Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

sardunyam

Φ Süper Üye
  • İçerik Sayısı

    10.566
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    3

sardunyam tarafından postalanan herşey

  1. Buraya kadar hemen bütün cevaplamalarınızda hep aynı şeyleri söylüyorsunuz, sayın Gecekuşu'nun kasdettiğini sanırım anlamadınız, işin özeti nedir biliyor musunuz Sayın Sarıgöl, hani diyorsunuz ya Allah dua edin bilim yapmayın mı dedi insanlara (bir kaç kez tekrarlamışsınız) madem demedi madem Allah insanların bilim yapmasını istedi, bilimi ve ilimi geliştirsinler, akıllarını kullansınlar istedi öyle ise neden yeryüzünde yaşayan insanların arasında inananlar daha çok dua etmekle meşgul, akıl eden azınlıksa gelişmekle meşgul (ki bunlara dinsiz de deniyor) din insanların bilim yapmasını engellemiyorsa ne engelliyor? Örneğin ehli kitap dinlerine inananlar içerisinde koyu dindarların yaşadığı toplumlarda bilim neden bu kadar öteleniyor? Az önce diğer topicte okuduğum yazıda ki örnek gibi ezan okunurken müzik çalınmaz, dinlenmez ve çalışılmaz anlayışına nasıl sahip oluyor insanlar? Allah bilim yapın diyorda inananlar yapmıyorsa burada ki sorun kimde demektir?
  2. cehalet başlı başına tehlike... hele cahil cehaletinin farkında değilde bildiğini sanıyorsa! hele ısrar ediyorsa, özellikle konu din olduğunda cehalet ölümcüldür!
  3. Onlar doymazlar tavuklar ve balıklar gibi doyma duyuları yok onların... Çatlayana kadar kan emerler... Teknoloji herkes için ihtiyaç belki ama getirdiklerinin yanında ya götürdükleri? alınan her cihazın parçaları kendisinden pahalı olmuyor mu? özelliklede periyodik olarak yenilenmesi, eklenmesi, değiştirilmesi gereken parçalar icat ediyorlar... Dünya tüketim çılgınlığı içinde depresyona yakalanmış milyonlarca insanla dolu ve bu hastalıklarını daha çok tüketerek, daha çok satın alarak gidereceklerini sanıyorlar... bu açlık bitmez bunun sonu gelmez, ta ki insanlığın sonu gelene kadar...
  4. sardunyam

    Iyi Noel`ler

    kendi adıma oldukça kötü bir yıl geçirdim ülkemde öyle, çevremdeki insanlarında çok sıkıntılar yaşadıklarına tanıklık ettim kısaca 2009'u sevmedim umarım yeni yılda yeni mutluluklar ve gerçek değerler açığa çıkar kendim için yenilik, sağlık, huzur ve başarı diliyorum ve bütün forumdaşlarım içinde... İYi seneler diliyorum...
  5. Yeryüzünün bütün işçi ve emekçileri kendilerini sömüren hükümetlerden, devlet adamlarından ve sendika başkanlarından birlikte kurtulmalı... Birlikte aşılmalı bu sorunlar ve unutmamalı ki kimse birbaşkasına al bu senin hakkın diyerek gerçek hakkını teslim etmez,bu ancak kazanılabilir...
  6. Yıllardır ülkemde yaşananları gördükçe bu ve benzer olayların ne kadar çok olmaya başladığına tanık oldukça, kendime bende müslümanım demeye çekiniyorum çünkü ben bu şekilde düşünmüyorum böyle anlamıyorum, böyle yaşamıyorum, İslam dini adına badygardlık yaptığını sanan o zavallıların ne yaptıklarından bile haberdar olduklarını sanmıyorum, İslam dini kendilerine böyle bir misyon yüklenenlerce, çok acımasız,hoşgörüsüz, katı, sapkın, tahrik edici ve geriye götürücü bir hal almıştır... Üzülerek söylüyorum ki bunü insanlarla aynı dine mensup olmaktan imtina ediyorum ve kendimi ayrı bir yere koyarak kimliğimde yazan "dini" bölümünü beynimde boş bırakıyorum...
  7. tatlımmmmmmmmmmmmmm

