-Bu kadar yıpranmış olmanız gerekirken oylarınız nasıl oldu da arttı? 2-Özelleştirme adı altında bütün önemli kurumları yabancılara sattınız, bunlardan ne kadar para kazanıldı? 3-Bu paralar nerde? Tam bu sırada zil çalmış. Başbakan, "2.derste devam ederiz" deyip çıkmış. Derse yeniden girince "nerde kalmıştık" diye sormuş. Bu sefer DURSUN ayağa kalkmış; "Bizim sorularımızı cevaplayacaktınız" deyince, Başbakan "iyi sor bakalım" demiş. DURSUN, "Size 5 sorum olacak" : 1-İktidarda yıpranmış olmanıza rağmen oylarınızı nasıl artırdınız? 2-Bütün önemli kurumlarımızı sattınız? ne kadar para kazanıldı? 3-Bu paralar nerde? 4-Tenefüs zili neden yarım saat erken çaldı? 5-TEMEL nerede?
  15. Sevgili Hanif; Günlük yaşamımızda uymamız gereken ilkeler ve kurallar üzerine verdiğiniz Trafik örneği, inançlarımız üzerine çelişkilerimizi ele aldığımız için işin özünü açıklamakta yetersiz kalıyor... Ve ayrıca bu örnekleme, sonraki satırlarınızda dile getirdiğiniz "beşeri kuralların "Hevâ"yı temel aldığı" ifadenize de ters düşüyor. Bildiğiniz üzere trafik kuralları keyfe düşkünlüğü, şehveti eğilimleri düzenleyen, nefs ile ilgili duygular için yapılmış düzenlemeler değildir. Bu kurallara uymamak doğal bir hak değil, düşüncesiz ve cahil bir kafa yapısının aklı başında olmayan bir yaklaşımı olarak değerlendirilebilir ancak... Kelime anlamını tam olarak bilmeyenler için açıklamak gerekirse ... HEVÂ: nefsin şehvetlere eğilimi, keyfe düşkünlük, şehvete düşkün ve ilim sahibi olmadan sahibine hükmeden nefs anlamında Kur'anî bir kavramdır. ... Bu tanımı ve anlamı bilerek ifade ettiklerinizi ele alırsak eğer;... "Allah ın dini tam bu noktada insanlar arasında adaletli hükmetmeyi, mizanı doğru tutmayı sağlayan yegane hükümler manzumesi" değildir. Örneğin;... "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Anayasalar ve Hukuk düzenlemeleri" söylediğinizin tam tersine "Hevâ"yı temel almadan düzenlenmiş manzumelerdir. Oysa iddia ettiğinizin tam tersine, sizi yanlışlayan gerçek ise kuranın içinde Hz Muhammed'in "Hevâ"sını ele alan ayetler ve ifadeler bulunmasıdır. "Oysa Hayatın gerçeği tıpkı Kur an da anlatıldığı gibidir..." "Oysa Kur an size ve herkese gerçeği getirmektedir..." iddialarınızın size göre doğru olduğunu... Ve gerçekleri tam olarak ifade etmediğini dile getirsem de hepimiz biliyoruz ki, kabullenmekte zorlanılacaktır. Lafı daha fazla uzatmadan;.. Ve... İnançlarınıza ilişkin ön kabul ve kanaatlerinizin doğru yada yanlış olduğunu iddia etmeden sizden ve bu iletiyi okuyan arkadaşlardan, "İnsan kendine yalan söyleyebilir mi ?" iletisini okumanızı ne demek istediğimin daha iyi anlaşılabilmesi açısından rica ediyorum... Saygı ve Sevgilerimle...
  16. İstatistiklere göz atar ya da herhangi bir şehirdeki yerleşim yerlerini dolaşarak gözlemlerseniz eğer... Kent merkezlerinde bulunan camiler ve varoşlarda bulunan camilerin, Bulundukları bölgede yaşayan nüfusa oranlarının karşılaştırılması halinde kolaylıkla farkedilebilecek şu gerçeklikle yüz yüze gelirsiniz... Orta ve üst gelir grubu insanların ikametgahı olan şehir merkezlerindeki cami sayısı sembolik denebilecek düzeydedir. Buna karşılık, en alt gelir grubunun, Hatta hiç geliri olmayan, Sadaka ve yardımlar ile geçimini sürdürmeye çalışan yoksul kimselerin yaşadığı kenar mahallelerde neredeyse her sokakta bir cami bulunur... *** Salt bu durum bile, iyimser bir yaklaşımla, islam dininin dünya nimetlerinden payını alamayan biçarelerin sığınağı olduğunu... Daha gerçekçi bakılacak olursa; Geniş halk kitlelerinin "insanca yaşam standartlarının dışında kalmasının" nedenlerinden birinin bu din olduğunu düşünebilir miyiz acaba?.
