GeceKuşu tarafından postalanan herşey
-
Doğru Düzgün Soru Sormanın Yolları 1
Bilgilendirme için teşekkürler... Eğer fırsat bulursanız Mesh uygulaması ile ilgili yöntem ve ayrıntıları bir başka başlık altında ele alırsanız sevinirim... Saygı ve sevgilerimle
-
SONU SÜRPRİZLİ FİLMLER
Bu başlığı açman çok iyi oldu sevgili "gloria".. Tam da damarıma bastın. Gizemli ve sonu süpriz olanlar, iyiki izlemişim dediğim ve en sevdiğim filmler... Arşivimde eksik kalanları tamamlamaya başladım bile... Eğer zaman zaman başlığı yeni filmleride ekleyerek güncelersen hepimiz sana minnettar kalırız... Yada başlığa bu anlamda katkıda bulunan ve bulunacak olan arkadaşlara şimdiden sonsuz teşekkürler...
-
Doğru Düzgün Soru Sormanın Yolları 1
Üstatlar ve bir bilenlerle ilgili olan kısımların kısa bir özetini geçeyim istedim. Ve sadece onları alıntıladım... Bay Walker; paylaşımınız için teşekkürler. Bu sadece teknoloji dünyasıyla ilgil değil sanıyorum... Bilen insan karşı tarafın bilemiyor olmasının nedenlerini kavrayamıyor ve ben biliyorum demekki oda bilmesi gerekiyor şeklinde bir tutarsızlığı varsa eh yani paranoyak her yerde ve dalda paranoyak olarak kalıyor. Ama bunun ötesinde aktardığın araştırma bence oldukça yararlı. Sanırım,internette bulunan ve bu konuyla ilgili olanlar açısından yeni bir kaynak olacaktır. Bu arada yanıtlarsanız sevinirim. Bir "USB Internet Dongle " örneğin; "Zyxel Wirelles internet adaptör" orjinal plastik koruyucusu ile mi yoksa koruyucu kılıf çıkarılırsa mı daha iyi çeker.? Neden sordum bunu yapan arkadaşlar var ve nedenini bir türlü öğrenemedim... Yanıtınız için şimdiden teşekkürler. saygılar...
-
Fatih Projesinde Çocuklarımızı Bekleyen Tehlike
Nerelerdesin sen sevgili "sleepwalker"... Yine kayboldun bir ara, umarım bu kez daha kalıcı olursun... ki senin teknoloji ve bilişim üzerine birikimlerinden daha çok yararlanırız... Yine nitelikli bir araştırma yapmışsın... Bence bu proje bir rant projesi, kim takar kullanacak olan öğrencilerde sağlık sorunları yaratacağını. Sevgilerimle
-
KISSALAR ÖĞÜT VERİR, AKLINI KULLANAN NASİBİNİ ALIR.
Hayır atlamadım sevgili yılmaz... Özellikle Kırmızı ile belirginleştirdim. Belirginleştirdim çünkü yazılana aynen katılıyorum. Ayrıca yorum yapılmasını istemenin anlamı nedir? "Siz o satırda yazılana katılmadığınız. Önemli ve anlamlı bulmadığınız" için olabilir mi?
-
KISSALAR ÖĞÜT VERİR, AKLINI KULLANAN NASİBİNİ ALIR.
"Görünüşe ve bilgisizlerin rivayetlerine, kuruntu ve zanlarına değer verme. Ancak bilimi rehber edin." tespiti en az ifade edilen bilgenin "Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini bilen anlar ve o değerini bilenin yanında kıymetlidir." sözü kadar değerli. Önemli ve anlamlı. *** Şimdi sardı beni bir merak... Acaba "KISSALAR ÖĞÜT VERİR, AKLINI KULLANAN NASİBİNİ ALIR." diyebilen ve takdir eden ve edecek arkadaşlardan kaç tanesi, senin bu tespitini de takdir edip nasiplenmeyi düşünecek? Bakalım gelen yanıtlardan görüp anlayacağız! *** Madalyonun öbür yüzünü de gösteren bakış açın ve en az "halukgta" kadar yararlı paylaşımın için teşekkürler...
-
Bulaşık Makinemden Memnun Değilim :(
Makinenizin kullandığı suyun çok kireçli olması buna neden. Geçen zaman içinde ilk başlarda bu sorun olmazken daha sonra bu durum ortaya çıkıyor. Suyun sertliğini azaltmak için kullanılan yapay tuzların aslında tam bir çözüm olmadığıda bununla anlaşılmış oluyor. Yapay tuzlarla birlikte bildiğimiz ucuz kaba tuzları kullanabilirsiniz. Hatta tek başına bile kullanmanız uygun. *** Sorunu çözmek için makinenizi ucuz sirke ile boşta yıkama yaptırın. Bunun için piyasada satılan 1.50 Tl ye satılan 2 litrelik sirkeler uygun. Ancak Bu işlemi yaparken makinenizi iyi tanımanız ve ilk durulamadan sonraki aşamada sirke kullanarak sıcak yıkama yaptırmanız gerekli. Çünkü koyduğunuz sirke ıstma ve bekleme aşamasına gelmeden dışarı atılacağı için yaptığınız işlem bir işe yaramaz... Ayrıca, Sireke kullanıyor olmanız kireçlenmiş ısıtıcıyıda temizler. Makinenizde eğer ıstsısı boruları altta içerden görülüyorsa onların üzerine Kireç çözücü- porçöz dökerekte çözüm üretebilirsiniz. Bu işlemleri 3 yada altı ayda bir yapmanızda yarar var. *** Bir başka sorunda makinenin altta bulunan filitre bölümünde yağ kalıntılarının filitre üzerinde birikmesi... Zaman zaman o bölümüde söküp yağ çözlerle temizlemeniz gerekli. Parlatıcı bölümüne ise kaliteli sitkelerden koymayı deneyin ve parlaklık konusunda aynı sonucu aldığınızı göreceksiniz. Tercihen Elma sirkesi kullanın hem kimyevi olmayan doğal parlatıcı. Tuz konusuna tekrar değineceğim. Piyasadan öyle pahalı kimyasal tuzlardamn almanız gereksiz. Suyunuz çok kireçli ise hepsi çözümsüz.Bildiğiniz kaba tuz aynı işi daha sağlıklı yerine getirir. İlla kimyasal olanıda kullanacağım derseniz Ucuz< olanlarla kaba tuzu karıştırarak kullanın. Kireç oluşumunu önlemek için size reklamlar yoluyla sununulan pahalı çözümler yerine bir deneyin faydalı olacağını görceksiniz. Kimyasal maddelerle temizlenmiş tabaklar yerine doğal maddelerle temizlenmiş kimyasal artıkları olmayan tabaklarla yemekler yiyebilmek dileklerimle...
-
Hakkari'de 24 asker şehit...
İntikamını "kimden ve nasıl" misliyle alacaksınız? ... Abuk subuk saçmalayanlardan mı? Oysa işin bu tarafını hiç düşündüğünüzü sanmıyorum! *** Aslında olaylar yeni ve sıcakken bu tür intikam çığlıkları atıp, ardından balık hafızalı insanlardan olmak yerine; Yapılması gereken doğru yaklaşımları üretmeli insan. Halkının balık hafızalı olduğu için iş başında olanların laflarıyla dolduruşa gelip; Aslında -kendisi de içten içe çaresizliğinin farkında olduğu halde- bu tür boş laflar etmemeli insan... Gloria'nın şu tespiti çok yerinde bana göre... Bir katkıda bende bulunmak istiyorum "unutacağız bu olanları da" cümlesini "unutturacağız" anlamında da okumak gerekli... *** Soruyu tekrarlıyorum aklı başında oturup düşünebilmeniz için... " İntikamını misliyle "kimden ve nasıl" alacaksınız? " İlkel iç güdülerinizle mi? Yoksa aklı başında -gerçekten bu sorunu ortadan kaldıracak yöntemlerin var olduğunu da- oturup düşünerek mi? Bu tür toplumsal sorunlar intikam mantığıyla çözülemez. İntikam alarak çözüme ulaşılacağını düşünenlerin varacağı son nokta "Allhüekber" çığlıklarıyla yapacakları eylemlerdir. Belkide intikamını misliyle almaktan bahsederken anlatmaya çalıştığınız bu olabilir.