  8. Kroki yiyen suikastçı Yerseniz artık. Ağzında lokma varken suikast yapılmaz... Suikast krokisi subayın ağzında. Albay krokiyi çiğnerken basıldı. Binbaşı krokiyi yutmaya çalıştı. Isırırken kroki koptu. Krokiyi boğazından çıkardılar. Suikastçı krokiyi yedi. * Yersen... * “Valla biz vurduk” demelerine rağmen, şakır şakır asker vuranların PKK’lı olduğuna inanmıyorlar, suikastla suçlanan yarbaylar onuruna yediremeyip kendi kafasına sıkıyor... Bunlar hâlâ mahalleden geçen subayların peşinde. * Bakın, neymiş o suikastçının adı? E.Y.B. Olsa olsa, Embesil Yani Bu’nun kısaltılmış hali herhalde! * Çünkü, sanırsın, Mısır piramitlerinin gizemli dehlizlerinde yaşıyor Bülent Arınç, nerde oturduğu bilinmiyor... Halbuki, o mahalleye her gün önünde arkasında vaiyynn diye bağıran eskortlar, korumalarla geliyor, kapısının önünde de polis kulübesi var, anaokulundaki çocuğa sor, aha şurası diye göstersin... Ama bizim albay suikastçı, elinde krokiyle adres arıyor iyi mi! * (Kestane ağacına sırtını ver, 20 adım yürü, pastane var orda, dön ordan, ver sırtını pastaneye, 20 adım yürü, kestane ağacı göreceksin, arkasına sotalan filan.) * Üstelik, manifaturacıda Kalaşnikof var, sokağı tarıyor; bu arkadaş albay olmuş, suikast yapacak, tabancası bile yok. * Şöyle bi diyalog mesela... - Kimi vurcaz komtanım? - Arınç’ı. - O kim? * Reflü olduk gari, her Allah’ın günü gazete mutfaklarına kurulan darbe marbe ziyafetlerini kimse yemiyor... N’aapsınlar, tatlı niyetine, mahalleden geçen subayları “Kroki yiyen suikastçı” diye servis etmeye başladılar... Yerseniz artık. YILMAZ ÖZDİL HÜRRİYET
  9. Sorun güvercin-şahin Kürtler değil Devekuşu “Türk”ler Ancak, sorunumuz Ahmet Türk güvercin mi değil mi tartışması değil. Çünkü, bölücülük bölücülüktür. Biz bölücülüğe silahlı eylem yaptığı için değil, ülkemizi bölmek istediği karşı çıkıyoruz. Bu açıdan Ahmet Türk ılımlı olmuş, güvercin olmuş, barış yanlısı olmuş bizi ilgilendirmez. Apo’nun yanına oturan, Apo’dan talimat alan, Apo’dan “Sayın Öcalan” diye bahseden herkes bizim için aynıdır. Ancak baştan beri bahsettiğimiz gibi Ahmet Türk’ün ılımlı olmak, gibi bir kaygısı zaten yoktur. 20 yıldır Kürt siyaset sahnesinin en ön planında yer alan, PKK’nın ve Apo’nun sözcülüğünü üstlenen ve bütün açıklamalarıyla “gerginliği artıran” Ahmet Türk’ün ta kendisidir. Vahim olan, Ahmet Türk’ün hiç de güvercin olmadığını anlatmak zorunda kalmamızdır. PKK’nın yasal bir partisinin genel başkanının ılımlı olacağını düşünmek, ondan PKK terörünü bitirmek için medet ummak, siyasi körlükten başka nedir ki? Öyleyse karşımızdaki sorunu doğru koyalım: Sorun kimin güvercin ya da şahin olduğu değil, kimin “devekuşu olduğudur.” Bugün ülkemizi tehdit eden en büyük tehlike nedir sizce? Şahin bölücüler mi? Güvercin bölücüler mi? Hayır! Devekuşları! Çünkü, DTP’nin ne olduğu ortadadır. Ulaşabileceği güç de sınırlıdır. Son 1-2 aydır yaşananlar DTP’nin ülkemizin batısına, Türk bölgelerine sızamayacağını göstermektedir. DTP’nin bir bölge partisi olmaktan kurtulması ve ülkemizin batısına da sızması ancak DTP’nin barışçı bir misyona sahip olduğu, DTP içindeki ılımlı kanadın desteklenmesi gerektiği söylenirse mümkündür. Çünkü bu şekilde Türk milletinin bölücülüğe karşı direnci kırılacaktır. DTP’nin ne olduğunu, PKK’yla ilişkilerini, ne amaçla kurulduğunu, Ahmet Türk’ün neden genel başkan olduğunu bütün Türk milleti biliyor. Oynanan bir “iyi polis - kötü polis” oyunudur. Ahmet Türk’ü “iyi PKK’lı” haline getirip Türk milletinin bu sözde “iyi PKK”ya razı olmasını istiyorlar. Kendileri bölücülükle mücadele etmekten korkmuş, kafalarını devekuşu gibi toprağa gömmüşler. Gerçekleri görmezden geliyorlar. Türk milletinin de kendileri gibi yapmasını istiyorlar. Başarılı olabilirler mi? Türk milleti olarak 5 bin yıllık tarihimizde bütün zorlukları, işgalleri, katliamları atlattığımız düşünülürse, devekuşu olmayı hiçbir zaman kabullenmediği ortada... özgür erdem (türksolu)
  10. Ahmet Türk 20 yıldır PKK’nın yasal partilerinin lideri Öyle bir hava yaratılıyor ki, Ahmet Türk ılımlı olarak tanındığı için, PKK tarafından bir maşa olarak kullanılmış ve bir makyaj olarak DTP’nin başına konmuş! Ama Ahmet Türk ilk kez PKK yanlısı bir partide bulunmuyor ki! Ahmet Türk bölücü hareketin yıllardır önde gelen isimlerinden biri oldu. Unutulmuş galiba, hatırlatalım... Ahmet Türk’ün Apo’yla kol kola olduğu bir resim vardır. Hani şu Apo’nun Talabani’yle birlikte 1993’te sözde ateşkes ilan ettiği o toplantıda. Talabani ve Apo ne kadar ılımlıysa Ahmet Türk de işte o kadar ılımlıdır. Ahmet Türk’ün Kürt siyasetindeki misyonu zaten “PKK’nın yasal temsilcisi” olmaktır. Önce bir yanlışı düzeltelim: PKK ve DTP farklı hareketler değildir. Türkiye’de tek bir Kürt hareketi vardır. Ve bu hareketin değişik alanlarda örgütlenmeleri vardır. PKK bu Kürt hareketinin silahlı kanadıdır. Doğal olarak yasadışıdır. Bölücülerin bir de silahlı olmayan, yasal olanakları kullanacak bir kanada ihtiyacı vardır. DTP işte o kanattır. Yasal bir parti olduğu için söylemi tabii ki PKK’yla aynı değildir. Ama PKK gibi Apo tarafından yönetilir ve yönlendirilir. İşte Ahmet Türk Kürt bölücülüğünün bu yasal kanadının hep ön saflarında yer almıştır. PKK’nın ilk yasal partisi HEP’i 1990’da kuran milletvekillerinden birisidir. 1993’te HEP kapatılınca kurulan DEP’in de genel başkanlığını üstlenmiştir. Leyla Zana’ların ünlü Meclis’te Kürtçe yemin etme eylemi Ahmet Türk’ün genel başkanlığı döneminde gerçekleşmiştir. DEP kapatılınca kurulan HADEP’te genel başkan olmamıştır, ama bütün kongrelerde HADEP Genel Başkanı Murat Bozlak’ın arkasında olduğunu göstermiş ve HADEP yönetimini desteklemiştir. O dönem seçimlere girmek için Saadet Partisi, ÖDP, Emek Partisi gibi partilerle yürütülen bütün ittifak görüşmelerinde HADEP heyetlerinde yer almıştır. Yani HADEP’in resmi genel başkanı değildir, ama HADEP’in temsilcisidir. HADEP kapatıldıktan sonra kurulan DTP’nin de kuruluşundan itibaren genel başkanlığını yürütmüştür. Anlayacağınız, Ahmet Türk PKK’nın kurduğu yasal partilerin tümünde en ön saflarda yer almıştır. Hepsinin kurucusu, ikisinin de genel başkanıdır. Bu mudur ılımlılılık? Ahmet Türk, Apo’nun sözcüsü, PKK eylemlerinin savunucusudur Üstelik Ahmet Türk 1989’dan beri yürüttüğü “yasal” bölücülük faaliyetlerinde bir an bile PKK’nın çizgisinden çıkmamıştır. Sürekli Apo’nun kontrol ve denetiminde çalışmış, Apo’nun gayriresmi sözcüsü gibi davranmıştır. Bunun bir örneği yukarıda da bahsettiğimiz gibi Apo’nun 1993’te sözde ateşkes ilan ettiği toplantıdır. Bir diğerini ise Zaman gazetesine verdiği bir röportajda Ahmet Türk’ün kendisi itiraf ediyor: “Biz rahmetli Özal’ın mesajını götürmek üzere Öcalan’la görüştük. Özal, bize ‘Akan kanın durması için çaba içinde olmanız gerekir.’ deyince, kendisine ateşkesin sürmesi için Bekaa’ya gitmeyi düşündüğümüzü söyledik. ‘Elbette’ dedi.” Bir de geçtiğimiz seneyi hatırlayalım. PKK’lıların Apo hapishanede öldürülüyor bahanesiyle sokaklara döküldüğü o günlerde, PKK eylemlerini şöyle savunmuştu Ahmet Türk: “Bugün bizleri buraya toplayan neden, PKK lideri sayın Abdullah Öcalan’a uygulanan fiziksel şiddettir. 2006 yılında zehirlenerek yavaş yavaş öldürülmek istendi. Görüşüne uzun aralıklarla izin verilmedi. Hücrede kalmasına rağmen, hücre cezası verildi. 2008 yılının başında bu kez saçları zorla kazıtıldı. Halk yine refleksini gösterdi. Bugün ise, yönelimler fiziksel şiddet boyutuna çıkarılmıştır. Bir sonraki adım ne olacak? Ölüm mü? Abdullah Öcalan’a dönük geliştirilen her türlü politikanın Kürt halkına yönelik olduğunu, oradaki en ufak onur kırıcı, irade kırıcı uygulamanın Kürtlerin onur ve iradelerini kırmaya olduğunu hepimiz biliyor, görüyoruz.” Fazla söze gerek yok. Görüldüğü gibi Ahmet Türk, PKK’nın “yasal” alandaki bölücü faaliyetlerini rahatlıkla teslim edebildiği bir liderdir. Apo’nun sözcüsüdür. “Yasal bölücülüğün başı”dır. Üstelik son yıllarda değil. 1989’dan beri. Yani 20 yıldır! Şimdi, Ahmet Türk ılımlıdır, güvercin kanadındandır diyenlere sormak lazım. Ahmet Türk PKK’nın yasal partilerini 20 yıldır yönetiyor. Bu 20 yıl süresince: PKK terörü arttı mı azaldı mı? PKK’nın etkinliği arttı mı azaldı mı? PKK’nın terör eylemleri, silahlı saldırıları ve bu eylemlerin şiddetinde herhangi bir azalma oldu mu? PKK’nın taleplerinde herhangi bir ılımlılaşma oldu mu? PKK bir anda barış güvercini kesilip silah mı bıraktı? Tabii ki hayır. PKK özellikle AKP iktidarı döneminde (ki bu dönemde Ahmet Türk de DTP lideridir) askeri gücünü hiç yitirmedi, son Tokat eyleminde de görüldüğü gibi, kanlı eylemlerine devam etti. Peki Ahmet Türk’ün bu eylemlere yönelik herhangi bir tepkisi, eleştirisi oldu mu? Tabii ki hayır. Hatta her fırsatta savundu. Öğretmenevlerinin taşlandığı, Türk bayraklarının indirildiği gösterileri, vatandaşın evine, esnafın işyerine, belediye otobüslerine molotof atılan eylemleri her fırsatta savundu. Örneğin daha geçen hafta, Türkiye’yi kan gölüne çeviren eylemleri şöyle savunmuştu: “Bazı illerde yaşanan gösteriler devletin ve hükümetin yanlış ve haksız uygulamalarına gösterilen demokratik tepkidir ve devletin bütün kurumlarıyla buna tahammül göstermesi gerekmektedir.”
  11. 12 Aralık 2009 günü gazeteler Reşadiye’de katliamı yapan PKK’lıların TELSİZ KONUŞMALARINI YAYIMLADI. Bu konuşmalar bir gün önce Genelkurmay tarafından bir basın toplantısıyla açıklanmıştı... Medyanın ıskaladığı ama Hikmet Çiçek’in yakaladığı basit gerçek mi? TELSİZ KONUŞMALARI TÜRKÇEYDİ.. TEK BİR KÜRTÇE SÖZCÜK YOKTU. Hikmet Çiçek yazısına şu espriyi ekliyor: ‘PKK acaba ANAYASA’DA KÜRTÇENİN RESMİ DİL olarak sayılması için uğraşacağına ÖNCELİKLE KENDİ ÖRGÜTÜNDE KÜRTÇEYİ ZORUNLU DİL KABUL ETSE İYİ OLMAZ MI?’ Melih Aşık..Milliyet Not: Gel de, "Kanlı terörüne tek gerekçe olarak dil ayrılığını gösteren PKK’NIN, KENDİ İÇ İLETİŞİMİNİ TÜRKÇE YAPMASI BOŞUNA DEĞİLDİR" diyen aşağıdaki yazıya hak verme ***************************** (3)Peki bir VERNAKÜLER DİL OLAN KÜRTÇE EĞİTİM VE KİTLE İLETİŞİM DİLİ OLABİLİR Mİ?" (Vernaküler Dil: Basit iletişime yönelik, kelime hazinesi kısıtlı, doğal ihtiyaçları karşılama amacını taşıyan bir konuşma dili) Sevgili Dostlarım, Bu sorunun cevabı HAYIR’DIR. Çünkü, KÜRTÇE ÖZGÜN BİR DİL OLMAYIP, TOPLAMA BİR DİLDİR. KÜRTÇE, ağdalının ağdalısı bir OSMANLICA'dır. Kürtçe çok sınırlı sayıda sözcüğe sahiptir ve kullanılan sözcüklerin, % 40’I TÜRKÇE, %35'İ ARAPÇA, %15 -20'Sİ FARSÇA’DIR. Tıpkı Osmanlıca gibi, KÜRTÇENİN DE KENDİNE ÖZGÜ BİR DİLBİLGİSİ (GRAMER) YAPISI YOKTUR. Dilbilgisi kurallarının TÜRKÇE, FARSÇA VE ARAPÇADAN alınması ZORUNLUDUR. Şimdi bir-iki somut örnek ile Kürtçenin bu özelliğinin ne gibi önemli sonuçları birlikte getirdiğine bakalım: Örneğin, "ANLAMAK" için Arapçadan "FEHM" ("fa'am" biçiminde bozarak da olsa) sözcüğünü almakla iş bitmemektedir: Arapçanın "fehm" kökünden türettiği "TEFHİM", "TEFEHHÜM", "İFHAM", "MEFHUM", "FEHİM", "FEHMİ",.. sözcüklerini de olduğu gibi ARAPÇADAN ALMAK ZORUNDADIR KÜRTÇE! Ya da Türkçe "ANLAMAK" sözcüğünü kullanacaksa, Türkçenin dilbilgisi yapısına göre türetilen, "ANLAM", "ANLAYIŞ", "ANLAYIŞLI", "ANLAK", "ANLATIM", "ANLATIŞ", "ANLATILIŞ", "ANLAMLI", "ANLAMSIZ" ... sözcüklerini de OLDUĞU GİBİ ALMAK ZORUNDADIR KÜRTÇE! Çünkü KÜRTÇE, bu kelimeleri kendi içinde -YANİ AYRI BİR DİL OLUŞTURACAK BİÇİMDE- üretmesi için gerekli olan DİLBİLGİSİ YAPISINDAN YOKSUNDUR. Bu nedenle de "FEHM" ya da "ANLAMAK" kökünden türetilen ONCA SÖZCÜĞÜN ANLAMLARINI BİLMEK, ANCAK ARAPÇA YA DA TÜRKÇE ÖĞRENMEKLE OLANAKLIDIR! FARSÇA ASILLI SÖZCÜKLER İÇİN DE AYNI ŞEY GEÇERLİDİR. İşte bu nedenle KÜRTÇE, kitle iletişimi- yapılmaya kalkışıldığında, ORTAYA AĞDALININ AĞDALISI BİR OSMANLICA ÇIKACAKTIR. Bu ise bir ulusun dili olmadıktan başka, o eğitim ve iletişim gereçlerini okuyup dinleyecek OLAN KÜRT ÇOCUĞU YA DA YETİŞKİNİNİN, TIPKI OSMANLI MEKTEP VE MEDRESELERİNDE ZORUNLU OLDUĞU GİBİ, HEM TÜRKÇE, HEM ARAPÇA, HEM DE FARSÇA ÖĞRENMESİ GEREKECEKTİR. Kanlı terörüne tek gerekçe olarak dil ayrılığını gösteren PKK’NIN, KENDİ İÇ İLETİŞİMİNİ TÜRKÇE YAPMASI BOŞUNA DEĞİLDİR.! Osmanlıcanın bu özelliği nedeniyle 600 yıllık yönetimin sonunda Osmanlı mektep ve medreseleri Türk ulusunun ancak % 9'una -onun da çoğu ancak 'elifi beye çatacak kadar'- okuma-yazma kazandırabilmişti. Çünkü Arapça ve Farsça dilbilgisi öğretmek zorunlu idi. Zavallı Anadolu halkı, yüzlerce yıl boyunca "BENİM OĞLUM BİNA OKUR; DÖNER, DÖNER YİNE OKUR!" diyerek ne yapacağını şaşırmıştı. (BİNA=Arapça dilbilgisi/ gramer) Bir süre önce gazete haberlerinde çocuğuna "POLA" adı vermek isteyen Kürt asıllı bir yurttaşımızdan söz ediliyordu. Ve bu adın Kürtçe "ÇELİK" demek olduğu yazılıyordu. Gazetecinin bilgisizliği ya da kasıtlı kışkırtıcılığı! Oysa "POLA" Farsça 'çelik' anlamına gelen "POLAT" sözcüğünün BOZUK SÖYLENİŞİNDEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR. Kürtçedeki sözcüklerin hemen tümü için durum budur. Nasıl Trabzon'da örneğin 'BIYIK' için "PİYUK" deniyor diye bunu ayrı bir dil saymak saçmalık ise, Farsça 'POLAT' için 'POLA', Arapça 'FEHM 'için 'FA'AM', Farsça 'ŞEB' için 'ŞEV', 'RUZ' için 'ROJ', Türkçe "BURA" yerine "VRA" … DEMEKLE KÜRTÇENİN, üstelik kendine özgü bir dilbilgisi olmadığı da ortada iken, ayrı bir BİLİM, SANAT, EĞİTİM, YÖNETİM, UYGULAYIM (TEKNOLOJİ) DİLİ OLDUĞUNU ÖNE SÜRMEK DE O DENLİ ZORLAMADIR. Ve bunu bilerek yapanların amacı, "BÖL, YÖNET" DİYE BİLİNEN SÖMÜRGECİ OYUNUNU OYNAMAKTIR. tuncay erciyes
  12. sardunyam