  17. "İnsan kendine yalan söyleyebilir mi ?" Nedir Yalan? Yalanın gerçeklerin bilinmemesini sağlamak amacıyla söylenen, gerçeğe uygun olmayan anlatımlar olduğunu herkes bilir. Soruyu bu bilgi ışığında yanıtlamaya kalktığımızda genelde büyük çoğunluk hayır söylemez diye yanıtlar... Oysa öyle durumlar vardır ki; Örneğin inançlarımız söz konusu olduğunda, gerçek dışı yada abartılı iddialar ve varsayımlar söz konusu olduğunda bile sürekli kendimizi kandırmayı yeğler ve gerçek dışı olabileceği ihtimalini sürekli göz ardı ederiz. Oysa kim olursa olsun söylenen yalanlar ve gerçeğe uygun olmayan anlatımlar bir an, bir yer gelir ki ister istemez herkeste hep bir şüpheye yol açar. Kafamızda oluşan şüpheler ne yazık ki ve her zaman aleyhimize sonuçlar oluşturur. Bu olumsuz sonuç ve çelişkileri aşmanın en kolay ve insanoğlunun en çok başvurduğu yöntem ise varsayımları gerçekmiş gibi algılama yaratıp ön yargılar oluşturmaktır. Sevgili arkadaşımızın samimiyet ve içtenlikle dile getirdiği "Ön yargılarımı bir tarafa bırakıp tartışmak zorunda değilim" ifadesinde öne çıktığı gibi... Ama ne kadar sağlam varsayımlar ve aşılamaz ön yargılar oluşturursak oluşturalım, İnançlarımızda dahil yaşamımızda var olan ve bizi etkileyen olumlu ya da olumsuz her gelişmeyi, etkisi ne olursa olsun onları sürekli olumlamak, öyle olduğunu varsaymak onları iyi ve doğru yapmaz. Sürekli olumsuz düşünerek gerçeklerin ve olayların kötüye dönüştürülemediği gibi... Ama ne yazık ki, istesek de istemesek de, "Varsayım ve ön yargılarımızı, korku ve çelişkilerimizi yenebildiğimiz ölçüde" bir zaman sonra fark ederiz ki, "Gerçeğin üstünü, kendini hangi özel yere koyan, konumda ve yafta da gören olursa olsun, herkes örtebilir..." Ama ne yazık ki, istese de istemese de gerçekliğin bir anında, "Ya gerçeği bilmiyor olduğu veya bildiği şeyin kendi doğrusu olduğu için onu gerçek sandığını, kabul ettiğini kavrar. Farkında dahi olmadan gerçeklerin üstünü örtmüş olduğu gerçeğiyle yüzleşir... Herkes çok iyi bilir ki, gerçeklerle yüz yüze geldiğimizde ortaya çıkan yeni durum ve koşulları kabullenmek ve onları aşmak öyle çok kolay değildir. Elimizde var olan değerleri kaybetmek yada kaybetmiş olmak sarsar insanı. Hele inanç gibi toplumu sımsıkı saran değerler karşısında, hele o güne kadar hiç üzerinde düşünce üretmeden körü körüne ve içtenlikle sarıldığınız inanca dair şeylerse bunlar içinizde oluşmaya başlayan, kuşku ve şüpheler sizi korkutur ve sarsar... İçinde bulunduğunuz toplumun bir bireyi olarak o toplumun yüz karası, onlar tarafından reddedilecek güvenilmez bir kişilik olarak algılanmaktan korkarız... Çünkü anlarız ki, Bizlere o güne kadar söylenen her şey "ölümsüzlüğün çözümsüzlüğü karşısında yerine koyduğumuz ahiret kavramı" gibi gerçeğe uygun olmayan, varsayımlara dayalı ütopik değerlerdir. İçimizde oluşan bu yeni durum ve şüpheler her zaman aleyhimize yeni durum ve koşullar getirmektedir. Ve ne yazık ki, yaşamımızın devamında zorunlu ve gerekli olan yaşam algılamamızı doğru ve sağlıklı bir noktaya taşımamız için ihtiyaç duyduğumuz ikinci bir şans öyle çok kolay elde edilebilir şey de değildir. Bu şansı kendimiz yakalayabilsek ya da toplum tarafından bize verilse bile içinde bulunduğumuz koşullar yeni bir düzeltme ve doğruları bilincimize aktara bilmek için oldukça zorludur... *** "İnsan kendine yalan söyleyebilir mi ?" Karşısına çıkan zorlu ve aşılmaz koşullar söz konusuysa eğer ve bunu aşabilecek düşünsel gerçekliği, mücadele gücü ve en önemlisi karşılaşacağı zorluklar ne olursa olsun kendi öz benliğine saygılı olması gerektiği gibi bir kavramı içselleştiremediği ölçüde elbette... Tartışmalarımızda... Ön yargılarımıza sıkı sıkı sarılarak bunu sürekli yapmıyor muyuz zaten?..
