Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

AhmetSecerden Yazılar


ahmetsecer

Önerilen İletiler

Uzun zamandır bu konuda yazmak ve Kuran’da tarif edilen samimi Müslüman’ın nasıl olduğunu anlatmak istiyordum. Bazı insanlar kendilerini son derece takva görüyorlar. Baktığınızda evlenmişler, işlerini kurmuşlar, birkaç çocukları olmuş, bankaya paraları yığmışlar. Arabaları evlerinin garajına dizmişler. Adam namazlarını kılıyor, cuma namazına gidiyor, eşi başını da örtmüş, senede bir zekâtlarını veriyorlar. Birlikte arkadaşlarıyla arada hacca da gidiyorlar. Sorduğunuzda da “biz son derece mutaassıp bir aileyiz” diyorlar. Kadın dirseklerine kadar altın bilezikler takıyor, arada günlere gidiyor, böyle mutlu mesut bir yaşam sürüyorlar.

 

Peki Kuran’da tarif edilen Müslüman böyle bir Müslüman mı sanıyorsunuz? Bu yukarıda tarif ettiğim kendilerini çok dindar zanneden kişiler işten eve, evden işe bir yaşam sürüp akşam da dizilerinin karşısına geçiyorlar. Arada bir toplanıp dini sohbetler yapıyorlar. Ama hiçbiri asla zora gelmiyor. Mesela Allah yolunda en ufak bir tehlike olsa hiçbir şekilde yanaşmıyorlar. Evine, barkına, parasına, ailesine zarar gelecek olsa hemen geri adım atıyorlar. Son derece risksiz, sade ve sakin bir yaşam sürüyorlar. Namazlarını kılmak, oruçlarını tutmak, tespih çekmek onlara son derece yeterli geliyor. En ufak bir şey istendiğinde hemen yüz çeviriyorlar.

 

Oysa Kuran’da anlatılan samimi Müslüman çok farklı. Öncelikle samimi inanan kişi kendisini tam anlamıyla Allah’a adıyor. Dünyaya yönelik hiçbir plan yapmıyor. Malları, mülkleri yığmıyor, paraları bankada biriktirmiyor, çoluk çocuğa karışıp dünya hayatının eğlencesine ve zevklerine dalıp gitmiyor. Kuran’da bahsedilen Müslüman Allah için sürekli, nerdeyse tüm hayatı boyunca mücadele veriyor. Malının hepsini Allah yolunda harcıyor. Ailesini, işini, gücünü gerekirse Allah için bırakıyor. Peygamberimizin yanındaki Müslümanlar ailelerini, mallarını, evlerini bırakıp savaşa çıkmadılar mı? Sait Nursi Allah yolunda mücadele ederken tam 30 yıl hapiste kalmadı mı? O da evlenip, mal, mülk edinip sakin bir yaşamı tercih edemez miydi? O da hiç risk almayıp dini anlatmamayı seçemez miydi? Ama asla böyle bir şey yapmadı. Çünkü Allah samimi Müslüman’ın Allah yolunda hayatını vakfetmesini ve her zorluğa katlanmasını istiyor.

 

Allah samimi Müslüman’ın hayatı boyunca dini var gücüyle anlatmasını, tebliğ yapmasını istiyor. Bu uğurda zorluklarla karşılaşacağını bildiriyor. Bu zorlukları aştığında cennete gireceğini müjdeliyor. Tabii ki Müslüman Allah yolunda zorluk da çeker, iftiraya da uğrar, gerekirse hapse de girer, gerekirse tüm ailesini de bu uğurda bırakır. O bunun için büyük bir şereftir. Böyle üstün imanlı insanlar cennette çok büyük güzelliklerle karşılanacaklardır.

 

Cenneti kazanmak tabii ki kolay değil, bu yüzden samimi ve ciddi çaba gerekiyor. Peygamberimizin yanındaki gençler de o dönemde çok zorluk çektiler, aileleri tarafından dışlandılar, tüm mallarını, mülklerini bu uğurda harcadılar. Gece gündüz demeden tebliğ yaptılar. Şimdi günümüzde de hiçbir değişiklik yok. Yine samimi iman edenler var, Allah yolunda tüm malını mülkünü harcayanlar var, çok zorluk çekip hapse giren var, bu uğurda dünyaya yönelik ne mal, ne eş, ne çocuk edinmemiş insanlar var. Şimdi evinde barkında sessizce sakin oturanla, iman etmeyenlerin baskılarını çok yoğun hisseden insan bir olur mu, bu uğurda yılmadan mücadele edenle, hiçbir sıkıntıya gelemeyen bir olur mu? Ne kadar zarara uğrarsa uğrasın asla imanından ve çabasından taviz vermeyen insanla, en ufak bir zararda hemen dininden dönen bir olur mu?

 

Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki mü'minlerle; "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah'ın yardımı pek yakındır. (Bakara Suresi, 214)

 

İnsanlar, (sadece) "İman ettik" diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar? (Ankebut Suresi, 2)

 

Andolsun, onlardan öncekileri sınadık; Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir. (Ankebut Suresi, 3)

 

Sonuç olarak samimi Müslüman tıpkı peygamberler ve onun yanındaki sahabeler gibi her şeyini Allah’a adamalı, öncelik kendi mallarında, çocuklarında, işinde olmamalı, kendine ait bir hayatı değil Allah’a adanmış bir hayatı olmalı. Hayatının her anını Allah rızası için harcamalı. Aksi takdirde diğer Müslümanlar hem canlarıyla hem mallarıyla Allah yolunda mücadele ederken evde sakince oturan hem kendi hayatını yaşayıp hem de mücadele edenleri uzaktan izleyen insanın durumu ahirette asla bir olmaz. Şu bir gerçek ki biri Allah katında umduğunu bulup cennette ödüllendirilirken diğeri umduğunun tam tersi bir karşılık alacak ve buna kendisi de çok şaşıracaktır.

 

İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin Allah Katında büyük dereceleri vardır. İşte 'kurtuluşa ve mutluluğa' erenler bunlardır. (Tevbe Suresi, 20)

 

Mü'min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah'a ve Resûlüne iman ettiler, sonra hiçbir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla mücadele ettiler. İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir. (Hucurat Suresi, 15)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • Cevaplar 230
  • Tarih
  • Son Cevap

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Prof. Ali Bardakoğlu: Akşamları televizyonu kapatıp Kuran okuyun!

