Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Liderler

  1. Radya

    Radya

    Φ Süper Üye


    • Puanlar

      70

    • İçerik Sayısı

      12.250


  2. gloria

    gloria

    Φ Süper Üye


    • Puanlar

      44

    • İçerik Sayısı

      10.252


  3. İNTERLOCK

    İNTERLOCK

    Φ Üyeler


    • Puanlar

      22

    • İçerik Sayısı

      4.060


  4. simin

    simin

    Φ Üyeler


    • Puanlar

      12

    • İçerik Sayısı

      1.449


Popüler İçerikler

29-07-2009 in Blog Başlıkları gününden beri en yüksek saygınlığı olan içerik fgösteriliyor

  1. merhabalar.. merhabalar efenim... şu sıralar içime "hamide" kaçtı böylee yat gelip yanlarım uyuşana kadar yatasım var... bu hamide bizim gelin olur kendisi. aynı zamandada annemin köylüsü ama annemler muhacir mahallesi diye ayrı bir mevkiye konuşlanmışlar 1956 yılında göçmen olarak geldiklerinde türkiyeye.... bu köyün genetik özelliği hepsi pasaklıdır kadınları ellrinden hiç bir iş gelmez... yata yata çürümüş haldedir içleri... bizim muhacir mahalle harici köy almış başını yürümüştür çünkü kimse kimseden farklı değildir örnek alıp temizlik yapma gereği duymazlar. yıllardır bu gelinlede bizim başımız dertte.. ben evine girmek zorunda kaldığımda asla hiç birşey yeyip içmem hep tokumdur.. suyum çantamdadır ve hiç tuvaletim gelmez. asla yatıya kalıcak vaktimde olmaz.. ve çok çok kızarlar hiiç bişi yemiyorsun diyee ama yiyememmmm yiyememm işteee... sigara içer bu hatun yan gelip yatarken kirden yosunlaşmış henüz yeni alınan koltuk örtüleri kirlenmesi 2-3 haftadır ve yıkanmaz kirlenirse atılır çöpee o yosunlaşmış koltuklarda yan gelip sigara içerken sigarası bitince avucuna tükürür bu hamide sigarayı onda söndürür kalkar balkondan atar elini eteğine siler sıvazlar gider bir neskafe yapayım der meselaa misafireeee... ben nasılllllll yer içerim ayyyyy öyyyyyyyyyyy böööğğğğğ 28 yıllık ailemizde gelin olmuş birkere dayım güzelliğine vurulup kaçırmıştır bu hamideyi.. ama 28 yıldır her hafta dayım kırar döker ortalığı kavga eder evi temizlesin yada eve getirilen sebzeden bir yemek yapsın diye ama yok yani içine kaçan o şey neyse bir türlü çıkmaz hamideden kaldırıp kendini hiçbir iş yapmaz. hiç çıkmadığı bir " verin yeeealim, örtün uyuluuum" modunda.. yöresel şiveyi açıklarsak "verin yiyelim, örtün uyuyalım " okadar hazırcı bir karekterdir kendisi. yan gelip yatmaktan bel fıtığı, obezite v.s gibi rahatsızlıklarıda vardır hergün dizleri ağrır hep hastadır ama bir insan nasıl yerinden kalkmadan tüm gün yatar televizyon karşısında ben anlamadım arkadaş. işte bende şu son zamanlarda işe gitmiyeyim, tüm gün yatağımdan çıkmayayım, arayayım yemek dışardan gelsin, çamaşırlar yıkanmadan kirlenince çöpe atılsın yenisi alınsın... çamaşır suyuda neymiş diyebilsem keşke... sürekli ellerimi yıkama krizlerim olmasa. kaşınmasam bir gece duş almadan yatsam... bütün bunları obsesif kompülsif biri olarak yapabilmeyi, içime hamide kaçmasını çoook istiyorumm en azından 2 günlüğüne.. tanrı bir güzellik yaparmıki bana... umutsuzum....
    6 puan
  2. Şimdi artık neden o telefonlarıma cevap vermediğini biliyorum, meğer sen yokmuşsun, gitmişsin, bir elveda bile demeden gidivermişsin, kıymışsın o güzel cana… Oysa o can benim huzur arayışımdı, benim huzur kelimesiyle tanımladığım, benim yanında huzuru bulduğum bir insan kendi içinde nasıl bu kadar huzursuz olabilirdi ki… Biz seninle her şeyi konuşuyorduk, gurur yapıp kendi kendimize itiraf edemediğimiz şeyleri bile birbirimize itiraf ediyorduk. Biz birbirimizin farkındaydık, biz birbirimizi gölgelerimizle sevmiştik, sen benim gölgelerimi gören tek kişiydin ve ben de senin bütün gölgelerinden haberdardım. Ne çok şey var seninle ilgili hayatımın içinde… Saatlerdir o şeyler beynimde birbirini kovalayıp duruyor, bir arkadaşım mektup yaz dedi, veda et dedi, veda etmeye çalışıyorum şu anda sana… Hem yazıyorum hem konuşuyorum, konuştuğum her şeyi yazmaya çalışıyorum, yetiştiremiyorum… Anılar… Offf çok fazla… Çok canımı acıtıyor şu anda… Hani bir şişe tekila alırdık, kusana kadar içerdik, en çok da ben kusardım ve sen her defasında temizleyen olurdun, benden miden bile bulanmazdı. Yemekler yapardın bana, benden bir saat önce kalkar kahvaltı hazırlardın. Ara sıra küserdin bana, aramazdın, açmazdın telefonlarımı… Ama ama ben yine öyle sandım, küstün sandım bana, açmadın telefonlarımı, açılmadı o telefon bir daha da… Sabırla bekledim, nasılsa arayacak dedim, aramadın. Aramayacakmışsın bir daha da… Ben şimdi nerede bulacağım o huzuru? Film izlerdik sabahlara kadar, filmler bitene kadar, sonra biterdi, sen Beşiktaş’a giderdin, beni arardın, almak istediğin filmleri sayardın, seç bir tanesini derdin, seçerdim, alırdın, sonra onları izlerdik. Sonra yine küserdin bana, ben hiç küsmedim ama sana… Küstüğünü bilirdim sana gelirdim, hemen barışırdın, görünce barışırdın. Bu sefer gelmedim, bu sefer de ben gelmeni bekledim. Ama gelmeyecekmişsin, bekledin mi yoksa? Biz seninle hiç gülmedik, hiç komik şeyler yaşamadık, biz hep hüzündük seninle birlikteyken, yazardık, okurduk, ağlardık ama hiç gülmezdik, hiç öyle kahkahalarla güldüğümüzü hatırlayamıyorum. Biz çünkü herkesten gizlediğimiz hüznümüzü apaçık gösterirdik birbirimize… Hiç öyle maskelerimizle dolaşmadık birlikteyken, biz çırılçıplaktık birbirimize karşı. Korunmasız, savunmasızdık. Zaten neden koruyup, neden savunacaktık ki kendimizi birbirimizden.. Sabrettim, sabrediyordum, sabredeceğim de artık… İçimde şimdi senin açtığın bir yara var, orada öyle duracak, kimi zaman seni hatırlatacak, kimi zaman susacak… Nasıl yaptın kendine bunu, ne oldu ha ne oldu da yaptın? Soru yok, huzur istedin belki de, biz veremedik o huzuru sana belli ki, yükün ağırdı, taşıyamadın belki, yardım edemedik taşımana, sen de bıraktın öyle bir kenara onları ve gittin ha? Benden hayatımdan, hayatından, hayatlarımızdan öylece çekip gittin? Bitiyor cümlelerim, seni affetmek isterim, seni affediyorum. Yazıyorum çünkü okursun, yazdığım her şeyi okuyordun, hatta onları bir kenarda saklıyordun, bunu da okursun… Oku ve affettiğimi bil, çekip gitmeni affediyorum. Huzur bul artık… Huzur içinde uyu… Ve hep bana dediğin gibi, bir çiçek ol… Seni seviyorum… Umay Umay dinleyelim hadi, hep sevdin sen onu... Bak şimdi senin için çalıyorum...
    5 puan
  3. İş adamı traş olurken bir yandan da berberiyle sohbet etmektedir. Derken, kapının önünden ağır ağır geçmekte olan paspal bir çocuk görürler. Berber, iş adamının kulağına fısıldar: "Bu çocuk var ya, dünyanın en aptal çocuklarından biridir! Bak; dikkat et şimdi..." Berber çocuğa seslenir: "Ali, buraya gel!". Bunun üzerine çocuk sakince dükkana girer ve yüzündeki aptalca sırıtmayla berberi selamlar. Berber işadamının kulağına sessizce, "bak şimdi" diye fısıldar ve bir elinde 5 TL, diğer elinde 20 TL lik bir banknot olduğu halde çocuğa sorar: "Hangisini istiyorsan alabilirsin?" Çocuk dalgın dalgın bir 5 TL ye bir de 20 TL ye bakar ve sonunda 5 TL lik banknotu hızlıca çekerek berberin elinden alır. Berber işadamına döner ve gülerek: "Gördün mü? Sana söylemiştim." der. Traş bitince işadamı sokağa çıkar ve az ileride kendi kendine oynayan Ali'yi görür. Yanına giderek, neden 20 TL değil de, 5 TL lik banknotu aldığını sorar. Çocuk hiç de aptalca olmayan bir sırıtmayla yanıt verir: "Eğer 20 TL lik alırsam oyun biter."
    5 puan
  4. İnsanlar ne anlama geldiğini bilmeseler di, idam mahkumuna infazdan hemen önce bir sigara uzatmazlardı... Ama bu tabiiki sigaranın iyi birşey olduğunu göstermez... Ama bazılarının hayatını daha katlanabilir kıldığı su götürmez bir gerçek... 'Bazı hayatlar ayık kafayla yaşanamayacak kadar ağır geliyor insana' demişti bir dostum. İnsan neden yaradılışını sorgular? Başına gelen felaketlere kendinden başka bir sorumlu bulmak için olabilir mi? İnsan yaşadığı her kötü olayın sorumlusunun sadece kendi seçimlerinin bir sonucu olduğunu bilse ve kabul etse yinede yaşamaya devam edebilirmiydi? merak ediyorum bazen... Gerçekten kötü insanlar var mı? Bile bile başka birinin kötülüğünü isteyen? Nedeni ne olursa olsun, başka birinin hayatını karartan insanlar nasıl düşünüyorlar? Gerçekten kötüler mi yoksa şartlarmı onları buna zorluyor? Basit bir örnek: Çalıştığınız işyerinde yükselmek, daha iyi bir maaş almak dolayısıyla daha iyi bir hayat sürebilmek için yanınızda çalışan arkadaşınızın üzerine basmanız gerekiyorsa bunu yaparmıydınız? Onun hayat şartlarının daha kötü olacağını bilerek, buna neden olacağınızı bilerek yinede bunu yaparmıydınız? Bu bizi gerçek anlamda kötü yapar mı? Bir de şöyle düşünün. İş arkadaşınızın hayatının düzelebilmesi için sizin hayatınızın daha kötüye gitmesi gerekiyor. Bu arkadaşınıza izin verirmiydiniz? Yada şöyle diyelim ses çıkarmazmıydınız? Belki de bizi bu yollara girmeye mecbur bırakan düzen asıl sorumludur. Arkadaşınızla birlikte çalışıp kimsenin kaybetmediği bir düzen olsa daha iyi olmazmıydı? Belki de olması gereken bize göre doğru neyse o yolda devam etmek. Sonunda kaybetsekte kazansakta kendi bildiğimiz yapmak. O halde neden işler kötü gittiğinde tanrıya dönüp soruyoruz: Neden böyle diye.... Bazen meraak ediyorum. Herkesin kazanacağı bir yol yok mu bu dünyada?
    4 puan
  5. Pansiyon: Çingenem Yer: Karaöz / Kumluca / Antalya Yıl: 2006 Zakkum çiçekleriyle kaplıydı. Salaş mı salaş fakat bir o kadarda sevimli sahipleri vardı. Alçak gönüllü sevecen ve çok güzel insanlardı. Koca bir dağın yamacında sanki kendince ben buradayım diye haykıran bir pansiyondu. Pansiyondan denize veya denizden pansiyona gitmek oldukça çetrefilli bir yürüyüş gerektiriyordu ama çok neşeli bir yürüyüş... Acaba hala orada mı? merak ediyorum. Oraya yolu düşen birisi lütfen yazsın...
    3 puan
  6. Dilinin sürekli olarak kırık dişinin üzerine gitmesi gibi yaralarımızla oynayıp durmamız. İyileşmek, iyi hissetmek gibi bir kaygımız görünürde olsa da içten içe o acıyı, ağrıyı çekerken kendimizi önemli sandığımız için mi, iyileşmesine izin vermiyoruz. Sanki o yara iyileşirse yaşadıklarımız da o yarayla birlikte kaybolup gidecek. İnsan geçmişte yaşadıklarını unutmaya başladığında nasıl bir insan olabilir ki? Geleneksel anlayışa sahip toplumlarda değişimlere karşı direnç göstermek sanki doğuştan verilen bir yetenek gibidir insana. Bilincin ötesinde bir refleks gibi değiştiğini hissettiği anda karşı koyar. Çoğu zaman bunun farkında bile olmadan, karşı koyuyor gibi değil de, kendini koruyor gibidir. Oysa tek yaptığı kafasını toprağa gömmektir. Bunu fark etmemek için daha çok kapatır kendini. Bir süre sonra kopar gerçeklikten. Başka, başkasının gerçeklerine sahip çıkmaya savunmaya başlar. Çünkü başkasının sahip olduklarını savunmak kendi sahip olduklarını savunmaktan her zaman daha kolaydır. Kaybetse bile zarar görmeyeceğini bildiği için rahattır. En fazla başka bir gerçeklik bulup ona sığınır. Başkalarının parasıyla kumar oynayıp sürekli kazanan ama beş kuruşu olmayan bir kumarbaz tanıdım. Neden diye sordum. Neden kendin için oynayıp kazanmıyorsun ve bu sefaletten kurtarmıyorsun kendini? Oynadığını söyledi eskiden. Herşeyini kaybettiğini. Kaybetme ve sonrasında bu kaybetme duygusuyla karşı karşıya kalma korkusunun tüm benliğini ele geçirdiğini, doğru zaman da doğru riskleri alamadığını ve bu yüzden kaybetmeye mahküm olduğunu. Çok yetenekli ve akıllı olsalar da çalıştıkları iş yerlerinde yükselip mevki sahibi olmak yerine daha az kazanmaya tamah edip hayatları boyunca yerlerinde sayan, hesaplayamadıkları bir felaket başlarına geldiğinde ise kaybolup giden insanların da açıklaması çok farklı olmayacaktır. Bir gün tamamen yıkılıncaya dek almadıkları risklerin rehaveti ve rahatlığıyla oldukları yerde saymayı tercih ederler. Kaybetmek istemezler. Çünkü oynadığın kumarda orataya koyduklarının büyüklüğü, sonrasında olacakları düşündüğünde başına gelecek felaketin de büyüklüğünü gösterir insana. Tüm elindeki yetenekleri aklı ve tecrübeyi başkalarının kazanması için harcar dururlar. Kaybedecekleri en fazla standart bir iştir ve bu işi her yerde bulabileceklerini düşündükleri için algıları korkuyla gölgelenmez. Bu yüzden başarılıdırlar ama bu başarı diğerlerine hizmet eder. İnsanın ruhundaki yaralarla elindekileri kaybetme korkusu aşağı yukarı benzer şekillerde hayatlarını olumsuz etkiler. Birey bunun farkında olsa bile az önce bahsettiğim nedenlerden dolayı ikisinden de vazgeçemez. Bir kadının yetişkin olana kadar babasından şiddet ve baskı görmesi onu ne kadar olumsuz etkilese de o kadınların aşık olduğu adamların da babalarına benzedikleri, kimi zaman bunun farkında olarak kimi zaman farkında olmadan o adamları seçmeleri de bu şekilde açıklanabilir. Gelenekçi ve ataerkil bir toplumda yaşıyor olmamız, kocasından ya da sevgilisinden şiddet gördüğü halde yine de ondan vazgeçmeyen kadınların bu davranışını açıklamaya yeterli değil görüşündeyim. Bastırılmış kişilik, özgür bir birey olmanın risklerini almak ve kendi kararlarını vermek yerine, hayatlarını çekilmez kılan erkekleri tercih etmeleri, o erkeklerden gördükleri zararı kendi sorumluluklarının sonucunda kaybettiklerinin vereceği zararla karşılaştırıp bilineni tercih etmeleri, yetenekli ve akıllı odluğu halde mevki sahibi olmak yerine ait olduğu yerde sebat edenlerle, geçmişinden gelen yaraların kapanmasına izin vermeyip o yaranın bilindik acısına sahip çıkıp iyileşmesine izin vermeyenlerle aynı nedenden kaynaklanmaktadır. Bilinen acı, bilinmeyen acıya tercih edilir. Çünkü yetiştirilirken olasılıkların en kötüsüne hazırlıklı yetiştiriliyoruz. Daha çocukluktan itibaren, terli terli su içme hasta olursun, evden uzağa gitme kaybolursun, annenin elini bırakma seni çingeneler çalar, yalan söyleme Allah baba seni çarpar.... vb. gibi hep olumsuzluk içeren örneklerle kişiliğimiz baskı altında büyütüldük. Elbette ki bu uyarılar doğru ve yerinde uyarılar ama bize bunları yapma dedikten sonra şunları yapabilirsin böyle daha iyi olur diye seçenekler sunulmadı. Bu yüzden biz ne zaman sokağa çıksak ya hasta oluyoruz, ya kayboluyoruz ya da çingeneler bizi çalacak diye korku içinde yaşıyoruz. Büyümüş olmamız bu örnekleri çeşitlendirerek arttırdı sadece bu.
