Liderler
Popüler İçerikler
29-07-2009 in Blog Başlıkları gününden beri en yüksek saygınlığı olan içerik gösteriliyor
-
İÇİME Hamide KAÇSA !
6 puanmerhabalar.. merhabalar efenim... şu sıralar içime "hamide" kaçtı böylee yat gelip yanlarım uyuşana kadar yatasım var... bu hamide bizim gelin olur kendisi. aynı zamandada annemin köylüsü ama annemler muhacir mahallesi diye ayrı bir mevkiye konuşlanmışlar 1956 yılında göçmen olarak geldiklerinde türkiyeye.... bu köyün genetik özelliği hepsi pasaklıdır kadınları ellrinden hiç bir iş gelmez... yata yata çürümüş haldedir içleri... bizim muhacir mahalle harici köy almış başını yürümüştür çünkü kimse kimseden farklı değildir örnek alıp temizlik yapma gereği duymazlar. yıllardır bu gelinlede bizim başımız dertte.. ben evine girmek zorunda kaldığımda asla hiç birşey yeyip içmem hep tokumdur.. suyum çantamdadır ve hiç tuvaletim gelmez. asla yatıya kalıcak vaktimde olmaz.. ve çok çok kızarlar hiiç bişi yemiyorsun diyee ama yiyememmmm yiyememm işteee... sigara içer bu hatun yan gelip yatarken kirden yosunlaşmış henüz yeni alınan koltuk örtüleri kirlenmesi 2-3 haftadır ve yıkanmaz kirlenirse atılır çöpee o yosunlaşmış koltuklarda yan gelip sigara içerken sigarası bitince avucuna tükürür bu hamide sigarayı onda söndürür kalkar balkondan atar elini eteğine siler sıvazlar gider bir neskafe yapayım der meselaa misafireeee... ben nasılllllll yer içerim ayyyyy öyyyyyyyyyyy böööğğğğğ 28 yıllık ailemizde gelin olmuş birkere dayım güzelliğine vurulup kaçırmıştır bu hamideyi.. ama 28 yıldır her hafta dayım kırar döker ortalığı kavga eder evi temizlesin yada eve getirilen sebzeden bir yemek yapsın diye ama yok yani içine kaçan o şey neyse bir türlü çıkmaz hamideden kaldırıp kendini hiçbir iş yapmaz. hiç çıkmadığı bir " verin yeeealim, örtün uyuluuum" modunda.. yöresel şiveyi açıklarsak "verin yiyelim, örtün uyuyalım " okadar hazırcı bir karekterdir kendisi. yan gelip yatmaktan bel fıtığı, obezite v.s gibi rahatsızlıklarıda vardır hergün dizleri ağrır hep hastadır ama bir insan nasıl yerinden kalkmadan tüm gün yatar televizyon karşısında ben anlamadım arkadaş. işte bende şu son zamanlarda işe gitmiyeyim, tüm gün yatağımdan çıkmayayım, arayayım yemek dışardan gelsin, çamaşırlar yıkanmadan kirlenince çöpe atılsın yenisi alınsın... çamaşır suyuda neymiş diyebilsem keşke... sürekli ellerimi yıkama krizlerim olmasa. kaşınmasam bir gece duş almadan yatsam... bütün bunları obsesif kompülsif biri olarak yapabilmeyi, içime hamide kaçmasını çoook istiyorumm en azından 2 günlüğüne.. tanrı bir güzellik yaparmıki bana... umutsuzum....6 puan
-
Sana ithafen...
5 puanŞimdi artık neden o telefonlarıma cevap vermediğini biliyorum, meğer sen yokmuşsun, gitmişsin, bir elveda bile demeden gidivermişsin, kıymışsın o güzel cana… Oysa o can benim huzur arayışımdı, benim huzur kelimesiyle tanımladığım, benim yanında huzuru bulduğum bir insan kendi içinde nasıl bu kadar huzursuz olabilirdi ki… Biz seninle her şeyi konuşuyorduk, gurur yapıp kendi kendimize itiraf edemediğimiz şeyleri bile birbirimize itiraf ediyorduk. Biz birbirimizin farkındaydık, biz birbirimizi gölgelerimizle sevmiştik, sen benim gölgelerimi gören tek kişiydin ve ben de senin bütün gölgelerinden haberdardım. Ne çok şey var seninle ilgili hayatımın içinde… Saatlerdir o şeyler beynimde birbirini kovalayıp duruyor, bir arkadaşım mektup yaz dedi, veda et dedi, veda etmeye çalışıyorum şu anda sana… Hem yazıyorum hem konuşuyorum, konuştuğum her şeyi yazmaya çalışıyorum, yetiştiremiyorum… Anılar… Offf çok fazla… Çok canımı acıtıyor şu anda… Hani bir şişe tekila alırdık, kusana kadar içerdik, en çok da ben kusardım ve sen her defasında temizleyen olurdun, benden miden bile bulanmazdı. Yemekler yapardın bana, benden bir saat önce kalkar kahvaltı hazırlardın. Ara sıra küserdin bana, aramazdın, açmazdın telefonlarımı… Ama ama ben yine öyle sandım, küstün sandım bana, açmadın telefonlarımı, açılmadı o telefon bir daha da… Sabırla bekledim, nasılsa arayacak dedim, aramadın. Aramayacakmışsın bir daha da… Ben şimdi nerede bulacağım o huzuru? Film izlerdik sabahlara kadar, filmler bitene kadar, sonra biterdi, sen Beşiktaş’a giderdin, beni arardın, almak istediğin filmleri sayardın, seç bir tanesini derdin, seçerdim, alırdın, sonra onları izlerdik. Sonra yine küserdin bana, ben hiç küsmedim ama sana… Küstüğünü bilirdim sana gelirdim, hemen barışırdın, görünce barışırdın. Bu sefer gelmedim, bu sefer de ben gelmeni bekledim. Ama gelmeyecekmişsin, bekledin mi yoksa? Biz seninle hiç gülmedik, hiç komik şeyler yaşamadık, biz hep hüzündük seninle birlikteyken, yazardık, okurduk, ağlardık ama hiç gülmezdik, hiç öyle kahkahalarla güldüğümüzü hatırlayamıyorum. Biz çünkü herkesten gizlediğimiz hüznümüzü apaçık gösterirdik birbirimize… Hiç öyle maskelerimizle dolaşmadık birlikteyken, biz çırılçıplaktık birbirimize karşı. Korunmasız, savunmasızdık. Zaten neden koruyup, neden savunacaktık ki kendimizi birbirimizden.. Sabrettim, sabrediyordum, sabredeceğim de artık… İçimde şimdi senin açtığın bir yara var, orada öyle duracak, kimi zaman seni hatırlatacak, kimi zaman susacak… Nasıl yaptın kendine bunu, ne oldu ha ne oldu da yaptın? Soru yok, huzur istedin belki de, biz veremedik o huzuru sana belli ki, yükün ağırdı, taşıyamadın belki, yardım edemedik taşımana, sen de bıraktın öyle bir kenara onları ve gittin ha? Benden hayatımdan, hayatından, hayatlarımızdan öylece çekip gittin? Bitiyor cümlelerim, seni affetmek isterim, seni affediyorum. Yazıyorum çünkü okursun, yazdığım her şeyi okuyordun, hatta onları bir kenarda saklıyordun, bunu da okursun… Oku ve affettiğimi bil, çekip gitmeni affediyorum. Huzur bul artık… Huzur içinde uyu… Ve hep bana dediğin gibi, bir çiçek ol… Seni seviyorum… Umay Umay dinleyelim hadi, hep sevdin sen onu... Bak şimdi senin için çalıyorum...5 puan
-
TECAHÜL-İ ARİF
5 puanİş adamı traş olurken bir yandan da berberiyle sohbet etmektedir. Derken, kapının önünden ağır ağır geçmekte olan paspal bir çocuk görürler. Berber, iş adamının kulağına fısıldar: "Bu çocuk var ya, dünyanın en aptal çocuklarından biridir! Bak; dikkat et şimdi..." Berber çocuğa seslenir: "Ali, buraya gel!". Bunun üzerine çocuk sakince dükkana girer ve yüzündeki aptalca sırıtmayla berberi selamlar. Berber işadamının kulağına sessizce, "bak şimdi" diye fısıldar ve bir elinde 5 TL, diğer elinde 20 TL lik bir banknot olduğu halde çocuğa sorar: "Hangisini istiyorsan alabilirsin?" Çocuk dalgın dalgın bir 5 TL ye bir de 20 TL ye bakar ve sonunda 5 TL lik banknotu hızlıca çekerek berberin elinden alır. Berber işadamına döner ve gülerek: "Gördün mü? Sana söylemiştim." der. Traş bitince işadamı sokağa çıkar ve az ileride kendi kendine oynayan Ali'yi görür. Yanına giderek, neden 20 TL değil de, 5 TL lik banknotu aldığını sorar. Çocuk hiç de aptalca olmayan bir sırıtmayla yanıt verir: "Eğer 20 TL lik alırsam oyun biter."5 puan
-
Merak Ediyorum...
4 puanİnsanlar ne anlama geldiğini bilmeseler di, idam mahkumuna infazdan hemen önce bir sigara uzatmazlardı... Ama bu tabiiki sigaranın iyi birşey olduğunu göstermez... Ama bazılarının hayatını daha katlanabilir kıldığı su götürmez bir gerçek... 'Bazı hayatlar ayık kafayla yaşanamayacak kadar ağır geliyor insana' demişti bir dostum. İnsan neden yaradılışını sorgular? Başına gelen felaketlere kendinden başka bir sorumlu bulmak için olabilir mi? İnsan yaşadığı her kötü olayın sorumlusunun sadece kendi seçimlerinin bir sonucu olduğunu bilse ve kabul etse yinede yaşamaya devam edebilirmiydi? merak ediyorum bazen... Gerçekten kötü insanlar var mı? Bile bile başka birinin kötülüğünü isteyen? Nedeni ne olursa olsun, başka birinin hayatını karartan insanlar nasıl düşünüyorlar? Gerçekten kötüler mi yoksa şartlarmı onları buna zorluyor? Basit bir örnek: Çalıştığınız işyerinde yükselmek, daha iyi bir maaş almak dolayısıyla daha iyi bir hayat sürebilmek için yanınızda çalışan arkadaşınızın üzerine basmanız gerekiyorsa bunu yaparmıydınız? Onun hayat şartlarının daha kötü olacağını bilerek, buna neden olacağınızı bilerek yinede bunu yaparmıydınız? Bu bizi gerçek anlamda kötü yapar mı? Bir de şöyle düşünün. İş arkadaşınızın hayatının düzelebilmesi için sizin hayatınızın daha kötüye gitmesi gerekiyor. Bu arkadaşınıza izin verirmiydiniz? Yada şöyle diyelim ses çıkarmazmıydınız? Belki de bizi bu yollara girmeye mecbur bırakan düzen asıl sorumludur. Arkadaşınızla birlikte çalışıp kimsenin kaybetmediği bir düzen olsa daha iyi olmazmıydı? Belki de olması gereken bize göre doğru neyse o yolda devam etmek. Sonunda kaybetsekte kazansakta kendi bildiğimiz yapmak. O halde neden işler kötü gittiğinde tanrıya dönüp soruyoruz: Neden böyle diye.... Bazen meraak ediyorum. Herkesin kazanacağı bir yol yok mu bu dünyada?4 puan
-
Pansiyon'un adı Çingeneydi ve zakkum çiçeklerinin arasında bir yerdeydi
Pansiyon: Çingenem Yer: Karaöz / Kumluca / Antalya Yıl: 2006 Zakkum çiçekleriyle kaplıydı. Salaş mı salaş fakat bir o kadarda sevimli sahipleri vardı. Alçak gönüllü sevecen ve çok güzel insanlardı. Koca bir dağın yamacında sanki kendince ben buradayım diye haykıran bir pansiyondu. Pansiyondan denize veya denizden pansiyona gitmek oldukça çetrefilli bir yürüyüş gerektiriyordu ama çok neşeli bir yürüyüş... Acaba hala orada mı? merak ediyorum. Oraya yolu düşen birisi lütfen yazsın...3 puan
-
Korku İmparatorluğu...
3 puanDilinin sürekli olarak kırık dişinin üzerine gitmesi gibi yaralarımızla oynayıp durmamız. İyileşmek, iyi hissetmek gibi bir kaygımız görünürde olsa da içten içe o acıyı, ağrıyı çekerken kendimizi önemli sandığımız için mi, iyileşmesine izin vermiyoruz. Sanki o yara iyileşirse yaşadıklarımız da o yarayla birlikte kaybolup gidecek. İnsan geçmişte yaşadıklarını unutmaya başladığında nasıl bir insan olabilir ki? Geleneksel anlayışa sahip toplumlarda değişimlere karşı direnç göstermek sanki doğuştan verilen bir yetenek gibidir insana. Bilincin ötesinde bir refleks gibi değiştiğini hissettiği anda karşı koyar. Çoğu zaman bunun farkında bile olmadan, karşı koyuyor gibi değil de, kendini koruyor gibidir. Oysa tek yaptığı kafasını toprağa gömmektir. Bunu fark etmemek için daha çok kapatır kendini. Bir süre sonra kopar gerçeklikten. Başka, başkasının gerçeklerine sahip çıkmaya savunmaya başlar. Çünkü başkasının sahip olduklarını savunmak kendi sahip olduklarını savunmaktan her zaman daha kolaydır. Kaybetse bile zarar görmeyeceğini bildiği için rahattır. En fazla başka bir gerçeklik bulup ona sığınır. Başkalarının parasıyla kumar oynayıp sürekli kazanan ama beş kuruşu olmayan bir kumarbaz tanıdım. Neden diye sordum. Neden kendin için oynayıp kazanmıyorsun ve bu sefaletten kurtarmıyorsun kendini? Oynadığını söyledi eskiden. Herşeyini kaybettiğini. Kaybetme ve sonrasında bu kaybetme duygusuyla karşı karşıya kalma korkusunun tüm benliğini ele geçirdiğini, doğru zaman da doğru riskleri alamadığını ve bu yüzden kaybetmeye mahküm olduğunu. Çok yetenekli ve akıllı olsalar da çalıştıkları iş yerlerinde yükselip mevki sahibi olmak yerine daha az kazanmaya tamah edip hayatları boyunca yerlerinde sayan, hesaplayamadıkları bir felaket başlarına geldiğinde ise kaybolup giden insanların da açıklaması çok farklı olmayacaktır. Bir gün tamamen yıkılıncaya dek almadıkları risklerin rehaveti ve rahatlığıyla oldukları yerde saymayı tercih ederler. Kaybetmek istemezler. Çünkü oynadığın kumarda orataya koyduklarının büyüklüğü, sonrasında olacakları düşündüğünde başına gelecek felaketin de büyüklüğünü gösterir insana. Tüm elindeki yetenekleri aklı ve tecrübeyi başkalarının kazanması için harcar dururlar. Kaybedecekleri en fazla standart bir iştir ve bu işi her yerde bulabileceklerini düşündükleri için algıları korkuyla gölgelenmez. Bu yüzden başarılıdırlar ama bu başarı diğerlerine hizmet eder. İnsanın ruhundaki yaralarla elindekileri kaybetme korkusu aşağı yukarı benzer şekillerde hayatlarını olumsuz etkiler. Birey bunun farkında olsa bile az önce bahsettiğim nedenlerden dolayı ikisinden de vazgeçemez. Bir kadının yetişkin olana kadar babasından şiddet ve baskı görmesi onu ne kadar olumsuz etkilese de o kadınların aşık olduğu adamların da babalarına benzedikleri, kimi zaman bunun farkında olarak kimi zaman farkında olmadan o adamları seçmeleri de bu şekilde açıklanabilir. Gelenekçi ve ataerkil bir toplumda yaşıyor olmamız, kocasından ya da sevgilisinden şiddet gördüğü halde yine de ondan vazgeçmeyen kadınların bu davranışını açıklamaya yeterli değil görüşündeyim. Bastırılmış kişilik, özgür bir birey olmanın risklerini almak ve kendi kararlarını vermek yerine, hayatlarını çekilmez kılan erkekleri tercih etmeleri, o erkeklerden gördükleri zararı kendi sorumluluklarının sonucunda kaybettiklerinin vereceği zararla karşılaştırıp bilineni tercih etmeleri, yetenekli ve akıllı odluğu halde mevki sahibi olmak yerine ait olduğu yerde sebat edenlerle, geçmişinden gelen yaraların kapanmasına izin vermeyip o yaranın bilindik acısına sahip çıkıp iyileşmesine izin vermeyenlerle aynı nedenden kaynaklanmaktadır. Bilinen acı, bilinmeyen acıya tercih edilir. Çünkü yetiştirilirken olasılıkların en kötüsüne hazırlıklı yetiştiriliyoruz. Daha çocukluktan itibaren, terli terli su içme hasta olursun, evden uzağa gitme kaybolursun, annenin elini bırakma seni çingeneler çalar, yalan söyleme Allah baba seni çarpar.... vb. gibi hep olumsuzluk içeren örneklerle kişiliğimiz baskı altında büyütüldük. Elbette ki bu uyarılar doğru ve yerinde uyarılar ama bize bunları yapma dedikten sonra şunları yapabilirsin böyle daha iyi olur diye seçenekler sunulmadı. Bu yüzden biz ne zaman sokağa çıksak ya hasta oluyoruz, ya kayboluyoruz ya da çingeneler bizi çalacak diye korku içinde yaşıyoruz. Büyümüş olmamız bu örnekleri çeşitlendirerek arttırdı sadece bu.3 puan
-
Sigaramın dumanına sarsam saklasam seni
Bugünümü sana ayırıyorum, sadece sana. Senin için şarkılar dinleyip seni anlatanı bulmak, yüreğimi seninle doldurup sonra da onları kağıda dökmek ve sana yüreğimde yeniden yeniden yerler açmak için. Her yerim sen olsun istiyorum, çepeçevre seninle sarılmak, havanın ısıtamadığını seni düşünerek ısıtmak, içtiğim çayda tadını bulmak, tadını buluncaya kadar içmek. Biliyorum bunları seni bilmeden yapmak çok zor. Ben, seni bilmek istiyorum! Sana bakmayı seviyorum, yüzündeki her izi, her hareketi ezberlemek, sustuğunda dahi konuşmak seninle, anlamak aklından geçenleri, gülümsediğini görmek... Öyle yavaş yavaş başlayan ardından tüm yüzüne yayılan o gülümsemen var ya, o var ya içime güneş doğduruyor, gece bitiyor gün oluyor, gün aydın oluyor. Benim “günaydın”ım senin gülümsemen. Bana gülümsemen biterse bir gün, o zaman gecem başlayacak sanki. Hani diyor ya şarkının sözlerinde, “Eksik bir şey mi var Anlayamam Bak çayım sigaram her şeyim tamam,” diye. Çayım da var, sigaram da var, çoğu zaman her şeyim de bunlar. Ama hani olur ya bazen, bir şey unutmuş gibi hissedersin, işte öyleyim aynen, bir şey unutmuş gibiyim sanki. Eksik gibi... İlk defa kendimi yarım kalmış hissediyorum, bu zamana kadar hiç fark etmemiştim bunu. Meğer kendimi bütün zannediyormuşum ben, kimseye ihtiyacım yokmuş gibi. O yüzden çekip gitmelerine izin vermişim insanların, o yüzden çekip gitmişim hayatlarından. Tamamdım ben çünkü, tastamam. Oysa şimdi içimde derin bir boşluk var, sanki bir yanım bomboş. Gelip tamamla lütfen beni, doldur tüm boşluklarımı, tastamam yap beni. Var ya, tam şu anda, yani eksik olduğumu fark ettiğimde içimde inanılmaz bir feryat koptu, şimdi daha da çok korktum bu aşktan, ya gidersen ya beni tamamladıktan sonra terk edersen, o zaman o boşluğu neyle dolduracağım ben? Nasıl tamamlayacağım kendimi? Korkmamayı öğret bana, senden, ki sen aşksın, aşktan korkmamayı öğret. Ölmeyi öğret, sensiz kalırsam ölmeyi değil, seninle birlikte ölmeyi öğret. Lakin sensiz kalırsam zaten ölürüm, seninle birlikte ölmek istiyorum ben. Birimiz korkmasın olur mu? Birimiz cesur olsun, diğeri korktuğunda, “Korkma ben yanındayım,” desin. “Korkma yanındayım de,” bana. Kaçma sakın benden. Kaçmazsan sana aşkların en güzelini vadedeceğim. Benim kadar sevmediğini mi düşündüm şu an, bu aşkı nasıl karşılayacağını bilemediğini mi? “Hoş geldin” de o zaman, böyle karşıla, aç yüreğini, gireyim içeri. Başlayalım.3 puan
-
ACI DURDUĞUNDA
3 puanKaşıntı bombası diye bir silah üretilip, kitleler çıldırtılabilir o bombayla.. kitlelerden ne istiyosam:)))) Benim gibi barışçıl bir insan bunu neden düşündü bilmem.Ama acı anında galiba bencilleşiyoruz. Öyle ki az önce balkona çıkıp avazım çıktığı kadar bağırarak; uyumayın ülennn kalkın kaşının hepiniz diyesim geldi. Çıktım da.. İyi ki de çıkmışım.Sonbahar'ı seviyorum. Gecenin o tatlı serinliği kollarına aldı beni. Sonra gökyüzüne baktım.Yıldızları tek tek sayabileceğim berraklığa daldım.Uzayın ucu bucağı belli olmayan büyüklüğüne dalıverince küçüldüm, kendimle bir acım da küçüldü, sakinleştim. Kullandığım antibiyotiklerin neticesinde ürtiker olmuşum.Yani kurdeşen.. Doktor bana derdimin ne olduğunu anlatmaya çalışırken sabırsızlıkla sözünü kestim: -ne olduğunu değil, nasıl biteceğini bilmek istiyorum, nolur bu kaşıntıyı durdurun! Kaşıdıkça daha da azıyor bu meret.Onun için başladığından beri dizilerle, filmlerle zihnimi oyalamaya çalışıyorum. Salem adında bu yıl başlamış bir dizinin tüm sezonunu iki günde bitirdim.Bir bölümde kendi durumuma uygun bir replik vardı: -Dünyanın en büyük zevkini biliyor musun? -Acının durduğu andır! Dertler paylaştıkça azalır derler ya, ben de paylaştım işte.. Kaşıntı bombası falan olmasın Allah rahatlık versin herkeslere Tüm iyi duygularımla..3 puan
-
GÖKYÜZÜ HER YERDE MAVİ
3 puan"Göğün her yerde mavi olduğunu anlamak için dünyayı dolaşmanız gerekmez" "Gönlünü, ne kadar büyük olursa olsun, O görünmez nesneyle doldur. Yüreğin mutluluktan dolup taşınca, Ona istediğin adı ver; Mutluluk, Sevgi, Gönül, Işık, Tanrı… İsim gürültüden başka birşey değildir. Göklerin ihtişamını bizden gizleyen bir sistir…" Johann Wolfgang von Goethe3 puan
-
SEVGİ KELİMESİNDEN SONRA, EN SEVDİĞİM KELİME..