 

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu geçtiğimiz gün Diyarbakır’da verdiği vaazda “Akşamları yarım saat televizyonu kapatın, Kuran bilen ev halkı okusun. Evde Kuran bilmeyen var ise ses kayıtlarından yardım alsın" dedi ve "Kur'an geçmişimizi, yarınlarımızı ve bize, bizi tanıtır. Bu itibarla Kur'an ile buluşmak kendimizle buluşmak demektir. Okudukça kendimizi, rabbimizi tanır ve tüm kainatın bizim için yaratıldığını fark ederek rabbimize şükrederiz. Bunun için akşamları yarım saat televizyonu kapatın, Kuran bilen ev halkı okusun. Evde kuran bilmeyen var ise ses kayıtlarından yardım alsın" diye konuşmasına devam etti.

 

Cami çıkışında da gazetecilerin töre ve namus cinayetleri konusundaki sorusuna Bardakoğlu şu yanıtı verdi: "Önemli olan çocuklarımızı Kur'an-ı Kerim terbiyesi ve peygamber ahlakıyla yetiştirmektir. Çocuklarımızı iyi yetiştirirsek bu münferit örnekleri aşarız. İnanıyorum ki bunu yaparsak, helali, haramı öğretirsek birçok olumsuzlukları aşarız. Dinimiz, aile saadetinin de temelidir. Önce Allah gönüllerimizde huzuru ikame etsin. Gönül dünyasında huzuru olmayanın ne aile huzuru ne de toplum huzuru olur. İnşaAllah hizmetlerimizi artırdıkça bu eksiklik de ikmal olur."

 

Bardakçıoğlu’nun yaptığı bu açıklamayı son derece doğru buluyorum. Tabii ki Diyanet İşleri Başkanı olarak insanlara akşamları Kuran okumalarını öğütleyecek, çocuklarını Kuran ahlakıyla yetiştirmelerini öğütleyecek. Bundan daha normal bir öğüt olabilir mi? Öncelikle şunu söyleyeyim, bazı insanlar bu öneriyi başkası yapsa “Sen Diyanet İşleri Başkanı mısın” diye çıkışırlar. Bu açıklamayı Diyanet İşleri Başkanı yaptığında da bu sefer neden bizim ne yapacağımıza karışılıyor diye isyan etmeye başlarlar. Çünkü bu insanlar adeta itiraz etmeye kodlanmış gibilerdir, ne yaparsanız yapın asla kabul etmezler. Daha toplumumuzda hiç Kuran okumamış, tek bir ayet bile bilmeyen binlerce insan var. Ama bu insanlar akşamları dizilerin başından nerdeyse hiç ayrılmıyor, saatlerce kıpırdamadan uyuşmuş gibi televizyon seyrediyorlar. Ayrıca Sayın Bardakçıoğlu tabii ki akşam Kuran okuyun diyecek. İnsanlar gündüzleri ordan oraya koşturarak çalışmıyorlar mı, çocuklar da okula gitmiyor mu? Akşam evde toplu olarak Kuran okunması en makul ve uygun saat değil mi?

 

Fatih Altaylı Sayın Bardakçıoğlu’nun bu açıklamalarını kınamış. Kimseye zorla Kuran okutturamazsınız demiş. Burada zorla Kuran okutmayı nerden çıkardığını anlayamadım. Ortada zorlama filan yok. Son derece güzel ve yerinde bir tavsiye var. Tabii ki insanlar yapışmış ve büyülenmiş gibi televizyon seyretmek yerine Kuran okuyup öğrenecekler. Allah’ın indirdiği ayetleri tanıyacaklar. Tabii ki anne ve babalar çocuklarına ayetleri ve Kuran ahlakını öğretecekler.

 

Fatih Altaylı’nın kendi hazırladığı Teke Tek programında kızının din dersinde öğrendiği konuları akşam kendisine sorduğunu fakat kendisinin bu konuda hiçbir bilgisi olmadığı için kızının sorularına hiç cevap veremediğini ve bundan büyük sıkıntı duyduğunu söylediğini hatırlıyorum. Tabii ki Kuran okumazsa, ayetleri bilmezse doğal olarak da kendisine sorulan sorulara cevap veremez. Burada önemli olan Kuran’ın hangi saatte ve kaç saat okunduğu değildir. Mutlaka Kuran okunması ve öğrenilmesidir. Fatih Altaylı’ya bu son derece yanlış açıklamayı yaparken kendi programında söylediklerini de hatırlatmak istiyorum.

 

Sonuç olarak Diyanet İşleri Başkanı Sayın Bardakçıoğlu’nu son derece hikmetli açıklamasından dolayı kutluyorum. Samimi olan insanların akşamları Türkçe Kuran okuyup ayetleri öğreneceklerini ve bunları çocuklarına da öğreteceklerini düşünüyorum. Kuşkusuz Kuran ahlakıyla yetişen bir toplumda bu kadar tecavüz, haksızlık, dolandırıcılık ve riyakarlıkla karşılaşmayacağımız açıktır. Bugün bütün bunlardan yakınanların Kuran okunmasına karşı çıkmalarına da hiç ehemmiyet vermemek hatta duymazdan gelmek gerekir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Çocuklarınıza Allah sevgisini aşılayın

 

 

Çocuk yetiştirirken dikkat edilmesi gereken en önemli konulardan biri çocuğunuza mutlaka Allah sevgisini öğretmenizdir. Onu yaratanın Allah olduğunu, her an yanında olduğunu, onu kollayıp koruduğunu, onun dostu olduğunu çocuğunuz bilmeli Allah’a çok derin sevgi duymayı daha çocuk yaşta öğrenmelidir. Çocuğunuza kendisini dünyaya getirenin Allah olduğunu, tüm bedenini anne karnında özenle yarattığını anlatın. Ona yaşayabilmesi için bütün organlarını verdiğini bunun için şükretmesi gerektiğini öğretin.

 

Çocuğunuza Allah korkusunu Allah sevgisi ile birlikte öğretmelisiniz. Çocuğunuz önce Allah’ı çok sevmeli ve aynı zamanda da O’nun sevgisini yitirmekten korkmalıdır. O’nun gücü karşısında acizliğini bilmeli, kendisine sayamayacağı kadar çok nimeti sadece Allah’ın verdiğini bilmelidir. Çocuğunuza çok küçük yaşta insanların sadece bir vesile olduğunu öğretin. Her güzelliğin Allah’tan geldiğini bilsin.

 

 

De ki: "Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir." (Ali İmran Suresi, 31)

 

Çocuğunuzun Allah’ı çok iyi tanımasını sağlayın, ona şah damarından daha yakın olduğunu, her söylediğini işittiğini, her yaptığını gördüğünü anlatın. Her hareketinden haberdar olduğunu söyleyin. Böylece hem Allah sevgisi ile hem de Allah korkusu ile hayatı boyunca hep doğru hareket etmesini, vicdanıyla davranmasını sağlayın. Kendi çıkarlarına ters düşse de daima Allah’ın rızasını kaybetmemek için fedakar, özverili, çok güzel ahlaklı ve mütevazi olmasını öğretin.

