Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

GeceKuşu

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

GeceKuşu tarafından postalanan herşey

  1. Eyvah ki, ne eyvah, demek ki cemaatin her il, ilçede artık okulları olacak... Devlet özel okullara para verecek, yıllık bilmem kaç milyar... Sonra devletin kasasından cemaate para akışı yasal olarak sağlanmış olacak... Bunlar hortumları kestik diyorlar. Doğru söylüyorlar, hortumları kesip musluklara ağızlarını dayadılar kana kana içiyorlar...
  2. Evi kedi dolu bir bayanın evi burasıda... Faceden bulabilirsiniz kendisini " www.facebook.com/profile.php?id=1393841964"... Fare yuvasını kaybetse bulamayacak bu evde... Hoş bu evde fare de yaşayamaz zaten!
  3. LAİK EĞİTİMDEN DİNCİ EĞİTİME (5) 1) Seçmeli ders ile mesleki eğitime yönlendirme: TBMM Milli Eğitim Komisyonu’nda kabul edilip Genel Kurul gündemine alınan metinde; (m.9) “İlköğretim kurumları; dört yıl süreli ve zorunlu ilkokullar ile dört yıl süreli, zorunlu ve farklı programlar arasında tercihe imkan veren ortaokullardan oluşur. Ortaokullarda lise eğitimini destekleyecek şekilde öğrencilerin yetenek, gelişim ve tercihlerine göre seçimlik dersler oluşturulur. Ortaokullarda oluşturulacak program seçenekleri Bakanlıkça belirlenir” denilmektedir. Bu düzenlemede, ortaokullarda öğrencileri genel lise, meslek lisesi, teknik lise ve imam hatip lisesine yönlendirecek seçmeli ders konusuna yer verilmektedir. Ortaokula başlayan öğrenciler, hangi tür lisede okumak istiyorlarsa ona göre ders programı seçmek zorundadırlar. Seçmeli ders programları, lise eğitimine yönlendirecek biçimde Milli Eğitim Bakanlığı’nca belirlenecektir. Düzenleme, kimi çelişkileri de birlikte getirmektedir. Örneğin, öğrencinin “ders” değil, “ders programı paketini” seçeceği açıklanmıştır. Yani öğrenci, ya meslek lisesine yönlendirme paketini, ya teknik liseye yönlendirme paketini, ya güzel sanatlar ve spor lisesine yönlendirme paketini ya da imam hatip lisesine yönlendirme paketini seçmek durumunda kalacaktır. Çocuk örneğin imam hatip lisesine yönelecekse, ortaokulda imam hatip lisesi müfredatına uygun derslerden (Kuran, hadis, tefsir, fıkıh, kelam) oluşan program paketini seçmek zorundadır. Çocuğa, “Ben yalnız Kuran dersini seçeceğim” deme hakkı tanınmamıştır. Öte yandan, seçmeli ders programı adı altında, öğrencilere kendi müfredatı yanında meslek lisesi, teknik lise, imam hatip lisesi müfredatı da uygulanacaktır. Ortaokulda imam hatip lisesi ders programının uygulanması, çocuğun düşünce yapısını biçimlendirecek, dünyaya din penceresinden bakmasını sağlayacaktır. Seçmeli derslerin imam hatipler yönünden “yönlendirme” özelliği olamaz. Çocuklar doğrudan bu eğitimin içine çekilmektedir. Üstelik ortaokulda öğrenciler, anayasa gereği bir yandan zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi derslerini görürken, bir yandan seçmeli imam hatip müfredat program paketini almak zorunda kalacaklardır. Böylece, ilköğretime başlama yaşının 5 olduğu dikkate alınırsa, din eksenli eğitime katılma yaşı 9’a çekilecek; imam hatiplerin anayasaya aykırı biçimde artan okul ve öğrenci sayısında daha da büyük patlamalar yaşanacaktır. Ortaokulda, imam hatip liselerine yönlendirecek Kuran ve din eksenli seçmeli derslerin sağlayacağı bir diğer sonuç da, kız çocuklarının ilk 4 yıllık eğitimden sonra, 9 yaşından itibaren türbanla eğitime devam etme olanağına kavuşmaları olacaktır. Bilindiği gibi, laik eğitimin okulları olan imam hatip liselerinde önce Kuran dersleri için türbana izin verilmiş, sonra bu uygulama tüm derslere yaygınlaştırılmış ve göz yumma yöntemiyle, hukuk dolanılarak kalıcı duruma getirilmiştir. Aynı olay şimdi ortaokullarda yaşanacaktır. İşte tüm bunlara karşın, imam hatip müfredatı içinde zaten ortaokullarda okutulacakken bununla yetinilmemiş; ortaokul ve liselerde “Kuran” ve “Peygamberimizin yaşamı” açıkça ve yasayla seçmeli ders durumuna getirilmiştir. Teklif metninde, yukarıda belirttiğimiz gibi ortaokullar yönünden bunlar zaten seçmeli ders idi. Liseler yönünden ise, teklifte bulunmayan bir düzenleme yapılmış ve onlara da bu derslerin seçmeli ders olarak okutulması sağlanmıştır. Ayrıca belirtmek gerekir ki, yasada bu derslere yer verilmek suretiyle, Milli Eğitim Bakanlığı’nın ortaokullar için seçmeli ders programı yapma yetkisi, bu dersler yönünden yasayla sınırlanmıştır. Bir başka konu da, ortaokulda seçilen programa göre çocuğun lise türüne mahkum olmasıdır. Örneğin ortaokulda imam hatip müfredat programını seçen çocuğun, imam hatip lisesinden başka yerde okuma şansı yoktur. 2) İlköğretim okulları: Komisyonca Kabul edilip Genel Kurul’a gelen teklif metninde, “İlköğretim kurumları; dört yıl süreli ve zorunlu ilkokullar ile dört yıl süreli, zorunlu ve farklı programlar arasında tercihe imkân veren ortaokullardan oluşur” düzenlemesi bulunurken, bu tümceye bir de imam hatip ortaokulları eklenmiştir. Metne göre, zaten ortaokullar isteyenler için seçmeli ders program paketleriyle imam hatip ortaokullarına dönüştürülecek iken, bununla yetinilmemiş, imam hatip ortaokullarının yeniden açılmasına olanak sağlanmıştır. Böylece bir yandan imam hatip müfredatını seçmeli ders olarak alanlar için genel liseler imam hatip ortaokuluna dönüşecek, öte yandan da imam hatip ortaokulları resmen açılacaktır. 3) Birleşik okullar açılması: Komisyon’ca kabul edilip Genel Kurul gündemine alınan metinde, (m. 3 ve 8) ilköğretim kurumları olan “ilkokul ve ortaokulun bağımsız kurumlar olarak açılmasının” esas olduğu belirtildikten sonra bunun istisnasına da yer verilmiştir. Kurala istisna getiren düzenlemeye göre, “ortaokullar, ilkokullarla veya liselerle birlikte kurulabilecek”tir. Bu kurala ve Genel Kurul’da kabul edilen değişikliğe göre, ilkokul ile ortaokul ya da imam hatip ortaokulu; ortaokul ya da imam hatip ortaokulu ile lise aynı çatı altında, aynı binada bulunabilecektir. Teklif’te, yalnızca ilkokul ve ortaokulların bir arada bulunabileceği belirtilmiş iken; Komisyon, ortaokullar ile liselerin de, aynı binada bir arada eğitim vermesini kabul etmiş, düzenlemeyi buna göre değiştirmiştir. Şimdi buna bir de imam hatip ortaokulları eklenmiştir. Burada belirtilebilecek ilk husus, ilkokul ile ortaokulların bir arada bulunmasının gerekçeyle çeliştiği gerçeğidir. Gerekçede, 8 yıl süreli kesintisiz eğitim eleştirilirken, ilkokul öğrencisi ile ergenlik çağına gelmiş ortaokul öğrencilerinin bir arada bulunmalarının sakıncasından söz edilmiştir. Böyle olmasına karşın, gerekçeye TBMM Milli Eğitim Komisyonu da inanmamış olmalı ki, yeniden ilkokul ve ortaokulların bir çatı altında bulunmasına izin verilmiştir. Aslında bu bilinçli bir tercihtir. İlkokul öğrencilerinin imam hatip ortaokulları ya da imam hatip ders programını seçip imam hatip lisesi müfredatı gören ortaokul öğrencileriyle bir arada bulunmaları istenilmektedir. Böylece imam hatipli abi ve ablalar, birlikte okudukları ilkokul öğrencilerine rol model olacaklar ve onları en azından davranışsal olarak etkileyeceklerdir. Böylece imam hatip eğitiminin ilkokula kadar inmesi sağlanmış olacaktır. Aynı yorum, birlikte eğitim gören ortaokul/imam hatip ortaokulu ve lise öğrencileri yönünden de yapılabilir. Bülent Serim (YÖK eski Üyesi)
