GeceKuşu tarafından postalanan herşey
-
Nasrettin Hoca Fıkraları
Nasreddin Hocanın canı bir gün yahni ister. Kasaba gidip iki kilo et alır, eve gönderir. Hocanın karısı, yahniyi pişirirken komşuları çıkagelir. Misafire ikram edecek başka şeyi olmadığından yahniyi pişirip, komşularına ikram eder. Akşam olup da evine yorgun argın dönen Hoca, yahninin özlemiyle sofraya kurulur. Biraz sonra karısı Hocanın önüne bir tabak bulgur aşı koyar. Hoca kızar: " Hatun, hani bizim yahni?" Karısı misafire ikram ettiğini söylemeye cesaret edemez. " Hiç sorma efendi! Senin gönderdiğin eti kedi yedi, " der. Hoca sofradan kalkar. Kediyi tartar. Kedinin zayıflıktan bir deri bir kemik ve açlıktan bitkin halde olduğunu görür. Bir karısına bir kediye bakar. "Hatun, gerçekten eti bu bizim kedi mi yedi?" diye sorar. Karısı: " Evet Efendi! Bu utanmaz kedi yedi, " der. Hoca, koşarak el terazisini getirir. Terazinin bir gözüne kediye, öbür gözüne kilogramları koyar. Kedi tam iki kilo gelir. Hoca karısına sorar: " Bak hatun! Şu gördüğün bizim kedi tam iki kilo geldi. Aldığım et de iki kiloydu. --Bu tarttığım kedi ise, et nerede, yok bu tarttığım et ise, kedi nerede?" ****************************************************
-
Nasrettin Hoca Fıkraları
Çevresindekiler bir gün Hoca'ya takılır ve sorarlar. "Hocam senin evliyalar katında ulu bir kişi olduğun söylenir aslı var mıdır?" Hoca’nın böyle bir iddiası elbette yoktur ama bir kere soruldu ya cevaplar; “Her halde öyle olmalı.” der. Bunun üzerine Hocayı sıkıştırdıklarını düşünenler, "Böyle kişiler zaman zaman mucizeler göstererek bu özelliklerini herkese kanıtlar. -Hoca madem kabullendin göster bir mucize görelim! “ derler. Hoca; bozuntuya vermez, “Pekala simdi size bir numara yapalım” der. Karşısında durmakta olan çınar ağacına; “Ey ulu çınar çabuk yanıma gel!... “ diye seslenir. Tabii ne gelen ağaç var ne giden. Hoca yürümeye baslar ağacın yanına varır. Adamlar; “Ne oldu Hoca ağacı getiremedin, kendin oraya gittin! diye gülünce, Hoca; “ Bizde kibir yoktur” der, “dağ yürümezse abdal yürür.” ****************************************************
-
Nasrettin Hoca Fıkraları
Nasreddin Hoca ile arkadaşları Konya'da bir eve akşam yemeğine davet edilmişler. Ev eski ve ahşap, bastıkça tahtalar gıcırdıyormuş. Hoca "Evin tahtaları ses veriyor!" diye espri yapmış. Ev sahibi de gülümseyerek : -"Bizim ev pek sofudur, ara sıra zikreder!" deyince, Hoca lafı yapıştırmış : -"Ya aşka gelip secdeye varırsa!" ****************************************************
-
Nasrettin Hoca Fıkraları
Bir gün Nasreddin Hoca ve arkadaşları iddiaya tutuşmuşlar. Eğer Hoca karanlık ve soğuk bir gecede, sabaha kadar köy meydanında bekleyebilirse arkadaşları ona güzel bir ziyafet çekecekmiş. Şayet bunu beceremezse o, arkadaşlarına ziyafet çekecek. Kararlaştırılan gün Hoca meydanın ortasında, sabaha kadar tir, tir titreyerek beklemiş. Sonra yanına gelenlere : - Tamam demiş. İddiayı kazandım. - Ne oldu ne yaptın demişler. - Bekledim sabaha kadar demiş. - Hayır demişler. Sen uzaktaki bir mum ışığı ile ısınmışsın. İddiayı kaybettin! Ziyafetimizi hazırla. Hoca çaresiz kabul etmiş. Ziyafet vakti kocaman bir kazanın altına minicik bir mum koymuş. Güya yemek pişirecek. - Ne yapıyorsun? demişler. Kıs, kıs gülerek cevap vermiş : - Bu mum sıcağıyla size yemek pişireceğim arkadaşlar. Uzaktaki bir mum ışığıyla ben nasıl ısındıysam, bu kazandaki yemek de öyle pişecek!.. ****************************************************
-
Nasrettin Hoca Fıkraları
Biri hocaya: "Şu dünya ne kadar tuhaf. " demiş. Hoca aksakalını sıvazladıktan sonra: " Neresi tuhaf." diye sormuş. Adam: " Sabah oldumu insanların her biri bir tarafa gidiyor. Bazıları bu yana bazıları bu yana... Neden ki?" deyince Hoca çok fazla düşünmeden şu cevabı vermiş: "Neden olacak hepsi bir tarafa gitse dünyanın dengesi bozulurda ondan.". ****************************************************
-
Nasrettin Hoca Fıkraları
*** Eskiden takvim bugünkü kadar yaygın değilken, köylerde ancak önemli bazı olaylara göre zaman belirlenirmiş. Ramazan'da günleri şaşırmamak için Nasreddin Hoca zamanı belirlemek için bir çömlek alır bir yığın ufak taş toplar, Akşam olduğu zaman bu taşlardan bir tanesini çömleğe atarmış. Ramazan'ın kaçı olduğunu öğrenmek isteyince çömlekteki taşları sayarmış. Hoca'nın bu usulünü bilen bir arkadaşı Hoca'ya küçük bir şaka yapmak ister. Bir gün gizlice Hoca'nın taşları büyüklüğünde bir kucak taşı çömleğe boşaltır. Sonra doğruca Hoca'nın yanına gider ve sorar: " Hocam, bugün Ramazan'ın yirmi dördü mü, yirmi beşi mi? Arkadaşlarla bir karara varamadık. Bana Hoca'ya git danış. O bilir, dediler." Hoca: " Olur, şu bizim çömleğe bir bakalım," der. Hoca., çömleğin yanına gider. İçindeki taşları saymak için boşaltır. Hayretler içinde kalır. Taşları sayar, tam 124 tane taş vardır. Kendi kendine: " Allah Allah! Hiç böyle şey olmaz! " diye söylenir. Soru soran adamın yanına geri gelir: "Bugün Ramazan'ın altmış ikisi "der. Adam: " Aman Hocam! Hiç böyle şey olur mu? Hiç ay altmış iki çeker mi? " deyince, Hoca: " Sen gene şükret, ben insaflı davrandım da yarısını söyledim. Benim çömleğin hesabına kalsaydı bugün Ramazan'ın yüz yirmi dördü idi." der ****************************************************
-
Nasrettin Hoca Fıkraları
Bir gün Hoca'nın bulunduğu bir sohbette sormuşlar: - "Hocam, adam olmanın yolu nedir?" Hoca düşünceli düşünceli, başını bir o yana bir bu yana sallayarak - "Söyleyen olursa dinlemeli, dinleyen olursa söylemeli" demiş ****************************************************
-
Nasrettin Hoca Fıkraları
*** *** Hoca, bir gün kırlardan topladığı çalı çırpıyı eşeğine yükleyip evine götürürken : -Acaba, yaş çırpı da kurusu gibi yanar mı? diye düşünür. Merakından çakmağını çakar ve alevi Eşşeğin sırtındaki çalı çırpıya dokundurur. Aralarında kuruları da bulunan çalı çırpı hemen alev alır. Eşekte bir korku, bir telaş, huzursuzluktur başlar. Anıra anıra, çifte ata ata dört nala koşmağa başlar. Hoca da arkasından olanca gücüyle bağırır : -Aklın varsa göle koş! ****************************************************
-
Nasrettin Hoca Fıkraları
*** Nasreddin Hoca'nın evine tüccar arkadaşı misafir olmuş.Hoca ona mantı pişirip getirmiş. Arkadaşı acele edip mantıyı hemen ağzına atınca boğazı yanmış. Boğazının yandığını belli etmemek için başını tavana doğru dikmiş ve yanmanın etkisi gidince de başını tavandan indirmeyip sormuş : -Hocam bu tavanı ne zaman yaptınız. Hoca hemen yanıtlamış: -Boğazıma ateş düştüğü zaman, demiş. ****************************************************
-
Nasrettin Hoca Fıkraları
*** Bir gün Nasrettin Hoca'ya - Hocam bal ile sirke uyuşmaz derler, derler. - Nasıl uyumasın der? der ve gider yarım okka bal yer yarım okkada sirke içer. Yüzünün yemyeşil olduğunu görenler sorar. - Bal ile sirke birbiri ile anlaşamadı değil mi? Hoca hiç mertliği elden bırakmaz. - Yoo, onlar anlaştılar anlaşmasına da şimdi beni aradan çıkarmaya çalışıyorlar. ****************************************************
-
Evrimi Anlamak_Evrimsel Düşüncenin Tarihi
*** Evrimsel Düşüncenin Tarihi : 1900’lerden Günümüze *** Genetik Benzerlikler : Wilson, Sarich, Sibley ve Ahlquist ....... Vincent Sarich .............. Allan Wilson 1950’lerde bir biyolog bir kuşun diğeri ile akrabalığını araştırmak için, onların anatomik benzerlik ve farklılıklarını dikkatli bir şekilde incelemek zorundaydı. Ancak bugün aynı problem üzerinde çalışan bir bilim insanı anatominin yanı sıra, anatominin de inşa edildiği direktifleri yollayan genetik şifreyi kullanabilir. DNA dizilimi nesiller arasındaki kalıtsal bağları oluşturur, dolayısı ile evrimsel akrabalıkları inceleyen bilim insanlarının gün be gün bu ilişkileri ortaya koyan DNA’ya yaklaşmaları hiç de şaşırtıcı değildir. Fakat bütün organizmaların genomlarının (*) okunması DNA’nın 1950’lerde ki keşfinin hemen ardından gerçekleşmemiştir. Bilim insanları ufak adımlarla hedeflerine yaklaşmışlardır. Bilim insanları öncelikle DNA ürünleri olan proteinleri (*) inceleyerek gen dizilimlerine yoğunlaşmışlardır. Sonuçta eğer iki tür yakın olarak akraba ise benzer gen dizilerine sahip olmaları gerekmektedir, dolayısı ile benzer proteinler yapmalıdırlar. O yüzden 1970’lerden önce, evrim çalışmalarında proteinler genlerin yerine kullanılmışlardır. Benzerliklerin bulunmasında antikorların kullanılması Araştırmacıların protein benzerliğini değerlendirdiği yöntemlerden bir tanesi bağışıklık sisteminin yabancı proteinleri tanıma yeteneğinin kullanılması idi. Örneğin bir tavşanın bağışıklık sistemi bir insan proteinini yabancı bir protein olarak algılayacak ve o proteine özgü antikorlar yaparak saldırıya geçecektir. Aynı tavşan antikorları, benzer proteinlere tabi tutulursa (mesela şempanze proteinleri) muhtemelen yine saldıraya geçecektir. Bu iki yabancı protein birbirine ne kadar yakınsa, ikinci proteine karşı antikor saldırısı o kadar güçlü olacaktır. Bu tekniğin değişik çeşitleri 1904’ler gibi erken tarihlerde kullanıldıysa da, daha hassas yöntemler 1960’lar da geliştirilmişti. Bu hassas yöntemler, insanlar ile diğer insansı maymunların proteinleri arasındaki dikkat çeken benzerliği ortaya çıkarmıştır. Vincent Sarich ve Allan Wilson , diğer araştırmacıların çalışmalarından da yararlanarak; daha az protein benzerliği gösteren türlerin daha yakın zamanda ayrıldığı varsayımında bulunarak, insanların, şempanzelerin ve gorillerin tahmin edilenden çok daha kısa bir süre önce, sadece 5 milyon yıl önce, yaşamış ortak ataya sahip olduğunu öne sürmüşlerdir. Zamanda geriye gidiş ve primatların soyoluş şeması bağışıklıkbiliminin verileriyle yapılmıştır. Benzerliklerin bulunmasında DNA’nın kullanılması DNA kimyası çalışan bilim insanları gerçek dizilimlere daha da yaklaşmışlardır. Charles Sibley ve Jon Alquist DNA-DNA melezleşmesi(*) (sağdaki şema) denilen bir yöntemle evrimsel akrabalıkların araştırılmasında DNA kinetiğinin kullanılmasına öncülük etmişlerdir. Her DNA molekülü iki nükleotit(*) zincirinden oluşur. Eğer bu zincirler ısıtılırsa biribirlerinden ayrılırlar, soğuduklarındaysa nukleotitlerin çekimleri zincirleri tekrar biribirine bağlar. Farklı türleri karşılaştırmak için, bilim insanları DNA’yı küçük parçalara keserler, zincirleri biribirinden ayırır ve DNA’ları karıştırırlar. İki farklı türün DNA’sı biribirine bağlandığında, türlerin genetik farklılıkları nedeniyle tam olarak biribirine uymaz. Farklılık fazlalaştıkça DNA zincirleri arasındaki bağ da zayıflar. Bu zayıf bağlar çok az bir ısı ile kırılabilirken, daha yakın türlerin DNA’larının oluşturduğu bağlar için daha yüksek ısı gerekir. DNA melezleşmesi farklı türlerin DNA’larının ne kadar benzer olduğunu ölçebilir. Benzerlik arttıkça DNA melezleri daha yüksek sıcaklıkta erirler. Bu teknik primatların akrabalık derecelerinin anlaşılması için uygulandığında; şempanzelerin insanlara, orangutanlardan ya da gorillerden daha yakın olduğunu ortaya koymuştur. DNA-DNA melezleşmesi verileriyle insan ve yakın akrabaları arasındaki evrimsel ilişki hipotezleştirmesi. DNA dizilimini otomatik olarak yapan makina(PCR). Bu dizilimler