    KIYAM/ET

    aynen öyle beynimizle yarattığımız evren gibi
  13. sardunyam

    KIYAM/ET

    Hayatın sırları var, evrenin sırları var bizzat biz kendimiz dahi bize göre sırrız... Gördüğümüz herşeyin bir başka yönü, boyutu, açısı var... Hayata tutunmaya çalıştığımız ilk dünyasal mekanımız olan annemizin karnı belkide en özgür olduğumuz yer... Bütün dünyasal ve insansal öğretilerden uzak, kendi kendimize ve kendi halimizde içimizden geldiği gibi yaşadığımız tek mekan orası... Doğduğumuz anda ve yerde başlıyor üzerimizden inançlarını ve buna bağlı ritüelleri geçirmeleri, bizim ülkemizde örneğin, yeni doğan korkuları vardır, lohusa korkusu, al basmasıda derler falan filan, her yörede değişik ama genelde aynı içerikli şeyler yaparlar inançlarını ve bunun ritüellerini gerçekleştiren inanç yönlendiriciler... Hristiyanlar bilinen en hurafeci insanlardır geçmişten bu yana, malum herkesin neredeyse ezberlediği filmlerde şeytan çıkarma ayinleri vardır mesela, 13. rakam uğursuzluğuna inanmaları, kiliselerin korunan kutsal mekanlar olduğunu düşünmeleri, e tabi hangi dine mensup olursa insan o dinin mekanlaştırılmış ibadethanesini kutsal sayıyor, oysa kutsal diye bir kavram yok, ne mekansal olarak ne de inançsal olarak... Yahudiler başlı başına kendilerini kutsal sayıyorlar diğer insanlara nazaran!!! Oysa her insan her can kutsal sayılmalıdır ki kimse doğarken ne hristiyan, ne müslüman, ne yahudi ne de ateist olarak doğmuyor!!! Başkaları veriyor onlara bunları, sonrasında ya rıza gösterip o inanca bağlanıyorlar körü körüne ya da sorgulamaya başlıyorlar... Zaten iki tür insan var bu açıdan baktığımızda bir inanarak yaşayanlar, iki düşünerek yaşayanlar... İnanan için herşeyin bir açıklaması olmak zorunda değil zaten insan herşeyi anlayamaz takdir-i ilahidir aklının almadığı ne varsa... Düşünen insan içinse yaşamak zor ve sorgulayıcıdır, kabullenemez ona dayatıln şeyleri, aklına yetmez anlatılanlar, neden, nasıl, niçinsiz yaşayamaz... Eğer birşeyin kutsal olması gerekiyorsa oda canlıların yaşam hakkı olmalıdır, hangi inanca göre hoşgörülebilir bir canlıya din adına eziyet etmek? Ayrıca insanın aklı değerlidir ve kullanılmalıdır... Bunlar gerçekler... Yaşamımıza ilk müdahale ailemizden, sonra yaşadığımız çevreden, sonra içinde bulunduğumuz toplumdan ve nihayet günümüzde global güçlerden geliyor... Biz yokuz aslında 24 saat boyunca yönlendirilmeler var... Benim merakım bütün bunlar daha ne kadar devam eder, böyle geldi böyle mi gider yoksa insan buna bir yerde dur mu der? Öyle seziyorum ki insanlık bu gidişe dur der, akıl körü körüne inancı mutlaka birgün yener, herşey gün yüzüne açılır ve sırlar açığa çıkar... Kadim zamanlardan bu yana anlatıla gelen misaller var, geleceğe dairse kehanetler, bazılarının gerçekleştiğide görülüyor mutlaka bir cevabı var elbette, Çocukluğumdan bu yana anlatılan kıyamet senaryolarını şimdi çok başka yorumluyorum, kıyamet yaklaştığında altüst olacakmış herşey, doğru yalana karışacakmış, zalimler zulmü arttıracakmış, Allah'a inanan bir tek kul kalmayacakmış, aslnda olmadı değil... Kıyamet koptuğunda (ki kopmak fiili kullanılmaz asl-ı orjininde) yani uyanıldığında, ayağa kalkıldığında, topraktan çıkıldığında, hesap günü gelecektir, herkes eteğindekileri dökecektir, hesaplaşılacaktır, dünya dümdüz bir ovaya dönecek, kuzeydeki yumurta güneyden görülebilecek, gökten taş ve ateş yağacak, yıldızlar dürülecek, evren büzülecektir... Aslında olmuyor da değil...!!! Nasıl algıladığınıza başlı biraz... ... Bence hala uyuyor insanlar, çünkü uyumak iyi geliyor zihinlere, çalışmak zorunda kalmıyorlar, düşünmek zorunda kalmıyorlar, o yüzden inançlarla bağnazca yaşıyorlar, fantezilerini dahi inançlarştırıyorlar bu yüzden, o kadar ileri gidebiliyorlar ki bağnazlıklarında düşünen insanlar için bunu görmekten daha korkunç bir işkence türü yok, adam yılın onbir ayı içki içmekte bir abes görmez bir ay boyunca ağzına içki sürmez, oruç tutsun tutmasın farketmez, bu onun inacıdır, oysa Allah'ın zamanı yoktur, ağaçları keserler, hayvanları öldürürler, insanlar biribirini öldürüler fakat kiliseyi, sinagogu, camiyi kutsarlar, oralarda huzura erdiklerini sanırlar, oysa Allah'ın mekanı yoktur!!! Kıyam/etmedikçe bu uyku hali devam eder ve Allah'ı bir yere, bir aya, bir güne sığdırmaya çalışmak sanıları sürer gider... Tabi siz O'na Allah demek yerine evren, kainat, insan, doğa, üstün akıl, God, Rab, Nirvana, Tanrı... Ne derseniz deyin veya tümden bu olguları reddedin farketmeyecek. Bir varoluş var çünkü biz varız, bir yokuşta olacak mı olmayacak çünkü bilim kanıtladı ki var olan hiç birşey yok olmuyor, sadece değişiyor... İşte Kıyamet bu değişime giden yol olsa gerek... Aklen, ruhen, bilincen... Uyanmak gerek! İnsanlar bir felaketle karşılaştıklarında işte kıyamet bu olsa gerek diyor, hep bir kıyamet bekliyor, kıyamet geliyor sanıyor, oysa Kıyamet gözümüzün önünde duruyor!!! Bir insan haksız yere öldürülüyor, bir insan haksız yere mahkum ediliyor, suçlular salıveriliyor, çocuklar tecavüze uğruyor, ormanlar yanıyor, kuşlar göç edemez, balıklar yüzemez, kutuplarda yaşanamaz haller oluyor, bir tarafta kıtlık varken, diğer yanda varlıktan sapıtmışlar, ruhlarını satmışlar, kutsal dedikleri mekanlarda parayla kutsiyet satıyorlar, Allah'a rüşve veriyorlar! Şeytan ayrıntılarda, en çok sevdiği adamlarsa kutsal mekanlarda gizli hala!!! Kıyamet mi bekliyorsunuz? sardunyam
  14. sardunyam