  4. LAİK EĞİTİMDEN DİNCİ EĞİTİME... Laik eğitimden dinci eğitime geçişe ilişkin yasa teklifi, TBMM Genel Kurulu’nun bugünkü toplasında kabul edilerek yasalaşmıştır. Muhalefetin, eğitimcilerin, eğitimle ilgili demokratik toplum örgütlerinin, sendikaların, kamuoyunun, ailelerin hiçbir eleştirisi dikkate alınmazken, AKP’li milletvekillerinin önerileriyle metinde kimi “vurucu” değişiklikler yapılmıştır. Yapılan değişikliğe göre, ilköğretim kurumları, “4 yıllık zorunlu ilkokullar, 4 yıllık zorunlu ve farklı programlar arasında tercihe imkan veren ortaokullar ile imam-hatip ortaokulları”ndan oluşacaktır. Bir başka değişiklik de, seçmeli derslerle ilgili olarak yapılmıştır. Değişikliğe göre, ortaokul ve liselerde, “Kur'an-ı Kerim” ve “Hz. Peygamberimizin hayatı”, isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulacaktır. Komisyondan geçip Genel Kurul’a gelen metne bakıldığında, zaten bu söylenenlerin örtülü biçimde düzenlemeler arasında bulunduğu görülecektir. Artık, ulaşılan noktada öylesine kontrolsüz ve engelsiz bir güç durumuna gelindiği görülmüştür ki, örtülüden de vazgeçilmiş, laik eğitimi ortadan kaldırmak, 28 Şubat’tan değil, Atatürkçü Düşünce Sistemi’nden ve onun eseri olan Öğretim Birliği Yasası’ndan rövanşı almak için son hamlenin yapılmasında hiçbir sakınca görülmemiştir. Bakınız, Genel Kurul’da değişiklik yapılmadan önce yasa teklifindeki öngörüler nasıldı! Bülent Serim (YÖK eski Üyesi)
  5. LAİK EĞİTİMDEN DİNCİ EĞİTİME (4) 3) Kesintili eğitime geçilmektedir: Kesintisiz temel eğitimden kesintili eğitime geçilmektedir. Kesintisiz eğitim bir program bütünlüğü içinde başlayıp bittiği için çağdaş ülkelerde her zaman tercih edilen bir sistemdir. Kesintisiz eğitim sisteminde temel bilimsel bilgilerin bütünlük içinde çocuklara verilmesi sağlanmaktadır. Oysa kesintili eğitim sisteminde, ilkokul, ortaokul ve lisede ayrı programlar uygulanarak temel eğitimde bütünlük sağlanamayacaktır. Kesintili eğitim, birbirinden bağımsız eğitim kademelerinde okuyan öğrencilerin farklı edinimler kazanması anlamına gelmektedir ki, bu “zorunlu eğitim” kavramıyla bağdaşmamaktadır. Çünkü eğitim, kişinin yaşamsal konularla ilgili olarak bilgilendirilmesine yönelik “bilişsel”, hareket ve el-kol becerileri kazanmasına yönelik “devinimsel” ve güzel duygular edinmesine yönelik “duyuşsal” hedefleri olan etkinliklerden oluşmaktadır. Zorunlu temel eğitim süresi bu hedefler gözetilerek saptanmalı, mutlaka örgün eğitim yöntemiyle, kesintisiz verilmeli ve devlet tarafından parasız sunulmalıdır. Kesintili eğitim, özellikle sosyo-ekonomik durumları kısıtlı, yoksul ve dar gelirli, kırsal kesimde yaşayan ailelerin kız çocuklarının okullaşma oranını olumsuz etkileyecektir. Aslında istenen de budur. Çünkü, amaç ortaokulda çocukları seçmeli derslerle mesleki eğitime ve imam hatip liselerine yönlendirmektir. Böylece meslek liselerinin ve imam hatip liselerinin alt yapısı daha ortaokulda oluşturulacaktır. Kesintili eğitimin amacını ve hedefini en iyi açıklayan da yine Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer olmuştur: “Zorunlu eğitimi 12 yıla çıkarıp kesintili hale getirmek, sistemi daha esnek bir yapıya kavuşturmak bize bir fırsat verecek. Herkese kendi isteğine bağlı, kendi kabiliyetlerine uygun ve kendi hayallerini gerçekleştirebilecekleri eğitim imkanlarını sunalım. Herkes kendi tercihini kendisi yapsın. Dindar insanların da tercih yapma hakkı var. Bir vatandaşımız çocuğunun hafız olarak ya da İslam ahlakıyla yetişmesini, ona dini bilgileri öğretmek istiyorsa herkese sunduğumuz fırsatı ona da sunabilmeliyiz.” 4) Okulöncesi eğitim zorunlu temel eğitim kapsamına alınmamıştır: Okul öncesi eğitimin zorunlu eğitim-öğretim kapsamında yer almamasını onaylamak olanaksızdır. AB ülkelerinde bu eğitime çok önem verilmektedir. Bu ülkelerde okul öncesi “okullaşma” oranı % 90’dır. Çünkü bir yıl okul öncesi eğitimin çocuğun zeka yaşında gelişmeye neden olduğu bilimsel araştırmalarla ortaya konulmuştur. Bu araştırmalara göre, 1 yıl okul öncesi eğitim gören çocukların zeka yaşı, ilkokul ve sonrasında, bu eğitimi görmeyene göre 2 yıl öne geçmektedir. Ayrıca bu gibiler eğitime de bir yıl erken başlamış olmaktadırlar. Türkiye’de, bugüne kadarki uygulamalarla, bu konuya özen gösterilmesi sonucu, okul öncesi okullaşma oranı % 30’a kadar çıkarılmıştır. 71 ilde 1 yıl süreli okul öncesi eğitim uygulaması zorunlu duruma getirilmiştir. Kişiliğin gelişiminde önemli yeri olan okul öncesi eğitimin 1 yıl değil 2 yıl olması gereği, önceki Milli Eğitim Şuralarında sıklıkla dile getirilen konu olmuştur. Bakanlar Kurulu kararıyla Kalkınma Planı’nın gereği olarak kabul edilen 2012 Yılı Programında okulöncesi eğitimle ilgili şu satırlar yer almaktadır: “… eğitimin ileri kademelerindeki başarıya olumlu etkisinin olduğu bilinen okulöncesi eğitimde farkındalığın artırılması ihtiyacı önemini korumaktadır. 60-72 ay arasındaki çocukların zorunlu temel eğitim kapsamına alınması amacıyla başlatılan okul öncesi eğitimin yaygınlaştırılması uygulaması 2011-2012 eğitim öğretim döneminden itibaren 71 ili kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Okul öncesi eğitime erişimde bölgeler arası farklılıklar halen belirgin düzeydedir…” Hükümetçe kabul edilen bu Program’da üç önemli saptama bulunmaktadır: - Okul öncesi eğitimin, sonraki eğitim kademelerindeki başarıya olumlu katkısı vardır. - 60-72 ay, çocuklar için, ilköğretim değil, okul öncesi eğitim çağıdır. - Okul öncesi eğitim yaygınlaştırılmalıdır. Bu amaçla yapılan uygulama 2011-2012 yılında 71 ili kapsayacak biçimde genişletilmiştir. Hükümetin daha birkaç ay önce kabul ettiği, altyapısı bu kadar hazır olan okul öncesi eğitimin zorunlu eğitim kapsamına alınmamasının nedeni ne olabilir? Bizim aklımıza, “Acaba Kuran kursları olabilir mi?” diye gelmektedir. Bilindiği gibi Kuran kurslarına devamda yaş sınırı kaldırılmıştır. Okul öncesi eğitim zorunlu eğitim kapsamına alınarak, Kuran kursuna giden çocukların önünün kesilmesi istenmemiştir. Çocukların ilkokula kadar Kuran kurslarına katılmalarına olanak yaratılmıştır. Yine bu programda 60-72 ay arası çocuklar için okul öncesi eğitim çağı kabul edilmişken, Komisyonda bu ayların ilkokula başlama olarak benimsenmesinin, iyi niyetle bağdaşır bir yanı olabilir mi?
  6. GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Güncel Konular
    Tokat Milletvekili Orhan Düzgün, 30 Mart 1972 yılında öldürülen Mahir Çayan ve arkadaşlarını, katledişlerinin 40. yılında bir önergeyle gündeme taşıyıp. "Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ömer Ayna" İsimlerinin Bakanlar Kurulunun uygun göreceği bazı kamusal alanlara verilmesi için kanun teklifi vermiş... *** Boşuna kanun teklifi vermiş adı geçen millet vekili... Onların ismini kamusal alana vermeye hiçbir AKP'linin yüreği yetmez! AKP iktidarı, onlar için sadece seçim öncesi sahte gözyaşı döker! Ateist, komünist veya anarşist ve anti emperyalist insanların adını kamusal alanlara verirler mi hiç? Onların bu duruşu kendi gençlerine kötü örnek oluyor diye isimlerini bile anmak istemezler. Sorun bakalım AKP'ye oy veren % 50'liye, Mahir ve arkadaşları hakkında Recep Bey'in söylediklerinin haricinde zerre kadar bilgileri var mı? Arkadaşlarının asılmasını engellemek için İsrail Konsolosunu kaçırdıklarından bir tanesinin ile haberi var mı? AKP oydaşları, İsrail Devleti'ne "one munit" dersen, İsrail'e karşı zafer elde etmiş sayıyorlar. Oysa Mahir'ler İsrail devletinin konsolosunu öldürdükleri için top yekün katledildiler. Bunu asla bilmezler. Onların ismini kamusal alana vermeye hiçbir AKP'linin yüreği yetmez!