    3 puan
  7. Bugünümü sana ayırıyorum, sadece sana. Senin için şarkılar dinleyip seni anlatanı bulmak, yüreğimi seninle doldurup sonra da onları kağıda dökmek ve sana yüreğimde yeniden yeniden yerler açmak için. Her yerim sen olsun istiyorum, çepeçevre seninle sarılmak, havanın ısıtamadığını seni düşünerek ısıtmak, içtiğim çayda tadını bulmak, tadını buluncaya kadar içmek. Biliyorum bunları seni bilmeden yapmak çok zor. Ben, seni bilmek istiyorum! Sana bakmayı seviyorum, yüzündeki her izi, her hareketi ezberlemek, sustuğunda dahi konuşmak seninle, anlamak aklından geçenleri, gülümsediğini görmek... Öyle yavaş yavaş başlayan ardından tüm yüzüne yayılan o gülümsemen var ya, o var ya içime güneş doğduruyor, gece bitiyor gün oluyor, gün aydın oluyor. Benim “günaydın”ım senin gülümsemen. Bana gülümsemen biterse bir gün, o zaman gecem başlayacak sanki. Hani diyor ya şarkının sözlerinde, “Eksik bir şey mi var Anlayamam Bak çayım sigaram her şeyim tamam,” diye. Çayım da var, sigaram da var, çoğu zaman her şeyim de bunlar. Ama hani olur ya bazen, bir şey unutmuş gibi hissedersin, işte öyleyim aynen, bir şey unutmuş gibiyim sanki. Eksik gibi... İlk defa kendimi yarım kalmış hissediyorum, bu zamana kadar hiç fark etmemiştim bunu. Meğer kendimi bütün zannediyormuşum ben, kimseye ihtiyacım yokmuş gibi. O yüzden çekip gitmelerine izin vermişim insanların, o yüzden çekip gitmişim hayatlarından. Tamamdım ben çünkü, tastamam. Oysa şimdi içimde derin bir boşluk var, sanki bir yanım bomboş. Gelip tamamla lütfen beni, doldur tüm boşluklarımı, tastamam yap beni. Var ya, tam şu anda, yani eksik olduğumu fark ettiğimde içimde inanılmaz bir feryat koptu, şimdi daha da çok korktum bu aşktan, ya gidersen ya beni tamamladıktan sonra terk edersen, o zaman o boşluğu neyle dolduracağım ben? Nasıl tamamlayacağım kendimi? Korkmamayı öğret bana, senden, ki sen aşksın, aşktan korkmamayı öğret. Ölmeyi öğret, sensiz kalırsam ölmeyi değil, seninle birlikte ölmeyi öğret. Lakin sensiz kalırsam zaten ölürüm, seninle birlikte ölmek istiyorum ben. Birimiz korkmasın olur mu? Birimiz cesur olsun, diğeri korktuğunda, “Korkma ben yanındayım,” desin. “Korkma yanındayım de,” bana. Kaçma sakın benden. Kaçmazsan sana aşkların en güzelini vadedeceğim. Benim kadar sevmediğini mi düşündüm şu an, bu aşkı nasıl karşılayacağını bilemediğini mi? “Hoş geldin” de o zaman, böyle karşıla, aç yüreğini, gireyim içeri. Başlayalım.
    3 puan
  8. Kaşıntı bombası diye bir silah üretilip, kitleler çıldırtılabilir o bombayla.. kitlelerden ne istiyosam:)))) Benim gibi barışçıl bir insan bunu neden düşündü bilmem.Ama acı anında galiba bencilleşiyoruz. Öyle ki az önce balkona çıkıp avazım çıktığı kadar bağırarak; uyumayın ülennn kalkın kaşının hepiniz diyesim geldi. Çıktım da.. İyi ki de çıkmışım.Sonbahar'ı seviyorum. Gecenin o tatlı serinliği kollarına aldı beni. Sonra gökyüzüne baktım.Yıldızları tek tek sayabileceğim berraklığa daldım.Uzayın ucu bucağı belli olmayan büyüklüğüne dalıverince küçüldüm, kendimle bir acım da küçüldü, sakinleştim. Kullandığım antibiyotiklerin neticesinde ürtiker olmuşum.Yani kurdeşen.. Doktor bana derdimin ne olduğunu anlatmaya çalışırken sabırsızlıkla sözünü kestim: -ne olduğunu değil, nasıl biteceğini bilmek istiyorum, nolur bu kaşıntıyı durdurun! Kaşıdıkça daha da azıyor bu meret.Onun için başladığından beri dizilerle, filmlerle zihnimi oyalamaya çalışıyorum. Salem adında bu yıl başlamış bir dizinin tüm sezonunu iki günde bitirdim.Bir bölümde kendi durumuma uygun bir replik vardı: -Dünyanın en büyük zevkini biliyor musun? -Acının durduğu andır! Dertler paylaştıkça azalır derler ya, ben de paylaştım işte.. Kaşıntı bombası falan olmasın Allah rahatlık versin herkeslere Tüm iyi duygularımla..
    3 puan
  9. "Göğün her yerde mavi olduğunu anlamak için dünyayı dolaşmanız gerekmez" "Gönlünü, ne kadar büyük olursa olsun, O görünmez nesneyle doldur. Yüreğin mutluluktan dolup taşınca, Ona istediğin adı ver; Mutluluk, Sevgi, Gönül, Işık, Tanrı… İsim gürültüden başka birşey değildir. Göklerin ihtişamını bizden gizleyen bir sistir…" Johann Wolfgang von Goethe
    3 puan
  10. Kızım hep der ki; "Anne lütfen sırrını bana da söyler misin" Verdiğim cevap kısa ve nettir! "Yaydığım enerji" "Peki o enerjinin kaynağı?
    3 puan
  11. Balkona bir gazete serer ve otururduk yarı çıplak üzerine… Bizim için aldığın o ıslak puroyu yakardık keyifle… Ve tüttürürdük dumanını, güzel bir sohbetin eşliğinde… Bazen de hüzünlü olurdu o sohbetler; sen bana babanı anlatırdın, onu ne kadar sevdiğini ve onu kaybetmiş olmanın seni nasıl üzdüğünü… Gözlerin dolardı bazen, benim de gözlerim dolardı ama babanı sevdiğimden ya da onu kaybettiğinden değil, gözlerin dolduğundan dolardı benim gözlerim. İçime dokunurdu senin gözlerinin doluyor olması… Ben seni ne zaman özlesem, hep ıslak bir puro kokusu gelir burnuma… Ben sevmezdim eskiden beyaz sabun kokusunu ama senin banyondan beyaz sabun eksik olmazdı. Ellerimi yıkardım beyaz sabun kokardım, ellerini yıkardın beyaz sabun kokardın… Banyo yapıp, yanıma geldiğinde çekerdim burnuma kokunu. Son bir nefes alır gibi, nefes almaya hasret kalmış gibi… Ve sen hep buram buram beyaz sabun kokardın… Şimdi seviyorum beyaz sabun kokusunu ve ne zaman duysam seni özlüyorum. Ne zaman seni özlesem gidip ellerimi yıkıyorum… Pişman mısın derdin bana, çok pişmanım derdim. Gülerdik sonra… Niye gülerdik bir tek sen ve ben bilirdik, neye pişmandık onu da bir tek sen ve ben biliyoruz. Yani aslında pişman değildik tabii, aksine çok mutluyduk… Pişman olmak işin esprisiydi güldürürdü bizi bu soruyu sormak. Saçma gelir belki başkasına böyle bir soru sormak ve o soruyu her sorduğunda ya da o cevabı her verdiğinde alabildiğine gülmek… Olsun tek biz gülelim. Hatta tek biz bilelim. Pişman mıyım? Asla pişman olmadım, tek bir anından dahi… Çok şey var aslında, aradan geçen onca zamana rağmen hala seni anımsatan çok şey var içimde ve hala seni sevdiğim, seni özlediğim gerçeği ile yaşıyorum. Sanki geriye kalan her şey yalandan ibaret, hepsi anlamsız… Hayatımda senin yokluğun gerçek olan tek şey… Ve hayatımda başkalarının var olması, olmaya devam ediyor olması benim kocaman yalanlarım… Ve ben yalanlarımdan kurtulamıyorum. Ve ben bu yalanları sadece gerçeğimden kaçmak için devam ettiriyorum. Delilik ötesi… Hiçbiri benim hatam değildi… Sen bizi terk ettiğinde, biz daha çocuktuk… Bu ilişki o zaman daha çocuktu, kendi başına ayakta kalmayı beceremeyecek kadar çocuktu… Seninle büyüyordu, birlikte büyüyorduk, birlikte büyütüyorduk. Ve sen bizi terk ettin, işte o zaman bu çocuk ayakta kalabilmeye devam etmek için bir sürü yalana tutundu. Tıpkı senin de ayakta kalabilmeye devam etmek için bir sürü yalana tutunduğun gibi… Şimdiyse sen geri dönmek istiyorsun, şimdi ben geri dönmek istiyorum ama yalanlar bizi bırakmıyor… Delilik ötesi… Bunları sana söylemeyi isterdim ama biliyorum şu an için mümkün değil… Buraya yazıyorum çünkü bir yere yazmam lazım… Çünkü içimdekileri yazmazsam deliliğin ötesine geçeceğim. Son olarak; geçenlerde bana söylediğin o sözle bitiriyorum cümlelerimi; OLMAK BU İŞTE CAN; OLMAK, HAFIZAYA KAZINMAK... Evet can, olmak bu demek; hafızama kazınmak...
    3 puan
  12. "Ünlü piyanist ve besteci Fazıl Say, hakkında twitter mesajları nedeniyle "halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama" suçlamasıyla 1.5 yıla kadar hapis cezası istemiyle hazırlanan iddianame mahkemece kabul edildi." Hayırlı uğurlu olsun.. Fazıl Say aşağıda yazılı 'tweet' leri için İslam dinine, bu dine mensup müslümanlara yönelik ağır hakaretler ederek dini değerleri alenen aşağıladığı iddiasıyla yargılanacakmış : "Tanrı, uğruna yaşayacağın bir şey mi, öleceğin bir şey mi yoksa hayvanlaşıp öldüreceğin bir şey mi? Bunu da düşün" "Rakı cennette varsa ve cehennemde yoksa ama chivasregal cehennemde var cennette yoksa? o zaman ne olacak? Asıl önemli soru bu !!!" "Bilmem farkettiniz mi nerde yavşak,adi,magazinci,hırsız,şaklaban varsa hepsi Allahçı. Bu bir paradoks mu?" "Müezzin 22 saniyede okudu akşam ezanını yahu.Prestissimmo con fuca!!! Ne acelen var? Sevgili? Rakı masası?" "ateistim ve bunu bu kadar rahat söyleyebildiğim için gururluyum" "Ben ateistim, diğer yarısını bilmem" "Sanki; memleketin yarısı harbi ateist, diğer yarısı travmatik ateist!" "Irmaklarından şaraplar akacak diyorsun, cenneti ala meyhane midir? Her mümine 2 huri vereceğim diyorsun, cenneti ala kerhane midir?" "Bu akşam çok kişi ateist olmuştur, sağolsunlar" Evet Fazıl say bunları söyleyerek İslam dinine ve müslümanlara ağır hakaretler etmişmiş.. Cumhuriyet savcısı, Fazıl Say'ın Allah, cennet cehennem gibi kavramların anlamsız, gereksiz ve değersiz olduğu kanaatini uyandıracak şekilde dini değerleri aşağılamak kastıyla yazdığı kanaatine varmış. Mahkeme de iddianameyi incelemiş ve kabul etmiş. Yukarıdaki ifadeleri "hakaret kastı olabilecek ne olabilir" diye tekrar tekrar okudum. Belki en fazla zorlarsanız "Bilmem farkettiniz mi" ile başlayan cümle biraz kafa kurcalayabilir.. Ama orada da "Allahçıların hepsi yavşak,adi, hırsız ve şaklabandır" demiyor ki... Bu saydıklarının Allahçı olduğunu söylüyor. E işinize gelince "halkın %99 u müslüman" diyordunuz ya.. Öyleyse yavşak, adi, hırsız ve şaklabanların da %99'u müslüman olmuyor mu? Yahu ateist olduğunu ifade etmek ne zamandan beri dini değerlere hakaret unsuru taşır oldu? Bu ifadelerin iddianamede ne işi var? Ha, bu ifadelerin söylenmesi ile Fazıl Say'ın ateist kişiliği arasında bağlantı kurulmak isteniyorsa ne diye suç unsuru taşıdığı iddia edilen ifadelerin içerisinde yer alıyor? Ateist olduğunu söylemek suç mudur? Şaka gibi ama suç unsuru teşkil ettiği iddia edilen ifadelerin arasında Ömer Hayyam'dan dizeler de var. Demek ki Ömer Hayyam'ın kitaplarının da aynı gerekçelerle toplatılması yakındır. Şimdi asıl zurnanın zırt dediği yere gelelim.. Yahu her gün Türkiye'de sayısız insan İslam ve kutsal kabul ettikleri Kur'an üzerinden bilinçli veya bilinçsiz bana ve inanmayanlara hakaretler yağdırıyorlar. Hakaret mi istiyorsun? Al sana hakaret : 16/105- Yalanı, ancak Allah'ın âyetlerine inanmayanlar uydurur. İşte onlar, yalancıların ta kendileridir. (Sırf inanmadığım için bana yalancı deniliyor) 16/60- Kötü sıfatlar ahirete inanmayanlara aittir. (Sırf inanmadığım için bana kötü sıfatlar yükleniyor) 31/32- ...... Bizim âyetlerimizi ise ancak son derece kaypak, son derece nankör olanlar inkar eder. (Sırf inanmadığım için bana kaypak ve nankör deniliyor) 8/22 Şüphesiz Allah katında hayvanların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.(Bana hayvan deniliyor) 25/44 ...... Onlar hayvan gibidirler, belki yolca onlardan daha da şaşkındırlar. (Bak hala hayvan deniliyor) E bunlar ne? Sen her gün 5 vakit bana hakaretler yağdır, sonra utanmadan kalk "filanca kişi benim inancıma hakaret etti" diye dava aç.. (Sözlüklerin popüler jargonundan gelsin : Ya ben lan neyse bir şey demiyorum) Buradan cumhuriyet savcılarımıza suç duyurusunda bulunmak istiyorum: Türkiye'de her gün insanlar inancım (inançsızlığım) bahanesiyle bana hakaretler yağdırıyorlar. Bunu da kutsal kabul ettikleri kitaplar vasıtasıyla yapıyorlar. Kur'an'da geçen ilgili ifadeler açıkça halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama suçunu barındırdığından, adı geçen kitabın toplatılmasını ve toplu ibadet alanlarından ilgili ayetler vasıtasıyla şahsıma hakaretler edilmesini önlemek amacıyla gereğinin yapılmasını arz ediyorum.
    3 puan
  13. Sevgi neydi, sevgi iyilikti, dostluktu… Sevgi emekti. - Durursam bi daha kurtulamam. + Ziyanı yok gülüşü yeter bize. - Yüreğim kaydıysa günah mı ? + Çamura saplansam yardıma gelir misin ? - Elini tuttum sıcacıktı, yüreği elimdeymiş gibi… + Elinden tutuversem benimle gelir mi ? - Seninim işte, alıp götürsene beni. + Elveda Asya, elveda selvi boylum, al yazmalım, elveda, bitmemiş türküm benim. Sevgi neydi? Sevgi emekti, sevgi dostça uzanan insan eliydi.
    3 puan
  14. Bir Allah dostu, düşünce ve ilham denizine dalmış, cezbeye tutulmuştu. Hayret denizinden akıl ve bilinç kıyısına çıkınca, bir arkadaşı, “gittiğin bahçeden” dedi, “neler getirdin bize?” Derviş hülyalı gözlerle bakarak arkadaşına; “Gül ağacına erişip eteğimi gülle doldurmak ve dostlarıma armağan olarak getirmek istedim. Lâkin ne çare! Gül kokusu öylesine büyüledi, o denli sarhoş etti ki beni, ne irâde kaldı ne düşünce…” diye cevap verdi. Ey güzel ötüşlü Bülbül! Aşkı ateşe koşan pervaneden öğren. Yanarak denedi her şeyi. Allah’ın yoluna katılma iddiası olanlar, ondaki tutkuyu anlayamadılar. Gerçeği bilen yitip gitti, bir haber geri gelmedi ondan. Ey hayâl, kıyas, sanı, kuruntu ve tahminden edindiğimiz bilgilerden yüce olan Allah’ım! Ömür gelip geçti, oysa hâlâ senin bilginin başlangıcındayız.
    3 puan