 

Söylediğim gibi çocuğunuza her şeyden önce Allah sevgisini aşılamalısınız. Çünkü

Allah değer verdiği topluluğun önemli meziyetlerini sıralarken ilk önce, onlarla arasındaki karşılıklı sevgiden, sevgi bağından söz etmektedir: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler…”

 

Müslümanda olması öngörülen bu sevgi, bilgiye ve tanımaya dayanan, derinlikli ve nitelikli bir sevgidir. Bu yüzden çocuğunuz Allah’ı bilmeden, tanımadan O’nu tam anlamıyla sevemez. Çocuğunuza Allah’ı tanıtmanın en güzel yollarından biri de ona iman hakikatleri anlatmanız, doğadan ve canlılardan yaratılış örnekleri vermeniz, Allah’ın bütün kainatı nasıl kusursuz yarattığını örneklerle anlatmanızdır. Bütün hayvanları böyle sevimli ve güzel yaratan Allah’tır, binlerce galaksiyi yaratan Allah’tır, topraktan bütün nimetleri kusursuz çıkaran Allah’tır. Bunları tek tek çocuğunuza anlatın, Allah’ın büyüklüğünü ve insanlara olan şefkatini kavramasını sağlayın.

 

Çocuğunuz Allah’ı sevdikçe Allah’la ilgisini giderek artırma çabası içine girecek; O’na daha yakın olmak için can atacaktır. O’nunla birlikte olmak, O’nun rızasını kazanmak onun için en büyük değer olacaktır. Peygamberimiz; “Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhari, Edep, 96; Muslim, Birr, 165) buyuruyor. Allah’ı sevmek, O’nunla birlikte olma arzusunu sürekli arttıracaktır.

 

Çocuğunuz Allah’ı tüm kalbiyle ve samimiyetle sevmeye başladığında sevdiğinin hoşlanmayacağı bütün kötü tutkulardan ve yanlış tutum ve davranışlardan uzak durmaya başlayacaktır. Çünkü Allah’ı seven, O’nun hoşuna gitmeyen tutum ve davranışlardan uzak durur. Hiçbir şekilde Allah’ın razı olmayacağı hareketleri yapmaz, bu konuda irade gösterir. Allah sevgisi geliştikçe insanları da Allah’ın tecellisi olarak görüp sevmeye başlar. Dolayısıyla onlara karşı da yanlış yapmamaya çabalar. Böyle bir insanı yalan, kandırma, dolandırma, sömürme, öç alma, kin duyma, başkalarını küçük görme, aşağılama, ezme, öldürme, cezalandırma, hoşgörüsüzlük, bencillik, ve insanları hoyratça kullanmaya kalkışma, gibi olumsuz duygu ve düşünceler kolay kolay yönlendiremez. Haliyle o, bütün bu ağırlıklardan kurtulmuş son derece özgür bir insan oluverir. Bu Allah sevgisinin insanı bütün ağırlıklardan kurtardığının delilidir.

 

Çocuğunuz Allah’ı sevdikçe, O’na karşı sorumluluklarını da düşünüp bütün bunları yapma hassasiyeti geliştirecektir. Böylece Kuran ahlakını yaşayarak çok yüksek bir ahlaka ve imana kavuşacaktır. Unutmayın ki çocuğunuza yapacağınız en büyük iyilik ona Allah’ı tanıtmanız ve imanlı bir insan olarak yetiştirmenizdir. Böylece çocuğunuz hem dünyada hem ahirette kazanacak sonsuza kadar mutlu olacaktır. Aksi takdirde göz açıp kapayıncaya kadar geçen dünya hayatında geçici mutluluklar peşinde koşup nefsini eğlendirecek, Allah’ı hiç tanımadan ömrünü tüketecek ve bir gün O’nun huzuruna çıkıp yapayalnız hesap verecektir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Dehşetli bir sarsıntıyla sarsılan uçaktaki bir yolcu ne hisseder?

 

Herhalde hepiniz görmüşsünüzdür, kabin basıncı nedeniyle THY uçağı Londra’ya zorunlu iniş yapmak zorunda kaldı. Yolculara uyarı tam okyanusun üzerinde iken geldi. Peki hiç düşündünüz mü? Uçakta bulunan bir yolcu kaza anında neler hisseder, neler düşünür, aklından neler geçer? Peki ya kaza sonrasında kendisini nasıl avutur?

 

Dehşetli bir kaza anında her insan neredeyse aynı tepkiyi verir. Ağzından neredeyse aynı sözcükler dökülür. İstisnasız o uçakta bulunan herkes şiddetli sarsıntı anında ‘Allah’ım ne olur yardım et’ diyerek yalvarmıştır. Kaza anında tüm uçaktakiler dua etmeye başlar, hatta bazı insanlar dehşet ve korkudan şuurlarını yitirirler, kimileri de oldukça yüksek sesle dua etmeye başlar. İnsanların korku içinde Allah’a yalvarmalarının nedeni Allah’tan başka hiçbir gücün, kuvvetin kendilerini kurtaramayacağını vicdanen bilmelerinden kaynaklanır. Bazı insanlar bu dehşetli andan kurtulurlarsa, Allah’a samimi olarak yöneleceklerine dair söz vermeye başlarlar. Eğer karaya çıkarlarsa tam Allah’ın istediği gibi bir kul olacaklarına yemin ederler. Fakat karaya çıksalar da bu samimiyetsizliklerine devam edeceklerini Allah Kuran’da bildirmektedir.

 

Karada ve denizde sizi gezdiren O'dur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz zaman, onlar da güzel bir rüzgarla onu yüzdürürlerken ve (tam) bununla sevinmektelerken, ona çılgınca bir rüzgar gelip çatar ve her yandan dalgalar onları kuşatıverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını sanmışlarken, dinde O'na 'gönülden katıksız bağlılar (muhlisler)' olarak Allah'a dua etmeye başlarlar: "Andolsun eğer bundan bizi kurtaracak olursan, muhakkak sana şükredenlerden olacağız." (YUNUS SURESİ / 22)

 

Size denizde bir sıkıntı (tehlike) dokunduğu zaman, O'nun dışında taptıklarınız kaybolur-gider; fakat karaya (çıkarıp) sizi kurtarınca (yine) sırt çevirirsiniz. İnsan pek nankördür. (İSRA SURESİ / 67)

 

Peki kaza geçiren bir insan bu kendisi için çok önemli olayın hikmetini neden hiç düşünmez? Neden büyük bir hızla bu anı unutmaya çalışır? Her gün havaalanlarından kaç uçak kalktığını düşünün. Her uçağa milyonlarca yolcunun bindiğini ve dünyanın her yanına seyahat ettiklerini… Şimdi büyük bir sarsıntı geçiren ve düşme tehlikesi atlatan bir uçağın içinde bu kadar yolcu tesadüfen mi bulunur? Ya da büyük bir ana yolda karşılıklı gelen iki arabanın hızla çarpıştığını düşünün. Arkadaki araba bu kazadan neredeyse salise farkıyla kurtulur. Peki tam önündeki iki araba tesadüfen mi çarpışmıştır? Kendi arabası tesadüfen mi kurtulmuştur?