    ZEİTGEİST FELSEFESİ

    PLATON (Eflatun) - DEVLET [7. Kitap - Mağara Mitosu] ― Şimdi dedim, insan denen yaradığı eğitimle aydınlanmış ve aydınlanmamış olarak düşün. Bunu şöyle bir benzetmeyle anlatayım: Yeraltında mağaramsı bir yer, içinde insanlar. Önce boydan boya ışığa açılan bir giriş… İnsanlar çocuklarından beri ayaklarından, boyunlarından zincire vurulmuş, bu mağarada yaşıyorlar. Ne kımıldanabiliyor, ne de burunlarının ucundan başka bir yer görebiliyorlar. Öyle sıkı sıkıya bağlanmışlar ki, kafalarını bile oynatamıyorlar. Yüksek bir yerde yakılmış bir ateş parıldıyor arkalarında. Mahpuslarla ateş arasında dimdik bir yol var. Bu yol boyunca alçak bir duvar, hani şu kukla oynatanların seyircilerle kendi arasında koydukları ve üstünde marifetlerini gösterdikleri bölme var ya, onun gibi bir duvar. Böyle bir yeri getirebiliyor musun gözünün önüne? ― Getiriyorum. ― Bu alçak duvar arkasında insanlar düşün. Ellerinde türlü türlü araçlar, tahtadan yapılmış, insana, hayvana ve daha başka şeylere benzer kuklalar taşıyorlar. Bu taşıdıkları şeyler, bölmenin üstünde görülüyor. Gelip geçen insanların kimi konuşuyor, kimi susuyor. ― Garip bir sahne doğrusu ve garip mahpuslar! ― Ama tıpkı bizler gibi! Bu durumdaki insanlar kendilerini ve yanlarındakini nasıl görürler. Ancak arkalarındaki ateşin aydınlığıyla mağarada karşılarına vuran gölgeleri görebilirler, değil mi? ― Ömürleri boyunca başlarını oynatamadıklarına göre, başka türlü olamaz. ― Bölmenin üstünden gelip geçen bütün nesneleri de öyle görürler. ― Şüphesiz. ― Şimdi bu adamlar aralarında konuşacak olurlarsa, gölgelere verdikleri adlarla gerçek nesneleri anlattıklarını sanırlar, değil mi? ― Öyle ya. ― Bu zindanın içinde bir de yankı düşün. Geçenlerden biri her konuştukça, mahpuslar bu sesi karşılarındaki gölgenin sesi sanmazlar mı? ― Sanırlar tabi. ― Bu adamların gözünde gerçek, yapma nesnelerin gölgelerinden başka bir şey olamaz ister istemez, değil mi? ― İster istemez. ― Şimdi düşün: Bu adamların zincirlerini çözer, bilgisizliklerine son verirsen, her şeyi olduğu gibi görürlerse, ne yaparlar? Mahpuslardan birini kurtaralım; zorla ayağa kaldıralım; başını çevirelim, yürütelim onu; gözlerini ışığa kaldırsın. Bütün bu hareketler ona acı verecek. Gölgelerini gördüğü nesnelere gözü kamaşarak bakacak. Ona demin gördüğün şeyler sadece hoş gölgelerdi, şimdiyse gerçeğe daha yakınsın, gerçek nesnelere daha çevriksin, daha doğru görüyorsun, dersek; önünden geçen her şeyi birer birer ona gösterir, bunların ne olduğunu sorarsak n eder? Şaşırakalmazmı? Demin gördüğü şeyler, ona şimdikilerden daha gerçek gibi gelmez mi? ― Daha gerçek gelir. ― Ya onu aydınlığın ta kendisine bakmaya zorlarsak? Gözlerine ağrı girmez mi? Boyuna başını bakabildiği şeylere çevirmez mi? Kendi gördüğü şeyleri, sizin gösterdiklerinizden daha açık, daha seçik bulmaz mı? ― Öyle sanırım. ― Onu zorla alıp götürsek, dik ve sarp yokuştan çıkarıp, dışarıya, gün ışığına sürüklesek, canı yanmaz, karşı koymaz mı bize? Gün ışığında gözleri kamaşıp bizim şimdi gerçek dediğimiz nesnelerin hiçbirini göremeyecek hale gelmez mi? ― İlkin bir şey göremez herhalde. ― Yukarı dünyayı görmek isterse, buna alışması gerekir. Rahatça görebildiği ilk şeyler gölgeler olacak. Sonra, insanların ve nesnelerin sudaki yansıları, sonra da kendileri. Daha sonra da, gözlerini yukarı kaldırıp, güneşten önce yıldızları, ayı, gökyüzünü seyredecek. ― Herhalde. ― En sonunda da, güneşi; ama artık sularda, ya da başka şeylerdeki yansılarıyla değil, olduğu yerde, olduğu gibi. ― Öyle olsa gerek. ― İşte ancak o zaman anlayabilir ki, mevsimleri, yılları yapan güneştir. Bütün görülen dünyayı güneş düzenler. Mağarada onun ve arkadaşlarının gördükleri her şeyin asıl kaynağı güneştir. ― Bu değişik görgülerden sonra, varacağı sonuç bu olur elbet. ― O zaman ilk yaşadığı yeri, orada bildiklerini, zindan arkadaşlarını hatırlayınca, haline şükretmez, orada kalanlara acımaz mı? ― Elbette. ― Ya orada birbirlerine verdikleri değerler, ünler? Gelip geçen şeyleri en iyi gören, ilk veya son geçenleri, ya da hepsini en iyi aklından tutup, gelecek şeylerin ne olabileceğini en doğru kestirmenin elde ettiği kazançlar? Mağaradan kurtulan adam artık onlara imrenir mi? O ünleri, o kazançları sağlayanları kıskanır mı? O boş hayallre hilleus gibi, “fakir bir çiftçinin hizmetinde uşak olmayı”, dünyanın bütün dertlerine katlanmaktan bin kere daha iyi bulmaz mı? ― Bence bulur; her mihneti kabul eder de bir daha dönmez o hayata. ― Bir de şunu düşün: Bu dediğimiz adam yeniden mağaraya dönüp eski yerini alsa; gün ışığından ayrılan gözleri karanlıklara dayanabilir mi? ― Dayanamaz. ― Daha gözleri karanlıklara alışmadan, ki kolay kolay da alışamaz, yeniden bu karanlıklar içinde düşünmek, zincirlerden hiç kurtulmamış mahpuslarla gördükleri üzerinde tartışmak zorunda kalsa herkes gülmez mi ona? Yukarıya, boşu boşuna çıkmış, üstelik de gözlerini bozup dönmüş demezler mi? Bu adam onları çözmeye, yukarıya götürmeye kalkışınca, ellerinden gelse, öldürmezler mi onu? ― Hiç şaşmaz, öldürürler. ― Şimdi, sevgili Glaukon, bu benzetmeyi demin söylediklerimize uyduralım. Görünen dünya mağara zindanı olsun. Mağarayı aydınlatan ateş de güneşin yeryüzüne vuran ışığı. Üst dünyaya çıkan yokuş ve yukarıda seyredilen güzellikler de, ruhun düşünceler dünyasına yükselişi olsun. Benim nereye varmak istediğimi merak ediyordun ya, işte bu benzetmeyle onu iyice anlamış olursun. İnsan onu kolay kolay göremez. Görebilmek için de, dünyada iyi ve güzel ne varsa, hepsinin ondan geldiğini anlamış olması gerekir. Görülen dünyada ışığı yaratan ve dağıtan odur. Kavranan dünyada da doğruluk ve kavrayış ondan gelir. İnsan ancak onu gördükten sonra iç ve dış hayatında bilgece davranabilir. ― Anladığım kadarıyla ben de senin gibi düşünüyorum. ― Peki, şunu da benim gibi düşün öyleyse: İyiye yükselmiş olanların insan işlerini ele almaya istekli olmamaları, hep o yüksek yerlerde kalmaya can atmaları, hiç de şaşılacak şey değildir. Benzetmemizi de düşünecek olursak, böyle olması gerekir. ― Gerçekten öyle. ― Şuna da şaşmamalı: Tanrısal dünyaları seyretmiş bir kimse, insan hayatının