  7. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idamlarını engellemek için Ünye'deki NATO üssünün yabancı görevlilerini kaçıran THKP/C lideri Mahir Çayan ile aralarında THKO'luların da bulunduğu 10 devrimci, saklandıkları köy evinde rehinelerle birlikte 31 Mart 1972'de öldürülmüştü. Olaydan sağ kurtulan tek kişi olan Ertuğrul Kürkçü, 39 yıl sonra meclise milletvekili olarak geldiğinde, o 10 arkadaşını, yakasındaki ‘10 karanfil’ rozetiyle anımsattı: Mahir Çayan, Hüdai Arıkan, Cihan Alptekin, Nihat Yılmaz, Ertan Sarıhan, Ahmet Atasoy, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna ve Saffet Alp’ti. Peki bu fikir nasıl oluştu? Fikir henüz seçim listeleri bile hazırlanmamışken kurulan bir hayalin ürünü. Gazeteci Burak Cop’un, ‘Nasıl hayal ediyorum biliyor musun, meclise çıkmışsın, Kızıldere’nin 10 karanfilini kürsüye bırakmışsın” sözleri Kürkçü’ye ilham olmuş: “Henüz aday olup olmayacağımı bilmiyordum, Burak’ın dediğini duyunca bir şimşek çaktı, bu fikri aklıma yazdım.” Adaylık kesinleştiğinde kampanyanın afişlerini hazırlayan Yılmaz Aysan’a konuyu açan Kürkçü’ye, bu işi tasarlaması için Ela Cindoruk’u önermiş Aysan. Cindoruk ise “20’li yaşlarda, tertemiz, parlak geleceklerini bir kenara koyarak hayatlarını bu mücadeleye adamış ve öldürülmüş 10 gencin duygularını nasıl yansıtırım” sorusu üzerine yoğunlaşmış. Karanfil desenleri üzerinde çalışmaya başlayan Cindoruk, bir iki deneme sonunda cenazelere bırakılan karanfilleri de inceleyerek son forma ulaşmış. Törenin ardından çok talep gelmiş ama Aysan, bu rozetten başka yapılmayacağının altını çiziyor.
  8. GeceKuşu şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Güncel Konular
    Sinemaya götürse halası, kırk soru sorarsın annesi: “Hangi sinema?..” “Film nasıl?..” “Kaçta biter?..” “Elini bırakma halası...” Ama çocukların nasıl bir yaşama götürüldüğünü belirleyecek 4+4+4 diye kıyamet kopuyor meydanlarda... Sormuyorsun anne... * Halıya düştüğünde... Dolabın arkasına saklandığında... Kapının önüne çıktığında diyelim... Arkasından camdan bağırdığında kırk mahalle duvar: “Ceeeeeemmmmm...” İmam çocuğun yaşamını değiştiriyor... Eğitimini kendine göre yeniden düzenliyor... Sanki “gâvur” çocuğuymuş gibi, onu “dindar nesil” yapacağını söylüyor... Hangi karanlık sokakta kaybolmak tehlikesi bekliyor çocuğu?.. Ama annesi, sessizsin... * Medeni dünyanın neresinde daha 5 yaşında oyunlarından koparıp annesinin elinden alsalardı çocuğunu... Ya da dünyanın neresinde; çocuğunun 8 yıllık temel eğitimini 4 yıla indirselerdi... Cin tuzaklar kursalardı bebeğine... Bir milyon anne meydandaydı... Dünyanın neresinde olsaydı... Beşikler, çocuk arabaları çoktan bırakılmıştı TBMM’nin önüne... Bebeklerine söyledikleri ninnileri söyleyeceklerdi meydanlarda... Ve kimse durduramayacaktı anneleri... Çünkü anne olmak öyle bir şey... Ama anneye “4+4+4 nedir?” diye sor istersen... Bihaber... * İşte... Sadece yiğit KESK emekçileri oradaydı, alnı öpülesi... Ve bir avuç eli öpülesi yürekli Eğitim-Sen’li öğretmen sadece... Polisin copu, gazı, boyalı suyu, saldırısı, dayağı, tekmesi karşısında çocukların geleceğini vermek istemediler... O kadar... Anneler, babalar ise yoktu... * Dün saydım: Çocuk, öğrenci, eğitim, anne, okul, zart, zurt ile ilgili tam 1300 dernek ve vakıf var... Çocuk sevgisini malzeme yapmış yonta yonta gidiyorlar bir bakıma... “Fon dağıtılacak” deselerdi, hepsini meydanda görecektiniz... Utanmadan... Ama bir ulusun tüm çocuklarının geleceği saptırılıyor, onlar da gözükmediler... * Ama anne, önce sen... Sen neredeydin?.. Son birkaç günde neler oldu bir bilsen... * Çocuklar sorduğunda şöyle dersin artık: “Leylek getirdi, imam götürdü...”
  9. Yazıklar olsun! “Fransa okullarında türbanlı eğitim isteği” üzerine Fransa Cumhurbaşkanı Sn. Jaques CHİRAC’ın soruna ilişkin yaptığı laiklik vurgusu, Türk siyaset ve eğitim adamları için eşsiz bir kaynak niteliğindedir: “... okulu kesinlikle korumalıyız. Okul paylaştığımız değerlerin –geleceğe- taşınmasında ve kazanılmasında en baştadır. (...) yarının yurttaşlarının eleştiri, diyalog ve özgürlük yönünde biçimlendiği, form elde ettiği ortamdır okul. Orada, onlara kendi kaderlerini çizmek ve açmak üzere anahtarlar verilir. (...) Okul bir cumhuriyet tapınağıdır; öğrenmenin ve değer kazanmanın önündeki eşitliği, tüm eğitim-öğretimde ve sporda, erkek ve kızlar arasındaki eşitliği korumak için onu savunmak zorundayız.” (17.12.2004, Elizi Sarayı) Değerli yazar Özdemir İnce 23 Aralık 2004 tarihli Hürriyet Gazetesinde, Fransa’daki türban krizini incelediği yazısında “Gördüğüm şu” diyor: “Belki her şeyle dalga geçen Fransız, ‘Cumhuriyet’ derken gurur ve onur duyuyor. Cumhuriyet, ‘Laiklik’ temeli üzerine oturmuş, laiklikte ‘okul’un temelleri üzerine... İrtica ‘okul’a dokunduğu, ‘okul’un düzenini bozmaya kalkıştığı için ‘Bütün Fransa’ ayağa kalktı.” Bizim duyarlılığımız da budur: ‘Okul’un işlevi nedir: Okul, alabildiğine dinselleşen, dinsel çelişkileri derinleştiren ve yeni çelişkiler üreten bir kurum mu olmalı; yoksa yerel kültürümüzün evrensel insanlık değerleriyle harmanlandığı ve çocuklarımıza sunulduğu bilim ve ilim yuvası mı? Anayasamızda; “Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” denilmektedir. O halde din (mezhep) öğretimi neden zorunludur?.. Yanıtı, 2000 yılı adli yıl açış konuşmasında, Sn. Sami Selçuk veriyor: “... Ülkemizde cumhuriyetle birlikte Halifelik kaldırılmıştır. Şer’iye ve Evkaf Vekaleti ise görünüşte kaldırılmış, aslında DİB adıyla bir bakana bağlanarak devlet örgütü içine alınmıştır. Örgütün dini İslam, mezhebi Sünni’dir. Devlet, bu din ve mezhebin okullarını açmıştır. DİB ve din okullarının finansmanı devlete aittir. Resmi okullarda din dersi okutulması zorunludur. (...) Bir din ve mezhebin örgütünü devlet birimi içine alarak anayasal düzeyde güvenceye bağlayan ve laikliğin gerçekleşmesini güçleştiren, din ve mezhebin okullarını açan, finansmanını sağlayan bir devletin dini-mezhebi vardır; bir dini-mezhebi kayırmış, örtülü olarak benimsemiştir. Böyle bir devlet teokratiktir.” Sonuç: Biz, siyasallaşan ve çıkar aracı haline gelen dinin devlete egemen olduğu her ülkede kaos ve istikrarsızlığın nedeni olduğunu görüyor, yaşıyor, karşı duruyor, bedel ödüyoruz. Bu bakımdan artık herkes bu hükümeti, karşı devrim çabalarını, yanılgıları sorgulamalıdır. Dini siyasallaştıran, eğitimi dinselleştiren ve Sünni-İslam’ı insanlığın tek-mutlak dini kabul eden; farklılık, çoğulculuk ve hoşgörüye kapanan ve kendisini çağdışı kalmaya mahkum eden devletin geleceği, kargaşa ve sefilliktir!.. AKP ve onun tescilli kuyruğu olan MHP yöneticilerine soralım: İçine girmek istediğimiz kıta Avrupa’sının, tam yüz yıl mezhep savaşlarıyla bitip tükendiğini, yüz milyonlarca insanın “benim mezhebim seninkinden makbuldür ya da Katolik, Protestan, Ortodoks daha iyidir” diyerek birbirlerini boğazladığını? Ve ancak laik devlet sayesinde huzur bulduğunu, varsıllaşıp zenginleştiğini; daha sonra biz Müslümanları işçi, çöpçü, aşçı, bulaşıkçı ve hizmetçi olarak kullandığını? Biliyor muydunuz? Murtaza DEMİR
