Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

GeceKuşu

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    3.724
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    30

GeceKuşu tarafından postalanan herşey

  1. KENDİMİZ HAKKINDA NE BİLİYORUZ ? Beni bende demen, bende değilim Bir ben vardır bende benden içeri Yunus Emre Her insan, “Biricik”tir. Onun kafasının içinde ve özbenliğinde, öğrenmeyle sahip olduğu “bile-bildikleri”, elinde “Feneri” bulunmaktadır. Tüm bilgilerine rağmen, fenerini nasıl yakacağını bilemez durumda karanlıklar içinde gezinmektedir. Özgür ve iyi ahlaklı her insanın umudu olan gerçeği keşfetme arzusuyla, sık sık fenerini nasıl yakacağını bilememekten dolayı bunalmaktadır. Feneri nasıl yakabileceğinin yollarını aramaktadır. Korkuyla karışık bir şaşkınlıkla, her insanda olduğu gibi, ilk işi fenerini çevresine yöneltmek olur. Doğada gördükleri ve öteki insanların davranışları, duyularının algı alanı içerisine girdiğinde; duyularının algıladığı olgular (evrende var olan ve olup-biten her şey), onun zaman zaman yanılsamalarını ve şaşkınlığını arttırmaktan öte gitmemektedir. Sevgi-nefretle ; sadelik-şatafatla; paylaşım-bencillikle; kudret-kaba kuvvetle; doyum-doyumsuzlukla; adalet-yazılı hukukla; doğru-yanlışla; güzel-çirkinle; eşitlik-eşitsizlikle; kısacası aydınlık-karanlıkla bir iç içelik göstermektedir. Fenerini yakmıştır, ancak duyularının algısından çıkarımı; bir karşıtlıklar evreni ve bu evrendeki olguların kaosudur. Bu noktada; Künfüçyüs’ün “ Düşünmeden öğrenmek faydasız, öğrenmeden düşünmek tehlikelidir” sözleri çok anlamlı görünmektedir. İnsan, öğrendiği bilgilerin doğruluğuna güvenemedikçe derin düşünmeli ve sonra da düşüncelerinin doğruluğunu sınamak için öğrenerek bilgisini genişletmelidir. Diğer canlılardan insanı ayırt eden şey düşünebilmesidir. Düşünen bir insan, olguları analiz eder ve öğrenmek için soru sorar. Sorular bilgilenmeye yöneliktir daima. Bilgi öznenin (Suje,insan) amaçlı olarak yöneldiği, olgu ( obje, nesne ) ile ilişkisi sonucu ortaya çıkan ürün olarak tanımlanmaktadır. Ancak , duyularla algılanan olgular hakkında her zaman doğru çıkarımlar yapılamamaktadır. Aynı koşullarda duyulara açık olgularla ilişkiye girildiğinde, “Benim Bilgim” olarak ortaya konan ürün kişiden kişiye değişmekte ve sonu gelmez tartışmalara ve çatışmalara yol açmaktadır. Bu gerçeğin bizi götürdüğü nokta; “İnsanın, kendisi hakkında bilgi sahibi olmadan, olgular hakkındaki düşüncelerini ifade etmesi gerçekleri yansıtmayabilir. İfade edilen düşünceler, o bireyin o olgu hakkındaki kanaatidir ve yorumdan öte bir şey ifade etmeyebilir.” İnsan yaşamı analiz edildiğinde iki önemli görevle karşılaşılmaktadır: Birincisi; insanın kendini tanımasıdır, ikincisi ise; insanın, iyiye, güzele ve doğruya yönelik yeniden şekillendirerek “Biricik Kimliğini” doğurmasıdır . İnsanın,“Nasıl yakılacağını öğrendiği fenerin” yönünü kendine çevirdiğinde; gördükleriyle yüzleşmek, öz eleştiri yapabilmek, sorular sormak, güç ve yeteneklerini geliştirmek ve sonuçta; “İnsanım hiç bir şey bana yabancı değil” diyerek, öteki insanlara karşı yargısız, hoşgörülü, toleranslı söylem ve davranışlar gösterebilmesi oldukça önemlidir. “ Düşünen insan, düşünmeye soru sorarak başlar” FENERİ KENDİMİZE TUTTUĞUMUZDA; İlk soru, “ İnsan kendi hakkında neyi bile-bilir?”. İkinci soru; “ İnsanın kendi hakkındaki bilgisi doğru bilgi midir?” ve en önemli üçüncü soru; “ İnsan kendi hakkındaki bilgisi ile nasıl yaşamalıdır?”
  2. *** İnsanlık tarihinin bugün içinde bulunduğu süreçte, “Yapıcı ve yaratıcı” insanlardan oluşacak insanlığın, nasıl olması gerektiği konusu her anlam ve açıdan son derece önem taşımaktadır : “Yapıcı ve yaratıcı insan” Gücünü; “Yaşamın ve çevresinin farkında olmasından”, “Merakından”, “Bilimsel şüpheciliğinden”, “Görevine bağlılığından”, “Deneyim çokluğundan”, “Doğruluk sevgisine dayanan bilim ahlakından”, “Tüm insanlara adaletli davranmaktan”, “Ölüm tehlikesi karşısında bile doğru bildiği yoldan şaşmamaktan”, “Hoşgörü ve Toleransından”, Özet olarak “Kendini Bilmekten gelen Gerçeklik severlikten” almalıdır. “Yapıcı ve yaratıcı insan”; Gücünü doğrudan doğruya doğaüstü varlıklardan alan bir “büyücü” ya da dinsel ideolojik tanrıdan alan bir “din adamı” değildir. *** Yaşadığımız dünyaya baktığımızda, yeryüzünde boş inançlar ve taassup hala hükmünü sürdürüyor. Din adına hala insanlar birbirini öldürebilmekte, maddi güç, makam ve kuvvet kötüye kullanılmakta, gözleri bürüyen dünyaya egemen olma hırsı ve sevgisizlik insanlara korku, kaygı ve ümitsizlik saçmaya devam ediyor. İçinde yaşadığımız günler; yapıcı ve yaratıcı özellikleri taşıyan insanların, “Kritik Analitik düşünmeye” kuvvetle ihtiyaç duyduğu günlerdir. Akla ve bilime her türlü ideolojinin önünde değer veren insanların, gün geçtikçe insanlığın geleceği açısından önemi daha da artacaktır. Düşüncelerimize vurulmuş zincirleri kopararak, özgürleşmiş benliğimizle, gerçeğe ulaşma amacından asla vazgeçmeden, Korkusuzca, durmadan kendimize bakarak, iç