Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

GeceKuşu

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

GeceKuşu tarafından postalanan herşey

  1. Tanrı’yla Bütünleşme Sürecinde Kendilik ve Mandala Jung’a göre kendilik, her insanın dünyaya gelirken Tanrı vergisi olarak sahip olduğu bir arketiptir. Ben ve personadan farklı bir arketip olarak onun hedefi, biyolojik yapılanmada, ruhun manevi gelişmesinde, dinin ve sanatın ruhsal alandaki başarılarında gerçeklik kazanmaktır. Bu nedenle o, gizli bir sır, gizemli bir kaynak ya da tanrısal yansıma olarak görülebilir. Mandala genel anlamı itibariyle, psişik bütünlüğün evrensel imgelerini temsil eder. Jung açısından kendilik’in merkezi sembolü kimliğiyle insanlığın en eski dini sembolleri arasında yer alan bu figür, tüm kültürlerde öteden beri mevcut olmakla birlikte en ihtişamlı ve karmaşık biçimleriyle Doğu kültürlerinde yansıma bulur. Mandala sembolleri, psişenin derinliklerinde kendiliğinden doğar, kendine özgü bir düzene göre yansıma bulur ya da kaybolur. Mandalaları kendilikin somut yansımaları olarak tanımlamak mümkündür. Basit bir kare ya da daireden edebi yazı veya müzikal şekillere kadar zengin ifade imkanı bulan mandalalar, bireysel ile kolektif hayat arasında köprü vazifesi görerek aralarındaki uçurumu kapatırlar.
  2. Psişik Uzlaşma-Arketiplerin Gerçekleşmesi Bireyleşme süreci 4 evreyle tamamlanır. 1- Psişenin karanlık yönünü teşkil eden “gölge” arketipinin bilinş alanına yükseltilmesi süretiyle gerçekleşmesi. 2- Psişede karşı cinse ait unsurlar olarak Anima ve Animus arketiplerinin gerçekleşmesi. 3- Mitlerde ve yaşanan hayatta somut yansımalarıyla zengin bir görüntü çeşitliliği arz eden, ancak olumsuz özdeşmelere yol açabilen arketipler olarak “yaşlı bilge” ve “büyük ana” arketiplerinin gerçekleşmesi. 4- Psişenin bütünlük kazanmasında bireyleşmenin temel hedefi olarak “kendilik” arketipinin gerçekleşmesi. Gölge, psişik bütünlüğün görünmeyen, fakat ayrılmaz bir parçasıdır. Bu arketip, kişiliğin diğer yanı ya da karanlık kardeşidir. Gölgenin gelişimi, ben’in gelişimine paralel bir süreç takip eder. Ben’in ihtiyaç duymadığı, hoşlanmadığı ve reddettiği öğeler, gölgede toplanır. Gölgenin, biri kişisel bastırmaların toplandığı kişisel bilinçdışı; diğeri tüm insanların psişelerinde mevcut arketipik öğelere ait olumsuz kalıntılarının toplandığı kolektif bilinçdışı olmak üzere iki boyutu mevcuttur. Jung’a göre gölgenin olmadığı bir bireyleşmede bütünleşme de söz konusu olamaz. Herkeste vardır ve olması da doğaldır. İnsanla ayrılmaz bir bütündür. Karanlıkta, ışığın nesnelere verdiği gölge gibi… Anima, erkeğin bilinçdışındaki kadını simgeleyen ruh imgesini temsil ederken; Animus, kadının bilinçdışındaki erkeği simgeleyen ruh imgesini temsil eder. Ruh imgesinin arketipik figürü, her zaman karşı cinsi sembolize eder. Bu nedenle insan, kendi psişesinin özelliklerini temsil eden kişiyi seçerek ona bağlanır. Anima ve Animusun en önemli işlevleri, karşılıklı psişik dengelenme olarak tanımlanabilir. Kadın, tabiatında sınırlı olan bir erkeksi unsurla dengelenirken; erkek kadınsı bir unsurla dengelenir. Yaşlı bilge ve büyük ana arketipleri ruh imgesinin ortaya çıkmasından sonraki aşamada, aynı cinsiyet bağlamında ahlaki prensibin kişiselleştirilmesini temsil ederler. Bu aşamaya gelmiş birey, artık benliğinin karanlıkta kalmış birçok alanına ışık tutabilecek ve psişik süreçlerini kontrol edebilecek bir yetkinliğe ulaşmış sayılır. Hayatın genelde 2. Yarısında gerçekleşir. Jung’un kendilik kavramıyla tanımladığı enerji merkezi, insanın bilinçdışında duygusal yoğunlukla yüklü, tüm psişik dinamizminin kendisinden kaynaklandığı ve diğer tüm arketiplerin kendisine uygun olarak düzenlendiği bir enerji merkezidir. Kendilik, insandaki tüm psişik fenomenlerin toplamına işaret eder; kişiliğin birlik ve bütünlüğünü ortaya koyar. Kendilik, bilinçle bilinçdışının orta noktasını teşkil eden; ben ile bilinçdışı arasında eşit uzaklıkta bütünlük ve tatmin sağlayan ideal bir merkezdir.
  3. Bireyleşme Süreci ve Hayat Evreleri Bireyleşme, her şeyden önce tek tek bireylerin gelişmesini ve özelleşmesini hedefleyen genel bir sürece işaret eder. Bu nedenle bireyleşme, aynı zamanda bireysel kişiliğin gelişmesini ve özelleşmesini hedefleyen bir farklılaşma sürecidir. Jung’a göre, psişik hayatın derinliklerinde kendiliğinden ortaya çıkan; belirgin bir bozukluk tarafından engellenemeyen ve saptırılamayan; fiziksel büyüme ve yaşlanma sürecine bağlı belirli aşamalar paralelinde gelişen tabi bir olgunlaşma sürecine işaret eder. Kişiliğin bilinçdışında kalmış yanlarını bilinçli hale getirip bilinçdışının bilinçle uzlaşmasını sağlayan bireyselleşme süreci, kişilikte farklı yapı ve boyutlarda varlığını sürdüren ve birbiriyle uzlaşmaz görünen eğilimleri uyumlu bir bütünlük içerisinde bir araya getirir. Bireyleşme ve bireyselcilik birbirine karıştırmamak gerek. Bireyselcilik, kişisel özellikleri ön plana alma ve vurgulamayı ifade eder. Bireyleşme ise insanların ortak karar ve amaçlarının daha iyi ve daha mükemmel bir şekilde tatmin edilmesi anlamına gelir. Bireysellik, ben merkezli bir kişiliği işaret ederken, bireyleşme, özgün kişiliğin farkında olmayı bilinçdışı yönünü kabul ederek ona mümkün olduğunca ifade imkanı vermeyi ve canlı-cansız tüm evrenle barışık yaşamayı içerir. Bireyleşme, homojen uyumlu bir varlık olmak, kendi özel nitelikleri içinde kendi olmak demektir. Bireyleşmenin, bireycilikten ve benmerkezcilikten farklılığı, onun toplumsal bir bütünlük içinde, fakat toplum tarafından mutlak olarak belirlenmeksizin kendi insan potansiyellerini en üst düzeyde gerçekleştirme fırsatını vermesinde yatar. Jung hayatı iki evreye ayırır. 2. Evrede bütünleşmenin sağlanabildiğine, yani kendi olma yada kendini gerçekleştirme sürecinin tamamlandığını belirtiyor. Burada da yine dini öne çıktığı söylüyor.