-
İNSANLAR NEDEN ÖLDÜRÜYOR?
Sevgili Evrensel yanıtlar yazdıklarının içinde var aslında... Sanırım asıl yanıtlanması gerekenler yazının sonunda ele aldığın son üç satır... Ancak ben bir babayiğit tavrıyla yanıtlar veremeyeceğim. Çünkü; kendimi "DOĞRU CEVAP verebilecek bir yiğit" olarak göremiyorum... Ancak bu konuda araştırmalar yapar, kişisel, insani ve kültürel birikimlerimiz çerçevesinde ön görü ve düşüncelerimizi sunabiliriz... Sevgilerimle...
-
'Kaddafi Yakalandı ve Öldürüldü'
Abd Dış işleri bakanının Kaddafinin linç ediliş görüntülerini izlerken yüzü ifadesine dikkat ettiniz mi? Onun kadınsal içgüdülerle içini burkan, aslında midesini bulandıran kanlı görüntüler olsa gerek. Benim tüylerimi diken diken eden şeyse, yaralı ele geçmiş ve aciz bir insana "Allahuekber" çığılıklarıyla reva görülen vahşet görüntüleriydi... Boşuna dememiş düşünür, dünyada en tehlikeli durum "Cehaletin Örgütlü Eyleme geçmesidir." diye...
-
NE DERSİNİZ?
- Allahın ''SÖZ''ü..
Hoş geldiniz sefalar getirdiniz. Ancak belirtmek gerekirse, yazdıklarınızdan çıkan anlama göre sizin anladığınız anlamda yani kabadayı anlamında "Dayı" değildir kendileri. Onun yazdıklarına en azından bu başlıktakilerden herhangi birine yanıt bile vermemişken, ayrıca daha forumda kimseyi tanımadan meydan okumaya kalkmanın anlamı nedir ki? Ya bilgi birikiminize çok güveniyor olmalısınız yada tipik bir inançlı gibi inanç değerlerinize "dayı"nın saldırdığını düşünerek ona haddini bildirmek gerektiğini düşünüyorsunuz. Hadi bakalım kolay gelsin sen sor dayı yanıtlasın. Ama ona meydan okuduğuna göre sende dayının sorularını yanıtlamak zorundasın. Kaçamak davranmak, soruları görmemezlikten gelmek yok ona göre... Saygılar sevgiler... Hoş geldin aramıza...- KENDİMİZ HAKKINDA NE BİLİYORUZ ?
İNSAN KENDİ HAKKINDAKİ BİLGİSİYLE NASIL YAŞAMALI ? Bu sorunun yanıtı, duyular nereye yönelse; taşta, çiçekte, böcekte ve doğada, satır satır okunsun diye yazılı durmaktadır. Bu sorunun yanıtı, insanın, biricik kimliği ile gerçekleştirdiği eylemlerindedir. Bu sorunun yanıtı aranmaya devam edilecekse; insan, yaşamı boyunca ve daima kendini tanımaya yönelik , feneri kendine tutmalıdır. Unutulmamalı ki; Bencillik, nefret, intikam duygularını; Boş inanç ve bağnazlığını; çok para sahibi olma, şöhret ve mevki sahibi olma, yönetim gücünü devretmeme gibi hırslarını tanımayı başarabilen; sevginin, hoşgörünün, toleransın, bilim ve doğru bilginin ışığı ile aydınlanmış insan aklı; aydınlığını çevresine yansıtır, tüm insanlığın aydınlanmasına, mutluluğuna yardım etmiş olur. Dilerim ki; Kendini tanıyan, bilgide doğruyu, ahlakta iyiyi ve sanatta güzeli arayan; taassup ve boş inançlardan kurtulmuş, kendine yönelttiği fenerin enerji kaynağı olan; sevgi, sadakat, vefa, görev, hoşgörü, tolerans, çıkarsızlık, merhamet, şevkat ve samimiyetin ne anlama geldiğini benliğinde hisseden; maddi ve manevi değerler arasında denge sağlayabilen insanlardan oluruz.- KENDİMİZ HAKKINDA NE BİLİYORUZ ?
İNSANIN KENDİ HAKKINDAKİ BİLGİSİ DOĞRU BİLGİ MİDİR ? İnsan, kendi hakkındaki bilginin doğru olup olmadığını; aynaya bakıp, aynadaki ben ile hesaplaşarak ve yine kendi iç dünyasındaki değerlendirmelerden sonra söyleyebilir. Bu nedenle, ara sıra günlük yaşamın kaygılarından uzaklaşarak düşünceye dalmalı, sessiz, sakin bir köşede düşüncelere dalıp vicdanın sesini dinlemekte yarar var gibi görünüyor. Böyle zamanlarda “biricik ben”in göstergesi olan aklı aydınlatan fener; kirletilmiş, karartılmış ruhları aydınlatacaktır. Yine de insan, kendisi hakkındaki bilginin doğruluğundan emin olamayabilir. İşte böyle anlarda, aynaya bakıp kendisiyle konuşabildiği gibi konuşabileceği dosta gereksinimi olur. Bu dostlar nerede diye fener yakıp çarşıda, pazarda dolaşmaya gerek yok. Onların ne zaman, nerede olacakları daima bilinir ve sezilir. Ayrıca, insanın, kendisinin de onlara dost olması gerektiği hissedilir. Bu bir gerçek. Fakat hakikat denebilir mi? Evet hem gerçek hem de hakikat denebilir. Bunun için verilen sözlere ve edilen yeminlere sadık kalarak, dinlemek, düşünmek ve ışığı, çevremizdeki ötekilere değil daima kendine tutarak özgün kimliğe bir bilgi daha katmak önemlidir. Bu yolla insan, en azından kendi hakkında daha doğru bilgiye ya da kendini tanımaya yaklaşabilir. Bildikçe, bilmediğinin farkına vararak der ki : “ Bilgi sonsuz. Kendim hakkında doğru bilgiye ulaşmada bu kadar zorlanıyorsam, diğer insanlar hakkında nasıl bilgi sahibiymişcesine onlara nasihat edebilirim, onların davranışlarını yargılayabilirim ? Hoşgörü ve tolerans’ı rehber edinmek insanın kendi hakkında doğru bilgiye ulaşmasında yolunu aydınlatacaktır. Mülkiyet . Biliyorum ki ben, Ruhumdan akıp gelmek isteyen düşünceler dışında, Hiçbir şeye sahip değilim Biliyorum ki ben, Tatlı bir sevgiyi, küçük bir sevinci tattığım anlar dışında, Hiçbir şeye sahip değilim. Goethe- KENDİMİZ HAKKINDA NE BİLİYORUZ ?