görü kazanarak yürüyen insanlardan biri olabilmek bu açıdan çok önemli… Bu amaç ve nedenlerle; “Basmakalıp düşüncelere”, “Kalıplaşmış sloganlara”, “Ön yargılara”, “Boş inançlara kendimizi kaptırmaktan”,.. “Başkalarının bizlere sunduğu ideolojilere rast gele inanmaktan”, “Körü körüne bir fikre saplanmaktan” vazgeçip… Yaşamımızı olumsuz etkileyen Bağnazlıklarla mücadele edebilmek için her şeyi aklın süzgecinden geçirme becerisini kazanmalıyız. Bu beceriyi kazandıktan sonra en önemlisi; “Kendi eğilimlerimizin”, “Tutkularımız ve hırslarımızın”, “Bencilliğimizin ve çıkarcılığımızın” düzeltilebilir insani pürüzler olduğunu, Bu pürüzlerden kurtulabilmek için, kişiliğimizi ve benliğimizi olumluya geliştirecek olan yöntemlerini kavramalı. Ve onları düzeltebilmek için sürekli çaba harcamalıyız. ***
  3. *** Zaman içinde dünyada nasıl bir değişiklik oldu da yaşadığımız zamana baktığımızda yeryüzünde boş inançlar ve taassup hala hüküm sürüyor? 10 Bin yıl önce buzul çağının sona erip de tarım toplumuna geçişe kadar İ.Ö 30 bin yıl büyü bilim, sanat iç içe gelmiştir. 10 Bin yıl önce Tarım toplumuna geçen insan, Avcılık toplayıcılıktan yerleşik düzene geçmiş, topraktan ürün elde etmeyi, hayvanları üretmeyi öğrenmiştir. Bu aşamada bireyin kendi ihtiyacından fazla bir artı değeri olmaya başlamıştır. Böylece insanlar arası üretim ilişkileri başlamıştır. İ.Ö 5 Bin yıl önceye gelindiğinde, üretim ilişkisi içinde, artı değeri elinde bulunduranlar varsıllıklarını güç olarak algılamışlar, yönetenler sınıfına ve devlet düzenine geçmişlerdir. Doğa olayları karşısında güçsüzlüğünü fark eden, geleceğinden kaygı duyan insan, merak ve nedenleri bilme isteğinden dolayı nedenleri aramaya başlar. Kendine göre saptadığı nedenleri kutsal sayarak Tanrılaştırır. Korku ve umutla yakararak ya da meydan okuyarak daha yüksek varlıklara seslenir., kötü ruhlara, atalarına ya da tanrılarına. Tanrılar vardır artık. Ay tanrısı, ateş tanrısı, bereket tanrısı, su tanrısı, güneş tanrısı v.s. İnsanlar yararcı bir yaklaşımla gereksinimleri ve hayal güçleri kadar Tanrı yaratmışlardır. Bilinmeyen şeylerden duyulan korku ve gelecek kaygısı herkesin din dediği şeyin doğal kökenidir. Dinin bu başlangıcı da büyü gibi nedenlerin nedenlerini araştırma, sorgulama sürecine girip bilime hizmet etmeye başlamıştır. Ancak dinin bu başlangıcını tespit etmiş olan, erki elinde bulunduran yöneticiler; insanın gelecek kaygısını, bilinmeyene karşı olan korkusunu beslemiş ve yasa haline getirmişler ve ona gelecekteki olayların nedenlerine ilişkin kendi uydurdukları görüşlerini eklemişlerdir. Böylece başkalarına hükmedebileceklerini ve kudretlerinden en büyük faydayı elde edebileceklerini ummuşlar ve elde etmişlerdir. Dinlerin başlamasıyla, büyüdeki birey faydacılığı cemaat faydacılığına dönmüştür. Din adına cemaatin ekonomik çıkarları her şeyin üstünde tutulmaya başlamıştır. Sofist filozof (İ.Ö 5 yy) Keoslu Kritias’a göre din; “insanları ahlak ve adalete yöneltebilmek için onları korkutmak amacıyla uydurulmuştur”. Platon’a göre ise (Politeia, Devlet kitabında) din, “yönetenlerin yönetilenlere devlet yararına söylediği güzel yalanlardır”. Dinin başlangıcıyla birlikte, insan ile ruhani güçler arasındaki ilişkileri yürütecek din adamları ortaya çıkmıştır. İÖ. 3000’li yıllarda yaygın bir şekilde, Mezopotamya’da, Uzakdoğu’da ve Mısır’da Rahipler toplumları yönlendirmeye başlamışlardır. Bu rahiplerin bir kısmı yönetenlerin tarafında olmuş bir kısmı da insan ahlakı ve toplumsal adalet için çalışmışlardır. Erki elinde bulunduran yöneticilerin kudretleri için, devlet adına faydacı bir tutum içindeki din adamları; büyü ayinlerindeki büyücünün amacı her zaman söyleyebilmesine karşın dini bilgiler için “bu böyledir” ya da “Tanrı buyruğudur” sözlerini kullanırlardı. Onlara göre, tanrının kulu olan zayıf insan yüksek güçlere karşı gelirse başına her türlü felaket gelirdi. İnsan ahlakı ve toplumsal adalet düşünceleri ile hareket eden Rahipler ne yapıyorlardı? Onlar nedenlerin nedenlerini, toplumun ahlak ve adaletle yönetilmesi için, insanların yararı için araştırıyorlardı. O dönemin biliminin gelişmesi için çaba harcayanlar, aritmetiği, geometriyi, astronomiyi, müziği bilen, aklını kullanan bu grup rahipler, din ile bilimi bir birine ters düşürmeden piramitleri, hiyerografiyi, çivi yazısını, tekerleği, devlet yönetimiyle ilgili yasaları insanlık tarihine armağan etmişlerdir. Bu rahipler çalışmalarında töresel nitelikteki bilgi ve görgülerini kapalı bir topluluk içinde sembollerle anlatır, aşamalı olarak alır ve verirlerdi. Onlara göre doğa ve Tanrı birdir. Evren ve Tanrı birdir. Tanrı yaratan değil var olandır ve evrenin toplamıdır. Tanrı buyruğu ile hareket ettiklerini söyleyenlerle bilimsel yaklaşımla hareket edenler arasında çatışmalar ortaya çıkmıştır. Bu çatışmalara girmek istemeyen Rahipler Ezoterik (Batini) doktrinlerin (Panteizm) temelini atmışlardır. Ezoterik öğreti içindeki Rahipler, kapalı bir grupturlar, aralarına alacakları adayları özenle seçerler, özel bir inisiasyon töreniyle aralarına alırlar, bilgi ve görgülerini “derece” silsilesiyle verirler, semboller, sembolik terimler, özdeyişler ve alegoriler kullandıkları çalışmalar yürütürlerdi. Benzer törensel çalışmalara Malenezyalılar’dan, Uzak doğu dinlerinden, Mısır’dan, Sümer’den, eski Anadolu Ahiliğinden günümüzde Bektaşiliğe, bir çok Batıni doktrinlerde rastlamak mümkündür. *** KAYNAK: Dr.İbrahim Afif Karakılıç