Kızım hep der ki; "Anne lütfen sırrını bana da söyler misin" Verdiğim cevap kısa ve nettir! "Yaydığım enerji" "Peki o enerjinin kaynağı?3 puan
-
Özledim...
3 puanBalkona bir gazete serer ve otururduk yarı çıplak üzerine… Bizim için aldığın o ıslak puroyu yakardık keyifle… Ve tüttürürdük dumanını, güzel bir sohbetin eşliğinde… Bazen de hüzünlü olurdu o sohbetler; sen bana babanı anlatırdın, onu ne kadar sevdiğini ve onu kaybetmiş olmanın seni nasıl üzdüğünü… Gözlerin dolardı bazen, benim de gözlerim dolardı ama babanı sevdiğimden ya da onu kaybettiğinden değil, gözlerin dolduğundan dolardı benim gözlerim. İçime dokunurdu senin gözlerinin doluyor olması… Ben seni ne zaman özlesem, hep ıslak bir puro kokusu gelir burnuma… Ben sevmezdim eskiden beyaz sabun kokusunu ama senin banyondan beyaz sabun eksik olmazdı. Ellerimi yıkardım beyaz sabun kokardım, ellerini yıkardın beyaz sabun kokardın… Banyo yapıp, yanıma geldiğinde çekerdim burnuma kokunu. Son bir nefes alır gibi, nefes almaya hasret kalmış gibi… Ve sen hep buram buram beyaz sabun kokardın… Şimdi seviyorum beyaz sabun kokusunu ve ne zaman duysam seni özlüyorum. Ne zaman seni özlesem gidip ellerimi yıkıyorum… Pişman mısın derdin bana, çok pişmanım derdim. Gülerdik sonra… Niye gülerdik bir tek sen ve ben bilirdik, neye pişmandık onu da bir tek sen ve ben biliyoruz. Yani aslında pişman değildik tabii, aksine çok mutluyduk… Pişman olmak işin esprisiydi güldürürdü bizi bu soruyu sormak. Saçma gelir belki başkasına böyle bir soru sormak ve o soruyu her sorduğunda ya da o cevabı her verdiğinde alabildiğine gülmek… Olsun tek biz gülelim. Hatta tek biz bilelim. Pişman mıyım? Asla pişman olmadım, tek bir anından dahi… Çok şey var aslında, aradan geçen onca zamana rağmen hala seni anımsatan çok şey var içimde ve hala seni sevdiğim, seni özlediğim gerçeği ile yaşıyorum. Sanki geriye kalan her şey yalandan ibaret, hepsi anlamsız… Hayatımda senin yokluğun gerçek olan tek şey… Ve hayatımda başkalarının var olması, olmaya devam ediyor olması benim kocaman yalanlarım… Ve ben yalanlarımdan kurtulamıyorum. Ve ben bu yalanları sadece gerçeğimden kaçmak için devam ettiriyorum. Delilik ötesi… Hiçbiri benim hatam değildi… Sen bizi terk ettiğinde, biz daha çocuktuk… Bu ilişki o zaman daha çocuktu, kendi başına ayakta kalmayı beceremeyecek kadar çocuktu… Seninle büyüyordu, birlikte büyüyorduk, birlikte büyütüyorduk. Ve sen bizi terk ettin, işte o zaman bu çocuk ayakta kalabilmeye devam etmek için bir sürü yalana tutundu. Tıpkı senin de ayakta kalabilmeye devam etmek için bir sürü yalana tutunduğun gibi… Şimdiyse sen geri dönmek istiyorsun, şimdi ben geri dönmek istiyorum ama yalanlar bizi bırakmıyor… Delilik ötesi… Bunları sana söylemeyi isterdim ama biliyorum şu an için mümkün değil… Buraya yazıyorum çünkü bir yere yazmam lazım… Çünkü içimdekileri yazmazsam deliliğin ötesine geçeceğim. Son olarak; geçenlerde bana söylediğin o sözle bitiriyorum cümlelerimi; OLMAK BU İŞTE CAN; OLMAK, HAFIZAYA KAZINMAK... Evet can, olmak bu demek; hafızama kazınmak...3 puan
-
Fazıl Say
3 puan"Ünlü piyanist ve besteci Fazıl Say, hakkında twitter mesajları nedeniyle "halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama" suçlamasıyla 1.5 yıla kadar hapis cezası istemiyle hazırlanan iddianame mahkemece kabul edildi." Hayırlı uğurlu olsun.. Fazıl Say aşağıda yazılı 'tweet' leri için İslam dinine, bu dine mensup müslümanlara yönelik ağır hakaretler ederek dini değerleri alenen aşağıladığı iddiasıyla yargılanacakmış : "Tanrı, uğruna yaşayacağın bir şey mi, öleceğin bir şey mi yoksa hayvanlaşıp öldüreceğin bir şey mi? Bunu da düşün" "Rakı cennette varsa ve cehennemde yoksa ama chivasregal cehennemde var cennette yoksa? o zaman ne olacak? Asıl önemli soru bu !!!" "Bilmem farkettiniz mi nerde yavşak,adi,magazinci,hırsız,şaklaban varsa hepsi Allahçı. Bu bir paradoks mu?" "Müezzin 22 saniyede okudu akşam ezanını yahu.Prestissimmo con fuca!!! Ne acelen var? Sevgili? Rakı masası?" "ateistim ve bunu bu kadar rahat söyleyebildiğim için gururluyum" "Ben ateistim, diğer yarısını bilmem" "Sanki; memleketin yarısı harbi ateist, diğer yarısı travmatik ateist!" "Irmaklarından şaraplar akacak diyorsun, cenneti ala meyhane midir? Her mümine 2 huri vereceğim diyorsun, cenneti ala kerhane midir?" "Bu akşam çok kişi ateist olmuştur, sağolsunlar" Evet Fazıl say bunları söyleyerek İslam dinine ve müslümanlara ağır hakaretler etmişmiş.. Cumhuriyet savcısı, Fazıl Say'ın Allah, cennet cehennem gibi kavramların anlamsız, gereksiz ve değersiz olduğu kanaatini uyandıracak şekilde dini değerleri aşağılamak kastıyla yazdığı kanaatine varmış. Mahkeme de iddianameyi incelemiş ve kabul etmiş. Yukarıdaki ifadeleri "hakaret kastı olabilecek ne olabilir" diye tekrar tekrar okudum. Belki en fazla zorlarsanız "Bilmem farkettiniz mi" ile başlayan cümle biraz kafa kurcalayabilir.. Ama orada da "Allahçıların hepsi yavşak,adi, hırsız ve şaklabandır" demiyor ki... Bu saydıklarının Allahçı olduğunu söylüyor. E işinize gelince "halkın %99 u müslüman" diyordunuz ya.. Öyleyse yavşak, adi, hırsız ve şaklabanların da %99'u müslüman olmuyor mu? Yahu ateist olduğunu ifade etmek ne zamandan beri dini değerlere hakaret unsuru taşır oldu? Bu ifadelerin iddianamede ne işi var? Ha, bu ifadelerin söylenmesi ile Fazıl Say'ın ateist kişiliği arasında bağlantı kurulmak isteniyorsa ne diye suç unsuru taşıdığı iddia edilen ifadelerin içerisinde yer alıyor? Ateist olduğunu söylemek suç mudur? Şaka gibi ama suç unsuru teşkil ettiği iddia edilen ifadelerin arasında Ömer Hayyam'dan dizeler de var. Demek ki Ömer Hayyam'ın kitaplarının da aynı gerekçelerle toplatılması yakındır. Şimdi asıl zurnanın zırt dediği yere gelelim.. Yahu her gün Türkiye'de sayısız insan İslam ve kutsal kabul ettikleri Kur'an üzerinden bilinçli veya bilinçsiz bana ve inanmayanlara hakaretler yağdırıyorlar. Hakaret mi istiyorsun? Al sana hakaret : 16/105- Yalanı, ancak Allah'ın âyetlerine inanmayanlar uydurur. İşte onlar, yalancıların ta kendileridir. (Sırf inanmadığım için bana yalancı deniliyor) 16/60- Kötü sıfatlar ahirete inanmayanlara aittir. (Sırf inanmadığım için bana kötü sıfatlar yükleniyor) 31/32- ...... Bizim âyetlerimizi ise ancak son derece kaypak, son derece nankör olanlar inkar eder. (Sırf inanmadığım için bana kaypak ve nankör deniliyor) 8/22 Şüphesiz Allah katında hayvanların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.(Bana hayvan deniliyor) 25/44 ...... Onlar hayvan gibidirler, belki yolca onlardan daha da şaşkındırlar. (Bak hala hayvan deniliyor) E bunlar ne? Sen her gün 5 vakit bana hakaretler yağdır, sonra utanmadan kalk "filanca kişi benim inancıma hakaret etti" diye dava aç.. (Sözlüklerin popüler jargonundan gelsin : Ya ben lan neyse bir şey demiyorum) Buradan cumhuriyet savcılarımıza suç duyurusunda bulunmak istiyorum: Türkiye'de her gün insanlar inancım (inançsızlığım) bahanesiyle bana hakaretler yağdırıyorlar. Bunu da kutsal kabul ettikleri kitaplar vasıtasıyla yapıyorlar. Kur'an'da geçen ilgili ifadeler açıkça halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama suçunu barındırdığından, adı geçen kitabın toplatılmasını ve toplu ibadet alanlarından ilgili ayetler vasıtasıyla şahsıma hakaretler edilmesini önlemek amacıyla gereğinin yapılmasını arz ediyorum.3 puan
-
sevgi neydi...
3 puanSevgi neydi, sevgi iyilikti, dostluktu… Sevgi emekti. - Durursam bi daha kurtulamam. + Ziyanı yok gülüşü yeter bize. - Yüreğim kaydıysa günah mı ? + Çamura saplansam yardıma gelir misin ? - Elini tuttum sıcacıktı, yüreği elimdeymiş gibi… + Elinden tutuversem benimle gelir mi ? - Seninim işte, alıp götürsene beni. + Elveda Asya, elveda selvi boylum, al yazmalım, elveda, bitmemiş türküm benim. Sevgi neydi? Sevgi emekti, sevgi dostça uzanan insan eliydi.3 puan
-
GÜLİSTAN'DAN
3 puanBir Allah dostu, düşünce ve ilham denizine dalmış, cezbeye tutulmuştu. Hayret denizinden akıl ve bilinç kıyısına çıkınca, bir arkadaşı, “gittiğin bahçeden” dedi, “neler getirdin bize?” Derviş hülyalı gözlerle bakarak arkadaşına; “Gül ağacına erişip eteğimi gülle doldurmak ve dostlarıma armağan olarak getirmek istedim. Lâkin ne çare! Gül kokusu öylesine büyüledi, o denli sarhoş etti ki beni, ne irâde kaldı ne düşünce…” diye cevap verdi. Ey güzel ötüşlü Bülbül! Aşkı ateşe koşan pervaneden öğren. Yanarak denedi her şeyi. Allah’ın yoluna katılma iddiası olanlar, ondaki tutkuyu anlayamadılar. Gerçeği bilen yitip gitti, bir haber geri gelmedi ondan. Ey hayâl, kıyas, sanı, kuruntu ve tahminden edindiğimiz bilgilerden yüce olan Allah’ım! Ömür gelip geçti, oysa hâlâ senin bilginin başlangıcındayız.3 puan
-
SARILMAK
3 puanBir kaç gündür bunu düşünüyorum. Yani sarılmayı. Dünyanın en güzel, en içten şeyidir aslında ve ne az yer kaplar hayatlarımızda. Sevdiğiniz bir insana ya da bir hayvana sarıldığınızda, bir kaç saniye gözlerinizi kapadığınızda bir enerji dalgasının iki beden arasında nasıl dolaştığını hissedersiniz. O an, dünya yavaşlar, zaman yavaşlar, garip bir huzur kaplar içimizi. Fakat, gittikçe birbirinden uzaklaşan, araya türlü mesafeler koyan insanlık, çeşitli bahanelerle, sarılmayı ihmal eder olduk. Zaten birbirimizden korkar olduk. Dünya da insanlar etkinlikler yapıyorlar, sarılmak bedava yazılı pankartlarla sokak ortasında hiç tanımadıkları insanlara sarılıyorlar. Bu çoğumuza tuhaf ve anlamsız geliyor belki. Oysa en insanca en masum en ilerici ve en güzel eylem bu belkide. Sarılmak güvenmektir aslında. Benden sana zarar gelmez demektir. Aramızda ne fiziki ne ruhsal ne de duygusal bir engel yok demektir. Sana güveniyorum demektir. Bana güven demektir. Kelimeleri kifayetsiz kılıp, gerçek enerji diliyle konuşmaktır. Tabuları yıkmaktır sarılmak. Bize canlı olduğumuzu ve geçip giden zaman nehri içinde bir'an durup insan olduğumuzu anımsatmaktır. Doğumu, yaşamı, sevgiyi, zamanı, anı ve ölümü hatırlamaktır. Metafizik bir şeydir. Başka dilde konuşmaktır. Sıcaktır, samimidir, doğaldır. Ama pek az yaptığımız şeydir. Çünkü artık biz birbirimize mesafeler koyduk, önce şüphe etmeyi, sonra duvar örmeyi öğrendik. Sınırlar çizdik, mayınlar döşedik, güvenli bölgeler aradık. Hiç sorduk mu kendimize biz aslında en çok neden korktuk? Her birimiz bir diğerinden ayrı bir gezegenden mi gelmişti? Neydi aramıza girip çocuğumuzla, eşimizle, dostumuzla veya yeni tanıştığımızla sarılmamıza engel olan? Kimden korkuyorduk? Bizi kim canavarlaştırdı böyle? Ne korkunç, ne ürkütücü bir şeydi bu korku. Sonu gelmeyen mesafeler yaratmıştık. Bunu ne zaman başarmıştık? Gülümseme bulaşıcıdır ya hani, sarılmakta öyle, siz bir insana en insani ve samimi duygularınızla sarıldığınızda onunla aranızdaki bütün düşmanlıklara son vermiş oluyorsunuz ama elbette anlamışsınızdır ben öyle resmi, soğuk, güvensiz, duygusuz ve kuşkulu bir sarılmadan söz etmiyorum. Ve aslında bu sarılmaların sadece bedenle olmadığını da düşünüyorum. Bazen uzaklarda birini, yazdığı bir mesaj, bir şiir, söylediği bir söz ile kucaklarsınız, o an, madde ortadan kalkar ve ruhlarınız kucaklaşır. Size ihtiyacı olan birine samimiyetle bir mesaj yazarsınız o an, ona sarılmışsınızdır. Öyle. Yani aslında zamanımız yok, hayat dediğimiz şey kuruntu yapmaya değmeyecek kadar kısa. O yüzden her gün mutlaka sarılın çocuklarınıza, arkadaşlarınıza, annenize, babanıza, dostunuza, arkadaşınıza. Sarılın ve gözlerinizi bir'an kapatın. Bırakın dünya o an sizi izlesin ve zaman yavaşlasın. Sardunyam3 puan
-
DÜNDEN KAL(AN)LAR
3 puanCihanı görmek bir kum tanesinde Ya da cenneti bir yaban çiçeğinde Sonsuzluğu avucunda tutmak ve Sığdırmak ebediyeti bir saate *William Blake3 puan
-
BİR CANIM GİTTİ :(
3 puan
-
RUHUM!