İNSAN KENDİ HAKKINDA NEYİ BİLEBİLİR ? İnsan yavrusu fiziksel olarak dünyaya geldiğinde a piriori yaşamsal iç güdüleri doğrultusunda davranmakta; soluk alıp vermekte, yemekte, içmekte, acıkınca ağlamakta, dışkılamakta ve rahatlayınca da huzur içinde uyumaktadır. Temel bir iç güdüsü daha vardır ki, onu insan yapar. Bu meraktır. Merak eder, çevresini inceler. Ayrıca kendi dışında var olan annesi, babası, yakın çavresindeki akrabaları, arkadaşları, öğretmenleri, yaşadığı doğal çevre tarafından değişik düşüncelerle giydirilmekte ve yaşamına yön veren örf, adet ve gelenekleri ile donatılmakta ve sonuç olarak öğretilenlere göre davranmaktadır. Özünde var olan merak, düşünme ve düşüncesini ifade etme özgürlüğü, totaliter egemenlerin hukuk ve psikolojik baskıları ile yok edilmezse; Gerçeğe ulaşma isteği, ergenlik döneminden başlayarak erişkinlikte tepe noktaya ulaşır. İnsanın, basamakları çıkmaya başlamadan önce, batıl ve boş inançlardan kurtulması, kendi hakkında bilgi sahibi olması gerekmektedir. Echart’a göre, ruhsal zenginliğe ve güçlülüğe erişmenin tek çaresi, hiçbir şeye sahip olmamak, kendini “açık” ve “boş” yapmak, yani gerçeğe giden yolun önünü kapatmamaktır. Hararet nar’dadır, sac’da değil, Keramet baştadır, tac’da değil, Her ne ararsan kendinde ara, Kudüs’te, Mekke’de hac’da değil. Mevlana Her insanın içinde, yaşadığı dünyadan başka bir dünya hatta başka bir evren gizlidir. İnsan, içindeki evreni feneri ile aydınlattığında; Yıkıcı Thanos (düşmanlık, saldırganlık, paraya sahip olma hırsı, mevki kapma hırsı, ötekileri tahakkümü altında tutma hırsı, bencillik), Yaratıcı Eros (zevk alma ve verme duyguları, sevgi, şefkat, hoşgörü, tolerans, merhamet) Ve kişisel bilinç dışına bastırılmış düşüncelerin bir araya gelmesiyle oluşmuş Komplekslerin orada olduklarını biraz gayretle görebilir. Eros, Thanos ve Kompleksler sürekli olarak bilince çıkmak için çabalarlar. Diğer yandan da, çevreden öğrenilenler , örf, adet ve gelenekler ve yasalar tarafından bilinçlenmeleri yasaklanır ya da cezalandırılacakları tehdidi altında tutulur. Var olmak ya da olmamak ikilemi arasında sıkışan “biricik kimlik”, bunaltılı, sıkıntılı ve kendine yabancılaşmış hale gelir. Bunaltıdan, sıkıntıdan ve kendine yabancılaşmadan kurtulmak isteyen insan, çağdaş yaşamda var olabilmek, uyum sağlayabilmek için çeşitli maskeler takar. Her şeyi hesaplar, ölçer, biçer. Maske, gittikçe kimliği işgal eder, bireyin öz benliğinden uzaklaşmasına neden olur. Bu, onun “Persona”sıdır. İşin kötüsü bu maskeler tarafından benliği işgal edilen birey bunun farkında da değildir. “ Mağrurun vicdanı, mağdurun intikamını bir gün mutlaka alır”. Bilinç dışının, vicdanı içeren bölümü, insana; “ Söylemin ya da eylemin, insan olarak sana uygun değil” dediğinde; Maske, kendini değişik psikolojik düzeneklerle savunur. Örneğin; Bir gruba katılmış birey, birçok taahhütün altına girer, sözler verir ve yemin eder. Yine insani olan değişik nedenlerle verdiği sözü tutamaz ya da ettiği yemini bozarsa, öz benliğinde var olan vicdanının cezalandırmasından kurtulmak için savunma düzeneklerini kullanır. “ Bu grup bana bir şey vermiyor”; “Grup içinde kendini bilmezler var”; “ Grup üyeleri çocukca şeylerle uğraşıyor”; “ A kişisi, yalancı ve ahlaksız biri, yüzünü bile görmek istemiyorum”; “ Onların davranışları nedeniyle devam etmiyorum” gibi ifadelerle , Projeksiyon ve Rasyonalizasyon ( Yansıtma ve akla uydurma) mekanizmalarını kullanır. Ya da; yöneticilikte yetersizliğini fark eden insan, kendini güvende ve tüm güçlü hissettiği mevkinin elinden alınacağı endişesi ile; over-compensation ( yerini doldurma) savunmasını devreye sokarak iki yüzlü, dedikoducu ve iftiracı hale gelebilir. Ya da hata ve kusurlarını kabul etmemek şeklinde görülen denial ( inkar ) savunmasını kullanır. Bazı savunmalar vardır ki, insanın kendini geliştirmesine katkıda bulunur. Bu sublimationdur (yüceltmedir). Bilinç dışı yıkıcı dürtülerini yönlerini değiştirerek, onları kendisi ve çevresi için ahlaki ve estetik şekle sokabilir. Cehaletinin ve bilgi yetersizliğinin farkına vardığında; aşırı araştırıcı, sorgulayıcı bir tutum benimseyerek toplumun kabul edebileceği ürünler ortaya koymaya çabalar. Bütün savunma mekanizmalarına burada değinecek değilim, feneri kendimize yönelttiğimiz sürece bunları tek tek fark ederek “Biricik Kimliğimizi” doğrubaliriz gibi geliyor. Bu savunmaların bir kısmı gereklidir (olgun savunmalar), insanın gelişimine katkı sağlar.Bir kısmı ilkeldir (gelişmemiş savunmalar), insanın aklını yitirmesine neden olur.- KENDİMİZ HAKKINDA NE BİLİYORUZ ?
KENDİMİZ HAKKINDA NE BİLİYORUZ ? Beni bende demen, bende değilim Bir ben vardır bende benden içeri Yunus Emre Her insan, “Biricik”tir. Onun kafasının içinde ve özbenliğinde, öğrenmeyle sahip olduğu “bile-bildikleri”, elinde “Feneri” bulunmaktadır. Tüm bilgilerine rağmen, fenerini nasıl yakacağını bilemez durumda karanlıklar içinde gezinmektedir. Özgür ve iyi ahlaklı her insanın umudu olan gerçeği keşfetme arzusuyla, sık sık fenerini nasıl yakacağını bilememekten dolayı bunalmaktadır. Feneri nasıl yakabileceğinin yollarını aramaktadır. Korkuyla karışık bir şaşkınlıkla, her insanda olduğu gibi, ilk işi fenerini çevresine yöneltmek olur. Doğada gördükleri ve öteki insanların davranışları, duyularının algı alanı içerisine girdiğinde; duyularının algıladığı olgular (evrende var olan ve olup-biten her şey), onun zaman zaman yanılsamalarını ve şaşkınlığını arttırmaktan öte gitmemektedir. Sevgi-nefretle ; sadelik-şatafatla; paylaşım-bencillikle; kudret-kaba kuvvetle; doyum-doyumsuzlukla; adalet-yazılı hukukla; doğru-yanlışla; güzel-çirkinle; eşitlik-eşitsizlikle; kısacası aydınlık-karanlıkla bir iç içelik göstermektedir. Fenerini yakmıştır, ancak duyularının algısından çıkarımı; bir karşıtlıklar evreni ve bu evrendeki olguların kaosudur. Bu noktada; Künfüçyüs’ün “ Düşünmeden öğrenmek faydasız, öğrenmeden düşünmek tehlikelidir” sözleri çok anlamlı görünmektedir. İnsan, öğrendiği bilgilerin doğruluğuna güvenemedikçe derin düşünmeli ve sonra da düşüncelerinin doğruluğunu sınamak için öğrenerek bilgisini genişletmelidir. Diğer canlılardan insanı ayırt eden şey düşünebilmesidir. Düşünen bir insan, olguları analiz eder ve öğrenmek için soru sorar. Sorular bilgilenmeye yöneliktir daima. Bilgi öznenin (Suje,insan) amaçlı olarak yöneldiği, olgu ( obje, nesne ) ile ilişkisi sonucu ortaya çıkan ürün olarak tanımlanmaktadır. Ancak , duyularla algılanan olgular hakkında her zaman doğru çıkarımlar yapılamamaktadır. Aynı koşullarda duyulara açık olgularla ilişkiye girildiğinde, “Benim Bilgim” olarak ortaya konan ürün kişiden kişiye değişmekte ve sonu gelmez tartışmalara ve çatışmalara yol açmaktadır. Bu gerçeğin bizi götürdüğü nokta; “İnsanın, kendisi hakkında bilgi sahibi olmadan, olgular hakkındaki düşüncelerini ifade etmesi gerçekleri yansıtmayabilir. İfade edilen düşünceler, o bireyin o olgu hakkındaki kanaatidir ve yorumdan öte bir şey ifade etmeyebilir.” İnsan yaşamı analiz edildiğinde iki önemli görevle karşılaşılmaktadır: Birincisi; insanın kendini tanımasıdır, ikincisi ise; insanın, iyiye, güzele ve doğruya yönelik yeniden şekillendirerek “Biricik Kimliğini” doğurmasıdır . İnsanın,“Nasıl yakılacağını öğrendiği fenerin” yönünü kendine çevirdiğinde; gördükleriyle yüzleşmek, öz eleştiri yapabilmek, sorular sormak, güç ve yeteneklerini geliştirmek ve sonuçta; “İnsanım hiç bir şey bana yabancı değil” diyerek, öteki insanlara karşı yargısız, hoşgörülü, toleranslı söylem ve davranışlar gösterebilmesi oldukça önemlidir. “ Düşünen insan, düşünmeye soru sorarak başlar” FENERİ KENDİMİZE TUTTUĞUMUZDA; İlk soru, “ İnsan kendi hakkında neyi bile-bilir?”. İkinci soru; “ İnsanın kendi hakkındaki bilgisi doğru bilgi midir?” ve en önemli üçüncü soru; “ İnsan kendi hakkındaki bilgisi ile nasıl yaşamalıdır?”- BÜYÜ, BİLİM, DİN VE İNSANLIK..