  10. Şer-i devlete bir adım… Şer-i kuralların ülkeme egemen olması durumunda, “şeriatın ilk hedefi Alevi, ateist, Musevi, Hıristiyan vb. gruplardır ve bu nedenle de söz konusu gruplar laikliğe daha duyarlıdır” diyebiliriz. Fakat bu durum, çoğunluktan farklı inananların ortadan kaldırılmalarından sonra, sıranın egemen çoğunluk içindeki çağdaş-laik kesimlere, hatta üç kuruşluk dünyalık için kendilerini iktidara pazarlayan liberallere gelmesi engellemez. Bunun en yakın ve bilinen örneği İran’dır. Şah Rıza Pehlevi monarşisinin kovularak, mollaların İran’a egemen olmasında, komünist Tudeh Partisi’nin büyük katkıları olmuş, sonrasında parti üyelerinin tamamı hem yönetimden, hem de ülkeden tasfiye edilmiş, birçoğu da öldürülmüştür. Böyle baktığımızda laikliğin “olsa da olur, olmasa da” diyebileceğimiz bir fantezi değil, aksine gayet ciddiye alınması gereken, çağdaşlığın “olmazsa olmazı” durumunda olan bir kavram olduğunu kolaylıkla anlarız. Laiklik, kurum ve kuralları denenmiş, oturmuş ve netleşmiş bir kavramdır. İkide birde üzerinde oynamaya, orasını burasını budamaya, yeni tarifler üretmeye müsait olmadığı gibi, tekrar tanımlanmaya muhtaç, ya da müsait olan bir kavram değildir. Diğer yandan bir yaşama kültürüdür: yasa zoruyla, dikte edilerek, istendiğinde hemen yarın yaşama geçirilmesi mümkün olabilecek bir kuram da değildir. Laiklik, hurafe ve doğmanın yerine bilimi önerir. Bu yanıyla feodalitenin tasfiyesine kapı aralar; eşitliği, özgürlüğü, karşılıklı saygı içinde, barışı ve bir arada yaşama haklarını getirir. Kurumlaşması hem eğitim ve emek, hem zaman, hem de ekonomik özgürlük-yeterlilik gerektirir. Laikliğin Türkiye’deki sancısı ve kurumlaşamamasındaki temel etkenin, feodal direncin aşılamaması olduğu kadar, ekonomik refahın sağlanamaması da, en az feodal direnç kadar etkilidir. Bu yüzden çağdaşlık karşıtı AKP, laikliği tasfiye etmiş, medrese eğitimine yönelmiştir… Kimi siyasi akımların “özgürlükçü laiklik, ya da inançlara saygılı laiklik” gibi tez ve söylemlerinin, uygulanabilirlik yönünden ve evrensel laiklik bakımından hiçbir değeri yoktur. Şu ülke ya da dine göre değiştirilmesi, formüle edilmesi olanağı da yoktur. Dinin toplumsal ve siyasal hayatı yönlendirmesine, devleti yönetme istemlerine set çeker; devleti, toplumu ve kendi varlık nedenlerini esirger. Laiklik vardır ya da yoktur. Varsa, kurallarıyla vardır: kurallarını koyar, kendini korur ve yozlaşmaya katiyen izin vermez. Bu kurallardan biri, dinin okula, eğitime ve kamuya sızma talebi ve temayülü karşısındaki tutumudur. Yönetim erki olarak, din ve devletin alanlarını ayırmakta zafiyet gösterir, kurallarına ve kurumsallığına uygun davranmazsanız, laiklik sizi terk eder ve sizi, dininizle baş başa bırakır. Laiklik bizim ikiyüzlülüğümüze daha fazla dayanamamış ve bizi terk etmiştir. Dinsel fanatizmi katliam düzeyinde yaşayan bir kurumun mensupları olarak, okulu mutlaka korumalı, imkan sağlamalı ve ülkemiz için en iyi sistemi istemeliydik. Bunu yapamadık, kazanımlarımızı koruyamadık…
  11. “Din, mezhep, Kuran, imam, hatip” eğitiminin, temel eğitim müfredatına alınmasıyla birlikte, Türk devleti artık laik devlet olmaktan çıkmış, “rövanşistler” karşıdevrimi gerçekleştirmiştir. Çıkarılan yasanın, Türkçe açılımı budur… “cne girmiyor” notu, siciline yazılacak, damgayı yiyecek ve ömür boyu o damgayla yaşamaya mahkum olacaksın! Arkanı döndüğünde; “seni Kızılbaş, Alevi, dinsiz seni!” denilecek; bu negatif sicili ömür boyu taşıyacak, “öteki” olacak, hakarete uğrayacak, görevde, terfide, bürokraside sürekli karşılaşacaksın… Din-inanç, hiçbir ülkede bu kadar ayağa düşmedi, bu denli kullanılmadı; ucuzlatılmadı, çirkinleştirilmedi, itici olmadı… Hiçbir “dış mihrak” bu ülkeye bu kadar kıymadı, toplumu bölemedi, kötülük edemedi… Çıkarın, siyasetin, mevki-makamın, zenginliğin aracı yapılmadı… Bunu AKP ve kendilerini “milliyetçi” sayan MHP başardı… Bin kere yazıklar olsun… Kuran öğrenilmesin mi, isteyenler dinini öğrenmesin mi? Elbette öğrensinler; zaten öğreniliyor, öğretiliyor; hem de onbinlercesine… Ama bu eğitim-öğretim kendi özel okullarında ve alanlarında olmalı… Eğitimi, çocuklarımızı, ülkemizi, birliğimizi tehdit edecek noktaya getirilmemeliydi… Türkiye, artık muasır medeniyeti hedef alan Atatürk Türkiye’si olmaktan çıkmıştır. Derviş Mehmet’ler, Saidi Nursi’ler, Tayyipler ve Fetullahlar özlediği-istediği karşıdevrimi gerçekleştirmiş, cumhuriyet devrimlerine karşı girdikleri savaşımı kazanmışlardır. Anayasanın temeli olan laikliğin lafzı bunca ağırlıklı olarak orada dururken; Kuran Eğitimi, Diyanet, Kuran Kursu, İmam Okulu ve de Zorunlu Sünni Dersleri, medrese tedrisatı uygulamaya konulurken, kalkıp Türkiye’nin halen “laik” bir devlet olduğunu söylemek ayıptır, sahtekarlıktır, iki yüzlülüktür! Bir Alevi yurttaş olarak bana göre laiklik; özgür, müdahalesiz, aşağılanmadan, horlanmadan, eşitsizliğe tabi tutulmadan yaşamamı sağlayan en temel kavramdır. Bu ilke, çağdaş Türkiye tasavvuru için yaşamsaldır. Laik birey olmadan laik devletin olmayacağını, laik devlete sahip olmadan da ülkemde huzur içinde yaşayamayacağımı, tarihe, teolojiye yaşadıklarıma bakarak görüyor, inanıyorum. Laikliğin, özellikle de çoğunluktan farklı olan guruplar için yaşamsal değere sahip olduğunun farkındayım. O halde evrensel laiklik, bireylerin inançlarını ve inançsızlıklarını en özgür şekilde yaşamalarının teminatı olduğu kadar, çoğulculuğun, toleransın, karşılıklı saygı-sevginin ve bir arada yaşamanın da çimentosudur, teminatıdır. Laiklik; birey olmanın, anayasal yurttaşlığın, çağdaş yaşamın, erdemli insan olmanın kaçınılmaz bir gereksinimiyse ki, elbette öyledir: o halde laikliğin “Aleviler, Sünniler, inançsızlar vb. için” kategorize edilmesinin, siyaseten ve ilke olarak doğru olmayacağını da ilave etmek isterim. Zira laiklik, bu kavramı kararlılıkla savunan ve yaşayan bir Sünni aydın bakımından da en az Aleviler kadar değerli ve yaşamsaldır. Bu durumda laikliğin farkına varmak ve değerini bilmek için birinci koşul “Alevi olmak değil, aydın olmaktır” diyebiliriz. O halde, emperyalistlerin güdümündeki AKP’nin ülkemizi sürüklediği bu noktada Aleviler bakımından temel ayırım ve siyasal tercih noktası, Alevi-Sünni, Kürt-Türk ya da sağcı-solcu değil; demokrasi, laiklik ve evrensel insan haklarını herkes için isteyenlerle, ona karşı olanlar arasında olmalıdır.