  4. *** 40 bin yıl önceye ait arkeolojik ve antropolojik araştırmalar ve Bilim tarihi araştırmacılarının bize sundukları bulgu ve bilgiler ışığında bilimin ne olduğu konusunda şu sonuçlara ulaşıyoruz; Üst Paleolitik Çağ insanının faydacı ve pratik kaygıyla da olsa, büyü diye yaptıkları örneğin; Eski metali altına dönüştürme (simyacılık) çalışmaları modern kimya ve fiziğin, astrolojinin modern astronominin, hastaları bitkilerle sağaltma işleminin modern farmakolojinin gelişmesine neden olmuş, “ Bilimsel düşüncenin ve bilimin” temelinin atılmasında ilk adımlar olmuştur. Bilgin antropolog J.L. Myres Notes and Queries adlı dergide “Natural Science” başlıklı makalesinde “İlkelin bilgisi gözleme dayalı açık ve kesindir” diyor. A.A. Goldenweiser ise “ilkel insan çağdaş bir doğa bilimcisinin ruh haliyle donatılmıştır” görüşünü ortaya atıyor. B. Malinowskin’nin Yeni Gine ve çevresindeki takımadalarında yaptığı alan çalışmalarından çıkarsamaları ise şöyle: Bu topluluk deneyli balıkçı, çalışkan zanaatçı ve tüccardırlar fakat geçimleri tarımdır. En ilkel aletler, sivri bir çubuk ve çapayla topraktan bol ürün almayı öğrenmişlerdir. Toprağı ve fideyi seçebiliyorlar, hangi mevsimde neyi dikeceklerini, ne kadar su vereceklerini, anız yakmayı, nadası bilmelerine rağmen yine de yaptıkları her işte büyü vardır. Her yıl kesin olarak saptanmış sıra ve düzende bahçelerde bir dizi ayin yaparlar. Kano yapımında mühendislik harikası yaratırken, kano yapım bilgilerine rağmen hesaplanamaya akıntıların, muson rüzgârları zamanındaki ani fırtınaların ve bilinmeyen sığ kayalıkların tehlikelerine karşı hemen büyü devreye girer. İlkel Malinezyalı, bir bitkinin yalnız büyüyle ürün vermeyeceğini; iyi ölçülmezse, doğru yapılmazsa bir kanonun hiçbir zaman su üstünde duramayacağını; bir savaşın ustalık ve serinkanlılık olmadan kazanılamayacağını bilir. Kendini hiçbir zaman salt büyüye yaslamaz, tam tersine zaman zaman onu tümüyle dikkati dışında bırakır. Fakat bilgisinin ve akıl yöntemlerinin yetersiz kaldığını gördüğü yerde büyüye sarılır. Geleneklerine bağlıdırlar, gençliğe geçiş inisiasyon törenleri vardır. Adaylar uzun bir düşünce ve hazırlama evresine alınırlar. Daha sonra yapılan bir dizi sınavdan oluşan inisiasyon yapılır. Hafif bir kesikten sünnete uzanan yaralanma ile son bulur. Yüklenen sınav, adayın ölümünün ve yeniden doğuşunun tasarımlanmasıdır. Çoğunlukla bu tiyatral olarak canlandırılmaktadır. Eskiler bilgiyi bu inisiasyon töreninden başarıyla geçenlere dereceli olarak verirler. Geleneklerini kutsayarak, paha biçilmez bir güç ve süreklilik kazanarak hakikati ararlar. Nedenlerin nedenlerini araştırırlar. Bunun sosyolojik işlevi; Koşullar ne olursa olsun geleneğin topluluk için çok büyük değer taşıdığı ve topluluğun üyeleri için hiçbir şeyin var olana uyum ve onu korumak kadar önemli olmadığıdır. Toplumsal düzen ve uygarlık yalnızca eskilerin öğreti ve bilgisine bağlı kalınarak korunabilir. ***
  5. *** 40 Bin yıl önceki Üst Paleolitik Çağdan, 10 bin yıl önceki tarım toplumuna gelene dek “Avcı - Toplayıcı” Üst Paleolitik Çağın mağara insanı pratik nedenlerden dolayı, yiyecek arayışındaki başarıyı güvence altına almaya yönelik doğa süreçlerini kontrol etme çabası içindedir. Bunu da doğrudan doğruya av büyüsü olarak adlandırılan ayinler ve büyü aracılığıyla yapar. Bu döneme ait mağara buluntularında yapılan incelemelerden, mağaralarda belirli amaçla toplanıldığını öğreniyoruz. Mağara çizimlerinde hayvan resimleri arasına serpiştirilmiş çizgisel ızgaralar, benekli çizgiler, iç içe eğriler, çubuksu çizgiler, üçgenler, dörtgenler ve daireler gibi tuhaf görünümlü izlenimi veren, ancak sembolik bir anlatımı olduğu düşünülen geometrik desenlerin varlığı dikkati çekmektedir. Bu bulgular da Üst Paleolitik Çağda Şamanlık çalışmalarının başladığını göstermektedir. Bu tür çalışmalar incelendiğinde, temelde bireysel ve düşünsel sorunların, bireylerin dünyayı algılayışlarının, bilimsel ve teknik bilginin, belli bir gelişim aşamasındaki bir toplumun dünya görüşünün bir boyutunun Büyü yoluyla bizlere yansımasıdır. İngiliz Antropolog “James Frazer” büyünün, “insana ve doğaya ilişkin olaylar arasındaki neden - sonuç ilişkisine sembolik bir anlam yükleyen kültürlerde önemli olduğu” yönündeki tespiti yukarıdaki bulguların ışığında olmuştur. “Tylor;un Primitive Culter” adlı yapıtında “Büyü: Sahte Bilim”” olarak tanımlamıştır. Büyü eylemiyle amaçlanan olay arasında dolaysız bir “neden–sonuç” ilişkisi kurduklarını belirtir. Bir boş inanç yada saplantı olarak değil, “simgesellik ilkesine dayanan, oldukça akılcı bir benzerlik süreci üstüne kurulmuş, mantıklı