  18. Paradoksun sözlük anlamı, görünüşte doğru olan bir ifade veya ifadeler topluluğunun bir çelişki yaratması veya sezgiye karşı bir sonuç yaratmasıdır. Başlık yazısında ifade edilen “Komicalpardox” un ise komik çelişkiler anlamında dile getirildiği anlaşılıyor… *** Sayın demirefe’nin dile getirdiği gibi; “savunma psikozuna girilmesin, asıl bu dogmaları her şart ve durumda savunma psikozu komik oluyor...” ifadesine katkıda bulunmak… Ve başlık konusunda ele alınan hazreti Muhammed’in ve eşlerinin o dönemin arap toplumunun dinsel inanış ve çelişkilerinin sonucunda gerçekleşen evliliklerinin, hatasıyla sevabıyla öte tarafta hesabını verdiklerini varsayıp, dinsel inanış ve anlayışların günümüze kadar etkili olan varsayımları üzerine yaşanan gerçekleri farklı bir pencereden ele alıp yaşamın gerçeklikleri karşısında açığa çıkan çelişkileri ele almak istiyorum… *** (Nedense dedim, çünkü burası çok önemli. "Ortadoğu Coğrafyası" bir paradox mudur yoksa komik bir çelişki midir? Üzerinde durmak gerekli.) Nedense? Dünyanın sadece bugün Ortadoğu olarak bildiğimiz coğrafyasına "Tevrat, İncil ve Kuran-ı Kerim gibi birçok kitabın gönderilmesine ya da yazılmasına vesile olan" Rabb-ül Alem… "Şimdi kitaplarına baktığında bazı şeyler eksik bıraktığını düşünüyor mudur? Örneğin;… Demokritus bile ilk kitabı olan incili göndermeden 500 sene önce atomlardan bahsetmişken… Göndermiş olduğu kitapların hiçbirinde kâinattaki tüm maddi cisimlerin temel taşları olan atomlardan veya Tüm hayatı teşkil eden hücrelerden ve DNA'dan bir kere bile bahsetmiyor olmasını bir eksiklik olarak görür mü? Örneğin;… Yüce Rabbimiz, kutsal kitaplarında söz etmediği diğer şeyler arasında, bilim adamlarının son yüz yıldır üzerinde kafa yorup hala bir anlam getiremediği.. Kuantum fiziğinin sırları, izafiyet teorisi, dinozorlar, Yerçekiminin diğer üç temel doğal kuvvetle olan ilişkisi, Başka dünyalarda hayat olup olmadığı, Kara deliklerin nasıl işlediği, kâinatın daha ayrıntılı bir şekilde nasıl başlayıp nasıl biteceğine dair bilimsel anlatımı, Kara enerji ve kara maddenin tam olarak ne olduğu, başka evrenlerin var olup olmadığı... DNA bulgularının evrim sürecine ışık tutmasına rağmen hayatın derin ve komplike yapısını evrim teorisini de göz ardı ederek, Kabaca 'Bunları ben yarattım oldu bitti' gibi bir yaklaşımla geçiştirivermesi.. “Evrenin tartışmasız hakimi” olan "Bütün bunları bilen” ve “Bir tek” olan yüce rabbin, Bir tek kutsal kitabında bile bunlardan bahsetmiyor olması yüce bir güç için “Komicalpardox” mudur? Örneğin;… "Son kitabının yarısı cehennem tehditleri ve Tevrattan İncilden alıntı hikayeler, Diğer yarısı da kaç kadınla evlenilir, ne yenir ne yenmez gibi insanlık için çok? ama çok? Önemli şeylerden bahsederken, Artık bugün için kadınların genelde erkeklerden daha çalışkan ve daha zeki olduğunun anlaşıldığını... Yeni bir kutsal kitap daha göndermeye karar verirse eğer, Tam tersini söyleyip her kadına dört tane tembel beş para etmez erkek verilmesi gerektiğini dile getirip kadınlar hakkında fikirlerini değiştirmiş olabilir mi? Hamd Alemlerin Rabbi olan Allah'ın kutsal kitaplarında bahsetmeyi unuttuğu ama onun yarattığı insanların ondan ne kadar daha ilginç şeyler keşfedip, Hatta var olan her şeyin temeli olduğu bilinen atomun yapısı ile ilgili bilgilerin kutsal kitaplardan kat kat değersiz olan ortaokul kitaplarında bile Kat kat aydınlatıcı olarak yazılıyor, detaylandırılarak anlatılıyor olması nasıl bir şeydir? “Komicalpardox” mudur? Yoksa “Çelişkiler yumağı” mıdır? Yaşamın gerçeklerinin önümüzü aydınlatarak yolumuzun aydınlığa çıkabilmesi için, "Ne?, Neden?, Nasıl?, Ne için? ve Nedense" sorularını varsayım ve dogmalardan uzak yanıtlayabilmek gerekir.