3 puanPınarım! Kuruma sakın, Çölün susuzluğunda yanmış bir ciğer var. Yastığım! Seni kaldırmasınlar sakın, Hasta bir baş var. Yatağım! Seni toplamasınlar sakın, Ateşli bir vücut var. Yuvam! Yıkılma sakın, Barksız barınaksız kalmış biri var. Yeniden bulduğum! Kaybolma sakın, Cehennemde oturan bir ruhun yeniden bulmuş olduğu cennetsin. Bedenim! Başı dönmüş ruhunu geri çağır. Ben dudaklarımı senin ağzına dayayıp seni canlandırmak için kendimi senin içine üfleyeceğim. Ruhum! Bedenini ara, Dudaklarını ağzıma daya ve beni canlandırmak için kendini içime üfle. Çünkü biz birbirimizin bedeni,birbirimizin ruhuyuz,birbirimizin yaratıcısı,birbirimizin tanrısıyız,dünyanın bütün nüfusu biziz, herkes biziz, biz hepimiziz, bizim yerimiz yeryüzü değil, biz bu memlekette yabancıyız,kimsesiziz,yalnızız,yabancıyız... A.Şeriati3 puan
-
Keşke!
3 puanKeşke… Hepimizin hayatından öylesine geçip gidiveren, sonradan hatırladığında yeniden içinde oluvermek isteyeceği, özlediği anlar vardır. Bazen mutluluk, bazen hüzün veren, bazen iç burkan bazense gülümseten, ama geçen uzun yıllara rağmen tazeliğini koruyan... Bazen bir şarkıyla, bir kokuyla, bazen bir sesle kendini yeniden hatırlatan, geçmişten tatları aklımıza getiren keşkeli anlar! Bazen de bir fotoğrafla gerçeğinizden kopup hiç farkında olmadan ‘’keşke’’ diye geçirirsiniz içinizden. Tıpkı benim gibi! Keşke zamanı geri alma yetim olsa, bir süreliğine Bergama’ da olsam, altı yedi yaşlarımda… Keşke, Yumak yine saçlarımı karıştırarak, patilerini yüzüme sürerek uyandırsa! Neşeyle açsam gözlerimi; tasasız, hayat denilen hengameden uzak! Mutfaktan çörek kokularıyla birlikte tıkırtıları gelse annemin. Her zamanki gibi erkenden uyanıp yakmış olsa kuzineyi, ısınsa mutfak. Biraz da kıvrılıp kuzinenin ısıttığı minderde yatsak Yumak’la. Annemi seyretsem mutlu mutlu... Az sonra kuzineye koyacağı hamurdan bir parçacık da bana verse. Tulumundan çıkarıp zeytinyağında beklettiği peynirlerin en güzeli, Bergama tulumunun o canım kokusu karanfilli sakızlı ekmek kokusuna karışsa… Canım okula gitmek istemese, ama bunu anneme söyleyemesem. Misafirliğe gitsek keşke! O hazırlanırken gözünü, dudağını boyayışını, güzelliğini izlesem hayran hayran... ‘’Sinemacılar’’ ın ılık çay getiren gelinine çok bozulsam ve içmesem. Eve dönerken yine kumrular ötüşse. Arada bir geri kalıp annemin toprak yolda bıraktığı topuk izlerini seyretsem özenerek… Koşup annemin elini yeniden tutarken yüreğim büyük gelse yerine. Ve o an dünyanın geri kalanı siliniverse! Okul çıkışında ya annem karşılasa beni ya da arap sabunun temizlik kokusu… Bir sürpriz yapıp anneannem gelmiş olsa ve ben deli gibi sevinsem. Bir kase dolusu sakızlı, karanfilli leblebiyle sokak kapısının merdiveninde oturuyor olsam keşke! Uzaklardan bir simitçinin ya da eskicinin bağırışı duyulsa. Hava bozsa aniden, yağmur başlasa, üşüsem, gidip anneme sarılsam sıcacık… Sonra yağmuru seyretsem pencereden, kaygısız, huzurlu ve tüm sorumluluklardan uzak… Kucağımda Yumak, pencere önündeki begonyalar ve minik cam biblolarla birlikte. Her şey o leblebiler kadar taze olsa keşke! Annemin elleri, yüzü… Eski olan, yaşlı olan hiç bir şey; kaybettiğim, eksik olan hiç kimse olmasa hayatımda. Günün en sevdiğim zamanı gelse, perdeler kapansa. Akşam yemeğini hazırlarken bir yandan da şarkı söylese annem, bazı sözlerini yanlış hatırladığı… Kuzinede ısınan yemek kokularına salata için ovduğu soğanın kokusu karışıp doldursa evi. Az sonra babam gelse okuldan. Koşup sarılsam. O burnumdan hiç gitmeyecek atölye kokusunu duyumsayarak... Kapkara olmuş ellerine, her daim kuzinenin üzerinde duran çaydanlıktan su döksem keşke! Bir zamanlar torna bıçağına kaptırdığı başparmağının ucuna ilişse bir ara gözüm. Ve o sırada top koşturmaktan kıpkırmızı olmuş güzel suratıyla ağabeyim gelse ve tamamlansak. Babam ajansı dinlese, o sıra hepimiz sussak. Yemek masasından tabağımız bitmeden kalkamasak. Keşke anılara karışmış o güzel zamanlar bu kadar çabuk geçip gitmiş olmasa! Yaşam endişesi olmayan, sonsuz güvenli, yıllar geçtikçe de yeni anlamlar yükleyeceğim zamanlar! Gürül gürül yanan sobadan yanaklarımız, ellerimiz, beraber olmaktan kalbimiz sıcacık... Sobanın üzerinde bir de çay yapsa annem, kokusu çıkmasın diye yine demliğin ağzını kıvırdığı kağıtla tıkayarak. Günlük telaş ve koşuşturmaların ardından dünyayı kapının arkasında bırakmanın, birlikte olmanın huzuruyla çay kaşıklarının sesleri, sıcacık odamızda radyonun sesine karışsa karışşa…3 puan
-
Eğer Ben Olmasaydım...
3 puan“Sen her şeyden değerlisin ve hiçbir şey, özellikle canını acıtan hiçbir şey senden daha değerli değildir.” Bunu bu zamana kadar birçok arkadaşımdan, dostumdan ya da çevremdeki herhangi bir kimseden defalarca duymuşumdur. Sizlere de söylemişlerdir eminim. Ama hayatta bazen kendinizi başkaları yüzünden değersiz hissettiğiniz ve bu sözlerin size hiçbir anlam ifade etmediği öyle anlar oluyor ki; “canınızı acıtan o şey her neyse” sizden daha değerli sanıyorsunuz. Oysa ki unutmamak gerekir bazı şeyler bu dünyada gerçekten de sırf siz var olduğunuz için vardır. Eğer siz olmasaydınız onların hiçbiri olmazdı! Dün akşam çok düşündüm; ben olduğum için bu dünyada var olan şeyleri düşündüm. Örneğin şu içime çektiğim hava, eğer ben olmasaydım belki de olmayacaktı. Ya da bu klavye, klavyeye dokunan bu eller, dokundukça dile gelen şu cümlelerin hiçbiri olmazdı. Ben olmasaydım saçlarım olmazdı, çocukken saçlarıma geçen bitler bile olmazdı. Oynadığım oyuncaklar olmazdı, yattığım yatak, kafamı koyduğum yastık, evim, evimdeki bu eşyalar, şu içtiğim sigara ile çay ve izlediğim filmler de olmazdı… Ben olmasaydım çocukluğum, gençliğim olmazdı, aşklarım olmazdı, aşık olduklarım ise hiç olamazdı. Yaşadığım anlar, anılar, bir geçmiş, bugün ya da gelecek dahi olmazdı. Diktiğim ağaç, kokladığım çiçek, tuttuğum yıldız, gördüğüm manzara diye bir şey olmazdı. Çektiğim fotoğraf olmazdı. Söylediğim sözcükler, sarf ettiğim enerji, kapladığım bir alan olmazdı. Ben bu hayata, hayatımdaki her şeye ve her bir kimseye “var olarak” bir anlam kattım, tüm bunları doğru, yanlış, güzel, çirkin, acı, tatlı vb. bir şekilde anlamlandıran da yine bendim. Tabii ki her şeyin yolunda olduğu zamanlarım olacak ama olmadığı zamanlarım da olacak. Kederlerim olacak mesela, terk edilişlerim, sorunlarım vs… Ama hatırlamalıyım ki iyi veya kötü tüm bunları hayatımın içine dahil eden bendim, dolayısıyla onları hayatımda tutacak ya da hayatımdan çıkaracak olan da yine ben olacağım. Aslında sırf ben izin verdiğim için hayatıma dahil olmuş olan tüm bu şeyler yine benim izin verdiğim kadar hayatımın içinde kalmaya devam edecekler. Şimdi düşünme sırası size geldi; düşünün bakalım, sırf siz varsınız diye hayatta var olmuş şeyleri düşünün ve sonra bu cümleleri kendinize tekrarlayın; “Aslında onların varlık nedeni benim. Bu nedenle ben gerçekten de hayatımdaki her şeyden daha değerliyim ve hiçbir şey, özellikle de canımı acıtan hiçbir şey benden daha değerli değil. Hayatımıza dahil ettiğim sorunlar ya benim tarafımdan çözülür ya da benim tarafımdan sorun olarak hayatımda tutulmaya devam edilir. Buna karar verecek olan kişi “bu hayata sahip olan kişidir”, “bu hayata sahip olan tarafından var edilen kişiler” değil... Onlar yok çünkü!3 puan
-
Yarım
3 puanBaşını kaldırdı ve gözlerini kapattı sonra soluğunu tutarak yavaşça bıraktı. gözleri hala kapalıydı,birden uzun zamandır konuşmadığı tanrısıyla konuşmaya karar verdi. o ne zaman konuşmak istese ordaydı,ama gerçekte var mıydı? bir türlü emin olamamak çıldırtıyordu onu.. ama niye inansındı ki ne zaman yardım istese görmezden gelmişti sözde tanrısı onu.. şimdi niye ona cevap verecekti ki? hoş, iyi bir dinleyiciydi onun tanrısı ona sessiz tanrı diyordu kendi içinde korkmuyordu ondan,ona kendini anlatmaktan.. çünkü ne zaman insanlara anlatsa sonucu kırılmak olmuştu,çok terkedilmişti belki de hiç sevilmemişti. ama kafasında oluşan sesler ona hep iyi gelmişti. gerçek huzuru kendi içinde bulanlardı.. huzuru birinde arayacaksan eğer diyordu her zaman için kendinde ara uzaklara gittiğinde kendinden de uzaklaşıyorsun. korkar olmuştu kendini teslim etmekten teslim olacak kimse kalmamıştı. tekrar soluğunu tuttu sanki her soluğunu tutuşunda zaman duruyor,bıraktığında zaman akmaya devam ediyordu. birden hiç aklında yokken çok keskin bir anı saplandı gözlerine bir kaç cümle,gözlerini elleriyle kapadı ağlamak istemiyordu. ne ağlamak ne üzülmek istemiyordu onun için. o gitmişti,onu yüz üstü bırakmıştı. kimse onu böyle küçük hissettirmemişti. olduğu yere oturdu öylece gözlerini tavana dikti bu sefer kulaklarında göz yaşlarını tutmanın basıncını hissedebiliyordu. günlerce saatlerce ağlamak istiyordu. acı hiç mi dinmez? dedi seslice odasında yalnızdı. eliyle kendi elini tuttu. kimsesizliği o an yine anladı. o duyguyu hatırladı boynunda hissetti o acıyı. neden bilmiyordu ne zaman o duygu gelse acıyı en çok boynunda hissederdi acı orada kitlenir kalırdı saatlerce yaşanmışlıkları fazla yoktu. ama diğerlerinden farkı bu sefer güvenmiş olmasıydı. onda kendini görmüştü o da ona bunu söylemişti yalan mıydı? yalanı hiç sevmezdi, özellikle onu etkileyen yalanları durdu hareket etmeyi kesti, başını yere koyup uzandı gözlerini kapattı,beni duyuyorsan ve varsan onu bana geri getir dedi senden tek istediğim bu. "sana inanmayı istiyorum onu bana geri getir." sessiz sessiz bu cümleyi tekrarladı yerinden kalktı sevdiği koltuğa oturdu pencereden geçenleri izlemeye başladı kafasındaki karışıklığı bütünüyle ellerinde görebiliyordu. ellerini seyre daldı bu sefer. hiç kavrayamadığı ellerini düşündü onun hafızası silikti. ama az çok hatırlayabiliyordu hala. ne zaman hatırlasa ellerini ellerinde hayal ederdi köşesine çekilir o oradaymış yanındaymış gibi davranırdı deliceydi bu ama onu rahatlatırdı. Birlikteyken kendini rahat hissederdi bu yüzden o olmadığından beri kendini sakinleştirebilmek için yanındaymış gibi davranır, içinde bu sefer onu rahatsız eden sesleri sustururdu. o onu iyileştiriyordu belki de o yüzden kendini bu kadar muhtaç hissediyordu birbirlerine iyi geliyorlardı en azından o öyle olduğunu düşünüyordu. gittiğinden beri o varken ne kaybolmuşsa geri gelmişti hastaydı, mutsuzluk hastası. yorgundu yatağından kalmak istemiyordu. ona mutluluğu o vermişti o mutluluğu hep ondan istiyordu başka kimsenin onu mutlu edeceğine inanmıyordu. bir daha öyle hissedememe ihtimali onu daha çok hasta ediyordu. gülemez olmuştu. aklından onu çıkartamaz olmuştu. yanında onu taşımadığı an yoktu. solunda taşıyordu onu, sol yanında. minik bir ağırlık.. istediği zaman sesini duyabilecek kadar yakınındaydı. sesi öylesine huzurluydu ki, ona güven duymasını sağlayan oydu. gözlerini hatırlamak istemiyordu. gözleri içten bakardı ve bu onu utandırırdı. güven duymamak imkansızdı o gözlere yenilmemek için hep gözlerini kaçırırdı. ikisi de korkmuşlardı. dengesizlik ikisinde de vardı. böyle bir benzerlik onları dengeleyememişti. hep kendini telkin etmekten yorulmuştu. bitap düşmüştü artık,her gün zorla kalkıp güne başladığında onu anlayan birini istiyordu o ona onu anladığını bir kaç kere dile getirmişti. herhalde en mutlu hissettiği anlarıydı. çünkü daha önce kimse seni anlıyorum dememişti yani anlamayıp anlıyorum diyenler olmuştu bu onu hep hayrete düşürürdü anladıklarını söylerler sonra da aksini öne sürerlerdi ona muhalefet olur,yaptıklarının yanlış olduğunu ona kabul ettirmeye çalışırlardı o yüzden anlaşılma çabasını çoktan geçmişti çünkü her insan ona hayal kırıklığı olmaya başlamıştı daha fazla bunu kaldıramazdı zaten yeterince mutsuzdu onu ilk gördüğünde bir şey hissetmişti içinde ne olduğunu bilmiyordu hala da çözememişti. içinden gülümsemek gelmişti ona,konuşmak zorunda değilken onunla konuşurken bulmuştu kendini daha ilk tanıştıklarında yakın gelmişti ona çok ve henüz neden olduğunu bile bilmiyordu onu tanımaya başladıkça parçaları birleştirmişti hiç aklında yoktu birini bu kadar sevmek henüz azıcık tanıdığı birini hatta kendine yakıştıramıyordu bile yine kalbini kaptırıyorsun ama neden olduğunu bile bilmiyorsun diyordu kendine. özgürlüğüne çok düşkündü ama onun için bundan vazgeçmeye bağlanmaya hazırdı derin bir nefes aldı. anılarını hatırladıkça değiştireceğinden çok korkuyordu. aslında hiçbir saniyeyi değiştirmezdi çünkü geçirdikleri her saniye kusursuzdu. ona öyle geliyordu söylememesi gereken bir şey söylemiş gibi hissetmiyordu ne söylediysede o gittiğinde bile arkasındaydı. pişman değildi,seviyordu çabuk söylemişti ama ona hayır diyemezdi zaten birden onun yanında olduğunu sanarak onunla konuşmaya başladı bunu gün içinde sık sık yapıyordu,gördüğü bir şeyi ona anlatıyor kafasında onunla konuşuyordu. olayın seyri hiç iyi değildi belki de ama o şuan hayatının en büyük facialarından birini atlatmaya çalışıyordu o yüzden kendine bir nevi izin vermişti. onu unuttuğunda herşey eski düzenine geri dönecekti. ama onu unutamamaktan korkuyordu böyle kalmaktan korkuyordu. kimseye söylemeye cesaret edemesede bıraksalar onu şimdi arar,ilk gördüğünde boynuna atılırdı eğer bir adım atsa o ona 10 adım giderdi gururunu hiçe sayardı,ve bundan asla pişman olmazdı nasıl olsundu? onu sevdiğini varlığında hissedebiliyordu. durduk yere ismini söyledi tınısını unutmuştu nasıl söylendiğini adını çok severdi onun gibi farklıydı. onunla ilgili neredeyse herşeyi sevdiğini farketti küçük detayları bile, yüzü onun için mükemmeldi üstelik yakışıklı bile denemezdi ona onun gözünde kimse daha iyi olmamıştı. onun için yaratılmışlığın izlerini taşıyordu tüm bedeninde.. birden o çok sevdikleri şarkıyı kulaklarında duydu. mırıldanmaya başladı kafasındaki sese eşlik etti o bu şarkıyı nasıl söyler diye hayal etti onun sesinden bu şarkıyı dinlediğini düşündü ona şarkı söylemesini çok istemişti o şarkı söylemeyi çok severdi bir iki kere şarkı söyleyişini duymuştu ama o anlarda diğerleri gibi siliklerdi hatırladığı kadarıyla onun dünyasını ters yüzden eden saniylerdi şarkı söylediği zamanlar ona eşlik etmek isterdi kulağına sevdiği şarkıyı fısıldamak isterdi ne yazıkki onun sesiyle yarışamazdı ama umursamaz diye düşünüyordu. çünkü onun sesi güzel olmasaydı da onun sesini sevecekti diğer geri kalan ne varsa sevdiği gibi kimse tarafından böyle sevilmek istememişti onun sevgisini istiyordu,tek olmayı başkası olsa umrunda olmazdı ama ilk defa ait olmak istemişti onu kaybetme korkusunu aklına getirmek onu yatağa düşürüyordu onu kaybettiğinde de zaten başına gelen buydu. kendini hem sevmesine hem nefret etmesini sağlıyordu o. kendini ne zaman sevse onu da sever ondan ne zaman nefret etmek istese kendinden de nefret ederdi benzersizlerdi ama birbirlerine benzerlerdi. onun onu özlemediğinden neredeyse emindi. aklına gelmiyordu bile paranoyaları bütün gün içini kemirirdi. ama düzelemiyordu,düzelirse en büyük parçasını kaybedecekti. hem düzelmek istiyor hemde onu tamamen kaybedecek olduğu için düzelmekten korkuyordu. odasına gitti,yatağına yüz üstü uzandı. ne zaman olayların içinden çıkamayacak ve sesleri susturamayacak olsa gider yüz üstü yatardı. ve ağlayabildiği kadar ağlardı. saçları, düz akması gerekirken yüzünün üstüne yattığı için ıslanırdı. bundan nefret ederdi ama başka türlü sesinin duyulmasından korkardı. gecenin karanlığı ne zaman uğrasa odasına o da içinin karanlıklarına dönerdi gündüz olduğundan daha kötü olur ve tüm umutsuzluklarının başına üşüşünü duyardı. şimdi onu arasa belki kaçıp giderdi olduğu yerden ona hala güvenebilecek kadar seviyordu. kimse böyle yapamazdı biliyordu. ve kimse onu hala neden sevdiğini anlamıyordu,anlamayacaklardı da. işin kötüsü ne zaman anlatacak olsa içindeki kördüğüme yakalanıyordu kelimeleri karıştırıyor uykusuz kaldığında olduğu gibi dili dolanıyordu. insanlar gelip geçici bir şey olduğunu muhtemelen bir takıntı adını koyup onu onunla baş başa bırakıyolardı o da bunu istiyordu,yalnız kalmak. kafasında bile olsa onunla yalnız kalıp düşüncelerini sadece onunla paylaşmak. onun her zaman için ona söyleyecek bir şeyleri vardı sessiz kalmazlardı. ----------------------------------------------------------------------------------------------3 puan
-
Bay Ah! ile Bayan Vah!