bir düşünce biçimi” olarak ele alır. Bilim tarihi araştırmacıları açısından bilimin ne olduğuna baktığımızda, büyüyle bilim arasında bir bağ olduğunu düşünebiliriz. Günümüzde birçok bilim tarihi araştırmacısı bilimi şöyle tanımlamaya çalışıyorlar: BİLİM; doğayı, özellikle doğaya ilişkin kuram yada beklentilerimizi sürekli sorgulama etkinliğidir. İnsan için yaşam çevresini, giderek tüm evreni anlamaya çalışmak köklü bir ihtiyaçtır. Bilim arayışı, günlük sorunların dürtüsünden çok olup bitenleri öğrenme, anlama ve açıklama merakından kaynaklanan bir çabadır. Neopozitivizmin, “Gözlemci-Deneyci” bilim anlayışının en köklü eleştirmenlerinden biri olan Alexandre Koyre; Bilimi şöyle tanımlamaya çalışır; “Bilim, mantıksal, ussal süreçlerin ürünü değildir. Bilimin temelinde us dışı, mantık dışı, metafizik, büyüsel, dinsel hepsinden önemlisi felsefi öğelerin bulunmasıdır. Dolayısıyla bilimsel ilerleme, yalnız deneysel yanıyla değil kuramsal yanıyla da ele alınmalıdır”. Crombie’de “Bilimde salt deneycilik hiç bir yere götürmez, olguların gerçek nedenlerini bulgulamayı sağlamaz, sadece olguların doğru tanımlarının yapılmasını sağlar. Bilim, kendisini hakikate götüren yolda, gerçeğin bilgisine ulaşma amacından vazgeçerek değil, tersine onu gözü peklikle kovalayarak ilerler” diyerek bu görüşleri destekler. ***
  6. *** BÜYÜ, BİLİM, DİN VE İNSANLIK Arkeolojik ve Antropolojik araştırmalarla, 15 Milyon yıl önceye kadar izlerini sürebildiğimiz ve 40 Bin yıl önce Üst Paleolitik Çağ’da yaşayan ilk modern insandan (bazılarına göre ilkel insan) günümüze kadar Büyüsüz ve Dinsiz yaşamış bir topluma rastlayamıyoruz. Aynı tarihsel yolculukta dikkati çeken bir gerçek daha vardır ki; Bilimsiz tutumu olmayan ya da Bilimsel düşünememiş gruplar da yok gibidir. Tek cümleyle ifade etmek istersek: “Toplumlarda Büyü ve Din gibi inanç alanlarının hemen yanında Bilimsel düşünce ve Bilim alanları da dikkatleri çekmektedir”. Tartışmaya başlamadan önce, Büyü, Bilim ve Dinin ansiklopedik tanımlarına bir göz atalım: BÜYÜ : ( Sihir, Magic); İnsan ve doğaya ilişkin olayları, maddi dünyanın ötesindeki gizemli dış güçler aracılığıyla etkileyip yönlendirdiğine inanılan törensel eylem. Basit topluluklarda bilimsel ve tıbbi bilgi ve uygulamalarını kapsayan tüm bilgileri içinde bulundurur. Modern bilimlerin büyüsel orijini olduğuna inanılmaktadır. Büyü birçok Dinin çekirdeğini oluşturmuştur. Dünyanın her yerinde ve bütün tarihsel dönemlerde rastlanan kültürel bir olgudur. DİN : ( Religion) İnsanın kutsal saydığı gerçeklikle ilişkisi; bu ilişkinin çerçevesini oluşturan inançlar, öğretiler, değer yargıları, davranış kuramları, tapınma biçimleri ve kurumsal yapılar. Dinin ekonomik yaşam üzerinde çok büyük etkileri vardır. Din, insanların doğa karşısında kendilerini güçsüz görmelerinin bir ürünüdür. Din toplumca ortak benimsenir (cemaat) bu yüzden de, cemaat toplumunun bireyleri kendi dinlerini diğerinden üstün tutmaya çalıştığı sürece taassup ve dinsel doğmalar (batıl inançlar) oluşmaktadır. Din büyüdeki kişisellik ve kültür özelliklerini taşımaz, insan ile ruhani güçler arasındaki dolaysız bir ilişkidir. BİLİM: 1. Nesnel dünyaya ve bu dünyada yer alan olgulara ilişkin tarafsız gözlem ve sistematik deneye dayalı zihinsel etkinliklerin ortak adıdır. 2. Doğanın ve Evrenin gerçeklerine ilişkin gözlemleri değerlendirerek, elde edilen bilgileri yöntemli bir şekilde tanımlayıp sınıflandıran, bunların nedenlerini ve aralarındaki ilişkileri araştıran, bağlı oldukları yasaları belirlemeye çalışan nesnel birikim. İnsan için yaşam çevresini, giderek tüm evreni anlamak köklü bir ihtiyaçtır. Bilim arayışı, günlük sorunların dürtüsünden çok olup bitenleri öğrenme, anlama ve açıklama merakından kaynaklanan bir arayıştır. Büyü, Bilim ve Dinin tanımlarındaki altı çizili noktalara dikkatinizi çektikten sonra; Şeyler nerede, nasıl, ne zaman, niçin, hangi gereksinimlerden başlamış? Sorularının yanıtlarını birlikte Uygarlığın Seyir Defteri içinde arayabiliriz. ***
  7. Yılmazın son yazdıklarından sonra tartışmanın geldiği bu noktada. Rutkay Azizin ülkenin içinde bulunduğu durmun kısa bir özetini geçtiği konuşmasından paragrafları buraya aktarmakta yara var gibi görünüyor. *** "Gerçek sanatçılar, ülkesinin ve dünyanın gerçeklerine tanık olmakla yükümlüdür. Benim Türkiye'min gerçeklerine tanık olduğum olay; hukukun üstünlüğünün yittiği, adaletsiz bir kalkınma gidişinin hızla yol aldığı, "parasız eğitim" diye pankart açan genç arkadaşımın 16 ay tutuklu kalması ama Şili'de o çocukların devrim yapması... Dünyanın hiçbir ülkesinde kadın, çocuk bu kadar tacize, cinayete maruz kalmıyor. Dünyanın gerçeğine dönüyorsunuz: savaş çığlıkları, açlık, işgal, sömürü... Goethe'nin dediği gibi, "Dünyanın en tehlikeli hali, cehaletin örgütlü eyleme geçme halidir." Bu da benim ülkemin bir gerçeğidir." *** Konuşmada geçen "Gerçek sanatçılar" ın yerine -"BEN" i veya "HALK"ı koyup ... "yükümlüdürler" veya "YÜKÜMLÜYÜM"- diyebilmenin kavranması ve tüm topluma yayılması gerekiyor aslında...