  4. Jung Psikolojisi’nde Din ve Tanrı Preblemi Din Problemi Jung dini, Tanrı tarafından açıklanmış bir kurtuluş yolu olarak takdim eder. Başlarda din ve ruh ayrı şeyler kabul edilip aralarında bağ olmadığına inanılıyordu. Freud’un yeni yaklaşımıyla din hayatın içine çekildi. Ve Jung biraz daha farklı bakmaya başladı dine. Bilinçdışı insanın dini hayatında çok önemli bir yer aldığını belirtir Jung. Bilinçdışı, dini fonksiyonların gerçekleşim ortamıdır. Din, tartışmasız olarak insan ruhunun en eski ve yaygın ifade tarzlarından birisidir. Din, kişiliğin tamamını kavrar ve etkiler. Kolektif bilinçdışında en büyü ortak argüman dinidir. Her insanda dünya ötesi aşkınlığa dayalı manevi-dini bir ihtiyaç kesin olarak vardır. Jung’a göre, Freud’a ters olarak, nevrozların ve sinir bozukluklarının özünde, içgüdülere ve dolayısıyla dini tabiata yabancılaşma olgusu, birincil patolojik etkenler arasında yer alır. Tanrıyı kavramada bilinçdışı aracılık eder. Her insanın bilinçdışında dine ilgi vardır. Ve her şeyin altında dini duygu vardır. Bunu insanın atması mümkün değildir. Arketipler de dinin yansımasıdır diyor Jung. Dini tecrübeye ulaşmada kiliseye önem veriyor. Gerçi bir olumlu biri olumsuz iki işlevinden bahsediyor kilisenin ama o olumlu yandan yaklaşıyor. Kiliseyi dini tecrübeye ulaşan insanları, yanlış yine gitmekten koruyan vasıta olarak görüyor. Bu yolla dini tecrübeye varılacağını belirtiyor. Dini ibadet ve ayinlerin bireyi dış tehlikelerden kuruduğuna inanır. İbadetler, bilinçdışı güçlerden korumanın yanında bilinçdışının potansiyelini de çoğu zaman artırır. Dine çok önem veriyor ve hatta en iyi tedavini din olduğunu belirtiyor. Jung, benimsemediği bir mezhebe bağlı olsa bile, hastasının herhangi bir kiliseye gidip dini uygulamalarda bulunmasını, prensip olarak her zaman tavsiye etmiştir. Dini ayinleri, bilinçdışı psişeden kaynak bulan dinamik güçlerle baş edebilmede önemli referans noktaları sunan eşsiz uygulamalar olarak hizmet görüyor. Jung, batının manevi değerlerini kaybettiğini ve maddeye, somuta yöneldiğini bundan dolayı da rahatsızlıkların ortaya çıktığını belirtiyor. Dindar olanların bilinçdışıyla orantılı bir yaşam süreceğinden karlı olduğunu belirtiyor. Tanrı Problemi Jung’a göre insan ruhunda en büyük güce sahip psikolojik gerçeklik Tanrı olarak etkinlik gösterir. Bilinçdışının en güçlü imgesi olan Tanrı insan varoluşu için zorunluluk arz eder. Psişede var olan üstün güç, Tanrı imgesine ait değilse, psişik enerjiyi bir içgüdü veya bir kompleks kendine çeker ve beni teslim alır. Böylece hakimiyet onlara geçer. Ve sorunlar ortaya çıkar. Jung’ göre, modern insanın Tanrı’yı bırakıp insan yönelmesinden dolayı boşluk ve sorunlar doğar. Tanrı ile insan dengeli yaşar. Bilinci dengede tutmanın yolu Tanrı’ya olan inançtır. Eğer bu değerini kaybederse yerine başka şeyler geçer. Bu da sorunlara neden olur. Jung, 1916’da yazdığı kitapta (Ölülere Yedi Hitabe) inandığı Tanrı, iyi-kötü, ışık-karanlık gibi zıtlıkları; güneşi olduğu kadar şeytanı da yapısında barındıran bir Tanrı’dır. Bu düşüncesine uygun olarak o, dinlerdeki mantık dışı ya da birbirine zıt kabul ve içeriklerin, dinin dinamik kalmasında önemli bir rol oynadıklarına inanır. Jung’a göre Tanrı, fiziksel değil, açık bir psişik olgudur; yani o fiziksel olarak değil sadece psişik olarak tespit edilebilir. Jung inançlı bir kişidir. Şu cümlesi çok manidar burada, “tüm düşüncelerim, güneşin etrafında dolaşan gezegenler gibi Tanrı’yı merkez alıyor. Bu çekim gücünü reddedersem, en büyük günahı işlemiş olurum.” Fakat herhangi bir Hıristiyan mezhebine bağlı değildir.
  5. Kolektif Bilinçdışı ve Arketipler Kişisel bilinçdışı, bir kenara atılmış olduğu halde her an bilinçte yeniden yapılandırılabilen, çeşitli nedenlere bağlı olarak bireyde rahatsızlık doğurduğu için bastırılmış, unutulmuş, bilinçsizce algılanan, düşünülen ve hissedilen öğelerin toplamıdır. Bu alanda biriken deneyimlerin tümü, kaynakları itibariyle bireysel tecrübelere dayanır. Buna karşın kolektif bilinçdışı, tüm insanlığın mirasını, tarihten, tek tek toplumlardan ve ırklardan bağımsız olarak başlangıçtan beri süregelen ve evrensellik kazanmış durumlar karşısında gösterilen kalıpsal tepkileri içerir. Korku, tehlike, savaş, aşk, nefret, doğum, ölüm, aydınlık, karanlık gibi durumlar, bu tür içeriklerin bazılarıdır. Kişisel bilinçdışı içerikleri, duygusal ifade tarzlarıyla doğrudan ilgili “kompleks”lere karşılık gelirken; kolektif bilinçdışının içeriklerini “arketip”ler teşkil eder. Jung kısaca kolektif bilinçdışını, daha önce hiçbir şekilde bilinç alanına ulaşmamış, miras olarak devralınan insanlığın tümüne ait ortak öğelerin toplandığı psişik kısım olarak tanımlar. Beyin aracılığıyla aktarıldığını iddia eder. Kolektif bilinçdışının tezahürü ancak sembollerle mümkündür. İşlevlerinden bir de mit üretmektir. Bilinçli akıl, her zaman benin çevreyle uyumuna yönelikken; bilinçdışı, tabiatın kişisel olmayan objektif niteliğine sahiptir. Arketipler Arketipler, en genel anlamıyla zihinsel biçimler ya da bilinçdışı tabiata ait imgeler olarak tanımlanabilirler. Bunlar, dünyanın hemen her yerinde kültürel yapıyı belirleyen ortak mitlerden, yaşantılardan ve bireyi her zaman etkileyen bilinçdışı kaynaklı ürünlerden oluşurlar. Arketipler, toplumsal anlamda sadece kültür ve gelenekler aracılığıyla değil, aynı zamanda kalıtımsal mirasla da aktarılan ortak oluşumlardır. Jung arketip kavramını daha önceki filozoflardan almıştır. Farklı kullanım şekilleri vardır. Jung’a göre arketipler insanı yönlendirirler. İnsan hayatının evrelere bağlı olarak arketiplerce düzenlendiğine inanır. Bilincin, yaratıcı ve yıkıcı ruhun da kaynağıdır. Jung’un özellikle yoğunlaştığı arketipler, gölge, anima-amimus, kendilik ve Tanrı arketipidir. Jung psikolojisinin en önemli niteliklerinden birisi, kişilik yaklaşımında birbirine karşıt güçlerin bir arada etkinlik göstermesidir. Mesela; persona-kendilik, anima-animus gibi… Bir bütün olarak arketipler, insan ruhunun tüm gizil güçlerinin toplamını; Tanrı, insan ve kozmus arasındaki derin ve sürekli ilişki bağlamında miras alınan tüm aktarımları temsil ederler.
  6. Jung Psikolojisinde Psişik Süreçler Analitik psikoloji, tüm yaklaşımlarında ruhun gerçekliği tezinden hareket eder. Ruhun kendine has özel bir yapısı ve bağlı olduğu ilkeleri mevcuttur. İnsan dış gerçekliği, rahun yapısına göre kavrar. Jung, psişe ve ruh kavramlarını birbirinden ayırarak farklı anlamlarda kullanır. Buna göre psişe, tüm bilinçli ve bilinçdışı süreçleri kasteder. Ruh ise tüm psişe içinde “kişilik” olarak karakterize edilebilecek belirlenmiş ve sınırlanmış bir “fonksiyon kompleksi” ne işaret eder. Bilinç ve Bilinçdışı Jung’a göre insanda bilinç, kişisel bilinçdışı ve kolektif bilinçdışı olmak üzere üç farklı psişik alan vardır. Bilinç, insanın kendi psişesinin içerikleriyle ilgili doğrudan bilgisini içerir. Kişisel bilinçdışı, daha önce bilinç alanında olmalarına karşın, etkinlik güçlerini kaybettikleri için unutulmuş, bilincin dikkatini üzerinden uzaklaştırmış ya da dikkatini çekmediği halde herhangi bir şekilde psişeye ulaşmış içeriklerin toplandığı kısımdır. Kolektif bilinçdışı, doğuştan aktarılan, bireysel tecrübelerle elde edilmeyen, tüm insanlığın ve hatta tüm hayvan aleminin sahip olduğu ilksel formlardan oluşan ve bireysel psişenin temellerini teşkil eden ortak içeriklerden oluşur. Bilinç Jung, bilinci “psişik içeriklerin ben ile ilişkisini koruyan fonksiyon yada aktivite” olarak tanımlar. Kolaektif bilinçdışı kavramıyla jung, insan topluluklarının hayatlarını tayin ederken rehber edindikleri gelenek, örf, anane, ahlaki ilkeler, idealler, değerler, kurallar, inançlar ve önyargılarla ilgili bütüncü bilinci ya da bilinçli bilgiyi kasteder. Jung’a göre ben, bilincin merkezini teşkil etmekte beraber, kökleri bilinçdışı derinliklerine kadar uzanır. Ben ve bilinç kavramaları birbirinden kesin olarak ayrılmaz, bunun yerine dönüşümlü olarak kullanılırlar. Bilinçdışı Bilinçle bilinçdışı arasında bir gerilim vardır. Bu gerilim zamanla nevroza sürükler. Bunun iyileşmesi konusunda bilinçdışının bilinç alanında yansıma bulmasına bağlı olduğu noktasında Freud ve Jung birleşir. Bilinçdışını ifade şekli ve boyutunda ise ayrılırlar. Freud’a göre bilinçaltı, bireysel ve içgüdüseldir. Jung’a göre ise sadece bireysel değil, kolektif bir boyuta da sahiptir. Jung’a göre bilincin tüm işlevleri önceden bilinçdışında hazır bulunur. Bilinçdışı, birbirinden farklı pek çok öğeyi bir arada barındırabilen yüce algılara, ataların ve tüm insanlığın deneyimlerine sahip eşsiz bir hazinedir. Bu durumda bilinç, ancak ruhun bilinçdışı tarafının gecikmiş bir filizi sayılabilir. Herhangi bir duruma karşı normal koşullarda bilinç, dış gerçekliğe uygun kişisel tepkilerle cevap verir. Oysa bilinçdışı, tüm insanlığın yaşantısını dile getiren evrensel ölçütlere göre tepki verir. Bu yönüyle bilinçdışı, bilinci dengelemek suretiyle psişenin bütüncü yapısına uygun davranışların ortaya çıkmasına yardımcı olur. Jung’un bilinç, bilinçdışı arasındaki ilişki Freud’un ego, süperego ilişkisine biraz benziyor. Bunda da birbirlerini dengeleme olduğunu söylüyor Jung. Bu dengelemeyi rüyalar ve fantezilerle gerçekleştirebileceğini söylüyor.