3 puan‘Hayat hepimizin hevesini kırıyor... Zehiri alınmış bir vedayım, kendimle buluşmalıyım...’ dedi Kadın! Adam, ışığın gittiği yöne doğru yürüyor fakat, hep eksik ve yarım bırakılmışlık duygusu peşini bırakmıyordu... Fazla tedirgindi... ve kendini belki de hiç gerekmediği halde gerekerek yaşıyordu Adam! Şehrin anlamsız kalabalığı, gürültüsü, hesaplı ve sahte ilişkileri, geçmişte yaşadığı sıkıntılı günler çok mu yormuştu onu?.. Bunalıyordu; dinlenirken de, öfkeliyken de, sevinirken de, mutluyken de... ‘Hayat yine de çok basit...’ dedi Kadın! ‘İnsanların kafası karışık!..’ Tüyleri diken diken, yüreği, ağzında bir Adam’dı!.. Hayat onu her gün dövüyordu... Korkularını sevmiyor, korkularından ödü kopuyordu... Hayalleri olmasaydı; dünya ‘her şeye rağmen yaşanmaya değer’ olmasaydı; yaşamın ilk darbesiyle yıkılabilirdi!.. “Topallayan da yol alıyordu”... ama hem “tutuklu” hem “gardiyan” yaşamanın acısı başkaydı... ‘Nereye gidersen git, ne yaparsan yap, aşkı yanına almayı unutma...’ dedi Kadın! ‘Ne kadar haklısın, her şeyi aşk sandığım için önce aşka yenildim...’ dedi Adam! “Özgün olmak için dürüst olmak yeterlidir...” dedi Wittgenstein!.. “Kendinden başka hiçbir eksiğim yok!” dedi Kafka! “Çağdaş bir ortaçağ yaşıyoruz” dedi Umberto Eco! Her şey kendi kaktüsüne dönecek kadar sahici değildi artık! Ve aşk; ateş ile su arasındaki tabiatı gördü, maziye kaçtı!.. Engin Turgut3 puan
-
Mendil
3 puanÇocukluğumun en güzel anılarından: Mendil Artık bir nostalji olarak belleklerimizde yer eden, çeşitli desen ve renkte... İpekli, pamuklu ama mutlaka kumaştan! Öğretmenlerimiz ‘’mendiller’’ der demez minik ellerimizi tertemiz, ütülü ve özenle katlanmış mendillerimizin üzerine nasıl da koyuverirdik, tırnaklarımızı da görsün diye… Teneffüslerde körebe, mendil kapmaca ve yağ satarım bal satarım oyununda da oyun arkadaşlığı ettiler bize. Bayram mendillerinin de büyük anlamı vardı. Bayram yaklaşırken mendiller hazırlardı büyüklerimiz. El öpmeye gittiğimizde, şekerle birlikte mendil de alırdık; içinden küçük bir harçlık, ufak bayram hediyeleri de çıkan… Ne çok mendilimiz olurdu; renk renk, desen desen, bazen de kenarları dantelli ve işlemeli küçük mendiller. Nasıl güzel uçuşurdu düğünlerde halay başının elinde, uzağa gidenlere sallanırken de! Yeni neslin belki de hiç bilmediği mendil, bir kültürdü ama zaman içinde ''Selpak'' lara kaptırdı yerini; asla anlamlı ve değerli olamayacak olan! Sonra da anlamlı pek çok değer gibi geçmişteki hüzünlü yerini aldı. Bazen oyun arkadaşımız, bazen terimizi, göz yaşlarımızı ve kanayan dizlerimizi sildiğimiz, bazen bir bahar akşamı bir hanım efendinin elinden düşüveren bazen de ‘’söz’’ amacıyla verilen bu küçük ama çok şey simgeleyen mendiller bir gün hiç hissettirmeden uçuverdiler. Nasıl, ne zaman ve nereye?… Hiç anlayamadım. Bugün çekmecemde hala mendillerim var çocukluğumdan kalma. Elime aldığımda hüzünlendiğim, gündelik hayatın önemli bir parçası olduğu zamanları ve mendil geleneği olan bayramları özlediğim...3 puan
-
ZAMANIN ACILAŞTIRDIĞI KAVRUK BİR DİRENMEDİR HASRET
Heyyyy yazmayalı çok uzun zaman olmuş..Biraz başım dumanlı ama, idare edin artık.. Kısacık birkaç kelam edip gideceğim.. Bugün mutfakta yemek yapıyordum, tam o sıra dışarıdan hoş bir kadın kahkahası işittim..Güzeldi, gülümsedim.. Ama birazda kıskandım, içim burkuldu galiba.Çünkü en son ne zaman kahkaha attığımı bile hatırlayamadım. Neyse uzun lafın kısası.. Ben artık kahkaha atmayı özledim.. İşte öyle.. http://www.youtube.com/watch?v=FTWHDChQdGY Belki bir şarkının her sesinde Belki bir sahil meyhanesinde Belki de içtiğim sigaranın dumanısın Bir yıldız gökte kayıp giderken Islak bir yolda yalnız yürürken Bambaşka bir şeyi düşünürken aklımdasın Geçmiş değil bugün gibi yaşıyorum hala seni Sen hep benim yanımdasın Gündüzümde gecemdesin, çalınmasın söylenmesin Sen benim Şarkılarımsın Sanki hiç gitmemiş hep var gibi Bir sırrı herkesten saklar gibi Sessizce sokulup ağlar gibi yanımdasın Beni bir şeylerden aklar gibi Koparmadan çiçek koklar gibi Hiç bozulmamış yasaklar gibi aklımdasın3 puan
-
MUTSUZLUĞUN GERÇEKLİĞİ
3 puanMutluluk dediğimiz şey ara ara geliyor insan ömrüne ama sonra hemen gidiyor. Mutsuzluk ise sadece mutluluğun geldiği zamanla, gideceği zaman arasında terkediyor bizi... Yani mutsuzluk neredeyse her an bizimle aslında, mutluluk ise geçici olan... Mutsuzluk insanı ayakta tutmaya zorluyor. Mutsuzluk, aslında bizi güçlü yapan... Mutluluk ise hayata karşı olan tüm direncimizi kırıyor. Bizi savunmasız hale getiriyor. O yüzden gittiğinde kendimizi bir anda yerde ve yerle bir buluyoruz, felç oluyoruz, tutunamıyoruz, canımız acıyor, kırılıyoruz, inciniyoruz. İşte o zaman elimizden tutan, bizi yerden kaldıran, üstümüzü başımızı silkeleyip, bize tutunacak bir dal veren yine kadim dostumuz mutsuzluk oluyor. Biraz zor olsa da tekrar kalkıyoruz işte... İlginçtir ki ben bunu bu akşam keşfettim. Önceleri yaptığım sadece bunları yaşamakmış. Yaşamak her zaman yaşadıklarının farkında olmak demek değildir zaten. Ayakta kalabilmemin, güçlü olabilmemin, hayata tutunabilmemin yolu mutsuzlukmuş. Bana kalan, artık her daim yanımda olacağını bildiğim mutsuzluğumla barışık olmayı öğrenmek... Mutluluktan ise mümkün olduğunca uzak durmak... Tabi mümkün olursa... *** Eee yazımı okuduysanız bari bir de bu klibi izleyin ki tam olsun... Daha iyisini inanın ki görmedim ben... http://www.youtube.com/watch?v=cud_k9f6tqk3 puan
-
AĞIR İŞÇİ
3 puanUzun cümleler kuramayacak kadar yorgunum. Kardeşimin tabiriyle "dün motoru yaktım" Öte yandan babamın yanında yorgunluğumu bu şekilde dile getirsem aynen şöyle der: -"Tarlaya, tarlayaaaa" Elbet biliyorum benden çok daha zor şartlarda yaşayan kadınlar olduğunu.. Ama aynı anda hem temizlik yapıp, hem metrelerce perde ütüleyip asıp, yemek yapıp, alışverişe çıkıp, çocuğun okuluna koşup, okuldan döndüklerinde onların dertlerini dinleyip, hoş tutmaya çalışıp, kendi kafanın içindekilerle ayrıca boğuşmakta hiç kolay değil be baba..Bunların üstüne birde, bakımlı, hoş, güler yüzlü olmayı da unutmayalım lütfen..Tabii sihirbazım ya ben! Kabul senin annen gibi çamaşırları külle döve döve yıkamıyorum.Teknoloji ütüye bile çare bulacak yakında..Geçenlerde okudum.Buharlı bir dolap yapmışlar, içine çamaşırları asıyormuşsun, dolabın içindeki buharla tüm çamaşırlar kırşıksız çıkıyormuş..İyi de metrelerce tül perde girmez ki o dolaba..Yok sanmam..Hadi ütülendi diyelim, onları yine binbir cambazlıkla ben asıcam yerine.. Ev kadınları size söylüyorum bak; bugün bizimde bayramımız...3 puan
-
Çılgın Bir Annem veya Babam Olsun İsterdim...
Kendi kendimi önüme koyduğumda karşıma çıkan o kendi görüntümdeki eksikleri çok iyi görme, hep farklı düşüncelere kaymama neden oluyor. Bunlar bazen farklı benleri ortaya çıkardıkları gibi bazan farklı benlerin isteklerinide önüme koyuyorlar. Öylesine bir gündü, önümdeki bankın arkasında bir kız bir erkek çocuğu orta yaşlı bir adamla oynuyorlardı. Çocuklardan birisi bana doğru koşarken diğer çocuk bağırıyordu 'Baba beni yakalayamaz, baba beni yakalayamaz' diye. Sonra baba, onlarca hayvan taklidi yaparken, yerlerde sürünürken, çocuklarına bir oyunda (Tiyatro) oynar gibi replikler ve kısa sahneler oynayarak 2-3 saatlik verdiği düeti bitirmiş oldu. Sonrası benim kendimle hesaplaşma dönemim di. Babam'ı çok sevdiğim kesinde, ama her baba gibi benim babamında eksikleri vardı, ben baba olduğumda benimde olacağı gibi. Neden benimde çılgın bir babam olmasın sorusunu işte o anda sordum. Neden olmasın? Benim babamda bazen beklenmedikleri yapsın, benim babam da bazen herkesi korkutsun, benim babam da bazen hepimizi kucaklayıp suyun altına soksun, benim babam da herkesin önünde annemi öpsün veya sinirlendiğinde avaz avaz gülsün, benim babamda eline saksafonunu veya kemanını alsın köşedeki parkta bankın üstünde çılgınlar gibi çalsın, benim babam da kendisi ile alay etsin isterdim. İşte bunların bazılarını görmek isterdim babam da. Yoksa çok şeymi istedim gene diye kendi kendime baktığımda, bu çılgın ben, belkide bana çok geliyor diye kafa bulmadan da edemedim... İşte öyle benimde bir çılgın babam veya annem olsun isterdim diye bitirelim.... Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim Hayatta ben en çok babamı sevdim. Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk Çarpı bacaklarıyla – ha düştü, ha düşecek – Nasıl koşarsa ardından bir devin, O çapkın babamı ben öyle sevdim. Bilmezdi ki oturduğumuz semti, Geldi mi de gidici – hep, hepp acele işi! – Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi. Atlastan bakardım nereye gitti, Öyle öyle ezber ettim gurbeti. Sevinçten uçardım hasta oldum mu, 40’ı geçerse ateş, çağ’rırlar İstanbul’a, Bi helallaşmak ister elbet, diğ’mi, oğluyla! Tifoyken başardım bu aşk oy’nunu, Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu. En son teftişine çıkana değin Koştururken ardından o uçmaktaki devin, Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için Açıldı nefesim, fikrim, canevim. Hayatta ben en çok babamı sevdim. Can Yücel2 puan
-
kıyamet teorisi.
2 puanherkes sustuğunda, kulaklarımdaki çınlamanın şiddeti sarıyor kafamın içini. tehlike anında çalan sirenler gibi... gecenin bir yarısı hava saldırısı olmuş da, sığınaklara çağırıyorlar beni. karartmalar sarmış tüm pencereleri. sanki evler küsmüş sokaklarına da kapatmışlar gözlerini. balkona çıkıp da sigara içen yok. dumansız hava sahası ilan edilmiş tüm açık alanlar. neyse ki hala kapalı alanlarda sevişmek serbest. yoksa nesli tükenirdi güzelim insanlarımın... iyi insanlar yalnızca filmlerde var artık. zaman makinasını kullanabilse herhangi biri geçmişe gidip bahis oynardı daha zengin olmak için. daha rahat daha güzel bir hayatı kendi tekeline alıp umursamadan kız kulesinin, boğazın ortasında suları çekilmiş, kuraklığın ortasında yapayalnız kalacağını, bahama adalarından birini satın alır giderdi bu coğrafyadan... sanki siz aksini mi yapacaksınız? sanki ben yapmayacak mıyım? insan aklını uyuşturup düşünmesini engelleyen her türlü afyon için caizdir diye bir fetva bekliyorum, diyanetimin başına geçirilen ve yalnızca gerçek hayatta olacak kadar kötü insanlardan. sonra da bir yalanlama, biz yazmadık hesabımız ele geçirildi falan filan... kimse hesabı ele geçirenin hesabın asıl sahiplerinin akıllarından geçenleri yazdığı gerçeğinden bahsetmeden, bu 'pardon aldatıldık!'ı sorgulamayacak nasıl olsa, yeni bir 'pardon'a kadar... yeni bir pardona kadar neleri unutacağız biz! tuhaf. alzhemir yaşayan bir toplum olduk. yıllar öncesinden ruhumuzda izler bırakan onlarca acıyı hüsranı dün gibi hatırlarken, dün söylenen sözleri unutup bugün söylenen yalanlara bu kadar kolay inanıp kabullenmemiz öyle değil mi? sanırım bu unutkanlık kıstası günden dakikalara düşmüş durumda. neyse, ne diyordum? okyanuslardaki gulf-stream akıntılarındaki değişimin bir gün bu dünya üzerindeki herkesin, dolayısıyla hepimizin belasını verecek olmasını dert etmek yerine, dün gelen elektrik faturasını son ödeme tarihinde ödeyebilmek için hangi ihtiyaçlarından kısıntı yapması gerektiğini hesaplama konusunda uzmanlaşan insanlarımızın sahip oldukları bu zihinsel aktiviteyi daha yararlı işlerde kullanması herkesin menfaatine olurdu. ama insanların/mızın elindeki bu muazzam gücü fatura sorununu halletmek yerine başka işlerde kullanma şansları olsaydı sanırım gulf-stream akıntılarındaki sorun listenin en dibinde bile yer almazdı. çünkü yarın uyanınca üzerimize ne giyeceğimiz, nereye gideceğimiz ve sosyal medya hesaplarımızda bizi kim beğenmiş, kim gizliden takip etmiş gibi daha önemli sorunlarımız var. bir de sevdiğimiz neden bizi sevmiyor, sevmediğimiz dibimizden ayrılmıyor gibi bir türlü çözemediğimiz denklemlerimiz var. en kral sayısalcı arkadaşı getirin bu denklemle kafayı yer! yazılı ifade yeteneği gelişmiş birinin kendini konuşarak anlatamamasının ironisi altında eziliyorum bazen. bir sürü dişlilerden oluşan eski bir saat gibi. çalışıyor ama nasıl çalıştığını anlayamadığım için akrebi kovalayan yelkovan gibi koşturup duruyorum peşinden. üzerinden geçtiğim rakkamlarla anlatmaya çalışıyorum yaşadıklarımı. göstererek... belki bu yüzden konuşamıyorum. benim gördüklerimin sesli ifadelerde bir karşılığı yok ki, düşündüklerimin olsun. sözel ve sayısal yetersizliklerimi görselliğimin ardına saklanarak ifade etmeye çalışıyorum. anlamak kolay değil, anlatamadığımdan biliyorum. uyarıları görmezden gelmek, başınıza gelecek felaketlerden korumuyor sizi. en fazla son ana kadar huzurlu ve sakin kalmanızı sağlar. bunun kime ne faydası var emin değilim. gulf-stream akıntısının bir gün akmaktan vazgeçip tepenize tsunami dalgası halinde bela olmasına dek diyanetinizin başındaki insanların söyledikleriyle vakit geçirmeniz gibi...sahi, nasıl başarıyorsunuz, tüm bu olan biten, olan ama bir türlü bitmeyen saçmalıklar karşısında hala huzurlu kalmayı?2 puan
-
işte geldim burdayım : )
2 puanyazarken bile heyecan bastı merhabalar, duble merhabalar herkeslere özlemişim, hemde çok özlemişim canım forumu az biraz sevmeye geldim ben aynı ben. ağır işçi şevval olarak iş güç çoluk çocuk arasında devam ediyorum giriş kısmını uzatmayayım, buralardayım gene görüşeceğiz nasıl olsa herkeslere selamlar, sevgiler olsun ama bi dakka biraz uzatabilirim sevgili Admin size çok çok selamlar olsun2 puan
-
Mağdurum, Mağdursun, Mağdur...