kolayca evrimsel araştırmalar için kullanılır. DNA dizileme İlk DNA dizileme yöntemleri 1970lerde keşfedilmişti ancak dizileme için hazır, saf DNA üretmek zordu, bu da DNA dizilim okuma işini, dizi elde etmek için kullanılan dolaylı yöntemlere göre daha zahmetli ve zaman alıcı hale getiriyordu. Fakat 1980’lerin sonunda, bilim insanları çok küçük miktardaki DNA’nın çok çok fazla kopyasının yapılmasını sağlayan bir yöntem geliştirdiler, bu keşif DNA dizilimi okuma üzerine yapılan çalışmalarda bir patlamaya yol açtı. Araştırmacılar, evrimsel akrabalık çalışmalarında dizilimlere ciddi bir kanıt kaynağı olarak güvenmeye başladılar. Genlerin diziliminin okunması her geçen gün daha kolay hale gelir görünmektedir. On yıl önce, 10 baz(*) çiftinin dizilimini okumak bir saat sürebilirdi. Bugün sıradan bir laboratuvar 100 baz çiftinin bir saat içerisinde dizilimini okuyabilir, son teknolojiye sahip yerler ise bir dakika da yüzlerce baz çiftinin dizilimini okuyabilirler. Şu anda genetik şifrenin içerisinde yüzüyoruz; insan genomunun temel bir haritasına sahibiz, başka pek çok organizmanın genomlarını biliyoruz. Fakat DNA dizilimi tek başına biyologların sorularını cevaplamaktan uzaktır ve bir genin dizilimini bilmek, onun aslında ne yaptığını ve nasıl yaptığını bilmek anlamına gelmiyor. DNA dizilimi sadece evrimsel akrabalıkların aydınlatılması için kullanılan kanıtlar sağlar. Örneğin, insan ve şempanze DNA’ları %98 aynıdır ve genetik dizilimi okuma bize bu ufak farklılıkların nerelerde olduğunu söyleyebilir. Ama anatomi, davranış çalışmaları ve gelişimsel çalışmalar aynı zamanda farkılılıklarımızı, benzerliklerimizi ve ortak evrimsel tarihimizi derinlemesine anlamak için çok önemli veriler sunar. *** Notlar: (*) Genom : (ing. genome) Bir canlının taşıdığı bütün genetik bilgi. (*) Protein : (ing. protein) Amino asit dizilerinden oluşmuş bir molekül. Yaşam için en önemli moleküller arasında olan proteinleri oluşturan amino asitlerin dizilimleri DNA diziliminde kodlanır. (*) Melezleşme : (ing. hybridization) İki farklı ebeveyn formunun birlikte döl vermesi. Örneğin, birbirinden farkı ayırdedilebilen iki bitki türü birbirlerini döller ve sonuçta oluşan bitki hayatta kalabilir ve üreyebilirse bu iki bitki türü melezleşmiş olurlar. Melezleşme türler arasında gen akışına sebep olabilen bir süreçtir. (*) Nükleotit : (ing. nucleotide) DNA’nın yapıtaşlarıdır. Nükleotit zinciri DNA’yı oluşturur. Bir nükleotit şeker, fosfat ve baz üçlüsünden oluşur. (*) Baz : (ing. base) DNA'nın bilgiyi kodlayan kısmı, genetik şifrenin harfleri. DNA'nın bir bölgesindeki bazların dizilimi (yani A'ların, T'lerin, G'lerin ve C'lerin dizilimi) DNA'nın ne iş yaptığını belirler. Örneğin bu DNA bölgesi bir proteini kodluyor olabilir, bir başka geni etkinleştiriyor olabilir vb... Protein kodlayan bölgelerde her üç baz çifti bir tek amino asidi kodlar. Örneğin, ATG baz dizilimi, metionin adı verilen bir amino asidi kodlar. Bir DNA ipliğinde bazlar, çiftler halinde bulunur ve karşılıklı dizilirler: A bazı T bazı ile, G bazı ise C bazı ile eşleşir. ***
-
Evrimi Anlamak_Evrimsel Düşüncenin Tarihi
*** Evrimsel Düşüncenin Tarihi : 1900’lerden Günümüze *** 21. Yüzyıl için Evrim ve Gelişim: Stephen Jay Gould ********1920’lerde Ernst Haeckel’in biyogenetik kanunu’nun çürütülmesi ile embriyolar üzerinde yapılan evrimsel çalışmalar on yıllar boyunca sadece entellüktüel seviyede devam etti. Haeckle’in bireyoluşun (*) soyoluşu özetlediği kavramı derin bir şekilde yaralanmıştı ama en azından açık sözlüydü. Embriyolar ve evrim üzerinde çalışmaya devam eden az sayıdaki araştırmacı evrimsel değişim hakkında karmaşık bir yığın veri öne sürmekteydi ve bunun için yine aynı karmaşıklıkta isimler türetmekteydiler, örneğin paedomorfosis (gençtiplileşme (*)), proterogenesis, filoembriyogenesis (embriyosoyoluşu). Çoğu embriyolog bunun yerine evrimsel imalardan uzak kendi başına bile zor bir soru olan embriyoların nasıl geliştiği üzerine odaklanmayı seçtiler. Bu sırada evrimsel biyologlar, enerjilerinin çoğunu yeni filizlenmekte olan genetik alanına yoğunlaştırdılar. Evrim tekrar gelişim ile buluşuyor ********Evrimsel zaman kapsülleri olarak embriyolara herkesten daha fazla paleontolog Stephen Jay Gould dikkat çekmiştir. 1977’ de yayımladığı Bireyoluş ve Soyoluş (*) isimli kitabında bu karmaşaya yol açan bilimsel çalışmaların tarihsel bir sıralamasını ortaya koymuştur. Ancak aynı zamanda bu bolluğun bazı basit prensipler ile organize edilebileceğini de göstermiştir. Gelişimin zamanlamasının, radyoda bulunabilecek tarzda (şekil), iki düğme ile ayarlanabileceğini düşünün. Bu düğmelerden bir tanesi organizmanın gelişim hızını kontrol ederken, diğeri zaman içerisinde hangi şekil değişimleri geçireceğinin hızını kontrol etsin. Rasgele mutasyon, her iki düğmenin de ayarını değişterebilecek, dolayısı ile türlerin embriyolarının gelişme hızlarını arttıracak ya da düşürecek bir olgudur. Bu tip ayarlamalar bir organizmanın tüm vücudunda ya da herhangi bir organında değişikliğe yol açabilirler. Eğer evrim, semenderin biçim değişim oranını yavaşlatmış ancak geri kalan her şeyi aynı bırakmış olsaydı sonuçta ortaya bir aksolot (tatlı su semenderi) çıkardı. Gelişmekte olan Drosophila embriyosunun yaşamının ilk dört saati süresince hairy geninin (koyu bantlar) anlatımını gösterir (dört basamak). Farklı türler aynı genleri azıcık zaman farklarıyla açarlar. D kutusunda okla gösterilen girinti, sonunda baş ve gövdeyi birbirinden ayıracaktır. Gelişimsel değişimler için genetik tetikleyiciler ********Zamanlamadaki bu değişimler bir bütün olarak farklızamanlama(*) olarak bilinir. Ayrıca çok sayıda ve etkili oldukları kanıtlanmıştır. Ancak Gould biliyordu ki, farklızamanlama için gerçek açıklama metamorfik radyo düğmelerinde değil bu düğmeleri etkileyen genlerde bulunabilirdi. Bireyoluş ve Soyoluş’un yayınlandığı dönemde, biyologlar gelişime (*) katkıda bulunan genleri ilk defa izole etmeye başlamışlardı. O zamandan beri, bu genlerin gönderdiği diğer genleri tetikleyen sinyallere yani embriyonik hücrenin çoğalmasını, ölmesini, yeni bölgelere sürüklenmesini ya da bir araya toplanmasını bu genlerin nasıl etkilediklerine dair daha iyi bir bakış açısı kazandırdılar. ********Bu yeni bilim çağının şafağında, Gould farklızamanlama ve benzer evrimsel değişimlerin vücudun değişik bölgelerini inşa eden genler tarafından yönlendirilmediğini öngördü. Onun görüşüne göre, embriyoların evriminden, genleri kontrol eden genler sorumluydu. Gould’un öngörüsünün doğruluğu bugün gösterildi. Örneğin 2000’de Junhyong Kim ve Yale’den biyolog arkadaşı, çok önemli bir gelişimsel genin aktif hale geçme zamanını meyve sineği Drosophilia melanogaster ve iki yakın akrabası D. simulans ve D. pseudoobscura’da karşılaştırdılar. Deney sonunda söz konusu genin proteinlerini yapmaya D. pseudoobscura’da D. melanogaster’den 24 dakika sonra başladığını buldular. Aynı zamanda D. simulans’ın geninin en başta harekete geçtiğini ve 14 dakika daha önce aktif hale geldiğini tespit ettiler. Bu üç türdeki gelişimsel genler aynı olsa da zamanlamada ki bu değişim anatomik değişimlere yol açmaktadır. Bilim insanları düzenleyici genleri izole etmeye başladıktan sonra, onların ne kadar güçlü ve evrimin yönü üzerinde ne kadar uzun zamandır etkili oldukları konusunda çok şaşırmışlardır. *** Notlar: (*) Bireyoluş : (ing. ontogeny) Bkz. gelişim (*) Gelişim : (ing. development) Bir organizmanın yaşamı boyunca geçirdiği değişimler; bir zigotun erişkin bir organizmaya dönüşmesi ve sonunda yaşlanıp ölmesinde rol alan süreçler. (*) Soy : (ing. lineage) Kendi içinde kesintisiz bir ata-torun ilişkisi ile bağlı bulunan popülasyon, organizma, hücre ya da gen serileri. (*) Soyoluş : (ing: phylogeny) Organizmalar arasındaki evrimsel ilişkiler; canlıların evrimsel geçmişlerindeki soy dallanma desenleri. Soyoluşlar sıklıkla birbirlerine yakın akraba olan canlıların "aile ağaçları" olarak kullanılırlar, ama bütün yaşam formları arasındaki ilişkileri de bir soyoluş ile göstermek de mümkündür. Daha detaylı bilgi için Evrim 101 başlığındaki soyoluş sayfalarına bakınız. (*) Gençtiplileşme : (ing. paedomorphosis) Atasal gençlik döneminin bazı özelliklerine sahip ve ancak üreme sistemi olgunlaşmış bir ergin olmak. Gençtiplilik değişimi, “çocuk tipli” bir yetişkin olan organizmanın gelişim dönemindeki bir evrimsel değişimdir. (*) Farklızamanlama : (ing. heterochrony) Bir gelişimsel olayın zamanlamasındaki evrimsel değişim. Örneğin bir türün atalarına göre daha erken cinsel erginliğe erişmesi farklızamanlamadır. ***
-
Evrimi Anlamak_Evrimsel Düşüncenin Tarihi
*** Evrimsel Düşüncenin Tarihi : 1900’lerden Günümüze *** İçortakyaşam: Lynn Margulis Margulis, siyanobakteriden (üstte) evrilen kloroplast (altta) hipotezini ileri sürmüştür. ********Modern Sentez zaman içerisinde doğal seçilimin mutasyon üzerinde etki göstererek yeni uyarlanımlar ve yeni türler ortaya çıkarabileceği fikrini oluşturmuştu. Ancak bu yeni soyların ve uyarlanımların sadece eski dallanmalardan ya da eski soyların genlerinin aktarılması yoluyla oluştuğu anlamına mı gelmekteydi? Bazı araştırmacılar bu soruya “hayır” yanıtını verdiler. Evrimci Lynn Margulis, yaşamın tarihinde yaşanan büyük bir organizasyonel olayın muhtemelen iki ya da daha fazla soyun ortakyaşam ile bir araya gelmesini gerektirdiğini göstermiştir. Ortakyaşayan mikroplar = Ökaryot hücreler mi? ********1960’ların sonuna doğru Margulis(solda) hücrelerin yapıları hakkında çalışmaktaydı. Mitokondri, örneğin metabolizma için, gerekli eneriyi üreten kıvrımlı yapılardır. Margulis’ e göre bunlar tıpkı bakterilere benziyorlardı. Bayan Margulis, 1800’lerde mitokondrinin keşfinden beri bilim insanlarının bu benzerlikten çok etkilendiklerini biliyordu. Hatta bazıları mitokondrilerin hayvan ve bitki hücrelerinde kalıcı bir ortakyaşam sürdüren bakteriler olduğunu öne sürmekteydi. Tüm bitki hücrelerinde de aynı paralellikte örnekler vardı. Alg ve bitki hücreleri fotosentezi gerçekleştiren ikinci bir yapı seti taşıyorlardı. Kloroplast (*) olarak bilinen bu yapılar güneşten gelen ışık enerjisini yakalıyorlardı. Bu enerji, su ve karbondioksit kombinasyonuyla organik maddenin elde edildiği biyokimyasal tepkimeyi yürütüyordu. Kloroplastlar, mitokondriler gibi bakterilere etkileyici bir benzerlik gösterirler. Bilim insanları, kloropalstların (aşağıda sağda), mitokondriler gibi ortakyaşamcı bakterilerden, özellikle tatlı su ve okyanuslarda yaşayan ışık yakalayabilen küçük organizmalar olan siyanobakterilerden (yukarıda sağda) evrildikleri konusunda ikna oldular. ********Margulis çalıştığı profesörlerden biri kloroplastların içinde DNA gördüğünde Margulis hiç şaşırmamıştı. Sonuçta bu , ortakyaşamcı bir eşten beklenmesi gereken bir şeydi. Margulis 1960’ların geri kalan kısmını, ortakyaşamın hücrenin evriminde farkına varılmamış fakat ana kuvvetlerden biri olduğu konusundaki, tezini güçlendirmeye çalışarak geçirdi. 