  7. Jung ve Din (Doç. Dr Abdulkerim Bahadır) ( İz Yayıncılık; İstanbul, 2007) Yapısalcı psikoloji ekolünün kurucusu Wilhem Wundt (1832-1920) 1879’da ilk laboratuarı kurarak psikoloji bilimselleşti. İlk zamanlarda psişe ihmal edilmiş ve küçümsenmiştir. 20. yy başında Freud tarafından bu aralanmıştır ilk olarak. Freud dindarlara, psikolojik tedaviye muhtaç obsesif ve nevrotik hasta gözüyle bakmıştır. Jung ise, dinin insan için vazgeçilmez bir ihtiyaç olduğunu kabul etmiştir. Pek çok psikolojik rahatsızlığın ardında dini bağlılığın yoksunluğunu temel neden görmüştür. Jung, ilkel insan (arkaik insan)’la modern insan arasında büyük benzerlikler vardır diyor. Sadece varsayımlar farklıdır. Yani düşünce ve davranışları daha farklı temeller üzerine oturur. Modern insan her şeyi doğal ve açıklanabilir nedenlere dayandığını kabul eder. Arkaik insan ise her şeyin gizli, görünmez ve denetlenemez güçler tarafından organize edildiğini varsayar. Olayların arkasında tesadüfler değil, bilinmeyen niyet ve amaçların yattığına inanır. Jung’a göre, kurtuluşun ve sağlığın yolu, ecza dolabından değil, bizzat insanın içsel dinamiklerinden geçer. Bu durum, hem birey hem de toplum için geçerlilik arz eder. Özellikle manevi sorunların olumsuz neticelere yol açabileceğine inanmıştır Jung. Akademik Kişiliği ve Dini Altyapısı Dindar bir aileden geliyor Jung. Özellikle anne tarafı ya ilahiyatçı ya da rahiptir. Baba tarafı da doktorluk ve resmi görevlerle ön plana çıkıyor. Yani çok zengin ve deneyimli bir ortamda yetişmiş. Çocukluğu çok sıkıntılı geçmiş ve hayal gücü kuvvetli bir çocuktu. Hatta 1 nolu (dışa dönük) ve 2 nolu (içedönük) ayrımını o yaşlarda oluşturmaya başlamıştı. 1913 yılında psişik süreçleri konu edinen bir bilim dalı olarak kendi yaklaşımını “Analitik Psikoloji” olarak belirlemiştir. 1935 yılında yeni bir ad olarak “Kompleks Psikoloji” kavramını kullansa da pek kabul görmemiştir. Hayatının ikinci yarısında, teorik yaklaşımlarını ve pratik uygulamalarını zenginleştirmeye çalışmıştır. Bu bağlamda birçok konferans ve seminer vermiştir. Modern insanı daha iyi anlamak; başta arketip düşüncesi olmak üzere Analitik Psikolojinin temel yaklaşımlarını araştırmak üzere 1921-1925 yılları arasında birçok Afrika, Asya ülkesine gitmiştir (Tunus, Cezayir, Kenya, Uganda, Çin, Tibet, Hindistan) Jung’a göre Batı, pozitif kültür yapısıyla yetinmemeli, eksik olan manevi tarafını telafi etmek üzere Doğu’dan istifade etmelidir. Tanrının varlığı ve etkinliğiyle de çok ilgilenmiştir. Bu noktada psişede mevcut bir Tanrı imgesine kesin olarak inanmış, fakat objektif bir Tanrı anlayışı ortaya koymaktan uzak durmuştur. Jung, çocukluğunun ve gençliğinin önemli bir bölümü, Hıristiyanlığın her yönüyle hayatı belirlediği bir çevrede geçirmiştir. “İsa” imgesi ürkütücü ve güven vermeyen olumsuz bir bağlam dahilinde ön plana çıkmıştır. 15 yaşına kadar ki okumalarıyla Tanrı ile ilgili kanaati az çok oluşmuş. Tanrı’yı İsa’dan ayrı bir gerçeklik olarak kabul etmiştir. Hıristiyanlığı sorgulamaya başladı bu yaşlarda. Özellikle babasına sorduğu birçok soruya cevap alamadığından kendi Tanrı anlayışını oluşturmaya çalıştı. Jung’a göre, Tanrı’nın insan tarafından ispata ihtiyacı yoktur. Tanrı kendini bizzat kabul ettirir. Tanrı fikrini insan oluşturamaz, bu fikir insanda bir olgu olarak öteden beri mevcuttur.
  8. IX Bu bölümde görüşlerine karşı yazılmış eleştirileri, çelişkili yanları sıralayıp cevaplar vermeye çalışıyor… İnançlı kişi, dinin öğretilerine belirli duygusal bağlarla bağlıdır. Ama hiç kuşkusuz, bu anlamda inanç sahibi olmayan sayısız başka insan da vardır. Bu insanlar, dinin tehditlerinden gözleri korkup yıldıkları için uygarlığın hükümlerine boyun eğmektedir ve onu kendilerini kuşatan gerçekliğin bir bölümü olarak kabul etmeleri gerektiği sürece dinden korkarlar. Bu insanlar, dinin gerçeklik değeri konusundaki inançlarından vazgeçmelerine izin verildiği anda onu yüzüstü bırakır giderler. Dinsel düşünce ve dinsel telkinlerin zorla insanlara verildiğini adeta uyku ilacı gibi etkilediğini belirtiyor. X Bu bölümde de yine eleştiriyi ortaya koyup ona cevap vermeye çalışıyor. Eleştiri de; sizin çabalarınız, kanıtlanmış ve duygusal değer taşıyan bir yanılsamayı, kanıtlanmamış ve duygusal değer taşımayan bir başka yanılsamayla değiştirmek girişiminden ibarettir deniyor. Cevaben; yanılsamalardan sakınmanın ne kadar zor olduğunu biliyorum, belki dile getirdiğim umutlar da birer yanılsama niteliğindedir. Ama onları paylaşmamamın herhangi bir cezayı gerektirmemesi gerçeği bir yana, benim yanılsamalarım dinsel olanlar gibi düzeltilemez nitelikte değildirler. Biz, bilimsel çalışma yoluyla dünya gerçeği hakkında, sayesinde gücümüzü artırabileceğimiz ve yaşamımızı düzenleyebileceğimiz bazı bilgiler kazanılmasının mümkün olduğuna inanıyoruz. Bilim, çok sayıdaki ve önemli başarılarıyla bir yanılsama olmadığını kanıtlamıştır.
  9. VIII Uygarlık, insanın nefret ettiği, kendisine engel olan veya malına göz diktiği komşusunu öldürmemesi emrini verdiğinde, bu açıkça, insanın aksi taktirde gerçekleşemeyecek olan komünal varlığının yararına yapılmıştır. Ama biz insan öldürme konusundaki yasaklamanın ussal açıklamasını yaygınlaştırmayız. Yasaklamanın Tanrı tarafından konduğunu söyleriz. Tanrıyı tümüyle bir kenara bırakıp uygarlığın tüm kural ve hükümlerinin yalnızca insani bir kökenden kaynaklandığını dürüstçe kabul etmemiz kesin bir avantaj sağlayacaktır. Bu emir ve yasalar, varsayılan kutsallıklarıyla birlikte katılık ve değişmezliklerini de yitireceklerdir. İnsanlar, bunların pek de kendilerine hükmetmek amacıyla değil, aksine kendi çıkarlarına hizmet için konduğunu anlayabilecekler ve daha dostça bir tavır takınarak ortadan kaldırılmaları yerine yalnızca geliştirilmelerini amaç edineceklerdir. Din, insanlığın evrensel saplantı nevrozu olmuştur; çocukların saplantı nevrozu gibi o da Oedipus kompleksinden, babayla olan ilişkiden kaynaklanmıştır. Eğer bu görüş doğruysa, bir büyüme sürecinin mukadder kaçınılmazlığıyla birlikte dinden uzaklaşmanın mutlaka gerçekleşeceği ve bu gelişme aşamasında kendimizi tam da bu dönüm noktasında bulacağımız varsayılabilir. Bastırmanın etkilerinin yarını artık zihnin ussal işleyişinden doğan ürünlerin alması zamanının belki de gelmiş olduğunu ileri sürebiliriz. Dinsel doktrinlerin içerdiği gerçekler o derece çarpıtılmış ve sistemli bir biçimde maskelenmişlerdir ki insanlık onları artık gerçek olarak kabul edemez.