  15. Bir kaç gündür bunu düşünüyorum. Yani sarılmayı. Dünyanın en güzel, en içten şeyidir aslında ve ne az yer kaplar hayatlarımızda. Sevdiğiniz bir insana ya da bir hayvana sarıldığınızda, bir kaç saniye gözlerinizi kapadığınızda bir enerji dalgasının iki beden arasında nasıl dolaştığını hissedersiniz. O an, dünya yavaşlar, zaman yavaşlar, garip bir huzur kaplar içimizi. Fakat, gittikçe birbirinden uzaklaşan, araya türlü mesafeler koyan insanlık, çeşitli bahanelerle, sarılmayı ihmal eder olduk. Zaten birbirimizden korkar olduk. Dünya da insanlar etkinlikler yapıyorlar, sarılmak bedava yazılı pankartlarla sokak ortasında hiç tanımadıkları insanlara sarılıyorlar. Bu çoğumuza tuhaf ve anlamsız geliyor belki. Oysa en insanca en masum en ilerici ve en güzel eylem bu belkide. Sarılmak güvenmektir aslında. Benden sana zarar gelmez demektir. Aramızda ne fiziki ne ruhsal ne de duygusal bir engel yok demektir. Sana güveniyorum demektir. Bana güven demektir. Kelimeleri kifayetsiz kılıp, gerçek enerji diliyle konuşmaktır. Tabuları yıkmaktır sarılmak. Bize canlı olduğumuzu ve geçip giden zaman nehri içinde bir'an durup insan olduğumuzu anımsatmaktır. Doğumu, yaşamı, sevgiyi, zamanı, anı ve ölümü hatırlamaktır. Metafizik bir şeydir. Başka dilde konuşmaktır. Sıcaktır, samimidir, doğaldır. Ama pek az yaptığımız şeydir. Çünkü artık biz birbirimize mesafeler koyduk, önce şüphe etmeyi, sonra duvar örmeyi öğrendik. Sınırlar çizdik, mayınlar döşedik, güvenli bölgeler aradık. Hiç sorduk mu kendimize biz aslında en çok neden korktuk? Her birimiz bir diğerinden ayrı bir gezegenden mi gelmişti? Neydi aramıza girip çocuğumuzla, eşimizle, dostumuzla veya yeni tanıştığımızla sarılmamıza engel olan? Kimden korkuyorduk? Bizi kim canavarlaştırdı böyle? Ne korkunç, ne ürkütücü bir şeydi bu korku. Sonu gelmeyen mesafeler yaratmıştık. Bunu ne zaman başarmıştık? Gülümseme bulaşıcıdır ya hani, sarılmakta öyle, siz bir insana en insani ve samimi duygularınızla sarıldığınızda onunla aranızdaki bütün düşmanlıklara son vermiş oluyorsunuz ama elbette anlamışsınızdır ben öyle resmi, soğuk, güvensiz, duygusuz ve kuşkulu bir sarılmadan söz etmiyorum. Ve aslında bu sarılmaların sadece bedenle olmadığını da düşünüyorum. Bazen uzaklarda birini, yazdığı bir mesaj, bir şiir, söylediği bir söz ile kucaklarsınız, o an, madde ortadan kalkar ve ruhlarınız kucaklaşır. Size ihtiyacı olan birine samimiyetle bir mesaj yazarsınız o an, ona sarılmışsınızdır. Öyle. Yani aslında zamanımız yok, hayat dediğimiz şey kuruntu yapmaya değmeyecek kadar kısa. O yüzden her gün mutlaka sarılın çocuklarınıza, arkadaşlarınıza, annenize, babanıza, dostunuza, arkadaşınıza. Sarılın ve gözlerinizi bir'an kapatın. Bırakın dünya o an sizi izlesin ve zaman yavaşlasın. Sardunyam
    3 puan
  16. Cihanı görmek bir kum tanesinde Ya da cenneti bir yaban çiçeğinde Sonsuzluğu avucunda tutmak ve Sığdırmak ebediyeti bir saate *William Blake
    3 puan
  17. 3 puan
  18. Pınarım! Kuruma sakın, Çölün susuzluğunda yanmış bir ciğer var. Yastığım! Seni kaldırmasınlar sakın, Hasta bir baş var. Yatağım! Seni toplamasınlar sakın, Ateşli bir vücut var. Yuvam! Yıkılma sakın, Barksız barınaksız kalmış biri var. Yeniden bulduğum! Kaybolma sakın, Cehennemde oturan bir ruhun yeniden bulmuş olduğu cennetsin. Bedenim! Başı dönmüş ruhunu geri çağır. Ben dudaklarımı senin ağzına dayayıp seni canlandırmak için kendimi senin içine üfleyeceğim. Ruhum! Bedenini ara, Dudaklarını ağzıma daya ve beni canlandırmak için kendini içime üfle. Çünkü biz birbirimizin bedeni,birbirimizin ruhuyuz,birbirimizin yaratıcısı,birbirimizin tanrısıyız,dünyanın bütün nüfusu biziz, herkes biziz, biz hepimiziz, bizim yerimiz yeryüzü değil, biz bu memlekette yabancıyız,kimsesiziz,yalnızız,yabancıyız... A.Şeriati
    3 puan
  19. Keşke… Hepimizin hayatından öylesine geçip gidiveren, sonradan hatırladığında yeniden içinde oluvermek isteyeceği, özlediği anlar vardır. Bazen mutluluk, bazen hüzün veren, bazen iç burkan bazense gülümseten, ama geçen uzun yıllara rağmen tazeliğini koruyan... Bazen bir şarkıyla, bir kokuyla, bazen bir sesle kendini yeniden hatırlatan, geçmişten tatları aklımıza getiren keşkeli anlar! Bazen de bir fotoğrafla gerçeğinizden kopup hiç farkında olmadan ‘’keşke’’ diye geçirirsiniz içinizden. Tıpkı benim gibi! Keşke zamanı geri alma yetim olsa, bir süreliğine Bergama’ da olsam, altı yedi yaşlarımda… Keşke, Yumak yine saçlarımı karıştırarak, patilerini yüzüme sürerek uyandırsa! Neşeyle açsam gözlerimi; tasasız, hayat denilen hengameden uzak! Mutfaktan çörek kokularıyla birlikte tıkırtıları gelse annemin. Her zamanki gibi erkenden uyanıp yakmış olsa kuzineyi, ısınsa mutfak. Biraz da kıvrılıp kuzinenin ısıttığı minderde yatsak Yumak’la. Annemi seyretsem mutlu mutlu... Az sonra kuzineye koyacağı hamurdan bir parçacık da bana verse. Tulumundan çıkarıp zeytinyağında beklettiği peynirlerin en güzeli, Bergama tulumunun o canım kokusu karanfilli sakızlı ekmek kokusuna karışsa… Canım okula gitmek istemese, ama bunu anneme söyleyemesem. Misafirliğe gitsek keşke! O hazırlanırken gözünü, dudağını boyayışını, güzelliğini izlesem hayran hayran... ‘’Sinemacılar’’ ın ılık çay getiren gelinine çok bozulsam ve içmesem. Eve dönerken yine kumrular ötüşse. Arada bir geri kalıp annemin toprak yolda bıraktığı topuk izlerini seyretsem özenerek… Koşup annemin elini yeniden tutarken yüreğim büyük gelse yerine. Ve o an dünyanın geri kalanı siliniverse! Okul çıkışında ya annem karşılasa beni ya da arap sabunun temizlik kokusu… Bir sürpriz yapıp anneannem gelmiş olsa ve ben deli gibi sevinsem. Bir kase dolusu sakızlı, karanfilli leblebiyle sokak kapısının merdiveninde oturuyor olsam keşke! Uzaklardan bir simitçinin ya da eskicinin bağırışı duyulsa. Hava bozsa aniden, yağmur başlasa, üşüsem, gidip anneme sarılsam sıcacık… Sonra yağmuru seyretsem pencereden, kaygısız, huzurlu ve tüm sorumluluklardan uzak… Kucağımda Yumak, pencere önündeki begonyalar ve minik cam biblolarla birlikte. Her şey o leblebiler kadar taze olsa keşke! Annemin elleri, yüzü… Eski olan, yaşlı olan hiç bir şey; kaybettiğim, eksik olan hiç kimse olmasa hayatımda. Günün en sevdiğim zamanı gelse, perdeler kapansa. Akşam yemeğini hazırlarken bir yandan da şarkı söylese annem, bazı sözlerini yanlış hatırladığı… Kuzinede ısınan yemek kokularına salata için ovduğu soğanın kokusu karışıp doldursa evi. Az sonra babam gelse okuldan. Koşup sarılsam. O burnumdan hiç gitmeyecek atölye kokusunu duyumsayarak... Kapkara olmuş ellerine, her daim kuzinenin üzerinde duran çaydanlıktan su döksem keşke! Bir zamanlar torna bıçağına kaptırdığı başparmağının ucuna ilişse bir ara gözüm. Ve o sırada top koşturmaktan kıpkırmızı olmuş güzel suratıyla ağabeyim gelse ve tamamlansak. Babam ajansı dinlese, o sıra hepimiz sussak. Yemek masasından tabağımız bitmeden kalkamasak. Keşke anılara karışmış o güzel zamanlar bu kadar çabuk geçip gitmiş olmasa! Yaşam endişesi olmayan, sonsuz güvenli, yıllar geçtikçe de yeni anlamlar yükleyeceğim zamanlar! Gürül gürül yanan sobadan yanaklarımız, ellerimiz, beraber olmaktan kalbimiz sıcacık... Sobanın üzerinde bir de çay yapsa annem, kokusu çıkmasın diye yine demliğin ağzını kıvırdığı kağıtla tıkayarak. Günlük telaş ve koşuşturmaların ardından dünyayı kapının arkasında bırakmanın, birlikte olmanın huzuruyla çay kaşıklarının sesleri, sıcacık odamızda radyonun sesine karışsa karışşa…
    3 puan
  20. “Sen her şeyden değerlisin ve hiçbir şey, özellikle canını acıtan hiçbir şey senden daha değerli değildir.” Bunu bu zamana kadar birçok arkadaşımdan, dostumdan ya da çevremdeki herhangi bir kimseden defalarca duymuşumdur. Sizlere de söylemişlerdir eminim. Ama hayatta bazen kendinizi başkaları yüzünden değersiz hissettiğiniz ve bu sözlerin size hiçbir anlam ifade etmediği öyle anlar oluyor ki; “canınızı acıtan o şey her neyse” sizden daha değerli sanıyorsunuz. Oysa ki unutmamak gerekir bazı şeyler bu dünyada gerçekten de sırf siz var olduğunuz için vardır. Eğer siz olmasaydınız onların hiçbiri olmazdı! Dün akşam çok düşündüm; ben olduğum için bu dünyada var olan şeyleri düşündüm. Örneğin şu içime çektiğim hava, eğer ben olmasaydım belki de olmayacaktı. Ya da bu klavye, klavyeye dokunan bu eller, dokundukça dile gelen şu cümlelerin hiçbiri olmazdı. Ben olmasaydım saçlarım olmazdı, çocukken saçlarıma geçen bitler bile olmazdı. Oynadığım oyuncaklar olmazdı, yattığım yatak, kafamı koyduğum yastık, evim, evimdeki bu eşyalar, şu içtiğim sigara ile çay ve izlediğim filmler de olmazdı… Ben olmasaydım çocukluğum, gençliğim olmazdı, aşklarım olmazdı, aşık olduklarım ise hiç olamazdı. Yaşadığım anlar, anılar, bir geçmiş, bugün ya da gelecek dahi olmazdı. Diktiğim ağaç, kokladığım çiçek, tuttuğum yıldız, gördüğüm manzara diye bir şey olmazdı. Çektiğim fotoğraf olmazdı. Söylediğim sözcükler, sarf ettiğim enerji, kapladığım bir alan olmazdı. Ben bu hayata, hayatımdaki her şeye ve her bir kimseye “var olarak” bir anlam kattım, tüm bunları doğru, yanlış, güzel, çirkin, acı, tatlı vb. bir şekilde anlamlandıran da yine bendim. Tabii ki her şeyin yolunda olduğu zamanlarım olacak ama olmadığı zamanlarım da olacak. Kederlerim olacak mesela, terk edilişlerim, sorunlarım vs… Ama hatırlamalıyım ki iyi veya kötü tüm bunları hayatımın içine dahil eden bendim, dolayısıyla onları hayatımda tutacak ya da hayatımdan çıkaracak olan da yine ben olacağım. Aslında sırf ben izin verdiğim için hayatıma dahil olmuş olan tüm bu şeyler yine benim izin verdiğim kadar hayatımın içinde kalmaya devam edecekler. Şimdi düşünme sırası size geldi; düşünün bakalım, sırf siz varsınız diye hayatta var olmuş şeyleri düşünün ve sonra bu cümleleri kendinize tekrarlayın; “Aslında onların varlık nedeni benim. Bu nedenle ben gerçekten de hayatımdaki her şeyden daha değerliyim ve hiçbir şey, özellikle de canımı acıtan hiçbir şey benden daha değerli değil. Hayatımıza dahil ettiğim sorunlar ya benim tarafımdan çözülür ya da benim tarafımdan sorun olarak hayatımda tutulmaya devam edilir. Buna karar verecek olan kişi “bu hayata sahip olan kişidir”, “bu hayata sahip olan tarafından var edilen kişiler” değil... Onlar yok çünkü!
    3 puan
  21. Başını kaldırdı ve gözlerini kapattı sonra soluğunu tutarak yavaşça bıraktı. gözleri hala kapalıydı,birden uzun zamandır konuşmadığı tanrısıyla konuşmaya karar verdi. o ne zaman konuşmak istese ordaydı,ama gerçekte var mıydı? bir türlü emin olamamak çıldırtıyordu onu.. ama niye inansındı ki ne zaman yardım istese görmezden gelmişti sözde tanrısı onu.. şimdi niye ona cevap verecekti ki? hoş, iyi bir dinleyiciydi onun tanrısı ona sessiz tanrı diyordu kendi içinde korkmuyordu ondan,ona kendini anlatmaktan.. çünkü ne zaman insanlara anlatsa sonucu kırılmak olmuştu,çok terkedilmişti belki de hiç sevilmemişti. ama kafasında oluşan sesler ona hep iyi gelmişti. gerçek huzuru kendi içinde bulanlardı.. huzuru birinde arayacaksan eğer diyordu her zaman için kendinde ara uzaklara gittiğinde kendinden de uzaklaşıyorsun. korkar olmuştu kendini teslim etmekten teslim olacak kimse kalmamıştı. tekrar soluğunu tuttu sanki her soluğunu tutuşunda zaman duruyor,bıraktığında zaman akmaya devam ediyordu. birden hiç aklında yokken çok keskin bir anı saplandı gözlerine bir kaç cümle,gözlerini elleriyle kapadı ağlamak istemiyordu. ne ağlamak ne üzülmek istemiyordu onun için. o gitmişti,onu yüz üstü bırakmıştı. kimse onu böyle küçük hissettirmemişti. olduğu yere oturdu öylece gözlerini tavana dikti bu sefer kulaklarında göz yaşlarını tutmanın basıncını hissedebiliyordu. günlerce saatlerce ağlamak istiyordu. acı hiç mi dinmez? dedi seslice odasında yalnızdı. eliyle kendi elini tuttu. kimsesizliği o an yine anladı. o duyguyu hatırladı boynunda hissetti o acıyı. neden bilmiyordu ne zaman o duygu gelse acıyı en çok boynunda hissederdi acı orada kitlenir kalırdı saatlerce yaşanmışlıkları fazla yoktu. ama diğerlerinden farkı bu sefer güvenmiş olmasıydı. onda kendini görmüştü o da ona bunu söylemişti yalan mıydı? yalanı hiç sevmezdi, özellikle onu etkileyen yalanları durdu hareket etmeyi kesti, başını yere koyup uzandı gözlerini kapattı,beni duyuyorsan ve varsan onu bana geri getir dedi senden tek istediğim bu. "sana inanmayı istiyorum onu bana geri getir." sessiz sessiz bu cümleyi tekrarladı yerinden kalktı sevdiği koltuğa oturdu pencereden geçenleri izlemeye başladı kafasındaki karışıklığı bütünüyle ellerinde görebiliyordu. ellerini seyre daldı bu sefer. hiç kavrayamadığı ellerini düşündü onun hafızası silikti. ama az çok hatırlayabiliyordu hala. ne zaman hatırlasa ellerini ellerinde hayal ederdi köşesine çekilir o oradaymış yanındaymış gibi davranırdı deliceydi bu ama onu rahatlatırdı. Birlikteyken kendini rahat hissederdi bu yüzden o olmadığından beri kendini sakinleştirebilmek için yanındaymış gibi davranır, içinde bu sefer onu rahatsız eden sesleri sustururdu. o onu iyileştiriyordu belki de o yüzden kendini bu kadar muhtaç hissediyordu birbirlerine iyi geliyorlardı en azından o öyle olduğunu düşünüyordu. gittiğinden beri o varken ne kaybolmuşsa geri gelmişti hastaydı, mutsuzluk hastası. yorgundu yatağından kalmak istemiyordu. ona mutluluğu o vermişti o mutluluğu hep ondan istiyordu başka kimsenin onu mutlu edeceğine inanmıyordu. bir daha öyle hissedememe ihtimali onu daha çok hasta ediyordu. gülemez olmuştu. aklından onu çıkartamaz olmuştu. yanında onu taşımadığı an yoktu. solunda taşıyordu onu, sol yanında. minik bir