1970’de tezini, “ökaryotik hücrenin kökeni”ni yayımladı. Mitokondrinin tifüse neden olan bakteriyle yakın akraba bir bakteriden türemiş olduğu düşünülüyor. Genetik kanıt ********1970’lerde bilim insanları farklı türlerin genlerini karşılatırmak için yeni cihazlar ve metodlar geliştirdiler. Dalhousie Üniversitesi’nde biri Carl Woose tarafından diğeri de W. Ford Doolittle tarafından yönetilen iki mikrobiyolog ekibi, bazı alg türlerinin kloroplastlarındaki genler üzerinde çalışma yapmaktaydı. Kloroplastların içerdiği genlerin alg çekirdeğinde bulunan genler ile çok az bir benzerlik içerdiğini buldular. Kloroplast DNA’sının siyanobakter DNA’sı olduğu ortaya çıktı. Aynı zamanda mitokondri DNA’sının tifüse yol açan bir bakteriye benzediği de ortaya çıktı (yandaki fotoğraf). Margulis erken dönem ortakyaşamın çekirdekli hücrelerin ortaya çıkmasına öncülük ettiğini ileri sürdü. Örneğin, spirochete diye alandırılan spiral şekilli bakteriler, mitoz ile bölünen tüm organizmalara dâhil olmuştur ve zamanla sperm gibi hücrelerde kuyruk oluşumlarına yol açmıştır. Çoğu araştırmacı bu iddiaya şüpheyle yaklaşmaktadır. ********Ortakyaşamcı olayların, yaşamın pek çok formunun oluşumunda ve karmaşıklığında çok büyük bir etkiye sahip olduğu ortaya çıkmıştır. Algler bakteriyel ortaklarını yutmuşlar ve birlikte başka bir tek hücreli olmuşlardır. Çekirdekli hücreler çoğunluka çekirdeksizlere nazaran daha sıkıca bağlanmış topluluklardır. Evrim bir zamanlar inanılandan daha esnektir. İçortakyaşam hipotezi genetik dizilime dayanan soyoluşsal analizle desteklenmiştir. *** Notlar: (*) Kloroplast : (ing. chloroplast) Bitkilerde ve fotosentez yapan protistlerde bulunan, güneş enerjisini (güneş ışığını) kullanarak karbondioksit ve oksijenden organik maddeler üreten hücre organeli. ***
-
Evrimi Anlamak_Evrimsel Düşüncenin Tarihi
*** Evrimsel Düşüncenin Tarihi : 1900’lerden Günümüze *** Radyometrik Tarihlendirme: Clair Patterson Radyoaktif elementler bozunur ve bir yandan enerji, bir yandan da parçacık salarlar. Ondokuzuncu yüzyıl yerbilimcileri, kayaların, dağlar erozyona uğradıkça ve tortuları okyanus tabanında biriktikçe yavaş yavaş oluştuklarını anlamışlardı. Ancak bu sürecin ne kadar zamanda gerçekleştiğini dolayısı ile barındırdıkları fosillerin yaşlarını bilmiyorlardı. Darwin kendi evrim kuramının gerçekleşmesine imkan verecek şekilde, yerkürenin fazlaca yaşlı olduğunu öne sürmüştü. Büyük fizikçi Lord Kelvin ise dünyanın görece genç, muhtemelen 20 milyon yaşında olduğunu savunuyordu. Bunun sebebi, gezegenin ergimiş halden bugün ki sıcaklığına ulaşması için gereken zamanı hesaplamış olmasıydı. Ancak Kelvin, dünyayı bugün olması gerekenden daha sıcak tutan uranyum benzeri radyoaktif maddelerin varlığından haberdar değildi ve olamazdı. Daha yaşlı bir yerküre Yirminci yüzyılın şafağında, fizikçiler devrimci bir buluş yaptılar; elementler sonsuz değildi. Atomlar yeni elementler oluşturacak şekilde birbirleriyle kaynaşabiliyorlardı, aynı zamanda atom altı parçacıklar saçarak ve bir elementten diğerine geçerek parçalanabiliyorlardı (sağdaki şekil). Bu keşfi bazı fizikçiler nükleer silahlardan nükleer ilaçlara kadar değişen yelpazede kullanırken başka fizikçilerse bunu doğayı anlamak için kullandı. Güneşin bir zamanlar kömür alevi gibi yandığı düşünülürdü ancak fizikçiler, güneşte enerjinin atomların biribirine çarpması ve yeni elementleri oluşturması ile ortaya çıktığını gösterdiler. Yerküreyi oluşturan ilksel toz bulutu, radyoaktif izotoplar olarak bilinen kararsız atomlar içeriyordu. Bu kararsız atomlar doğumundan bu yana devamlı parçalanıp enerji salarak yerkürenin sıcaklığının korunmasıda yardımcı olmuşlardır. Bilim insanları yerküremizdeki kaya tabakalarının yaşlarını ölçerken radyometrik tarihlendirmeyi kullanırlar. Radyoaktivite aynı zamanda yaşamın tarihine kesin bir de takvim vermiştir. Kayalarda bulunan bu tip parçalanmaların ürünleri olan atomları ölçerek fizikçiler yaşlarını kestirebilmektedirler. Ve bu atomların, meteoritlerdeki atomlara oranlarını karşılaştırarak yerkürenin tüm güneş sistemi ile birlikte ne zaman oluştuğunu tahmin edebilmektedirler. 1956’da Amerikali yerbilimci Clair Patterson yerkürenin 4,5 milyar yaşında olduğunu duyurmuştur. Darwin sonunda arzuladığı zamansal bolluğa kavuşmuştur. Kadim yaşam Radyoaktif saatin evrimsel tarihe yerleştirdiği tarihler inanılmazdır. Hayat en azından 3,5 milyar yaşındadır ve bundan 600 milyon yıl önce gezegen mikroplar tarafından istila edilmişti. Radyoaktif saatler evrimin hızının değişebildiğini göstermiştir. Yaklaşık 535 milyon yıl önce Kambriyen patlamasıyla bu devir görece hızlı bir şekilde pek çok başlıca hayvan soyunun birkaç milyon yıl içerisinde ortaya çıkışını görmüştür. 150 milyon yıl boyunca kemirgen boyutlarında küçük hayvanlar olan memeliler, 65 milyon yıl önce meydana gelen Cretaceous-Tertiary yok oluşundan sonra muazzam boyutlara hızla evrilmişlerdir. Jeolojik tarihleme, devamlı ortaya çıkan yeni yöntemler ile yaşayan bir bilim dalı olmaya devam etmektedir. Bu yöntemlerden bazıları bizim hominid atalarımızın evriminin izini sürmeye yardım etmiştir; anatomik olarak modern insanlar bundan 100.000 yıl önce evrilmişlerdir. Bu durum, yerkürenin yaşının sanılanından yirmi kat fazla bir süre olmasına rağmen, jeolojik olarak bir göz kırpmasına eşdeğerdir. ***
-
Evrimi Anlamak_Evrimsel Düşüncenin Tarihi
*** Evrimsel Düşüncenin Tarihi : 1900’lerden Günümüze *** DNA, Evrimin Dili: Francis Crick ve James Watson ********Bugünün dünyasında en ünlü molekül DNA olabilir ancak biyoloji tarihinde DNA’nın bilim insanlarının dikkatini biraz geç çektiğini söyleyebiliriz. DNA keşfedilmeden yaklaşık yüzyıl önce, Gregor Mendel kalıtımın temelinde yatan düzenin bazı noktalarını ortaya çıkarmıştı. 20. yüzyılın başlarında, bilim insanları benzer prensipleri tekrar ortaya koydular, Mendel’in çalışmalarını tekrardan keşfettiler ve fark ettiler ki yaşam bir şekilde genler üzerine kodlanmıştı. Bu genlerin nelerden oluştuğu bir bilinmeyen olarak duruyordu ancak bu bilim insanlarını, genlerin ve mutasyonların dinamiğini ve doğal seçilim yolu ile yeni yaşam biçimlerinin nasıl oluştuğunu araştırmaya başlamaktan alıkoymadı. Son elli yıldır evrimsel çalışmaların büyük kısmının üzerine kurulduğu evrimin “Modern Sentez”i, DNA keşfedilmeden yıllar önce ortaya konmuştu. DNA’nın yapısı ********Ancak unutulmamalıdır ki, DNA’nın keşfi evrimin araştırılması çalışmalarında devrimsel bir adım olmuştur. Evrim biyologları Modern Sentez fikrini şekillendirirlerken, dünya üzerindeki genetikçiler ise hırsla genetik bilgiyi taşıyan molekülü arıyorlardı. Hücrelerin, proteinler ve nükleik asitler gibi çok çeşitli moleküller içerdiklerini biliyorlardı. Ancak hangisi bilgi taşıma kapasitesine sahipti ve yeni hücrelere kopyalanıyordu? Deneyler, nükleik asitlerin kalıtsal özellikleri etkileyebileceğini gösteriyordu. James Watson isminde genç bir Amerikalı genetikçi, nükleik asitlerin gerçekten de genleri taşıyıp taşımadığını anlamanın tek yolunun yapılarını ortaya çıkarmak olduğunu fark eden araştırmacılardan birisiydi. birisiydi ********Bu oldukça zorlu bir görevdi çünkü bilim insanlarının molekülleri görebilmelerinin tek yolu üzerlerine x-ışını gönderip yansıyan atomların bir film parçası üzerine belirgin örüntülerde düşürülmesini sağlamaktı. Watson, Rosalind Franklin ve diğerlerinin toplamış oldukları x-ışını verilerini analiz etmek amacıyla Cambridge Üniversitesi’nden Francis Crick (sağda) ile bir araya geldi. Ve çok hızlı bir şekilde, 1953 yılında Watson ve Crick, pirinç levhalar, tutturucular ve diğer bazı laboratuvar gereçlerinden bir model yarattılar. Çalışırlarken fark ettiler ki, nükleik asitler; fosfatlar ve şekerler kenarları, baz olarak bilinen organik yapılar ise basamakları oluşturarak, burkulmuş bir merdiven şeklinde dizilmişlerdi. Yıllar sonra, DNA’nın çift sarmal yapısını gösteren bu çılgınca gelen buluşları dolayısıyla Nobel Ödülü’ne hak kazanmışlardı. Yaşamın yemek kitabı ********Takip eden yıllarda, Watson, Crick ve diğerleri DNA’nın temel olarak nasıl çalıştığını ortaya çıkardılar. Her bir genin aralıksız süren baz çiftlerinden oluştuğunu fark ettiler. Genin tek-zincir kopyası oluşturuluyor (Messenger RNA olarak biliniyor) ve hücre içerisinde ribozom adı verilen protein üretme fabrikalarına aktarılıyordu. Burada, bazların dizilimi yeni bir proteini oluşturacak amino asit zincirinin yapılanmasını belirliyordu. Bir hücre bölünürken, çift zincir bir fermuar gibi açılıyor ve DNA eşleniyordu. Bu yaşamın yemek kitabıydı. DNA’yı kullanmak ********DNA’nın keşfiyle, evrimsel biyolojide bir devrim yaşanmış oldu. Araştırmacılar, mutasyonların “yemek kitabındaki” yazımda değişikliklere yol açtığını fark ettiler. Tek bir baz çifti değişebilir ya da bir grup gen de ikinci kez yazılabilirdi. Organizmaya seçilimsel bir yarar sağlayan mutasyonlar zaman içerisinde daha yaygın görülüyorlardı ve bu mutant genler eski sürümlerinin ortadan kalkmalarına neden olabilirlerdi. ********DNA’nın keşfi sayesinde bilim insanları için sadece genlerin tanımlanması değil aynı zaman da her bir bazın da tanımlanması mümkün. DNA’nın keşfinden önce bilim insanları, evrimsel yaşam ağacını oluştururken yalnızca değişik türlerin vücutlarını ve hücrelerini karşılaştırabiliyorlardı. Şimdi ise, milyarlarca yıl öncesinden dallanan yaşamın farklı akış yollarının genetik şifrelerini de karşılaştırabilirler. ***
-
Evrimi Anlamak_Evrimsel Düşüncenin Tarihi
*** Evrimsel Düşüncenin Tarihi : 1900’lerden Günümüze *** Türleşme: Ernst Mayr ********Dobzhansky’nin Genetik ve Türlerin Kökeni kitabı, biyologları genetiğin çok ötesinde cezbetti. Yeni Gine’nin dağlarında, Ernst Mayr (sağda) adında bir ornitolog kitabı devasa bir ilham kaynağı olarak kullandı. Mayr yeni kuş türleri bulmak ve bunlar arasında uzaklık haritasını çıkarmakta uzmandı. Hangi kuş grubunun tür tanımını hakkettiğini bulmak hiç de kolay bir iş değildir. Bir cennet kuşu türü tüylerinin renginden ayırt edilebilir ancak diğer izlerde bölgeden bölgeye büyük farklılıklar görülebilir. Örneğin bir dağda savurganca uzun bir kuyruğa sahipken, diğer bir dağda kısa küt bir kuyruğa sahip olabilirler (sağdaki şekil). A-} Yeni Gine’nin doğu bölgesindeki dağlarda yaşayan cennet kuşu uzun kuyrukludur. B-} Daha merkezdeki dağlar da ise daha küt kuyruklu kuşlar yaşıyor. Popülasyonlar Arasındaki Çeşitlilikler ********Biyologlar, bu karmaşıklığı alttürler tanımlayarak düzenlemeye çalışmışlardır. Bir türün kendi alt adını hak edecek kadar farklılık gösteren yerel popülasyonlarını tanımladılar. Mayr bu alttür tanımının yeterince iyi bir çözüm olmadığını fark etmiştir. Bazı durumlarda alttürler birbirlerinden yeterince farklı değildi ancak biribirleri arasında gökkuşağındaki renkler misali kademelenmişlerdi. Bazı durumlarda ise alttür gibi görünen bir birey daha fazla incelendiğinde ayrı bir tür olduğu ortaya çıkıyordu. Zamanının pek çok doğa bilimcisi gibi Mayr de evrimde Lamarkçı bir kalıtımın varolabileceğini düşündü. Ancak Dobzhansky’i ve diğer Modern Sentez mimarlarını okuduğunda türlerin kökeninin genetik ile açıklanabileceğini farketti. Mayr aynı zamanda tür ve alttür bulmacasının da aslında bir başağrısı olmadığını fark etti. Bu sadece Dobzhansky’nin yazdığı gibi evrimsel sürece bir kanıttı. Çeşitlilik bir türün dağılım alanının farklı kısımlarında ortaya çıkarak popülasyonlar arasında farklılıkları yaratırlar (aşağıdaki örneğe bkz.). Değişimin yaşandığı bir bölgede kuşlar uzun kuyruklara, diğerlerinde küt kuyruğa sahip olabilirler. Ancak kuşlar komşuları ile de çiftleştikleri için kendiliğinden yalıtılmış bir tür haline gelmezler. Dicrurus paradiseus kuşunun ibiği biçim ve boyut bakımından Güney Asya’nın karşılıklı kıyılarında oldukça çeşitlidir. Coğrafi Yalıtım ********Bir kuş ya da organizma popülasyonu eğer komşularından yalıtılmışsa, türleşebilir. 