  10. VII Öne sürülmüş bu fikirlere karşı bazı eleştiriler yöneltiliyor; sayısız insan tek huzuru dinsel doktrinlerde bulmakta ve ancak bunların yardımıyla yaşama katlanabilmektedir. Karşılığında daha iyi bir şey vermeden onları bu destekten yoksun bırakacaksınız. Bilimin şu ana kadar fazla bir ilerleme gösterdiği ve bu ilerlemeyi başarabilse bile insan için yeterli olmayacağı kabul edilmektedir… gibi eleştirilere delillerle cevap vereceğini belirtiyor Freud. Dinin insan uygarlığına büyük hizmetler yaptığı açıktır. Din, toplum dışı içgüdülerin ehlileştirilmesine büyük katkıda bulunmuştur. Ama bu yeterli olmamıştır. İnsan toplumunu binlerce yıl boyunca yönetmiş ve erişebileceği şeyleri göstermek için yeterli zamana sahip olmuştur. Eğer insanların çoğunluğunu mutlu kılmayı, rahatlatmayı, yaşama katlanmalarını sağlamayı ve onları uygarlığın araçları haline getirmeyi başarabilseydi hiç kimse bugünkü koşulları değiştirme girişiminde bulunmayı hayal etmezdi. Dinsel doktrinlerin doludizgin hüküm sürdüğü dönemde insanların genellikle daha mutlu oldukları kuşkuludur, daha ahlaklı olmadıklarıysa kesindir. İnsanlar, dinin hükümlerini dışsallaştırmanın ve böylelikle onların amaçlarını geçersiz kılmanın yolunu daima bulmuşlardır. Böylece şu kanıya varılmıştır; yalnızca Tanrı güçlü ve iyi, insan ise zayıf ve günahkardır. Her çağda ahlaksızlığın dinden aldığı destek, ahlakın aldığından az olmamıştır. Günümüzde ise dinin etkisi azalmaya başlamıştır. Bu değişikliğin bir nedeninin, insan toplumunun üst katmanlarında bilimsel ruhun artması olduğunu kabul edelim. Bilginin hazineleri ne kadar çok insana ulaşabilirse dinsel inançtan ayrılma o kadar yaygın olmakta, ilk önce dinin en modası geçmiş ve tartışma götürür uzantıları, ama sonra temel önermeleri de terk ettirmektedir.
  11. VI Dinsel düşünceler, deneylerle elde edilmiş sonuçlar veya düşünce ürünleri değildirler; bunlar yanılsamalar, insanlığın en eski, en güçlü en acil arzularının doyumudurlar. Yanılsama sözcüğünü açıklayacak olursak; Aristo’nun böceklerin gübreden oluştuğu biçimindeki inancı bir hataydı. Fakat Hint-Alman ırkının uygarlık yaratabilecek tek ırk olduğu yolunda bazı milliyetçiler tarafından ileri sürülen iddia veya çocukların cinselliği bulunmayan yaratıklar olduğu biçimindeki psikanalizin çürüttüğü inanç birer yanılsama olarak tanımlanabilir. Yanılsamalar için niteleyici olan nokta, insan arzularından kaynaklanmalarıdır. Dolayısıyla, güdülenmesinde arzu doyumu başlıca unsur olan inançlara yanılsama adını vermekteyiz. Dinsel doktrinler birer yanılsamadır. Bunların çoğunun gerçeklik değeri konusunda bir yargıya varamayız, ispat edilmedikleri gibi çürütülemezlerde. Bunlara eleştirel bir yaklaşımda bulunmak için halen bilgimiz yeterli değildir. Evrenin bilmecelerinin çözümü bizim incelemelerimizle çok yavaş olmaktadır; bugün bilimin yanıtlayamadığı birçok sorun vardır. Ama dışımızdaki gerçeklik hakkında bize bilgi verebilecek tek yol bilimsel çalışmadır. Sezgi ve içgözlemden herhangi bir şey beklemek yalnızca bir yanılsamadır; sezgi ve içgözlem bize zihinsel yaşamımızın yorumlanması güç ayrıntılardan başka bir şey veremez, dinsel doktrinin çok kolayca yanıt bulduğu sorunlar hakkında ise herhangi bir bilgi sunamaz.
  12. IV Bu bölümde kendi düşüncelerine karşı sorular sorarak irdelemeye çalışıyor. Ve dinsel düşüncelerin, uygarlığın diğer tüm ilerlemeleri gibi, bir tek gereksimden, insanın kendisini doğanın ezici derecede üstün gücüne karşı savunma gereksiniminden doğduğunu göstermeye çalışıyor. Buna ikinci bir güdü olarak da uygarlığın, kendilerini acı verici bir biçimde hissettiren yetersizliklerini düzeltme isteği eklenmiştir diyor. Birey bunları uygarlıkta mevcut bulur, bu düşünceler bireye hazır olarak sunulurlar, birey onları kendiliğinden keşfetme yeteneğini göstermezler. V Dinsel düşünceler, dış ve iç gerçekliğin, kişinin henüz kendisi tarafından keşfedilmemiş yönleri hakkında bir şeyler söyleyen ve kişinin inancını gerektiren olguları ve koşulları hakkındaki öğreti ve iddialardır. Bize, yaşamda bizim için en önemli ve ilginç olan şeyler hakkında bilgi verdiklerinden özellikle üstün tutulurlar. Dini öğretilere inanma gerekliliğinin nereden kaynaklandığını sorduğumuzda birbiriyle dikkat çekici derecede kötü bir uyum gösteren üç yanıt alırız. Birincisi, bu öğretilere ilk atalarımız inandığı için bizim tarafımızdan da inanılmayı hak ederler; ikincisi, bu konuda aynı ilkel çağlardan bize aktarılmış olan kanıtlarımız vardır; üçüncüsü, bu öğretilerin doğru olup olmadığı sorusunun herhangi bir biçimde ortaya atılması yasaktır. Üçüncü noktadaki yasaklanmanın tek bir nedeni olabilir. Toplumun, dinsel doktrinleri savunusunun, ardında yatan temelsizliğin iyice farkında olması. Aksi taktirde, gerekli verilerin kesin kanata varmak isteyen herkesin kullanımına sunulması kuşkusuz çok kolay olurdu. Diğer iki ispat zemini ise; inanmalıyız, çünkü atalarımızda inanmıştı. Ama bizimde öncellerimiz, bizden çok daha cahildirler. Bugün kabul etmemiz hiç de mümkün olmayan şeylere inanıyorlardı; dinin doktrinlerinin de bu kategoriye ait bulunması olasılığı aklımıza gelmektedir. Bize bıraktıkları kanıtlar, her türlü güvenilmezlik belirtisini taşıyan yazılı eserlerdedir. Bu eserler çelişkiler, düzeltmeler ve tahrifatlarla doludur ve olaylara dayanan kanıtlardan söz ettiklerinde bile, inandırıcı olamamaktadırlar. Buradan şu sonuca varırız; kültürel doğrularımızla sağlanan bilginin tümü arasında doğruluğu en az kanıtlanabilmiş unsurlar, tam da bizim için en fazla önem taşıması gereken ve evrenin bilmecelerini çözme, yaşamın acılarına katlanmamızı sağlama görevi üstlenmiş unsurlardır. Ruhçular, bireyin ruhunun ölümünden sonra yaşadığından emindirler ve bu dinsel doktrinin gerçekliğini hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde bize gösterme çabasındadırlar. Ama ne yazık ki ruhlara ait görüntü ve sözlerin yalnızca kendi zihinsel faaliyetlerinin bir ürünü olduğu gerçeğini kanıtlarla çürütmeyi başaramazlar. Bu nokta da sorundan kaçamak bir yolla kurtulmak için yapılmış iki girişimden bahsedebiliriz. Bunlardan saldırgan nitelikte olanı eski, diğeriyse ustalıklı ve çağdaştır. Birincisi, dinsel doktrinlerin mantığın yargılama alanı dışında –mantıküstü- olduğunu ileri sürer. Bu doktrinlerin gerçekliğini içimizde hissetmeliyiz, bunların kavranması gerekmez. Bu ancak kişisel itiraf olarak ilgi çekebilir, bağlayıcı gücü yoktur. Mantığın terazisinden başka yargı ölçütü yoktur. Her insandan sahip olduğu mantık yeteneğini kullanması istenebilir, ama yalnızca birkaç kişi için geçerli olan bir güdü temelinde herkese uygulanacak bir zorunluluk inşa edilemez. İkincisi, “sanki” felsefesince yapılmıştır. Bu felsefe, düşünce faaliyetimizin temelsiz ve hatta saçma olduğunu açıkça bildiğimiz çok sayıda varsayım içerdiğini kabul eder. Bunlar “kurgu” adını alır. Ama bazı pratik nedenlerden ötürü “sanki” bu kurgulara inanıyormuş gibi davranmamız gerekir.