ağırlık.. istediği zaman sesini duyabilecek kadar yakınındaydı. sesi öylesine huzurluydu ki, ona güven duymasını sağlayan oydu. gözlerini hatırlamak istemiyordu. gözleri içten bakardı ve bu onu utandırırdı. güven duymamak imkansızdı o gözlere yenilmemek için hep gözlerini kaçırırdı. ikisi de korkmuşlardı. dengesizlik ikisinde de vardı. böyle bir benzerlik onları dengeleyememişti. hep kendini telkin etmekten yorulmuştu. bitap düşmüştü artık,her gün zorla kalkıp güne başladığında onu anlayan birini istiyordu o ona onu anladığını bir kaç kere dile getirmişti. herhalde en mutlu hissettiği anlarıydı. çünkü daha önce kimse seni anlıyorum dememişti yani anlamayıp anlıyorum diyenler olmuştu bu onu hep hayrete düşürürdü anladıklarını söylerler sonra da aksini öne sürerlerdi ona muhalefet olur,yaptıklarının yanlış olduğunu ona kabul ettirmeye çalışırlardı o yüzden anlaşılma çabasını çoktan geçmişti çünkü her insan ona hayal kırıklığı olmaya başlamıştı daha fazla bunu kaldıramazdı zaten yeterince mutsuzdu onu ilk gördüğünde bir şey hissetmişti içinde ne olduğunu bilmiyordu hala da çözememişti. içinden gülümsemek gelmişti ona,konuşmak zorunda değilken onunla konuşurken bulmuştu kendini daha ilk tanıştıklarında yakın gelmişti ona çok ve henüz neden olduğunu bile bilmiyordu onu tanımaya başladıkça parçaları birleştirmişti hiç aklında yoktu birini bu kadar sevmek henüz azıcık tanıdığı birini hatta kendine yakıştıramıyordu bile yine kalbini kaptırıyorsun ama neden olduğunu bile bilmiyorsun diyordu kendine. özgürlüğüne çok düşkündü ama onun için bundan vazgeçmeye bağlanmaya hazırdı derin bir nefes aldı. anılarını hatırladıkça değiştireceğinden çok korkuyordu. aslında hiçbir saniyeyi değiştirmezdi çünkü geçirdikleri her saniye kusursuzdu. ona öyle geliyordu söylememesi gereken bir şey söylemiş gibi hissetmiyordu ne söylediysede o gittiğinde bile arkasındaydı. pişman değildi,seviyordu çabuk söylemişti ama ona hayır diyemezdi zaten birden onun yanında olduğunu sanarak onunla konuşmaya başladı bunu gün içinde sık sık yapıyordu,gördüğü bir şeyi ona anlatıyor kafasında onunla konuşuyordu. olayın seyri hiç iyi değildi belki de ama o şuan hayatının en büyük facialarından birini atlatmaya çalışıyordu o yüzden kendine bir nevi izin vermişti. onu unuttuğunda herşey eski düzenine geri dönecekti. ama onu unutamamaktan korkuyordu böyle kalmaktan korkuyordu. kimseye söylemeye cesaret edemesede bıraksalar onu şimdi arar,ilk gördüğünde boynuna atılırdı eğer bir adım atsa o ona 10 adım giderdi gururunu hiçe sayardı,ve bundan asla pişman olmazdı nasıl olsundu? onu sevdiğini varlığında hissedebiliyordu. durduk yere ismini söyledi tınısını unutmuştu nasıl söylendiğini adını çok severdi onun gibi farklıydı. onunla ilgili neredeyse herşeyi sevdiğini farketti küçük detayları bile, yüzü onun için mükemmeldi üstelik yakışıklı bile denemezdi ona onun gözünde kimse daha iyi olmamıştı. onun için yaratılmışlığın izlerini taşıyordu tüm bedeninde.. birden o çok sevdikleri şarkıyı kulaklarında duydu. mırıldanmaya başladı kafasındaki sese eşlik etti o bu şarkıyı nasıl söyler diye hayal etti onun sesinden bu şarkıyı dinlediğini düşündü ona şarkı söylemesini çok istemişti o şarkı söylemeyi çok severdi bir iki kere şarkı söyleyişini duymuştu ama o anlarda diğerleri gibi siliklerdi hatırladığı kadarıyla onun dünyasını ters yüzden eden saniylerdi şarkı söylediği zamanlar ona eşlik etmek isterdi kulağına sevdiği şarkıyı fısıldamak isterdi ne yazıkki onun sesiyle yarışamazdı ama umursamaz diye düşünüyordu. çünkü onun sesi güzel olmasaydı da onun sesini sevecekti diğer geri kalan ne varsa sevdiği gibi kimse tarafından böyle sevilmek istememişti onun sevgisini istiyordu,tek olmayı başkası olsa umrunda olmazdı ama ilk defa ait olmak istemişti onu kaybetme korkusunu aklına getirmek onu yatağa düşürüyordu onu kaybettiğinde de zaten başına gelen buydu. kendini hem sevmesine hem nefret etmesini sağlıyordu o. kendini ne zaman sevse onu da sever ondan ne zaman nefret etmek istese kendinden de nefret ederdi benzersizlerdi ama birbirlerine benzerlerdi. onun onu özlemediğinden neredeyse emindi. aklına gelmiyordu bile paranoyaları bütün gün içini kemirirdi. ama düzelemiyordu,düzelirse en büyük parçasını kaybedecekti. hem düzelmek istiyor hemde onu tamamen kaybedecek olduğu için düzelmekten korkuyordu. odasına gitti,yatağına yüz üstü uzandı. ne zaman olayların içinden çıkamayacak ve sesleri susturamayacak olsa gider yüz üstü yatardı. ve ağlayabildiği kadar ağlardı. saçları, düz akması gerekirken yüzünün üstüne yattığı için ıslanırdı. bundan nefret ederdi ama başka türlü sesinin duyulmasından korkardı. gecenin karanlığı ne zaman uğrasa odasına o da içinin karanlıklarına dönerdi gündüz olduğundan daha kötü olur ve tüm umutsuzluklarının başına üşüşünü duyardı. şimdi onu arasa belki kaçıp giderdi olduğu yerden ona hala güvenebilecek kadar seviyordu. kimse böyle yapamazdı biliyordu. ve kimse onu hala neden sevdiğini anlamıyordu,anlamayacaklardı da. işin kötüsü ne zaman anlatacak olsa içindeki kördüğüme yakalanıyordu kelimeleri karıştırıyor uykusuz kaldığında olduğu gibi dili dolanıyordu. insanlar gelip geçici bir şey olduğunu muhtemelen bir takıntı adını koyup onu onunla baş başa bırakıyolardı o da bunu istiyordu,yalnız kalmak. kafasında bile olsa onunla yalnız kalıp düşüncelerini sadece onunla paylaşmak. onun her zaman için ona söyleyecek bir şeyleri vardı sessiz kalmazlardı. ----------------------------------------------------------------------------------------------
    3 puan
  22. ‘Hayat hepimizin hevesini kırıyor... Zehiri alınmış bir vedayım, kendimle buluşmalıyım...’ dedi Kadın! Adam, ışığın gittiği yöne doğru yürüyor fakat, hep eksik ve yarım bırakılmışlık duygusu peşini bırakmıyordu... Fazla tedirgindi... ve kendini belki de hiç gerekmediği halde gerekerek yaşıyordu Adam! Şehrin anlamsız kalabalığı, gürültüsü, hesaplı ve sahte ilişkileri, geçmişte yaşadığı sıkıntılı günler çok mu yormuştu onu?.. Bunalıyordu; dinlenirken de, öfkeliyken de, sevinirken de, mutluyken de... ‘Hayat yine de çok basit...’ dedi Kadın! ‘İnsanların kafası karışık!..’ Tüyleri diken diken, yüreği, ağzında bir Adam’dı!.. Hayat onu her gün dövüyordu... Korkularını sevmiyor, korkularından ödü kopuyordu... Hayalleri olmasaydı; dünya ‘her şeye rağmen yaşanmaya değer’ olmasaydı; yaşamın ilk darbesiyle yıkılabilirdi!.. “Topallayan da yol alıyordu”... ama hem “tutuklu” hem “gardiyan” yaşamanın acısı başkaydı... ‘Nereye gidersen git, ne yaparsan yap, aşkı yanına almayı unutma...’ dedi Kadın! ‘Ne kadar haklısın, her şeyi aşk sandığım için önce aşka yenildim...’ dedi Adam! “Özgün olmak için dürüst olmak yeterlidir...” dedi Wittgenstein!.. “Kendinden başka hiçbir eksiğim yok!” dedi Kafka! “Çağdaş bir ortaçağ yaşıyoruz” dedi Umberto Eco! Her şey kendi kaktüsüne dönecek kadar sahici değildi artık! Ve aşk; ateş ile su arasındaki tabiatı gördü, maziye kaçtı!.. Engin Turgut
    3 puan
  23. Çocukluğumun en güzel anılarından: Mendil Artık bir nostalji olarak belleklerimizde yer eden, çeşitli desen ve renkte... İpekli, pamuklu ama mutlaka kumaştan! Öğretmenlerimiz ‘’mendiller’’ der demez minik ellerimizi tertemiz, ütülü ve özenle katlanmış mendillerimizin üzerine nasıl da koyuverirdik, tırnaklarımızı da görsün diye… Teneffüslerde körebe, mendil kapmaca ve yağ satarım bal satarım oyununda da oyun arkadaşlığı ettiler bize. Bayram mendillerinin de büyük anlamı vardı. Bayram yaklaşırken mendiller hazırlardı büyüklerimiz. El öpmeye gittiğimizde, şekerle birlikte mendil de alırdık; içinden küçük bir harçlık, ufak bayram hediyeleri de çıkan… Ne çok mendilimiz olurdu; renk renk, desen desen, bazen de kenarları dantelli ve işlemeli küçük mendiller. Nasıl güzel uçuşurdu düğünlerde halay başının elinde, uzağa gidenlere sallanırken de! Yeni neslin belki de hiç bilmediği mendil, bir kültürdü ama zaman içinde ''Selpak'' lara kaptırdı yerini; asla anlamlı ve değerli olamayacak olan! Sonra da anlamlı pek çok değer gibi geçmişteki hüzünlü yerini aldı. Bazen oyun arkadaşımız, bazen terimizi, göz yaşlarımızı ve kanayan dizlerimizi sildiğimiz, bazen bir bahar akşamı bir hanım efendinin elinden düşüveren bazen de ‘’söz’’ amacıyla verilen bu küçük ama çok şey simgeleyen mendiller bir gün hiç hissettirmeden uçuverdiler. Nasıl, ne zaman ve nereye?… Hiç anlayamadım. Bugün çekmecemde hala mendillerim var çocukluğumdan kalma. Elime aldığımda hüzünlendiğim, gündelik hayatın önemli bir parçası olduğu zamanları ve mendil geleneği olan bayramları özlediğim...
    3 puan
  24. Heyyyy yazmayalı çok uzun zaman olmuş..Biraz başım dumanlı ama, idare edin artık.. Kısacık birkaç kelam edip gideceğim.. Bugün mutfakta yemek yapıyordum, tam o sıra dışarıdan hoş bir kadın kahkahası işittim..Güzeldi, gülümsedim.. Ama birazda kıskandım, içim burkuldu galiba.Çünkü en son ne zaman kahkaha attığımı bile hatırlayamadım. Neyse uzun lafın kısası.. Ben artık kahkaha atmayı özledim.. İşte öyle.. http://www.youtube.com/watch?v=FTWHDChQdGY Belki bir şarkının her sesinde Belki bir sahil meyhanesinde Belki de içtiğim sigaranın dumanısın Bir yıldız gökte kayıp giderken Islak bir yolda yalnız yürürken Bambaşka bir şeyi düşünürken aklımdasın Geçmiş değil bugün gibi yaşıyorum hala seni Sen hep benim yanımdasın Gündüzümde gecemdesin, çalınmasın söylenmesin Sen benim Şarkılarımsın Sanki hiç gitmemiş hep var gibi Bir sırrı herkesten saklar gibi Sessizce sokulup ağlar gibi yanımdasın Beni bir şeylerden aklar gibi Koparmadan çiçek koklar gibi Hiç bozulmamış yasaklar gibi aklımdasın
    3 puan
  25. Mutluluk dediğimiz şey ara ara geliyor insan ömrüne ama sonra hemen gidiyor. Mutsuzluk ise sadece mutluluğun geldiği zamanla, gideceği zaman arasında terkediyor bizi... Yani mutsuzluk neredeyse her an bizimle aslında, mutluluk ise geçici olan... Mutsuzluk insanı ayakta tutmaya zorluyor. Mutsuzluk, aslında bizi güçlü yapan... Mutluluk ise hayata karşı olan tüm direncimizi kırıyor. Bizi savunmasız hale getiriyor. O yüzden gittiğinde kendimizi bir anda yerde ve yerle bir buluyoruz, felç oluyoruz, tutunamıyoruz, canımız acıyor, kırılıyoruz, inciniyoruz. İşte o zaman elimizden tutan, bizi yerden kaldıran, üstümüzü başımızı silkeleyip, bize tutunacak bir dal veren yine kadim dostumuz mutsuzluk oluyor. Biraz zor olsa da tekrar kalkıyoruz işte... İlginçtir ki ben bunu bu akşam keşfettim. Önceleri yaptığım sadece bunları yaşamakmış. Yaşamak her zaman yaşadıklarının farkında olmak demek değildir zaten. Ayakta kalabilmemin, güçlü olabilmemin, hayata tutunabilmemin yolu mutsuzlukmuş. Bana kalan, artık her daim yanımda olacağını bildiğim mutsuzluğumla barışık olmayı öğrenmek... Mutluluktan ise mümkün olduğunca uzak durmak... Tabi mümkün olursa... *** Eee yazımı okuduysanız bari bir de bu klibi izleyin ki tam olsun... Daha iyisini inanın ki görmedim ben... http://www.youtube.com/watch?v=cud_k9f6tqk
    3 puan
  26. Uzun cümleler kuramayacak kadar yorgunum. Kardeşimin tabiriyle "dün motoru yaktım" Öte yandan babamın yanında yorgunluğumu bu şekilde dile getirsem aynen şöyle der: -"Tarlaya, tarlayaaaa" Elbet biliyorum benden çok daha zor şartlarda yaşayan kadınlar olduğunu.. Ama aynı anda hem temizlik yapıp, hem metrelerce perde ütüleyip asıp, yemek yapıp, alışverişe çıkıp, çocuğun okuluna koşup, okuldan döndüklerinde onların dertlerini dinleyip, hoş tutmaya çalışıp, kendi kafanın içindekilerle ayrıca boğuşmakta hiç kolay değil be baba..Bunların üstüne birde, bakımlı, hoş, güler yüzlü olmayı da unutmayalım lütfen..Tabii sihirbazım ya ben! Kabul senin annen gibi çamaşırları külle döve döve yıkamıyorum.Teknoloji ütüye bile çare bulacak yakında..Geçenlerde okudum.Buharlı bir dolap yapmışlar, içine çamaşırları asıyormuşsun, dolabın içindeki buharla tüm çamaşırlar kırşıksız çıkıyormuş..İyi de metrelerce tül perde girmez ki o dolaba..Yok sanmam..Hadi ütülendi diyelim, onları yine binbir cambazlıkla ben asıcam yerine.. Ev kadınları size söylüyorum bak; bugün bizimde bayramımız...
    3 puan
  27. Kendi kendimi önüme koyduğumda karşıma çıkan o kendi görüntümdeki eksikleri çok iyi görme, hep farklı düşüncelere kaymama neden oluyor. Bunlar bazen farklı benleri ortaya çıkardıkları gibi bazan farklı benlerin isteklerinide önüme koyuyorlar. Öylesine bir gündü, önümdeki bankın arkasında bir kız bir erkek çocuğu orta yaşlı bir adamla oynuyorlardı. Çocuklardan birisi bana doğru koşarken diğer çocuk bağırıyordu 'Baba beni yakalayamaz, baba beni yakalayamaz' diye. Sonra baba, onlarca hayvan taklidi yaparken, yerlerde sürünürken, çocuklarına bir oyunda (Tiyatro) oynar gibi replikler ve kısa sahneler oynayarak 2-3 saatlik verdiği düeti bitirmiş oldu. Sonrası benim kendimle hesaplaşma dönemim di. Babam'ı çok sevdiğim kesinde, ama her baba gibi benim babamında eksikleri vardı, ben baba olduğumda benimde olacağı gibi. Neden benimde çılgın bir babam olmasın sorusunu işte o anda sordum. Neden olmasın? Benim babamda bazen beklenmedikleri yapsın, benim babam da bazen herkesi korkutsun, benim babam da bazen hepimizi kucaklayıp suyun altına soksun, benim babam da herkesin önünde annemi öpsün veya sinirlendiğinde avaz avaz gülsün, benim babamda eline saksafonunu veya kemanını alsın köşedeki parkta bankın üstünde çılgınlar gibi çalsın, benim babam da kendisi ile alay etsin isterdim. İşte bunların bazılarını görmek isterdim babam da. Yoksa çok şeymi istedim gene diye kendi kendime baktığımda, bu çılgın ben, belkide bana çok geliyor diye kafa bulmadan da edemedim... İşte öyle benimde bir çılgın babam veya annem olsun isterdim diye bitirelim.... Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim Hayatta ben en çok babamı sevdim. Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk Çarpı bacaklarıyla – ha düştü, ha düşecek – Nasıl koşarsa ardından bir devin, O çapkın babamı ben öyle sevdim. Bilmezdi ki oturduğumuz semti, Geldi mi de gidici – hep, hepp acele işi! – Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi. Atlastan bakardım nereye gitti, Öyle öyle ezber ettim gurbeti. Sevinçten uçardım hasta oldum mu, 40’ı geçerse ateş, çağ’rırlar İstanbul’a, Bi helallaşmak ister elbet, diğ’mi, oğluyla! Tifoyken başardım bu aşk oy’nunu, Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu. En son teftişine çıkana değin Koştururken ardından o uçmaktaki devin, Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için Açıldı nefesim, fikrim, canevim. Hayatta ben en çok babamı sevdim. Can Yücel