  8. Yaşlanmak mı? Hadi Canım sende... Yorugunsundur, yorgun...
  9. 4.6 Milyar Yıl Önce: Güneş sisteminin ve dünyamızın başlangıcı 3.9 Milyar Yıl Önce: Dünya üzerindeki göktaşı bombardımanı sona erer. Kanıtlar yaşamın var olduğunu gösteriyor. 3.5 Milyar Yıl Önce: Fotosentez gerçekleştiren siyanobakterilerin varlığının kanıtı 2.7 Milyar Yıl Önce: Zara bağlı çekirdekle kaplı DNA’lar bulunduran ilk hücreler olan ökaryotların var olduğuna dair olası kanıtlar 2.5 Milyar Yıl Önce: Arkeyan devrinin sonu. Serbest oksijen atmosferde toplanmaya başladı. 1.2 Milyar Yıl Önce: İlk çok hücreli canlıların ortaya çıkışı 542 – 488 Milyon Yıl Önce: (Kambriyen Dönemi) Kambriyen patlamasının gerçekleştiği dönem, yaşam formlarının çeşitlenmesi 488 – 444 Milyon Yıl Önce: (Ordovisyen Dönemi) Omurgasızlar – özellikle eklem bacaklılar ve yumuşakçalar – denizlere hükmettiler. İlk toprak bitkileri ortaya çıktı. 359 – 299 Milyon Yıl Önce: (Karbonifer Dönem) Ormanlar, bataklıklar, tohumlu bitkiler, yosunlar ve kurtayakları, amniyotik yumurtanın kökeni ile aynı zamana rastlar. Böcekler yaygındır. 251 Milyon Yıl Önce: Permiyen dönemin sonunda dünyanın yüzleştiği en büyük kitlesel yok oluş gerçekleşti. Pek çok bitki ve böcekle birlikte deniz ve kara omurgalı türlerinin büyük bölümü yok oldu. 251 – 65 Milyon Yıl Önce: (Mesozoik Zaman) Bu dönem açık tohumlu bitkileri, sürüngenleri ve dinozorları kapsar. 251 – 200 Milyon Yıl Önce: (Triasik Dönem) Dinozorların ataları da dahil olmak üzere “büyük ölüm”den kurtulanlar yeniden kolonileşir. Açık tohumlulardan ve ağaçsı eğreltiotlarından oluşan ormanlar yaygındır. 200 – 146 Milyon Yıl Önce: (Jura Dönemi) Dinozorlar ve kozalaklı bitkilerin egemen olduğu dönem 146 – 65 Milyon Yıl Önce: (Kretase Dönemi) Ilık denizlerle özdeşleşen, ismini bugün bile varolan tebeşirimsi kayalardan alan, dinozorlar çağının sonu olan dönem. Çiçekli bitkilerin ortaya çıkışı (130 – 125 milyon yıl önce). 65 Milyon Yıl Önce: Dünyaya asteroid çarpar. Denizde yaşayan türlerin ve bazı kara türlerinin (modern kuşların atası olan dinozorlar dâhil) kitlesel yok oluşu. Memeliler çağının başlangıcı. 65 – 1.8 Milyon Yıl Önce: (Tersiyer Dönemi) Kuşlar, memeliler, böcekler ve çiçekli bitkiler yaygın ve gelişmektedir. 25 Milyon Yıl Önce: Günümüz ormanlarının oluşumu; iklimsel soğuma ve geniş yapraklı yaprak dökmeyenlerin alçak enlemlerde sabitlenmesi; çayırların oluşumu 20 Milyon Yıl Önce: En erken maymun türlerinden olan Proconsul bu zamanlarda ortaya çıktı. 5.3 – 1.8 Milyon Yıl Önce: (Pliyosen Evre) İnsanın muhtemel atası Australopithecus, Afrika’nın çeşitli bölgelerinde yaşadı. Ünlü iskelet “Lucy”nin 3.2 milyon yıllık olduğu tahmin ediliyor. 2.5 – 2 Milyon Yıl Önce: Homo familyasının ilk türleri Güney ve Doğu Afrika’da yaşadılar. 1.8 Milyon Yıl Önce: Homo erectus Doğu Afrika’da yaşadı, Afrika, Avrupa ve Asya boyunca yayıldı. 150,000 – 100,000 Yıl Önce: Afrika ve Avrupa boyunca göç eden homo sapiens’in ilk ortaya çıkışı. 100,000 – 40,000 Yıl Önce: Soyları tükenen Homo neanderthhalensis Avrupa ve Asya’da yaşadı. M.Ö. 384 – 322: Aristo’nun dönemi. Yaşam formlarının üremeden, muhakeme becerisine kadar karakteristik bedensel aktivitelerine dayalı değişmez yaşam hiyerarşisini tanımladı. 1651: William Harvey, embriyonun oluşumunu açıklayan ve embriyolojide çığır açan, On The Generation of Animals’ı (Hayvan Nesilleri Üzerine) yayınladı. 1745: Pierre Louis Moreau de Maupertuis çalışmaları ile doğal seçilim hakkında ipuçları sundu. 1749: Georges Louis Leclerc, Comte de Buffon, kitabı “Histoire Naturelle”i yayınladı. Kitapta insan ve maymun arasındaki benzerliklere ve ikisinin ortak bir atadan gelmiş olabileceğine değinilmişti. 1753: Species Plantarum’da, Carolus Linneaeus, bitkileri familya ve tür olarak çift isimli bir sisteme göre sınıflandırdı. Daha sonra aynısını hayvanlarda uyguladı. 1794: Charles Darwin’in büyük babası Erasmus Darwin şöyle yazmıştı: “sıcakkanlı hayvanlar, kendi kalıtsal faaliyetleri ile gelişimi sürdürme becerisine sahip olarak tek bir canlı liften doğmuşlardır.” 1795: James Hutton, jeolojik tekdüzelikçilik teorisini ortaya attı. 1798: Georges Cuvier, mamut ve Hint fili anatomisi hakkındaki çalışmasını yayınladı. Bulguları, türlerin nesillerinin tükenebileceğini öne sürüyordu. 1809: Charles Darwin, İngiltere’nin Shrewsbury kentinde, 12 Şubat’ta doğdu. 1809: Jean Baptiste Lamarck Philosophie Zoologique’de, organizmanın yaşam süresi boyunca meydana gelen kalıtsal değişikliklerin çevre tarafından şekillendirilebileceğini bildirdi. 1825: Darwin, Edinburgh Üniversitesi’ne kaydoldu. 1827: Darwin, Cambridge Üniversitesi Christ’s College’e kabul edildi. 1829: Jeolog Charles Lyell, Dünya’nın yüzeyinin kademeli ve sürekli olarak değiştiği fikrini savunduğu Principles Of Geology’i (Jeolojinin Prensipleri) yayınladı. 1831: Darwin, Cambridge Üniversitesi’nden mezun oldu. 1831: Darwin, 27 Aralık günü Beagle ile yolculuğa çıktı. İngiltere’ye 1836’da döndü. 1838: Darwin, Ekonomist Thomas Malthus’un popülasyon raporunu okudu. 1839: Darwin, Emma Wedgwood ile evlendi. 1842: Darwin, Downe köyündeki Down House’a yerleşti. Evrimci fikirlerinin 35 sayfalık bir taslağını hazırladı. 1844: Darwin, Türlerin Kökeni’nin 230 sayfalık elyazmasını tamamladı fakat yayınlamadı. 1856: Lyell’in tavsiyesi üzerine, Darwin, Doğal Seçilim adındaki “büyük kitap” projesini yazmaya başladı. 1858: Alfred Russel Wallace, Darwin’e, Darwin’in fikilerini yansıtan bir mektup gönderdi. Her ikisinin fikirleri de Linnean Society’de sunuldu. 1859: 24 Kasım’da, Londra’da Türlerin Kökeni yayınlandı. 1862: Darwin, Angraecum sesquipedale’ı (kuyruklu yıldız orkidesi) polen yayarak dölleyecek uzunlukta dile sahip bir güve olması gerektiğini öngörmüştü. 1865: Gregor Mendel, melez bezelye bitkileri üzerinde yaptığı deneyleri sundu (Darwin’den habersiz olarak). 1869: Johann Miescher, nüklein diye adlandırdığı ve daha sonradan DNA olduğu anlaşılan fosfor ve nitrojen zengini bir molekülü ayrıştırdı. 1871: Darwin, Descent of Man’i (İnsanın Türeyişi) yayınladı. 1882: Darwin 19 Nisan günü, 73 yaşında hayata gözlerini yumdu. Westminster Manastırında toprağa verildi. 