düşkün gerçeklerine inince, şaşkın ve gülünç bir hale düşer. Karanlıklara alışmadığı, ilkin her şeyi bulanık gördüğü için, mahkemelerde, şurada burada doğrunun gölgeleri, ya da bu gölgelerin yansıları üzerine tartışmalara girip de, doğruluğun kendisini hiçbir zaman görmemiş olanların yorumlarını çürütmek zorunda kalırsa, herkes yadırgar onu, değil mi? ― Buna hiç şaşmam. ― Ama aklı başında olan bilir ki, insanın gözü iki karşıt sebepten, iki türlü bulanır. Biri aydınlıktan karanlığa geçişte olur, öbürü de karanlıktan aydınlığa geçişte. Onun gibi düşünce de bir şeyi açık seçik göremeyince, buna gülecek yere düşünmeli: Acaba daha ışıklı bir dünyadan gelip karanlıklara alışamadığı için mi, yoksa bilgisizlikten aydınlığa varıp aşırı bir parlaklıkla kamaştığı için mi bulanık görüyor göz? Birincisi, övülecek, ikincisi acınacak bir haldir. Karanlığa alışamayan göz, ışıklı bir dünyadan geliyor demektir. Ona gülersek, gülünç oluruz. Ötekineyse hakkımızdır gülmek. ― Bu ayırma pek yerinde. ― Bütün bu söylediklerimiz doğruysa, onlardan şu sonucu çıkarabiliriz: Eğitim birçoklarının sandığı şey değildir. Onlara göre eğitim, bilgiden yoksun bir ruha bilgi koymaktır. Kör gözlere görme gücü vermek gibi. ― Öyle derler gerçekten. ― Oysa ki, bizim konuşmalarımız da şunu gösteriyor: Her ruhta bir öğrenme gücü ve bu işe yarayan bir örgen vardır. Gözün karanlıktan aydınlığa çevrilmesi için nasıl bütün bedenin birden dönmesi lazımsa, bu örgenin de bütün ruhla birlikte geçiçi şeylere sırtını dönüp varlığa bakabilmesi, varlığın en ışıklı yönüne, “iyi” dediğimiz yönüne çevrilebilmesi gerekir, değil mi? ― Evet. ― Eğitim, ruhun bu gücünü, “iyi”den yana çevirme ve bunun için en kolay, en şaşmaz yolu bulma sanatıdır. Yoksa ruhta görme gücünü vermek değil; çünkü güç onda kendiliğinden vardır; ama kötü yöne çevriktir. Bakılmayacak yana bakmaktır. Eğitim onu yalnız iyi yana yöneltir. ― Bana da öyle geliyor. ― Şimdi ruhun öteki güçlerini beden güçlerine eş sayabiliriz; çünkü bu güçler ilkin eksik de olsa, çalışmayla, alışmayla elde edilebilir. Ama, düşünme gücü bir başka türlü güçtür. Tanrısal bir şeyler vardır onda. Bu güç hiçbir zaman yok olmaz; ancak, ona verilen yöne göre ya yararlı ve kârlı olur, ya da yararsız ve zararlı. Belalı dediğimiz haydutlara dikkat etmişsindir. Kafaları ne kadar iyi işler, ardına düştükleri şeyleri ne kadar iyi görürler. Görüşleri keskindir ama, kötülüğün emrine girmiştir. Onun için de ne kadar keskin görüşlü olurlarsa, kötülükleri de o kadar büyük olur. ― Doğru. ― Şimdi diyelim ki, tabiatın böyle yarattığı bir ruhu daha çocukluktayken değiştiriyoruz. Zevklerin, keyiflerin, heveslerin, türlü isteklerin ruha sardığı, zamanla geliştirdiği ağırlıkları kesip atıyoruz. Bunlardan kurtulan ruhu doğrudan yana çeviriyoruz. O zaman bu ruh kimde olursa olsun, eğrilikleri gördüğü açıklıkla doğruluğu da görecektir. ― Haklısın. ― Şunda da haklı değil miyim: Bütün bu söylediklerimize göre, ne eğitimsiz, bilgisiz insanlar, ne de ömürlerini bilgi yoluna koyanlar devleti yürütmeye elverişlidir. Birinciler yaptıkları işlere yön verecek bir ülküleri olmadığı için, ikinciler de devlet işlerine karışmak istemeyecekleri için; çünkü onlar, dünyada bulunabilecekleri mutlu ülkeyi bulmuş sayarlar kendilerini. ― Doğru. ― Öyleyse, seçkin insanları en yüksek saydığımız şeyin bilgisine doğru yöneltmek, onları karanlıklardan ışığa çıkarmak, devletin kurucuları olan bizlere düşer. Ama o yüce kata yükselip de iyiyi doyasıya seyretmiş kimseleri bugünkü gibi kendi hallerine bırakmayalım. ― Ne demek istiyorsun? ― Yukarıda durakalmasınlar, mağaradaki mahpuslar arasına dönsünler, onların işlerini üzerlerine alıp, verecekleri mevkileri, şerefleri, küçümsemesinler. ― Ama bunu yapmakla, haklarını çiğnemiş, onları düşkün bir hayat sürmeye zorlamış, daha mutlu bir durumdan ayırmış olmaz mıyız? ― Unutuyorsun ki dostum, kanunların kaygısı birtakım yurttaşlara ötekilerden üstün bir mutluluk sağlamak değil, yurttaşları ya inandırarak, ya zorlayarak birleştirmek, her birine toplum içinde görebileceği iş payını aldırmak, böylece bütün toplumu birden mutluluğa götürmektir. Devlet seçkin yurttaşlar yetiştirmeye uğraşıyorsa, bu onların keyiflerince yaşayıp, dilediklerini yapmaları için değil, devlet düzenini sağlamlaştırmaya yardım etmeleri içindir. ― Doğru, bunu unutmuşum. ― Şunu unutma ki, Glaukon, biz de kendi yetiştirdiğimiz filozoflara karşı haksız davranmayacağız; durumlarını değiştirip, başkalarına bekçilik etmelerini isterken, haklı sebepler göstereceğiz onlara. Şöyle diyeceğiz: Öteki devletlerde filozofluğa yükselen kişilerin politika gürültülerine karışmamaları anlaşılır; çünkü onlar, devletlerinin isteğine aykırı olarak kendi kendilerini yetiştirmişlerdir. İnsan kendi kendini yetiştirip de ekmeğini kimseye borçlu olmadı mı, hiç kimseye de hesap vermek zorunda değildir. Ama, biz sizi kendi yararınız için olduğu kadar, devletin yararı için, arı kovanlarındaki beyler gibi olmanız için, yetiştirdik. Size öteki filozoflardan daha geniş,daha olgun bir eğitim verdik. Sizi, felsefeyi devlet işleriyle uzlaştırabilecek bir hale getirdik. Siz de sırası gelince, başkalarının oturduğu yere inmek, karanlık köşelere gözlerinizi alıştırmak zorundasınız.karanlığa alışınca, siz onlardan bin defa daha iyi göreceksiniz. Çünkü, güzelin, doğrunun, iyinin gerçek örneklerini görmüş olduğunuz için, karşınıza çıkan her yansının aslını bileceksiniz! Böylece bizim devlet düzenimiz sizin için de, bizim için de gerçek bir varlık olacak; bugünkü devletlerin çoğunda olduğu gibi, bir rüya değil. Bu devletlerin başındakiler, gölgeler üstüne birbiriyle cenkleşmede, sanki başa geçmek büyük bir nimetmiş gibi,kim başa geçecek diye birbirlerini yemektedirler. Doğru olansa şudur: Bir devlette başa geçenler, başa geçmeyi az isteyenler oldu mu, dirliğin de, düzenin de en iyisi olarak var demektir. Baştakilerin böyle olmadığı yerdeyse tam tersine ne dirlik vardır, ne düzen. DEVLET Platon (Eflatun) Çevirenler: Sabahattin EYUBOĞLU - M.Ali CİMCOZ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 2. Basım, Eylül 2000, Sf. 183-188, (514a – 520d)
  15. sardunyam