1942’de yayımladığı Türlerin Kökeni ve Sistematik (Systematics and the Origin of Species) kitabında Mayr, bir türün komşularından yalıtılmasının en etkili yolunun coğrafi yalıtım olduğunu öne sürmüştür (sağdaki şekle bkz). Örneğin bir buzul bir vadiye kayarak iki ayrı popülasyon arasındaki bağı kesebilir . Okyanusların yükselmesi bir yarımadayı bir kac adaya ayırabilir ve böylece kınkanatlıları birbirinden koparabilir. Bu tür bir yalıtım sonsuza kadar sürmek zorunda değildir, İki türün genetik olarak birbirinden ayrılması için arada bir sınırın olması yeterlidir. Yeterli bir zaman sonunda çevre koşullarının eski haline dönmesi durumunda dahi, birbirinden genetik olarak ayrılan topluluklar artık kendi aralarında üreyemezler. Yan yana ancak birbirinden farklı türler olarak yaşayacaklardır. Türleşmenin diğer halleri ********Bugün türlerin kökenini araştıran bilim insanları, türlerin sadece vücut yapılarını değil, aynı zamanda gen de karşılaştırabilmektedirler. Coğrafi yalıtım türlerin oluşmasında önemli bir yere sahip olsa da, şimdilerde birçok biyolog türleşmenin farklı yollarla da oluşabileceğini tartışmaktadırlar. Örneğin, bir tür kendi içindeki popülasyonlar arasında eşleşmeyi sürdürüp gen alışverişi yaparken, aynı zamanda tür içerisinde ayrı bir grup da oluşturabilir. Doğal seçilim sayesinde, sadece birkaç genin ıraksaması ayrı bir grubun oluşmasına yeterli olacaktır. Eğer şartlar uygun olursa, bu genetik olarak ayrı popülasyon yeni bir tür olarak ortaya çıkabilecektir. ********Bazı bilim insanları da yan yana yaşayan popülasyonların bile farklı türlere doğru yol alacağını ortaya atmaktadırlar. Örneğin, yeni nesil dişi bireyler erkeklerine karşı daha farklı seçicilikte özelliklerle doğmuş olabilir ve bu özellikler de zaman içerisinde üreme yalıtımını perçinleyebilir. Biyolojide türlerin nasıl evrildiği bilgileri sürekli artsa da, Mayr'ın yerküre üzerindeki milyonlarca türün nasıl oluştuğu üzerine olan fikirleri önemini korumaktadır. ***
-
Evrimi Anlamak_Evrimsel Düşüncenin Tarihi
*** Evrimsel Düşüncenin Tarihi : 1900’lerden Günümüze *** “Modern Sentez”e Giriş : Theodosius Dobzhansky Ronald Fisher ve arkadaşları, Darwin’in doğal seçilim kavramını, genetiğin yeni temeli üzerine oturtmuşlardır. Kendilerinden sonraki biyologlara “türlerin ne olduklarını ve nasıl türediklerini genlerin dilinden açıklama” gibi aynı derecede önem taşıyan bir proje bırakmışlardır. Rusya doğumlu genetikçi Theodosius Dobzhansky’nin (sağda) çalışmalarının önemli katkısıyla, cevaplar 1930’larda belirmeye başlamıştır. 1928’te ABD’ye giden Dobzhansky, mutasyonları etkili bir şekilde ilk kez incelendiği Thomas Hunt Morgan’ın “Sinek Odasında” çalışmıştır. Aynı zamanda, popülasyon büyüklüğünün mutasyon yayılma oranına etkisini gösteren Sewall Wright gibi, popülasyon genetikçilerini de dikkatle izlemiştir. Dobzhansky türün popülasyonları arasında farklılığa yol açan genetik etmenleri keşfetmek için çalışmıştır. Dobzhansky, farklı meyve sineği popülasyonlarında aynı kromozomun iki farklı sürümünün, farklı sıklıklara sahip olduğunun bulunmasına yardımcı oldu. Bir popülasyonda A kromozomu sıklıkla görülebiliyorken komşu popülasyonda A’ kromozomu daha sık görülebilir. Genetik Olarak Değişken Popülasyonlar Bir zamanlar, çoğu biyolog bir türün bütün bireylerinin pratikte aynı genlere sahip olduğunu varsayıyordu. Ancak bunlar labarotuvarda ortaya çıkan varsayımlardı. Dobzhansky, Drosophila pseudoobscura adlı yabani meyve sineklerinin bireylerinden yakalamak için Kanada’dan Meksika’ya kadar seyahat etti ve yakaladığı bireylerin genlerini incelemeye başladı. D. pseudoobscura ‘nın farklı popülasyonlarının aynı gen gruplarına sahip olmadığını gördü. Çalıştığı meyve sineklerinin her popülasyonun kromozomlarında, popülasyonu diğerlerinden ayıran “işaretler” bulunuyordu. Eğer, bir türü ayırt edecek standart bir gen grubu yoksa bir türü diğerinden ayırt edici kılan nedir? Dobzhansky’nin bulduğu üzere, cevap eşeydi. Tür, birincil olarak kendi arasında üreyebilen bitki ya da hayvan topluluğudur. Farklı türlere ait iki hayvan çiftleşemez, çiftleşse de nadiren yaşayan melezler üretebilirler. Dobzhansky’nin meyve sinekleri ile yürüttüğü deneyler, türler arasındaki bu uyumsuzluğun, bir tür tarafından taşınan özgün genlerin diğer tür tarafından taşınanlarla çatışmasından kaynaklandığı ortaya çıkarmaktaydı. Yeni bir tür yapmak 1937’de, Dobzhansky, dönüm noktası niteliğindeki “Genetik ve Türlerin Kökeni” adını verdiği kitabında, bulduğu sonuçlara yer verdi. Kitapta, türlerin nasıl var olduklarına dair kabataslak bir açıklama getirdi. Mutasyonlar doğal olarak her zaman ortaya çıkmaktaydılar. Bazı mutasyonlar belli durumlarda zararlıyken, şaşırtıcı sayıda mutasyon herhangi bir etkiye sahip değildi. Farklı popülasyonlarda ortaya çıkan bu nötr değişimler, uzun vadede hiç kimsenin daha önce tahmin edemediği kadar çok çeşitlilik yaratmaktaydılar. Bu çeşitlilik yeni türlerin oluşması için gerekli ham maddeyi sağlıyordu. Eğer bir sinek popülasyonunun bireyleri, türün diğer bireyleriyle çiftleşmek yerine sadece kendi küçük gruplarında çiftleşirlerse, genetik profilleri de popülasyonun diğer üyelerinden ıraksar. Yalıtılmış popülasyonda yeni mutasyonlar meydana gelecek ve doğal seçilim yoluyla mutasyon o grubun tüm üyeleri arasında yayılacaktır. Fakat bu yalıtılmış sinekler sadece kendi popülasyonları arasında çiftleştiklerinden, mutasyonlar popülasyonun tamamına yayılmayacaktır. Yalıtılmış sinek popülasyonları genetik bakımdan gittikçe daha çok farklılaşacaktır. Bazı genleri, popülasyonun dışarıdan gelen diğer bireylerinin genleri ile uyumsuz hale gelecektir. Dobzhansky’in ileri sürdüğü üzere, eğer yalıtım bitişi yeterince uzun sürerse, sinekler üreme yetilerini tamamen kaybedebilirler. Diğer sineklerle çiftleşemez hale gelebilirler ya da sineklerin melez dölleri kısır olabilir. Sineklerin yalıtılmışlığı ortadan kalkarsa, diğer böceklerle yaşasalar da yine kendi içlerinde çiftleşmeye devam edecek başka sineklere gitmeyeceklerdir. Böylece yeni bir tür doğmuş olacak. Modern Sentez Dobzhansky’nin genetik ve doğa tarihini birleştirme becerisi sayesinde birçok biyolog, evrimin nasıl gerçekleştiğinin birleşik bir açıklamasını bulmak için O’na katılmayı cazip bulmuştur. “Modern Sentez” olarak bilinen ortak çalışma, genetikçileri, paleontologları, sistematikçileri ve diğer birçok bilim insanını evrimin güçlü bir açıklaması için bir araya getirmiştir. Bu çalışmayla mutasyonların ve doğal seçilimin geniş ölçekli evrimsel değişimlere nasıl yol açtığı gösterilmiştir. Modern sentez, evrim çalışmasına son noktayı koymak yerine, ileriki araştırmalar için bir temel teşkil etmiştir. ***
-
Evrimi Anlamak_Evrimsel Düşüncenin Tarihi
*** Evrimsel Düşüncenin Tarihi : 1900’lerden Günümüze *** Rasgele Mutasyonlar ve Evrimsel Değişim: Ronald Fisher, JBS Haldane ve Sewall Wright Türlerin Kökeni’nin yayımlanmasından sonraki 70 yıl boyunca,Lamarck'ın gölgesi Darwin’in üzerinde sonsuza kadar kalacak gibi görünüyordu. Bir taraftan da çoğu biyolog evrim gerçeğini, yaşayan türlerin tek bir ortak atadan zaman içinde dönüşerek meydana geldiklerini, benimsemiş bulunuyordu. Fakat doğal seçilimin işleyişi ki Darwin’e göre evrimin lokomotifiydi, tartışmalı kalmaya devam ediyordu. Çoğu biyolog, her bir nesil içinde ortaya çıkan çeşitlilikte, her soyu bugün bulunduğu duruma doğru iten yerleşik bir “yön” bulunması gerektiğini iddia etmiştir. 1900’ler civarında Mendel'in bulgularını yeniden keşfeden bu ilk genetikçilerden çoğu da doğal seçilime karşıydılar. Ne de olsa Darwin, doğal seçilim için küçücük çeşitliliklere yol açacak şekilde tedrici değişim yaratan bir mekanizma, demişti.. Fakat Mendelciler, alellerin kodladığı kalıtsal özellikler arasında büyük farklar buldular. Bir bezelye, düz ya da buruşuk oluyordu, aradaki başka bir biçimde değil. Bir alelden diğer bir alele atlamak için, evrimin dev sıçramalarla sürmesi gerekiyordu ki bu fikir Darwin’le çatışıyor gibi görünmekteydi. Mendel dünyasında doğal seçilim Fakat 1920’lerde, genetikçiler doğal seçilimin gerçekten de genler üzerine etki edebildiğini fark etmeye başladılar. Net olarak bilinen bir şeyse, ortaya çıkan herhangi bir kalıtsal özelliğin genellikle birden fazla genin ürünü olduğuydu. Bu kalıtsal özelliği meydana getiren genlerden herhangi birinde gerçekleşecek bir mutasyon, karakterde çok şiddetli dönüşümler yerine küçük değişimler şeklinde de ortaya çıkabilmekteydi. Önemli diğer bir gelişme ise, önde gelenleri Ronald Fisher (üstte solda), JBS Haldane (üstte sağda) ve Sewall Wright (altta sağda) olmak üzere bazı bilim insanlarının, doğal seçilimin Mendel dünyasında nasıl işlediğini göstermesiydi. Onlar da diğer genetikçiler gibi üreme deneylerini yürüttüler, fakat ayrıca yeni bir şey daha yaptılar; evrimin karmaşık matematiksel modellerini inşa ettiler. Küçük, şiddetli olmayan, değişimler “Popülasyon genetiği” olarak bilinen yaklaşımları, mutasyonların nasıl oluştuklarını ve doğal seçilim tarafından tercih edilen mutasyonların popülasyonun tümüne nasıl yayıldıklarını ortaya çıkardı. Getireceği en ufak yarar bile, bir alelin tüm bir hayvan ya da bitki topluluğunda hızlı bir şekilde yayılmasını ve diğer toplulukların yok olmasını sağlayabilir. Şiddetli mutasyonların genellikle yararlı olmasından çok zararlı oluşunu göz önünde bulunduran popülsayon genetikçileri, evrimin, temelde bu küçük mutasyonlar tarafından gerçekleştiğini ortaya koydular. Wright, “seçilim değeri yüzeyi” (alttaki şekil) olarak bilinen kavramı ortaya atarak popülasyon genetiğinde en zorlayan imalardan birinde bulunmuştur. Genlerin farklı farklı bir araya gelmelerine göre seçilim değeri (*) değişiminin görüntüsünü; vadilerin, az-uygunluk meydana getiren gen kombinasyonlarını, tepelerin, iyi-uygunluk meydana getiren gen kombinasyonlarını ifade ettiği bir arazi olarak hayal edin. Doğal seçilim, popülasyonları bu tepelerin zirvelerine doğru götürme eğilimindedir. Fakat çevre sürekli değişmekte olduğuna göre, bu zirveler de değişmekte ve popülasyonlar bitmeyecek evrimsel yolculuklarında bu değişimleri takip etmektedir. Sıtmanın, sivrisinek yok etme çalışmalarından önce Güney Avrupa, Güneybatı Asya ve Afrika’da 1920’lerde ki dağılımı (yeşil). Orak hücre alelinin aynı bölgedeki dağılımı. Mavi rengin tonunun koyulaşması, o bölgede aleli taşıyan insanların yüzdesi arttığını göstermektedir. Doğadaki doğal seçilim Popülasyon genetiği, Modern Sentez olarak adlandırılabilen kavramın anahtar ögelerinden biri haline gelmiş ve doğal seçilimin, hayali Lamarcksal etkiler olmaksızın evrimsel değişimi üretebildiğini göstermiştir. Bilim insanları, Fisher, Wright ve Haldane tarafından geliştirilen matematiksel araçları, doğadaki evrimsel değişimi tam bir doğrulukla ölçebilmek için kullandılar. Elde ettikleri bulgular tıbbi araştırmaların, bazı kalıtsal hastalıkların şifrelerini çözmesine imkân tanıdı. Örneğin, orak hücre anemisi hastalığında, hemoglobin yapımında görevli genin, anne ve babadan gelen kopyalarının ikisinin de hatalı olması söz konusudur. Fakat bu hatalı alelin tek bir kopyasının taşınması, sıtmaya karşı bir koruma (sağdaki şekiller) sağlayabilir. Doğal seçilim, alelin iki kopyasını taşıya rak doğmakla oluşacak kayıplar ve tek bir kopyasını taşıya rak doğmakla oluşacak faydalar arasındaki dengenin bulunmasını sağlar. Orak hücre anemisi gibi genetik hastalıklar, aslında doğal seçilimin atalarımız üzerinde oynadığı rolün acı verici yan ürünleridir. *** Notlar: (*) Seçilim değeri : (ing. fitness) Bir genotipin üremedeki başarısı (daha fazla döl bırakan genotiplerin seçilim değeri daha yüksek olur). Seçilim değeri bir genotipin bir sonraki nesile döl bırakmada diğer genotiplere göre ne kadar başarılı olduğunun ölçüsüdür. Deneyler ve gözlemler sayesinde biliminsaları genotiplerin seçilim değerlerini sayısal olarak belirleyebilirler. Daha detaylı açıklama için Evrim 101 dizisindeki seçilim değeri sayfasına bakınız. Seçilim değeri, kimi Türkçe kaynaklarda "uyum başarısı" ya da "uyum gücü" olarak geçmektedir ***
-