1892: August Weismann, germ hücrelerinin (sperm ve yumurtalar) sonraki nesle aktarılan kalıtsal maddeyi taşıdığını savunduğu germ-plasm teorisini yayınladı. 1900: Birbirinden bağımsız çalışan Hugo de Vries, Carl Correns ve Erich von Tschemark, Mendel’in kalıtsal özellikler üzerindeki çalışmasını yeniden keşfettiler ve doğruladılar. 1903: Walter Sutton, kalıtsal kromozom teorisi hakkında ilk kez net açıklamalarda bulunan bir makale yayınladı. 1903: Darwin tarafından var olduğu öngörülen güve Madagaskar’da keşfedildi ve isim olarak Darwin’in onuruna Xanthopan morganii praedicta (praedicta = öngörülen) verildi. 1908: Godfrey Harold Hardy ve Wilhelm Weinberg birbirlerinden bağımsız olarak popülasyonda gen alellerinin sıklığı hakkında formül tanımladılar. 1910: Thomas Hunt Morgan, Mendel’in resesif özellikleriyle ilişkilendirdiği cinsiyete bağlı bir özelliğe sahip olan beyaz gözlü mutant Drosophila’yı keşfetti. 1913: Morgan’ın öğrencilerinden Alfred Sturtevant, bir meyve sineği kromozomunun ilk basit haritasını yayınlayarak genlerin gerçek olduğunu kanıtladı. 1925: Çok ses getiren bir duruşmada, insanların daha düşük hayvanlardan geldiğinin öğretilmesini yasaklayan eyalet kanununu çiğnediği gerekçesiyle öğretmen John Scopes, Tennessee mahkemesi tarafından mahkûm edildi. 1925: Raymond Dart, keşfettiği yeni bir tür ve insanın evrim ağacının kilit bir üyesi olan Australopithecus africanus’un fosilleşmiş kafatasını yayınladı. 1927: H.J. Muller, Drosophila’da deneysel bir mutasyon yaratmak için X-ışınlarını kullandı. 1928: Frederick Griffith’in streptokok bakterileri üzerindeki dönüşüm deneyleri, genetik materyalin protein olamayacağını gösterdi. 1930: Ronald Fisher, popülasyondaki genlerin dağılımının doğal seçilim tarafından nasıl değiştirilebileceğini gösteren matematiksel bir analiz yayınladı. 1931: Mısır üzerinde çalışan Harriet B. Creighton ve Barbara McClintock ve Drosophila üzerinde çalışan Curt Stern, genetik çaprazlanmanın ilk görsel doğrulamasını sağladılar. 1931: Sewall Wright, bir popülasyonun gen sıklığındaki “random drift” (alellerin bir nesilden diğerine aktarılmasının rasgele doğası) ve olasılık dalgalanmalarının evrimde kayda değer bir faktör olabileceğini gösteren çalışmasını yayınladı. 1941: George Beadle ve Edward Lawrie Tatum, bir gen / bir enzim hipotezini ortaya koydular. 1942: Julian Huxley, Evolution: The Modern Synthesis’i (Evrim: Modern Sentez) yayınladı. 1943: Salvador Luria ve Max Delbrück, sadece seçilimin değil, rasgele mutasyonların da bakterilerde dirence yol açabileceğini bildirdiler. 1944: Oswald Avery, Colin McLeod ve Maclyn McCarty, nükleik asitlerin kalıtım maddesi olduğunu öne sürdüler. 1952: Alfred Hershey ve Martha Chase’in gerçekleştirdiği blender deneyi genetik maddenin protein değil DNA olduğunu kanıtladı. 1953: James Watson ve Francis Crick, DNA’nın ikili sarmal yapısını saptadılar. Rosalind Franklin’in X-ışını difraksiyon görüntülerini kullandılar. 1958: Crick, bilgi akışının nükleik asitten proteine doğru olduğu fakat tersi olmadığı efsanevi “Merkezi Dogma”yı duyurdu. 1958: Matthew Meselson ve Franklin Stahl, DNA kopyalandığında yeni sarmalın bir eski, bir yeni DNA dizisinden oluştuğunu gösterdiler. 1964: Louis Leakey, bulduğu fosili insan türünün en eski üyesi olarak tanımladı ve Homo Habilis (Yetenekli İnsan) olarak adlandırdı. 1966: Francis Crick, Sydney Brenner ve Alan Garen genetik kodu çözdüler. 1970: Lynn Margulis, ökaryot hücrelerdeki bazı iç yapıların bağımsız organizmalar olduğunu öne sürdü. 1971/1972: Niles Eldredge “punctuated equilibrium” (sıçramalı denge) teorisini ortaya koydu. Teori daha sonra Stephen Jay Gould tarafından geliştirildi. 1977: Carl Woese ve George Fox, yaşamın üçüncü alanı archaebacteria’yı (artık çoğunlukla arkea olarak dile getiriliyor) tanımladıkları bir makale yayınladılar. 1983: Homeobox genleri keşfedildi. Homeobox proteinleri hayvanın beden planının geliştirilmesi sırasında belirli zamanlarda, belirli düzenlerdeki diğer genleri aktifleştirir. 1990: Birleşik Devletler tarafından federal düzeyde finanse edilen İnsan Genom Projesi (Human Genome Project) hayata geçirildi. 1996: Yetişkin bir hücreden klonlanan ilk memeli, Koyun Dolly. 1998: J. Craig Venter’a ait özel bir şirket olan Celera Genomics, insan genomunu da sıralayacaklarını açıkladı. 1999: İnsan Genom Projesi, insan kromozomunun ilk sırasını tamamladı. 2001: Nature (İnsan Genom Projesi tarafından rapor edildi) ve Science’da (Celera Genomics tarafından rapor edildi) insan genom dizisinin ilk işleyen taslağı yayınlandı. 2004: İnsan Genom Projesi, neredeyse tamamlanan insan genom dizisini bildirdi. Sonrasında özel şirketler özgün genomlar için tam dizileri yayınladılar. 2004: Jeologlar, Kambriyen patlamasından önceki fosillerle kayda değer farklılık gösteren Kambriyen döneminin hemen öncesindeki Ediacaran dönemin ismini onayladılar. 2006: Benjamin Voight ve meslektaşları, insanlık tarihi boyunca, insan genomunun büyük bir kısmının “seçilim baskısı” nedeniyle değiştiğini ortaya koyan verileri yayınladılar. Kaynağı: sciencenews.org
  10. Olağanüstü iddialar, olağanüstü kanıt gerektirir. Oysa Dinsel İnançlar kanıtlara değil varsayımlara dayalı olarak iddialarda bulunur.

  11. Sevgili ftoyd; Düşünçelerine saygı duyuyorum ama konuya salt bu açıdan bakmanın eksik kalacağını düşünüyorum. Çünkü; insan yaşamı sadece günah ve sevap düzeyine indirgenemez. Fetüs aşamasını geçip yaşama tutunan insanların sonradan başına gelebilecek olumsuzlukları öne sürerek kürtaja karşı olmak tutarsız. Eğer annenin hayatı tehlikedeyse, annenin ölümünü, fetüsün ölümünden daha kötü olacağını göz ardı edemeyiz. Ayrıca çocuğun doğumu anne babanın hayatında çok büyük zorluklara sebep olacaksa (otizm, ya da doğumdan gelen sakatlık gibi) bu durumda kürtajın yaşanabilecek daha büyük sorunların önüne geçebilecek olacağını da göz ardı edilmemesi gerekiyor. Ancak hiç bir tıbbi gerekçe olmadan “Biz bu çocuğu istemiyoruz” bahanesi kabul edilebilir bir şey olamaz. İşte tam bu noktada Günah ve Cinayet olacağından bahsedilmesi mümkün. Çünkü; Dünyaya bir çocuk getirmek, çok büyük bir sorumluluktur. Çocuk yapmak, anlık bir karar ya da kaza eseri değil, enine boyuna düşünüp çiftlerin beraber karar alarak gerçekleştireceği bir eylem olmalıdır.