    ZEİTGEİST FELSEFESİ

    "Şimdi dedim, insan denen yaradığı eğitimle aydınlanmış ve aydınlanmamış olarak düşün. Bunu şöyle bir benzetmeyle anlatayım: Yeraltında mağaramsı bir yer, içinde insanlar. Önce boydan boya ışığa açılan bir giriş… İnsanlar çocuklarından beri ayaklarından, boyunlarından zincire vurulmuş, bu mağarada yaşıyorlar. Ne kımıldanabiliyor, ne de burunlarının ucundan başka bir yer görebiliyorlar. Öyle sıkı sıkıya bağlanmışlar ki, kafalarını bile oynatamıyorlar. Yüksek bir yerde yakılmış bir ateş parıldıyor arkalarında. Mahpuslarla ateş arasında dimdik bir yol var. Bu yol boyunca alçak bir duvar, hani şu kukla oynatanların seyircilerle kendi arasında koydukları ve üstünde marifetlerini gösterdikleri bölme var ya, onun gibi bir duvar." [...] diye başlıyordu Platon(Eflatun), "Devlet" adlı eserinin, Mağara Mitosu kısmında, Glaukon ile olan sohbetine. Şüphesiz ki Platon, bu benzetmeyi yaparken günümüzde son derece gelişmiş olan; eğitim teorilerinden, yaklaşımlarından, modellerinden, yöntemlerinden, teknolojilerinden ve deneysel araştırmaların bize sunmuş olduğu verilerden yoksundu. Dolayısıyla kendi çağının şartlarına göre doğru bir hedef belirlemiş, fakat bunu gerçekleştirmek için gereken yöntem ve araçlara sahip olamamıştı. Çağımızda ise tam tersi bir durumla karşı karşıyayız aslında. Elimizde, Platon' un kendi zamanında hayal bile edemeyeceği ölçüde imkanlar bulunmakta. Ancak uluslararası ve ulusal çapta (birkaç ülke hariç) koyulan eğitim hedeflerinin, "AYDIN" bireylerden çok, Platon' un Devlet adlı eserinde belirttiği; "Karanlık mağaraya çocukluklarından beri hapsolmuş insanlar" yetiştirmeye yönelik olduğunu elimizdeki verilerden üzülerek de olsa çıkarabiliyoruz. Kendi ülkemizdeki "sistemsizlik" ten kaynaklanan "cahilleştirme" olgusu, ülkemizdeki kurumların ve bu kurumların tüm unsurlarının beceriksizliğinden kaynaklanırken, yabancı ülkelerde, örneğin ABD' de, sistematik uygulamalarla sürdürülmektedir. Sadece pazara; uzman, ara eleman veyahut tüketici olarak yetişen ABD vatandaşlarının içler acısı durumu, Bush yönetimi boyunca, haritada yerlerini bile bilmedikleri Afganistan ve Irak gibi ülkelere karşı açılan savaşa verdikleri onayla bir kez daha gözler önüne serilmişti. Oysa ki, John Dewey vb. eğitim bilimi dehalarını yetiştirmiş bir ülkedir ABD. O, ve onun gibilerinin eğitim teorilerinden, felsefelerinden yararlanılmıyor olması, bize kendi ülkemizde harcadığımız insanlarımızı aklımıza getiriyor. İsmail Hakkı Tonguç ve Hasan Ali Yücel' in kurmuş oldukları Köy Enstitülerinin 1954 te kapatılmasından bu yana toplam 55 sene geçti ve günümüzde eğitim bırakın bir nebze yol almayı, daha da geriye gidiyor nedense. Her sene bir milyon üzerinde öğrenci, ÖSYM sınavına giriyor ve üniversitelerden mezun olduktan sonra "potansiyel işsizler ordusu" kervanına katılıyor. İş-güç sahibi olmak bir yana, ezberci eğitim sistemimizin yaratmış olduğu "yaratıcı ve eleştirel zeka" dan yoksun bireyler, üniversitelerde de aynı alışkanlıklarını sürdürmekte, dolayısıyla hiçbir değişikliğe uğramadan topluma AYDIN OLMAYAN vatandaşlar olarak geri dönmektedirler(kendini kendi imkanlarıyla geliştirmiş azınlık hariç). Bu da Türkiye Cumhuriyeti Demokrasi' sini(şayet varsa öyle birşey), inanılmaz ölçüde tartışmalı bir duruma sokmaktadır... Aydınlık ve Sevgiyle Felsefesi de işte tam bu noktada, Venüs Projesi kapsamında önerilen eğitim sistemini geliştirerek uygulamaya koymak, Zeitgeist Hareketi Türkiye' ye somut ve elle tutulur bir hedef göstermek, Türkiye Cumhuriyeti' nin geleceğini AYDINLIK ve SEVGİYLE donatmak, Hintli şair Sri Ghinmoy Ghose' un da belirttiği gibi "SEVGİNİN GÜCÜNÜ, GÜCE OLAN SEVGİYE ÜSTÜN KILMAK" gibi son derece ciddi hedefleri gerçekleştirmek üzere ortaya atılmıştır. Aydınlık ve Sevgiyle Felsefesi ışığında gerçekleştirilecek olan Aydınlık ve Sevgiyle Projesi, bir zamanlar İsmail Hakkı Tonguç ve Hasan Ali Yücel' in kurmuş oldukları Köy Enstitüleri gibi, uzak gelecekte kurulacak olan Venüs Köyü Türkiye' yi kurabilecek ve üzerinde yaşayabilecek halkı yetiştirmek adına yürürlüğe konacaktır. Zeitgeist Addendum' da da belirtildiği üzere, asıl devrim "BİLİNÇ DEVRİMİ" dir. Zihinler ve dolayısıyla "ZİHNİYET" değişmedikçe, en son teknolojiler de kimseye fayda vermeyecek, yaşanan kavgalar ve savaşlar sadece daha da büyüyecektir. Temmenimiz, Albert Einstein' ın: " 3. dünya savaşını bilmem ama 4. dünya savaşı taş ve sopa ile olacak" kehanetinin gerçekleşmemesi yönünde olacaksa eğer, Aydınlık ve Sevgiyle sloganını kullanabileceğimiz bir dünya yaratmak ve buna da önce kendi ülkemizden başlamak, en doğrusu olacaktır... Bu yazı dizisi boyunca beni takip edeceğiniz için sizlere şimdiden teşekkürlerimi sunar, Aydınlık ve Sevginin daima sizlerle olmasını dilerim... Aydınlık ve Sevgiyle Zeitgeist Hareketi Türkiye Genel Koordinatörü Oğuzhan Turgay Özdemir
  16. Banu Avar'ın konferansına katıldım geçtiğimiz günlerde şöyle bir şey anlatmıştı... Batının ajanları yüzyıllardır Anadoluda araştırmalar yapıyorlar, bizim insanımızı araştırıyorlar bizi araştırıyorlar, bize göre programlar hazırlıyorlar, Anadolunun köylerinde kasabalarında kahvehanelere girip bakıyorlar orada öylece oturup miskin miskin televizyon izleyen, tavla ve okey oynayan adamları, tarlada akşama kadar çalışan kendi halinde kadınları görünce bunlardan korkulacak birşey olamaz... bunlar bilinçsiz insanlar diye raporlar yazıyorlar fakat konu vatan savunmasına geldiğinde onların aval aval bakan adamlar olarak tarif ettiği insanlar 57. alaylar olup çıkıyorlar, işte batı bunu hala çözemiyor dedi... Ne kadar doğru değil mi?
  17. BULAŞIK MAKİNESİ Bulaşıklarınızı makineye koymadan önce iyice sıyırmalısınız. Bunun için çok su harcamadan organik çöpleri başka bir kaba artık ekmekle sıyırırsanız kompost yapamıyorsanız ya da bizim gibi keçi ve tavuklarınız olmasa da sokakta bu yemeğe muhtaç pek çok hayvan yaşıyor; kedi, köpek, kuş, vs… -Bulaşık makinesi tamamen dolmuşsa deterjan gözüne kül suyu ayrıca parlatıcı gözüne sirke koyun. Sirke yapımı oldukça basit ve kül suyu gibi bedavadır. Ancak ilk denemeler için satılan en ucuz sirke işinizi görecektir. ELDE BULAŞIK YIKAMA Elde bulaşık yıkamanız gerekirse sabun artıkları ile kül suyunu birleştirerek daha önceden hazırladığınız karışım (Arap sabunu) ve sıcak su yeterli olacaktır.Ağır lekeler ,dibi tutmuş tencereler ve kocaman kazanlar için en pratik çözüm kül suyundan artan külün bizzat kendisidir. ÇAMAŞIR MAKİNESİ Sahip olduğunuz otomatik çamaşır makinesinin kısa veya uzun program gözüne sadece kül suyu koymanız yeterli. Ne oranda olması gerektiğini ise kullandıkça siz belirleyeceksiniz. Kül suyu kullandığınız sürece yumuşatıcıya da ihtiyaç duymazsınız. Çamaşırlarınızı güneşe asarsanız güneşinde son kalan bir leke varsa onu sihirli bir şekilde çıkardığını şaşkınlıkla izleyebilirsiniz. Yıkanan çamaşırlarda koku olmaz. Kötü ya da iyi. Ancak siz mutlaka bir koku istiyorsanız denemeler yapabilirsiniz. Arzu ettiğiniz kokunun bitkisinin çayını demleyip yumuşatıcı gözüne atabilirsiniz. www.imeceevi.org
  18. KÜL SUYU YAPIMI 1*** Şehirde yaşayanlar; en yakın odun ateşinde ekmek yapan, fırına gidip yarım kovadan az fazla kül alın. Bu kül merak etmeyin ya meşedir,ya zeytin yada benzer bir ağaçtandır.Yani potasyumu fazladır.Doğada yaşayanlarda kendi külü yetmediğinde en yakındaki fırından alabilir. Çünkü bu küller siz almayınca şehir çöplüğüne gidiyor. 2*** Külün üstüne su ilave edin ve karıştırın. Bu su yağmur suyu olursa daha etkili sonuç alırsınız. 3*** Külün içindeki hafif malzemeler kömür dahil su üstüne çıkar. Bunları tel süzgecinizle alıp en yakındaki toprağa bırakın. Çoksa seyrelterek dağıtın. Eğer kömür sobanız varsa ya da mangalda bu kömürleri yakabilirsiniz. Enerjiyi çöpe atmayın. 4*** Akşam karıştırılan karışım sabaha kadar durulur. Kül aşağıya çöker, su ise artık potasyum hidroksitli bir şekilde üstte kalır. İşte buna doğal kostik; Kül suyu diyoruz. Çok açık renkli bir çaya benzer. Ihlamur çayı renginde diyebiliriz. Parmağınızı sokup test ederseniz kaygan olduğunu fark edersiniz. 5*** O günkü ihtiyacınız kadar suyu bir şişeye aktarın. Geri kalan karışımı karıştırın. Çünkü her karıştırmada külün içindeki potasyum suya karışıp deterjanınızın daha güçlü olmasını sağlayacak. 6*** Haftada bir fırına uğrayıp kül alıp karışımınıza eklemeniz yeterli olur. 7*** Kovanın altında kalan eski külleri ise başka bir kaba aktarıp krom, çelik, seramik, lavabo,mermer,taş yüzeylerde tel yerine yada biriken yağ katmanlarını ovalayarak temizleyebilirsiniz. Ancak arası açık renk “derz” olan fayanslı yerlerde grilik olacağını unutmayın. 8*** Artan külü bahçenizde seyrelterek gübre katkısı, tarım ilacı yada tavuklarınız varsa eşelenerek parazitten arınma kumu olarak kullanabilirsiniz. 9*** Sil baştan…. yeni karışım… yeniden kül alıp hazırlamayı unutmayın. Bizimle beraber şehirlerde deneyen dostların ifadelerine göre balkon bu iş için çok uygun bir alan! Kap olarak her tür olabileceği gibi Toprak küpler ideal. Nefes alıp terlediği ve suyu azalttığı için… Kül suyu hazırlığı ayda bir yeterli olur ama kül suyunu; çamaşır, bulaşık, genel temizlik ve kişisel temizlikte kullanıyorsanız ve kalabalık bir aile iseniz haftada bir yapmayı planlamanız daha gerçekçi olur. Kül suyunun temizleyici özelliğinin artması için, kül ve su karışımını daha uzun süre bekletebilirsiniz veya elde ettiğiniz kül suyunu kaynatarak suyun uçmasını sağlayabilirsiniz. Kaynatmak için kalorifer üstü veya soba üstü yeterlidir. Yukarıdaki soğuk tarifteki kül suyunun yoğunluğu normal şartlardaki ev temizliği için yeterlidir ama temizlenecek malzemenin kirlilik derecesi fazlaysa ısıtılarak yoğunlaştırılmış kül suyu daha etkin olacaktır.