 

İşte olayları Kuran’la değerlendirmeyen bir yolcunun ilk yanılgısı burada başlar. Hiçbir kaza tesadüfen gerçekleşmez. O uçağa kaç yolcunun bineceği, uçağın hangi sebepten dolayı arızalanacağı, hangi şiddette sarsılacağı, uçağa son adım atan yolcunun kim olacağı, kimlerin ölüp kimlerin sağ kalacağı çok önceden bellidir. Ama imansız kişiler bu gerçekleri bilmedikleri için olayları hep tesadüflerle açıklamaya çalışırlar. Uçak kabini arızalanmış, uçağın yakıtı bitmiş, pilot son kontrollerde uçağın tekerleklerini kontrol etmemiş diye açıklamalar getirirler. Hâlbuki Allah bu kazanın gerçekleşmesi için bir sebep yaratır. Pilotun bir hatasını, ya da uçağın kanadına giren bir kuşu vesile eder. Tam kaza anında tüm gücün Allah’a ait olduğuna kesin kanaat getiren insan, Allah’ın kaderi kusursuz yarattığını ve her olaya hakim olduğunu da mutlaka görmelidir. Allah zamana ve mekana bağlı değildir. Tüm kâinatın kaderini de tüm detaylarıyla belirlemiştir. Yeryüzündeki tek bir taşın kaderi de tek bir insanın kaderi de, tek bir kelebeğin kaderi de Allah katında yazılıp saklanmıştır.

 

Hiç şüphesiz, biz her şeyi kader ile yarattık. (KAMER SURESİ / 49)

 

Uçak gökyüzündeyken, kaza anında savunmasız halde kalan insan kendisini çok aciz hisseder. Çünkü Allah o kişiyi ölümle adeta burun buruna getirir. O an insanın ne holdingi, ne bankada milyonlarca doları, ne evi, ne arabası, ne masasında bekleyen evrakları önemlidir. O an insan adeta hiçbir şeye sahip olmadığını hisseder. Sadece Allah ve O’ndan yalvararak yardım isteyen kendisi vardır. O an insan sadece ve sadece kurtulmaktan başka bir şey düşünemez. Tamamen yere kapanmış durumdadır. Şiddetli sallanan bir uçakta o insana bankadaki dolarlarını sormayı deneyin, bu sorunuz karşısında hayretler içinde kalacaktır. İşte ölüme bir adım bile yaklaşmak insana hayatta değer verdiği her şeyin ne kadar önemsiz olduğunu hatırlatır.

 

Kazadan kurtulan bazı insanlar kibirlerinden dolayı korktuklarını belli etmezler. Çok hafif bir sarsıntı belki insanı çok fazla ürkütmeyebilir. Ama gökyüzünde uçağın dehşetli sallanması her insanı diz üstü yere çökertir, yalvara yakara dua ettirir. İnsan biran için olsun durup bu kaza neden benim başıma geldi, bunun hikmeti nedir diye düşünmez mi? Dünyada yaşayan milyonlarca insanın başına gelmiyor ama neden ben ölüme bu kadar yaklaştırıldım diye sormaz mı? Çünkü Allah mutlaka bir hikmetle o insana ölümü hatırlatmaktadır. Allah bir insanı böyle bir kazadan kurtarıyorsa bu ona iman etmesi için bir süre daha verildiğini gösterir. Çünkü Allah dilese insan daha farkında bile olmadan canını alır. Aniden bir tırın altına giren arabadaki insanlar daha ne olduğunun farkına bile varamadan ölüm melekleri ile karşılaşırlar. Melekler de derhal canlarını alır. Olay yerinde ise sadece bedenleri kalır.

 

Hiç kuşkusuz kaza insanı çok etkiler. Fakat insan hızla günlük olaylara kendini kaptırır. Çevresindekilerde kazayı hiç düşünmemesini, bol bol eğlenmesini tavsiye ederler. O insanda kısa bir süre sonra hızla televizyon programlarına, akşam yemeklerine, iş toplantılarına geri döner. Dünyada sahip olduğu her şeyi, evi, arabası, işyeri, emrinde çalışan adamları, bankadaki parası tekrar önem kazanır. Ve çok kısa bir süre sonra da Allah’a nasıl yalvarıp yakardığını tamamen unutur.

 

Unutmayın, dünyada şimdiye kadar yaşanan milyonlarca kazanın hiçbiri tesadüfen gerçekleşmemiştir. Kazanın her detayı ve hangi insana isabet edeceği Allah tarafından kaderde belirlenmiştir. Kazayı değil unutmak, insanın ömrü boyunca aklından çıkarmaması gerekir. İnsan bu kazayla Allah’ın inançlı bir insan olması gerektiğini hatırlattığını, eğer iman etmezse ahirette nasıl yalvaracağını gösterdiğini görmelidir. Eğer bunları görmezden gelip, olayları tesadüfmüş gibi göstermeye çalışırsa, başına hiçbirşey gelmemiş gibi dünyaya dalarsa asıl yıkımı ölümle tam olarak karşılaştığı zaman anlayacaktır. Bir insanın ölüm meleklerini gördükten sonra pişman olup kendisini düzeltmesine imkân yoktur. Bu yüzden sonsuza kadar pişman olmadan önce kaderinizde sizin için özel yaratılan olaylara, detaylara bakın, Allah’ın sizin için yazdığı imtihanları kavrayın ve hiç vakit kaybetmeden samimi olarak kalbinizi Allah’a bağlayın. Çünkü O kullarını çok seven, çok bağışlayandır ve kaderimizdeki her detayı çok büyük bir hikmetle yaratandır.

 

De ki: "Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah)a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir." (CUM'A SURESİ / 8)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ahir zamanda neler yaşanacak, Hz.İsa, Hz. Mehdi ve deccal nasıl çıkacak?

 

‘Ahir zamanda olduğumuzun farkında mısınız’ adlı yazımda ahir zaman alametlerini, peygamberimizin söylediği hadislerin çoğunun çıktığını bildirmiştim. Gerçekten de peygamberimizin hadisleri hayret verecek şekilde tam söylediği gibi ard arda gerçeklemiştir. İran-Irak Savaşı yaşanmış, Afganistan işgal edilmiş, Fırat’ın suyu kesilmiş, Şam ve Mısır Melikleri öldürülmüş, Bağdat’ın ordusu kaybolmuş, Irak üçe bölünmüş, Şam, Irak ve Arabistan’da kargaşalar başlamış ve Bağdat alevlerle yok edilmiştir.