*** İnsanlık tarihinin bugün içinde bulunduğu süreçte, “Yapıcı ve yaratıcı” insanlardan oluşacak insanlığın, nasıl olması gerektiği konusu her anlam ve açıdan son derece önem taşımaktadır : “Yapıcı ve yaratıcı insan” Gücünü; “Yaşamın ve çevresinin farkında olmasından”, “Merakından”, “Bilimsel şüpheciliğinden”, “Görevine bağlılığından”, “Deneyim çokluğundan”, “Doğruluk sevgisine dayanan bilim ahlakından”, “Tüm insanlara adaletli davranmaktan”, “Ölüm tehlikesi karşısında bile doğru bildiği yoldan şaşmamaktan”, “Hoşgörü ve Toleransından”, Özet olarak “Kendini Bilmekten gelen Gerçeklik severlikten” almalıdır. “Yapıcı ve yaratıcı insan”; Gücünü doğrudan doğruya doğaüstü varlıklardan alan bir “büyücü” ya da dinsel ideolojik tanrıdan alan bir “din adamı” değildir. *** Yaşadığımız dünyaya baktığımızda, yeryüzünde boş inançlar ve taassup hala hükmünü sürdürüyor. Din adına hala insanlar birbirini öldürebilmekte, maddi güç, makam ve kuvvet kötüye kullanılmakta, gözleri bürüyen dünyaya egemen olma hırsı ve sevgisizlik insanlara korku, kaygı ve ümitsizlik saçmaya devam ediyor. İçinde yaşadığımız günler; yapıcı ve yaratıcı özellikleri taşıyan insanların, “Kritik Analitik düşünmeye” kuvvetle ihtiyaç duyduğu günlerdir. Akla ve bilime her türlü ideolojinin önünde değer veren insanların, gün geçtikçe insanlığın geleceği açısından önemi daha da artacaktır. Düşüncelerimize vurulmuş zincirleri kopararak, özgürleşmiş benliğimizle, gerçeğe ulaşma amacından asla vazgeçmeden, Korkusuzca, durmadan kendimize bakarak, iç görü kazanarak yürüyen insanlardan biri olabilmek bu açıdan çok önemli… Bu amaç ve nedenlerle; “Basmakalıp düşüncelere”, “Kalıplaşmış sloganlara”, “Ön yargılara”, “Boş inançlara kendimizi kaptırmaktan”,.. “Başkalarının bizlere sunduğu ideolojilere rast gele inanmaktan”, “Körü körüne bir fikre saplanmaktan” vazgeçip… Yaşamımızı olumsuz etkileyen Bağnazlıklarla mücadele edebilmek için her şeyi aklın süzgecinden geçirme becerisini kazanmalıyız. Bu beceriyi kazandıktan sonra en önemlisi; “Kendi eğilimlerimizin”, “Tutkularımız ve hırslarımızın”, “Bencilliğimizin ve çıkarcılığımızın” düzeltilebilir insani pürüzler olduğunu, Bu pürüzlerden kurtulabilmek için, kişiliğimizi ve benliğimizi olumluya geliştirecek olan yöntemlerini kavramalı. Ve onları düzeltebilmek için sürekli çaba harcamalıyız. ***- BÜYÜ, BİLİM, DİN VE İNSANLIK..
*** Zaman içinde dünyada nasıl bir değişiklik oldu da yaşadığımız zamana baktığımızda yeryüzünde boş inançlar ve taassup hala hüküm sürüyor? 10 Bin yıl önce buzul çağının sona erip de tarım toplumuna geçişe kadar İ.Ö 30 bin yıl büyü bilim, sanat iç içe gelmiştir. 10 Bin yıl önce Tarım toplumuna geçen insan, Avcılık toplayıcılıktan yerleşik düzene geçmiş, topraktan ürün elde etmeyi, hayvanları üretmeyi öğrenmiştir. Bu aşamada bireyin kendi ihtiyacından fazla bir artı değeri olmaya başlamıştır. Böylece insanlar arası üretim ilişkileri başlamıştır. İ.Ö 5 Bin yıl önceye gelindiğinde, üretim ilişkisi içinde, artı değeri elinde bulunduranlar varsıllıklarını güç olarak algılamışlar, yönetenler sınıfına ve devlet düzenine geçmişlerdir. Doğa olayları karşısında güçsüzlüğünü fark eden, geleceğinden kaygı duyan insan, merak ve nedenleri bilme isteğinden dolayı nedenleri aramaya başlar. Kendine göre saptadığı nedenleri kutsal sayarak Tanrılaştırır. Korku ve umutla yakararak ya da meydan okuyarak daha yüksek varlıklara seslenir., kötü ruhlara, atalarına ya da tanrılarına. Tanrılar vardır artık. Ay tanrısı, ateş tanrısı, bereket tanrısı, su tanrısı, güneş tanrısı v.s. İnsanlar yararcı bir yaklaşımla gereksinimleri ve hayal güçleri kadar Tanrı yaratmışlardır. Bilinmeyen şeylerden duyulan korku ve gelecek kaygısı herkesin din dediği şeyin doğal kökenidir. Dinin bu başlangıcı da büyü gibi nedenlerin nedenlerini araştırma, sorgulama sürecine girip bilime hizmet etmeye başlamıştır. Ancak dinin bu başlangıcını tespit etmiş olan, erki elinde bulunduran yöneticiler; insanın gelecek kaygısını, bilinmeyene karşı olan korkusunu beslemiş ve yasa haline getirmişler ve ona gelecekteki olayların nedenlerine ilişkin kendi uydurdukları görüşlerini eklemişlerdir. Böylece başkalarına hükmedebileceklerini ve kudretlerinden en büyük faydayı elde edebileceklerini ummuşlar ve elde etmişlerdir. Dinlerin başlamasıyla, büyüdeki birey faydacılığı cemaat faydacılığına dönmüştür. Din adına cemaatin ekonomik çıkarları her şeyin üstünde tutulmaya başlamıştır. Sofist filozof (İ.