  19. ŞEHİRDE EKOLOJİK YAŞAM MÜMKÜN – İmeceevi EKOLOJİK YAŞAM ADINA 1- Çöplerimizi ayırıyoruz. 2-Geri dönüşüm uyguluyoruz. 3-Plastik maddelerden uzak duruyoruz. 4-Organik besleniyoruz. 5-Yiyeceklerimizin mayalarını kendimiz evde üretiyoruz. 6-Poşet yerine file, bez torba,sepet kullanıyoruz. 7-Deterjan kullanmıyoruz. Kendimizin ürettiği kül suyu ile tüm temizliğimizi yapıyoruz. 8-Kişisel temizliğimiz için yerel üretildiğine güvendiğimiz zeytinyağlı sabun kullanıyoruz. 9-Markete gitmiyoruz. Ambalajlı ürünlerden kaçınıyoruz. 10-Sade yaşıyoruz. Fazla olanı tüketim adına satın almıyor, yaşamımıza sokmuyoruz. Takası destekliyoruz. YAŞAMIMIZDAN ÖRNEKLER Organik çöplerimizden balkonumuzda kompost yapıyoruz. Kağıt çöplerin boyasız düz kartonlarını sobada yakmak üzere ayırıyor, diğerlerini sokaktaki çöpün yanına kağıt toplayıcılarının ulaşabileceği şekilde koyuyoruz. Ambalajlı ürünleri tercih etmememize rağmen, o kadar yaygın ki kurtulmak nerdeyse imkansız olduğundan, bunları da geri dönüşüme çevirdiklerimiz hariç, ambalaj toplayıcılarının ulaşabileceği şekilde çöpün yanına koyuyoruz. Her hafta Cumartesi günleri kurulan Organik Pazara uğrayıp, her türlü sebze, meyve, bakliyat, çay, yoğurt, süt, yumurta, ekmek, un v.b ihtiyaçlarımızı temin edip, bir hafta boyunca içeriğini bilmediğimiz ürünlere yaklaşmamaya çalışıyoruz. Evimize aldığımız organik gıdalardan mümkün olduğunca yemek yapıp, iş yerinde dahi dışarıdan yiyecek tüketmemeye çalışıyoruz. Her zaman tercihimizi kendi ürettiğimizden yana kullanıyoruz. Bir takım maya yapma yöntemlerimiz mevcut. Bunları uygulayarak kendi ekmeğimizi üretiyoruz. Organik taze süt bulabilsek yoğurdumuzu hatta peynirimizi de kendimiz üretme yetisine sahibiz. Poşeti reddediyoruz.Ama bunu yapabilmek ve poşete hayır diyebilmek için, yanımızda çantamızın içinde file ve bez torba,arabamızın bagajında sepet taşıyoruz.Çok etkileyici sonuç verdiğini söyleyebilirim. Temizlik için kendi ürettiğimiz kül suyunu kullanıyoruz. Çamaşır makinesinin deterjan gözüne ve bulaşık makinesinin deterjan gözüne sıvı deterjan olarak kül suyunu koyduğumuzda, bulaşık makinesi parlatıcısı da sirke oluverdiğinde deterjandan çok daha iyi sonuç alabiliyoruz. Çünkü çamaşırlar temizliğin yanında yumuşacık çıkıyor. Bulaşıklar da yeterince temiz. El ve banyo temizliğinde şampuan olarak zeytin yağlı sabun kullanıyoruz. Markete gitmiyoruz. Çünkü markette satılan hemen her üründe katkı maddesi mevcut. Ayrıca ambalajsız ürün neredeyse yok. Evimizde kağıt peçete kullanmıyoruz. Onun yerine leke tutmayan bez peçeteler çok daha kullanışlı. Tuvalet kağıdı gibi zorunlu ihtiyaçlarımız için ise mahalle bakkalı yeterli oluyor. Gezinti alanı olarak Alışveriş merkezlerini tercih etmiyoruz.Doğa bizim öncelikli tercihimiz.Böylelikle tüketimi azaltıyoruz.Sade yaşam ,mutlu yaşam. İhtiyaç fazlası metaryellerimizi takas etmeyi tercih ediyoruz. Mutfağımızın balkonunda küçük çaplı ekim-dikim işleri yapıyoruz.Yeşil soğanımız,maydanozumuz,adaçayı ve reyhanımız oradan sağlanıyor. -http://ecotopianetwork.wordpress.com/2009/12/01/sehirde-ekolojik-yasam-mumkun-imeceevi/-
  20. 4 bin yıllık tohum çimlendi Herhangi bir değişikliğe uğramamış, organik olarak elde edilmiş tohumların ilki olacak Kütahya Seyitömer Höyüğü’nde, Dumlupınar Üniversitesi (DPÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümünce yürütülen kazıda bulunan ve 4 bin yıl öncesine ait olduğu belirlenen 3 tohumdan biri, toprağa ekildikten sonra çimlendi. Kazı Grubu Başkanlığını da yürüten DPÜ Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Nejat Bilgen, AA muhabirine, il merkezine yaklaşık 27 kilometre uzaklıktaki alanda geçen yıl yapılan kazıda, höyüğün güneydoğusunda bir yapının içerisindeki kapta bitki tohumları bulunduğunu bildirdi. Orta Tunç Çağı dönemine ait olduğunu tespit ettikleri katmandaki tohumların yaklaşık 4 bin yıllık olduğunu belirten Prof. Dr. Bilgen, tohumların yapının içinde ve orijinal yerinde buldukları kaplar arasında birinin içinde olduğunu söyledi. Prof. Dr. Bilgen, höyükte çok sayıda tohum bulduklarını, ancak birçoğunun yandığını gördüklerini ifade ederek, şöyle konuştu: "Son bulduğumuz üç tohum, kabın bir kısmının dışına taşmıştı. Kap kırıldığı için bu şekilde bulduğumuzu düşünüyoruz. Tohumlardan bazılarını incelemeye almıştık. Yaklaşık iki yıldır bu çalışmayı yürütüyoruz. Geçen yıl yaptığımız çimlendirme denemesinden olumlu sonuç alamadık ve başarılı olamadık. Bu yıl bu tohumlardan birini yeşertmeyi başardık. Bundan yaklaşık 4 bin yıl öncesine ait toprak altından çıkmış bir tohum yeşerdi. Bu tohumdan çimlenen bitki, canlı halde bilim dünyasına sunulmak ve üzerinde çeşitli analizler yapılmak üzere inceleniyor." Tohumların bulunduğu kabın yer aldığı yapının depo olarak kullanıldığını tahmin ettiklerini belirten Prof. Dr. Bilgen, "Sözü edilen kabın yanı sıra mekanda çok sayıda kap ele geçmiştir. Tüm bu özellikleriyle mekanın depolama amaçlı kullanılmış olabileceği düşünülmektedir" diye konuştu. devamı Benin Linkim
  21. sağol
  22. KÜRESEL SAPIKLIK Gündemi kimler nasıl belirliyor değil mi, tartışmak istediğimiz konuyu bile kendimiz seçemiyoruz... Heryerde hep aynı konular ve hep aynı cümlelerle tartışılıyor! Tıkandı kaldı insanlık, küresel bir sapıklığın içinde... Bir kafeste tutulan kobay fare gibiyiz, silindirin ortasında koşup duruyoruz!!! Bir yere gidiyoruz sanıyoruz da,dönüp dönüp durduğumuzu farkedemiyoruz. Küreselleşme adı altında her birimizi kobaylaştırıyorlar, tüketmek tüketmek ve tüketmek için... Doğuyor, büyüyor okuyor, çalışıyor,emekli oluyor ve ölüyoruz... yaşamaya sıra gelmeden... Bir kere olsun istediğimiz gibi dilediğimiz kadar özgür olamadan, korkularla yaşıyoruz... Büyükşehirlerde adım başı açılan alışveriş merkezleri tek eğlence mekanlarımız oluyor! Ne tuhaf... Eğlencemize bile biz karar veremiyoruz... Zaten bu şehirde ve bu dünyada doğal olan herşeyin üstüne beton döktüler, en çokta duygu ve düşüncelerimize... Sokakta gördüğümüz insanlar bize yabancı biz onlara yabancı, konuşmadan geçip gidiyoruz birbirimizin hayatından, konuştuklarımıza bile başkaları karar veriyor... Gerçek düşüncelerimiz içimizde kalıyor, kendimize bile itiraf etmiyoruz... Bir inanç benimsiyoruz, o inancı kendi istediğimiz şekilde özgürce ve kendimizce yaşayamıyoruz... Birileri karar veriyor biz uyguluyoruz... Namaz böyle kılınır, oruç böyle tutulur, ölü böyle yıkanır, böyle sevişilir...v.s. Nerede başladı bu, nerede biter bilemiyoruz... Ya da biter mi? Bizim istediğimiz filmler yok, istediğimiz şarkılar yok, sanat yok, sanatçı yok, mizah yok... Sanat: Özgürce ifade edebilmek duygularını... Ne şekilde olursa olsun... İçinde bulunduğumuz toplumun benimsediği kültür en başta sonra dünyayı etkileyen ayakta atıştırma kültürü... Herşeyi ayakta yaşıyoruz koşturarak bir kez olsun güneşin doğuşunu ve batışını göremeden, bir ihtimal belki bir kez görmüş olsak bile bize dayatılan hayat doğayla bütünleşmemize izin vermiyor... Siyasetçiler en büyük yalancılar... onlar karar veriyor neyi tartışıp neyi yaşayacağımıza, nasıl konuşacağımıza, nerede duracağımıza... Bize yasak olanlar onlara serbest... Bağımsızlık içimde sönmeyen ateş, bastırmamı istiyor küresel sermayeciler... Mtv veriyor müziğe ödülleri, dünya güzelini seçiyor bazı adamlar, çok anlamsız ve çok acayip şeyler oluyor, içimdeki ateş beni gittikçe daha çok yakıyor... Tutamıyorum... sardunyam
  23. sardunyam

    Anne ben adam olmak istemiyorum...

    adam olmasınlar insan olsunlar keşke insan olmak ne kadar doğuştan gibi görünse, o kadar felsefik! ve zor kalemine sağlık dostum
  24. bende şerefine o zaman
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.