 

Ortadoğu topraklarında karışıklıkların, fitnelerin ve büyük olayların gerçekleşmesi tüm Müslümanların beklediği Hz. Mehdi çıkana kadar devam edecektir.

 

Şam'da fitneler bir taraftan sakinleştikçe, diğer bir taraftan alevlenir. Gökten çağırıcı bir melek "Hz. Mehdi emirinizdir, Hz. Mehdi Halifenizdir" demedikçe de fitneler bitmez. (Mustafa Reşit Filizi, Risalet-ül Huruc-ül Hz. Mehdi, s. 63)

 

Ortadoğu'da yaşanacak olaylar yalnızca kargaşa, çatışma ve savaşlardan ibaret olmayacaktır. Hz. Mehdi, çıkışının ardından büyük bir çoğunluğu bu bölgede bulunan İslam dünyası ülkelerini biraraya getirecek, çok güçlü bir ekonomik ve siyasi birliğin oluşmasına vesile olacaktır. Hz. Mehdi, Hz. İsa ile bu bölgede buluşacak ve birlikte namaz kılacaklardır. Dünya tarihine damgasını vuracak daha pek çok önemli olayın yine bu bölgede gerçekleşeceğini hadisler ışığında ve İslam alimlerinin izahları doğrultusunda söyleyebiliriz.

 

Ahir zamanda çıkacak olan Müslümanların sahibi kutlu insan Hz. Mehdi, ahir zamanda tekrar yeryüzüne gelecek olan Hz. İsa ile Mehdi ve Hz. İsa’nın birlikte savaşacakları Deccal ile ilgili hadislerden bir kısmı şu şekildedir:

 

Hz. İsa'nın Gelişi

 

"...Allah (c.c) Meryem oğlu İsa (as)'ı yeryüzüne indirir. O da iki güzel elbise giymiş olarak ve avuçlarınıda iki meleğin kanatları üzerine koymuş olarak Şam'ın doğusunda beyaz minare yanına iner." (Tirmizi, Fiten 59)

 

 

"Daha sonra Hz. İsa Dımaşk'ın (Şam'ın) doğusundaki Beyaz minareye inecektir. İmam yerinden geriye çekilecek, Hz. İsa öne geçecek ve insanlara namazı kıldıracaktır." (Muhyiddin İbn-i Arabi, Futuhat-El Mekkiye, 366. bab, c. 3, s. 327)

 

Hz. Mehdi'nin Zuhuru

 

"Meşrik (doğu) cihetinden siyah bayraklar (taşıyan bir ordu) zuhur edecek, ..., onları görünce onlara derhal biat edin, kar üzerinde emekleyerek de olsa!" buyurdular. Çünkü o, Allah'ın halifesidir, Hz. Mehdidir." (İbn-i Mace; Kitabu-l Fiten, 4084)

 

Hz. Mehdi'ye Biat Edilmesi

 

‘Sonra da hilafet yeryüzünün en hayırlısı olan Hz. Mehdi'ye evinde otururken gelecektir.' (Kitab-ül Burhan Fi Alamet-il Hz. Mehdiyy-ül Ahir Zaman, s. 26)

 

 

"Rükun ile Makan arasında kendisine biat edilecektir...' (El Kavlü'l Muhtasar Fi Alametül Mehdiyy-il Muntazar, s. 42)

 

‘… Hz. Mehdi, Rükun ile Makan arasında oturur ve elini uzatarak biatları Kabul eder.' (El Kavlü'l Muhtasar Fi Alametül Mehdiyy-il Muntazar, s. 39-40)

 

Hz. Mehdi'nin Hicreti

 

"O, Kudüs-ü Şerif'e hicret edecektir. Bu hicretten sonra Medine tahrip edilip vahşilerin sığınağı olacaktı." (Kıyamet Alametleri, Berzenci, s.162)

 

 

"Süfyani'nin ordusu ile savaşırlar, ancak Sufyani galip gelir. Haşimi genç kaçar. Şuayp bin Salih de saklanarak Kudüs'e gelir ve Hz. Mehdi Şam'a ulaştığında onun için Kudüs'te bir ev hazırlar." (Nuaym bin Hammad, Kitabu-l Fiten, s.57)

 

 

Nuaym'ın, Selman b. İsa'dan rivayetine göre; "Hz. Mehdi Beyt-i Makdis (Kudüs)'de 14 yıl kalacak.." (Yusuf el-Makdisi, Fera İdu Fevaidi'l Fikr Fi'l İmam El-Mehdi El-Muntazar)

 

Hz. Mehdi'nin "Tabut-u Sekine"yi Çıkarması

 

"Antakya mağarasında "Tabut-u Sekine"yi çıkaracaktır. Şam'daki dağdan da gerçek Tevrat'ı çıkaracak ve bunun üzerine Yahudilerle tartışacak, birçok Yahudi Müslüman olacak." (Risaletül Huruc ül Hz. Mehdi, s.124-125)

 

"Hz. Mehdi, "Tabut-u Sekine"yi (Kutsal Sandığı) Taberiye gölünden çıkaracak." (Ikdı'd Dürer, s. 51)

 

"Ona Hz. Mehdi denilmesinin nedeni, gizli olan bir şeyin yolunu göstermesidir. Antakya denilen bir yerden "Tabut'u" (kutsal emanetler sandığını) ortaya çıkaracaktır." (Suyuti, el- Havi li'l Feteva, II. Cilt, s. 82)

 

Hz. Mehdi'nin İslam Birliği'ni Kurması

 

"O zatın (Hz. Mehdi'nin) üçüncü vazifesi, Hilafet-i İslamiyeyi İttihad-ı İslam'a bina ederek, İsevi ruhanileriyle ittifak edip din-i İslam'a hizmet etmektir." (İslam toplumunu birleştirmek ve Hrıstiyan alemi ile ittifak etmektir) (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, sf. 9, Bediüzzaman Said Nursi)

 

Hz. Mehdi'nin Kutsal Emanetlerle Çıkması

 

"Hz. Mehdi, Peygamberimiz (sav)'in sancağı, gömleği, kılıcı, işaretleri, nuru ve güzel ifadesiyle yatsı vaktinde çıkar.' (Ali b. Sultan Muhammed el- Kari el-Hanefi, ‘Risaletül Meşreb elverdi fi mezhebül Hz. Mehdi')

 