    2 puan
  28. BİR İTİRAFIM VAR En küçükken ip cambazı olmak isterdim çünkü babamın beni götürdüğü sirkteki ip cambazından çok etkilenmiştim. Sonra biraz büyüdüm çöpçü olmak istedim çünkü şu an moda olan hani şu renk renk lastik çizmeler var ya ben küçükken bir ara yine moda olmuştu ama annem “Ne o öyle, çöpçü çizmeleri gibi” diyerek bu isteğimi reddetmişti. Hani yani çöpçü olsam o çizmelerden benim de birer tane olabilirdi. Az daha büyüdüm astronot olmak istedim çünkü çoğu arkadaşım astronot olmak istiyordu, galiba bu defa da onlardan etkilendim. Epey bir büyüyünce doktor olmak istedim çünkü fen derslerinde oldum olası başarılıydım ama sonra bir fizik öğretmenim oldu, niyeyse kendisinden bir türlü haz etmedim. Hatta babamla yolda yürürken karşıdan gelen bir arabanın farlarını fizik öğretmenimin gözlerine benzetince babam benim doktor olmaktan vazgeçtiğimi ilk anlayan kişi oldu. Zaten o senenin sonunda babamla oturup en iyisi benim bir edebiyat öğrencisi olmam konusunda bir anlaşmaya vardık çünkü artık fizik derslerinden nefret ediyordum. Sonra bir psikolog olmak istedim çünkü hem öğretmenimi hem de psikoloji, sosyoloji, felsefe ve mantık derslerimi çok seviyordum aynı zamanda edebiyat alanında aldığım derslerin içinde en başarılı olduklarım bu derslerimdi. Üstelik öğretmenimin gözleri de araba farlarına hiç benzemiyordu, yani baya baya insan gözleri vardı En nihayetinde bir kütüphaneci oldum. Çünkü okulumuzun müdürü üniversite için tercihlerimi doldururken bu bölümün çok yeni bir bölüm olduğunu ve eğer kazanırsam üniversiteden mezun olduktan sonra gelip mezun olduğum lisede çalışabileceğimi söyledi. İyi bir teklifti çünkü işim daha liseden mezun olurken hazırdı. Buraya kadar her şey normal, zaman geçtikçe daha mantıklı kararlar aldığım ise bence aşikar.. Ama şimdi ben bir kütüphaneci olduğum için pişmanım, sıkıldım çünkü bu işten… Bana göre değilmiş, bence ben bir avukat olabilirdim, öğretmen de olabilirdim, politikacı bile olabilirdim. Herneyse aslında bunlar sorun da değil çünkü ben bunların hiçbirisini de olmak istemiyorum. Ben, sanırım bir vampir olmak istiyorum. Yaw ne salakça, ne fütursuz ve ne saçma bir istek bu, kendimden utanıyorum. Üstelik vampirlik diye bir meslek bile yokken… Onu da geçtim vampirlik bile yokken… Ya ben niye vampir olmak istiyorum, acaba okuduğum kitaplardan çok mu etkileniyorum? Her gece rüyalarımda vampir olduğumu görüyor ve ciddi ciddi bir vampir olamayacağım için üzülüyorum. Keşke psikolog olsaydım belki o zaman bu vampir olma isteğim konusunda bir fikrim olurdu veya vampir olmak istemenin bir delilik olduğunu bilir, kendi kendimi tedavi etmenin bir yolunu arardım. Ama ben bir kütüphaneciyim ve vampir olmak istemenin tedavisini bulamadığım gibi vampirlerle ilgili piyasada ne kadar kitap varsa, abuk subuklar falan da dahil hepsini kütüphaneye doldurmak, özel bir vampir kitapları köşesi kurmak, sonra onların hepsini okumak okumak ve daha çok okumak istiyorum. Beni Miyazaki'nin Kiki'si ıslah etsin, ne diyeyim artık!
    2 puan
  29. Hellenistik dönemde yaşamak istiyorum ben… Bir sabah uyanıp kendimi Hellen uygarlığının bir yerlerinde bulmak istiyorum. Ya da en iyisi Helen’in kendisi olmak istiyorum ben; Paris beni kaçırsın da Truva Savaşı’na neden olayım istiyorum. Sonra bir de hedonist olmak istiyorum. Tek amacımın zevk almaktan ve mutluluktan ibaret olduğunu düşünmek istiyorum. Olmuşken bir de köpük banyosu istiyorum ben… Böyle köpük köpük… Bazen de Ömer Hayyam olmak istiyorum; “İç bade, sev güzel Var ise aklı şuurun, Dünya var imiş, yok imiş Ne umurun.” demek istiyorum… Hazır ben Ömer Hayyam olmuşken, Ömer Hayyam da ben olsun istiyorum ve tıpkı benim yaptığım gibi her şarap içişinde de benim için “Bu da Ömer Hayyam hakkı” desin istiyorum. Bazı zamanda çemberinde gül oya olmak istiyorum ve türkümü de sadece Selda Bağcan söylesin, başka da kimse söylemesin istiyorum. Sonra hiçbiri olamıyorum, "benden hiçbir şey olmaz, asla da olamayacak" diye düşünüyorum. Ve farkına varıyorum, benden bir şey olmuş! "BEN" olmuşum. Tabii bu durumda klasik son; “İyi ki de ben, benim!” demeliydim herhalde… Ama demesem de olur. Çünkü Ömer Hayyam ben olsaydı daha bir değişik olurdu sanki… Haydi o zaman bu da Ömer Hayyam hakkı;
    2 puan
  30. ßen 15 yaşındaydım... Kış aylarıydı ve televizyonlar her akşam Körfez Savaşı ile ilgili haberler geçiyordu... Teyzem gelmişti. Her kış gelirdi zaten, kışı birlikte bitirirdik ve her bahar Giresun'a ailesinin yanına geri dönerdi. Tıpkı Demeter'in kızı Persephone gibi... Aramızda fazla yaş farkı yoktu teyzemle, zaten birlikte büyümüştük. Ondan olsa gerek bizimki teyze-yeğen ilişkisinden çok bir arkadaş, dost ilişkisi gibiydi... Bir de kuzeni vardı teyzemin, kuzeninin de bir arkadaşı... Oktay... Teyzem ve Oktay, aynı yaşlardaydılar, birbirleriyle ilk defa o kış karşılaştılar... Ve bu karşılaşmanın ardından etrafı mis gibi çiçek kokuları kapladı, hikayeye göre zaten, Eros'un geçtiği yerler çiçek gibi kokardı... Bir aşk başladı... Bahar gitgide yaklaşıyordu. Persephone artık sevdiğinin kollarından ayrılıp, annesinin yanına dönmeliydi ama bu defa bunu hiç istemiyordu... "Evlenelim o zaman" dediler... "Bir daha da hiç ayrılmayalım..." Sonra herşey cehenneme dönüştü... *** Anneannem anlamsızca bu evliliğe karşı çıktı. Buna bir sebep istedik. "Savaş" dedi... "Sebep, Körfez Savaşı..." Gerçekten de anlamsız bir sebepti... "Ya savaş, Türkiye'ye yayılırsa, ya herkes savaştan korunmak için memleketine geri dönerse..." Savaş Türkiye' ye yayılırsa ve herkes savaştan korunmak için memleketine dönerse, diğer bütün çocukları Giresun'a dönecekti; çünkü diğer bütün çocukları Giresunlu birileriyle evlenmişti ama Teyzem'in Oktay'ı Gümüşhaneliydi... "Belki de o zaman seni kaybederim, bulamam, bir daha da göremem. Olmaz, onunla evlenmene kesinlikle izin vermem, evlenirsen de sana annelik hakkımı helal etmem." Sonra Dedem, teyzemi geri götürmek üzere apar topar İstanbul'a geldi. Teyzem günlerdir hastaydı, üşüyordu, terliyordu, titriyordu... Ayağa kalkamayacak kadar yorgundu ama Dedem yine de onu götürdü... *** 6 Ay Sonra... Buruk mutluluklar yaşadınız mı hiç? Hani üzülseniz bir dert, sevinseniz bir dert... İşte öyle bir günümdü, Teyzem evleniyordu. üstelik savaş da bitmişti... Teyzem evlendikten sonra artık Almanya'da yaşamaya başlayacaktı; çünkü eşi orada yaşıyordu... *** Ve 5 yıl göremedik onu... 5 yıl sonra bize dönüşü bir Haziran ayına denk geldi... İki kişi gitmişler, üç kişi dönmüşlerdi, teyzem artık bir anneydi... Ben ise bir aşık... Bana bu kadar acı veren bir aşkla daha önce hiç karşılaşmamıştım... Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum, acı çekiyordum, kurtulamıyordum... Kafam tıpkı çöp evleri gibiydi, onunla ilgili hiçbirşeyi kafamdan atamıyor, atamadığım gibi ne varsa kafamın içine yığıp duruyordum... Ayrılmıştık... Oysa annesi bizi öğrenene kadar, herşey ne kadar da güzeldi, ne kadar da mükemmeldi... Hani asla ayrılmayacaktık... Ona geri dönmek istiyordum ama "nasıl geri dönülür?" bilmiyordum. Daha önce bana kimse bunu öğretmemişti ki... Birkaç kez birşeyler yapmayı denemiş sonrasında da hep vazgeçmiştim... Gurur denilen şeyden nefret ediyordum... *** O gece teyzem, benimle uyumak istediğini söyledi, tıpkı eski günlerdeki gibi... Anlamıştım, başka birşey vardı, uyumak değil de sabaha kadar konuşmak istiyordu sanki... "Olur" dedim ve sabaha kadar uyumadık... "Bugün dışarı çıktım" dedi. "Eve dönerken Oktay'ı gördüm" İyi de nereden öğrenmişti ki Teyzem'in döndüğünü... "Bilmiyorum, şaşırdım" dedi... "Sanki günlerdir orada beni görmeyi bekliyormuş gibiydi..." "Konuştunuz mu?" dedim. "Hayır" dedi... "Ama çok istedim..." "Konuşsaydınız keşke" dedim... Sonrasında sustu, gözleri doldu, anladım ki ben de susmalıyım. Susmalıyım; çünkü artık beni duyamazdı, artık benim yanımda değil, yıllar öncesinde Oktay'ın yanındaydı. Ve birden gözlerinden boncuk boncuk yaşlar dökülmeye başladı... "Keşke..." dedi. "Keşke ne yapıp edip, onunla evlenseydim... Oysa ben hiçbirşey yapmadım, sadece kabullendim..." Sonra apar topar burnunu temizledi, gözyaşlarını sildi ve bana döndü; "Onu bugün görüp de, gözlerine baktığımda onun için mücadele etmediğime çok pişman oldum... Keşke elimden ne geliyorsa yapsaydım, yapabileceğim hiçbirşey kalmamış olsaydı... O zaman belki de kendimi bu kadar kötü hissetmezdim, yapacağım herşeyi yaptım ama olmadı, derdim." dedi. Sonra bana "Anladın mı?" dedi... "Sana ne demek istediğimi anladın değil mi?" "ANLADIM" dedim... Anlamıştım... "O zaman artık uyuyalım" dedi... "Neredeyse sabah olmak üzere..." "Uyuyalım o zaman" dedim... "Sabah olmak üzere..." Sonra düşündüm; "Sabah ilk iş onu aramalıyım... Zaten çok özledim..." Sonra uyudum...
    2 puan
  31. Akşam oluyor ve ben yalnız kalıyorum. Yalnız da kalamıyorum aslında.. Aklım sen, fikrim sen, ben sen, 1 kilometre ötem, 100 kilometre ötem sen… Kendimle bile yalnız kalamıyorum. Kafamın içi şehir trafiği gibi, kalabalık, gürültülü... Sessizliği özledim... Seni özledim... Bütün şarkılar mı sen? Her yer mi sen oldun? Hepsini anladım da ben nasıl sen oldum? Acıyor, dindiremiyorum bir türlü bu acıyı, sürekli dua ediyorum, zaman geçsin, en azından dinsin içimdeki fırtına... Süt liman denizlerimi özledim, denizler de durulmuyor sen olmadan… Tanrım, Tanrımmmm dursun artık yağmurlar, dinsin artık bu delicesine fırtına, savrulup duruyorum. Tutuşuyorum ateşlerinde. Yoruldum, çok yoruldum, dindiremiyorum yağmurları gücüm yetmiyor, durduramıyorum fırtınaları, Tanrı mıyım ki ben, nasıl yapayım? Çok güçsüzüm, çok dermansızım, çok yorgunum, çok umutsuzum. Ondan yana değil, kendimden yana bu sefer umutsuzluğum. Ben artık kendimden umutsuzum! http://www.youtube.com/watch?v=BnkKoKCKnOo
    2 puan
  32. ufff YSG li bir gündü... Büyük sevinç ile çıktığım 18 günlük iznim bitti yarın iş başı izin dönüşü tatilde olan 17 yaşındaki yeğenim melis'imide aldım yanıma döndüm evime... hadi alışveriş falan yapalım bir parkta soluklanalım dedik boş kalan salıncaklara oturduk derken ilk girişimim hüsranla sonuçlandı çünkü 0-1 yaş grubu için ve daha yetişkinler için 2 adet salıncak türü varmış meğersem... ahir ömrümde bunuda öğrendim. çoluk çocuk olmayınca parklada işi olmuyor insanın işte.. Ama moral bozukluğumu anlatamam size.. Nedenmi ? şimdi ben yeltendim oturayım afedersiniz totom sığmadı bende bir feryatt "kız melisss sen nası sığdın oraya bu olmadı bana!" zira melis benden az biraz daha zayıftır... ablaa gel buna gell dedii niyekine demeye kalmadan yer değiştirdik ve ben hoop sığdım diğer salıncağa.. sığdımya benim için o önemliydi sonradan tabi yaş farkı ile bilgilendirdi beni sevgili yeğenim "abla bunlar küçük bebekler için biraz daha küçük oluyor düşmesinler diyee!" hııı ! iyiymiş nasıl akıl etmiş bizim akılsız yöneticiler diye içimden geçirirkene birden bir köpek yaklaştı yanımıza... koşarak ta geliyor melis kızanım refleksle ; çü bee çüüüü dedi! ( trakyada köpekleri kovma kipi! ) tabi köpek durmadı... kız melisss bu köpek trakyalımı anlasın! dedim yüksek sesle düşündüm ve birden "hoşt" dedi melis köpek anladı beyaaa emencik diğiştirdi yönünü başka tarafa tabi ama bize bir kriz geldiii hala gülüyoruz.. onun için trakyamın köpeği bile bi başka... te oka! (işte okadar)
    2 puan
  33. neredeyim biliyor musun? yalnış bir dünyada doğru bir hayat sürmeye çalışmanın kederinde ve en kederli anımda bile içimi yaşama sevinciyle dolduran bir çocuk gülüşünde... /Melih Çoskun...
    2 puan
  34. http://youtu.be/jYF5SFhtS1E öyle bigeceydi işte mendirekte salıncaklar saçma gelmişti ama yanımda sen vardın sevgili ay bile yeşil mavi titreşirken unutup da rengini ellerin ay olmuşken avuçlarımda hiç nedensiz yıkıldı birden mendirek ve sıçrayarak salıncak gönlüme kuruluverdi öyle bigeceydi işte sevgili ay mendirek salıncak bide salınan hayallerim ..
    2 puan