  12. İşte bunda çok haklısın. Sevgili Evrensel... Bağırıp çağırmakla hiç bir şey çözülemiyor. Geldiğimiz yer ve nedenleri üzerine gerekli değerlendirmeleri -ve ölçütü- sosyologlar yapıp sonuçlarını önümüze koyacaklardır elbet...
  13. Bu insani anlayışla düşünenler için evet... Üstelik, kim olursa olsun... YERYÜZÜNDE YAŞAYAN VE YAŞAMIŞ TÜM ANNELER BUNU HAK EDİYOR. Ancak; doğurana değilde doğana biat eden yalaka zihniyetidir eleştirilen... Başlık yazısı bu açıdan senin önerin doğrultusunda kaleme alınmış aslında... TV lerde izlemedik mi? Kendi annesine hakettiği saygıyı gösterdiği bile şüphe götürür şahsiyetler "Kendi annem ölmüş kadar üzülüyorum" diyebiliyorlardı. Sukuneti bozanlar bu insanlar... Sukuneti yalaka anlayışıyla bozanları eleştirenler değil...
  14. Yani... İnsanın kanına giriyorsun... Sevgili Radya Yakın olsa da çıkıp gelseydik Çaylara Keklere.... Yanında bir şey olmasda da olur aslında resimde ki sunum bile yeter... Ardından iki çift tatlı sohpet...
  15. Hoş geldin aramıza sevgili "ocean"
  16. *** Köstebek ... 12 Ekim 2011 Beşir Atalay’ın içişleri bakanlığı döneminde, polislerden toplanan bağışlar, Kızılay dururken bu arkadaşlara verildi mi? Verildi. TBMM’nin mutfağı yenilenirken, TBMM’nin tabağı, çatalı, bardağı bu arkadaşlara verildi mi? Verildi. Kamu yararına dernek statüsü almak için başvuruda bulunduklarında, Danıştay tarafından iki defa reddedilince... Kamu yararına dernek statüsü verme yetkisi Danıştay’dan alınıp, Bakanlar Kurulu’na verildi mi? Verildi. Kamu yararına dernek statüsü verme yetkisi Bakanlar Kurulu’na geçer geçmez... Bu arkadaşlara, izin almadan bağış toplama yetkisi verildi mi? Verildi. Mehmetçik Vakfı’na bile verilmeyen vergi avantajı bu arkadaşlara verildi mi? Verildi. TBMM Üstün Hizmet Ödülü verildi mi? Verildi. Bu arkadaşları soruşturan savcıların işine son verildi mi? Verildi. * Ne der hep başbakanımız? Gözleri var görmezler... * Bi nevi “köstebek” tarifidir o. Gözleri vardır ama, görmez. * Dolayısıyla... Beşir Atalay asla köstebek olamaz. Gördüğünden eminim. * Bu ülkede yaşayıp, göz göre göre’yi hâlâ kim görmüyorsa... İşte odur köstebek. ***
  17. Dili, Irkı, Cinsiyeti, Yaşı, Harcadığı Emek ve Toplum içinde statüsü ne olursa olsun;.. İnsanların eşit haklara sahip birer birey olduğunu "-Tartışmadan, Ön koşulsuz-" kabul etmemiz gertiğini kavradığımız zaman, "-Uyarmak adına iyi niyetle sorduğunuz-".. "Biz neyi tartışıyoruz, Neyi konuşuyoruz?" soru ve sorunları ortadan kalkacaktır. Bu toplum ve bireylerin yaşam enerjilerini nasıl sağladığıyla doğrudan ilişkilidir. Bu sorunları kolayca aşıp çözümleyebilen toplumlar ve onun bireyi olabilmek için, O toplum ve bireylerin yaşam enerjilerinin bağırsaklarından beslemememesi gerekiyor. Eğer bağırsaklarıyla düşünen bir toplumun bireyi isek çatışma kültürü yaşamımızın olmazsa olmaz bir parçası olacaktır elbet. Arada bir vicdan yapıp, biz ne yapıyoruz yahu demek ihtiyacı duysak bile... Enerjisini bağırsaklarından alan bir toplumun bireyleri olarak ne kadar akıl, fikir, izan ve mantıktan söz edilse de sonuçta yapılanlar, davranış ve eylemler, içinde bulunduğumuz toplumun hastalıklı beyin yapısının ürettiği düşüncelerle beslenmeye devam edecektir. Sonuçta akşam yenilenlerin sabah dışkılandığı gibi, hastalıklı toplum yapısının beslediği düşüncelerle yaşamı algılayan o bireyler su testisi gibi su yolunda kırılmaya devam edeceklerdir... Bu yargıları içinde bulunduğumuz topluma mal ederek değerlendirmeye kalkmak eksik kalır. Yüz yıllardır yaşanan kan ve savaşların beslendiği kaynak, toplumsal enerjisini bağırsaklarından sağlayan hakim çoğunluğun oluşturduğu genel algılamadır. Bu genel algılama; bireysel ve onların oluşturduğu toplumlar olarak, emeğin ve değerlerin gaspına dayalı, bir diğerini ve toplumları paylaşımda bulunmadan sömürü ve baskılarla kontrol altında tutmaktır. Bu baskılar, emek ve değerleri zor yoluyla almanın ötesinde, topluluklar üzerinde kişisel inançları dinsel hegemonya yoluyla kontrol ederek, Öbür dünya kaygıları gündemde tutularak, bu yaşamda bireylerin sınavda olduğu öne sürülerek katkı sağlanır. Tüm insanlığın sorunudur bu!
  18. İnsanların davranışları, kişisel ihtiyaçlarını "-yerinde, zamanında ve çevreye uyumlu olarak-" çözümleme kültürüyle doğrudan ilişkilidir. Bu kültür ise, çevrenin ve bireyin kendi kişisel gelişimine yaptığı olumlu katkılarla değişim gösterir. Olumluya yönelim eksik kalınca da "-ne ve kim olursanız olun-" birileri tarafından uyarılır ve yönetilirsiniz. İnsanın yüzü kızarır "-yapılması gerekeni hala öğrenmemiş yada bildiği halde-" uyarılıyor olmaktan... Kızarır mı dersiniz?.. Yoksa "-uyarının konumu ve bakış açısına göre-" inançlarımıza baskı var diye feryat figan mı ederler?