‘Beytül Mukaddes'in hazinelerini, Tabut-u Sekine'yi, Beni İsrail sofrası ile levhaların madenlerini, Hz. Adem'in cübbesini, Hz. Süleyman'ın minberinin asasını ve Allah'ın Beni İsrail'e gönderdiği süt kadar beyaz olan eldivenleri çıkaracaktır.' (El Kavlü'l Muhtasar Fi Alametül Mehdiyy-il Muntazar, s.33)

 

Hz. Mehdi'nin İstanbul'u Manen Fethetmesi

 

‘Allah Konstantiniyye'yi (İstanbul'u) çok sevdiği dostlarının eliyle fethedecek... Onlardan hastalığı ve üzüntüyü kaldıracak.' (Kıyamet Alametleri, s.181)

 

‘Beldeler onun emrine girer. Allah-u Teala onun elinde Konstantiniyye'nin fethini müyesser kılar.' (Kitab-ül Burhan Fi Alamet-il Hz. Mehdiyy-ül Ahir Zaman, s. 56)

 

Hz. İbni Amr'dan (r.a.) rivayet edilmiştir: Peygamberimiz (sav) buyurdu ki: Ey Ümmet! Altı şey vardır ki; onlar olmadan kıyamet kopmaz… (altıncısı) medinenin fethi.

 

-Denildi ki : Hangi medine? (Hangi şehir?)

 

-Buyurdu ki: Konstantiniyye.

 

(*) Bu Konstantiniyye'nin Hz. Mehdi tarafından yapılacak fethidir. (Kıyamet Alametleri, 204 Ramuz-el Ehadis, 296)

 

Deccal'in Ortaya Çıkışı

 

Ebu Hureyre (ra)'den rivayete göre, Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur :

 

"...Onlar Şam diyarına (Kudüs) civarına gelince, Deccal ortaya çıkar." (Müslim, Fiten 34)

 

Hz. İsa ile Hz. Mehdi'nin Birlikte Kılacakları Namaz

 

"(Sabah) namazı için kamet okunur. O sırada Meryem oğlu İsa (as) (yeryüzüne) iner. (Hz. Mehdi) ona imamlık teklif eder. Fakat o, (Hz. Mehdi'yi) işaret eder." (Müslim, Fiten 34)

 

İmam Ebu Amr Osman b. Said El-Makarri'nin "sünen"inde: Cabir b. Abdullah (R.A)'dan rivayetine göre, Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:

 

"Benim ümmetimden bir grup, daima hak üzere savaşırlar. Nihayet Meryem oğlu İsa, fecir vakti Beyt-i Makdis (Kudüs)'de nazil olacaktır. Ona şöyle denilecek: "Ey Allah (c.c)'ın peygamberi! Öne geç de bize namaz kıldır. O da şöyle diyecektir: "Bu ümmet (öyle bir ümmettir ki) onların bazıları, bazıları üzerine emir olurlar." (Ukayli, En-Necmu's-sakıb fi Beyanı Enne'l Hz. Mehdi min Evladı Ali b. Talib Ale't-Temam ve'l kamal)

 

Hz. İsa'nın Deccal'i Yok Etmesi

 

"...Hz. İsa (as) onu (yakalamak) ister. Nihayet onu (Deccal'i) Lut şehrinin (Filistin) kapısında yakalar ve yok eder." (İbn-i Mace, Fiten 33)

 

"Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "... Allah'ın düşmanı (Deccal), Hz. İsa'yı görünce, tıpkı tuzun suda erimesi gibi, erir de erir. Eğer bırakacak olsa, (kendi kendine) helak oluncaya kadar eriyecekti. Ancak Allah onu kudret eliyle öldürür; öyle ki onlara, harbesindeki kanını gösterir." (Müslim, Fiten 34)

 

Ahir zamanda tüm Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi alemi Hz. Mehdi ve Hz. İsa’nın birlikte Deccal’i yenmesine ve tüm dünyaya İslam’ı hakim etmesine tanık olacaklar. Ahir zaman öyle bir dönemdir ki bu dönemde yaşamak Allah’ın çok büyük bir lütfudür. Çünkü bu dönemde yaşayan herkes Allah’ın Hadi sıfatıyla nasıl herkese iman vereceğini, muhteşem bir bollukla nasıl Altınçağ’a gireceğimizi ve iki kutlu şahıs olan Hz. Mehdi ve Hz. İsa’nın zaferini seyredeceklerdir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kanser olan bir insan hala nasıl kibirli olur?

 

Geçen gün duyduğum bir haberle ilgili yaşadıklarımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Geçtiğimiz gün bir tanıdığımın kanser olduğunu öğrendim, doktor hemen çok acil ameliyat olması gerektiğini söylemiş. Hani karakter olarak kendisine aşırı güvenen, her şeyi bildiğini zanneden insanlar vardır, her zaman son sözü mutlaka onlar söyler. Bilmişlikleri o kadar yoğundur ki artık insan böyle bir insanla konuşmayı bırakmak durumunda kalır. Çevresine karşı son derece kibirlidir, burnu düşse insanların yanında küçük düşmemek için eğilip yerden almaz. İşte bu insan böyle karaktere sahip bir insan.

 

Kanser olduğunu duyduğumda arayıp “Allah şifa versin, inşaAllah Allah bu hastalığı size kolaylaştırır” dediğimde ne cevap verdi biliyor musunuz? “Merak etme, 10 gün içinde hallederiz, o kadar önemli değil” diye cevap verdi. Bütün sözlerimi de “tabii tabii” diyerek kısaca geçiştirdi. İşte kanser olan bir insanın hala nasıl bu kadar kibirli olduğunu, hala çevresindekilere kendini son derece dik, umursamaz ve güçlü göstermeye nasıl gayret ettiğini görüyor musunuz? Kanser olan bir insan daha hala nasıl bu kadar kibirli olabilir? Zaten hastalık insana Allah’ın karşısında aczini hissetmesi için verilmiyor mu? Hastalık Allah’tan çok büyük bir imtihandır. Şimdi böylesine aciz bir insan yine çevresinde kendisi gibi son derece aciz insanlara hava atsa ne olur, yıkılmadım imajı vermeye çalışsa ne olur? Öncelikle iman etmeyen bir insanın çevresine ne kadar güçlü görünmeye çabalasa da içinde çok büyük bir panik yaşadığını herkes bilir. Kimse onun bu güçlü havalarına aldanmaz. Ayrıca bedeninde haberi bile yokken gelişen birkaç santimlik bir kitle bu insanı yere aniden yıkmaya ve öldürmeye yeterlidir. Durum bu şekildeyken hala bir insan nasıl bu kadar büyüklenebilir?