  35. Önceden planlanmamış tatilleri oldum olası sevmişimdir. Aniden ertesi gün için hazırlıklara başlamışsındır bile. Birde tatil sıradışı olursa deymeyin keyfine. Bundan yaklaşık 1 ay önce yengemden gelen bir telefon ile böyle bir maceralı tatil yaşadım. Abim Uluslararası sefer yapan gemi kaptanıdır (suvari). Uzun yıllar yük taşıyan gemilerde oradan oraya gider gelir. Maceramız Göcekte başladı. Yengemden gelen telefon ile ertesi gün yola çıktım. Muğlada yengemle buluşup Göceğe hareket ettik. Önceden ayarlanmış ufak bir tekne bizi yabancı bandralı olan abimin de kaptanı olan yük gemisine kaçak götürüp bıraktı. Planımız birkaç saat hasret giderip inmekti. Abim bizle birlikte yola devam etmeyi kekova da bizi bırakabileceğini ve Antalya da olan kızının da eşi ve çocuğu ile oraya gelip onları da görmek istediğini söyledi. Hadi bakalım yük gemisinde kaçak olarak sefere buyrun. Yola çıktık, hava kararınca biz kaptan köşküne çıktık.Otomatik pilotla hareket eden gemide ne ne işe yarar az çok öğrendik.Bu arada rota değiştirmesini de öğrendim Zor birşey değil düğmeyi istenen rakamın üzerine getirip okeylemek Gecenin sessizliğinde uzaktan yer yer kara ışıklarını seyredip,zaman zaman telsizden gelen konuşmaları dinleyerek ve meraklı bakışlarla o kadar çok aletin işlevlerini öğrenerek zaman geçirdik. Ertesi gün sabah kekova yakınlarındaydık. Kızı da eşi ve oğlu ile oradan gemiye geldiler. Yedik içtik sohbet gırgır şamata falan birkaç saat geçirdik. Ayrılma vakti geldiğinde biz Antalya istikametine abim de Girite doğru yola çıktı. Gemiye biniş ve inişlerde sahil güvenliğe yakalanmamak için büyük heyecan yaşadık nede olsa kaçak yolcuyuz. Sonrasında Antalya ve çiftlikte 12 günümüz güzel geçti. Gemi maceramız bu kadar da değil. Eve döndüğümün ikinci gününün geceyarısı bir telefon geldi.Yengem sabah İstanbula gitmemiz için evden izin kopardı. Yengem internetten uçak bileti ayarlanıp sabah yine yola çıktım. Yengem ve torunu ile İstanbul havalimanında öğlen buluştuk. Bizim yük gemisi Giritten İstanbula gelip yük boşaltmış ertesi gün Mısıra ve oradan Lübnana gidecek. Birkaç saatliğine gemiye girip sonra abim yoluna biz birkaç tanıdıklara uğrayacağız. Gemiye Ambarlı limanından misafir olarak girdik. Gemiye binip ardından inmek ne mümkün,kaçak yolculuğa alıştık ya abimde plan hazır. Sizi göcekte indireyim dedi. Gemlik de yük alacağımız liman Hadi bakalım,sabah yola çıktık. Gemlik limanına yük almak için girdik. 2 günde araba ve ankastre yapımında kullanılacak silindir rulolar ve plakalar gemiye yüklendi. Tabii bizim görünmememiz lazım, güverteye falan çıkamıyoruz. 2 gün kuluçkaya yatmış gibi kaptanın kamara salonundayız gelsin çaylar kahveler yemekler. Dünya tatlısı torun da olmasa ne yapardık acaba. 2 gününü sonunda sabah yola çıktık belli bir mesafeden sonra kendimizi güverteye attık. 4 gün ve gece hiç durmaksızın süren bir yolculuk yaptık. Çanakkale boğazı girişine gece geldik. İlginç bir deniz yolu trafiği ile karşılaştım. Karayolu kavşağından geçer gibi geliş istikametini geçip karşı yöne geçilecek. Telsizlerden rota belirlemeler, hesaplamalar,hız ayarları derken gidiş istikametine geçtik. Tabii bu 1 saati geçen bir sürede oldu. Sabahın erken saatlerinde gemiye tekne ile freeshop un geleceği bildirildi. Alınacaklar listelendi. Box sigaralar içkiler falan. Freeshoplar sadece havalimanlarında denk geldi. İlk defa tekne ile yanaşan freeshopa gördüm. Duyunca elbet şaşırdım,tahmin edemeyeceğim bir şeydi. Güneye kara ve adalar arasından indikçe adı sıkça duyulmuş,kimi nam yapmış kimi olay yaşanmış adaları da görme imkanım oldu.(kardak,kos).Ayrıca bazılarının yakınımızdan geçtiği gezi gemileri,transatlantikler,güneşin batarken huzur veren ve yoğun duygu seli yaşatan görüntüsü,ayak basılmamış bakir kara parçaları,geceleri Ay ın denizle bütünleşip yakamozunla denizi yıkayışı.Kısaca şiirler yazdırırcasına hayallerin yoğunlaştığı bir görsel. Göceğe sabah erken saatlerde vardık. Bizi alacak tekne yanaşırken hem heyecan hem burukluk içindeydik. Gemiden uzaklaşırken yanımızdan geçen sahil güvenliğin gemisini farkettik. 5 dk ile kurtulmuştuk. Göcekte bir tanıdığın apartında 1 gece kaldıktan sonra evlerimize dönüşe geçtik.Güzeldi..
    2 puan
  36. Kimilerine göre dünyaca ünlü bir şair, kimilerince “kartpostal şairi” ve kimilerince de aşklarıyla, sevdalarıyla ünlü bir şairdir Nazım Hikmet. Oysa Nazım Hikmet’i Nazım Hikmet yapan dahiyane yetenekte bir şair olmasıdır. Yaşamında da ölümünden sonra olduğu gibi bazen yere göğe sığdırılamamış bazen de yerin dibine batırılmıştır. Ama kim ne derse desin Nazım Hikmet eşsiz bir şair olarak yüreklerimizde yaşayacaktır. 1902’de doğdum doğduğum şehre dönmedim bir daha geriye dönmeyi sevmem üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu ve on dördümden beri şairlik ederim kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir ben ayrılıkların kimi insan ezbere sayar yıldızların adını ben hasretlerin… 15 Ocak 1902’de Selanik’te doğan Nazım Hikmet, kendi Otobiyografi’sinde de söylediği gibi bir daha doğduğu şehre dönmemiş, dönememiştir. Kavgayla, mücadeleyle geçen koca bir ömür ona bu fırsatı tanımamıştır. Çocuk denecek yaşlarda şiirle ve resimle uğraşmaya başlamış, ama şiiri ve edebiyatı hiçbir zaman salt sanatsal bir uğraş olarak görmemiş, daima ezilenlerin, sömürülenlerin, haksızlığa karşı dövüşenlerin yanında yer almıştır. Yaşadığı hayata, hayatın getirdiklerine karşı tarafsız olmamış, toplumsal sorunlara karşı duyarlı olmayı, halkını ve ezilenleri aydınlatmayı bir görev olarak kabul etmiştir. Onun durduğu taraf, küçük-burjuva aydınların veya salt entelektüel kaygılarla “sanat” yapanların tarafı değil, tarih bilincine sahip ve fikirleri uğruna mücadeleye girenlerin tarafıdır. Şairim bir yıl yağan yağmur kadar şiir yazdım.. Fakat asıl şaheserime başlamak için Hafızı Kapital olmayı bekliyorum. Maalesef hayatının bu son yıllarında bürokrasinin entrikalarıyla uğraşmak zorunda kalmıştır. Gittikçe artan yurt özlemi ve bir şeyler yapamamanın verdiği acıyla eşi Vera’ya “Ülkemden ayrılmakla hata ettim. Halkının geleceği için mücadele eden insanın halkıyla canlı bir bağ içinde olması gerekir, ülke içinde mücadele etmesi gerekir. Bugün gerçekçi olan tek yol budur. Öldürülürdük. Fakat ne çıkar bundan? Birkaç yüz şiir daha az yazılmış, ne önemi var bunun?” diyecek, hiç değilse ölünce Anadolu’da bir köy mezarlığına gömülmesini isteyecektir: Yoldaşlar nasip olmazsa görmek o günü, Ölürsem kurtuluştan önce yani, Alıp götürün Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni. Yıllarca çektiği acılara, sıkıntılara, hasretliğe yiğitçe göğüs geren Nazım’ın kalbi, sonunda 3 Haziran 1963’te susar… “Oturuk, bacakları uzanık, kolları iki yanına düşük, gazete ve mektuplar önüne saçık, mavi gözleri yarı açık” bir halde bu mavi gözlü dev, hayata veda eder. Moskova’da Novo Deviçiye mezarlığına gömülür. Burası Çehov, Gogol, Mayakovski, Ostrovski gibi pek çok ünlü yazar ve şairin yattığı bir yerdir. Mezarına, üzerinde Nazım Hikmet’in kabartma figürü ve imzası bulunan kara mermerden bir anıt dikilir. Ve senin safında olmakla övündüm…
    2 puan
  37. arkadaş gidiyon markete alışverişini yapıyon kasaya geliyosun artık ürünlerin geçiyo kasiyer poşet veriyo ulan uğraş uğraş o poşet açılmıyo anasını satim.elinle ufalıyon ufalıyon üflüyon buruşturuyon elimi dilime götürüp biraz tükmüklüyom yok olmuyo.millette bana bakıyo sırada bekleyenler.hadi bir an önce poşetine koyda git diye.biride yardım edim demiyo.cebelleşiyorum ben orda.sonra kasiyer elini bi atıyo hemen açılıyo poşet..bide sırada beklerken görüyorum genelde bayanlar yapıyo kasiyer poşeti veriyo kafasını bi saniyeliğine bi tarafa çevirir çevirmez ordaki bütün boş poşetleri alıp ürünleri koyduğu poşete atıyo.bitanesi yakalandı.evde çöp poşeti yapacakmış öyle diyo.sendde koymo o zaman o kadar poşet kasiyer alla alla.millet alıyo işte.hem poşet koyarken poşeti açıpta koy.açan var açamayan var.bu poşeti açmanın püf noktası nedir yav. </body>
    2 puan
  38. ablam evlendikten sonra benim yaşadığım bir problem bu.başka kardeşimde yok annem babam ve ben yaşıyoruz evde.bi misafir geldiği zaman eyvah ki ayvah.annemde hep bana söylüyor.oğlum hadi misafirimize şundan getir yok meyve getir yok çay getir.niye ben getiriyorum yaa acayip canım sıkılıyo bu duruma.heleki mevzu çaysa.annem bana hadi oğlum bi çay getir diyo gider getirrim.o benim annem.annelerin dediği yapılır.lan misafir sana ne oluyo.sen niye benden çay istiyon.kalkta kendin al alla alla.bu çay getirme olayına uyuzum zaten.bardağı alıpta mutfağa gitmem.getirirken elim titriyo anasını satim.herkes bana bakıyo ha döktü ha dökecek diye.bu bakışları sevmiyom ben.gider çaydanlığı getiririm.adamın önüne sehpa koymuşuz boş bardak sehpada.adamın ayağıda sehpanın yanında.çay doldururken çaydanlığın altında yani demliğin altında biriken damla damla olmuş o sıcak su bu sefer adamın ayağına damlıyo.çekiyo ayağını hemen can havliyle bakıyo bana ters ters.ne bakıyon olim bilerek mi yaptık sanki ,çaydanlığı aldımmı kafanda kırarrım haa diyecen ama diyemiyon işte.hem çayını getiriyom hemde özür diliyom.utanmasa şekerimide at karıştır diyecek.oldu yerinede ben içim.zoruma gidiyor yav.niye benim bi kardeşim daha yokki.annemde demese olmaz yani.evin genç kızı gibi kullanıyo beni.buda benim hoşuma gitmiyor arkadaş.
    2 puan
  39. Milli görüş gömleğini çıkardıklarını iddia ederek başa geçenlerin, artık "ustalık dönemi" diye tabir ettikleri dönemi hep birlikte yaşıyoruz hamdolsun !! E zaten ülkenin ilgilenilmesi gereken yüzlerce, binlerce sorunu ulu orta dururken, çıkardıklarını iddia ettikleri gömleğin cebinden aldıkları ajandadaki maddeleri sırasıyla şakkadanak ülke gündemine sokmaları bu ustalığın göstergesi değil mi? Dünya üzerinde görülmemiş derecede ileri demokrasi teknikleri kullanarak, ülkeyi muasır medeniyet seviyesinin gerektirdiği (ve hatta ötesinde) muhafazakarlığa sürüklemek için gösterdikleri insan ötesi çaba da takdire şayan doğrusu.. Hedefi "dindar bir nesil yetiştirmek" olanların, ne olursa olsun din dışı uygulamalara müsamaha göstermeyeceklerini anlamak için ermiş olmaya gerek yok. Ha bugün gösteriyormuş gibi görünebilirler; ta ki o ajandalarındaki maddeleri birer birer ülke gündemine sokup yasalaştırana kadar. Başbakan bir kaç gün önce çıktı ve "Sezaryenle doğuma karşıyım. Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum" dedi. Olabilir.. Demokratik bir ülkede bir başbakanın da belli bir konuda kişisel fikrini beyan etmesi kadar doğal bir şey olamaz. Lakin biz bir demokratik ülkeden ziyade, ileri demokrasi ülkesi olduğumuzdan bizde biraz problem.. Biz başbakanın kişisel görüş ve isteklerini anında emir telaki ederek üzerine vazife alan siyasetçilerle dolu bir ülkeyiz!! Başbakanın ilgili söyleminin hemen ardından TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanı çıkarak, kürtajın bir insanlık suçu olduğunu, kürtaj ile doğacak çocuğun yaşam hakkının elinden alındığını, bunun kötü bir şey olduğunu ve anne karnında hayatını devam ettiren çocuğun maddi ve manevi varlığına karşı yapılan saldırıların cezalandırılması gerektiğini söyledi. Buna gerekçe olarak da insan hayatının tam olarak ne zaman başladığının bilinmemesi ve işin gelenek görenek boyutuyla birlikte insan hakları boyutu gösteriliyor.. Ne yazık ki (!) TBMM'nin gündemi ağırmış ve bunun için biraz beklemek gerekirse de önümüzdeki günlerde gündeme alınabilirmiş.. Hazmettire hazmettire yani.. Hedefi dindar bir nesil yetiştirmek olan Başbakan'ın, kişisel görüş ve isteklerinin kaynağı da malum; Din... O yüzden de özellikle son dönemlerde çıkarılan yasalara baktığımızda, sivil toplum kuruluşlarından ve daha da önemlisi konunun muhatabı olan bilim insanlarından görüş alınmadan, hatta onların karşı çıkmalarına rağmen yasalaştığını görüyoruz. Bunun son örneğini 4+4+4 olarak adlandırılan yasada gördük. Bu yasanın içeriğindeki pek çok madde, eğitimcilerin ve pedagogların karşı çıkışlarına rağmen yasalaştı. Şimdi de görüyoruz ki kürtajın yasaklanmasına ilişkin olarak ciddi bir hazırlık içindeler. Türk Tabipler Birliği Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kolu, Başbakan'ın sözlerine karşılık internet sitelerinden bir bildiri yayınladı. ( http://www.ttb.org.t...haber-3194.html ) Türk Tabipler Birliği de bu konu ile ilgili olarak yarın ( 30 Mayıs 2012) bir basın toplantısı düzenleyeceğini duyurdu. Eminim ki Başbakan bu tepkilere karşılık yine belli bir alaycı üslup kullanacak, "monşer" benzeri bir yakıştırmayla küçümseyerek bunları ideolojik bir yaklaşım sergilemekle itham edecek ya da "taraf olmayan bertaraf olur" da sergilediği gibi aba altında sopa gösterecektir. Belki de her ikisi.. Ne de olsa bu konularda ulemadan cevaz alındıktan sonra gerisi laf kalabalığı... Kürtaj neden yaptırılır peki? Genelde planlanmamış, istenmeyen gebelikleri sonlandırmak için. Bunun yanında anne hayatının tehlikede olması ya da doğacak çocuğun anomalili olması gibi durumlar da olabilir. Muhtemelen kürtaj yasağı ikincil durumları kapsamayacaktır. (E o kadar da değildir umarım) Buradaki yasağın amacı planlanmamış, istenmeyen gebeliklerin sonlandırılmasını engellemek. Peki bunun için zaten hali hazırda önlemler yok mu? Yani etkin doğum kontrol yöntemleri kullanılamaz mı? Örneğin doğum kontrolü için halkın büyük kesimini içine alacak şekilde bilinçlendirme çalışmaları ve bu yöntemlere daha kolay ulaşılmasını sağlamaya yönelik tedbirler alınamaz mı? Elbette olabilir... de, o zaman aşağıdaki gibi bir taşla 3-5 kuş vuramazlar.. Dince uygun olmayan bir uygulamayı yasaklamak.. 3 çocuk isteğinin önündeki engellerden birini kaldırmış olmak.. Kadınları kendilerince layık gördükleri konuma biraz daha yerleştirmek.. Kürtaj yasağıyla zina olarak değerlendirilen evlilik dışı ilişkilere bir nebze olsun çekince getirmek.. Sırf dogmatik bir nedene dayalı olarak getirilecek bu yasaklama, çok ciddi olumsuzlukları da beraberinde getirecektir. Bu olumsuzlukları önleyecek bir mekanizmanın kurulması da ne yazık ki mümkün değildir. Kürtajlar bir şekilde merdiven altlarında yine yapılacak, insanlar ilkel ve fiziksel şiddet içerikli yöntemlerle düşük yapmaya kalkacak, istemsiz dünyaya gelen çocuklar sosyal bir travmaya neden olacaklardır. E ne diyelim... Yetmez ama evet...