Yine mağdur oldular arkadaş. İnanılır gibi değil ama zeytin yağı gibi üste çıkıp yine mağdur oldular. Bu ülkede bir vakfa ait yatılı okullarda 10'u kesinleşmiş, iddialara göre muhtemel 45 çocuk istismarı vakası yaşandı. Bakın yazı ile "KIRKBEŞ". Sayının çokluğunu görünce, insanın aklına ister istemez organize işlenmiş bir vaka geliyor. Öyle ya, koskoca vakıfta yıllar boyunca 45 (yazı ile kırkbeş) çocuğa cinsel istismarda bulunulacak ama kimsenin haberi olmayacak. Organize olmasa bile bir göz yumma, görmezden gelme de mi yok? Olay patlak verince önce üzerini örtmeye çalıştılar; baktılar ki örtemiyorlar, olayı sıradanlaştırma, münferit bir vakaymış gibi gösterme çabasına giriştiler. Üstelik bunu yapanların başında da o çocuklara en çok sahip çıkması gereken kişi, aile ve sosyal politikalardan sorumlu bakan vardı. Bu mide bulandırıcı olayı gerçekleştiren, göz yuman, görmezden gelen, ihmali bulunan kim varsa ibretlik ders vermesi gerekirken, resmen ve alenen sahip çıktı. Öyle ki, TBMM'de olayın araştırılması için verilen önergeyi bile reddettiler. Sonra baktılar ki infial oluyor, geri vites yapıp "anlaştık komisyon kurulacak" dediler. Peki neden sahip çıktılar? Bu vakıfla aralarındaki menfaat ilişkilerine dair iddiaları göz ardı edip bir kenara bırakırsak, kendi ideolojilerini yaymak için kullandıkları bir araçtır bu vakıf da ondan. En ufak bir olayda karşısındakini itibarsızlaştırma çabası içine girenler, böylesine iğrencliğin yaşandığı bir vakfı şimdi yere göre sığdıramıyorlar. Böyle bir olay Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nde yaşanmış olsaydı, neler olabileceğini tahayyül edebiliyor musunuz? Ben söyleyeyim; kökünü kazırlardı. Yetmedi, muhalefetin bakan hakkında verdiği soru önergesi AKP lilerin oylarıyla reddedilince, takı merasimi gibi sıraya girip arlanmazca bakanı tebrik ettiler. Tüm bu olanlardan sonra ne oldu peki? Ana muhalefet partisi lideri , eski içişleri bakanının bir işadamını (!) kollamak için kullandığı ve 17/25 aralık tapelerine de yansıyan "önüne yatarım" sözüne atıfta bulunarak bakanı eleştirdi. Cinsiyetçi aşağılama ile hiç bir alakası olmayan, 17/25 aralık yolsuzluk olaylarına benzer bir şekilde bir kurumun kollandığını ifade eden bir kalıbı kullandı ana muhalefet partisi lideri. Ve olanlar oldu... Hükümet kanadı, kullanılan bu kalıbı anında işine geldiği gibi çevirdi ve kendisine yeni,yine, yeniden bir mağduriyet yarattı. Tüm bu mide bulandırıcı olayın yaşandığı vakıf unutuldu, hükümetin bu vakfı koruyup kollaması unutuldu, bakanın " bir kere rastlanmış olması hizmetleri ile ön plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz." demesi unutuldu... Ne olduysa oldu AKP yine mağdur oldu. Vay arkadaş ! Vay benim köse sakalım... Biz halk olarak aklımızla bu kadar alay edilmesini hakediyor muyuz gerçekten? Galiba hakediyoruz... Nerede, neye, nasıl tepki vereceğini bilmeyen bir halk için gerçekten hakediyoruz. İzlanda'ya bakıyorum, panama belgelerinde başbakanlarının ismi geçtiği için halk sokaklara döküldü. Önce gönülsüz olan başbakan, sonunda istifa etmek zorunda kaldı. Sonra bize bakıyorum.... Amaaaaannnn bana ne! Ben mi kurtaracağım memleketi?2 puan
-
ÖZLEMEK, ÖLMEKTEN SADECE İKİ HARF FAZLA BE ÇOCUK
Sadece bir rüya idi aslında, ama düşündükçe, gözlerimin önüne geldikçe, ruhumda karmakarışık duygular uyandıran bir rüya. Hani "göğsüme fil oturdu" deriz ya, iki göğsümüzün ortasına. Sanki yarmış biri orayı, içine bir çuval taşı doldurup tekrar dikmiş. O vakit derin derin nefes almaya uğraşırsınız, ama ne mümkün. Çabalarınız beyhudedir, fil göğüs kafesinizin tam da üzerine oturmuştur bir kere… İşte tam o noktadan, zaman zaman belki geçer diye yumrukladığım yerden, çatlıyor mu, yarılıyor mu, kanıyor mu hatırlamıyorum, fil değil, taş da değil, bana çiçek uzatan küçücük bir el çıkıyor. Suda tam boğulacakken, suyun yüzüne fırlar gibi nefes nefese, gözlerim ıslak uyandım sonra. Çocukluğuma dair zihnimdeki en keskin hatıra annemin beni anaokuluna götürdüğü gündür. Ürkek bir kuş gibiydi kapıdan içeri girişim. Annemin yapıştığım elini bırakmakla, oyuncakların olduğu yere gitmek arasında yaşadığım tereddüt hala tüm canlılığıyla zihnimde, belki de ve de daha doğrusu kalbimde. Ben tam ikna olacak gibiyken, öğretmenin bize göstermek için yönelttiği loş bir ışıkla aydınlatılmış uyku odası içimde yanan o ufacık ışığın da sönmesine sebep olmuştu. O andan itibaren eve gidene dek hiç susmaksızın ağladığım için olsa gerek, annem bir daha anaokulu lafı etmedi. Yıllar sonraydı, kızımın anaokuluna başladığı günler. O gün okuldan kızımı alıp anneme uğramıştım. Anneanne torun her zamanki gibi sevgi yumağı oldular. Annem okulla ilgili sorular sormaya başlayınca, o hiç beklemediğim serzenişi işittim, “Annem arkadaşlarımın anneleri gibi beni bahçede beklemiyor” dedi küçük kızım ve hıçkırıklara boğuldu. O içimi lime lime eden gözyaşlarına rağmen yutkunarak da olsa aldırmıyormuş gibi yaptım ve hatta annemin bu aldırmaz görünen tavrım karşısında; "Sen ne kadar gaddar bir annesin." deyişini de duymazlıktan geldim. Ellerim ellerini tutamadığı zamanlarda yaprak gibi titremesindi benim çocuğum, Ben yanında yokken kolsuz kanatsız hissetmesindi kendini tek dileğim. Hepsi buydu, ama sadece ve sadece buydu bir başka annenin bile anlamadığı… Geçen yıl evimizde birkaç gün apartmanın çatısından düşen yavru bir martı misafir ettik. O ana kadar martılarla ilgili tek bildiğim inanılmaz sesler çıkardıklarıydı. Bu kısa dönemli ziyaretten sonra o sesleri ne zaman ve niçin çıkardıklarını öğrenecektim. Yarası beresi var mı yok mu anlamadan onu çatıya geri koymak istemedim. İlk iş ne ile besleneceğini öğrendim internetten, meğer ne çok çatıdan düşen martı yavrusu vakası varmış… Odamdaki banyoyu hemen ona tahsis ettim. Bana hemen alıştı, kapıyı açtığımda bana doğru paytak paytak gelişi tek kelimeyle muhteşemdi. Aslında martıdan çok bir ördeği andırıyordu. Üç ya da dördüncü gündü sanırım, benimkisi banyonun penceresinden çatıya seslenmeye başladı. Karşılığında da yukarıdan cevap geliyordu. Annesiyle haberleşmenin yolunu bulmuştu. İçim burkuldu. Yavruyu hemen çatıya çıkarttık. Çatıdaki sevinç çığlıklarını tarif etmem imkânsız, ama asıl şok edici olan birkaç saat sonra yavrunun yine bahçeye düşmüş oluşuydu. Sonrasında çatılardaki martıları çok daha farklı bir gözle izledim. Çünkü artık biliyordum o kendilerini yırtarcasına çıkardıkları seslerin ardındaki gerçeği. Önce yavrular çatıdan düşmesin diye çabalıyor, uçma zamanları geldiğindeyse çatıdan atlasınlar diye yırtınıyorlardı. Geçen yıl Üniversite tercihleri yapılırken bir yanım kal diyordu. Nasıl gönderirdim o kadar uzağa.. Düşüncesi bile beni nefessiz bırakırken, martıların çığlıkları hep beni kendime getirdi. Bırak uçsun diyorlardı sanki. Bıraktım da… Onu Allaha ve sonrasında kendine emanet ederek bıraktım. Şimdi o özgürce uçtukça mutlu oluyorum. Alışabildim mi? Hayır. Çünkü özlemek şairin de dediği gibi; "ölmekten sadece iki harf fazla" Fakat şu da var ki; o ne kadar uzakta da olsa, onun o güzel elleri tam o sızlayan yerde, göğsümün orta yerinde..2 puan
-
BİR İTİRAFIM VAR
2 puanBİR İTİRAFIM VAR En küçükken ip cambazı olmak isterdim çünkü babamın beni götürdüğü sirkteki ip cambazından çok etkilenmiştim. Sonra biraz büyüdüm çöpçü olmak istedim çünkü şu an moda olan hani şu renk renk lastik çizmeler var ya ben küçükken bir ara yine moda olmuştu ama annem “Ne o öyle, çöpçü çizmeleri gibi” diyerek bu isteğimi reddetmişti. Hani yani çöpçü olsam o çizmelerden benim de birer tane olabilirdi. Az daha büyüdüm astronot olmak istedim çünkü çoğu arkadaşım astronot olmak istiyordu, galiba bu defa da onlardan etkilendim. Epey bir büyüyünce doktor olmak istedim çünkü fen derslerinde oldum olası başarılıydım ama sonra bir fizik öğretmenim oldu, niyeyse kendisinden bir türlü haz etmedim. Hatta babamla yolda yürürken karşıdan gelen bir arabanın farlarını fizik öğretmenimin gözlerine benzetince babam benim doktor olmaktan vazgeçtiğimi ilk anlayan kişi oldu. Zaten o senenin sonunda babamla oturup en iyisi benim bir edebiyat öğrencisi olmam konusunda bir anlaşmaya vardık çünkü artık fizik derslerinden nefret ediyordum. Sonra bir psikolog olmak istedim çünkü hem öğretmenimi hem de psikoloji, sosyoloji, felsefe ve mantık derslerimi çok seviyordum aynı zamanda edebiyat alanında aldığım derslerin içinde en başarılı olduklarım bu derslerimdi. Üstelik öğretmenimin gözleri de araba farlarına hiç benzemiyordu, yani baya baya insan gözleri vardı En nihayetinde bir kütüphaneci oldum. Çünkü okulumuzun müdürü üniversite için tercihlerimi doldururken bu bölümün çok yeni bir bölüm olduğunu ve eğer kazanırsam üniversiteden mezun olduktan sonra gelip mezun olduğum lisede çalışabileceğimi söyledi. İyi bir teklifti çünkü işim daha liseden mezun olurken hazırdı. Buraya kadar her şey normal, zaman geçtikçe daha mantıklı kararlar aldığım ise bence aşikar.. Ama şimdi ben bir kütüphaneci olduğum için pişmanım, sıkıldım çünkü bu işten… Bana göre değilmiş, bence ben bir avukat olabilirdim, öğretmen de olabilirdim, politikacı bile olabilirdim. Herneyse aslında bunlar sorun da değil çünkü ben bunların hiçbirisini de olmak istemiyorum. Ben, sanırım bir vampir olmak istiyorum. Yaw ne salakça, ne fütursuz ve ne saçma bir istek bu, kendimden utanıyorum. Üstelik vampirlik diye bir meslek bile yokken… Onu da geçtim vampirlik bile yokken… Ya ben niye vampir olmak istiyorum, acaba okuduğum kitaplardan çok mu etkileniyorum? Her gece rüyalarımda vampir olduğumu görüyor ve ciddi ciddi bir vampir olamayacağım için üzülüyorum. Keşke psikolog olsaydım belki o zaman bu vampir olma isteğim konusunda bir fikrim olurdu veya vampir olmak istemenin bir delilik olduğunu bilir, kendi kendimi tedavi etmenin bir yolunu arardım. Ama ben bir kütüphaneciyim ve vampir olmak istemenin tedavisini bulamadığım gibi vampirlerle ilgili piyasada ne kadar kitap varsa, abuk subuklar falan da dahil hepsini kütüphaneye doldurmak, özel bir vampir kitapları köşesi kurmak, sonra onların hepsini okumak okumak ve daha çok okumak istiyorum. Beni Miyazaki'nin Kiki'si ıslah etsin, ne diyeyim artık!2 puan
-
ARDA KALAN
2 puanGeçenlerde şu yandaki gemi resmini gördüğümde sanki mideme bir bıçak saplandı.Çünkü, tıpkı seni son gördüğüm gün pencerenin önünde otururken sana anlattığım gemiye benziyordu. Rüyamda deniz kenarında demir atmış böyle bir gemi vardı."Biz tatile gidiyoruz, bu gemi götürecek bizi" diyordun."İyi ya biz de gelelim öyleyse" dediğimde "siz sonradan geleceksiniz, biz teyzenlerle gideceğiz" dedin.Rüyamı anlatmam sona erdiğinde "bak işte gidiyorum artık" dedin gülerek. Hayatın boyunca her sabah sabırla benim o film gibi upuzun rüyalarımı dinledin ve yine bir rüyam ile yaptık finali.. Sen o gemiye binip giderken yanında olmadığım için çok uzun süre affetmedim kendimi.Ama sonunda bunun benim için önceden planlanmış bir düzenek, bir iyilik olduğuna ikna oldum.Bu plan öylesine tıkır tıkır işleyen bir plandı ki herkesin rolü ve yeri çok çok öncesinde belirlenmişti.Eğer senin nefesin teyzemin değilde benim kollarımda kesilseydi ki; ben şu an da bile öyle bir sahneyi canlandıramıyorum zihnimde.Nasıl veda ederdim ben sana annecim..Bana o anı yaşatmayan rabbime şükürler olsun.Şükür ki ben sana veda etmedim, biz senle hiç vedalaşmadık.. sen daha iki gün önce rüyamda bana sarı askılı bir elbise dikiyordun, çünkü sen hala benimlesin. Birkaç ay önce kamerayı açıp Alp'in 2. doğum gününde çekilmiş görüntüleri izledim.Farkettim ki o görüntülerde ki herkes, her şey değişime uğramış.Çocuklar büyümüş, büyükler yaşlanmış.Bunun üzerine kendi kendime dedim ki; "öyleyse benim annemde sadece değişime uğradı, yok olmadı" Bizler, bu dünya üzerinde yaşayanlar; ölene kadar beden denilen kılıflarımız içinde yaşamlarımızın köleleriyiz.Sense özgürsün artık annecim.Kimbilir belki de sen artık her gün pencereye gelen kuşlardan birisin! Beni görebildiğini sana bunların ulaştığını diliyorum, çünkü tüm güçlüklere rağmen iyi olduğumu bil istiyorum.Sadece kocaman bi kadınken bile yaptığım şeyi yapmayı, söylediğim şeyi söylemek istiyorum.Kedi gibi kucağına uzanıp; "şevkatine ihtiyacım var annecim" diyerek sana başımı okşatmayı özledim.Aslında seninle yaptığımız her şeyi özledim.Bugün o böreği sırf o anlara özlemimden yaptım galiba.Kenarlarından kestiğin çiğ hamurları yiyorum diye nasılda kızardın bana. Biliyorsun dualarım her zaman seninle, bu koca rüya alemininde, dik durabilmek, iyi ve güçlü kalabilmek için benimde senin dualarına ihtiyacım var.Biliyorum ki burada olmam gerektiği için buradayım.Yarenle dediğimiz gibi ne yapıyorsak, ne yaşıyorsak bütünün hayrı için.Sende dualarını bizim üzerimizde tut annecim. Seni çok seven, giderken burada bıraktığın parçan___2 puan
-
Ömer Hayyam Hakkı
2 puanHellenistik dönemde yaşamak istiyorum ben… Bir sabah uyanıp kendimi Hellen uygarlığının bir yerlerinde bulmak istiyorum. Ya da en iyisi Helen’in kendisi olmak istiyorum ben; Paris beni kaçırsın da Truva Savaşı’na neden olayım istiyorum. Sonra bir de hedonist olmak istiyorum. Tek amacımın zevk almaktan ve mutluluktan ibaret olduğunu düşünmek istiyorum. Olmuşken bir de köpük banyosu istiyorum ben… Böyle köpük köpük… Bazen de Ömer Hayyam olmak istiyorum; “İç bade, sev güzel Var ise aklı şuurun, Dünya var imiş, yok imiş Ne umurun.” demek istiyorum… Hazır ben Ömer Hayyam olmuşken, Ömer Hayyam da ben olsun istiyorum ve tıpkı benim yaptığım gibi her şarap içişinde de benim için “Bu da Ömer Hayyam hakkı” desin istiyorum. Bazı zamanda çemberinde gül oya olmak istiyorum ve türkümü de sadece Selda Bağcan söylesin, başka da kimse söylemesin istiyorum. Sonra hiçbiri olamıyorum, "benden hiçbir şey olmaz, asla da olamayacak" diye düşünüyorum. Ve farkına varıyorum, benden bir şey olmuş! "BEN" olmuşum. Tabii bu durumda klasik son; “İyi ki de ben, benim!” demeliydim herhalde… Ama demesem de olur. Çünkü Ömer Hayyam ben olsaydı daha bir değişik olurdu sanki… Haydi o zaman bu da Ömer Hayyam hakkı;2 puan
-
minik bi türkü.. ilâveten
2 puan.. çepeçevre sinistro dipte birikmiş taneleri nevbenev yardakçılar gezinir hürmetle pür-çin târumar saçlarında genckız-ın hem evvel etapta üstelik extra olarak naklî yayında rüyateknesi yeşilyıl-ında tırmanıyor eyer kaltağında bi delikanlı eklentiler göz aç-kapa geldiler bile ah! asansör kabininden taksi çağırıyorum tiksinerek infilâk ediyor cümbüş-âlem aşırı bi duygusallık bulaştırıyor üzerime mesiredeyim keramet yerinde hemen orda bi de anahtar teslimi-nin figüran bileşenleri ..2 puan
-
Anladın mı?