  13. III Yaşam, tıpkı genel olarak insanlık için olduğu gibi birey içinde katlanılması güçtür. İçinde yerini aldığı uygarlık, bireye belirli bir miktar yoksunluğu zorla kabul ettirir ve diğer insanlar, ya bireyin uygarlığının ahlaki kurallarına rağmen ya da uygarlığın kusurları nedeniyle bireye belirli bir ölçüde acı verirler. Buna doğanın birey üzerindeki incitici etkileri –birey buna kader adını verir- eklenir. Birey, doğanın, kaderin tüm insanları olduğu gibi kendisini de tehdit eden üstün güçlerine karşı acaba kendisini nasıl savunmaktadır? Uygarlık, bireyi bu görevden kurtarır. Bu sorunu herkes için aynı biçimde çözümler. Ve bu konuda tüm uygarlıkların benzer bir davranışı göstermeleri dikkate değer. İlk aşamada bile büyük kazanç sağlanır; doğanın insanlaştırılması. İnsanın dışındaki güçlere ve mukadderata erişilemez, bunlar sonsuza dek ulaşılamaz kalırlar. İnsan kendini bir kez daha, küçük bir çocukken ana-babasıyla olan ilişkilerinde benzer bir çaresizlik durumunda bulmuştur. İnsan onlardan, özellikle babasından korkmak için nedene sahipti, ama gene de bildiği tehlikelere karşı korunduğundan emindi. Dolayısıyla bu iki durumu birbiri içinde eritmek doğaldı. İnsan doğa güçlerini, yalnızca, eşitleriyle ilişki kurar gibi davranabileceği kişiler haline koymakla kalmaz onlara bir baba niteliğini de verir. Onları, yalnızca çocuksu değil soygelişimsel bir ilkörneği izleyerek tanrılara dönüştürür. Her birimizin tepesinde, yalnızca görünüşte sert olan ama bizim doğanın çok güçlü ve acımasız güçlerinin oyuncağı olup acı çekmemize izin vermeyen cömert bir tanrı bizi gözetlemektedir. Ölümün kendisi yok oluş, inorganik cansızlığa dönüş değil, daha üstün bir şeye doğru gelişme yolundaki yeni bir tür varoluşun başlangıcıdır. Ve başka bir yönden bakıldığında bu görüş, bize uygarlığımızın geliştirdiği ahlaki kuralların, karşılaştırma kabul etmez bir güç ve sürekliliğe sahip bir yüce divan tarafından gözetilmek önkoşuluyla tüm evrende de hüküm sürdüğünü bildirir. Tanrı tek olduğuna göre insanın onunla olan ilişkileri bir çocuğun babasıyla olan ilişkilerindeki yakınlık ve yoğunluğa tekrar sahip olabilirdi. Ama babası için bu kadar çok şey yapan insan bir mükafat görmek veya en azından onun sevilen tek çocuğu, seçilmiş kavim olmayı isterdi.
  14. II İnsanlar uygarlık için ensest, yamyamlık ve öldürme ihtirası gibi bazı içgüdüsel arzulardan feragat ederler. Bu en eski içgüdüsel feragatler halen, diğer tüm daha ileri feragatler için de önem taşıyan bir psikolojik unsur içerirler. İnsan aklının en eski çağlardan beri hiçbir değişmeye uğramadığı, bilim ve teknolojideki ilerlemelerin aksine bugün de tarihin başlangıcındaki, durumu aynen koruduğu doğru değildir. Bu zihinsel ilerlemenin birini işaret edelim. Dış zorlamanın yavaş yavaş içselleşmesi insan gelişmesinin seyriyle uyum gösterir; çünkü özel bir zihinsel yapı, insanın üstlendiği bu görevi üstlenir ve kendi emirleri arasına katar. Her doğan çocuk bu yolla ahlaki ve toplumsal bir varlık olur. Bu şekilde içlerinde bu güçlenme gerçekleşen kişiler, uygarlığın karşıtları olmaktan çıkıp uygarlığın araçları haline dönüşürler. İnsanların büyük bir çoğunluğunun bu noktalardaki kültürel yasaklamalara yalnızca dış zorlamanın baskısıyla boyun eğdiklerini şaşkınlık ve ilgiyle görürüz. Bu, uygarlığın ahlaki talepleri olarak bilinen ve herkesin aynı şekilde tabi olduğu şeyler konusunda da geçerlidir. Edinilen tecrübeler göstermiştir ki fırsat bulduğunda ve ceza görmedikleri sürece diğer insanları yalan, hile ve iftirayla incitmekte bir an bile tereddüt etmeyen sayısız uygar insan vardır.
  15. Kitap Adı: Bir Yanılsamanın Geleceği Bilim ve İman Kitabın Yazarı: Sigmund FREUD Basım Yılı ve Yeri: 1995 (3. Basım), İstanbul I Kişi belirli bir uygarlıkta uzunca bir süre yaşayıp sık sık bu uygarlığın kökenlerini ve nasıl bir yol izleyerek geliştiğini keşfetmeye çalıştığında, bazen karşı yöne de bir bakarak bu uygarlığın akıbetini ve hangi dönüşlere uğramaya mukadder olduğunu sorma gereksimini duyar. Fakat bu sorgulamanın değeri birkaç unsur tarafından sınırlandırılır. En başta geleni, insan faaliyetini tüm genişliğiyle değerlendirebilecek pek az sayıda insan vardır. Bireyin öznel beklentileri başka bir güçlüktür. Diğeri ise, insanların genellikle içinde bulundukları durumu sanki içeriği hakkında bir değerlendirme yapma yeteneğinden yoksunmuşcasına algılamalarıdır. İnsan uygarlığı, bir yanda insanın doğa güçlerini denetlemek ve insan ihtiyaçlarının doyumu amacıyla doğanın zenginliklerini özümlemek için edindiği tüm bilgi ve yetenekler toplamını, öte yandan insanların birbirleriyle ilişkilerinin ve özellikle mevcut zenginliğin dağıtımının düzenlenmesi için gerekli tüm kuralları içerir. Uygarlığın bu iki yönü birbirinden bağımsız değildir. Uygarlık bireye karşı korunmalıdır ve uygarlığın kuralları, kurumları ve buyrukları bu amaca yöneliktir. Tüm insanlarda yıkıcı, dolayısıyla toplum ve kültür karşıtı eğilimlerin bulunduğu ve insanların büyük bir bölümünde bu eğilimlerin insan toplumu içindeki davranışlarını belirleyecek derecede güçlü olduğu gerçeği hesaba katılmalıdır. Uygarlığın kurallarına ancak belirli bir derecede zor uygulamasıyla geçerlilik kazandırabileceği gerçeğinden sorumlu olan iki yaygın insani özellik vardır. İnsanlar kendiliklerinden çalışmaktan hoşlanmazlar ve tutkuları karşısında mantıksal tartışmalar yararsızdır.
  16. Sonuç ve Değerlendirme Fromm, tarihi şartların Tanrı’ya yüklediği ama aslında kendisine ait olduğuna inandığı güçleri, Tanrı’dan almak suretiyle Tanrı’nın üzerinde bulunduğu zemini yok ettiğine inanmıştır. Bu açıdan o da “Tanrı öldü” diyen bir anlayışın temsilcisidir. O, kendi Tanrısının öldüğüne inanır. Ama ölen Tanrı’nın kişiliğidir. Ona yüklenen olumlu güçler ise, yok olmamış yeniden gerçek sahibi olan insana dönmüştür. Çünkü sonuçta Tanrı, ona göre, adalet, iyilik ve sevgi gibi hümanist niteliklerin sembolüdür. Bu yönüyle o,Tanrı duygusunun var olduğu ama Tanrı’nın olmadığı bir durumdan söz etmektedir. Tanrı’dan ve dinden koparılan insan gerçekte insan olmanın anlamını kavrayamadığı için makineleşmek suretiyle ölmüştür. Bu durumda bile insan yine dini yönelimlerden uzak kalamayacağı için, yeni dinlerin mensubu olmaktan kendini kurtaramamıştır. Çünkü bir ihtiyaç olarak din, ona göre insan için vazgeçilmezdir. Bu yönüyle din, insanın önemli ve temel ihtiyaçlarına cevap niteliğindedir. Fromm, Tanrı kavramındaki olumlu anlamları görmezlikten gelmez. Bu yüzden insanları Tanrı’dan uzaklaştırmak yerine, Tanrı’yı anlamaya çağırır. O, Tanrı’yı anladıkça, insanın da anlaşılabilmesinin kolaylaşacağına inanır. Nitekim her türlü çabası insanın kendisini daha iyi anlayabilmesi, kendini geliştirmesi ve diğer insanlarla sevgiye dayalı bir ilişki kurabilmesi açısından, yeryüzünde daha olumlu bir işlev görmesi ideali içindir. Sonuç olarak o, Tanrı’yı tanımayan, ama mistik yönleri ağırlıklı olmak kaydıyla dini tanıyan kendi ifadesiyle “ateist bir mistik”tir.