  12. İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından başarı ile yürütülen okul sütü projesinin Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı yönetiminde ülkeye yayılması kararı verildi. Bakanlar Kurulu kararı 25 Mart 2012 tarihli Resmi Gazetede yayınlandı. Ana sınıfından ilkokul beşinci sınıfa kadar öğrencilere uzun ömürlü denilen kutu sütler dağıtılacak. Kararın amacı öğrencilerde dengeli beslenmenin ve süt üretiminde istikrarın sağlanması olarak belirtildi. İzmir’de belediye öğrencilere süt dağıtımı projesini 2005 yılından bu yana uyguluyor ve İzmir’de bu yıl yararlanan öğrenci sayısı 207 bine ulaştı. İzmir deneyimi süt üreticisi köylülerin de bu uygulamadan yararlandığını göstermektedir. Bu projenin bütün Türkiye’ye yaygınlaştırılması kararı iyi olmuştur. Ancak bu uygulamanın nasıl yapılacağı da çok önemlidir. Elde edilmek istenilen hedefler şöyle olmalıdır: 1. Çocukların iyi beslenmesi, süt içme alışkanlığı edinmeleri (Bakanlar Kurulu kararında açıklanan ilk amaç bunu ifade etmektedir) 2. Süt üreticilerinin adil bir fiyat elde etmeleri (Kararda bu amaç dile getirilmiyor, ancak üretimde istikrardan söz ediliyor) 3. Tüketicilerin de makul fiyattan süt alabilmeleri (Kararda bundan hiç söz edilmiyor) İzmir Büyükşehir Belediyesi dağıttığı sütleri Tire Süt Kooperatifinden almaktadır. Böylelikle süt tekellerinin etkisi bir ölçüde sınırlandırılmıştır. Türkiye çapında uygulamada sütler şirketlerden alınacaktır. Ülkemizde süt sektöründe büyük bir tekelleşme söz konusudur. Sütte çiftçinin eline geçen fiyat 70-80 kuruş iken (ki yazın bu 50 kuruş gibi çok düşük bir düzeyde idi) tüketici sütü 2-2,50 TL. düzeyinde hatta 3 TL’nın üzerinde alabilmektedir. Süt ve ürünleri üreten büyük şirketler birbirleri ile çok iyi anlaşmakta, nereden hangi fiyattan, kimin süt alacağını saptayabilmektedirler. Şirketler birbirlerinin ambalajlarına sahiptir ve istenildiğinde birbirleri için üretim yapabilmektedirler. Okul sütü projesinde sütler büyük tekellerden alındığı takdirde bu elde edilecek yarardan büyük ölçüde bunlar yararlanacaktır. Hâlbuki yapılması gereken üretici eline geçen fiyatı arttırırken, tüketicinin de daha az fiyat ödemesini sağlamaktır. Çiftçinin eline geçen süt fiyatı 50 kuruşa düştüğünde marketlerde satılan süt fiyatları düşmemiştir. Önerimiz Bakanlığın sütleri kooperatiflerden ve köylülerden almasıdır. Böyle yapılırsa kooperatifler gelişecek ve yatırımları ile çiğ sütü büyük şirketlere devretmekten çıkıp tüketiciye dönük sağlıklı ürünler üretebilir hale geleceklerdir. Bu durumda uzun erimde tekellerin hegemonya etkisi kırılacak ve bu hem çiftçi hem de tüketici için iyi olacaktır. Dağıtılacak olan sütlerin sadece uzun ömürlü kutu sütü olması da eleştirilebilir. Uzun ömürlü süt pastörize süte oranla daha değersiz ve lezzetsizdir. Çocuklar üç dört yıl kutu sütlerini içerlerse artık pastörize veya çiğ sütten kaynatılmış sütler onlara itici gelecektir. Böylelikle uzun ömürlü kutu sütlerinin hegemonyası pekişecektir. En azından büyük tüketim merkezlerinde pastörize süt sağlanabilirdi. Denilecektir ki köylere ve küçük ilçelere pastörize süt ulaştırmak ekonomik olmayacaktır. Sanırım köylere uzun ömürlü veya pastörize süt ulaştırmak gibi bir zorunluluk olmamalıdır. Süt deyince aklımıza sadece uzun ömürlü süt gelmesi ve çiğ sütün aşağılanmasının sonuçları kötü olmuştur. Köy ve süt sözcüklerinin bu kadar birbirinden uzak kabul edilmesi acı bir durumdur. Ne yazık ki birçok köyde inek sayısı biri ikiyi geçmemektedir. Çünkü süt üretmek ve satmak köylü için artık çoğu yerde kârlı olmuyor. Bu durumu tersine çevirmek için bazı köylerde veya kasabalarda süt doğrudan köylüden alınamaz mı? Bu bir şekilde kaynatılarak öğrencilere ulaştırılabilir. Böylelikle süt üretmek tekrar birçok noktada teşvik edilmiş olacaktır. Bu çözüm buralara kutu sütü ulaştırmaktan da daha ekonomik olacaktır. Kısa vadede kooperatiflerden yeterli ürün bulunamayabilir. İstenirse kooperatiflere yatırım için destek verilerek bu bir iki yılda sağlanabilir. Sütte uygulanan politikalardan bugüne kadar daha çok tekeller yararlanmıştır. Artık buna bir son verme zamanı gelmedi mi? Öğrencilere süt sağlamak çok iyi, ancak bu tekelleri ve onların lezzetsiz uzun ömürlü sütlerini destekleyerek olmamalı. Prof. Dr. Tayfun Özkaya Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi- Tarım Ekonomisi Bölümü
  13. Yani Dennise; Şimdi sende mi bilmediğini düşünüyor ya da iddia ediyorsun... ?
  14. Cematin ve ona hizmet edenlerin mantığı oldukça net aslında; "Ergenekon ve Balyoz davasında yargılanan subayların hepsini süründürmeli..." Zamana oynuyorlar. Suçsuzluklarının ileride ortaya çıkmasının hiç mi hiç önemi yok... Cemaat okullardan çıkan çocuklar Cemaatin yöenticileri tarafından nerelere yönlendirildi? " mülki yöneticiliği, hukuku ve emniyet." Tek giremedikleri yer neresiydi: TSK. Oralara nüfuz edemeyince, TSK'nın başına neler getirilmeye çalışıldığını artık herkes görüyor. O kadar akıllı hareket ediyorlar ki; TSK suçlarını sivil mahkemelere taşımak istediler. İstediler ki bu cemaate bağlı genç savcılar TSK'yı dize getirsin. Tasfiye; bu genç hukukçuların hazırladıkları dosyalarla gerçekleşsin? Zamana oynuyorlar. Suçsuzlukların ileride ortaya çıkmasının hiç mi hiçönemi yok... O zamana kadar atı alan Üsküdarı geçecek diye bir ön yargıları var!.. Hadi hayırlısı, Çoğunluğun "Balık Hafızalı olmalarına güveniyorlar..." Soru şu; Bu gerçekten böyle mi?.. Yaşayıp görceğiz... Tükürük tusunamisi mi olur yoksa başka bir şey mi?.. Cemaatin kendilerine sorması gereken soruda şu; Bir tek "KİNDAR" olanlar, "Dindar" olanlar mı acaba?... "Bu ektiklerimizin zamanı geldiğinde hasatı yapılınca neler olacak..." diye sorgulamalılar kendilerini... Güneş her zaman böylesine alaca karanlık, puslu havaya doğmaz, gün gelir ortalık apaydınlık oluverir...
  15. Habertürk gazetesinden Kutlu Esendemir, muhafazakar kanadın önemli isimlerinden Mehmet Şevket Eygi ile röportaj yaptı. Eygi, röportajında "sivil darbe yapacaklardı, Başbakan'ın ameliyatına getirdiler" dedi. Mehmet Şevket Eygi'nin konuyla ilgili röportajı: "-28 Şubat tartışmalarının sağlıklı bir zeminde yapıldığını düşünüyor musunuz? Türkiye’de bütün darbelerin acısını çekmiş biri olarak, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat’ta seçimle gelen iktidarların darbeyle gönderildiği malum ve ben buna karşıyım. -Sivil darbe nasıl yapılır? Son aylarda Türkiye’de sivil darbe teşebbüsü gibi bir şeyler oldu. Ama başaramadılar. -MİT yöneticilerinin ifade krizini mi kastediyorsunuz? Evet. Tam da Başbakan’ın ameliyat olacağı saate denk getirdiler. Tutturamadılar. -Kim yapıyor bu darbe girişimini? Siviller yapıyor. Dünyada sivil darbe olmaz değil. Türkiye’de askeri darbe ihtimali çok azaldı. Hükümet de, sivil darbeyi bir satranç hamlesiyle önledi. Kim seçmiş bu iktidarı? Halk çoğunluğu. O zaman gönderecek olan da halk çoğunluğudur. Bundan sonra bir darbe teşebbüsü olursa iç savaş çıkar. -İleri sürdüğünüz, “sivil darbe girişimi”nde beklenti neydi o halde? Efendim, şimdi bu, kendine göre bir ideolojidir. Diyorlar ki: “Biz Türkiye’yi idare edersek, Türkiye için çok iyi olur. O halde bu darbeyi yapmak için, her çareye her vasıtaya başvurmak mübahtır.” Makyavelizm de başlıyor. Kendilerine göre ikna edici, kandırıcı gerekçeleri de var. “Biz iyiliği, doğruluğu, güzelliği temsil ediyoruz. Türkiye’yi idare edelim” deniyor. -Başarsalar ne olacaktı? Belki de iç savaşa gidecekti Türkiye. Kesin bir şey söyleyebilecek durumda değilim."
  16. Ergenekon ve Balyoz davasında yargılanan subayların hepsini süründürmeli... zamana oynuyorlar. Suçsuzluklarının ileride ortaya çıkmasının önemi yok, o zamana kadar yükselen güdümlü kadrolar "malı götürecek"..." (Cumhuriyet/ 20 Mart 2012) Bu satırlar Orhan Bursalı'ya ait. Söz konusu davalar hakkındaki öngörüsünü çarpıcı bir dille anlattı. Yazısının başlığı şuydu: "Erdoğan'a askeri darbe" Bursalı, bu davalarda verilecek hızlı bir mahkumiyetin, sanık subayların tasfiyesini sağlayıp, ordu içindeki cemaatçi kadroların önünü açacağını, bunun da son AKP- Cemaat kavgasından hareketle, Erdoğan'a askeri darbe anlamına geleceğini anlattı yazısında... Bu tespitler doğru olabilir mi? Biz cevap vermeyelim. Aynı gün Başbakan'ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan'ın, Star gazetesinde yayınlanan, "örgütle savcı- polis, sorunla hükümet mücadele eder" başlıklı yazısının son paragrafına bakalım. Şöyle demiş Yalçın Akdoğan: "Mesele sadece yanlış yapanların tasfiye edildikten sonra doğru yapacaklara zemin hazırlanması değildir. Doğruyu doğru şekilde yapmak, sivil iradeyi tırpanlamamak, siyasi iktidara dayatmaya gitmemektir. Emniyet ve yargı Türkiye’nin son dönemdeki demokratikleşme süreçlerinde takdir edilmesi gereken önemli roller oynamıştır. Ama bu mücadele hükümetiyle, medyasıyla, sivil toplumuyla, vatandaşıyla bir bütün olarak ortaya konulan sinerjinin bir neticesidir." (Star- 20 Mart 2012) Demek ki; tasfiyeden sonra geleceklere zemin hazırlanması yetmezmiş, iktidara dayatma da yapılmamalıymış. Bu sürecin mimarı sadece polis ve yargı değil, medya ve sivil toplum (kim olduğu belli) birlikte yaratmış. Yani sonuçta çıkacak hasılatı paylaşmak gerekiyor-muş... Anlaşılan o ki, Orhan Bursalı'nın tespiti, iktidar cephesinde de bazı endişelerin olduğunu doğruluyor...