  19. GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Güncel Konular
    Referandum Sınavını Geride Bırakan Türkiye, Şimdi Bu Sorunun Cevabını Arıyor: "Soru neydi?" Aylardır ülke gündemini meşgul eden anayasa değişikliği referandumu geride kalırken, oy kullanan 40 küsur milyon kişiden %58'i değişiklik için evet, %42'si de hayır oyu kullandı. Özellikle Doğu ve Güneydoğu'da milyonlarca seçmenin de boykot ettiği referandum sınavını başarıyla veren vatandaşlar, "Şimdi sıra bize tam olarak neyin sorulduğunu, neye evet, neye hayır dediğimizi ve neyi boykot ettiğimizi öğrenmeye geldi..." diyerek, demokrasi adına çalışmalarına kesintisiz bir şekilde devam edeceklerinin sinyallerini verdiler.
  20. Belkide anlatmak istediklerinizin dışında bir yanıt verdiğimi düşüneceksiniz sayın "haluk"... Böyle bir değerlendirme yaparsanız sizi haksız da bulamam... Bilinmesini isterim ki amacım sizi ve inanç değerlerinizi eleştirmek değil. Genel anlamda inançların bizlere mantıksal olarak yüklediği ütopik değerlere eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmak. Herkes istediği kadar, yazınızda belirttiğiniz şeylere, ruhlara, ölümden sonra yaşama, cennete ve cehenneme inanabilir. Ama iş gerçekte yaşanan ve yaşatılan yaşama ve onun doğal akışını anlamaya gelince, Mantık dışı, mantıksal yaklaşımlarla çözümlemeler yapmaya kalkmak var olan gerçekleri değiştiremez. Sonuçta yaşamın var olan bize dayattığı kurallarıyla yaşarız. Doğanın yaşamsal olarak acımasızca bizleri zorladığı koşullara tek başına ve hep birlikte sonuna kadar göğüs gerer. Ardından insan oğlunun olağan üstü mücadele gücünü ve mantığını göz ardı ederek, Bir daha bunların başımıza gelmemesi için bir başka yüce güce ya da tanrılara adaklar adar ve yalvarırız. Mücadele dolu ve tadına doyamadığımız yaşamak gibi bir gerçeği kaybetme korkusunu göze alamadığımız için olsa gerek, Ölümle sonlandırdığımız yaşamlarımızın bitmediğini, bitmeyeceğini, bitmemesi gerektiğini düşünerek... Varsaydığımız ütopik öbür dünyaya, toprak altında başlayan yeni serüvenimize doğru yola çıktığımıza inanırız... İşte tam da bu noktada inançlar söz konusu olduğunda, bilinmezliğin o acımasız sancısı beyinlerimizi kemirmeye başlar. Mantıklı bir yaklaşımla her şeyi kontrol eden bir düzenin var olduğunu kabul ediyor olmamıza karşın... Bilinmeyeni hiç tecrübe edilememiş ve kanıtlanamayacak olan inançların bizlere dayattığı sistematiği kullanarak, İnsanların ama sadece insanların günlük ve geleceğe yönelik işlerini düzenleyen bir tanrı kavramını inandırıcı buluruz. Mantıklarımızı devre dışı bırakıp ahkam kesmeye kadar varacak ifade ve yorumlarla, Varsayımlara dayalı ulaştığımız sonuçları... Kesin ve çoğu zaman eleştiriye bile tahammül edilemeyecek derecede doğrular olarak kendimize ve çevremizdekilere dayatmaya başlarız... Oysa; Yaşamın gerçekleri söz konusu olduğunda... Onları açıklayacak gerçekçi yanıtlar inanç değerleri üzerinden verilemez... Çünkü; Dinsel değerlerin ve ritüellerinin belirlediği inançlar mantık ve tecrübeyle açıklanamaz... Saygı ve sevgilerimle...