 

Burada son derece dikkat çekici olan bu insanın her ne olursa olsun Allah’ın adını ağzına asla almak istememesidir. Peki bu hastalıkta Allah’tan başka ona kim yardım edebilir? Ameliyata girerken yalnız başına o sedyeye yattığında içinden yalvara yakara Allah’a dua etmeyecek mi? “Allah’ım ne olur beni kurtar” demeyecek mi? Bir de bu hastalığın öyle 10 gün içinde geçecek kolay bir hastalık olmadığını herkes bilir. Ameliyatın arkasından kemoterapi başlıyor, yoğun mide bulantıları oluyor, depresyon başlayabiliyor, sürekli kanserin bedenine sıçrayıp sıçramadığına bakılıyor. Hasta son derece halsiz ve bakıma muhtaç oluyor. Ardı arkası bitmeyen tedaviler yapılıyor.

 

Benim burada anlatmaya çalıştığım insanın hem bu kadar acizken hem de bu kadar kibirli olmasının hakikaten çok şaşırtıcı olmasıdır. İnkar eden bir insan doğal olarak Allah’ı dost edinmez, dost edinmeyince O’ndan yardım da istemez. Sabretmeyi, tevekkül etmeyi bilmediği için sürekli panik olur ama dışarıya belli etmemek için daha büyük çaba gösterir, bu da onun içten içe çok yıpranmasına vesile olur. İmtihan olduğunu bilmediği için hep “neden benim başıma geldi” diye düşünür, psikolojik olarak da çöker. Bu hastalık hiç de 10 gün içinde bitmeyebilir, çok kısa bir süre sonra ölüp Allah’ın huzuruna yapayalnız, hesap vermek üzere çıkabilir ve emin olun dünyada yaşayan hiç kimse ama hiç kimse Allah’ın huzurunda asla kibir yapamayacak ve öyle dünyada olduğu gibi kendisine güvenemeyecektir.

 

Aynı hastalığa iman eden başka bir yakınımın da yakalandığını da gördüm. İman ettiği için Allah’a güveni sonsuzdu. O’nu öylesine dost edinmişti ki, her zorlukta bir güzellik olduğunu çok iyi biliyordu. Bütün sıkıntıların karşılığını ahirette güzellikle alacağını biliyordu. Her zaman Allah’ı anıyor, kendisine şifa verecek olanın Allah olduğunu çok iyi biliyordu. Bu yüzden de Allah bu zorlu hastalığı kendisine çok kolaylaştırdı. Ne ameliyatında, ne saçları döküldüğünde, ne yoğun mide bulantılarında bir kere bile mutsuz ve üzüntülü olduğunu görmedim. Bir insan ancak Allah’a olan samimi inancı sayesinde güçlü olur, yoksa inançsız bir insan ancak göstermelik olarak güçlü taklidi yapar ama içten içe sürekli kendisini yer bitirir.Söylediğim gibi asıl şaşırtıcı olan küçücük bir mikroba yenik düşen bir insanın bu şartlar altında bile son derece kibirli olmasıdır. Bu kibir ona hiçbir şey kazandırmayacağı gibi hastalığın her aşamasını çok zorlu geçirmesinden ve ahirette de hiçbir karşılık alamamasından başka hiçbir işe de yaramayacaktır…

 

Ki beni yaratan ve bana hidayet veren O'dur;" (Şuara Suresi, 78)

 

"Bana yediren ve içiren O'dur;" (Şuara Suresi, 79)

 

"Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur;" (Şuara Suresi, 80)

 

"Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O'dur, " (Şuara Suresi, 81)

 

"Din (ceza) günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur;" (Şuara Suresi, 82)

 

"Rabbim, bana hüküm (ve hikmet) bağışla ve beni salih olanlara kat;" (Şuara Suresi, 83)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Evrimciler durmadan maymunun insana benzerliğini öne sürüyorlar

 

Evrim teorisi Darwin tarafından son derece basit temeller üzerine kurulmuş bir teoridir. Bu yüzden de 21. yüzyıl bilimi sayesinde son derece çürük temeller üzerine kurulmuş olan bu teori çökmüştür. Evrimcilerin evrim teorisini kabul ettirmek için kullandıkları yöntemlerin başında maymunla insanın benzerliği gelir. Maymun Allah tarafından insana benzer olarak yaratılmış bir hayvandır. İşte bu benzerlik evrimcilerin en çok yanıltan konuların başında gelir.

 

Evrimciler teoriyi kabul ettirmek adına sürekli maymun ve insan benzerliğini öne sürüp maymunların da alet kullanabildiklerini, öğrenme yeteneği geliştirdiklerini ön plana çıkarmaya çalışırlar. Bu yüzden çeşitli belgeseller, filmler hazırlayıp insanlara izlettirirler. Birçok belgeselde bir maymunun önünde değişik renklerde toplarla bir şeyler öğrendiğine şahit olmuşsunuzdur. Bütün bunların amacı insanları etkilemek sanki maymun biraz eğitilse, biraz iyi beslense, gerekli koşullar sağlansa, bir de tüyleri dökülse insana dönüşebileceği imajını vermektir. Bu yüzden insanlarda yoğun telkin oluşturmak için bu belgesellerin hiç durmadan yayınlandığını görebilirsiniz.

 

Fakat burada evrimcilerin hiç ortaya çıkarmadıkları çok önemli bir gerçek var. Maymunların insanlara benzer akılcı davranışlar gösterdikleri doğrudur. Fakat hiçbir maymun ne kadar eğitilirse eğitilsin yine de her zaman bir maymun olarak kalır. Asla düşünen, akleden, şuurlu hareket eden, dimdik yürüyen ve konuşan, ruhu olan bir insana dönüşmez. Milyarlarca yıl geçse de yine vücudu tamamen kıllarla kaplı, konuşamayan, düşünemeyen bir hayvan olarak kalır. Hiçbir maymun milyarlarca yılda eğitilse asla bir profesöre bir mühendise, bir beyin cerrahına dönüşmeyecektir. Ne kadar eğitilirse eğitilsin, bir proje tasarlayamayacak, düşünüp planlayarak daha üst bir medeniyet seviyesine ulaşamayacaktır. Çünkü maymun, Allah'ın kendisine özel olarak verdiği anatomik özelliklere sahip, konuşma becerisinden ve en önemlisi insanı insan yapan bilinç, akıl ve ruhtan yoksun bir varlıktır. Onun sadece birkaç konuda yetenekli olması, insanın atası olduğuna dair iddianın kuşkusuz ki hiçbir şekilde kanıtı olamaz.