  17. Adlarına gerek yok... Türkiye'nin konuştuğu-tartıştığı davalara bakan savcılar çok genç değil mi? Çoğunuz bilirsiniz; görmüşsünüzdür, hakimler, savcılar ak saçlı, tonton amcalar değil miydi? Mahkemeye gitmediyseniz Yeşilçam filmlerindeki yaşlı tonton hakimleri, savcıları anımsayınız. Peki... Ne oldu da bugün TV’de, gazetelerde gördüğümüz savcılar bu kadar genç? Ve bu kadar genç savcılar bu kadar önemli makamlara nasıl çabuk gelmişler? Evet, ne oldu da bu kadar genç savcılar Türkiye'nin gündemindeki tüm soruşturmaları, davaları yürütür oldular? Bu kadar ağır yükümlülüklerin altına neden bu genç savcılar sokuldu? Yanıtı zor sorular mı bunlar? Bilemeyiz. Bildiğimiz şudur: Bu soruların yanıtlarını bulmalıyız. Bu soruların yanıtlarını bulamazsak Türkiye'nin konuştuğu soruşturmaları-davaları doğru değerlendiremeyiz. Savcıların yaşlarıyla, aldıkları ağır sorumlulukların birbiriyle ilgisini kavrayamazsak meseleleri analiz edemeyiz. Gelin şimdi olayın bir başka yönüne bakalım... Rahmetli Bülent Ecevit, cemaat okullarına hep destek çıktı. "Okul açmanın kime zararı olur; okusun öğrensin çocuklar" dedi hep. Cemaat, Ecevit'i bile etkileyecek bu psikolojiyle kamuoyunun önüne çıktı sürekli: "Ne var sanki yoksul çocuklar bu okullarda okusa, bizim yurtlarımızda kalsa, kime zararı var?" İşte olayın özü budur!.. Bu çocuklar bu okullarda okudu, bu yurtlarda kaldı. Hepsi de çok "başarılı" oldu! Genç yaşta en kritik makamlara getirildi. Şimdi bu "başarılı" çocukların neler yaptığını tüm Türkiye görüyor. Şimdi daha iyi anlaşılıyor; cemaat okullardan çıkan çocukların neden hep mülki yöneticiliği, hukuku ve emniyeti seçtikleri. Tek giremedikleri yer neresiydi: TSK. Onun da başına neler getirilmeye çalışıldığını artık herkes görüyor. O kadar akıllı hareket ediyorlar ki; TSK suçlarını sivil mahkemelere taşımak istediler. İstediler ki bu genç savcılar TSK'yı dize getirsin. Tasfiye; bu genç hukukçuların hazırladıkları dosyalarla gerçekleşsin? Sadece bu mu? Hiç kimse düşünmez mi ki; bir cemaatin, medyaya bu kadar hakim olmak istemesinin sebebi nedir? Yoksul çocukları okutan bir cemaat, neden medyada da güç sahibi olmak ister? Peki, niye emniyeti ele geçirmek ister? Salt amaç yoksul çocukları okutmak değil o zaman. Peki ne? Ne olduğu açık değil mi? Bugün Türkiye genç emniyetçiler ile genç hukukçuların el ele verip yaptıklarını dehşet içinde izliyor. Amaç ne? Yazmaya gerek var mı; bur stratejileri hala anlaşılmıyor mu? Biliyoruz ki, birileri görmek istemiyor. Bu nedenle bugün medya, Erzincan-Erzurum-Ankara-İstanbul arasındaki hukuk skandalının ayrıntısında boğuluyor. Kimin görev alanı nedir gibi kafa karıştırıcı detaylar üzerinde duruluyor. İllüzyonla halk bıktırılıyor. Halbuki, bu kadar ayrıntıya gerek yok. Soru basit: Cemaat okullarından çıkan çocuklar genç yaşta ne kadar önemli makamlara getiriliveriyor... Cemaat medyası neden hep "yargı reformu" diye bağırıp çağırıyor.... Evet, mesele bu kadar basit. Yapılacak tek bir haber var oysa: Bu genç savcılar, bu kadar önemli makamlara, bu kadar ağır görevlere bu kadar kısa sürede nasıl getirildi?
  18. 3 Aralık 2011 tarihinde yitirdiğimiz değerli bilim insanı, yazar Doç. Dr. Güney Gönenç'in, yitirişimizden beş ay önce yayımlanan Karanlık Zamanların Şarkısı- Üniversitede 40'lı 50'li Yıllar adlı kitabı Türkiye'ye gelip yıllarca kalan, ülkemizi sevip benimseyen Alman bilimcilerin ve onların yetiştirdiği ilerici, aydınlanmacı bilimcilerin Atatürk'ün ölümünden sonra gericiliğin güçlenmesiyle birlikte üniversitelerden uzaklaştırılmalarını anlatıyor. Aykut Göker'in kapsamlı önsözüyle, değerli fotoğraflarla daha da varsıllaşan Karanlık Zamanların Şarkısı, tartışılması gereken bir kitap. Mustafa Kemal Atatürk, bilimsel bakışın belirleyici olduğu çağdaş üniversiteyi kurarken, Alman bilimcileri değerlendirerek en gerekli kürsüleri oluşturdu. Bu bilimciler hemen her alandan geniş bir dağılım gösterirler: Hans Guterbock (Hititoloji), Benno Lands- berger (Asurbilim, Sami Dilleri), Wolfram Eberhard (Çin Dili), VValter Ruben (Hint Dilleri), Georg Rahde (Klasik Filoloji), Curt Kossvvig (Zooloji), Erich Frank (İç Hastalıkları), Bruno Taut (Mimarlık), Traugott Fuchs (Romanoloji), Albert Eckstein (Çocuk Hastalıkları), F. Arndt (Kimya), Ernst Hirsch (Hukuk), Alfred Kantoro- wicz (Diş Hekimliği), VVilhelm Schütte ile Margarete Schütte-Lihotzky (Mimarlık), Gerhard Kessier (İktisat), F. Neumark (İktisat)... VURUN BİLİMCİLERE!! Atatürk Devrim yönetimince 3 yıl içinde Türkçe ders vermeye başlamaları, Türkçe ders kitabı yazmaları istenen yaklaşık 200 kişilik bu usta kadro, aynı zamanda bilimciler, yazıncılar, düşünürler yetiştirdiler: Pertev Naili Boratav, İlhan Başgöz, Behice Boran, Niyazi Berkes, Mediha Berkes, Sabahattin Eyuboğlu, Azra Erhat, Samim Sinanoğlu, Suat Sinanoğlu, Muazzez İlmiye Çığ, Ekrem Akurgal, Mübeccel Kıray, Sedat Alp, Kemal Balkan, Tahsin Özgüç, Halil İnalcık, Osman Turan, Faruk Sümer, Mehmet Altan Köymen... Kısa zamanda yapılan bu büyük iş Cumhuriyetin özünü kemirmeye yüz tutan devrim karşıtı yeni egemen sınıfın tepkisini çekmekte gecikmez. Çok önemli bir şiddet olayı yaşanır. Yaklaşık 10.000 kişilik bir kalabalık 27 Aralık 1947 tarihinde Ankara Üniversitesi'ne saldırır; Rektör Ord. Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu'yu linç etmek ister. (Hedefte Kan- su'nun yanı sıra "komünist'' diye nitelenen öğretim üyeleri de vardır). Rektörün odası basılır. Kansu'ya zorla istifa dilekçesi imzalattırılır. Güvenlik güçleri olayı önlemek bir yana saldırganları destekler tutum içindedir. Rektörü bir yüzbaşı (bazı kaynaklara göre teğmen) havaya ateş ederek taksiye bindirir, olay yerinden kaçırır. Linç edilmekten kurtarır. Ord. Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu'nun emniyet ifadesinden bir bölüm şöyledir: "Ancak bugün Ankara Üniversitesi Rektörü Şevket Aziz Kansu, ki bu memleketin bir evladıyım, bu vatanın bir çocuğuyum, hayatım bu memleketin, yurdun selametine vakfetmiş bir insanım. Senelerden beri bana tevdi edilen Türk evlatlarını bu yüksek ideallerle yetiştirdim. İrfan hayatımızın en yüksek idare mevkilerinden daima ve daima kalbim bu heyecanlarla ve vatan sevmek aşkı ile çarpmıştır. İşte bu adam bugün, yani ben, vatan haini, komünist, millet düşmanı, alçak olarak tavsif edildim. Yüzüme tükürüldü, linç ediliyordum. İşte ifadem burada bitiyor". SALDIRILARIN GİZLİ AMACI 'Kansu'ya ve diğer öğretmenlere saldırılar Meclis kürsüsünden de sürdürülür. Fahri Kurtuluş, Reşit Tarakçıoğlu, Behçet Kemal Çağlar, Tahsin Banguoğlu gibi adlar şiddet kokan konuşmalar yaparlar. (s. 48) Bilim adamlarına saldırılar Demokrat Parti döneminde de artarak sürecektir. Bu olayların ardında Hitler faşizminin, Alman etkisinin ve daha gizli olarak da ABD etkisinin güçlenmesi yatmaktadır. Türk üniversitelerini kuran Alman bilimcilerin maaşlarının yüksek olduğu, ulusal duyarlılıklarımıza saygılı davranmadıkları, halkı ve yönetimi eleştirdikleri dillendirilir. Bu savların sahibi politikacı ve yöneticiler açık ya da gizli Nazi yandaşıdır. Düzenlenen oyun aşama aşama ilerletilir. Alman bilimcilerle birlikte ilerici Türk bilimciler, aydınlar da hedefe konur. Üniversitelerden uzaklaştırılır. Güney Gönenç bu durumu vurgularken: "Gerçekten de Alman profesörlerin görevlerine son verilmesi, DTCF'den ilerici Türk hocaların 'temizlenmesi' işlemine ustalıkla eklemlendirildi." diye yazıyor. (s. 39) CHP ile DP'nin ırkçı, gerici, Nazilere yakınlık duyan öbekleri birlikte