  21. Hi hi hi hiiii.... Beyninizin hangi merkeziyle bu görüşmeyi yaptınız anlamak isterdim aslında... Mantıklı olmak ve düşünerek çözümlemelere ulaşmak adına güzel bir örnekleme sevgili dayı... Çok zekice buldum bu örneklemenizi... Yaşamın başlangıcında bir kez kader olarak programlanan bu hayatlarımızı... Yaşamın değişen koşullarına göre günlük olarak yeniden düzenlenmesinin daha yaratıcı bir durum olduğunu "Tanrıya ya da tanrılara" iletsek uygularlar mı acaba? Ben kendimin tanrısı olsaydım uygulamak için elimden gelen çabayı gösterirdim galiba... Ve sanırım sevgili dayı kullanmış olduğum "kendimin" ifadesi üzerine gerekli uyarıyı alacağım senden gibime geliyor... Saygı ve sevgilerimle
  22. Hanefi Avcı 25 Eylül'de imza günü için gittiği İzmir'de "Şu an izindeyim. Pazartesi günü Ankara'da olacağım. 29'unda savcıya ifade vereceğim. Genelkurmay Askeri Savcılığı ilgili de tebligat yapılmış. Askeri savcıya da ifade vereceğim. Daha sonra tüm bildiklerimi, gerçekleri, herşeyi 30 Eylül'de basın açıklamasıyla anlatacağım" diye açıklamalarda bulunmuştu. Ama ne tesadüftür ki, basın toplantısını yapamadan, hakkında çıkarılan yakalama kararı ile tutuklanarak Metris cezaevine götürüldü...
  23. İçinde bulunduğumuz durumu bütün çıplaklığıyla özetleyen ifadelerinize aynen katılıyorum... Yıllardır " Bizlere dayatılmaya çalışılan bu sürecin hangi noktasında olmamız / durmamız gerektiğini çok iyi vurgulamışsınız.." Saygılar...
  24. Sevgili 'dominik'; Sen, ben ve hepimiz için geçerli olduğunu düşündüğüm başka bir yaklaşım... Ve ilginç bir uyarıda daha bulunmak istiyorum izninle... Tartışmak, yazışmak, görüş alışverişi yapmak iyidir her zaman... Çok şey katar insana... Başta kabul etmesek de kafamızın bir kenarında kalır hep... Hatta " anlayana tabii ki " ifadeni biraz daha açmak gerekirse " Anlamak istemeyene bile çok şey katar " diyebiliriz... Sevgilerimle
  25. Herşeyi kontrol eden bir düzenin var olduğunu düşünmek oldukça mantıklı... Ama.... Tanrı adını verdiğimiz antropomorfik bir varlığın insanların yaşamlarını gözlemlediğini ve... Onların her birinin ayrı ayrı günlük işlerini ayarladığını düşünmek hiçte inandırıcı değil... Antropomorfik: İnsan niteliklerinin atfedildiği başka bir varlık... Canlı ve cansız varlıklar, doğa güçleri, çok ve tek tanrılı dinlerdeki tanrılar ve daha başka kavramlar, Antropomorfizm konusu içine girer.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.