  17. İşlevlerine Göre Dinler: Otoriter ve Hümanistik Dinler Fromm, psikolojik bir yaklaşım sergileyerek, dini herkesin ihtiyaç duyacağı bir yönelim objesi olarak değerlendirir. Ona göre, insanda bundan daha güçlü bir enerji yoktur. Bu anlamda önemli olan insanın bu enerjiyi nasıl kullandığıdır. Fromm’a göre, önemli olan dinlerin insana yönelik işlevleridir. Yani inanılan dinin ismi, ritüelleri vb. çok da önemli değildir. Ona göre, insanların tercih ettiği bir dini değerlendirirken, insanın kendini geliştirmesine dönük olumlu katkılarına bakılmalıdır. Fromm, salt teolojik din tanımlamalarının ötesinde ayrı bir kategori önermektedir. Dinlerin bu kategorik ayrımı, Fromm’un din anlayışını belirleyen en önemli konulardandır. Ona göre bu kategoriler iki tanedir: Otoriter ve hümanistik dinler. Bu ayrıma göre, insanın gelişimine dönük işlev gören dini sistemlerin tümü “hümanistik”, insanı ve sahip olduğu güçleri önemsiz kılan tüm sistemleri ise “otoriter” olarak değerlendirir. Otoriter din anlayışına göre insan, yaptığı her şeyi Tanrı’ya yansıtıp, kendini beceriksiz olarak görür ve ezik bir kişilik olur. Buna göre, tüm sevgi, tüm bilgelik, tüm adalet Tanrı’dadır. İnsan ise bütün özelliklerinden soyutlanarak, zayıf ve değersiz bir şekilde ortada kalakalmaktadır. Kendini küçük görerek başladığı bu süreçte, zamanla tüm gücünü yitirmiş ve yetersizleşmiştir. Çünkü böyle bir anlayışta, ona güç veren, kendine güven getiren her şeyi Tanrı’ya yansıtınca, kendisi her yeterlikten yoksun kalmış ve çaresizleşmiştir. Hümanistik dinin merkezinde insan ve güçleri vardır. Bu tür dinde Tanrı, insanın kendi yüceliğinin bir sembolü gibidir. İnsan da bir gün bu sembole erişip, onun gibi olabilme şansına sahiptir. Gerek Tanrılı gerek Tanrısız tüm büyük dinler hümanistik karakterdedirler. Fromm’a göre, tektanrılı dinlerde de hümanistik dini sistemlerin tümünde de ahlak, kurumların ve nesnelerin herhangi bir insandan üstün olmadığını, hayatın amacının insanın sevgi ve akıl yeteneklerini ortaya çıkarmak olduğunu ve diğer tüm insan etkinliklerinin bu amaca hizmet etmesi gerektiği ilkelerine dayanır. O halde ahlak, Tanrı’ya inanma üzerine kurulmamıştır. Ahlakı Tanrı’ya bağlamak yerine, doğrudan insanın içsel yönelimleri üzerine temellendirmek, Fromm’un ahlak anlayışının özünü oluşturur. Bu öz de vicdandır. Fromm vicdanı, kaynağı itibariyle iç yahut içe mal edilmiş dış otoritenin sesi olup olmaması açısından ikiye ayırarak değerlendirir: Otoriter ve hümanistik vicdan Otoriter vicdan, içselleştirilmiş olsa bile, bir dış otoritenin, örneğin ana-babanın, devletin ya da belli bir kültür içerisindeki herhangi bir otoritenin sesidir. Fromm’a göre bu vicdan, Freud’un süperegosu olarak tanımladığı şeydir. Fromm hümanistik vicdanın ise, kendi sesimiz olduğunu söyler. Ona göre, hümanistik vicdan içimizdeki bilgiye dayalı ve duygusal bir tepkidir. Ve şöyle der; “otoriter ahlakta, insan için neyin iyi olduğunu söyleyen ve davranış kurallarını ve yasalarını koyan bir otorite vardır; hümanistik ahlakta ise kuralları koyan da kurallara bağlı kalan da insanı kendisidir; insan hem kuralların formel kaynağı ya da düzenleyici gücüdür, hem de bu kuralların uygulandığı kişidir” Fromm’ a göre kurumsal dinler, hem hümanistik hem de otoriter anlayışların her ikisini de içerisinde barındırmaktadır. Önemli olan bunları doğru yorumlayabilmektir. Fromm, tüm dinleri, özellikle, peygamberlerin sözleri bağlamında başlangıçta hümanistik olarak yorumlar. Ona göre, dinlerin tarihi süreçlerinde sosyal şartlara daha doğrusu sosyal hayatta hangi ilkenin daha güçlü olduğuna dayalı olarak, her iki ilke de yer yer egemen olmuştur. Fromm, özellikle Yahudiliği çok iyi bilen biri olarak, gerek kutsal kitap gerekse Talmud’tan sık sık alıntılar yaparak yorumlarda bulunur. Çalışmalarının pek çoğunda, Eski Ahit’te geçen, Adem ile Havva’nın cennetten kovulmaları, Musa peygamber döneminde Yahudilerin Mısırdan çıkışlarını anlatan hikaye, Kral Solomon, Musa’nın Firavunla mücadelesi, Yahudilik inancının önemli esaslarından olan cumartesi yasağı vb. çağdaş toplum anlayışına uyarlamak suretiyle yeniden yorumlanır. O, hayatının hiçbir evresinde bu bilgileri reddetmemiş ve her zaman kendi düşünceleri doğrultusunda bunlardan yararlanmaya çalışmıştır. Fromm’a göre, Yahudilikte bir kural olarak konulan altı günlük çalışmanın sonunda bir gün dinlenme işlemi, insanın fiziksel ve ruhsal gerginlikten kaçınması anlamına gelmez. Fromm’a göre cumartesi günü çalışma yasağının anlamı, insanların kendi aralarındaki ve insanla doğa arasındaki uyumun yeniden sağlanması sonucunda ortaya çıkan bir huzur ve sükunettir. Buradaki dinlenme, insan ve doğa arasındaki bir barışı ifade eder. İnsanlar, cumartesi günleri dinlenirken, doğaya müdahale etmeyip, hiçbir şeye sahip değilmiş gibi yaşayarak “olmak” güdüsüyle hareket ederler. Fromm, Hıristiyanlıktaki baba-oğul Tanrı anlayışını, psikanalitik açıdan da yorumlar. Oğul Tanrı kavramıyla birlikte, oğlun ikinci bir Tanrı olarak baba Tanrı’nın yanında yer aldığını ve böylece baba-oğul arasında var olan gerginliğin yerini uyuma bıraktığını söyler. Fromm, bu süreci yorumlarken, ilk durumda odipüs suçunun devam ettiğini, ancak ikinci anlayışla bunun bertaraf edildiğini belirtir.
  18. Din ve Tanrı’nın Evrimsel Dönüşümü: Tanrısal insandan Mutlak Tanrı’ya Dinin Tarihi Gelişimi Din ve Tanrı inancının, insanın dışındaki bir güce ilişkin gerçeklikten değil, ancak insanın kendisinden kaynaklandığını öngören Fromm’a göre, din ve Tanrı ilk insandan günümüze evrimleşerek sürmüştür. Fromm, dinlerin ve Tanrı inancının oluşumunda insanın hayatı olumlu ve anlamlı kılmaya dönük umut ve özlemlerinin etkili olduğu kanaatindedir. İnsanlar, zamanla varoluş sorunlarına, ancak insancıl güçlerinin tam olarak gelişmesi yoluyla bir çözüm bulabilecekleri ve sevgi ve akıl güçlerini geliştirmeleri halinde, dünya ile bir uyum içine girebileceklerini anlamışlardır. Bununla birlikte doğaya esir olma ve akıl güçlerini asgari düzeyde kullanma durumunda, varoluşlarının biteceğini fark etmişlerdir. İşte bu yeni anlayış vizyona bir ad verme gerekliliğini hissetmeleri sonucu Tanrı kavramı geliştirilmiştir. Fromm’a göre, Tanrı insan gibi değildir ama insan olabildiği ölçüde Tanrı’dır. Böylelikle insan, yardım eden bir babaya ihtiyaç duymadığı sürece kendini var edebilir. Diğer türlü Tanrı, bir baba olarak var olduğu sürece ona tapan kişi çocukluktan kurtulamaz. Nitekim Fromm’a göre Tanrı’ya inanan insanların bir çoğu günümüzde, halen çocukça bir yanılsama içinde yardım eden bir baba haliyle yaşamaktadır. Günümüzde insanlar, eski tasarım objelerini değişikliğe uğratarak, hayat biçimleri çerçevesinde Tanrı’ya yüklenen işlevi farklı nesnelere yüklemekle ve tapınılacak yeni Tanrılar geliştirmektedirler. Bu çerçevede genellikle otoriter ülkelerde Tanrı’nın yerini devlet ve iktidar, otoriter olmayanlarda ise, makineler ve kazanılan başarılar almaktadır. Ona göre, bunlarda çağdaş putlar olup insanı yabancılaşmaya ve ölümseverliğe götürür.