davranırlar. NAZİLER GELİYOR Yapıtta, açıklanan döneme ilişkin iki çalışma öne çıkıyor. Özellikle Scurla Raporuyla ilgili olarak Ayyıldız Altında Sürgün, Faruk Şen, 2008 ile Üniversitede Cadı Kazanı, 1948 DTCF Tasfiyesi ve Pertev Naili Boratav'ın Müdafaası, Mete Çetik, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998. Scurla Raporu önemli bir ayrıntıdır. Gönenç şöyle açıklıyor: "Harbert Scurla, Nazi Devleti Eğitim Bakanlığı'nın Türkiye'deki Alman bilim adamlarını denetlemekle görevlendirdiği kişidir. Bu görevle 1939'da ülkemize gelmiş, İstanbul ve Ankara'da ki bütün Alman öğretim üyelerini tek tek 'teftiş ederek' kapsamlı bir gizli rapor düzenlemiştir. Ayrıca Türk hükümetine, Hitler'den kaçarak Türkiye'ye sığınan hocaları ülkeden çıkarması halinde, Almanya'dan Nazi Hükümetine bağlı yeni bilim adamları gönderilmesini önerme yetkisi de verilmişti Scurla'ya (Türk hükümeti bu öneriyi o zaman geri çevirmiştir). Scurla Raporu tarih profesörü K-D. Grothusen tarafından arşivlerde bulunmuş ve yayımlanmıştır." (s.100) Scurla'nın önerisi o dönemde kabul edilmemesine karşın, Nazilerle birlikte olmuş bilim adamları 1950'den başlayarak Türk üniversitelerine alınmaya başlanır, (s. 86) Kitap yakma kahramanı (ki ardından insanlar da yakılacaktır) Gerhard Fricke adlı yazın tarihi doçenti profesör olarak devlet çağrısıyla 1950'de İstanbul Üniversitesi'ne getirilmiş, 1960'a kadar bu görevi sürdürmüştür. Hennig Brinkmann ise Alman Dili ve Edebiyatı Bölümünü kurmak üzere çağrılır. SA ve Nazi partisi üyesi Brinkmann Türkiye'de kaldığı sürede Alman Dışişleri Bakanlığı'nın bilgi alma (istihbarat) servislerine bağlı olarak görev yaptı. Çoğu Yahudi düşmanlığı içerikli raporlarını Scurla'ya gönderiyordu. Raporlarından ilginç bir ayrıntı şöyle: "Avrupa klasiklerinin Türkçeye çevrilerek yayımlanması projesinde Alman klasikleri listesinde hiçbir Yahudi yazarın yer almaması sağlanmıştır (bir tek ayrıcalık ile: Heinrich Heine'den bir yapıt)". Bu durum 1950'yle oluşan değişimle ilgili de yeni bir kanıt sağlamaktadır. Karanlık Zamanların Şarkısı'nda Aykut Göker'in önsözünün yanı sıra Gönenç'in Göttingen Yedileri ve Ernst Hirsch'in "Artık Üniversitede Bilim Özgürlüğünden Söz Edilemez' başlıklı anlamlı yazıları da yer alıyor. Göttingen Yedileri'nin onurlu duruşu günümüz Türk bilimcilerine örnek olmalıdır. Bertolt Brecht'in dizelerindedir: "Karanlık zamanlarda /şarkı da söylenecek mi?/Elbette, şarkı da söylenecek,/karanlık zamanları anlatan." Güney Gönenç öğretmen aydınlık zamanları göremedi. "Unutulmayacak izler bırakan güzel insan Güney Gönenç'i saygı ve özlemle anıyorum."
  19. LAİK EĞİTİMDEN DİNCİ EĞİTİME (3) 2) Gerekçede söylenenler gerçeği yansıtmamaktadır: Yasa teklifinin genel gerekçesinde, kesintili eğitimin amacının, 6 yaşında henüz okuma yazma aşamasında bulunan ve hayata ilişkin temel kavramların çoğundan habersiz olan “çocuk” ile 13-14 yaşlarında fiziksel ve ruhsal kimliğinin şekillenme aşamasındaki sancıları yaşayan bir “ergenlik dönemi” öğrencisinin aynı okul ortamında bulunmasının sakıncalarını gidermek olduğu belirtilmektedir. Yine genel gerekçeye göre; - Kesintisiz eğitim mesleki öğretime darbe vurmuştur. - AB ülkelerinde ortaöğretim içinde mesleki eğitimin payı % 60 iken Türkiye’de bu oran % 44’tür. Bu oranı yükseltmek gerekir. - Mesleki eğitimden beklenen yararın sağlanabilmesi ve kalitesinin geliştirilmesi için, ilköğretimdeki öğrencilerin ilgi ve beceri alanlarının küçük yaşlarda saptanarak onları ortaöğretim aşamasında başarılı olabilecekleri meslek dallarının temel bilgileriyle donatmak en doğru yoldur. Bunlar doğruyu yansıtmamaktadır. * Birincisi; Milli Eğitim Bakanlığı verilerine bakıldığında, 8 yıllık kesintisiz eğitime geçildikten sonra, mesleki eğitim okullarını tercih edenlerin sayısında yıllar itibariyle artış olduğu görülmektedir. Yalnızca imam hatip liselerinin öğrenci sayılarında azalma olduğu saptanmaktadır. Bu düşüş de, AKP’nin iktidar olmasından, özellikle 2005’ten itibaren tersine dönmüştür. Esasen gerekçede örtülü olarak anlatılmaya çalışılan da imam hatiplerin durumudur. Mesleki eğitime darbe vuran uygulama, farklı katsayı uygulamasına son verilmesidir. Kendi alanları dışındaki yükseköğretim programını tercih eden meslek lisesi mezunlarının ortaöğretimde aldıkları pahalı eğitim hiçbir işe yaramamakta, ülkenin ihtiyacı olan nitelikli işgücü yetiştirme projesi sekteye uğramaktadır. * İkincisi; AB ülkelerinde mesleki eğitimin ortaöğretim içindeki payı % 60 değil, % 48’dir. Hatta Almanya’da bu oran % 23.4’e kadar düşmektedir. Bu yanlış bilerek mi yapılmıştır bilinmez. Ancak meslek eğitiminin ortaöğretim içindeki payını yükseltme gerekçesiyle imam hatiplerin daha da yaygınlaştırılacağı, hatta “esas öğretim modeli” olmalarının sağlanmasının hedeflendiği söylenebilir. * Üçüncüsü; çocukları çok küçük yaşta mesleki eğitime yönlendirmeye çalışmak bilimsel gerçeklerle bağdaşmamaktadır. İlköğretime başlama yaşı 5’e indirildiğine göre, 9 yaşında ilkokulu bitirip ortaokula geçen çocuktan meslek seçimi yapması, buna göre seçmeli ders program paketi alması istenecektir. İlköğretime başlama yaşı yeniden 6 olarak belirlense bile sonuç değişmeyecektir. Sonuç olarak 9 ya da 10 yaşındaki çocuklardan aynı şey istenecektir. Çocukların bu yaşlarda meslek tercihine yönlendirilme programına tabi tutulması bilimsel ve pedagojik yaklaşımla açıklanamayacak bir durumdur. 10 yaş bile, çok erken olduğu için eleştirilirken, bu yaşı 9’a çekmenin hiçbir bilimsel açıklaması yapılamamaktadır. Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi tarafından yapılan açıklamaya göre; çağ nüfusu bilişsel gelişim açısından ayrıştırıldığında, 7-11 yaş somut işlemler, 12 yaş üstü ise soyut işlemler dönemleri olarak belirlenmektedir. Eğitimcilerin ısrarla belirttiklerine göre; - 9 ya da 10 yaşındaki çocukların, somut işlemler döneminin daha başındayken, ilköğretimin ikinci kademesine geçmesi, bilimsel veriler ve bulgulara ters düşmektedir. Çünkü, "çocukların soyut işlemler dönemine girmeden bir öğretim kademesini tamamladığı hiçbir gelişmiş ülke bulunmamaktadır." - Soyut düşünce evresine geçmemiş çocukların gelecek planları “yaz tatilinden” öteye geçemezken, bu yaştaki çocuklardan meslek seçimi yapmalarını beklemek boş hayaldir ve bilimsel gerçeklerle bağdaşmamaktadır. - Yine soyut düşünce evresinde geçmemiş ve eleştirel düşünce yetisi kazanmamış çocukların dini eğitime yönlendirilmesi, temel felsefi anlayıştan yoksun, dogmatik, mekanik ve dar bir dünya görüşünün yerleşmesine neden olacaktır. Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi bu konuda şu değerlendirmeyi yapmaktadır: "İkinci 4 yılın mesleki ve teknik yönlendirmeyi içermesi, bilimsel açıdan kabul edilir bir seçenek değildir. On yaşındaki bir çocuğun ilgi, yeti, bilgi ve becerileri, kalıcı bir hale gelmemiştir. Bilimsel veriler, bu alanlardaki değişmezliğin ergenlik dönemi sonunda bile oluşmadığını açıkça göstermiştir. On yaşındaki çocukları ömür boyu çalışacakları alanlara yöneltmek, bilimsel açıdan olası değildir. Bilimsel veriler ilgi, bilgi, yeti ve becerilerin 15 yaşında bile kararlılık göstermediğini ve kaygan bir zeminde olduğunu saptamıştır. Bu nedenle 9-10 yaş gibi bir gelişim döneminde, çocukları bu tür seçimleri yapmaya zorlamak, hiçbir bilimsel veri ve sonuçla bağdaşmamaktadır" * Dördüncüsü; öğrencilerin, ikinci 4 yılda, yani ortaokulda, yetenek, gelişim ve tercihlerine göre seçmeli ders alacaklarının söylenmesi gerçeği yansıtmamaktadır. 