  19. *** Bu gerçekleri çocuklarınıza öğretin. Çocuklarınıza mutlu olmaları için kendi dışlarında hiçbir şeye -hiç kimseye, hiçbir yere ya da şeye- gereksinimleri olmadığını, Kendi kendilerine yeterli olduklarını öğretin... Çocuklarınıza başarısızlığın bir kurgu olduğunu, her denemenin bir başarı olduğunu, Her çabanın zafere ulaşan bir adım olduğunu ve ilkinin de ikincisi kadar onurlu olduğunu öğretin... Çocuklarınıza Yaşamın tümüyle derin bağları olduğunu, Yaşamda var olan her şeyle aynı ortamı ve ortak bir yaşamı paylaşan birer canlı olduğumuzu öğretin. Çocuklarınıza son derece bollukla dolu bir dünyada yaşadıklarını, Herkese yetecek kadarı olduğunu ve en fazlasını almak için toplamak yerine, Elimizdekilerin fazlasını paylaşmak gerektiğini öğretin... Çocuklarınıza şerefli ve mutlu bir yaşam sürdürmeye hak kazanmaları için yapmaları gereken hiçbir şey olmadığını, Kimseyle herhangi bir şey için yarışmalarının gerekmediğini, Ve yaşamda var olan iyiliklerin ve başarının herkes için var olduğunu öğretin... Çocuklarınıza bir şeyin sonucuyla cezanın aynı şey olmadığını, Her zaman doğru anlamaları gerektiğini düşünerek endişelenmelerinin gerekmediğini, Mükemmel ve güzel olmak için bir şeyleri değiştirmek ya da "daha iyi" olmak zorunda olmadıklarını öğretin... Çocuklarınıza sevginin hiçbir koşulu olmadığını, Asla sizin sevginizi yitireceklerinden endişe duymamalarını, Onların koşulsuzca paylaştıkları kendi sevgilerinin dünyaya verebilecekleri en büyük armağan olduğunu öğretin. Çocuklarınıza özel olmanın daha iyi olmak anlamına gelmediğini, Birinden daha üstün olduğunu iddia etmenin onları “Gerçekte Oldukları Kişi” olarak görmemek olduğunu, "Benimki daha iyi bir yol değil, benimki sadece başka bir yol" diye düşünmenin iyileştirici bir özelliği olduğunu öğretin... Çocuklarınıza yapamayacakları bir şey olmadığını, Cehalet yanılsamasının yeryüzünden silinebileceğini, Herkesin tek gereksinimi olan şeyin onlara gerçekte “Kim Olduklarını” anımsatarak, onları kendilerine geri vermek olduğunu öğretin... *** Eğer onlara bu GERÇEKLERİ anlatır ve öğretirseniz, Onların gelecekteki yaşamları için çok ama çok önemli bir şeyler öğretmiş olursunuz... Bunları yalnızca sözcüklerinizle değil davranışlarınızla… Konuşarak değil göstererek öğretin... Çünkü çocuklarınız yaptıklarınızı örnek alacak ve taklit edeceklerdir. Ve gerçek şu ki; Siz nasılsanız, Ne kadar pozitif, Olumlu ve Bilinçli iseniz onlarda öyle olacaklardır. ***
  20. Yazdıklarınızın hangi bir tarafını düzeltsek ki? Alıntılanan bu son cümleniz bile tamamen çelişkilerle dolu... En basitinden, Bir ateisti dini inançları olan bir kişi olarak ele alıp görüş belirten birine ne denebilir ki şimdi?
  21. *** Çok soğuk bir kış günü padişah "IV. Murat", tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş. Yanına baş vezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Padişah, ihtiyarı selamlamış: 'Selamünaleykümum ey pir-i fani...' 'Aleykümselam ey serdar-ı cihan...' Padişah sormuş: 'Altılarda ne yaptın?' 'Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor...' Padişah gene sormuş: 'Geceleri kalkmadın mı?' 'Kalktık... Lakin, ellere yaradı...' Padişah gülmüş: 'Bir kaz göndersem yolar mısın?' 'Hem de ciyaklatmadan. ..' Padişahla baş vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah baş vezire dönmüş: 'Ne konuştuğumuzu anladın mı?' 'Hayır padişahım...' Padişah sinirlenmiş: 'Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.' *** Korkuya kapılan baş vezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada çalışıyor. Yanına gidip sormuş.. 'Ne konuştunuz siz padişahla?' Adam, baş veziri şöyle bir süzmüş: 'Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.' Baş vezir, yüz altın vermiş. 'Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu.' 'Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi.' Vezir kafasını kaşımış. 'Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek?...' Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış. 'Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kışın çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim. (32 ise ağızdaki dişten kinaye, boğaz)' Vezir bir soru daha sormuş... 'Geceleri kalkmadın mı ne demek?' Adam bir yüz altın daha almış. 'Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim....' Vezir gene kafasını sallamış. 'Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek...' Adam gülmüş: 'Onu da sen bul...' ***
  22. *** Yirmi yıl sonra "HEY NE HABER" deyip napıyor, ne yapıyor muş?
  23. GeceKuşu

    Ölümden sonra hayat!

    Müthiş bir varsayım ve Müthiş bir zeka pırıltısı; -yaşamın geçekleri, kanun ve kuralları- ile varsayımlar arasında benzerlik ve ilgi olduğunu düşünebilmek. Müthiş bir yaklaşım, önce kendini şimdi de bizleri "ölde gör." diyerek korku salma, korkutarak sonuç alma, kendi inançlarını dayatma çabası... *** Müthiş bir bilgi birikimi; -yada her kimse- diyerek newton dan söz edebilmek. *** Varsayım bu ya belki siz; öldükten sonra gelip ölümden sonraki yaşamı anlatırsınız. Nasıl olsa ölüp de göreceksiniz ya! Varsayım bu ya; iyisi mi mezarlıklara gidip ölen fanilerden öbür yaşama dair orada neler yaşadıklarına dair bilgiler alsak? Sayın lc1d18; ne dersiniz?
  24. GeceKuşu

    Ölümden sonra hayat!

    Sevgili gloria; Son satırını anlamlandırabilmek için okudum, okudum, tekrar okudum. Benim kavrayamadığım bir şey vardır belki diyerek tekrar okudum... Sonunda işin içinden çıkabilmek için sormam gerektiğini düşündüm... "Ölümden önce bir hayat yok mu? Yok mu yani öyle bir hayatımız?"
  25. Sevgili Dayı; O satırları yazan bir kadın, sen ve ben birer erkek... Aşk var, aşk var. Senin ki başka, bir diğerininki daha bir başka... Algılanan ise belirttiğin gibi "Suretler"... olunca da her aşkın finali de bu ifadelerle bitecektir elbette... Ama Pakize'nin yazdıklarında o kadar gerçekler var ki.., Sahi sen gençliğinde hiç bir "surete" aşık olmadın be Dayı.. Dolu dolu yaşamadın mı hissetiklerini çılgınca ve umarsız.. Ne acılar çekmiştik be Dayı unuttun mu? Birileri bize de bir şeyler anlatmamışlar mıydı durmadan? Bize de dememişler miydi "Yaşamak güzel." "Boşver, her şey unutulur." diye? Bir kulağımızdan girip bir kulağımızdan çıkmamış mıydı tüm o söylenenler? Ayrıca dediğin gibi "AŞK bu kadar zor değil", hatta bazen de çok kolay. Senin Esas Olarak Bizlere Anlatmak İstediğinden Farklı da Olsa... Olasılıklara bağlı olarak bir minibüs koltuğunda bile başlayabilir yeni bir aşk... http://www.turkish-media.com/forum/topic/248625-bir-yol-hikayesi/#entry944087 Sevgilerimle sevgili Dayı
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.