    2 puan
  40. Lafa nereden başlayacağımı bilmiyorum. Yıllarca okudum.. Tuvallette okudum, otobüste okudum, sonra metro çıktı orada okudum.. Kendimi bildim bileli yemek yerken bile okudum.. Matematik okudum, psikoloji, felsefe, tarih okudum.. Yeni yıl kutlamaları yapılırken bile ben sabahlara kadar okuyordum... Taa ki.. Kendimi keşfetmem mi diyeyim, yoksa insan psikolojisini keşfetmek mi diyeyim bilmiyorum ama "Puşkin'in Gizli Güncesi" adlı bir kitap beni derinden etkiledi. Puşkin severlerin bir kısmı bu güncenin ona ait olmadığını iddia etse de ilginç bir kitaptı.. hayatımda hiç açık olmadığım kadar açık bir yazı yazacağım. Ruhumu olduğu gibi ortaya sermek istiyorum. Puşkin'in güncesindeki gibi.. (Tabii eğer alkolün etkisi geçer de vazgeçmezsem) Hayatıma normal herhangi bir salak erkeğin olduğu gibi yüzlerce kadın girdi.. Bazıları yıktı geçti, bazılarının esintisi bile vurmadı yüzüme.. en sonunda anladığımı şu, biz(erkekler) hakikaten salağız.... Binlerce insanla çalışma fırsatı bulunca insanları bir bakışta tasnifleyebiliyorsun. Böyle bir yeteneğim olduğuna inanıyorum. kadınları da aynı şekide tasnifledim.. Ruhumu çırılçıplak bırakmak için hazır mıyım bilmiyorum ama yine de yazacağım.. İnşallah moderatörler "dismiss" etmezler:) İlk önce duygusal kısmından gireyim.. Hayatımda yalnızca 2 kadın sevdim. Sonuncusuna kavuşamadığımdandır herhalde, "Leyla&Mecnun" hikayesine döndü.. onu görmeden yıllar geçmesine rağmen hergün onunla yaşıyorum.. Bütün bu yazılarım da onadır aslında.. o okumuyor onu da biliyorum.. Her kadını tasnifledim de onu bir yere koyamadım.. hayatıma giren herkes de onu aradım.. zerresini yakalayamadım ve sonuna gidemedim.. Duygusal kısmı geçtik, kadınlara gelelim. Benim şahsi fikrim kadınların şeytan olduğu yönündedir. Bazı arkadaşlarımız buna şiddeti tepki göstereceklerdir (bayan arkadaşları kastetmiyorum).. ama onlar da bence yalakalıklarından yapacaklardır bunu.. Ya da umutlarından dolayı.. Bu benim şahsi fikrim, kimse üzerine alınmasın lütfen.. Haa, şeytan derken öyle mistik ritüellerden bahsetmek istemedim.. Sadece bizden çok daha zekiler ve kurnazlar. ."Suya götürüp susuz getirebilirler" hayatta girilebilecek her mekana, her türlü batağa girdim. ve her türlü fantazinin alasını da yaşadım. Kim kimi kullandı hala emin değilim... Puşkin'in Gizli Güncesi'ni okursanız eğer, orada okuduklarınızdan, ya da Puşkin'in hayallerinden öteye geçtiğimi rahatlıkla söyleyebilirim.. ve aslında inandığım ne biliyor musunuz, kadın ruhunun bizden daha hassas olduğu kadar bizden daha da derin olduğu... Benim hayallerim ve yaşadıklarımdan daha da derin.. Bunca yıldan sonra kadınlar hakkında kesin hüküm verebileceğim tek şey, aşık olan kadın aldatmaz... gerisinden korkun arkadaşlar. Hayatımın sonbaharına yaklaşıyorum.. bazı arkadaşlarım daha gençsin diyecektir belki de (muhtemelen benden daha büyük olanlar:)).. ama ruhumun hissettiği bu. bazıları der ya benim ruhum genç diye.. benim ki çok yaşlı arkadaşlar.. Detaya girmeye gerek yok.. Kitap reklamı yapmıyorum ama inanın bu kitabı herkes okumalı.. Ruh'un nasıl çırılçıplak bırakılabileceğinin örneği. Yukarıda yazmıştım ruhumu çırılçıplak bırakmak istiyorum diye ama bunu burada nereye kadar yapabileceğimi bilmiyorum.. dediğim gibi alkolün etkisi geçiyor sanırım.. Egom tekrar baskın hale geliyor.. İki dakika müsaade.. 2 founddip bu işi çözer galiba.. Fonda "Unutursun" çalıyon Candan Erçetin'den.. Gel de melankolik olma şimdi... Nasıl yazayım ben şimdi gerçekleri.. Benimki iflah olmaz bir aşk.. ondan kurtulmak için yıllardır çöllerdeyim.. mecnun mu oldum ne şaka bir tarafa her erkeğin hayatında sadece bir kadın olabilir hayatı boyunca.. Ben böyleyim.. umarım diğer hemcinslerim de böyledir.. (bu yalandı...) Bir erkek her türlü boku yer.. Sonra kendini kandırır, ben bunu yaptım şunu yaptım diye.. aslında yapılan kendisidir de haberi yoktur... Araya sıkıştırayım bari, burada 2 arkadaşım var, ikisini de bu yazıdan sonra kaybedeceğim gibime geliyor.. Olsun gerçekleri olduğu gibi yazmam lazım.. (aradan yarım saat geçti...) ve ben kimseyi kaybetmek istemiyorum.. yazımı burada sonlandırıp yayımlıyorum.. Okuyan herkesi, aşk'ı bilen herkesi çok seviyorum..
    2 puan
  41. Zamanın gözbebeklerinden yuvarlanıp seni "sana" yazdım dün gece. Oysa yarın erken kalkacaktım. Göğsünde dikenleri taşıyan rüzgarların saçlarını yıkayacaktım gözyaşlarımla. Sütten yeni kesilmiş dağ ceylanlarını sabah ezanında uyandıracaktım. Uyumalıydım aslında. Kirpiklerim, uykuya hazırdı oysa. Ama ben seni düşündüm yıldızların siyahı giyindiği gecenin dar vakitlerde. Uykusuzluğumu taş dibeklerde dövüp ben seni " sana " yazdım dün gece. Yüreğimi kalem bilip sevdamı bıraktım mürekkebin sıcak koynuna. Yürek luğatindeki tüm kelimelerimle bir bir seni anlatmaya çalıştım. Seni " sana " yazdıkça , gözlerin parmak uçlarımı okşuyordu sanki. Dur durak bilmiyordum. Kalemin ucundan mürekkep değil bembeyaz yüreğinin mavi denizlerine "ben" akıyordum sanki... Hatırlar mısın gülüm, seni sevdiğim zamanları. Gözlerini ilk gördüğümde; güneş, nadasa bırakılmış toprağa ekiliyordu. Yıldızlar, gecelere bir gelin edasıyla birer birer seriliyordu " seni" yüreğime ördüğümde. Güneş, toprağa; gece, karanlığa; kelebekler, bahara ve ben sana sevdalıydım. Utangaç yanaklarına uzanıp gözlerimi pamuksu düşlere kapatmıştım. Sesin, hoyrat meltemlerin sarıldığı deniz kadar ılıktı. Dokunmaya bile kıyamadığım bir yürektin sen. Her gece uyurken gözlerine cicekleri taşırken gözbebeklerini inciteyeceğim diye korkardım. Gözlerinin içine bakmaktan çekinirdim. Her baktığımda buz dağının güneşin karşısındaki erimesi gibi gözlerindeki umut tanelerinin de erimesinden korkardım. Bilirsin, ellerim küçüktür benim. Küçük ellerime düşleri giydirip yüreğinin resmini çizdim gökyüzüne. Alnındaki ince cizgileri işledim bulutların narin gözlerine.. Oysa irin toplamış acıları soğuk kaldırımlarda dövmekte usta olan ellerim, yüreğinin resimini gökyüzü tuvaline yapamayacak kadar acemiydi. Oysa alnındaki ince çizgileri bulutların gözlerine işlemekten aciz ve bir o kadar kabaydı...Gözlerini, suya; yüreğini semaya yazdım.Küçük ellerimle nasıl çizdim bilmiyorum ama dün gece seni " sana " yazdım. Seni " sana " yazdığımda sen uyuyordun. Ay ışığı saçlarına beyazları giydirmişti.. Kangren gece, kirpiklerine yaslanıp delicesine umudu soluyordu.. Avuç içlerinde, rüzgarla olan kavgalarını bir türlü bitiremeyen hayırsız fırtınalar sabahın geceden ayrılışını bekliyordu. Oysa senin olan bitenden haberin yoktu. Sen, gül kokulu Melek'lerin omuzlarına göğsünü dayayıp sanki Cenneti soluyordun yatağında. Mavi denizler, karakışlara gelin gitmiş baharların tozlu dudaklarını yıkıyorlardı o masum gözlerinde. Önünde eğilip yüreğinin soluk alışını izledim.. Öyle duruydu ki gözlerin, öyle ılıktı ki nefesin; senden habersiz her nefes alışında nice yetim kırlangıçlar sıcak iklimlere kanatlanıyordu. Yağmurun toprağa düşerken nabzı atmıyordu.. Çünkü sen uyuyordun. Sen hulyalarda Cenneti soluyor ve huzur şehirlerini bulutların üzerinde izliyordun.. Hiçbir sey bu güzelliği bozmamalıydı.. Ve karanlık sırf sen uyanmayasın diye cığlıklarını yüreğine gömüp dudaklarını kanatarak yeni günün doğumuna sessizce tanıklık ediyordu... Birazdan zaman; yeni doğacak sabahın, arsız karanlığın esaretinden kurtulup özgürlüğüne kavuşma çığlıklarına gebe kalacaktı. Güneş, perdelerine eğilip baharın umutlarını fısıldayacak. Saçların, bir karanfil kadar güzel kokacak. Ve ben bir nefes kadar yakında seni izliyor olacağım. Zannetme ki, yanındayım. Ben, senin tarafından sevilmenin verdiği güçle, yeni filizlenmiş ciceklerin dallarını kıran fırtınalara kafa tutacağım. Uykusunu almış ceylanları uyandırıp senin gül desenli yanaklarına salacağım. Ve avuç içlerinin terine kıyamadığım için rüzgarın peşine düşüp yüreğine ılık meltemleri yollayacağım. Ve akşam olup sen uyuduğunda ben senin yüreğine geleceğim. Dün gece kaldığım yerden seni " sana " yazmaya devam edeceğim..
    2 puan
  42. Bir martı olsam ne güzel olurdu ama ben martı bile olamadım. Ee madem bir martı olamıyorum o halde ben de martılarla giderim. Nereye olursa artık. Beni bekleme kaptan, ben bugün martılarla gideceğim. Seyir defterini de sen yazıver bugünlük, olmadı başkası yazsın. Sen de dinlen biraz, martılara simit falan at. Hem geride bekleyenin mi varmış aldırma, At kendini denize, yelken ol bugün de… Kürek ol mesela ya da dümen ol. Balık ol, su ol… Ben bir martı olayım kaptan, sen de balık ol! ♥´¯`*•.¸¸☆ ♥´¯`*•.¸¸☆ ♥´¯`*•.¸¸☆ ♥´¯`*•.¸¸☆ ♥´¯`*•.¸¸☆ ♥´¯`*•.¸¸☆ ♥´¯`*•.¸¸☆ ♥´¯`*•.¸¸☆ Bakıyorum, baktım, yine yazdıklarımdan hiçbir şey anlaşılmıyor. Olsun ama ben anlıyorum. Ve tabii bugünkü duygularımı ifade edebilmemde çok büyük katkıları olan Sevgili Nazım Hikmet ve Orhan Veli Kanık’a teşekkürü bir borç biliyorum. Tüm sevgi ve saygımla, Gloria
    2 puan
  43. Yıllardır bir kelimenin peşinden deli gibi koşturuyorum. her gün rutin olarak yaptığım "şey"lerden biri de, Google'da o kelimeyi yazıp arama tuşuna basmak.. 61.300 tane sonuç çıkıyor. günde 20-25 sayfayı geziyorum, alakası var mı diye. Birkere bulmuştum, yine bulurum gibi geliyor.. Az biraz sabır.. Yarısından çoğunu bitirdim.. Biliyorum hastalıklı bir ruh hali, kendimi engelleyemiyorum. Sanırım sigaraya bağımlı olduğum kadar da bu kelimeye bağımlıyım. Bu kelime üzerinden ulaşacağım sanki O'na.. Halbuki cep telefonum kadar yakın bana. Haa, onu yapmıyor muyum, yapıyorum elbette.. Ortalama haftada birkere geliyor kriz! Önceleri daha fazlaydı. Numarayı tuşluyorum, buraya kadar herşey kolay ama "yes" tuşuna basacak cesareti bulmak çok zor. Konu karıştı, kelimeye gelelim. Hani sigara kadar bağımlı olduğum kelimeye. bilirsiniz, hani bazen bir kitap okurken bir kelime sürekli gözünüze çarpar, sayfada ışıldar, büyür.. Sürekli onu görürsünüz.İncecik kelimeler içinde onu görmemeniz mümkün değildir. Algınız sürekli ona odaklanır. Bendeki böyle birşey.. Hayatım böyle.. Nereye baksam o kelimeyi arıyor gözlerim. Özledikçe bu siteye giriyorum. Bloglardaki yazıları okumak biraz olsun krizimi azaltıyor. Genelde kendi kendine konuşanlara deli derler.. Ben uzun zamandır yapıyorum bunu, ama muhtemelen deli değilim Bazen tavaya-tencereye kızıyor, Bazen beni çıldırtan sivrisineklere sövüyorum.. ama galiz küfür değil, adamın yüzüne söyleniyorum İyi de oluyor, yoksa Türkçeyi unutacağım.. Ya çevremde bir tane Türkçe konuşan adam yok ki.. Hayatımda bir çok şeyi özlüyorum. Özlem duymanın ne demek olduğunu hepiniz hissediyorsunuzdur. yani bana has bir duygu değil ama benimki biraz uzun süreli be kardeşim.. Hergün aynı duygu ile uyanıp, gecenin sonuna kadar devam eden bir his ve bu yıllardır aynı.Alıştım artık bu duyguya galiba.. Yani özleme... Kelimeyi hala söylemedim değil mi? O zaman son bir cümle ile bitireyim: "Özledikçe seni ben, bir taş daha basıyorum bağrıma ... Özledikçe seni ben, eğilip yüreğime, seni ne çok sevdiğimi haykırıyorum"
    2 puan
  44. Buraya bir şeyler yazmak benim için gittikçe zorlaşıyor.Çünkü içimde biriken,üzerime çullanan kasveti yazıya dökerken o kötü enerjiyi daha da güçlendiriyormuşum hissine kapılıyorum. Kurdeşen döktünüz mü hiç? Kurdeşen döktüğünüzde o bölgeyi ne kadar kaşırsanız kurdeşen o denli güçlenir ve vücudunuza yayılır.Kızımın doğumundan sonra yaşadım ben, tecrübeyle sabit yani.Tek ilacı kaşınan bölgeyi kaşımamak!Yok saymak ve görmezden gelmek!Bunu canımı acıtan herşey için uygulamaya karar verdim. Hani her insanın bir koruyucu meleği vardır derler.Ben buna inanıyorum evet.Fakat onun sağımda, solumda, arkamda bir yerlerde olduğunu değil, tam da içimde olduğuna inanıyorum.Bu sabah bundan iyice emin oldum.Çok tanıdığınız biri o aslında.İçimizde hep büyümemiş küçük bir ben'den bahsederiz ya, hah işte tam da o... Bu sabah hayatımda ilk kez doğum günüme mutsuz uyandım.Evet şükürler olsun çocuklarım yanımdaydı ve onların öpücükleriyle uyandım.Ama beni bu güne taşıyan, her yıl gözünü açtığı gibi telefona sarılan, beni ilk kutlayan anneciğim artık yoktu.Onsuz ben nasıl sevinebilirdim ki doğduğuma... Ben böyle düşünürken içimde bir ses yükseldi, yükseldi ve ben ona döndüm.Şöyle diyordu ses: -"Heyyy buraya bak, hayatı ve varlığını inkar etme, kalk ve kendini kucakla.Her yıl yaptığın gibi seni yaratana teşekkür et". İnatçıydı ve asla pes etmiyordu.Ben onu duymazdan geldikçe sesini daha da çok yükseltti ve sonunda beni pes ettirdi.İlk iş beni mutfağa sürükledi ve akşamdan beri uzanıp uzanıp elimi geri çektiğim çikolatayı işaret etti.Antep fıstıklı çikolata! Yaramaz bir çocuk afacanlığıyla hiç tereddütsüz kocaman kare bir çikolatanın yarısını yedim.Ben çikolatayı yerken o; -"Bugün senin günün dilediğin kadar ye ve asla pişman olma" diyordu Yedikçe kendime geldim, yedikçe mutlu oldum.Ben bu kızı seviyordum... İnsanın kendi varlığına ve hayatına duyduğu sevgi, onun en koruyucu kalkanı sanırım.Elbette bana güç veren, hayatımı güzelleştiren çocuklarımı ve beni seven herkesi de unutmuyorum. Hayatı ve hayatıma güzellik katan herşeye aşığım.Her yıl biraz daha olgunlaştığımı hisstmeyi seviyorum.Bu evrime yardımcı olan zorlukları, acıları ve hatalarımı da sevgiyle kucaklıyorum. Öncelikle bana bu hayatı bağışlayan Rabbime, yaratılışıma aracı olan ve bu yaşıma kadar beni koruyan anneme ve babama, yolculuğumun öncesinde ve devamında yanımda olan, benimle birlikte yürüyecek herkese sonsuz sevgilerimle... Tabi ki bugüne kadar bana verilmiş en şahane hediyeyi de unutmuyorum.O ki; adına yaraşır bir şekilde en ennn acı anlarımda bana güç verip bana YAREN'lik etti.Bazen kendini kaptırıp analık bile ettiği oluyor...) İyi ki doğurmuşum onu...Canım, tatlı kızım benim...