Evrimi Anlamak_Evrimsel Düşüncenin Tarihi
*** Evrimsel Düşüncenin Tarihi : 1800'ler *** Kromozomlar, Mutasyon ve Modern Genetiğin Doğuşu: Thomas Hunt Morgan ********Mandel'in 40 yıl önce kalıtım hakkında fark ettiklerini, Avrupa’da ki çeşitli bilim insanı 1900’de fark ediyordu. Ancak aynı sonuca çok daha değişik bir yoldan ulaşmışlardı. Bir bitki hüceresinde, koyu şekilde resmedilmiş kromozomlar kopyalanıyor ve yavru hücrelere dağılıyor. Kromozomlar genetik malzemeyi taşırlar ********Ondokuzuncu yüzyıl hücre biyologları, hayvan ve bitki hücrelerinin çekirdek olarak bilinen merkezi bir bölüme sahip olduklarını keşfettiler. Her bir çekirdek bir grup çubuk şeklinde yapılar içeriyordu. Normal bir hücre bölündüğünde, çekirdeğinde yeni yapılmış bir grup çubuksu yapıyla yeni bir hücre oluşuyordu. Bu çubuklar, renkli boyaları emme yollarından dolayı kromozom (*) olarak adlandırıldı. Ancak sperm ve yumurta hücreleri bu grubun sadece yarısını içeriyor ve bir sperm bir yumurtayı döllediğinde, kromozomlar bir araya gelip bütünü oluşturuyorlardı. ********Bilim insanları kromozomların bireyi oluşturmak için gerekli bilgiyi depoladıklarını ve bu bilginin de kalıtım yoluyla nesilden nesile aktarıldığını farkettiler. Her bir kromozom birçok farklı kalıtsal özellik bilgisini içeriyordu ve bilim insanları belirli bir kalıtsal özellik için sorumlu her bir kromozomal bölgeye "Gen" (*) adını verdiler. Mendel’i tekrar keşfetmek ********1890’ların sonlarına doğru, Hollandalı botanikçi Hugo DeVries (*) ve birçok diğer bilim insanı çaprazlama deneylerini tekrarladılar ve Mendel’in 3’e 1 oranını tekrar keşfettiler. Ancak yeni kuşak deneylerde nelerin olduğunu daha net bir şekilde yorumlayabiliyordu. Her birimiz ebeveynlerimizden birer tane gelen, aynı genin iki kopyasını taşıyoruz ancak birçok durumda sadece bir kopya bir kalıtsal özelliğin ortaya çıkmasını sağlarken diğer kopya ise maskeleniyor. İşte burada da, Mendel’in düz ve buruşuk bezelye tanelerinin 3’e 1 oranı işlemekteydi. Mutant gen = yeni türler? ********Bilim insanları evrimin, muhtemelen genler değiştikçe meydana geldiğini düşünüyorlardı. DeVries eğer bir gen değişmişse yani mutasyona (*) uğramışsa tek bir sıçrayışta yeni bir türün oluşacağını iddia ediyordu. Ancak kimse detaylı bir çalışma yapılmadan hangi mutasyonun olduğunu söyleyemiyordu. Bu ise Columbia Universitesi biyologlarından Thomas Hunt Morgan’ın (solda) laboratuvarında mümkün hale geldi. Moragan’ın deneyleri resimdekiler gibi kırmızı ve beyaz gözlü meyve sinekleri içeriyordu. ********Morgan binlerce meyve sineği çaprazladı; çalışma grubuyla x-ışınları, asitler ve toksik maddeler kullanarak mutant sinekler yaratmaya çalıştı. Sonunda, araştırmacılar değişmemiş bir sinek soyunda bir süpriz ile karşılaştılar. Bu soyda her bir sinek kırmızı gözlü doğmuştu ta ki bir gün beyaz gözlü bir sinek pupadan çıkıncaya kadar. Beyaz-gözlü sinekte bir şey aniden değişmişti. Resim altyazısı çevrilmemiş: Resimdekiler gibi Moragan’ın deneyleri için kırmızı ve beyaz gözlü meyve sinekleri gerekliydi. Mutasyon türleşme ile aynı değildir Morgan meyve sineğindeki genlerden birinin değiştiğini ve bunun sonucu olarak da yeni tür bir gözün üretildiğini farketti. Beyaz gözlü sinek ile kırmızı gözlü bir sineği çiftleştirdiğinde kırmızı gözlü melez bir nesil elde etti. Ve melezleri kendi içinde çiftleştirdiğinde bazı torunların da beyaz-gözlü olduklarını gördü. Oranları üç kırmızıya karşılık bir beyazdı. İşte bu bir mutasyondu, ancak DeVries’in tanımına uymuyordu. DeVries mutasyonların yeni bir tür yarattığını düşünmüştü ancak beyaz göz mutasyonu kazanan sinek aynı türün bireyi olarak kalmıştı. Diğer meyve sinekleri ile eşleşebiliyor ve Mendel’in anlattığı tarzda beyaz göz geni sonraki nesillere de geçiyordu. Genetik doğuyor (*) Morgan gibi bilim insanlarının çalışmaları yeni bir bilim ortaya çıkardı, genetik. Genlerin moleküler yapılarının keşfedilmesi için 1953 yılına kadar beklemek gerekti. Ve ancak bu tarihten sonra bilim insanları hücreler tarafından protein yapımında DNA kodunun nasıl kullanıldığını anlayabildiler. Ancak 1920 yıllarında bile, genler hakkında bilim insanlarının başını ağrıtan birçok paradoks ortaya çıkarılmıştı. Genler her zaman, dominant veya çekinik sürümlerden birini almıyordu. Mutasyonlar aynı genin birçok farklı sürümünü meydana getirebiliyordu (alel olarak adlandırılıyor). Bazı durumlarda tek bir mutasyon bir organizmada kırmızı gözü beyaz göze değiştirmek gibi büyük değişikliklere yol açıyorsa da, birçok mutasyon buna neden olmaz. Bu yüzden birçok kalıtsal özellik, birden fazla değişik genin birlikte çalışmasına dayanır. Genlerden yalnızca birinin mutant hale gelmesi de sadece küçük bir etki yaratacak ve tümünü değiştirmeyecektir. *** Notlar: (*) Hugo DeVries (1848-1935): Genetiğe yaptığı katkılarla ün kazanan Hollandalı botanikçi. İlk kez Mendel tarafından elde edilen sonuçları yeniden elde etti ve incelediği bitkilerde genetik değişimi tanımladı. DeVries gözlemlerine dayanarak, bireysel mutasyonların geniş kapsamlı etkiler yarattığını ve tek bir basamakta türleşmeye neden olabileceğini iddia etti. Ancak daha sonra T.H. Morgan birçok mutasyonun hayli küçük etkiler yarattığını gözlemledi. Sonradan anlaşıldığı üzere DeVries, mutasyonlarda tipik olarak gerçekleşen baz dizilimindeki küçük değişiklikleri değil kromozom sayısındaki değişimi gözlemlemişti. (*) Kromozom : İng. chromosome Prokaryot ve ökaryot hücrelerin çekirdeğinde bulunan, üzerlerinde genleri taşıyan DNA ve nükleoproteinden oluşmuş, sayısı ve şekli her canlı için sabit ve belli olan, hücre bölünmesi sırasında hücre çekirdeğinin içinde beliren ve kromatin ipliklerinin parçalara ayrılmasıyla oluşan, bazı karekterlerin yeni bireylere geçmesini sağlayan kıvrık çubuk biçimindeki yapılar. ........Kromozomlar üzerinde genler dizilidir. Her kromozom çok uzun bir DNA molekülü ile bu molekülle birlikte bulunan proteinlerin çok sayıda sarmallar meydana getirmesiyle hücre bölünmesinin metafaz safhasında belirgin olarak ortaya çıkar. İnterfazda sarmalların kısmen ya da tamamen çözünmesi sebebiyle ayırt edilemezler. Prokaryot hücrelerin tek DNA molekülüne de kromozom denir. (*) Mutasyon : (ing. mutation) DNA diziliminde, genellikle DNA'nın eşlenmesi ya da tamiri esnasındaki hatalar yüzünden meydana gelen bir değişim. Mutasyon genetik çeşitliliğin ana kaynağıdır. Genomun yapısında oluşan rekombinasyona bağlı değişiklikler mutasyon olarak kabul edilmemektedir çünkü rekombinasyon hangi genlerin aynı genomda bir araya geleceği ile ilgili değişiklikleri düzenler, fakat bu genlerin şifresini (baz dizisini) değiştirmez. (*) Gen : (ing. gene) Kalıtımın birimi. Genel olarak, fenotip üzerinde belirli bir etkisi olan bir DNA bölgesi anlamına gelir. Teknik olarak, anlatılan ve düzenleyici bölgeleri içeren bir DNA dizilimi anlamında da kullanılır. (*) Genetik : İng. genetics Kalıtım bilimi, Gen bilimi. İnsan, hayvan ve bitkilerde soya çekim, evrim ve değişim olaylarını inceleyen biyoloji dalı. ***
-
Evrimi Anlamak_Evrimsel Düşüncenin Tarihi
*** Evrimsel Düşüncenin Tarihi : 1800'ler *** Hominid fosilleri, İnsanın Evrimi: Thomas Huxley & Eugene Dubois ********Charles Darwin Türlerin Kökeni’ni yazdığında, insanların da nasıl meydana geldiğini düşünmesi gerekiyordu. Kalıtsal olarak insanlar da her bir nesilde çeşitlilik gösteriyorlardı ve bazı bireyler diğerlerinden daha çok çocuğa sahip olur ki bu da doğal seçilimin temel gereklerinden biriydi. Ancak, evrim üzerine yazdığı ilk kitapta taktiksel kararı insanlar üzerine yazmamaktı. 1857 yılında, Darwin Türlerin Kökeni’ni yayımlamadan iki sene önce Wallace, Darwin’e gönderdiği bir mektubunda, çıkacak kitabında insanın evrimi konusundan bahsedip bahsetmeyeceğini sormuştu. Darwin’in cevabı şu şekilde olmuştu: ” Bu şekilde önyargılarla çevrilmiş bir haldeyken, sanırım konuyu açmaktan tümüyle kaçınmalıyım, yine de bu konunun bir doğa bilimci için en önemli ve ilginç bir soru olduğunu kabul etmeliyim.” ********Ancak Darwin, insan evrimi üzerine bir hipotez kuracak fosil kaydı olmadığını da biliyordu. Yıllar boyunca, doğa bilimciler yok olmuş hayvan fosillerinin yanlarında taştan bazı aletler bulmuşlardı. Fakat 1800’lerde bile bu buluntuların sadece birkaç binli yaşlarda oldukları ve zamanla ortadan kaybolmuş vahşi kabileler tarafından yapıldıkları düşünülüyordu. İlk insan fosilleri keşfediliyor ********1857 yılında ilk insan fosil parçası ortaya çıkarıldığında, doğa bilimciler buldukları şeyin gerçekten ne olduğunu tanımlamakta zorlandılar. Neander vadisindeki Feldhofer Grotto’da çalışan Alman madenciler kazıları sırasında bir kafatasının üst kemiğini ortaya çıkarmışlardı. Bir şekilde insana benzese de belirgin bir şekilde daha kalındı ve çok daha büyük bir kaş çıkıntısına sahipti. Acaba bulunan kafatası, bir zamanlar yaşamış ve yok olmuş insan benzeri kadim bir türe mi aitti? Ya da bulunan bu Neanderthal insanı Homo sapiens türünün sıra dışı bir üyesi miydi? Kafatasını tanımlayan ilk doğa bilimcilerden Alman Herman Schaaffhausen kafatasının Homo sapiens türüne ait sıra dışı bir üye olduğuna ikna olmuştu. Kafatasının, yok olmuş mağara ayılarının ve mamutların yanında bulunmuş olduğu gerçeğini önemsememiş ve daha yakın zamanlarda yaşamış bir barbar olabileceğini iddia etmişti. Belki de Romalı tarihçilerin bahsettikleri vahşi kabilelerden birinin üyesiydi ********Darwin’in Türlerin Kökeni’ni yayınlamasından kısa bir süre sonra, Almanya’da bulunan bu kafatası Darwin’in büyük savunucusu Thomas Huxley’nin (solda) dikkatini çekmiştir. Huxley, zamanının Avrupa merkezli bazı kavramlarını paylaşmaktaydı. O dönemde kafatası yapıları karşılaştırıldığında, Avustralyalı Aborijinlerin görece düşük yapısı ve daha kalın kaş yapıları ile karşılaştırıldığında, Avrupalıların en gelişmiş beyinlere sahip olduğu düşünülüyordu. Bu görüş Huxley’nin, Neanderthalleri Homo sapiens türünün birazcık daha düşük bir pozisyonunda olduğunu düşünmeye yöneltmişti. Darwin insanın kökeni üzerine kitabını yayınlıyor ********Tüm bu belirsizliğin arasında, Darwin insanın kökeni hakkında bir şeyler söylemeye karar verdi. 