Ö 5 yy) Keoslu Kritias’a göre din; “insanları ahlak ve adalete yöneltebilmek için onları korkutmak amacıyla uydurulmuştur”. Platon’a göre ise (Politeia, Devlet kitabında) din, “yönetenlerin yönetilenlere devlet yararına söylediği güzel yalanlardır”. Dinin başlangıcıyla birlikte, insan ile ruhani güçler arasındaki ilişkileri yürütecek din adamları ortaya çıkmıştır. İÖ. 3000’li yıllarda yaygın bir şekilde, Mezopotamya’da, Uzakdoğu’da ve Mısır’da Rahipler toplumları yönlendirmeye başlamışlardır. Bu rahiplerin bir kısmı yönetenlerin tarafında olmuş bir kısmı da insan ahlakı ve toplumsal adalet için çalışmışlardır. Erki elinde bulunduran yöneticilerin kudretleri için, devlet adına faydacı bir tutum içindeki din adamları; büyü ayinlerindeki büyücünün amacı her zaman söyleyebilmesine karşın dini bilgiler için “bu böyledir” ya da “Tanrı buyruğudur” sözlerini kullanırlardı. Onlara göre, tanrının kulu olan zayıf insan yüksek güçlere karşı gelirse başına her türlü felaket gelirdi. İnsan ahlakı ve toplumsal adalet düşünceleri ile hareket eden Rahipler ne yapıyorlardı? Onlar nedenlerin nedenlerini, toplumun ahlak ve adaletle yönetilmesi için, insanların yararı için araştırıyorlardı. O dönemin biliminin gelişmesi için çaba harcayanlar, aritmetiği, geometriyi, astronomiyi, müziği bilen, aklını kullanan bu grup rahipler, din ile bilimi bir birine ters düşürmeden piramitleri, hiyerografiyi, çivi yazısını, tekerleği, devlet yönetimiyle ilgili yasaları insanlık tarihine armağan etmişlerdir. Bu rahipler çalışmalarında töresel nitelikteki bilgi ve görgülerini kapalı bir topluluk içinde sembollerle anlatır, aşamalı olarak alır ve verirlerdi. Onlara göre doğa ve Tanrı birdir. Evren ve Tanrı birdir. Tanrı yaratan değil var olandır ve evrenin toplamıdır. Tanrı buyruğu ile hareket ettiklerini söyleyenlerle bilimsel yaklaşımla hareket edenler arasında çatışmalar ortaya çıkmıştır. Bu çatışmalara girmek istemeyen Rahipler Ezoterik (Batini) doktrinlerin (Panteizm) temelini atmışlardır. Ezoterik öğreti içindeki Rahipler, kapalı bir grupturlar, aralarına alacakları adayları özenle seçerler, özel bir inisiasyon töreniyle aralarına alırlar, bilgi ve görgülerini “derece” silsilesiyle verirler, semboller, sembolik terimler, özdeyişler ve alegoriler kullandıkları çalışmalar yürütürlerdi. Benzer törensel çalışmalara Malenezyalılar’dan, Uzak doğu dinlerinden, Mısır’dan, Sümer’den, eski Anadolu Ahiliğinden günümüzde Bektaşiliğe, bir çok Batıni doktrinlerde rastlamak mümkündür. *** KAYNAK: Dr.İbrahim Afif Karakılıç- BÜYÜ, BİLİM, DİN VE İNSANLIK..
*** 40 bin yıl önceye ait arkeolojik ve antropolojik araştırmalar ve Bilim tarihi araştırmacılarının bize sundukları bulgu ve bilgiler ışığında bilimin ne olduğu konusunda şu sonuçlara ulaşıyoruz; Üst Paleolitik Çağ insanının faydacı ve pratik kaygıyla da olsa, büyü diye yaptıkları örneğin; Eski metali altına dönüştürme (simyacılık) çalışmaları modern kimya ve fiziğin, astrolojinin modern astronominin, hastaları bitkilerle sağaltma işleminin modern farmakolojinin gelişmesine neden olmuş, “ Bilimsel düşüncenin ve bilimin” temelinin atılmasında ilk adımlar olmuştur. Bilgin antropolog J.L. Myres Notes and Queries adlı dergide “Natural Science” başlıklı makalesinde “İlkelin bilgisi gözleme dayalı açık ve kesindir” diyor. A.A. Goldenweiser ise “ilkel insan çağdaş bir doğa bilimcisinin ruh haliyle donatılmıştır” görüşünü ortaya atıyor. B. Malinowskin’nin Yeni Gine ve çevresindeki takımadalarında yaptığı alan çalışmalarından çıkarsamaları ise şöyle: Bu topluluk deneyli balıkçı, çalışkan zanaatçı ve tüccardırlar fakat geçimleri tarımdır. En ilkel aletler, sivri bir çubuk ve çapayla topraktan bol ürün almayı öğrenmişlerdir. Toprağı ve fideyi seçebiliyorlar, hangi mevsimde neyi dikeceklerini, ne kadar su vereceklerini, anız yakmayı, nadası bilmelerine rağmen yine de yaptıkları her işte büyü vardır. Her yıl kesin olarak saptanmış sıra ve düzende bahçelerde bir dizi ayin yaparlar. Kano yapımında mühendislik harikası yaratırken, kano yapım bilgilerine rağmen hesaplanamaya akıntıların, muson rüzgârları zamanındaki ani fırtınaların ve bilinmeyen sığ kayalıkların tehlikelerine karşı hemen büyü devreye girer. İlkel Malinezyalı, bir bitkinin yalnız büyüyle ürün vermeyeceğini; iyi ölçülmezse, doğru yapılmazsa bir kanonun hiçbir zaman su üstünde duramayacağını; bir savaşın ustalık ve serinkanlılık olmadan kazanılamayacağını bilir. Kendini hiçbir zaman salt büyüye yaslamaz, tam tersine zaman zaman onu tümüyle dikkati dışında bırakır. Fakat bilgisinin ve akıl yöntemlerinin yetersiz kaldığını gördüğü yerde büyüye sarılır. Geleneklerine bağlıdırlar, gençliğe geçiş inisiasyon törenleri vardır. Adaylar uzun bir düşünce ve hazırlama evresine alınırlar. Daha sonra yapılan bir dizi sınavdan oluşan inisiasyon yapılır. Hafif bir kesikten sünnete uzanan yaralanma ile son bulur. Yüklenen sınav, adayın ölümünün ve yeniden doğuşunun tasarımlanmasıdır. Çoğunlukla bu tiyatral olarak canlandırılmaktadır. Eskiler bilgiyi bu inisiasyon töreninden başarıyla geçenlere dereceli olarak verirler. Geleneklerini kutsayarak, paha biçilmez bir güç ve süreklilik kazanarak hakikati ararlar. Nedenlerin nedenlerini araştırırlar. Bunun sosyolojik işlevi; Koşullar ne olursa olsun geleneğin topluluk için çok büyük değer taşıdığı ve topluluğun üyeleri için hiçbir şeyin var olana uyum ve onu korumak kadar önemli olmadığıdır. Toplumsal düzen ve uygarlık yalnızca eskilerin öğreti ve bilgisine bağlı kalınarak korunabilir. ***- BÜYÜ, BİLİM, DİN VE İNSANLIK..