2 puanßen 15 yaşındaydım... Kış aylarıydı ve televizyonlar her akşam Körfez Savaşı ile ilgili haberler geçiyordu... Teyzem gelmişti. Her kış gelirdi zaten, kışı birlikte bitirirdik ve her bahar Giresun'a ailesinin yanına geri dönerdi. Tıpkı Demeter'in kızı Persephone gibi... Aramızda fazla yaş farkı yoktu teyzemle, zaten birlikte büyümüştük. Ondan olsa gerek bizimki teyze-yeğen ilişkisinden çok bir arkadaş, dost ilişkisi gibiydi... Bir de kuzeni vardı teyzemin, kuzeninin de bir arkadaşı... Oktay... Teyzem ve Oktay, aynı yaşlardaydılar, birbirleriyle ilk defa o kış karşılaştılar... Ve bu karşılaşmanın ardından etrafı mis gibi çiçek kokuları kapladı, hikayeye göre zaten, Eros'un geçtiği yerler çiçek gibi kokardı... Bir aşk başladı... Bahar gitgide yaklaşıyordu. Persephone artık sevdiğinin kollarından ayrılıp, annesinin yanına dönmeliydi ama bu defa bunu hiç istemiyordu... "Evlenelim o zaman" dediler... "Bir daha da hiç ayrılmayalım..." Sonra herşey cehenneme dönüştü... *** Anneannem anlamsızca bu evliliğe karşı çıktı. Buna bir sebep istedik. "Savaş" dedi... "Sebep, Körfez Savaşı..." Gerçekten de anlamsız bir sebepti... "Ya savaş, Türkiye'ye yayılırsa, ya herkes savaştan korunmak için memleketine geri dönerse..." Savaş Türkiye' ye yayılırsa ve herkes savaştan korunmak için memleketine dönerse, diğer bütün çocukları Giresun'a dönecekti; çünkü diğer bütün çocukları Giresunlu birileriyle evlenmişti ama Teyzem'in Oktay'ı Gümüşhaneliydi... "Belki de o zaman seni kaybederim, bulamam, bir daha da göremem. Olmaz, onunla evlenmene kesinlikle izin vermem, evlenirsen de sana annelik hakkımı helal etmem." Sonra Dedem, teyzemi geri götürmek üzere apar topar İstanbul'a geldi. Teyzem günlerdir hastaydı, üşüyordu, terliyordu, titriyordu... Ayağa kalkamayacak kadar yorgundu ama Dedem yine de onu götürdü... *** 6 Ay Sonra... Buruk mutluluklar yaşadınız mı hiç? Hani üzülseniz bir dert, sevinseniz bir dert... İşte öyle bir günümdü, Teyzem evleniyordu. üstelik savaş da bitmişti... Teyzem evlendikten sonra artık Almanya'da yaşamaya başlayacaktı; çünkü eşi orada yaşıyordu... *** Ve 5 yıl göremedik onu... 5 yıl sonra bize dönüşü bir Haziran ayına denk geldi... İki kişi gitmişler, üç kişi dönmüşlerdi, teyzem artık bir anneydi... Ben ise bir aşık... Bana bu kadar acı veren bir aşkla daha önce hiç karşılaşmamıştım... Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum, acı çekiyordum, kurtulamıyordum... Kafam tıpkı çöp evleri gibiydi, onunla ilgili hiçbirşeyi kafamdan atamıyor, atamadığım gibi ne varsa kafamın içine yığıp duruyordum... Ayrılmıştık... Oysa annesi bizi öğrenene kadar, herşey ne kadar da güzeldi, ne kadar da mükemmeldi... Hani asla ayrılmayacaktık... Ona geri dönmek istiyordum ama "nasıl geri dönülür?" bilmiyordum. Daha önce bana kimse bunu öğretmemişti ki... Birkaç kez birşeyler yapmayı denemiş sonrasında da hep vazgeçmiştim... Gurur denilen şeyden nefret ediyordum... *** O gece teyzem, benimle uyumak istediğini söyledi, tıpkı eski günlerdeki gibi... Anlamıştım, başka birşey vardı, uyumak değil de sabaha kadar konuşmak istiyordu sanki... "Olur" dedim ve sabaha kadar uyumadık... "Bugün dışarı çıktım" dedi. "Eve dönerken Oktay'ı gördüm" İyi de nereden öğrenmişti ki Teyzem'in döndüğünü... "Bilmiyorum, şaşırdım" dedi... "Sanki günlerdir orada beni görmeyi bekliyormuş gibiydi..." "Konuştunuz mu?" dedim. "Hayır" dedi... "Ama çok istedim..." "Konuşsaydınız keşke" dedim... Sonrasında sustu, gözleri doldu, anladım ki ben de susmalıyım. Susmalıyım; çünkü artık beni duyamazdı, artık benim yanımda değil, yıllar öncesinde Oktay'ın yanındaydı. Ve birden gözlerinden boncuk boncuk yaşlar dökülmeye başladı... "Keşke..." dedi. "Keşke ne yapıp edip, onunla evlenseydim... Oysa ben hiçbirşey yapmadım, sadece kabullendim..." Sonra apar topar burnunu temizledi, gözyaşlarını sildi ve bana döndü; "Onu bugün görüp de, gözlerine baktığımda onun için mücadele etmediğime çok pişman oldum... Keşke elimden ne geliyorsa yapsaydım, yapabileceğim hiçbirşey kalmamış olsaydı... O zaman belki de kendimi bu kadar kötü hissetmezdim, yapacağım herşeyi yaptım ama olmadı, derdim." dedi. Sonra bana "Anladın mı?" dedi... "Sana ne demek istediğimi anladın değil mi?" "ANLADIM" dedim... Anlamıştım... "O zaman artık uyuyalım" dedi... "Neredeyse sabah olmak üzere..." "Uyuyalım o zaman" dedim... "Sabah olmak üzere..." Sonra düşündüm; "Sabah ilk iş onu aramalıyım... Zaten çok özledim..." Sonra uyudum...2 puan
-
TRAKYA CUMHURİYETİ!
2 puanufff YSG li bir gündü... Büyük sevinç ile çıktığım 18 günlük iznim bitti yarın iş başı izin dönüşü tatilde olan 17 yaşındaki yeğenim melis'imide aldım yanıma döndüm evime... hadi alışveriş falan yapalım bir parkta soluklanalım dedik boş kalan salıncaklara oturduk derken ilk girişimim hüsranla sonuçlandı çünkü 0-1 yaş grubu için ve daha yetişkinler için 2 adet salıncak türü varmış meğersem... ahir ömrümde bunuda öğrendim. çoluk çocuk olmayınca parklada işi olmuyor insanın işte.. Ama moral bozukluğumu anlatamam size.. Nedenmi ? şimdi ben yeltendim oturayım afedersiniz totom sığmadı bende bir feryatt "kız melisss sen nası sığdın oraya bu olmadı bana!" zira melis benden az biraz daha zayıftır... ablaa gel buna gell dedii niyekine demeye kalmadan yer değiştirdik ve ben hoop sığdım diğer salıncağa.. sığdımya benim için o önemliydi sonradan tabi yaş farkı ile bilgilendirdi beni sevgili yeğenim "abla bunlar küçük bebekler için biraz daha küçük oluyor düşmesinler diyee!" hııı ! iyiymiş nasıl akıl etmiş bizim akılsız yöneticiler diye içimden geçirirkene birden bir köpek yaklaştı yanımıza... koşarak ta geliyor melis kızanım refleksle ; çü bee çüüüü dedi! ( trakyada köpekleri kovma kipi! ) tabi köpek durmadı... kız melisss bu köpek trakyalımı anlasın! dedim yüksek sesle düşündüm ve birden "hoşt" dedi melis köpek anladı beyaaa emencik diğiştirdi yönünü başka tarafa tabi ama bize bir kriz geldiii hala gülüyoruz.. onun için trakyamın köpeği bile bi başka... te oka! (işte okadar)2 puan
-
ORADA BİR YER VAR GÖRÜYORUM
2 puanYolun başındayken dört şeyi yanlış biliyordum, sonunda doğrusunu öğrendim" Yolun başında ben Hakk'a talibim zannederdim, sonunda anladım ki Hak bana talipmiş. Yolun başında ben Hakk'ı zikrediyorum zannederdim, sonunda anladım ki Hak beni zikrediyormuş. Yolun başında benim için iyi olanı seçen yine benim zannederdim, sonunda anladım ki ben hep kötü olanı seçmişim, her defasında benim için iyi olanı seçen O'ymuş. Yolun başında Hakk'a vâsıl olmayı isterdim, sonunda anladım ki daha yolun başındayken ben Hakk'a vâsıl imişim... Bâyezid-i Bestamî Kendinde olduğun zaman, kendini seversin. kendinden geçince, gülün bile kıskandığı bir âşık olursun. Mevlana/Divân-ı Kebîr, Gazel, I/323 http://www.youtube.com/watch?v=35jTn4S57t42 puan
-
Aşk basit bir his değil, gerçeği barındıran evrensel bir güçtür..
AŞK “Hiçbir soylu kadının eşi olamazsın” dedi Arthur. Galahad kızardı ve kekeledi, “Ama Lordum, her şövalye aşkının saflığıyla soylu bir kadına hizmet etmelidir.” “Aşk hakkında ne biliyorsun? diye sordu Arthur. Ses tonunun ithamkarlığı Galahad ‘ı iki kat daha kızarttı. “Eğer soylu bir kadının eşi olmak istiyorsan, sana arasından seçmen için üç tane sunacağım.” Kral hemen yaşlı bir temizlikçi olan gri saçlı ve burnu benli Margaret ‘ i çağırttı. “Ona aşkından dolayı hizmet eder misin dürüst şövalye?” diye sordu Arthur. Galahad şaşırmıştı. “Lordum anlamıyorum” diye mırıldandı. Arthur, Galahad ‘a keskin bir şekilde baktı ve yaşlı kadını yolladı. “başka bir tane getirin” diye emretti. Bu sefer içeriye yeni doğmuş bir bebek getirildi. “Eğer Margaret ‘i hizmet etmek için fazla yaşlı ve çirkin buluyorsan, bu leydiye ne dersin? Asildir ve güzelliğini kabul etmen gerek. ” bebeğin çok güzel olduğu bir gerçekti, ama Galahad ‘ın kafası iyice karışmıştı. Kafasını salladı. “Bu aşk dediğin zor bir konudur” dedi Arthur ve üçüncü olarak on iki yaşında çok sevimli bir kız olan Arabelle ‘i getirtti. Galahad kıza baktı ve sinirlerine hakim olmaya çalıştı. “Lordum, o neredeyse kardeşim olabilecek kadar ufak bir kız” dedi. “Sen hizmet edecek soylu bir kadın istemiştin” dedi Arthur “ve ben sana üç tane sunacak kadar cömert davrandım. Şimdi karar vermelisin.” Galahad sersemlemiş bir şekilde baktı “Benimle niye eğleniyorsunuz?” diye sordu. Arthur ‘un bir el kaldırmasıyla büyük salon bir dakikada boşaltılmıştı. İkisi yalnızdılar.”Seninle eğlenmiyorum” dedi Arthur. “Sana ustam Merlin ‘in öğrettiği bir şeyi göstermeye çalışıyorum.” Galahad, kralın daha yumuşamış yüz ifadesini gördü. “Şövalyelerim soylu kadınlara aşklarından dolayı hizmet ettiklerini söylerler” diye devam etti Arthur, “ve masumane aşk yeminlerine karşın, hizmet ettikleri kişiye genelde tutku duyarlar, öyle değil mi?” Galahad onayladı. “Ve soylu kadınlara ne kadar tutkuyla bağlı iseler o kadar da şevkli olurlar, değil mi?” diye sordu Arthur. Genç şövalye yine onayladı.”Merlin bana sevmenin başka bir yolunu öğretti ” dedi Arthur. “Yaşlı kadını, bebeği ve kardeşin kadar ufak kızı hatırla. Hepsi de dişiliğin tezahürleridir ve bu formlar değiştiğinde aşk dediğin şey de değişir. Aşığım dediğinde gerçekten söylemek istediğin, içindeki bir imajın tatmin olduğudur. “İşte bağımlılık böyle bir imaja bağlanarak başlar. Bir kadını sevdiğini söyleyebilirsin ama seni bir başkasıyla aldattığında aşkın nefrete döner. Niye? Çünkü kafandaki imaj zedelenir ve şimdiye kadar seviyor olduğun şey bu imaj olduğundan, bunun bozulması seni öfkelendirir.” “Bunun için ne yapılabilir?” diye sordu Galahad. “Her zaman değişecek olan duygularının ötesine bak ve bu imajın ardında yatanın ne olduğunu sor kendine. İmajlar fantezilerdir ; fanteziler bizi yüzleşmek istemediğimiz şeylerden korurlar. Bu durumda yüzleşmek istemediğimiz şey boşluk hissidir. Kendinde sevgi olmadığından, bu boşluğu dolduracak bir imaj yaratırsın. Bu yüzden sevdiğiniz kişinin sizden ayrılması veya sizi aldatması acı verir, çünkü sevgisizliğin oluşturduğu yara su üstüne çıkar. “Aşk, yüce ve güzel bir şey olarak bilinir” diye mırıldandı Galahad, “ama sen ondan çirkin bir şeymiş gibi söz ediyorsun.” Arthur gülümsedi. “Genelde aşk için söylenenlerin korkunç sonuçları olabilir ama bu, hikayenin sonu değildir. Aşkta bir sır vardır. Merlin bunu bana yıllar önce söylemişti : Yaşlı bir kadını, bir bebeği ve ufak bir kızı aynı şekilde sevebildiğinde, formların ötesinde sevebilecek özgürlükte olacaksın. Sonra da aşkın özü olan evrensel güç, içinde serbest kalacak. Ve bağımsız olacaksın ki bu, aşkın karşı koyamayacağı sessiz bir davettir. Büyücü aşktan bahsettiğinde bizim aşk dediğimiz şeyin neredeyse aksi bir şeyden bahseder. Bizim için aşk oldukça kişisel bir histir ; büyücü içinse o evrensel bir güçtür. Bizim için aşk, eninde sonunda kaybolacak bir koşuldur ; büyücü ise aşık olmaz çünkü o zaten aşk nehirinin içindedir. Ama en büyük fark koşullanma ile ilgili olanıdır. “Seni, benim olduğun için seviyorum ” dediğiniz zaman bir koşul ortaya çıkar. Böyle bir aşk her zaman “ben” , “beni” ve “benim” diye düşünen ego ‘nun bir parçasıdır. “Siz ölümlüler, başka birine tamamıyla bağımlı olmaya aşk diyorsunuz” dedi Merlin. “Fanteziniz ya birini tamamıyla sahiplenmek ya da tamamıyla sahiplenilmek. Ancak büyücüler için hiç bir bağımlılık veya sahiplenme olmamasına aşk derler.” “Bu kısaca umursamazlık değil mi?” diye sordu Arthur. Merlin kafasını salladı. “Umursamazlıkta hayat veya enerji yoktur. Büyücünün aşkı ise inanılmaz derecede canlıdır ve evrenin enerjisiyle akar. Bunun olması için boş bir kanal gibi olman gerekir. Ölümlüler o kadar çok ego ile dolu ki, başka hiç bir şeye yer kalmamış. Büyücü tamamen boştur ; böylece tüm evren onu aşkla doldurabilir. Merlin nazik ve sevgi dolu bir şekilde, “Aşık olmak senin için çok büyük bir fırsat” dedi. “Normalde ego ‘nun duvarları arkasında güvenli bir şekilde yaşıyorsun. Oradaki güvenlikten ve yaralanma olasılığının yokluğundan memnunsun. Aşık olmak en azından geçici bir süre için duvarları yıkar. Artık tam korktuğunuz gibi açık ve incinebilirsinizdir. Ancak aşkın bu kuvvetli duygusu, onu beklediğiniz gibi acı verici bir durum olmaktan çıkarıp insanı kendinden geçirecek coşkulu bir hale sokar. En iyi haliyle aşk, bilinmeyeni diğer bir ruhla paylaşmak, belirsizliğin bilgeliğine adım atmaya istekli olmaktır.” Büyücüler, aşk çeşitlerini yüksek veya alçak olarak görmez ; bu yargılamaktır ve büyücüler yargılamaz. “Eğer düşmanınız yanınızdan geçip hakaret ederse” dedi Merlin, “bu sevgi dolu bir davranıştır. Aşkın dürtüsü düşmanın kalbinde başlar, ancak hafıza süzgecinden geçtiğinde nefrete dönüşür. Aşk yüzeye çıkarken, geçmiş deneyimleriniz onu sarıp sarmalar, ama yanılmayın, her ifade eğer kaynağında yakalanabilirse sevgi doludur.” “Ölümlülerin hissettiği aşktan senin hissettiğin aşka bir köprü kurabilmek mümkün müdür?” diye sordu Arthur. “Köprü kurmaya gerek yok, çünkü yalnız bir tane aşk vardır” dedi Merlin. “Bir başkasına duyduğun kişisel aşk, evrensel aşkın bir noktada toplanmış halidir ; evrensel aşk bir kişiye duyulan aşkın genişlemiş halidir. Eğer açık olursan ikisini de sonuna kadar yaşayabilirsin.” Bir dereceye kadar hepimiz imajlara aşık oluruz. Bu içimizdeki imajları dış dünyada bir karşılığını bulana kadar taşırız. Genelde kendi hayallerimizi yansıtacak veya onaracak birini arıyoruzdur. Biri aşk, bir ayna ararken diğeri eksik bir parçayı tamamlamak ister. Her iki durumun da temelini ihtiyaç duygusu oluşturur. Kendinizi eksik hissettiğinizden, eksikliğinizi bir başkasıyla kapatmak istersiniz. “Aşkı Tanrı ‘nın hissettiği gibi hissetmek istiyorsan, tüm boşluklarını doldurman gerekir, çünkü Tanrı bir tamlık durumunda sever” diye tavsiyede bulundu Merlin. Mükemmel bir aşık olmak demek, bir başkasının onarmasını beklediğiniz hiçbir gizli zayıflığınız veya yaranızın olmaması demektir. Kendi boşluklarınızı bulmak ilk adımdır, bunları Varlık veya özle doldurmaksa ikincisi. Bu sürece genelde kendini sevmek denir, ama bu kavrama dikkat etmeniz gerekir. Bu genelde ben – imajı ‘nı sevmekle karıştırılır. Büyücünün gözünde ben – imajı ego ‘dur ; ego, eksikliklerin üstünü örten inkar duygusudur. Kendini sevme, Benliğini, yani ruhunu sevmeyle daha iyi tanımlanabilir. Eğer binlerce anıyla dolu geçmişinize dürüstçe bakarsanız, hep karışık bir torba bulursunuz ; bazı deneyimler kendine veya başkalarına karşı sevgi uyandırırken, bir çoğu uyandırmaz. Utanç, suçluluk, reddedilme, nefret, dargınlık ve diğer sevgi içermeyen duygular aşka dönüştürülemez. İşte tüm bunlar anılarınızı oluşturur. Bunları inkar etmeyin ve anılara bağlı olmayan daha yüksek bir benlik duygusuna yükselin. Anılar sizi sadece boğucu kişisel geçmişinize hapsedebilir. Anıların ötesinde, Varlık ‘ın sakin deneyimi vardır ; hiçbir içeriği olmayan sade bir farkındalık. Bu, meditasyonla girdiğiniz aşk bölgesidir. Birçok meditasyon türü vardır ; Doğu ve Batı ‘daki gelenekler, içine girilebilecek bir varlık merkezinin veya özün olduğu prensibine dayanırlar. Giriş ise düşünerek veya hissederek olmaz. Bu içteki sessiz bölgeye daha çok meditasyon yaparak girmek doğrudan bir yoldur. Şimdiki çalışma ile imajların ötesine geçmenin nasıl bir şey olduğu hakkında bir fikir edinebilirsiniz. İdeal aşk objeniz olan güzel bir kadını veya yakışıklı bir erkeği hayalinizde canlandırın. Bu kişiyi, geriye kırışıklıklar kalıncaya kadar olabildiğince canlı bir şekilde gözünüzde canlandırın. Aşkınız başlangıçtaki kadar kuvvetli mi? Çoğumuza, genç ve güzel bir surat için hissettiklerimizi, yaşlı ve kırışık bir surat için de hissetmek zor gelir. Önemsiz bir değişikliğin böylesine bir başkalaşım yaratmasına aşk diyebilir misiniz? “Aşk neden değişir?” diye sordu Arthur. “Çünkü değişen aşk duygusu her zaman zıttını da içerir. Hissettiğiniz en güçlü aşk bile aynı güçte nefreti de gizler. ” dedi Merlin. “Tek fark, aşk, açmış bir çiçekken, nefret daha tohumdur.” Veya şu çalışmayı deneyin : Çok sevdiğiniz bir insanın sizi kırdığı ana dönün. Bu, umursanmadığınız veya aldatıldığınız bir an olabilir veya aşkınızın mükemmel biri değil de sadece bir insan olduğunu anladığınız bir olay. Eğer kendinize karşı dürüst olursanız, aşkınızın ne kadar ani ve şiddetle başka duygulara dönüştüğünü göreceksiniz. Ortaya çıkan nefret, kıskançlık, kırgınlık veya umursamazlık hissetmeyi seçtiğiniz aşkla üstü örtülü şekilde bir tohum olarak hep oradaydı. Niye bu aşkı seçtiniz? Sırf zevk almanın yanında başka bir neden daha var ; ego. Bir başkasıyla koşullanmış olan aşk aslında sizle ilgilidir, çünkü bu aşkı sürdüren, sevilen kişide gerçekte var olandan ziyade, daha kısıtlayıcı bir şeydir ; sahiplenme ihtiyacınız. Bir başkasını sahiplendiğinizi düşündüğünüz zaman yaptığınız şey, kendinizden, inkar ettiğiniz korkularınızdan ve zayıflıklarınızdan kaçmaktır. Bu bir eleştiri değildir. Bir büyücünün gözünde aşk, kusursuz bir doyumun yansımasıdır ama bu, fantezi kurarak olmaz. Aşk, ancak her hissin içinde gizli bir mücevher gibi bulunan Varlığın saf akışına kapıldığınızda, sizi ego ‘nun ötesine geçirecek kutsal bir yoldur. “Hatırla” dedi Merlin, “aşk basit bir his değil, gerçeği barındıran evrensel bir güçtür.” Bu kadar derine inebilirseniz, her duygunun kılık değiştirmiş aşk olduğunu görürsünüz. Kıskançlık ve nefret aşka karşı gibi görünebilir, ama aynı zamanda da aşka geri dönmenin bozuk yolları olarak da görülebilir. Kıskanç insan da sevgiyi arıyor ama çarpık bir şekilde arıyor; nefret eden insan çaresizce sevmeyi istiyor olabilir ama bulamamanın ümitsizliğine kapılıp nefret ediyor. Aşkı basit bir his olarak görmeyi bırakırsanız, evrensel bir gücün her şeyi ona doğru çektiğini görürsünüz – bu, büyücünün aşkıdır. Bu yüzden her ne kadar bozuk olsa da aşkın her türlü ifadesine saygı göstermeliyiz. Her ne kadar evrensel aşkı yaşamış kişiler çok az da olsa, herkes ona giden yolda yürüyor. (DEEPAK CHOPRA – Büyücünün Yolu)2 puan
-
GÖNDEREN: KIZIN
2 puanneredeyim biliyor musun? yalnış bir dünyada doğru bir hayat sürmeye çalışmanın kederinde ve en kederli anımda bile içimi yaşama sevinciyle dolduran bir çocuk gülüşünde... /Melih Çoskun...2 puan
-
Dikkat kaçak yolcu var!