1871 yılında "İnsanın Türeyişi" (The Descent of Man and Selection in Relation to Sex) adıyla yayınladığı kitabında bilinen tüm kanıtların insanlar ile maymunların ortak atadan evrildikleri sonucunu gösterdiğini öne sürdü. İnsan ortak ata kökeninin Afrika’da olduğunu ve tedrici bir şekilde değişerek şimdiki haline geldiği fikrini ortaya koydu. Çalışan tek evrimsel baskının doğal seçilim olmadığını öne sürdü. Kadınlar erkeklerde değişik kalıtsal özellikleri tercih ediyordu ki Darwin buna eşeysel seçilim (*) adını verdi. Bu sayede de soylar arasındaki farklılıklar ortaya çıkıyordu. Darwin’in fikirleri eski dengi Alfred Russel Wallace’ı ikna etmemişti. Wallace bizim fazla geniş beyinlerimizin gereğinden çok daha güçlü olduğunu düşünüyordu. Bir maymunun aklından birazcık daha fazla gelişmiş bir akıl, sağ kalmayı başarmaya yeterdi. Bu nedenle insanın yaradılışının ilahi bir müdahaleyle olduğu sonucuna vardı. Daha çok insan fosili keşfediliyor ********Fosiller bu tartışmanın sonuçlanması için çok kritikti ancak yeni fosillerin ortaya çıkması nadir oluyordu. 1886 yılında Neanderthal fosilleri ikinci kez bulundu ve bu sefer fosiller çene kemiğini, iskeletin bazı diğer kısımlarını da içeriyordu. Belçika’da Spy kentinde kadim kayalarda bulunan fosiller Neanderthal’lerin birkaç yüzyıl önce yaşamış barbar kabileler olmadıklarını gösteriyordu. Bir sonraki yıl, Hollandalı genç anatomist Eugene Dubois (solda) ilk insan fosillerini bulabilme umuduyla Endonezya’ya doğru yola çıktı. Endonezya’da orangutanlar yaşadığından ve Dubois Hollanda Kraliyet Doğu Hint Ordusunda subay-doktor olarak bir iş ayarladığından, bu yolculuk araştırma yapılabilmek için çok iyi bir fırsat olarak karşısına çıkmıştı. 4 yıllık uğraşıdan sonra Doğu Java’da Solo Nehri kenarında bir hendek kazarken aradığını buldu. Bulduğu fosil parçaları ne tam bir insan gibiydi ne de bir maymun gibiydi. Dik duruyordu ancak insan olarak sınıflandırılamayacak kadar küçük bir beyne sahipti. Bu tür Pithecanthropus erectus olarak bilinmeye başlandı, anlamıysa “dik duran maymun-adam”dı. The Homo erectus’un Dubois tarafından keşfedilen kafatası üst kemiği. Fosil kanıtları ve insanın evriminin kabul edilişi ********Dubois buluşunu savunmak üzere 1895 yılında Avrupa’ya geri döndü. Bazı şüphecilerin sert muhalefet ile karşılaştı. Bazıları maymun benzeri kafatası ile insan benzeri bir uyluk kemiğinin aynı iskelet ait olup olmadığını merak ediyordu. Bazıları ise kafatasının Neanderthal kafatasına benzediğini düşünüyordu. Fosilleri üzerine yapılan tartışmalardan gücenen Dubois, onları başka bilim insanlarının görmesine izin vermeyip sakladı. Ancak zaman içerisinde, Asya’da daha fazla fosiller ortaya çıktıkça, bilim insanları Dubois’in gerçekten de kadim Homo erectus türünün ilk temsilcisini bulduğunu fark ettiler. ********20. yy da daha birçok insan ve hominid (**) fosili bulundu. Bugün itibariyle en eskisi altı milyon yıl önceye giden yirmi hominid tür tanımlandı. Bulunan fosiller, Darwin’in düşündüğü gibi, Afrika kökenini gösteriyor. Önceden, insansı evriminin tek bir türeme hattından meydana geldiği ve ilkel formlardan daha gelişmiş formlara doğru ilerlediği düşünülmüştü. Gerçekte ise, insansı evrimi son 30 bin yıl öncesine kadar, yakın dallarda bir kaç türden aynı anda türemiştir.. Bu geniş bilgiye ek olarak, insan, insansı maymun ve hatta Neanderthallerin DNA’larının karşılaştırılması ile elde edilen bilgiler de eklenmiştir. İnsanın evrimi ile ilgili birçok soru cevaplandırmayı beklerken, bilim insanları bu türlerin ayrımı üzerine birçok kanıtlar bulmaya devam ediyorlar. *** Notlar: (*) Eşeysel seçilim : (ing. sexual selection) Bir organizmanın üremek için eş bulması ya da çiftleşmede başarılı olması üzerine etki eden seçilim. Bu tür seçilim canlının hayatta kalmasını zorlaştırıyor gibi gözüken ama çiftleşme şansını artıran ıralar meydana getirebilir. (**) Hominid : (ing. hominid) İnsanlar ve nesli tükenmiş akrabaları (yani insan/şempanze ayrımının insan tarafındaki organizmalar) için kullanılan isim. Bazı bilimadamları bu terimi insanlar, diğer büyük insansı maymunlar (goriller, şempanzeler, bonobolar ve orangutanlar) ve bunların nesli tükenmiş akrabalarını da içeren daha büyük bir grup için kullanırlar. Bunlara ne isim verilirse verilsin önemli olan bu türlerin herbirinin birbirleriyle akraba oldukları gerçeğidir. ***
-
Evrimi Anlamak_Evrimsel Düşüncenin Tarihi
*** Evrimsel Düşüncenin Tarihi : 1800'ler *** Biyocoğrafya: Wallace ve Wegener ********“Doğal seçilim yoluyla evrim kuramı Charles Darwin tarafından önerilmiştir (ve aynı zamanda da Alfred Russel Wallace tarafından).” Bu örnekte olduğu gibi bugün Alfred Russel Wallace’ın (solda) adı genellikle parantezler içinde bir detay olarak geçmektedir. Buna karşın Wallace, özellikle doğayı evrim kuramını kullanarak yorumlayan büyük bir doğa bilimcidir. Bilim dünyasına yaptığı en önemli katkılarından birisi modern biyocoğrafya biliminin kurulumunda yaptığı katkıdır. Bu bilim dalında türlerin dünya üzerine nasıl dağıldıkları ve bu şekilde dağılmalarının nedenleri araştırılır. ********Wallece’ın1876’da yayınlanan "Hayvanların Coğrafik Dağılımı" adlı kitabında kendi adlandırdığı biyocoğrafik bölgelerde yaşayan hayvanları betimlediği levhalar bulunmakta. Burada Borneo ormanlarında bulunan tipik memeliler resmedilmiş. Türlerin dağılım alanlarının örüntüleri ********Wallace 1848 yılında Amazon ve Güneydoğu Asya yolculuklarına başladığında, evrim fikrini zaten kabul etmişti. Yolculuklarında, coğrafyanın türlerin yayılma alanlarını nasıl etkilediğini göstererek evrimin gerçekten gerçekleştiğini anlatmaya çalıştı. Yüz binlerce hayvan ve bitkiyle çalıştı, her birinin nerede yetiştiğini çok dikkatli bir şekilde not aldı. Bulduğu türlerin yayılma örüntüsü, evrim için önemli bir kanıt niteliğindeydi. Örneğin, nehir ve sıradağların birçok türün yayılış sınırlarını oluşturduğunu gördüğünde şaşkına dönmüştü. Türlerin belirli iklimlerde yaşayabilecek uyarlanımlarla yaratılmış olduğu açıklaması, eskiden gelen geleneksel bir açıklamaydı ancak Wallace benzer iklim şartlarında çok farklı türlerin yaşadığını gördüğünde bu açıklamanın bir anlamı kalmadığını görmüştü. ********Wallace, Darwin’in Türlerin Kökeni’nde vardığı bir sonuca büyük oranda ulaşmıştı, bu da biyocoğrafyanın “kalıtımın basit bir kaydı” olduğu sonucuydu. Türler yeni yaşam alanlarında koloni kurarken eski yayılma alanlarıyla aralarına dağ sıraları ya da diğer engeller girdikçe bugün sahip oldukları dağılımlara da ulaşmış oluyorlardı. Bu harita Wallece’ın kitabında, dört alt-bölgesiyle (kırmızı hatlar) birlikte, Doğu biyocoğrafik bölgesini göstermektedir. “Wallece’ın Hattı”okla gösterilmektedir. ********Wallace biyocoğrafya çalışmalarını zorlayarak ölçekleri Darwin’in ölçeklerinden daha ileriye götürmeye çalıştı. Örneğin, Endonezya’daki gezisine devam ettikçe, takımadaların kuzeybatı kısmı ile güneydoğu kısımlarının benzer iklim ve araziye sahip olmalarına karşın aralarındaki keskin ayrımı gördüğünde çok şaşırmıştı. Sumatra ve Java ekolojik olarak daha çok Asya anakarasına benzerken, Yeni Gine daha çok Avustralya’ya kıtasına benziyordu. Daha sonradan “Wallace’ın Hattı” adı verilen bir hatla adaları net bir şekilde birbirinden ayırdı. Ardından yerküre üzerinde altı büyük biyocoğrafik bölge tanımladı, Wallace’ın Hattı Doğu ve Avustralya bölgelerini birbirinden ayırmış oluyordu. Levha tektoniği ********Wallace’ın dünya üzerinde tanımladığı biyocoğrafik bölgeler kabaca kıtalar ile çakışmaktadır. Ancak yirminci yüzyılda, bilim insanları yaşam tarihi boyunca biyocoğrafyanın çok daha dinamik olduğunu fark ettiler. 1915 yılında Alman yerbilimci Alfred Wegener (solda), aynı bitki ve hayvan fosillerinin Atlantik’in karşı kıyılarında da bulunduğunu keşfettiğinde şaşırmıştı. Okyanus, canlıların kendi başlarına geçemeyecekleri kadar büyük olduğundan, kıtaların bir zamanlar birbirleriyle bağlantılı olması gerektiğini öne sürdü. 1960 yılına gelindiğinde ise, bilim insanları okyanus tabanını haritalandırmışlar ve kıtaların ayrılmasını olası kılan levha tektoniği mekanizmasını açıklamışlardır. Wegener bazı canlıların fosil dağılımının, onun kıtaların bir zamanlar birleşik olduğu kuramını desteklediğini fark etti. ********Şimdilerde biyocoğrafyacılar için, kıtalar birbirleriyle çarpışabilir ve barındırdıkları türler birbirlerine karışabilir, kıtalar ayrıldığında da yeni türleri almış olabilirler. Afrika, Güney Amerika, Avustralya ve Yeni Zelanda bir zamanlar tek bir dev kıtanın, Gondvana’nın parçalarıydılar. Önce Afrika, sonra Yeni Zelanda ve en son da Avustralya ve Güney Amerika kıtaları birer birer ayrıldılar. “Midge” olarak bilinen böceklerde olduğu gibi bazı türlerin evrimsel ağaçları da aynı örüntüyü gösterirler. Örneğin, Güney Amerika ve Avustralya midge böceklerinin birbirlerine yakınlıkları, Yeni Zelanda türlerine olan yakınlıklarından daha fazladır. Bu üç kıtanın böceklerinin birbirlerine olan yakınlıkları, Afrika böceklerine olan yakınlıklarından daha fazladır. Diğer bir deyişle, sadece birkaç hafta yaşayabilen bir böcek, biyocağrafyacılara kıtaların on milyonlarca yıllık hareketlerini anlatabilir. Yerküre kabuğu kesintisiz gibi görünüyorsa da, gerçekte yap-boz gibi birbirine geçen levhalardan oluşmaktadır. ***
-
Evrimi Anlamak_Evrimsel Düşüncenin Tarihi