  19. Fromm Düşüncesinde Din Fromm ve Din: Fromm Düşüncesinde Din Kavramının Anlam ve Önemi Fromm dini, insanlığın genel bir olgusu olarak olumlu işlevi bağlamında değerlendirir. Dinin insanda bir ihtiyaç olarak belirmesi ve çeşitli şekillerde yaşanması sürecini, temel insan ihtiyaçları bağlamında değerlendirir. Bu bağlamda din denilince kurumsal dinler anlaşılmamalıdır. Ona göre, “din” kavramından ziyade, “dini” yahut “dini tutum” kavramlarının taşıdıkları anlamlar önemlidir. Fromm düşüncesinde insanın temel ihtiyaçlarından birisi, kimlik ihtiyacıdır. Eğer insan, kendini yeterince tanıyamaz, güç ve yetilerinin farkına varamazsa, bu ihtiyacını bir başka varlık, örneğin Tanrı yahut grupla özdeşleşerek telafi edebilir. Bu nedenle çoğu kimse kendini “ben bir Protestanım”, “ben bir iş adamıyım”, “ben bir Amerikalıyım” şeklinde tanımlarken, aynı zamanda bu ihtiyacını karşılamaktadır. Fromm’a göre insanı dini inanca götüren asıl ihtiyaç, bir yönelim ve bağlılık nesnesine duyulan ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç, insan oluştaki enerjinin en güçlü kaynaklarındandır. Ona göre insan, her zaman sevgi, özgürlük ve adaletin hüküm sürdüğü bir dünyayı düşler. Ama böyle bir ortamı bir türlü bulamadığı için bu özlemlerini tatmin etmeye yarayan dini oluşturmuştur. O, dinin insana teselli, cesaret ve umut verdiğini, ayrıca kişiyi hayata bağlı ve ayakta tutacak bazı hayaller kurmasını sağladığı görüşündedir. Fromm’a göre dini ihtiyacı olmayan hiç kimse yoktur. Çünkü bir yönelim ve bağlılık sistemine duyulan ihtiyaç, insan varoluşunun ayrılmaz bir öğesidir. Bu sistem, tanrılı, çok tanrılı, yahut tanrısız bir din olabileceği gibi; ulus, sınıf, parti, başarı, tapınılan ağaç, hayvan, taştan yapılmış putlar da olabilir. Fromm’a göre bunların hepsini din kavramı içinde değerlendirmek mümkün müdür, değil midir sorusu pek önemli olmamakla birlikte, onun din tarifine göre bütün bunlar dindir. Çünkü Fromm, dini, “bir topluluğun bireylerince paylaşılan ve o bireylere belli bir yöneliş, belli bir bağlanma amacı kazandıran herhangi bir düşünce ve eylem sistemi” diye tanımlamaktadır. Freud’un Tanrı kavramını eleştirir. Ve Fromm’a göre de Tanrı bir yanılsamadır, ancak o, bu kavramı tehlike olarak görüp, tümden kaldırmaya dönük bir girişimde bulunmaz. Freud’un yanılsama düşüncesinde dinlerin hayali bir mutluluk verdikleri inancı yatar. Oysa Fromm bu yanılsamanın olumlu yanları da olduğu düşüncesindedir.
  20. İki Hayat Biçimi: Sahip Olmak ya da Olmak Fromm’a göre, kaynağı ölümsüz olma dürtüsü olan “sahip olmak”, kişinin kendi benliği, diğer kimseler, şöhret ve bilgi gibi maddi değeri olmayan şeylerde söz konusu olabildiği gibi, günümüzde daha çok mülkiyete ulaşma ve onu sahiplenme noktasında odaklanır. Aynı zamanda güç ilişkileri, saldırganlık ve gereğinde başkalarını dışlamak üzere temellenen bir yaşantıya öncülük eder. “sahip olmak”, insanı sözde özelleştirir gözükmesine karşın, gerçekte sahip olunan şeylerin esiri yapmaktadır. Sahip olma güdüsü, insanı malını koruma ve daha fazlasına sahip olma gibi bazı kaygılarla, şiddet kullanmaya ve başkalarını açık yahut gizli olarak sömürmeye yönlendirmektedir. “olmak” tarzında bir yaşantıya ulaşabilmek için birey, hayallerden arınmış ve “sahip olmak” karakterinin gözlerini görmez hale getirmesinden uzaklaşmış olmalıdır. Fromm, “sahip olmak” yöneliminde, ölümsüz olma arzusunun belirleyici olduğunu söyler. Ona göre “olmak” yönelimindeki temel özellik ise, özgürlük ve insanın güçlerini kullanarak yapacağı faydalı işlerdir. İnsanı şiddetle başkalarıyla birlikte olmaya yönlendiren “olmak” güdüsü, aynı zamanda aşkınlık, gelişme, kendilik ve sevgiyi de ifade eder. Fromm, “olmak” eksenli bir yaşam sürdürebilmek için “sahip olmak” tan uzaklaşmak gerektiğini, ikisinin bir arada olamayacağını vurgular. Gerçek anlamda insan olabilmek, yani insan olmanın anlamını kavrayabilmek “olmak” eksenli bir hayatı yaşayabilmekle mümkündür.
  21. Kişilik Kuramı ve Karakter Tipleri Fromm, Freud’un aksine, insan kişiliğinin kültür tarafından şekillendirildiği ve kişiler arası ilişkilerden etkilendiği görüşündedir. Ona göre kişilik, kalıtımın yanında, sosyal ve kültürel etkilerle oluşur. Bireysel karakterden daha çok sosyal karakter üzerinde durur. Sosyal karakter özellikleri, bireyin kendini, içinde bulunduğu toplumsal şartlara uyarlayarak, yapmak zorundaymış gibi bir arzuyla hareket etmesiyle gelişir. Freud’un kişilik sisteminde insan, kendine dönük ve içgüdüsel ihtiyaçları tatmin edebilme yahut engellemeye bağlı olarak kişilik geliştirirken, Fromm insanı öncelikle sosyal bir varlık olarak ele alır. Bu nedenle, bireysel psikolojinin aynı zamanda ve temelde sosyal psikoloji olduğuna, psikolojinin temel sorunun, içgüdüsel isteklerin tatmini yahut engellenmesideğil, kişinin dış dünyaya ilgi durumu olduğuna inanır. Bireysel psişik yapı ile sosyo-ekonomik yapı arasındaki ilişkinin sonucu ortaya çıkan karakter yapısına, sosyal karakter adını verir. Fromm, sosyal psikoloji odaklı karakter tiplerini üretken yahut üretken olmayan yönelimli diye temelde ikiye ayrılabileceğini belirtir. Üretken olmayan yönelim biçimlerini; alıcı yönelimli kişiler, sömürü yönelimli kişiler, istifçi yönelimli tipler ve pazarlayıcı yönelimli tipler olarak dörde ayırır. Üretici yönelimli tipler, aynı zamanda Fromm’un ideal tipleridir. İnsanın kendisinde kalıtsal olarak var olan potansiyellerini gerçekleştirmesi ve kendi güçlerini kullanma yeteneğidir.