9-12 yaş grubundaki seçim yapacak çağda olmayan öğrencilerin, “yetenek ve gelişmelerine” bağlı olarak mesleki eğitim tercihi yapmaları bilimsel olarak olanaksızlığı yukarıda açıklanmıştır. Geriye “tercih” öğesi kalmaktadır ki, onu da bu yaşlardaki öğrenciler değil, her zaman olduğu gibi aileler kullanacaklardır. Böylece çocuğun iradesi dışlanmış olacaktır. Oysa çocuğun kendi kararını vereceği yaşa kadar beklenmesi ve kendi seçimini yapmasının sağlanması gerekmektedir. Ailelerin kullanacağı tercihte de, toplumun muhafazakar ve mutaassıp yapısının rolü büyük olacaktır. Dolayısıyla, imam hatip liselerine yönlendirecek seçmeli dersler tercihin ilk sırasında yerini alacaktır. Bunun yaygınlaşmasında toplumsal baskı öğesinin de etkisini unutmamak gerekir. Bu söylediğimizi, siyasal iktidarın Denge araştırma şirketine yaptırdığı anket sonuçları kanıtlamaktadır. Bu ankette deneklerin % 70’ “Dindar gençlik yetiştirilmesini istiyorum”; % 70’i “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi kaldırılmasın”; % 53’ü “Andımız kaldırılmasın”; % 55’i de, “19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramının kutlama törenleri değiştirilmesin” demiştir. Deneklerin % 70’inin “Dindar gençlik istiyorum” yanıtı; (1) toplumun dindar/dinci ya da muhafazakar/mutaassıp yapısını, (2) ve aynı zamanda halkın bilinçsizliğini yansıtması yönünden çok önemlidir. Çünkü, laik eğitim sistemiyle yetişen nesil ile toplumun ulaştığı durum göz önüne alınırsa, “dindar bir nesil yetiştirilme” söylemiyle uygulanacak eğitim sistemi sayesinde, uzak olmayan gelecekte Milli Bayramlar da, Ulusal Andımız da, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi de, Atatürkçü Düşünce Sistemi de, Laik Cumhuriyet de kendiliğinden zaten ortadan kalkacaktır. * Beşincisi; üçüncü 4 yılda, yani 13 ya da 14 yaşından itibaren çocuklar, ortaokuldaki meslek tercihlerine göre genel lise, meslek lisesi ya da imam hatip lisesinde okumaya başlayacaklardır. Çağdaş ülkelerde meslek eğitiminin erken verilmesinden kaçınılmaktadır. Bunun gerekçesi olarak da, sağlam ve bilimsel bir temel eğitimden geçmeyen çocukların teknolojideki hızlı değişim ve ilerlemeye ayak uyduramaması gösterilmektedir. Bu ülkelerde zorunlu temel eğitimden sonra meslek eğitimi başlamaktadır. İçinde bulunduğumuz bilgi toplumunda, ara eleman yerine, bilgi üreten ve bu bilgiyi kullanan kişilerle birlikte çalışma becerisi gösteren işgücüne ihtiyaç duyulmaktadır. Araştırmalar, temel eğitim süresi uzadıkça çocuğun teknolojiyi anlama ve uygulama becerisinin arttığını göstermektedir. Çocuğun mesleğe erken yönlendirilmesi, bilgi üreten ve onu kullanan nitelikte bir eleman olarak yetişmesini engellemektedir. Bu nedenle gelişmiş ülkelerde temel eğitim uzun tutulmakta ve temel eğitim tamamlanmadan çocukların mesleki eğitime geçmesi önlenmektedir. AB ülkelerinde mesleki eğitime ve çıraklığa başlama yaşı en düşük 15’tir. Örneğin Almanya’da 9 yıl süreli zorunlu temel eğitimi bitirmeden mesleki eğitime başlamak olanaksızdır. * Altıncısı; 8 yıllık kesintisiz eğitimin uygulandığı 15 yıl içinde, birleştirilmiş okullarda ilkokul çağındaki çocuklarla ortaokul çağındaki çocuklar arasında, ergenlik dönemi nedeniyle bir sorun yaşandığı duyulmamıştır. Genel gerekçede bu yolda söylenenler, siyasal iktidarın önyargılı yaklaşımını sergilemekten öteye gidememektedir. Nitekim bu gerekçeye TBMM Milli Eğitim Komisyonu da inanmamış olmalı ki, ileride ayrıntılı açıklayacağımız gibi, ilkokullar ile ortaokulların bir çatı altında, aynı binada açılması yeniden kurala bağlanmıştır. Durum böyle olunca, yasa teklifinin gerçek amacının, dindar bir nesil yetiştirmek için imam hatiplerin önünü açmak olduğu kolayca anlaşılmaktadır. 4+4+4 sistemiyle laik eğitim sistemi kaldırılmakta, dindar nesiller yetiştirecek yeni bir eğitim sistemi getirilmektedir. “Altını çizelim: Bu projenin eğitimle bir alakası yok. Hükümet din eğitiminin önünü açıyor.” Bu sözler bize ait değil. Bugüne kadar AKP politikalarını destekleyen ve bu partiden milletvekili aday adayı olan, Zaman gazetesi köşe yazarı bir profesöre ait. Gerçi yazar, “Hükümetin birden bire gündeme getirdiği kesintili eğitim projesinin, özünde bir demokratikleşme sorunu olduğunu” söylese de, yeni sistemin eğitime değil, dini eğitime hizmet edeceğini açıkça vurgulamış oluyor. Yeni sistemde laik formasyonla yetişen öğrenci kalmayacak, onların yerini dini formasyonla yetişen yurttaşlar alacak ve bugün olduğu gibi gelecekte de Türkiye Cumhuriyeti’nin bu yurttaşlar tarafından yönetilmesi sağlanacaktır. Böylece, yıllar öncesinde söylendiği gibi İslami kimlikli yeni bir cumhuriyet yaratılmasına yol açılacaktır. Bülent Serim (YÖK eski üyesi)
  20. LAİK EĞİTİMDEN DİNCİ EĞİTİME (2) 1) 8 yıllık kesintisiz eğitim sistemi başarılıdır: Her şeyden önce, eğitimcilere kulak vererek belirtmek gerekir ki, "Bir ülkedeki eğitim sistemi ve bunun uygulanmasını içeren model değişiklikleri, ancak daha önceki sistem ve uygulamalar bilimsel değerlendirmelerle ele alınıp gelişim ve değişimin zorunlu olduğu saptanırsa, gerekli olabilir. Böyle bir bilimsel değerlendirmeye dayanmayan değişiklikler, insan gücü açısından olduğu kadar ekonomik açıdan da savurganlığa neden olur." Eğitim sisteminde bu kadar sıklıkla değişiklik yapılmasının uygun olmadığını eğitimciler de kabul etmektedir. Eğitimcilere göre eğitim sistemleri bu kadar sıklıkla değişen bir başka ülke örneği göstermek olanaklı değildir. Sakıncalı yönler kuşkusuz olacaktır, vardır ve bunlar düzeltilmelidir. Ancak eğitim sisteminde köklü değişikliğe gitmek için, eski sistemin neden değiştirildiğini ortaya koymak ve çok uzun çalışmalar yapmak gerekmektedir. Ne Sayın Başbakan ve Milli Eğitim Bakanı’nın söylemlerinde, ne Komisyon görüşmelerinde, ne de teklifin gerekçesinde 8 yıllık kesintisiz eğitim sisteminin sakıncalı yönleri, bilimsel yönden ortaya konulmamıştır. Tam tersine bu dönemin başarılı olduğunu çeşitli araştırmalar açık biçimde göstermektedir. Milli Eğitim Bakanlığı verilerine göre, kız çocuklarının okullaşma oranı (yani okul çağında olup da okula giden kız öğrenci oranı) 8 yıllık kesintisiz eğitimden önce, 1997-1998 eğitim öğretim yılında ilköğretimde yüzde 78.97, ortaöğretimde yüzde 34.16 iken; yaklaşık 10 yıllık kesintisiz eğitim uygulamasından sonra, 2009-2010 eğitim öğretim yılında bu oranlar sırasıyla yüzde 97.84 ve yüzde 62.21 olmuştur. Bir başka ölçüme göre, 8 yıllık kesintisiz eğitimden önce, 1997 yılında nüfusumuzun eğitim yaşı 4.5 yıl iken, 8 yıllık eğitimden sonra bugün bu sürenin 6.5 yıla çıkarıldığı saptanmaktadır. Kuşkusuz bu bile yeterli değildir. Çünkü OECD ülkeleri ortalamasında bu süre 11.4 yıl, dünya ortalamasında ise 7.4 yıldır. Başka bir veriye göre, 8 yıllık kesintisiz eğitim, ortaokula geçtiğinden okuldan kopacak 3,5 milyon çocuğu okulda tutmuştur. Görüldüğü gibi 8 yıllık kesintisiz eğitim uygulaması, çocukları özellikle de kız çocuklarını okula yönlendirmede başarı sağlamıştır. Kuşkusuz bu başarıda “teşvik kampanyalarının” da etkisi vardır. Belki de, 8 yıllık kesintisiz eğitimin kız öğrenciler yönünden başarılı sonucu, bu eğitim sisteminin değiştirilmesinin en önemli nedenlerinden biridir. Şimdi hedeflenen eğitim sistemiyle, okula başlama yaşı 6 olarak alındığında, henüz 13 yaşını bitiren çocukları, özellikle kız çocuklarını eve çekmenin yolu aranmaktadır. Okula başlama yaşı 5 olursa eve çekilme yaşı 12 olacaktır.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.