    2 puan
  45. Kutsallık erişilemeyenin, sorgulanmayanın üzerine giydirilen en önemli kılıflardan biridir. Bu kılıf, kutsalı daha bir korunaklı yapar; Çünkü sorgulanmayan şey kutsallık kılıfıyla zihinde yerini git gide sağlamlaştırır. Sorgulamadıklarımız arttıkça sınırlar da artar ve zihnimiz, duvarı andıran sınırlarla kaplanır. Zihni sınırlanan kişi özgür düşünceler üretemez. Özgür düşünemeyen kişi ise bireysel olarak kendini özgür kılamaz; Çünkü zihinindeki kalıplar ona yön verir. Bu noktada kutsallaştırdıklarımız bizim önümüze geçerler.
    2 puan
  46. Bugün sana bir şeyler yazmaya karar verdim bebeğim. Daha yazının başına oturur oturmaz gözlerim yaşardı. İnanılmaz bir tecrübe yaşıyorum seninle. Zorlu bir dönemi birlikte atlatacağız. Çok mutlu ve heyecanlıyım bebeğim, sabırsızlıkla senin aramıza katılmanı bekliyorum. Annen hala bir çocuk biliyor musun Seninle birlikte olgunlaşıp büyüyeceğim miniğim inan. Seni, aşkımızın meyvesini kucağımıza almayı çok istedik babanla. Baban ve ben şimdi çok mutluyuz, dünyalar bizim sanki. Evimize sevinç getirdin ve hep öyle devam edecek. Sevgi yuvamız daha bir şenlenecek seninle. Sağlıklı bir bebeksin miniğim, sonuna kadar böyle devam eder umarım. Sağlıklı olduğunu öğrendikten sonra merak ettiğim ilk şey, cinsiyetindi Baban bu konuda da yanılmadı, oğlumuz olacak diyordu hep Oğlum, canımın parçası iyi ki tutundun hayata. Bazen endişeleniyorum yetebilir miyim sana diye. Baban, iyi bir anne olacağımı söylüyor; bakalım sana yeten, faydalı ve iyi bir anne olabilecek miyim. Şu aralar uykucu, sulu göz ve eli ayağı şişen bir anne adayıyım. Baban bu halime dayanabiliyor Onu çok seviyorum bebeğim. Sen de onu çok seveceksin, harika bir baba olacak. Hele bir doğ, yumuk ellerini ayaklarını öpeyim. Mis kokunu içime çekeyim. Çok istiyorum seni kucağıma almayı. Hadiii çabuk geçsin zaman. Aaaa sulu göz anne geldi yine, yazamıyorum bebeğim. Devamı başka bir güne
    2 puan
  47. UNUTMA!yüreğinde bir ismin imzası var ve sen onu silemezsin söküp atamazsın ne kad...ar uğraşsan da seninle beraber büyür ıcındekı sızı ilk önce onu hissedersin başkasına dokundugunda. .. unutma! bir kere sevdin mi uzun uzun yanarsın sitemler.. öfkeler birikirken ıcınde sen azalırsın. dilinde küfür elinde kadeh eksik olmaz günler böyle geçer. alışırsın... unutma! sabahlar artık gecikir. ister sağa dön ister sola gözüne uyku değil gidenin hayali gelir... kendini şiirlere verirsin elin sigaraya gider her on dakika da bir fena zehirlenirsin. .. unutma! bir süre güvenmeyeceksin kimseye kandine sığınacaksın aşk konuşulduğunda sen susacaksın of''larla ah''larla başlayacaksın her cümleye çevrende senden başka herkes haksız olacak senin haklılığınsa çaresiz gidecek çöpe.. unutma! bir gün kaldığın yerden başlayacaksın biri seni bulacak... önce korkacaksın eski acılara yakalanmaktan biraz ürkeceksin. ne kadar dirensen de nafile insansın sonuçta, seveceksin.. .. eski acılara bakıp da küsme sevdalara gavura kızıp da oruç bozulmaz sök at kafandan acaba''ları! bir kemik aynı yerden iki defa kırılmaz.. artık kararmaz gecelerin. bir daha yaşlar akmaz gözünden. sabahların gecikmez. kim bilir ağladığın günlere gülersin bir defa öldün ya zamanında? bir daha ölmezsin... Can Yücel......
    2 puan
  48. Şikayetler: - Eksik bir şeylerin varlığı hissi, - Kendi olamama, - Sebebi bilinmeyen iç sıkıntısı. Teşhis: - İstediği Hayatı Yaşayamama, - Amacından Uzaklaşma, - Sosyal Parazitoz. Tedavi: - Hayat amacının doğru belirlenmesi, - Parazitlerin tesbiti ve yok edilmesi, - Hayat planlaması, - Engellerle sabırlı mücadele, - Ortak amaçlı habitat oluşturma. Sonuç: - Huzur, mutluluk ve iyileşme...
    2 puan
  49. ßu aşk ilk defa, bundan çok çok uzun yıllar önce Afrodit ile Adonis arasında yaşanmış… Afrodit güzeller güzeli bir tanrıçaymış... Adonis ise kendisine yeterince tapınılmadığından cezalandırılarak bir mersin ağacına dönüştürülen Myrrha’nın oğlu… Afrodit, ölümlülerinin en güzeli olan Adonis'i doğduğu an görmüş ve ona ilk görüşte aşık olmuş... Onu kimseler görmesin diye gözlerden uzak tutabilmek adına Yeraltını Tanrıçası Persephone’ye emanet etmiş… Ama güzellik bu, başa bela işte, Adonis’in güzelliğini gören Persephone de bir anda ona tutuluvermiş. Sonrasında bu iki tanrıça arasında büyük tartışmalar yaşanmış da Tanrılar Tanrısı Zeus, bu iki tanrıça ile bir anlaşma yaparak sorunu ancak çözebilmiş… Anlaşmaya göre Adonis, yılın 6 ayını yer altı tanrıçasıyla, geri kalan 6 ayını da aşk tanrıçasıyla geçirecekmiş.. Ve nitekim avlanmayı çok seven Adonis, avlanmak için gittiği ormanda bir gün Afrodit’e aşık olan Ares’in tuzağına düşürülerek, haince bir plan sonucu hayata veda etmek zorunda kalmış. Onun artık yaşamadığını gören Afrodit ise son bir umutla sevgilisinin dudaklarına doğru eğilmiş ve onlara özlem ve acı dolu bir öpücük kondurarak, yalvarmaya başlamış, “BİR KERE ÖP BENİ" demiş, "LÜTFEN BİR KERE UZUN UZUN ÖP” Ama hepsi nafileymiş, giden gitmiş bir kere… Gidenden geriye de kanının damladığı yerde bitiveren kıpkırmızı çiçekler kalmış… Adonis ile Afrodit’in acı dolu hazin aşklarını anlatan kan kırmızısı kan çiçekleri… Adonis ile Afrodit’in yaşadığı aşkta kişiler belki doğruymuş, yerler de doğruymuş ama zaman doğru değilmiş işte… *** Ve sonrasında bu aşk günümüzde yaşanmaya devam etmiş. Kahramanlarımızın adı bu defa Afrodit veya Adonis değilmiş. Onlar bu defa tanrıça veya dünyanın en güzel ölümlüsü de değillermiş ama birisi Tanrıça Afrodit’in, diğeri de dünyanın en güzel ölümlüsü olan Adonis’in aşklarını yeniden yaşamak üzere dünyaya gelmiş ikinci yaşamlarmış… Bu ikinci yaşamların kahramanları her nasıl olursa olsun bu aşkı sonuna kadar yaşamak istiyorlarmış… Biri önce biri sonra değil, onların ikisi birlikte, aynı zamanda ölmek, doya doya yaşayacakları aşklarını, yaşamlarıyla sonlandırmak istiyorlarmış… Bu defa ilkinde olduğu gibi hemen olmamış buluşmaları… Kader onlara en doğru zamanı hazırlamak için biraz beklemiş ve sonunda birbirlerini ilk defa gördüğünü sanan ama aslında çok uzak geçmişten beri birbirlerini arayan bu iki ruhun yolları yine bir şekilde birleşmiş… Uzaktan görmüşler önce birbirlerini, sonra yaklaşmışlar iyice… Sarılmak istemiş hemen biri diğerine... Öpmek istemiş onu, uzun uzun öpmek… Öpmek istemiş çünkü bilmiş ki çok uzun zamandır kulağında bir türlü dinmek bilmeyen o ses; “BİR KERE ÖP BENİ, LÜTFEN BİR KERE UZUN UZUN ÖP” diyen o ses, gördüğü an sevmeye başladığı sevgilisini öptüğünde nihayete erecekmiş… Eğilmiş ve öpmüş sevdiğini... Uzun uzun öpmüş… Yağmur yağıyormuş dışarıda, bir deli rüzgâr, hava buzzzz, ama onların içi sıcacıkmış, birbirlerini bulmuş olmanın mutluluğuyla dopdoluymuş yürekleri… Ne yağmura, ne rüzgara aldırış etmişler, bütün gün oturdukları o denizin kenarında birbirlerini seyretmişler, seyrettikçe birbirlerine daha da çok âşık olmuşlar… Bunu; birbirlerini ilk görüşleri sanıyorlarmış oysa ki bu birbirlerini ilk görüşleri değilmiş... Fakat onlar bunu nereden bilsin ki... Öyle tanıdık geliyorlarmış ki birbirlerine, anlamsız benzerlikler kuruyorlarmış, bu tanıdıklığı çözebilmek uğruna… Sonra birisi bağırmış denize doğru; “SENİ ÇOOOOOK SEVİYOOOORUMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMM” Sen de bağır demiş diğerine ama bağıramamış diğeri… Sevmediğinden değil, aksine ilk gördüğü andan itibaren ÖLECEK KADAR ÇOK seviyormuş onu ama nedenini bilemediği bir tuhaf duygu sarmış bedenini ve niye bir türlü bilememiş ama bağıramamış işte, “BEN DE SENİ SEVİYORUMMMMMM” diye… Doğru kişilermiş, yer de doğruymuş aslında ama zaman ilerlemeye başladıkça fark etmişler ki zaman yine yanlış zamanmış. Seviyorlarmış hala da çok seviyorlarmış ama anlamışlar ki yine yarım kalacakmış bu aşk, yine birlikte ölemeyecekmiş bu iki yürek… Ve sonunda yine ilkinde olduğu gibi başka kişiler karışmış bu aşkın içine, yanlış kişilermiş bunlar ama anlamsızca ve haksızca doğru kişiler olmuşlar niyeyse… Ve yine biri diğerinden önce gitmiş, aşk yine bitmemiş ama dayanamamış bu gidişe diğerinin yüreği, tükenivermiş sonunda… Her gün ölmeye ettiği dualar kabul olmuş ve yüreğindeki kocaman aşkıyla kopmuş bu hayattan, gitmiş bir daha da dönülmeyecek sanılanana… Zaman yine hızlanmış, akmış bir çırpıda... Afrodit ile Adonis’in üzerinden geçtiği gibi, onların ikinci yaşamlarının üzerinden de geçmiş son hızla… Yer yine farklıymış, kişiler yine birbirlerini tanımıyorlarmış, zaman tabiî ki başka bir zaman… Ama kader hep aynı kadermiş… Birleşemeyen sevgilileri birleştirmeye çalışan, bu aşkı yarım kalmasın artık diye çaba sarf eden kader, bu defa gerçekten de ağlarını nasıl örmesi gerektiğini bilemiyormuş, bekleyip izlemeye koyulmuş bütün olacakları… Ve ilk kız görünmüş uzaktan, bir denize doğru yürüyormuş… Çok uzun yıllardır, kızı çağıran bir deniz varmış… Denizden de yankılanan bir deli ses… “SENİ ÇOOOOOK SEVİYOOOORUMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMM” Deniz gözlerinin önünden, ses de kulaklarından gitmezmiş hiç kızın… Öyle tanıdıkmış ki bu deniz, bu ses ve bu sözler, kız sanki bunları daha önce bir yerlerde görmüş, bir yerlerde duymuşmuş… Sonunda bu denizi bulmadan bu sırrın çözülemeyeceğine karar vermiş ve başlamış sesin yankılandığı o denizi aramaya… Yıl 2000lerin sonu, 3000lerin başıymış, bir yerlerde bir deniz varmış ve bir de denizi arayan bir kız... *** Diğer yanda ise bir rüya... Rüyada ölmüş olan sevgilisinin dudakları üzerine eğilmiş, ağlayan bir tanrıça; “BİR KERE ÖP BENİ, LÜTFEN BİR KERE UZUN UZUN ÖP” Ve devamında kıpkırmızı kan çiçekleri sarılırmış tanrıçanın dört bir tarafına... Evet anladınız işte, erkek görünmüş bu defa da kaderin gözlerine... Her gece gördüğü ve sonrasında kan ter içinde uyandığı bu rüyadaki o hazin ses yine bildik, yüz yine her zamanki gibi aşina... Çiçekler ise hep ama hep aynı... Bunun bir anlamı olmalıymış, öyle düşünmüş rüyasından son uyanışında, "Bulmalıyım o çiçeklerin arasında kalmış tanrıçayı" demiş sessizce "Ancak ve ancak o zaman çözülecektir bu işin sırrı..." Yıl 2000lerin sonu, 3000lerin başıymış, kan çiçekleri arasında ağlayan bir tanrıça varmış ve bir de tanrıçayı arayan bir erkek... *** Kız sonunda denizi bulmuş... Kıpkırmızı kan çiçekleri sıralıymış denizin sahili boyunca... Oturmuş o çiçeklerin arasına ve denizden yankılanacak sesin gelmesini beklemiş saatlerce ve hatta günlerce... Amma ve lakin ne ses varmış ne de bir seda... Kızın gözünden bir damla yaş akmış sonunda, Bir damla yaş, iki damla olmuş... İki damla yaş, dört damla... Dört damla, sekiz damla... *** O sırada erkeğin görüntüsü ilişmiş kaderin gözlerine, Bir kan çiçeği tarlası varmış tam da önünde Bir de ağlayan tanrıça, kan çiçeklerinin arasında... Yüz aşina, çiçeklerse aynı... Tutamamış erkek içinden gelen o deli sesi ve bağırıvermiş bir anda “SENİ ÇOOOOOK SEVİYOOOORUMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMM” diye... Kız bu sesi sanki daha önce de bir yerlerde duymuşmuş, dönmüş bakmış sesin geldiği yere ve usulca kalkmış yerinden, yanaşmış erkeğin yanına... Ağlayarak çıkmış o hazin ses, dudaklarının arasından ve bir anda diyivermiş işte; “BİR KERE ÖP BENİ, LÜTFEN BİR KERE UZUN UZUN ÖP” *** Öpmüş, Bir kere öpmüş, Uzun uzun öpmüş... Kız Afrodit olmuş, görmüş herşeyi Erkek Adonis olmuş, ölmüş... Sonra bir daha doğmuşlar, İkinci yaşam olmuşlar; Erkek görmüş herşeyi, Kız ise ölmüş... Hepsi de tam bir uzun öpücüüüüük esnasında... Ve sonrasında anlamışlar ki; Ya ayrılık girecekmiş aralarına Ya da ölüm... Gözler değmiş önce birbirine, Eller birleşmiş ardından hem de ayrılmamacasına Ve denize doğru dönmüşler yüzlerini Kız bağırmış önce; "BEN DE SENİ ÇOOOOOOOK SEVİYORUMMMMMMMMM" diye... Bir huzurlu gülümseyiş belirmiş her ikisinin de dudaklarında... Doğru kişilermiş, Yer de doğru yer, Zaman da doğru zaman... "Ne sen önce, ne de ben... İkimiz birlikte, aynı zamanda" demiş dudaklar... Ve yürümüşler denize... ______________ ©ZTB-02.11.2008 )
    2 puan
  50. Insan,yasaminda bircok defa karamsarliga ümisizlige kapilmistir.Bir an herseyin yikilacagina,bütün beklentilerinin silinip yok olacagina inanir.Kendini dipsiz bir kuyuya düsmüs gibi hisseder.Hersey gözünün önünden silinip gider.Karanliklar kaplar her yanini..."tutunacak bir dalim yok" diye düsünür.Elini hertürlü dünya islerinden ceker...yasamdan kopup gider...Bir mucize, sevincli bir haber,disardan bir yardim, olumlu bir durumun ona ulasmasini bekler.Yasami,bir kenara cekilip disaridan izler...Peki bu bekleyiste sevincli haber,yada mucize gelir mi? tabii ki gelmez.Peki ne yapmali`? Yapilacak sey:Hayata bir yerinden tutunmaktir.Kenara cekilip hayati seyretmek yerine, yasamin icine girerek aktif olarak katilmaktir.Bir arkadas ziyareti,bir dostla telefon konusmasi,alisverise cikmak,yada bir yürüyüs yapmak ,oturup bir siir yazmak...gibi, bunlara benzer daha bircok sebeb bulup hayata tutunabilir insan.Hic birsey yapmayip sadece beklemek insanin kendi hatasidir...Bunu kabullenmesi, hic kimseyi suclamamasi lazimdir...Suc kendindedir.
    2 puan
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.