*** 40 Bin yıl önceki Üst Paleolitik Çağdan, 10 bin yıl önceki tarım toplumuna gelene dek “Avcı - Toplayıcı” Üst Paleolitik Çağın mağara insanı pratik nedenlerden dolayı, yiyecek arayışındaki başarıyı güvence altına almaya yönelik doğa süreçlerini kontrol etme çabası içindedir. Bunu da doğrudan doğruya av büyüsü olarak adlandırılan ayinler ve büyü aracılığıyla yapar. Bu döneme ait mağara buluntularında yapılan incelemelerden, mağaralarda belirli amaçla toplanıldığını öğreniyoruz. Mağara çizimlerinde hayvan resimleri arasına serpiştirilmiş çizgisel ızgaralar, benekli çizgiler, iç içe eğriler, çubuksu çizgiler, üçgenler, dörtgenler ve daireler gibi tuhaf görünümlü izlenimi veren, ancak sembolik bir anlatımı olduğu düşünülen geometrik desenlerin varlığı dikkati çekmektedir. Bu bulgular da Üst Paleolitik Çağda Şamanlık çalışmalarının başladığını göstermektedir. Bu tür çalışmalar incelendiğinde, temelde bireysel ve düşünsel sorunların, bireylerin dünyayı algılayışlarının, bilimsel ve teknik bilginin, belli bir gelişim aşamasındaki bir toplumun dünya görüşünün bir boyutunun Büyü yoluyla bizlere yansımasıdır. İngiliz Antropolog “James Frazer” büyünün, “insana ve doğaya ilişkin olaylar arasındaki neden - sonuç ilişkisine sembolik bir anlam yükleyen kültürlerde önemli olduğu” yönündeki tespiti yukarıdaki bulguların ışığında olmuştur. “Tylor;un Primitive Culter” adlı yapıtında “Büyü: Sahte Bilim”” olarak tanımlamıştır. Büyü eylemiyle amaçlanan olay arasında dolaysız bir “neden–sonuç” ilişkisi kurduklarını belirtir. Bir boş inanç yada saplantı olarak değil, “simgesellik ilkesine dayanan, oldukça akılcı bir benzerlik süreci üstüne kurulmuş, mantıklı bir düşünce biçimi” olarak ele alır. Bilim tarihi araştırmacıları açısından bilimin ne olduğuna baktığımızda, büyüyle bilim arasında bir bağ olduğunu düşünebiliriz. Günümüzde birçok bilim tarihi araştırmacısı bilimi şöyle tanımlamaya çalışıyorlar: BİLİM; doğayı, özellikle doğaya ilişkin kuram yada beklentilerimizi sürekli sorgulama etkinliğidir. İnsan için yaşam çevresini, giderek tüm evreni anlamaya çalışmak köklü bir ihtiyaçtır. Bilim arayışı, günlük sorunların dürtüsünden çok olup bitenleri öğrenme, anlama ve açıklama merakından kaynaklanan bir çabadır. Neopozitivizmin, “Gözlemci-Deneyci” bilim anlayışının en köklü eleştirmenlerinden biri olan Alexandre Koyre; Bilimi şöyle tanımlamaya çalışır; “Bilim, mantıksal, ussal süreçlerin ürünü değildir. Bilimin temelinde us dışı, mantık dışı, metafizik, büyüsel, dinsel hepsinden önemlisi felsefi öğelerin bulunmasıdır. Dolayısıyla bilimsel ilerleme, yalnız deneysel yanıyla değil kuramsal yanıyla da ele alınmalıdır”. Crombie’de “Bilimde salt deneycilik hiç bir yere götürmez, olguların gerçek nedenlerini bulgulamayı sağlamaz, sadece olguların doğru tanımlarının yapılmasını sağlar. Bilim, kendisini hakikate götüren yolda, gerçeğin bilgisine ulaşma amacından vazgeçerek değil, tersine onu gözü peklikle kovalayarak ilerler” diyerek bu görüşleri destekler. ***- BÜYÜ, BİLİM, DİN VE İNSANLIK..
*** BÜYÜ, BİLİM, DİN VE İNSANLIK Arkeolojik ve Antropolojik araştırmalarla, 15 Milyon yıl önceye kadar izlerini sürebildiğimiz ve 40 Bin yıl önce Üst Paleolitik Çağ’da yaşayan ilk modern insandan (bazılarına göre ilkel insan) günümüze kadar Büyüsüz ve Dinsiz yaşamış bir topluma rastlayamıyoruz. Aynı tarihsel yolculukta dikkati çeken bir gerçek daha vardır ki; Bilimsiz tutumu olmayan ya da Bilimsel düşünememiş gruplar da yok gibidir. Tek cümleyle ifade etmek istersek: “Toplumlarda Büyü ve Din gibi inanç alanlarının hemen yanında Bilimsel düşünce ve Bilim alanları da dikkatleri çekmektedir”. Tartışmaya başlamadan önce, Büyü, Bilim ve Dinin ansiklopedik tanımlarına bir göz atalım: BÜYÜ : ( Sihir, Magic); İnsan ve doğaya ilişkin olayları, maddi dünyanın ötesindeki gizemli dış güçler aracılığıyla etkileyip yönlendirdiğine inanılan törensel eylem. Basit topluluklarda bilimsel ve tıbbi bilgi ve uygulamalarını kapsayan tüm bilgileri içinde bulundurur. Modern bilimlerin büyüsel orijini olduğuna inanılmaktadır. Büyü birçok Dinin çekirdeğini oluşturmuştur. Dünyanın her yerinde ve bütün tarihsel dönemlerde rastlanan kültürel bir olgudur. DİN : ( Religion) İnsanın kutsal saydığı gerçeklikle ilişkisi; bu ilişkinin çerçevesini oluşturan inançlar, öğretiler, değer yargıları, davranış kuramları, tapınma biçimleri ve kurumsal yapılar. Dinin ekonomik yaşam üzerinde çok büyük etkileri vardır. Din, insanların doğa karşısında kendilerini güçsüz görmelerinin bir ürünüdür. Din toplumca ortak benimsenir (cemaat) bu yüzden de, cemaat toplumunun bireyleri kendi dinlerini diğerinden üstün tutmaya çalıştığı sürece taassup ve dinsel doğmalar (batıl inançlar) oluşmaktadır. Din büyüdeki kişisellik ve kültür özelliklerini taşımaz, insan ile ruhani güçler arasındaki dolaysız bir ilişkidir. BİLİM: 1. Nesnel dünyaya ve bu dünyada yer alan olgulara ilişkin tarafsız gözlem ve sistematik deneye dayalı zihinsel etkinliklerin ortak adıdır. 2. Doğanın ve Evrenin gerçeklerine ilişkin gözlemleri değerlendirerek, elde edilen bilgileri yöntemli bir şekilde tanımlayıp sınıflandıran, bunların nedenlerini ve aralarındaki ilişkileri araştıran, bağlı oldukları yasaları belirlemeye çalışan nesnel birikim. İnsan için yaşam çevresini, giderek tüm evreni anlamak köklü bir ihtiyaçtır. Bilim arayışı, günlük sorunların dürtüsünden çok olup bitenleri öğrenme, anlama ve açıklama merakından kaynaklanan bir arayıştır. Büyü, Bilim ve Dinin tanımlarındaki altı çizili noktalara dikkatinizi çektikten sonra; Şeyler nerede, nasıl, ne zaman, niçin, hangi gereksinimlerden başlamış? Sorularının yanıtlarını birlikte Uygarlığın Seyir Defteri içinde arayabiliriz. ***- KÖSTEBEK...
Yılmazın son yazdıklarından sonra tartışmanın geldiği bu noktada. Rutkay Azizin ülkenin içinde bulunduğu durmun kısa bir özetini geçtiği konuşmasından paragrafları buraya aktarmakta yara var gibi görünüyor. *** "Gerçek sanatçılar, ülkesinin ve dünyanın gerçeklerine tanık olmakla yükümlüdür. Benim Türkiye'min gerçeklerine tanık olduğum olay; hukukun üstünlüğünün yittiği, adaletsiz bir kalkınma gidişinin hızla yol aldığı, "parasız eğitim" diye pankart açan genç arkadaşımın 16 ay tutuklu kalması ama Şili'de o çocukların devrim yapması... Dünyanın hiçbir ülkesinde kadın, çocuk bu kadar tacize, cinayete maruz kalmıyor. Dünyanın gerçeğine dönüyorsunuz: savaş çığlıkları, açlık, işgal, sömürü... Goethe'nin dediği gibi, "Dünyanın en tehlikeli hali, cehaletin örgütlü eyleme geçme halidir." Bu da benim ülkemin bir gerçeğidir." *** Konuşmada geçen "Gerçek sanatçılar" ın yerine -"BEN" i veya "HALK"ı koyup ... "yükümlüdürler" veya "YÜKÜMLÜYÜM"- diyebilmenin kavranması ve tüm topluma yayılması gerekiyor aslında...- Çılgın, Aptal, Aşk - Crazy, Stupid, Love (2011)
Yaşlanmak mı? Hadi Canım sende... Yorugunsundur, yorgun...- EVRİM KÖŞESİ_Yaşam Tarihinin Kilometre Taşları.