2 puanÖnceden planlanmamış tatilleri oldum olası sevmişimdir. Aniden ertesi gün için hazırlıklara başlamışsındır bile. Birde tatil sıradışı olursa deymeyin keyfine. Bundan yaklaşık 1 ay önce yengemden gelen bir telefon ile böyle bir maceralı tatil yaşadım. Abim Uluslararası sefer yapan gemi kaptanıdır (suvari). Uzun yıllar yük taşıyan gemilerde oradan oraya gider gelir. Maceramız Göcekte başladı. Yengemden gelen telefon ile ertesi gün yola çıktım. Muğlada yengemle buluşup Göceğe hareket ettik. Önceden ayarlanmış ufak bir tekne bizi yabancı bandralı olan abimin de kaptanı olan yük gemisine kaçak götürüp bıraktı. Planımız birkaç saat hasret giderip inmekti. Abim bizle birlikte yola devam etmeyi kekova da bizi bırakabileceğini ve Antalya da olan kızının da eşi ve çocuğu ile oraya gelip onları da görmek istediğini söyledi. Hadi bakalım yük gemisinde kaçak olarak sefere buyrun. Yola çıktık, hava kararınca biz kaptan köşküne çıktık.Otomatik pilotla hareket eden gemide ne ne işe yarar az çok öğrendik.Bu arada rota değiştirmesini de öğrendim Zor birşey değil düğmeyi istenen rakamın üzerine getirip okeylemek Gecenin sessizliğinde uzaktan yer yer kara ışıklarını seyredip,zaman zaman telsizden gelen konuşmaları dinleyerek ve meraklı bakışlarla o kadar çok aletin işlevlerini öğrenerek zaman geçirdik. Ertesi gün sabah kekova yakınlarındaydık. Kızı da eşi ve oğlu ile oradan gemiye geldiler. Yedik içtik sohbet gırgır şamata falan birkaç saat geçirdik. Ayrılma vakti geldiğinde biz Antalya istikametine abim de Girite doğru yola çıktı. Gemiye biniş ve inişlerde sahil güvenliğe yakalanmamak için büyük heyecan yaşadık nede olsa kaçak yolcuyuz. Sonrasında Antalya ve çiftlikte 12 günümüz güzel geçti. Gemi maceramız bu kadar da değil. Eve döndüğümün ikinci gününün geceyarısı bir telefon geldi.Yengem sabah İstanbula gitmemiz için evden izin kopardı. Yengem internetten uçak bileti ayarlanıp sabah yine yola çıktım. Yengem ve torunu ile İstanbul havalimanında öğlen buluştuk. Bizim yük gemisi Giritten İstanbula gelip yük boşaltmış ertesi gün Mısıra ve oradan Lübnana gidecek. Birkaç saatliğine gemiye girip sonra abim yoluna biz birkaç tanıdıklara uğrayacağız. Gemiye Ambarlı limanından misafir olarak girdik. Gemiye binip ardından inmek ne mümkün,kaçak yolculuğa alıştık ya abimde plan hazır. Sizi göcekte indireyim dedi. Gemlik de yük alacağımız liman Hadi bakalım,sabah yola çıktık. Gemlik limanına yük almak için girdik. 2 günde araba ve ankastre yapımında kullanılacak silindir rulolar ve plakalar gemiye yüklendi. Tabii bizim görünmememiz lazım, güverteye falan çıkamıyoruz. 2 gün kuluçkaya yatmış gibi kaptanın kamara salonundayız gelsin çaylar kahveler yemekler. Dünya tatlısı torun da olmasa ne yapardık acaba. 2 gününü sonunda sabah yola çıktık belli bir mesafeden sonra kendimizi güverteye attık. 4 gün ve gece hiç durmaksızın süren bir yolculuk yaptık. Çanakkale boğazı girişine gece geldik. İlginç bir deniz yolu trafiği ile karşılaştım. Karayolu kavşağından geçer gibi geliş istikametini geçip karşı yöne geçilecek. Telsizlerden rota belirlemeler, hesaplamalar,hız ayarları derken gidiş istikametine geçtik. Tabii bu 1 saati geçen bir sürede oldu. Sabahın erken saatlerinde gemiye tekne ile freeshop un geleceği bildirildi. Alınacaklar listelendi. Box sigaralar içkiler falan. Freeshoplar sadece havalimanlarında denk geldi. İlk defa tekne ile yanaşan freeshopa gördüm. Duyunca elbet şaşırdım,tahmin edemeyeceğim bir şeydi. Güneye kara ve adalar arasından indikçe adı sıkça duyulmuş,kimi nam yapmış kimi olay yaşanmış adaları da görme imkanım oldu.(kardak,kos).Ayrıca bazılarının yakınımızdan geçtiği gezi gemileri,transatlantikler,güneşin batarken huzur veren ve yoğun duygu seli yaşatan görüntüsü,ayak basılmamış bakir kara parçaları,geceleri Ay ın denizle bütünleşip yakamozunla denizi yıkayışı.Kısaca şiirler yazdırırcasına hayallerin yoğunlaştığı bir görsel. Göceğe sabah erken saatlerde vardık. Bizi alacak tekne yanaşırken hem heyecan hem burukluk içindeydik. Gemiden uzaklaşırken yanımızdan geçen sahil güvenliğin gemisini farkettik. 5 dk ile kurtulmuştuk. Göcekte bir tanıdığın apartında 1 gece kaldıktan sonra evlerimize dönüşe geçtik.Güzeldi..2 puan
-
senin safında olmakla övündüm…
Kimilerine göre dünyaca ünlü bir şair, kimilerince “kartpostal şairi” ve kimilerince de aşklarıyla, sevdalarıyla ünlü bir şairdir Nazım Hikmet. Oysa Nazım Hikmet’i Nazım Hikmet yapan dahiyane yetenekte bir şair olmasıdır. Yaşamında da ölümünden sonra olduğu gibi bazen yere göğe sığdırılamamış bazen de yerin dibine batırılmıştır. Ama kim ne derse desin Nazım Hikmet eşsiz bir şair olarak yüreklerimizde yaşayacaktır. 1902’de doğdum doğduğum şehre dönmedim bir daha geriye dönmeyi sevmem üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu ve on dördümden beri şairlik ederim kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir ben ayrılıkların kimi insan ezbere sayar yıldızların adını ben hasretlerin… 15 Ocak 1902’de Selanik’te doğan Nazım Hikmet, kendi Otobiyografi’sinde de söylediği gibi bir daha doğduğu şehre dönmemiş, dönememiştir. Kavgayla, mücadeleyle geçen koca bir ömür ona bu fırsatı tanımamıştır. Çocuk denecek yaşlarda şiirle ve resimle uğraşmaya başlamış, ama şiiri ve edebiyatı hiçbir zaman salt sanatsal bir uğraş olarak görmemiş, daima ezilenlerin, sömürülenlerin, haksızlığa karşı dövüşenlerin yanında yer almıştır. Yaşadığı hayata, hayatın getirdiklerine karşı tarafsız olmamış, toplumsal sorunlara karşı duyarlı olmayı, halkını ve ezilenleri aydınlatmayı bir görev olarak kabul etmiştir. Onun durduğu taraf, küçük-burjuva aydınların veya salt entelektüel kaygılarla “sanat” yapanların tarafı değil, tarih bilincine sahip ve fikirleri uğruna mücadeleye girenlerin tarafıdır. Şairim bir yıl yağan yağmur kadar şiir yazdım.. Fakat asıl şaheserime başlamak için Hafızı Kapital olmayı bekliyorum. Maalesef hayatının bu son yıllarında bürokrasinin entrikalarıyla uğraşmak zorunda kalmıştır. Gittikçe artan yurt özlemi ve bir şeyler yapamamanın verdiği acıyla eşi Vera’ya “Ülkemden ayrılmakla hata ettim. Halkının geleceği için mücadele eden insanın halkıyla canlı bir bağ içinde olması gerekir, ülke içinde mücadele etmesi gerekir. Bugün gerçekçi olan tek yol budur. Öldürülürdük. Fakat ne çıkar bundan? Birkaç yüz şiir daha az yazılmış, ne önemi var bunun?” diyecek, hiç değilse ölünce Anadolu’da bir köy mezarlığına gömülmesini isteyecektir: Yoldaşlar nasip olmazsa görmek o günü, Ölürsem kurtuluştan önce yani, Alıp götürün Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni. Yıllarca çektiği acılara, sıkıntılara, hasretliğe yiğitçe göğüs geren Nazım’ın kalbi, sonunda 3 Haziran 1963’te susar… “Oturuk, bacakları uzanık, kolları iki yanına düşük, gazete ve mektuplar önüne saçık, mavi gözleri yarı açık” bir halde bu mavi gözlü dev, hayata veda eder. Moskova’da Novo Deviçiye mezarlığına gömülür. Burası Çehov, Gogol, Mayakovski, Ostrovski gibi pek çok ünlü yazar ve şairin yattığı bir yerdir. Mezarına, üzerinde Nazım Hikmet’in kabartma figürü ve imzası bulunan kara mermerden bir anıt dikilir. Ve senin safında olmakla övündüm…2 puan
-
27 yaşında evin genç kızı konumunda olmak
ablam evlendikten sonra benim yaşadığım bir problem bu.başka kardeşimde yok annem babam ve ben yaşıyoruz evde.bi misafir geldiği zaman eyvah ki ayvah.annemde hep bana söylüyor.oğlum hadi misafirimize şundan getir yok meyve getir yok çay getir.niye ben getiriyorum yaa acayip canım sıkılıyo bu duruma.heleki mevzu çaysa.annem bana hadi oğlum bi çay getir diyo gider getirrim.o benim annem.annelerin dediği yapılır.lan misafir sana ne oluyo.sen niye benden çay istiyon.kalkta kendin al alla alla.bu çay getirme olayına uyuzum zaten.bardağı alıpta mutfağa gitmem.getirirken elim titriyo anasını satim.herkes bana bakıyo ha döktü ha dökecek diye.bu bakışları sevmiyom ben.gider çaydanlığı getiririm.adamın önüne sehpa koymuşuz boş bardak sehpada.adamın ayağıda sehpanın yanında.çay doldururken çaydanlığın altında yani demliğin altında biriken damla damla olmuş o sıcak su bu sefer adamın ayağına damlıyo.çekiyo ayağını hemen can havliyle bakıyo bana ters ters.ne bakıyon olim bilerek mi yaptık sanki ,çaydanlığı aldımmı kafanda kırarrım haa diyecen ama diyemiyon işte.hem çayını getiriyom hemde özür diliyom.utanmasa şekerimide at karıştır diyecek.oldu yerinede ben içim.zoruma gidiyor yav.niye benim bi kardeşim daha yokki.annemde demese olmaz yani.evin genç kızı gibi kullanıyo beni.buda benim hoşuma gitmiyor arkadaş.2 puan
-
Kürtaj
2 puanMilli görüş gömleğini çıkardıklarını iddia ederek başa geçenlerin, artık "ustalık dönemi" diye tabir ettikleri dönemi hep birlikte yaşıyoruz hamdolsun !! E zaten ülkenin ilgilenilmesi gereken yüzlerce, binlerce sorunu ulu orta dururken, çıkardıklarını iddia ettikleri gömleğin cebinden aldıkları ajandadaki maddeleri sırasıyla şakkadanak ülke gündemine sokmaları bu ustalığın göstergesi değil mi? Dünya üzerinde görülmemiş derecede ileri demokrasi teknikleri kullanarak, ülkeyi muasır medeniyet seviyesinin gerektirdiği (ve hatta ötesinde) muhafazakarlığa sürüklemek için gösterdikleri insan ötesi çaba da takdire şayan doğrusu.. Hedefi "dindar bir nesil yetiştirmek" olanların, ne olursa olsun din dışı uygulamalara müsamaha göstermeyeceklerini anlamak için ermiş olmaya gerek yok. Ha bugün gösteriyormuş gibi görünebilirler; ta ki o ajandalarındaki maddeleri birer birer ülke gündemine sokup yasalaştırana kadar. Başbakan bir kaç gün önce çıktı ve "Sezaryenle doğuma karşıyım. Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum" dedi. Olabilir.. Demokratik bir ülkede bir başbakanın da belli bir konuda kişisel fikrini beyan etmesi kadar doğal bir şey olamaz. Lakin biz bir demokratik ülkeden ziyade, ileri demokrasi ülkesi olduğumuzdan bizde biraz problem.. Biz başbakanın kişisel görüş ve isteklerini anında emir telaki ederek üzerine vazife alan siyasetçilerle dolu bir ülkeyiz!! Başbakanın ilgili söyleminin hemen ardından TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanı çıkarak, kürtajın bir insanlık suçu olduğunu, kürtaj ile doğacak çocuğun yaşam hakkının elinden alındığını, bunun kötü bir şey olduğunu ve anne karnında hayatını devam ettiren çocuğun maddi ve manevi varlığına karşı yapılan saldırıların cezalandırılması gerektiğini söyledi. Buna gerekçe olarak da insan hayatının tam olarak ne zaman başladığının bilinmemesi ve işin gelenek görenek boyutuyla birlikte insan hakları boyutu gösteriliyor.. Ne yazık ki (!) TBMM'nin gündemi ağırmış ve bunun için biraz beklemek gerekirse de önümüzdeki günlerde gündeme alınabilirmiş.. Hazmettire hazmettire yani.. Hedefi dindar bir nesil yetiştirmek olan Başbakan'ın, kişisel görüş ve isteklerinin kaynağı da malum; Din... O yüzden de özellikle son dönemlerde çıkarılan yasalara baktığımızda, sivil toplum kuruluşlarından ve daha da önemlisi konunun muhatabı olan bilim insanlarından görüş alınmadan, hatta onların karşı çıkmalarına rağmen yasalaştığını görüyoruz. Bunun son örneğini 4+4+4 olarak adlandırılan yasada gördük. Bu yasanın içeriğindeki pek çok madde, eğitimcilerin ve pedagogların karşı çıkışlarına rağmen yasalaştı. Şimdi de görüyoruz ki kürtajın yasaklanmasına ilişkin olarak ciddi bir hazırlık içindeler. Türk Tabipler Birliği Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kolu, Başbakan'ın sözlerine karşılık internet sitelerinden bir bildiri yayınladı. ( http://www.ttb.org.t...haber-3194.html ) Türk Tabipler Birliği de bu konu ile ilgili olarak yarın ( 30 Mayıs 2012) bir basın toplantısı düzenleyeceğini duyurdu. Eminim ki Başbakan bu tepkilere karşılık yine belli bir alaycı üslup kullanacak, "monşer" benzeri bir yakıştırmayla küçümseyerek bunları ideolojik bir yaklaşım sergilemekle itham edecek ya da "taraf olmayan bertaraf olur" da sergilediği gibi aba altında sopa gösterecektir. Belki de her ikisi.. Ne de olsa bu konularda ulemadan cevaz alındıktan sonra gerisi laf kalabalığı... Kürtaj neden yaptırılır peki? Genelde planlanmamış, istenmeyen gebelikleri sonlandırmak için. Bunun yanında anne hayatının tehlikede olması ya da doğacak çocuğun anomalili olması gibi durumlar da olabilir. Muhtemelen kürtaj yasağı ikincil durumları kapsamayacaktır. (E o kadar da değildir umarım) Buradaki yasağın amacı planlanmamış, istenmeyen gebeliklerin sonlandırılmasını engellemek. Peki bunun için zaten hali hazırda önlemler yok mu? Yani etkin doğum kontrol yöntemleri kullanılamaz mı? Örneğin doğum kontrolü için halkın büyük kesimini içine alacak şekilde bilinçlendirme çalışmaları ve bu yöntemlere daha kolay ulaşılmasını sağlamaya yönelik tedbirler alınamaz mı? Elbette olabilir... de, o zaman aşağıdaki gibi bir taşla 3-5 kuş vuramazlar.. Dince uygun olmayan bir uygulamayı yasaklamak.. 3 çocuk isteğinin önündeki engellerden birini kaldırmış olmak.. Kadınları kendilerince layık gördükleri konuma biraz daha yerleştirmek.. Kürtaj yasağıyla zina olarak değerlendirilen evlilik dışı ilişkilere bir nebze olsun çekince getirmek.. Sırf dogmatik bir nedene dayalı olarak getirilecek bu yasaklama, çok ciddi olumsuzlukları da beraberinde getirecektir. Bu olumsuzlukları önleyecek bir mekanizmanın kurulması da ne yazık ki mümkün değildir. Kürtajlar bir şekilde merdiven altlarında yine yapılacak, insanlar ilkel ve fiziksel şiddet içerikli yöntemlerle düşük yapmaya kalkacak, istemsiz dünyaya gelen çocuklar sosyal bir travmaya neden olacaklardır. E ne diyelim... Yetmez ama evet...2 puan
-
evet, bağımlıyım.. şerefe:)