*** Evrimsel Düşüncenin Tarihi : 1800'ler *** Erken Evrim ve Gelişim: Ernst Haeckel Omurgalı embriyosu ve tunikat larvası notokorda sahiptir (farede mavi renklendirilmiş, tunikatta ince koyu çizgi). Darwin, embriyolar arasındaki gizemli benzerliklerin, yaşamın doğal seçilim yoluyla evrildiği fikrini nasıl da mümkün kıldığını göstermişti. Türlerin Kökeni’nin yayınlanmasıyla birlikte, birçok bilim insanı bir sonraki mantıklı soruyu sormuşlardı: embriyonik gelişim, türlerin gerçek evrimsel tarihinin bir kaydını tutuyor muydu? İlk bulgular umut vericiydi. Örneğin tulumlu adlı bazı deniz omurgasızlarının embriyolarında, notokorda denilen sert çubuksu bir yapı görülür. Omurgalı embriyolarının sırtlarında da aynı notokorda bulunur. Omurgalılarda notokorda, gelişimin sonraki evrelerinde omurlar arasındaki disklere dönüşür. Buradan yola çıkan araştırmacılar, tulumlu tipinde bir hayvanın, omurgalıların atası olabileceğini öne sürmüşlerdi. Yakın zamanlı DNA çalışmaları tulumluların gerçekten de omurgalılara, böcekler veya solucanlar gibi omurgasız hayvanlardan daha yakın olduğunu gösterdi. Bireyoluş soyoluşu yineliyor… ya da öyle mi? Evrimsel embriyo çalışmaları, 1800’lerin sonlarında, Ernst Haeckel (solda) adındaki, tam olarak dürüst olmasa da, sıra dışı, dahi bir bilim insanının çabaları ile zirveye ulaştı. Haeckel, Darwin’in savunucusuydu, ama aynı zamanda da, Darwin öncesi kuramı kabul ediyordu. Buna göre de yaşam bir dizi ardı ardına yükselerek gelen form oluşturmuştur ve yüksek formların embriyoları da düşük formları “özet”lemektedir. Yani embriyonun gelişimi boyunca, düşük formların özellikleri kronolojik bir sıra şeklinde yinelenmektedir. Haeckel, zamanın seyri süresince evrimin, yeni yaşam formları üretmek için yeni aşamalar eklediğine inanıyordu. Bu nedenle, embriyonik gelişim aslında evrimsel tarihin kaydıydı. Tek bir hücre, amip benzeri atalarına benzerken, gelişiyor ve ilerleyerek bir deniz fıskiyesine, bir balığa, vs. benziyordu. Fikirlerinin gücünü arttırmakta ustalaşmış Haeckel, süreç için de bir isim icat etmişti: “Biyogenetik Kanunu”, ek olarak da cazip bir parola: “bireyoluş, soyoluşu yineler.” Ancak gerçekte embriyoların gelişimi, Haeckel’in iddia ettiği şekilde evrimsel ilerleyişi harfi harfine yansıtmaz. Ancak Haeckel, Biyogenetik Kanunu’na o kadar inanmıştı ki, bunu desteklemek için verileriyle oynadığı bile oldu. Haeckel’in ilksel memelilerden olan dikenli karıncayiyenlerin (echidne) gelişimini anlatan çizimleri bunun örneklerindendir. Bu çizimlerde Haeckel, ekidnelerde erken evrelerde ortaya çıkan üye çıkıntılarına çizimlerinde yer vermemiş, tezini desteklemek üzere ekidne embriyosunda üyeleri geç gelişir gibi göstermiştir. Haeckel’in zamanında bazı biyologlar onun bu numarasını farketmişlerdi. Buna rağmen Biyogenetik Kanun zamanında son derece popülerleşmiş ve Haeckel’in açıklamaları biyoloji ders kitaplarında dahi yer bulmuştu. Biyogenetik Kanunu yıkılıyor Yüzyılın bitişi ile bilim insanları, Haeckel’in sözde kanununu geçersiz kılan birçok olay keşfettiler. Haeckel’in düşüncelerini benimseyenler, bu olayları kanıtlanmış kuralın dışındaki istisnai durumlar olarak göstermeye çalıştılar. Haeckel’in esas yıkımı ise genetik ve modern sentezin doğuşu ile gelmiştir. Haeckel, evrimin “yüksek” formları oluşturacak şekilde bir “yön“e sahip olduğunu belirten basit Lamarkçı kuramı desteklemişti. Ama sonradan keşfedilen genler, embriyonik gelişim oranını ve yönünü kontrol ediyorlardı. Genler tek tek mutasyona uğrayabilir ve embriyoların gelişme sürecinde değişikliklere yol açabilirdi. Bunu yaparken de gelişme sürecindeki herhangi bir noktaya yeni safhalar eklenmesi ya da bu safhaların süreçten çıkarılması (gelişimin hızlanması ya da yavaşlatılması) şeklinde olabilirdi. Haeckel yaşam ağacının zirvesine yerleştirdiği insanı (Almancada "Menschen"), yaşam formlarının en üstünüdür biçiminde düşündü (sol). Sağdaki resim ise aynı bakışın akrabalık dallarına dökülmüş halidir. Fakat modern kanıtlar Haeckel’in ve yukarıdaki gösterimin doğru olmadığı yönündedir. Embriyonik gelişim evrimin geçmiş adımlarını bir nebze yansıtır. Ama evrim Haeckel’in iddia ettiği gibi doğrusal bir süreç değildir. Bir embriyonun farklı bölümleri farklı biçimlerde evrilebilir. Örneğin iki akraba türü karşılaştırdığımızda birinin ön üyelerinin, diğerininse arka üyelerinin daha türemiş biçimler aldığını bulabiliriz. Sonuç olarak, Biyogenetik Kanun 20. yüzyılda terk edilmiştir. Bu düşünsel değişim, bilim insanlarının embriyonik gelişime bakışlarının önündeki kısıtları kaldırmış, araştırmacılar evrim sonucu ortaya çıkan gelişimsel örüntüleri daha iyi kavrayabilmiştir. Hem bu değişim, hem de gelişimi kontrol eden bazı özgül genlerin keşfi, yakın zamanda evrimsel gelişim alanında harikulade araştırmaların önünü açmıştır. ***
-
Evrimi Anlamak_Evrimsel Düşüncenin Tarihi
*** Evrimsel Düşüncenin Tarihi : 1800'ler *** Doğal seçilim: Charles Darwin & Alfred Russel Wallace ********Darwin’in 1835’te Galapagos Adaları’na yaptığı gezi, onun doğal seçilim üzerine düşüncelerini şekillendirmesine yardımcı oldu. Gezide, farklı çevresel nişlere uyarlanmış birkaç ispinoz türü buldu. Bu ispinozlar da gaga biçimlerine, yiyecek kaynaklarına ve yiyecekleri nasıl yakaladıklarına göre farklılaşmışdı. ********1859 yılında “Türlerin Kökeni”ni yayımlayarak aniden tüm biyolojiyi ters düz eden Darwin’in (solda) dehası bazen yanlış anlamalara neden olabilir. Evrim kuramının, bilim tarihinden bir katkı almadan, doğrudan Darwin’in aklından birdenbire bir bütün olarak çıktığı sanılabilir. Ancak daha önce anlattığımız tarihsel bölümlerde de görüldüğü üzere, Darwin’in kuramı için gerekli ham madde on yıllardır bilinmekteydi. Yerbilimciler ve paleontologlar yerküre üzerinde yaşamın çok uzun süredir var olduğunu, zaman içerisinde değiştiğini ve birçok türün de yok olduğunu ortaya koymuşlardı. Aynı zamanda, 1800’lerin başlarında, yaşayan hayvanları çalışan embriyolog ve doğa bilimciler bazen farkında olmayarak da olsa Darwin’in kuramının kanıtlarının önemli bir kısmını ortaya çıkarmışlardı. Evrim üzerine Darwin öncesi fikirler ********Bu noktada Darwin’in dehası; bütün bu kanıtları kullanarak, türlerin ortak bir atadan nasıl evrildiği üzerine mantıklı bir mekanizma önerebilmesinde yatar. Lamarck ve diğerleri, kendi evrimsel kuramları ile yaşamın nasıl değiştiğini açıklamaya çalışmışlardır ancak birçok noktada spekülasyona bağımlı kalmışlardır. Tipik olarak, evrimin bazı çok uzun süreli eğilimler yoluyla yönlendirildiğini iddia etmişlerdir. Örneğin, Lamarck, yaşamın zaman içerisinde tek hücreli basit biçimlerden karmaşık olanlara doğru yükselmek için çabaladığını düşünüyordu. Birçok Alman biyolog, embriyonun rahimdeki gelişmesinde olduğu gibi, yaşamın da önceden belirlenmiş kurallar doğrultusunda evrildiğini düşünüyorlardı. Ancak 1800’lerin ortalarında Darwin ve yine İngiliz biyolog Wallace, birbirlerinden bağımsız olarak yaşamın değişiminin doğal ve gözlemlenebilir bir açıklamasını yaptılar. Darwin’in doğal seçilim (*) adını verdiği süreçti bu. Popülasyon büyümesinin baskısı ********İlginç olan ise, Darwin ve Wallace’ın esin kaynaklarını ekonomiden almış olmalarıydı. İngiliz yazar Thomas Malthus 1797 yılında yayımladığı “Essay on the Principle of Population” (Nüfus İlkesi Üzerine Deneme) adlı kitabında popülasyon büyümesinin oluşturduğu baskı nedeniyle, yoksullara yardım amaçlı politikaların başarısızlığa mahkûm olduğunu yazıyordu. Bir ulus birkaç on yıl içerisinde nüfusunu iki katına çıkarabilirdi ama bu da tümünün yoksulluk ve açlığına yol açabilirdi. ********Darwin ve Wallace, Malthus’un kitabını okuduklarında, her ikisi de, hayvan ve bitkilerin de bu tür bir popülasyon/nüfus baskısına maruz kalabileceğini düşünmüşlerdi. Böcek ve solucanların çoğalarak dünya yüzeyini dizimize kadar doldurması çok zaman gerektirmiyor olmalıydı. Ancak dünya bu veya diğer türler tarafından doldurulmuyordu, çünkü türler tam kapasite ile çoğalamıyorlardı. Birçoğu daha ergin olmadan ölüyordu. Kuraklık, soğuk kışlar ve daha birçok çevresel etmene karşı savunmasızdılar. Bir ulusun olduğu gibi türlerin de besin olanakları sınırsız değildi. Bireyler farkında olmadan olsa da az bir besin kaynağı için birbirleri ile rekabet etmek zorundaydılar. Taşıyıcı güvercin (sol alt) ve Brunner kursağını şişiren güvercin(sol alt) yabani kaya güvercininden (üstte) türemiştir. Kalıtsal özelliklerin seçilimi ********Yaşamak için sürdürülen bu mücadelede sağkalım ve üreyebilmek sadece bir şans meselesi değildi. Darwin ve Wallace şunu fark etmişlerdi; eğer bir hayvan yaşamını sürdürüp başarılı şekilde çiftleşebilecek kalıtsal özelliklere sahipse, diğerlerine göre daha fazla sayıda döl bırakabilirdi. Ortalamada da, bir sonraki nesilde bu kalıtsal özellikler daha yaygın hale gelecektir, daha sonraki nesilde daha da yaygınlaşacaktır. ********Darwin doğal seçilim ile uğraştıkça, güvercin yetiştiricileri ile çok vakit geçirmiş ve metotlarını öğrenmişti. Yapılan işin evrimin mekanizması ile doğrudan bir görevdeşlik oluşturduğunu bulmuştu. Bir güvercin yetiştiricisi farklı boyun kıvrımına sahip güvercinler yetiştirebilmek için kendi seçtiği bireyleri çiftleştiriyordu. Benzer olarak, doğa da farkında olmadan da olsa çevre koşullarına daha uygun olan bireyleri seçiyordu. Darwin ve Wallace, yeterli zaman verildiğinde doğal seçilimin kanattan göze birçok vücut parçasını oluşturabileceğini öne sürmüşlerdi. Darwin ve Wallace benzer kuramlar geliştiriyorlar ********Darwin 1830’ların sonlarında doğal seçilim üzerine kuramını oluşturmaya başladı ve yirmi yıl boyunca da sessizce üzerinde çalışmaya devam etti. Fikrini topluma sunmadan önce yeterince kanıtı toplamayı istiyordu. O yıllarda da, Güney Amerika ve Asya’nın vahşi yaşamını keşfetmekte olan Wallace’la da kısa yazışmalar yapmıştı. Wallace, Darwin’e çalışmaları için gerekli kuş türlerini sağlamış ve O’ndan da evrim üzerine olan fikirlerini yayımlamada yardım istemeye karar vermişti. 1858 yılında Darwin’e kuramını gönderdiğinde, kendi kuramının neredeyse kopyası ile karşılaşan Darwin çok şaşırmıştı. ********Charles Lyell ve Joseph Dalton Hooker, Darwin ve Wallace’ın kuramlarını Linnaean Topluluğu’nda sunabilmeleri için 1858’de bir toplantı organize ettiler. Darwin evrim dair temel bir kitap üzerine çalışıyordu ve bu yazdıklarını 1859’da yayımlanan “Türlerin Kökeni”ni geliştirmek için kullandı. Diğer yandan ise Wallace, gezilerine devam ederek biyocoğrafyanın önemi üzerine çalışmalarına yoğunlaştı. ********Kitap sadece “çok satan” bir kitap olmamıştı, üstelik tüm zamanların en etkili bilimsel kitaplarından birisi olmuştu. Yine de kitabın kanıt ve fikirlerin tümünün tartışılması zaman almıştır. Birkaç on yıl içerisinde, birçok bilim insanı evrim ve türlerin ortak atadan türemiş oldukları fikrinin gerçek olduğunu kabul etmişlerdi. Ancak doğal seçilim kabul görmekte daha zor zamanlar geçirecekti. 1800’lerin sonlarında kendilerine Darwinistler adını veren birçok bilim insanı ise gerçekte yaşamın zamanla nasıl değiştiği üzerine Lamarck’çı açıklamaları kabul etmişlerdir. 20 yy.da gen ve mutasyonların (**) keşfi ile de doğal seçilim sadece çekici olmaktan çıkmış, kaçınılmaz bir açıklama olmuştur. *** Notlar: (*) doğal seçilim : (ing. natural selection) Bir popülasyondaki farklı genotiplerin, o popülasyonun gen sıklıklarında değişikliklere sebep olacak şekil farklılıklar göstererek hayatta kalması ya da üremesi. (*) mutasyon : (ing. mutation) DNA diziliminde, genellikle DNA'nın eşlenmesi ya da tamiri esnasındaki hatalar yüzünden meydana gelen bir değişim. Mutasyon genetik çeşitliliğin ana kaynağıdır. Genomun yapısında oluşan rekombinasyona bağlı değişiklikler mutasyon olarak kabul edilmemektedir çünkü rekombinasyon hangi genlerin aynı genomda bir araya geleceği ile ilgili değişiklikleri düzenler, fakat bu genlerin şifresini (baz dizisini) değiştirmez ***
-
Evrimi Anlamak_Evrimsel Düşüncenin Tarihi