4.6 Milyar Yıl Önce: Güneş sisteminin ve dünyamızın başlangıcı 3.9 Milyar Yıl Önce: Dünya üzerindeki göktaşı bombardımanı sona erer. Kanıtlar yaşamın var olduğunu gösteriyor. 3.5 Milyar Yıl Önce: Fotosentez gerçekleştiren siyanobakterilerin varlığının kanıtı 2.7 Milyar Yıl Önce: Zara bağlı çekirdekle kaplı DNA’lar bulunduran ilk hücreler olan ökaryotların var olduğuna dair olası kanıtlar 2.5 Milyar Yıl Önce: Arkeyan devrinin sonu. Serbest oksijen atmosferde toplanmaya başladı. 1.2 Milyar Yıl Önce: İlk çok hücreli canlıların ortaya çıkışı 542 – 488 Milyon Yıl Önce: (Kambriyen Dönemi) Kambriyen patlamasının gerçekleştiği dönem, yaşam formlarının çeşitlenmesi 488 – 444 Milyon Yıl Önce: (Ordovisyen Dönemi) Omurgasızlar – özellikle eklem bacaklılar ve yumuşakçalar – denizlere hükmettiler. İlk toprak bitkileri ortaya çıktı. 359 – 299 Milyon Yıl Önce: (Karbonifer Dönem) Ormanlar, bataklıklar, tohumlu bitkiler, yosunlar ve kurtayakları, amniyotik yumurtanın kökeni ile aynı zamana rastlar. Böcekler yaygındır. 251 Milyon Yıl Önce: Permiyen dönemin sonunda dünyanın yüzleştiği en büyük kitlesel yok oluş gerçekleşti. Pek çok bitki ve böcekle birlikte deniz ve kara omurgalı türlerinin büyük bölümü yok oldu. 251 – 65 Milyon Yıl Önce: (Mesozoik Zaman) Bu dönem açık tohumlu bitkileri, sürüngenleri ve dinozorları kapsar. 251 – 200 Milyon Yıl Önce: (Triasik Dönem) Dinozorların ataları da dahil olmak üzere “büyük ölüm”den kurtulanlar yeniden kolonileşir. Açık tohumlulardan ve ağaçsı eğreltiotlarından oluşan ormanlar yaygındır. 200 – 146 Milyon Yıl Önce: (Jura Dönemi) Dinozorlar ve kozalaklı bitkilerin egemen olduğu dönem 146 – 65 Milyon Yıl Önce: (Kretase Dönemi) Ilık denizlerle özdeşleşen, ismini bugün bile varolan tebeşirimsi kayalardan alan, dinozorlar çağının sonu olan dönem. Çiçekli bitkilerin ortaya çıkışı (130 – 125 milyon yıl önce). 65 Milyon Yıl Önce: Dünyaya asteroid çarpar. Denizde yaşayan türlerin ve bazı kara türlerinin (modern kuşların atası olan dinozorlar dâhil) kitlesel yok oluşu. Memeliler çağının başlangıcı. 65 – 1.8 Milyon Yıl Önce: (Tersiyer Dönemi) Kuşlar, memeliler, böcekler ve çiçekli bitkiler yaygın ve gelişmektedir. 25 Milyon Yıl Önce: Günümüz ormanlarının oluşumu; iklimsel soğuma ve geniş yapraklı yaprak dökmeyenlerin alçak enlemlerde sabitlenmesi; çayırların oluşumu 20 Milyon Yıl Önce: En erken maymun türlerinden olan Proconsul bu zamanlarda ortaya çıktı. 5.3 – 1.8 Milyon Yıl Önce: (Pliyosen Evre) İnsanın muhtemel atası Australopithecus, Afrika’nın çeşitli bölgelerinde yaşadı. Ünlü iskelet “Lucy”nin 3.2 milyon yıllık olduğu tahmin ediliyor. 2.5 – 2 Milyon Yıl Önce: Homo familyasının ilk türleri Güney ve Doğu Afrika’da yaşadılar. 1.8 Milyon Yıl Önce: Homo erectus Doğu Afrika’da yaşadı, Afrika, Avrupa ve Asya boyunca yayıldı. 150,000 – 100,000 Yıl Önce: Afrika ve Avrupa boyunca göç eden homo sapiens’in ilk ortaya çıkışı. 100,000 – 40,000 Yıl Önce: Soyları tükenen Homo neanderthhalensis Avrupa ve Asya’da yaşadı. M.Ö. 384 – 322: Aristo’nun dönemi. Yaşam formlarının üremeden, muhakeme becerisine kadar karakteristik bedensel aktivitelerine dayalı değişmez yaşam hiyerarşisini tanımladı. 1651: William Harvey, embriyonun oluşumunu açıklayan ve embriyolojide çığır açan, On The Generation of Animals’ı (Hayvan Nesilleri Üzerine) yayınladı. 1745: Pierre Louis Moreau de Maupertuis çalışmaları ile doğal seçilim hakkında ipuçları sundu. 1749: Georges Louis Leclerc, Comte de Buffon, kitabı “Histoire Naturelle”i yayınladı. Kitapta insan ve maymun arasındaki benzerliklere ve ikisinin ortak bir atadan gelmiş olabileceğine değinilmişti. 1753: Species Plantarum’da, Carolus Linneaeus, bitkileri familya ve tür olarak çift isimli bir sisteme göre sınıflandırdı. Daha sonra aynısını hayvanlarda uyguladı. 1794: Charles Darwin’in büyük babası Erasmus Darwin şöyle yazmıştı: “sıcakkanlı hayvanlar, kendi kalıtsal faaliyetleri ile gelişimi sürdürme becerisine sahip olarak tek bir canlı liften doğmuşlardır.” 1795: James Hutton, jeolojik tekdüzelikçilik teorisini ortaya attı. 1798: Georges Cuvier, mamut ve Hint fili anatomisi hakkındaki çalışmasını yayınladı. Bulguları, türlerin nesillerinin tükenebileceğini öne sürüyordu. 1809: Charles Darwin, İngiltere’nin Shrewsbury kentinde, 12 Şubat’ta doğdu. 1809: Jean Baptiste Lamarck Philosophie Zoologique’de, organizmanın yaşam süresi boyunca meydana gelen kalıtsal değişikliklerin çevre tarafından şekillendirilebileceğini bildirdi. 1825: Darwin, Edinburgh Üniversitesi’ne kaydoldu. 1827: Darwin, Cambridge Üniversitesi Christ’s College’e kabul edildi. 1829: Jeolog Charles Lyell, Dünya’nın yüzeyinin kademeli ve sürekli olarak değiştiği fikrini savunduğu Principles Of Geology’i (Jeolojinin Prensipleri) yayınladı. 1831: Darwin, Cambridge Üniversitesi’nden mezun oldu. 1831: Darwin, 27 Aralık günü Beagle ile yolculuğa çıktı. İngiltere’ye 1836’da döndü. 1838: Darwin, Ekonomist Thomas Malthus’un popülasyon raporunu okudu. 1839: Darwin, Emma Wedgwood ile evlendi. 1842: Darwin, Downe köyündeki Down House’a yerleşti. Evrimci fikirlerinin 35 sayfalık bir taslağını hazırladı. 1844: Darwin, Türlerin Kökeni’nin 230 sayfalık elyazmasını tamamladı fakat yayınlamadı. 1856: Lyell’in tavsiyesi üzerine, Darwin, Doğal Seçilim adındaki “büyük kitap” projesini yazmaya başladı. 1858: Alfred Russel Wallace, Darwin’e, Darwin’in fikilerini yansıtan bir mektup gönderdi. Her ikisinin fikirleri de Linnean Society’de sunuldu. 1859: 24 Kasım’da, Londra’da Türlerin Kökeni yayınlandı. 1862: Darwin, Angraecum sesquipedale’ı (kuyruklu yıldız orkidesi) polen yayarak dölleyecek uzunlukta dile sahip bir güve olması gerektiğini öngörmüştü. 1865: Gregor Mendel, melez bezelye bitkileri üzerinde yaptığı deneyleri sundu (Darwin’den habersiz olarak). 1869: Johann Miescher, nüklein diye adlandırdığı ve daha sonradan DNA olduğu anlaşılan fosfor ve nitrojen zengini bir molekülü ayrıştırdı. 1871: Darwin, Descent of Man’i (İnsanın Türeyişi) yayınladı. 1882: Darwin 19 Nisan günü, 73 yaşında hayata gözlerini yumdu. Westminster Manastırında toprağa verildi. 1892: August Weismann, germ hücrelerinin (sperm ve yumurtalar) sonraki nesle aktarılan kalıtsal maddeyi taşıdığını savunduğu germ-plasm teorisini yayınladı. 