2 puanYıllardır bir kelimenin peşinden deli gibi koşturuyorum. her gün rutin olarak yaptığım "şey"lerden biri de, Google'da o kelimeyi yazıp arama tuşuna basmak.. 61.300 tane sonuç çıkıyor. günde 20-25 sayfayı geziyorum, alakası var mı diye. Birkere bulmuştum, yine bulurum gibi geliyor.. Az biraz sabır.. Yarısından çoğunu bitirdim.. Biliyorum hastalıklı bir ruh hali, kendimi engelleyemiyorum. Sanırım sigaraya bağımlı olduğum kadar da bu kelimeye bağımlıyım. Bu kelime üzerinden ulaşacağım sanki O'na.. Halbuki cep telefonum kadar yakın bana. Haa, onu yapmıyor muyum, yapıyorum elbette.. Ortalama haftada birkere geliyor kriz! Önceleri daha fazlaydı. Numarayı tuşluyorum, buraya kadar herşey kolay ama "yes" tuşuna basacak cesareti bulmak çok zor. Konu karıştı, kelimeye gelelim. Hani sigara kadar bağımlı olduğum kelimeye. bilirsiniz, hani bazen bir kitap okurken bir kelime sürekli gözünüze çarpar, sayfada ışıldar, büyür.. Sürekli onu görürsünüz.İncecik kelimeler içinde onu görmemeniz mümkün değildir. Algınız sürekli ona odaklanır. Bendeki böyle birşey.. Hayatım böyle.. Nereye baksam o kelimeyi arıyor gözlerim. Özledikçe bu siteye giriyorum. Bloglardaki yazıları okumak biraz olsun krizimi azaltıyor. Genelde kendi kendine konuşanlara deli derler.. Ben uzun zamandır yapıyorum bunu, ama muhtemelen deli değilim Bazen tavaya-tencereye kızıyor, Bazen beni çıldırtan sivrisineklere sövüyorum.. ama galiz küfür değil, adamın yüzüne söyleniyorum İyi de oluyor, yoksa Türkçeyi unutacağım.. Ya çevremde bir tane Türkçe konuşan adam yok ki.. Hayatımda bir çok şeyi özlüyorum. Özlem duymanın ne demek olduğunu hepiniz hissediyorsunuzdur. yani bana has bir duygu değil ama benimki biraz uzun süreli be kardeşim.. Hergün aynı duygu ile uyanıp, gecenin sonuna kadar devam eden bir his ve bu yıllardır aynı.Alıştım artık bu duyguya galiba.. Yani özleme... Kelimeyi hala söylemedim değil mi? O zaman son bir cümle ile bitireyim: "Özledikçe seni ben, bir taş daha basıyorum bağrıma ... Özledikçe seni ben, eğilip yüreğime, seni ne çok sevdiğimi haykırıyorum"2 puan
-
Kutsallık; ve Özgür düşünce;
2 puanKutsallık erişilemeyenin, sorgulanmayanın üzerine giydirilen en önemli kılıflardan biridir. Bu kılıf, kutsalı daha bir korunaklı yapar; Çünkü sorgulanmayan şey kutsallık kılıfıyla zihinde yerini git gide sağlamlaştırır. Sorgulamadıklarımız arttıkça sınırlar da artar ve zihnimiz, duvarı andıran sınırlarla kaplanır. Zihni sınırlanan kişi özgür düşünceler üretemez. Özgür düşünemeyen kişi ise bireysel olarak kendini özgür kılamaz; Çünkü zihinindeki kalıplar ona yön verir. Bu noktada kutsallaştırdıklarımız bizim önümüze geçerler.2 puan
-
Mutluluğum
2 puanBugün sana bir şeyler yazmaya karar verdim bebeğim. Daha yazının başına oturur oturmaz gözlerim yaşardı. İnanılmaz bir tecrübe yaşıyorum seninle. Zorlu bir dönemi birlikte atlatacağız. Çok mutlu ve heyecanlıyım bebeğim, sabırsızlıkla senin aramıza katılmanı bekliyorum. Annen hala bir çocuk biliyor musun Seninle birlikte olgunlaşıp büyüyeceğim miniğim inan. Seni, aşkımızın meyvesini kucağımıza almayı çok istedik babanla. Baban ve ben şimdi çok mutluyuz, dünyalar bizim sanki. Evimize sevinç getirdin ve hep öyle devam edecek. Sevgi yuvamız daha bir şenlenecek seninle. Sağlıklı bir bebeksin miniğim, sonuna kadar böyle devam eder umarım. Sağlıklı olduğunu öğrendikten sonra merak ettiğim ilk şey, cinsiyetindi Baban bu konuda da yanılmadı, oğlumuz olacak diyordu hep Oğlum, canımın parçası iyi ki tutundun hayata. Bazen endişeleniyorum yetebilir miyim sana diye. Baban, iyi bir anne olacağımı söylüyor; bakalım sana yeten, faydalı ve iyi bir anne olabilecek miyim. Şu aralar uykucu, sulu göz ve eli ayağı şişen bir anne adayıyım. Baban bu halime dayanabiliyor Onu çok seviyorum bebeğim. Sen de onu çok seveceksin, harika bir baba olacak. Hele bir doğ, yumuk ellerini ayaklarını öpeyim. Mis kokunu içime çekeyim. Çok istiyorum seni kucağıma almayı. Hadiii çabuk geçsin zaman. Aaaa sulu göz anne geldi yine, yazamıyorum bebeğim. Devamı başka bir güne2 puan
-
Unutma...
2 puanUNUTMA!yüreğinde bir ismin imzası var ve sen onu silemezsin söküp atamazsın ne kad...ar uğraşsan da seninle beraber büyür ıcındekı sızı ilk önce onu hissedersin başkasına dokundugunda. .. unutma! bir kere sevdin mi uzun uzun yanarsın sitemler.. öfkeler birikirken ıcınde sen azalırsın. dilinde küfür elinde kadeh eksik olmaz günler böyle geçer. alışırsın... unutma! sabahlar artık gecikir. ister sağa dön ister sola gözüne uyku değil gidenin hayali gelir... kendini şiirlere verirsin elin sigaraya gider her on dakika da bir fena zehirlenirsin. .. unutma! bir süre güvenmeyeceksin kimseye kandine sığınacaksın aşk konuşulduğunda sen susacaksın of''larla ah''larla başlayacaksın her cümleye çevrende senden başka herkes haksız olacak senin haklılığınsa çaresiz gidecek çöpe.. unutma! bir gün kaldığın yerden başlayacaksın biri seni bulacak... önce korkacaksın eski acılara yakalanmaktan biraz ürkeceksin. ne kadar dirensen de nafile insansın sonuçta, seveceksin.. .. eski acılara bakıp da küsme sevdalara gavura kızıp da oruç bozulmaz sök at kafandan acaba''ları! bir kemik aynı yerden iki defa kırılmaz.. artık kararmaz gecelerin. bir daha yaşlar akmaz gözünden. sabahların gecikmez. kim bilir ağladığın günlere gülersin bir defa öldün ya zamanında? bir daha ölmezsin... Can Yücel......2 puan
-
Ototerapi
2 puanŞikayetler: - Eksik bir şeylerin varlığı hissi, - Kendi olamama, - Sebebi bilinmeyen iç sıkıntısı. Teşhis: - İstediği Hayatı Yaşayamama, - Amacından Uzaklaşma, - Sosyal Parazitoz. Tedavi: - Hayat amacının doğru belirlenmesi, - Parazitlerin tesbiti ve yok edilmesi, - Hayat planlaması, - Engellerle sabırlı mücadele, - Ortak amaçlı habitat oluşturma. Sonuç: - Huzur, mutluluk ve iyileşme...2 puan
-
Doğru Kişi, Doğru Yer, Doğru Zaman
ßu aşk ilk defa, bundan çok çok uzun yıllar önce Afrodit ile Adonis arasında yaşanmış… Afrodit güzeller güzeli bir tanrıçaymış... Adonis ise kendisine yeterince tapınılmadığından cezalandırılarak bir mersin ağacına dönüştürülen Myrrha’nın oğlu… Afrodit, ölümlülerinin en güzeli olan Adonis'i doğduğu an görmüş ve ona ilk görüşte aşık olmuş... Onu kimseler görmesin diye gözlerden uzak tutabilmek adına Yeraltını Tanrıçası Persephone’ye emanet etmiş… Ama güzellik bu, başa bela işte, Adonis’in güzelliğini gören Persephone de bir anda ona tutuluvermiş. Sonrasında bu iki tanrıça arasında büyük tartışmalar yaşanmış da Tanrılar Tanrısı Zeus, bu iki tanrıça ile bir anlaşma yaparak sorunu ancak çözebilmiş… Anlaşmaya göre Adonis, yılın 6 ayını yer altı tanrıçasıyla, geri kalan 6 ayını da aşk tanrıçasıyla geçirecekmiş.. Ve nitekim avlanmayı çok seven Adonis, avlanmak için gittiği ormanda bir gün Afrodit’e aşık olan Ares’in tuzağına düşürülerek, haince bir plan sonucu hayata veda etmek zorunda kalmış. Onun artık yaşamadığını gören Afrodit ise son bir umutla sevgilisinin dudaklarına doğru eğilmiş ve onlara özlem ve acı dolu bir öpücük kondurarak, yalvarmaya başlamış, “BİR KERE ÖP BENİ" demiş, "LÜTFEN BİR KERE UZUN UZUN ÖP” Ama hepsi nafileymiş, giden gitmiş bir kere… Gidenden geriye de kanının damladığı yerde bitiveren kıpkırmızı çiçekler kalmış… Adonis ile Afrodit’in acı dolu hazin aşklarını anlatan kan kırmızısı kan çiçekleri… Adonis ile Afrodit’in yaşadığı aşkta kişiler belki doğruymuş, yerler de doğruymuş ama zaman doğru değilmiş işte… *** Ve sonrasında bu aşk günümüzde yaşanmaya devam etmiş. Kahramanlarımızın adı bu defa Afrodit veya Adonis değilmiş. Onlar bu defa tanrıça veya dünyanın en güzel ölümlüsü de değillermiş ama birisi Tanrıça Afrodit’in, diğeri de dünyanın en güzel ölümlüsü olan Adonis’in aşklarını yeniden yaşamak üzere dünyaya gelmiş ikinci yaşamlarmış… Bu ikinci yaşamların kahramanları her nasıl olursa olsun bu aşkı sonuna kadar yaşamak istiyorlarmış… Biri önce biri sonra değil, onların ikisi birlikte, aynı zamanda ölmek, doya doya yaşayacakları aşklarını, yaşamlarıyla sonlandırmak istiyorlarmış… Bu defa ilkinde olduğu gibi hemen olmamış buluşmaları… Kader onlara en doğru zamanı hazırlamak için biraz beklemiş ve sonunda birbirlerini ilk defa gördüğünü sanan ama aslında çok uzak geçmişten beri birbirlerini arayan bu iki ruhun yolları yine bir şekilde birleşmiş… Uzaktan görmüşler önce birbirlerini, sonra yaklaşmışlar iyice… Sarılmak istemiş hemen biri diğerine... Öpmek istemiş onu, uzun uzun öpmek… Öpmek istemiş çünkü bilmiş ki çok uzun zamandır kulağında bir türlü dinmek bilmeyen o ses; “BİR KERE ÖP BENİ, LÜTFEN BİR KERE UZUN UZUN ÖP” diyen o ses, gördüğü an sevmeye başladığı sevgilisini öptüğünde nihayete erecekmiş… Eğilmiş ve öpmüş sevdiğini... Uzun uzun öpmüş… Yağmur yağıyormuş dışarıda, bir deli rüzgâr, hava buzzzz, ama onların içi sıcacıkmış, birbirlerini bulmuş olmanın mutluluğuyla dopdoluymuş yürekleri… Ne yağmura, ne rüzgara aldırış etmişler, bütün gün oturdukları o denizin kenarında birbirlerini seyretmişler, seyrettikçe birbirlerine daha da çok âşık olmuşlar… Bunu; birbirlerini ilk görüşleri sanıyorlarmış oysa ki bu birbirlerini ilk görüşleri değilmiş... Fakat onlar bunu nereden bilsin ki... Öyle tanıdık geliyorlarmış ki birbirlerine, anlamsız benzerlikler kuruyorlarmış, bu tanıdıklığı çözebilmek uğruna… Sonra birisi bağırmış denize doğru; “SENİ ÇOOOOOK SEVİYOOOORUMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMM” Sen de bağır demiş diğerine ama bağıramamış diğeri… Sevmediğinden değil, aksine ilk gördüğü andan itibaren ÖLECEK KADAR ÇOK seviyormuş onu ama nedenini bilemediği bir tuhaf duygu sarmış bedenini ve niye bir türlü bilememiş ama bağıramamış işte, “BEN DE SENİ SEVİYORUMMMMMM” diye… Doğru kişilermiş, yer de doğruymuş aslında ama zaman ilerlemeye başladıkça fark etmişler ki zaman yine yanlış zamanmış. Seviyorlarmış hala da çok seviyorlarmış ama anlamışlar ki yine yarım kalacakmış bu aşk, yine birlikte ölemeyecekmiş bu iki yürek… Ve sonunda yine ilkinde olduğu gibi başka kişiler karışmış bu aşkın içine, yanlış kişilermiş bunlar ama anlamsızca ve haksızca doğru kişiler olmuşlar niyeyse… Ve yine biri diğerinden önce gitmiş, aşk yine bitmemiş ama dayanamamış bu gidişe diğerinin yüreği, tükenivermiş sonunda… Her gün ölmeye ettiği dualar kabul olmuş ve yüreğindeki kocaman aşkıyla kopmuş bu hayattan, gitmiş bir daha da dönülmeyecek sanılanana… Zaman yine hızlanmış, akmış bir çırpıda... Afrodit ile Adonis’in üzerinden geçtiği gibi, onların ikinci yaşamlarının üzerinden de geçmiş son hızla… Yer yine farklıymış, kişiler yine birbirlerini tanımıyorlarmış, zaman tabiî ki başka bir zaman… Ama kader hep aynı kadermiş… Birleşemeyen sevgilileri birleştirmeye çalışan, bu aşkı yarım kalmasın artık diye çaba sarf eden kader, bu defa gerçekten de ağlarını nasıl örmesi gerektiğini bilemiyormuş, bekleyip izlemeye koyulmuş bütün olacakları… Ve ilk kız görünmüş uzaktan, bir denize doğru yürüyormuş… Çok uzun yıllardır, kızı çağıran bir deniz varmış… Denizden de yankılanan bir deli ses… “SENİ ÇOOOOOK SEVİYOOOORUMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMM” Deniz gözlerinin önünden, ses de kulaklarından gitmezmiş hiç kızın… Öyle tanıdıkmış ki bu deniz, bu ses ve bu sözler, kız sanki bunları daha önce bir yerlerde görmüş, bir yerlerde duymuşmuş… Sonunda bu denizi bulmadan bu sırrın çözülemeyeceğine karar vermiş ve başlamış sesin yankılandığı o denizi aramaya… Yıl 2000lerin sonu, 3000lerin başıymış, bir yerlerde bir deniz varmış ve bir de denizi arayan bir kız... *** Diğer yanda ise bir rüya... Rüyada ölmüş olan sevgilisinin dudakları üzerine eğilmiş, ağlayan bir tanrıça; “BİR KERE ÖP BENİ, LÜTFEN BİR KERE UZUN UZUN ÖP” Ve devamında kıpkırmızı kan çiçekleri sarılırmış tanrıçanın dört bir tarafına... Evet anladınız işte, erkek görünmüş bu defa da kaderin gözlerine... Her gece gördüğü ve sonrasında kan ter içinde uyandığı bu rüyadaki o hazin ses yine bildik, yüz yine her zamanki gibi aşina... Çiçekler ise hep ama hep aynı... Bunun bir anlamı olmalıymış, öyle düşünmüş rüyasından son uyanışında, "Bulmalıyım o çiçeklerin arasında kalmış tanrıçayı" demiş sessizce "Ancak ve ancak o zaman çözülecektir bu işin sırrı..." Yıl 2000lerin sonu, 3000lerin başıymış, kan çiçekleri arasında ağlayan bir tanrıça varmış ve bir de tanrıçayı arayan bir erkek... *** Kız sonunda denizi bulmuş... Kıpkırmızı kan çiçekleri sıralıymış denizin sahili boyunca... Oturmuş o çiçeklerin arasına ve denizden yankılanacak sesin gelmesini beklemiş saatlerce ve hatta günlerce... Amma ve lakin ne ses varmış ne de bir seda... Kızın gözünden bir damla yaş akmış sonunda, Bir damla yaş, iki damla olmuş... İki damla yaş, dört damla... Dört damla, sekiz damla... *** O sırada erkeğin görüntüsü ilişmiş kaderin gözlerine, Bir kan çiçeği tarlası varmış tam da önünde Bir de ağlayan tanrıça, kan çiçeklerinin arasında... Yüz aşina, çiçeklerse aynı... Tutamamış erkek içinden gelen o deli sesi ve bağırıvermiş bir anda “SENİ ÇOOOOOK SEVİYOOOORUMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMMM” diye... Kız bu sesi sanki daha önce de bir yerlerde duymuşmuş, dönmüş bakmış sesin geldiği yere ve usulca kalkmış yerinden, yanaşmış erkeğin yanına... Ağlayarak çıkmış o hazin ses, dudaklarının arasından ve bir anda diyivermiş işte; “BİR KERE ÖP BENİ, LÜTFEN BİR KERE UZUN UZUN ÖP” *** Öpmüş, Bir kere öpmüş, Uzun uzun öpmüş... Kız Afrodit olmuş, görmüş herşeyi Erkek Adonis olmuş, ölmüş... Sonra bir daha doğmuşlar, İkinci yaşam olmuşlar; Erkek görmüş herşeyi, Kız ise ölmüş... Hepsi de tam bir uzun öpücüüüüük esnasında... Ve sonrasında anlamışlar ki; Ya ayrılık girecekmiş aralarına Ya da ölüm... Gözler değmiş önce birbirine, Eller birleşmiş ardından hem de ayrılmamacasına Ve denize doğru dönmüşler yüzlerini Kız bağırmış önce; "BEN DE SENİ ÇOOOOOOOK SEVİYORUMMMMMMMMM" diye... Bir huzurlu gülümseyiş belirmiş her ikisinin de dudaklarında... Doğru kişilermiş, Yer de doğru yer, Zaman da doğru zaman... "Ne sen önce, ne de ben... İkimiz birlikte, aynı zamanda" demiş dudaklar... Ve yürümüşler denize... ______________ ©ZTB-02.11.2008 )2 puan