  22. Fromm Düşüncesinde İnsan Freud psikanalizinin temel kavramlarını, hümanistik psikolojisine uyarlayarak, daha çok insanın olumlu yönlerine vurgu yapan Fromm, insana temelde varoluşçu-hümanistik bir perspektiften yaklaşır. Psikanalizin kültürel ve sosyal yapının etkilerini göz ardı ettiğini düşünerek, yeni açılımlara ihtiyaç duyduğuna inanır. Psikanalizin temel varsayımı, davranışların önemli bir bölümünün bilinçdışı süreçlerden kaynaklandığıdır. Bilinçdışı süreçler derken, insanın farkında olmadığı ama yine de davranışlarının etkilendiği arzu, korku ve düşünceler anlatılmaktadır. Fromm başlangıçta Freud’un bütün teorilerini kabul eder, fakat daha sonraları farklı bir noktaya yönelir. Bu farklı nokta, insanın temel yapısında var olan his ve duygular ile diğer insanlarla ilişkileridir. Fromm, ne Freud gibi biyolojik güdüleri temel alır; ne de insanı salt toplum tarafından belirlenen bir kişilik olarak değerlendirir. Fromm, bireyi, toplum içinde ve sevgi ile üretme yetilerini öne çıkararak değerlendirir. Ona göre insan kendi problemlerini çözebilecek bir kapasiteye sahiptir. Hatta çözmesi gerektiğinin farkında olan bir varlıktır. Nitekim o, en çok insana ve insanın güçlerine inanır. Hayatı anlayabilmek için önce insanı anlamak gerektiğine inanan Fromm’a göre, insanı sağlıklı bir şekilde tanımak ve tanımlayabilmek için, onun salt insan olma özelliğinden hareket etmek gerekir. Ortak noktamız budur ve tek bir insan, insan soyunun simgesidir. Fromm’a göre, insanlığın yaşadığı sayısız çelişkileri aşmanın tek yolu, gerçekle yüz yüze gelerek, temelli tek başına ve yalnız olduğunu kabul etmek ve kendi sorununu, kendisi için çözebilecek hiçbir gücün bulunmadığını onaylamaktadır. Bunun aksine bir davranış olan, yaşanan varoluşsal çelişki ve günümüz şartlarının acımasızlığı karşısında yenilgiyi kabullenme ve umudu bir başka dünyaya ertelemeyi o, teslimiyetçi ve edilgen bir davranış olarak görür. Ona göre insanın hayatı boyunca en önemli ödevi, kendi içsel güçlerinin ve iç potansiyelinin gelişmesine, ortaya çıkmasına, diğer bir ifadeyle içsel doğumuna gayret geliştirmesidir. Fromm insanın varoluş şartlarından kaynaklanan bazı ihtiyaçların var olduğunu ileri sürer. Bunların belli başlıları olarak da; ilişki ihtiyacı, aşkınlık ihtiyacı, kimlik ihtiyacı, köklülük ihtiyacı ve bir yönelim nesnesine duyulan ihtiyacı sayar.
  23. Kitap Adı: Ateist Bir Mistik ERİC FROMM Kitabın Yazarı: M. Doğan KARACOŞKUN Basım Yılı ve Yeri: 2006, Samsun Eric Fromm’un Hayatı ve Düşünce Temelleri Eric Fromm (1900- 1980), Alman asıllı ABD’li bir psikanalist ve sosyal bilimcidir. Yahudi asıllı bir ailenin tek çocuğu olarak Frankfurt’ta doğmuştur. Felsefe, psikoloji ve sosyoloji öğrenimi almış ve psikanaliz dalında eğitim görmüştür. 1933’te Yahudiler üzerindeki baskıdan dolayı Amerika’ya göç etmiştir ve üç evlilik yapmıştır. Fromm ailesi, Yahudi geleneğine aşırı derecede bağlıdır. Fromm’un ataları, Talmud’u okuyup yorumlamakla günlerini geçiren, dünyevi işler olan ticaret gibi ilişkileri olmayan haham kimselerdir. Atalarından aldığı Yahudiliğe ilişkin eğitimi ve zihinsel birikimi, hayatında oldukça önemli bir işleve sahiptir. Fromm, politik sistemler arasında en insancıl olanın demokratik sosyalizm olduğuna inanmaktadır. Gerçekte Marksist düşüncede ifadesini bulan demokratik sosyalizmin insanlığın reçetesi olduğunu iddia etmektedir. Fromm, 11920’li yılların sonlarında kurumsal dinleri eleştirerek geleneksel dini yapılara karşı çıkmış ve dini pratiklerden uzaklaşmıştır. Tüm kurumsal dinleri, akıldışı davranış formları olarak görerek, geleneksel Yahudilikten kesin bir şekilde uzaklaşmıştır. İnsan ilişkin özgürlükçü ve kendilikçi yaklaşımı çerçevesinde, Yahudiliği de içine alan bir bütünsel düşünceyi savunmaya başlamıştır. Lundgren’e göre o, aşkın bir Tanrı’nın varlığını inkar etmekle birlikte mistik bir dindardır. Yani kendi ifadesiyle, “ateist bir mistik” tir. Amerika’da kurulan Enstitüdeki hedefe uygun psikoloji üretme görevi Fromm’a verilmiştir. Fromm da, Marksizm ve Freud psikolojisini sentezlemiş ve bunu sık sık Yahudilikle de buluşturmuştur. O, bunu yaparken, her bir inanç ve düşünce sistemini kendine özgü yorumlarıyla revize etme yoluna gitmiştir. Hümanistik inanç diyebileceğimiz bir temel felsefeyi esas alan Fromm, oluşturduğu yeni sentezi, dini olarak nitelemiştir. Bir psikanalist olması sebebiyle Fromm, düşünce temellerini önemli derecede Freud düşüncesi üzerine oturtmuştur. Ancak Freud’un ortaya koyduğu klasik psikanalizi kendine göre yorumlamış, analizlerinde kültürel ve sosyal faktörleri, etkin biçimde kullanmıştır. Freud’un temel kavramları, Fromm düşüncesinde de önemli bir yer işgal etmiştir. O, bu kavramları aynen kullanmakla birlikte, Freud’un eksik bıraktığı yönlerini, analitik bir şekilde ortaya koymaya çalışmıştır. Fromm’un etkilendiği din, düşünce sistemi ve düşünürler arasında, Buda ve Budizm önemli bir yer tutar. Kitaplarının çoğunda bir şekilde değindiği bu dini sistem, onun hümanistik din tezinde, önemli bir örnek olarak öne çıkar.
  24. Sonuç Freud’un yaşadığı çevreyi göz önüne almak zorundayız. O devirde dine karşı bir katı tutum hakimdi ve bilim ön plandaydı. Her ne kadar sistemi din açısından kabul edilemez ise de Freud2un psikanalizle insanı anlamada önemli açılımlar sağladığı bir gerçektir. Yaşanan tecrübelerin insan zihni veya bilinçaltındaki tesiri inkar edilemez. Freud dine dışarıdan baktı ve onu hiçbir zaman dindar kimsenin algıladığı gibi bir bütün olarak sorgulamadı; kendisinin seçtiği noktalar üzerine yoğunlaştı. Tanrı hakkındaki kanaatleri çok netti: Tanrı çocukluğumuzdaki babamızın bir prototipi idi; yüceltilmiş babadan başka bir şey değildi. Bu özelliği taşıyan Tanrı’yı hayal etmek ve bu hayalin etrafında şekillenen doktrinlere inanmak insanın tabiat karşısındaki çaresizliğini, acziyetini katlanabilir hale getiriyordu. İnsanın arzularını tatmin için (aynen rüyalarda olduğu gibi) illüzyonlar ürettiği ve dinin de bunlardan birisi olduğu Freud’un temel yargısıydı. Tabi bu da nevrotik, dolayısıyla sağlıksız bir durum olmalıydı. Tüm insanlığı etkilediği için de bu nevroz evrenseldi.
  25. Musa ve Tektanrıcılık Freud, bu eserinde milletlerin ihtiyaç ve sıkıntıları üzerine mitsel kişilikler ürettikleri tezinden hareketle öncelikle Musa’nın tarihte yaşayan gerçek bir kişilik olup olmadığını sorgular. Sonunda ister istemez gerçek bir kişilik olduğunu belirtir. Çünkü tarihçilerin bu konuda ittifakları vardır. Bu eserinde 5 temel tez ortay koyar; 1-Musa Yahudi değil, Mısırlıdır. 2-Musa’nın Yahudilere sunduğu din Mısır firavunu IV. Amenophis’in Aton dinidir. 3-Erkeklerin sünnet olma adeti Musa tarafından Mısır’dan getirilmiş ve Yahudilere empoze edilmiştir. 4-Mısırlı Musa Yahudilerce öldürülmüş, ama daha sonra Medyenli Musa ortaya çıkmış ve bu iki Musa tarihsel olarak birbiriyle karıştırılmıştır. 5-Daha önce gerçekleşen primal babayı öldürme eylemi Musanın şahsında tekrarlanmış ve neticede her iki öldürme olayından duyulan pişmanlıkla İsa yeniden dirilen Musa ve primal baba olarak ortaya çıkmıştır. Birinci tez, yani Musa’nın Mısırlı olduğu, fikri isimden yola çıkarak böyle bir tez ortaya atıyor Freud. 2. Tezini ise mitlere dayandırarak ortaya koymaya çalışmaktadır. Yanlış, eksik, çelişen mitlerle bunu desteklemeye çalışmıştır. Musa ve Tektanrıcılık’ta ortaya konan tezi özetlemek gerekirse; Tanrı yüceltilmiş bir babadır. İlk devirlerde yaşanan primal (ilkel) aile ortamından gelen bir yansımadır. Musa bu yansımanın bir diğer örneği ve bastırılan şeylerin tekrar ortaya çıkışıdır. Bu tez içerisinde Freud’un iki temel nokta ileri sürdüğünü görüyoruz; 1-Bütün insanlığa has olan bir primal tecrübe vardır. 2-Bu primal tecrübe Musa’dan sonra ırki bilinçaltı kanalıyla yayılmıştır.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.