1900: Birbirinden bağımsız çalışan Hugo de Vries, Carl Correns ve Erich von Tschemark, Mendel’in kalıtsal özellikler üzerindeki çalışmasını yeniden keşfettiler ve doğruladılar. 1903: Walter Sutton, kalıtsal kromozom teorisi hakkında ilk kez net açıklamalarda bulunan bir makale yayınladı. 1903: Darwin tarafından var olduğu öngörülen güve Madagaskar’da keşfedildi ve isim olarak Darwin’in onuruna Xanthopan morganii praedicta (praedicta = öngörülen) verildi. 1908: Godfrey Harold Hardy ve Wilhelm Weinberg birbirlerinden bağımsız olarak popülasyonda gen alellerinin sıklığı hakkında formül tanımladılar. 1910: Thomas Hunt Morgan, Mendel’in resesif özellikleriyle ilişkilendirdiği cinsiyete bağlı bir özelliğe sahip olan beyaz gözlü mutant Drosophila’yı keşfetti. 1913: Morgan’ın öğrencilerinden Alfred Sturtevant, bir meyve sineği kromozomunun ilk basit haritasını yayınlayarak genlerin gerçek olduğunu kanıtladı. 1925: Çok ses getiren bir duruşmada, insanların daha düşük hayvanlardan geldiğinin öğretilmesini yasaklayan eyalet kanununu çiğnediği gerekçesiyle öğretmen John Scopes, Tennessee mahkemesi tarafından mahkûm edildi. 1925: Raymond Dart, keşfettiği yeni bir tür ve insanın evrim ağacının kilit bir üyesi olan Australopithecus africanus’un fosilleşmiş kafatasını yayınladı. 1927: H.J. Muller, Drosophila’da deneysel bir mutasyon yaratmak için X-ışınlarını kullandı. 1928: Frederick Griffith’in streptokok bakterileri üzerindeki dönüşüm deneyleri, genetik materyalin protein olamayacağını gösterdi. 1930: Ronald Fisher, popülasyondaki genlerin dağılımının doğal seçilim tarafından nasıl değiştirilebileceğini gösteren matematiksel bir analiz yayınladı. 1931: Mısır üzerinde çalışan Harriet B. Creighton ve Barbara McClintock ve Drosophila üzerinde çalışan Curt Stern, genetik çaprazlanmanın ilk görsel doğrulamasını sağladılar. 1931: Sewall Wright, bir popülasyonun gen sıklığındaki “random drift” (alellerin bir nesilden diğerine aktarılmasının rasgele doğası) ve olasılık dalgalanmalarının evrimde kayda değer bir faktör olabileceğini gösteren çalışmasını yayınladı. 1941: George Beadle ve Edward Lawrie Tatum, bir gen / bir enzim hipotezini ortaya koydular. 1942: Julian Huxley, Evolution: The Modern Synthesis’i (Evrim: Modern Sentez) yayınladı. 1943: Salvador Luria ve Max Delbrück, sadece seçilimin değil, rasgele mutasyonların da bakterilerde dirence yol açabileceğini bildirdiler. 1944: Oswald Avery, Colin McLeod ve Maclyn McCarty, nükleik asitlerin kalıtım maddesi olduğunu öne sürdüler. 1952: Alfred Hershey ve Martha Chase’in gerçekleştirdiği blender deneyi genetik maddenin protein değil DNA olduğunu kanıtladı. 1953: James Watson ve Francis Crick, DNA’nın ikili sarmal yapısını saptadılar. Rosalind Franklin’in X-ışını difraksiyon görüntülerini kullandılar. 1958: Crick, bilgi akışının nükleik asitten proteine doğru olduğu fakat tersi olmadığı efsanevi “Merkezi Dogma”yı duyurdu. 1958: Matthew Meselson ve Franklin Stahl, DNA kopyalandığında yeni sarmalın bir eski, bir yeni DNA dizisinden oluştuğunu gösterdiler. 1964: Louis Leakey, bulduğu fosili insan türünün en eski üyesi olarak tanımladı ve Homo Habilis (Yetenekli İnsan) olarak adlandırdı. 1966: Francis Crick, Sydney Brenner ve Alan Garen genetik kodu çözdüler. 1970: Lynn Margulis, ökaryot hücrelerdeki bazı iç yapıların bağımsız organizmalar olduğunu öne sürdü. 1971/1972: Niles Eldredge “punctuated equilibrium” (sıçramalı denge) teorisini ortaya koydu. Teori daha sonra Stephen Jay Gould tarafından geliştirildi. 1977: Carl Woese ve George Fox, yaşamın üçüncü alanı archaebacteria’yı (artık çoğunlukla arkea olarak dile getiriliyor) tanımladıkları bir makale yayınladılar. 1983: Homeobox genleri keşfedildi. Homeobox proteinleri hayvanın beden planının geliştirilmesi sırasında belirli zamanlarda, belirli düzenlerdeki diğer genleri aktifleştirir. 1990: Birleşik Devletler tarafından federal düzeyde finanse edilen İnsan Genom Projesi (Human Genome Project) hayata geçirildi. 1996: Yetişkin bir hücreden klonlanan ilk memeli, Koyun Dolly. 1998: J. Craig Venter’a ait özel bir şirket olan Celera Genomics, insan genomunu da sıralayacaklarını açıkladı. 1999: İnsan Genom Projesi, insan kromozomunun ilk sırasını tamamladı. 2001: Nature (İnsan Genom Projesi tarafından rapor edildi) ve Science’da (Celera Genomics tarafından rapor edildi) insan genom dizisinin ilk işleyen taslağı yayınlandı. 2004: İnsan Genom Projesi, neredeyse tamamlanan insan genom dizisini bildirdi. Sonrasında özel şirketler özgün genomlar için tam dizileri yayınladılar. 2004: Jeologlar, Kambriyen patlamasından önceki fosillerle kayda değer farklılık gösteren Kambriyen döneminin hemen öncesindeki Ediacaran dönemin ismini onayladılar. 2006: Benjamin Voight ve meslektaşları, insanlık tarihi boyunca, insan genomunun büyük bir kısmının “seçilim baskısı” nedeniyle değiştiğini ortaya koyan verileri yayınladılar. Kaynağı: sciencenews.org- Kürtaj Günah mıdır? Gerekli midir? vs. vs...
Sevgili ftoyd; Düşünçelerine saygı duyuyorum ama konuya salt bu açıdan bakmanın eksik kalacağını düşünüyorum. Çünkü; insan yaşamı sadece günah ve sevap düzeyine indirgenemez. Fetüs aşamasını geçip yaşama tutunan insanların sonradan başına gelebilecek olumsuzlukları öne sürerek kürtaja karşı olmak tutarsız. Eğer annenin hayatı tehlikedeyse, annenin ölümünü, fetüsün ölümünden daha kötü olacağını göz ardı edemeyiz. Ayrıca çocuğun doğumu anne babanın hayatında çok büyük zorluklara sebep olacaksa (otizm, ya da doğumdan gelen sakatlık gibi) bu durumda kürtajın yaşanabilecek daha büyük sorunların önüne geçebilecek olacağını da göz ardı edilmemesi gerekiyor. Ancak hiç bir tıbbi gerekçe olmadan “Biz bu çocuğu istemiyoruz” bahanesi kabul edilebilir bir şey olamaz. İşte tam bu noktada Günah ve Cinayet olacağından bahsedilmesi mümkün. Çünkü; Dünyaya bir çocuk getirmek, çok büyük bir sorumluluktur. Çocuk yapmak, anlık bir karar ya da kaza eseri değil, enine boyuna düşünüp çiftlerin beraber karar alarak gerçekleştireceği bir eylem olmalıdır. - Allahın ''SÖZ''ü..
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.