*** Evrimsel Düşüncenin Tarihi : 1800'ler *** Genler ayrı kalıtılır: Gregor Mendel ********19. yüzyıl boyunca kalıtım (*), bilim insanları için sırrını korumuştur. Çocuklar, aileleri ile tam olarak aynı değillerdi, ancak nasıl oluyor da bu kadar benzerlik gösteriyorlardı? Bu sorular Charles Darwin'i hem heyecanlandırmış hem de sıkıntıya sokmuştu. Sonuçta kalıtım evrimin kalbiydi. (*) Genlerin nesilden nesile aktarılmasındaki devamlılık, doğal seçilim ile gelen değişikliklerin uzun süreli olmasını sağlarken, nesiller arası çeşitlilik ise doğal seçilim için ham madde niteliğindeydi. Darwin, bir hayvanın vücudundaki her hücrenin ufak parçacıklar saldığını ve bu parçacıkların cinsel organlara giderek orada yumurta veya spermi oluşturduğunu öne sürmüştü. Bu parçacıklar hayvan çiftleştiğinde bir araya geliyorlardı. Darwin’in bu fikre “Pangenesis” ismini vermişti ancak, bu fikir bir önem kazanamadı. ********İronik olarak, tam da Darwin Türlerin Kökeni'ni yayınlarken, başka biri de kalıtımın arkasındaki biyolojik mekanizma hakkında bir fikir geliştirmişti. Şu anda Çek Cumhuriyeti’nde bulunan bir manastırda Gregor Mendel adında bir rahip, bir bezelye bahçesinde kalıtım üzerine çalışmaktaydı. Bir çiftiçinin oğlu olan Mendel, her zaman bitkilere ilgi duymuştu. Viyana Universitesi’ndeyken ise matematik alanında eğitim görmüş ve nasıl deney tasarlanacağını, veri analizi yapılacağını öğrenmişti. 1850’lerde türleri birbiriden ayrı tutanın ve melezlerin oluşmasını sağlayanın ne olduğunu anlayabilmek için bir deney yapmaya karar verdi. Binlerce bezelye fidesi yetiştirdi ve kalıtsal özelliklerin nesilden nesile nasıl aktarıldığını kaydetti. Atasal özelliklerin kalıtımı ********Mendel yirmi iki farklı bezelye seçti, bunları kendi aralarında çaprazladı ve bezelyenin yüzeyinin buruşuk veya düz olması gibi yedi farklı kalıtsal özelliğin görünme durumlarını kaydetti. Mendel düz ve buruşuk bezelyeleri melezlediğinde bütün ürettiği bezelyelerin düz olduğunu gördü. Ancak, eğer melez bezelyeleri kendi aralarında çaprazlarsa, ürettiği bezelyelerin dörtte birinin buruşuk olduğunu buldu. ********Mendel, bezelyelerin buruşukluk ve düzgünlük özelliklerinin birbiri içerisine karışmadığını, bunun yerine melez bezelyelerin her iki özelliği de taşıdığını ancak sadece düzgün özelliğin görünür olduğunu öne sürdü. Yine sonraki nesile kaltsal özellikler aktarılıyor ve bezelyelerin dörtte biri kendilerini buruşuk yapan iki buruşukluk özelliğini birden kalıtsal olarak alıyorlardı. Mendel, bilim insanlarının daha sonraları baskın ve çekinik aleller (*) olarak adlandırdıkları şeyi, keşfetmişti. Mendel’in çuha çiçeğiyle yaptığı deneyleri, bezelyeleriyle yürüttüğü çalışma gibi sonuçlar vermedi. Mendel’in çalışması fark edilmiyor ********Mendel çalışmasının sonuçlarına dikkat çekmeye çalıştıysa da bunu başaramadı. Problemlerden birisi Mendel zamanındaki botanikçilerin istatistik bilimini doğal bilimlere uygulamaya alışık olmamasıydı, bu yüzden Mendel’in keşfinin önemini fark edemediler. Ayrıca Mendel deney sonuçlarının çuha çiçeği ile tekrarlamaya çalıştığında başarılı olamadı ancak bu onun özgün görüşlerinin yanlışlığından değil çuha çiçeğinin kendine özgü genetiğinden kaynaklanıyordu. Mendel, Darwin’e de okuması için çalışmasının bir kopyasını göndermişti ama Darwin hiçbir zaman onu okumayı gerekli görmedi. Mendel’in fark ettiği örüntüler doğada herkesin görmesi için duruyordu. Hatta Darwin, aslanağzı'nın (snap dragon) renklerindeki bire üç oranını tespit etmişti ama tüm dehasına rağmen bu oranın önemini anlayamamıştı. ********Mendel çalışmalarını 1860’larda bıraktı ve dikkatini manastırını yönetmeye verdi. 1884’de öldüğünde, bitki yetiştirmekle oyalanan bir rahip olarak anıldı. Ölümünden 15 yıl sonra, bilim insanları, yaşamın en büyük sırlarından birini Mendel’in açıklığa kavuşturduğunu fark edebildiler. *** Notlar: (*) kalıtım : (İng. heredity) Biyolojik özelliklerin, genlerin, bir dölden diğerine aktarılması. Genler hem birbirleriyle hem de bulundukları çevreyle etkileşerek, belirgin özellikleri yani fenotipleri (*) oluştururlar. Bu nedenle oğul döl ebeveynine veya akrabalarına, diğer bireylere oranla daha çok benzerlik gösterir. Çevre etkileriyle köklü olarak değiştirilemeyen özelliklerin, döllenme sırasında, dişi ve erkeğin kromozomları yoluyla bir kuşaktan ötekine geçmesi, soya çekim, irs, irsiyet (**) Gen : (ing. gene) Kalıtımın birimi. Genel olarak, fenotip (*) üzerinde belirli bir etkisi olan bir DNA bölgesi anlamına gelir. Teknik olarak, anlatılan ve düzenleyici bölgeleri içeren bir DNA dizilimi anlamında da kullanılır. (***) Alel: (ing. allele) Bir lokustaki genin değişik versiyonlarından birisi. Bir popülasyondaki farklı bireyler aynı lokusta farklı allelere sahip olabilirler. Örneğin, bezelyenin rengini belirleyen lokusta sarı rengi veren alel ya da yeşil rengi veren alel bulunabilir. Aynı lokustaki farklı aleller sıklıkla büyük ve küçük harflerle birbirinden ayrılır (örneğin Y ve y alelleri gibi). (*) fenotip : (ing. phenotype) Bir organizmanın fiziksel özellikleri. Bir organizmanın morfolojisi, davranışı ya da fizyolojisinin herhangi bir yönü fenotip olarak kabul edilebilir. Fenotip, hem organizmanın kendi genlerinin hem de çevresel faktörlerin etkisi altındadır. ***
-
Evrimi Anlamak_Evrimsel Düşüncenin Tarihi
*** Evrimsel Düşüncenin Tarihi : 1800'ler *** Bir örneklilik (Üniformitarianizm): Charles Lyell ********Fosilleri içeren açılmış kaya katmanları, yerküre tarihinin katastrofik değişimlerle işaretlenmiş dönemlere bölünmüş olabileceği fikrini kuvvetlendirdi. Ancak tedrici değişim de, örneğin erozyon gibi, yerküre tarihinde çok önemli bir rol oynamıştır. ********1800’lerin başlarında, William Smith gibi öncü araştırmacıların sayesinde yerbilimciler kaya oluşumlarını kullanarak yerküre tarihinin bir kaydını oluşturabiliyorlardı. Birçok yerbilimci, oluşturulan bu kayıtlarda, yerküre tarihinin fırtınalarla dolu geçmişini görebiliyordu. Meydana gelen beklenmedik felaketler sonucunda dünya büyük değişikliklere uğruyor, dağlar oluşuyor ve tüm bu oluşma sürecinde de birçok hayvan grubu yok oluyordu. Yok olan hayvan gruplarının yerlerini de yeni türler alıyordu. Örneğin, dev tropik bitkiler Karbonifer dönemde Avrupa’da fosillerini bırakmışlar ancak bir daha da bu bölgede görülmemişlerdir. Her ne kadar yerküre tarihi, İncil’de anlatılan şekline uymasa da, bu tür devrimsel büyük felaketler yerkürenin belirli bir yönde gidişata sahip olduğunun işareti olarak görülüyordu. Yerkürenin oluşumundan itibaren büyük felaketler dünya yüzeyini adım adım değiştirerek şimdiki yerküremizi oluşturmuşlardı. Aynı bu şekilde nasıl yerküre bir gidişata sahipse, yaşam da zaman içerisinde belirli bir yöne doğru gidiyordu. Katastrofizm (Felaketçilik) ********Bu jeolojik kanıtlar ortaya çıkmadan da önce, bazı doğa bilimciler yerküre tarihinin, zaten belirli bir yön ve gidişata sahip olduğunu öne sürmüşlerdi. Buffon ve daha sonra da fizikçi Joseph Fourier yerkürenin başlangıçta erimiş, sıcak, top şeklinde kayadan oluşduğunu ve zaman içerisinde soğuduğunu öne sürmüşlerdi. Fourier, Avrupa’da fosilleri görülen tropik bitkilerin de havanın daha sıcak olduğu zamanlarda yetişmiş olabileceklerini düşünüyordu. Bazı yerbilimciler de gezegenin soğumasının sıkça anlık ve şiddetli değişikliklere yol açıp; dağların oluşmasına, volkanik patlamaların gerçekleşmesine neden olabileceğini öne sürüyordu. ********“Katastrofizm” düşüncesi üzerine 1830 yılında, İngiliz eski avukat yeni yerbilimci Charles Lyell (1797-1875) tarafından bir kavga başlatıldı. Lyell kariyerine Oxford’ta katastrofist düşünceye sahip William Buckland’ın yanında çalışarak başladı. Ancak Lyell bir süre sonra Buckland ile anlaşmazlığa düştü. Bunun nedeni de Buckland’ın katastrofist düşünceyi İncil ile bağdaştırması ve buna kanıt olarak da gerçekleşmiş son felaket diye Nuh Tufanı’nı göstermesi oldu. Lyell jeolojiyi bilimsel yöntem ve gözleme dayanan, temelsiz spekülasyonlar ya da doğaüstü açıklamalardan etkilenmeyen gerçek bir bilim haline getirmenin bir yolunu bulmak istiyordu. Lyell ve Hutton’ın fikirleri bugün bildiğimiz “kaya döngüsü”nün anlaşılmasına önayak olmuştur. Tedrici değişim ********Lyell, esin kaynağı olarak İskoçyalı çiftçi James Hutton’un elli yıllık fikirlerine yöneldi. 1790’larda Hutton, yerkürenin yalnızca inanılmaz derecede büyük felaketlerle değil, kolay fark edilmeyecek yavaş hareketlerle de değişim geçirdiğini ve bu değişimi şu anda bile görebileceğimizi öne sürmüştü. Yağmurlar dağları erozyona uğratırken, bir yandan da erimiş kayalar aşağıdan basınçla yeni dağların oluşmasına yol açıyordu. Bu değişimler ufacık birikimlerdir fakat yeterli zamanla muazzam sonuçlar üretebildiler. Hutton yerkürenin çok çok yaşlı olduğunu söyledi ve bir tür sürekli işleyen makina gibi bu yeniden inşa ve tahrip etme döngüsündeki gezegenimizin süreç içerisinde insanoğlu için uygun hale geldiğini düşündü. Lyell, vadilerin yıkıcı sellerle değil erozyonun yavaş süreçleriyle biçimlendiğine dair kanıtlar buldu. ********Lyell Avrupa’da yolculuklara çıktı. Amacı bugün de görebildiğimiz ve yerküre yüzeyini şekillendiren tedrici değişimlerle ilgili daha çok kanıt toplamaktı. Deniz seviyesinin alçalıp yükseldiği birçok bölgenin varlığını ve dev volkanların çok daha eski kayaların üzerine yükselmiş olduğunu buldu. Deprem ve volkanik püskürme gibi süreçler dağ sıralarını oluşturmaya yeterliydi ve bu süreçler insanlar tarafından da gözlemleniyordu. Vadiler devasa tufanların değil rüzgâr ve suyun zaman içerisindeki öğütme gücünün ürünüydü. Değişimin tekdüze süreçleri ********Lyell’ın jeoloji görüşü birörneklilik (üniformitarianizm) olarak bilinmeye başlandı. Bunun nedeni ise O’nun yerküreyi değiştiren süreçlerin tarih boyunca aynı kaldığı düşüncesindeki şiddetli ısrarıydı. Hutton gibi Lyell da yerküre tarihini geniş ve yönsüz olarak görüyordu. Ve yaşamın tarihi de bundan farklı değildi. ********Lyell, yerküre tarihini görüntüleyecek güçlü bir mercek üretmişti. Örneğin, Darwin Beagle gemisiyle yaptığı yolculuğu sırasında, Lyell’ın fikirlerini Kanarya Adaları’nda (sağda) gördüğü volkanik kayalara uygulamış ve adaların tarihçesini ortaya çıkarmıştır. Bugün uydu ölçümleri dağların yılda yaklaşık iki buçuk cm yükseldiğini ortaya çıkarıyor. Radyoaktif ölçümler de bu dağların milyonlarca yıl boyunca nasıl yükseldiğini anlamamıza yardım ediyor. Ancak Lyell bu tür jeolojik değişimlerin nedeni olan “levha tektoniği” mekanizmasını hiçbir zaman kavrayamamıştır. ********Bugün yerbilimciler, yerküreyi değiştiren ve geçmişte görülmüş bazı etkenlerin şimdi görülemeyeceğini bilmektedirler. Örneğin, ilk yerküre güneşten gelen ve bazılarının boyutu Mars kadar olan devasa solar bulutlara maruz kalmıştır. Yerküre tarihinin ilk bir ya da iki milyar yıllık zamanı için levha tektoniği hareketleri bizim şimdi bildiğimiz anlamıyla olmamıştır bile. ********Lyell aynı şekilde yaşamın tarihini anlamakta da önemli bir etkiye sahip olmuştur. Darwin’i derinden etkilemiş ve sonuç olarak da Darwin evrimi bir çeşit biyolojik birörneklilik (üniformitarianizm) olarak görmüştür. Evrim de bir nesilden bir sonrakine gözlerimizin önünde gerçekleşmiş ancak süreç bizim fark edemeyeceğimiz kadar yavaş olmuştur ve olmaya devam etmektedir. ***