 

Evrimciler insan ve maymun benzerliğini öne sürerken aralarındaki en büyük farkı insanlara unutturmaya çalışırlar. İnsan, "benim" diyen, kendi varlığının farkında olan, ne için yaratıldığını, neden var olduğunu düşünebilen, muhakeme etme yeteneğiyle var olan bir canlıdır. İnsan bu sebeple diğer canlıların tümünden olağanüstü bir fark ile ayrılır. Anatomik özellikler ve beceriler, bunun yanında çok küçük bir ayırt edici niteliğe sahiptir. "Benim" diyen, varlığının farkında olan şuurlu varlık, hiçbir materyalist açıklama ile açıklanamaz.

 

Evrimcilerin öncelikle insanı insan yapan; gördüklerinden, duyduklarından etkilenmesini, onlar üzerinde düşünmesini, akıl göstermesini, saygı, sevgi, vefa gibi anlayışlara sahip olmasını, muhakeme ve yargıda bulunmasını sağlayan ruhun açıklamasını yapmaları gerekmektedir. Fakat evrimciler her zaman ruh konusunda suskun kalmayı ve hiçbir açıklama yapmamayı tercih ederler, çünkü yapabilecek bir açıklamaları yoktur.

 

Ki O, yarattığı herşeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır. Sonra onun soyunu bir özden (sülale'den), basbayağı bir sudan yapmıştır. Sonra onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona Ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz? (Secde Suresi, 7-9)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ölüm Şekilleri Kişilerin Hayatlarında Yaptıklarıyla Alakalı Mıdır?

 

Peygamber Efendimiz (asm), "Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz" buyuruyor. Ölüm şekillerinin hangisinin güzel, hangisinin zor olduğunu dışarıdan anlayamayız. Trafik kazasında ölmek mi zordur, istirahat döşeğinde ölmek mi zordur; bunu dışarıdan kestirmemiz mümkün olmaz. Bu, kişinin ameliyle de ilgili bir olay değildir. Yani nice güzel amel sahibi kimseler vardır ki, en korkunç kazalarda ölmüşlerdir. Nice kötü amel sahibi kimseler vardır ki, yatakta can vermişlerdir. Ve bilemeyiz ki, beriki yatakta can verirken belki çok acı çekebilir; öteki korkunç görüntülü bir kazada çok rahat can vermiş olabilir.

 

İmam-ı Azam'ın talebelerinden büyük âlim ve fakih İmam Muhammed ölünce kendisini rüyada görmüşler ve "Nasıl vefat ettin?" diye sormuşlar. İmam demiş ki: "İlimle meşguldüm. Nasıl can verdiğimin farkında olmadım. Bir de baktım ki kabirdeyim!"

 

Bediüzzaman Hazretleri gönüllü milis güçleriyle Bitlis'li Ruslara karşı savunurken, şiddetli çatışma sırasında yeğeni ve talebesi Ubeyd (r.aleyh) şehid düşüyor. Daha sonra kendisi Ubeyd'i rüya-yı sadıkada görüyor ki, Ubeyd kendisinin ölmüş olduğunun farkında değil. Üstadı olan Bediüzzaman'ı ölmüş biliyor ve onun için çok ağlıyor. Kendisini ise hayatta biliyor, fakat Rusun istilâsından çekindiği için yeraltında kendisine güzel bir menzil yapıp içine girdiğini sanıyor. Oysa Ubeyd, Rus'un yağlı kurşunlarına hedef olarak can vermiştir. Rahmetullahi aleyh.

 

Anlatılır ki, yatakta sekerâta giren dinden diyanetten uzak bir müteahhit, yanındakiler "eşhedü en lâ ilahe illALLAH" dedikçe, "Kum getir, Çakıl getir, Kireç getir, Demir getir." demeye başlamış, başka bir şeye dili dönmemiş, nihayet can vermiştir.

 

 

Evet; güzel ölüm vardır şüphesiz. Zor ölüm de vardır. Fakat ölümün dış şekli, bize, güzel mi, zor mu olduğu konusunda pek fazla fikir vermez. Biz, güzel amel işleyelim, güzel amelde niyetimiz ALLAH'ın rızasını kazanmak olsun ve ALLAH'tan güzel ölüm isteyelim. İnşALLAH güzel ölümle ALLAH'ın huzuruna gidenlerden oluruz.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ÖLÜM..tek korku tek gerçek bu..bilinmeyenden karanlıktan korkmaktan ne farkı varki.. :D hep ölümle alınır kişinin aklı başından..ve ne söyleyenin nede dinleyenin bilmediği ÖLÜM,den ÖTE,si ile,gitmeyip görmediği kafasında yarattığı bir alem ile İnsan KANDIRMAK kişiler üzerinde tasarruf sağlamak din baronu din tüccarlarının işi.. :)

 

Ahmet abi.. :) sen ne İŞ yaparsın.. :D

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Hülya Avşar’ın hastaneden yaptığı açıklamalar çok yanlıştı!

 

Geçen hafta snowboard yaparken ayağını kıran Hülya Avşar’ın hastanedeki yatağından Acun Ilıcalı ile konuşmasını dinledim ve yaptığı açıklamaların son derece yanlış olduğunu söylemek istiyorum. Hülya Avşar yatakta yatarken bir yandan gülüyor bir yandan da arkadaşına hava atarken ayağını kırdığını anlatıyordu. Öncelikle böyle bir olayın arkasından hala şımaracak ve gülünecek ne var hiç anlayamadım. Hala insanlara kendini güçlü göstermeye çalışmanın, ne olursa olsun ben takmam havalarının ne manası var?

 

Herşeyden önce Hülya Avşar’ın artık 45 yaşını aşmış bir bayan olarak son derece olgun olması gerekir. Hala çocuksu havalara bürünmek, sürekli kahkahalar atarak gülmek, hep espri boyutunda olmak bu yaşta bir kadını ancak zekasında bir problem varmış gibi gösterir. Yine konuşmasında “Ben bir sprocuyum, benim başıma böyle şeyler hep gelir” diyerek olayı hafifletmeye ve geçiştirmeye çalıştı. Oysa böyle bir durumun kaderinde olduğu ve kendisine imtihan olarak verildiği çok açık. Bu durumda Allah’ı anması, “Allah inşaAllah şifa verir” demesi gerekirdi ama bir kere bile Allah’ın adını ağzına almadı.

 

Ayrıca belki görmüşsünüzdür, Hülya Avşar bu seyahatinden önce yaptığı programda Ahmet Özhan’ı konuk etmişti. Ahmet Özhan bu programda kendisine dünyanın geçici bir yer olduğunu, artık kendisine çeki düzen vermesi gerektiğini hatırlatmış. Ardından da bu kaza meydana gelmiş. En azından Hülya Avşar’ın bunları düşünmesi gerekir. Sonuçta 45 yaşında olan bir insanın artık kaderin, imtihan olduğunun, ölümün yakınlığının farkında olması ve bunu da konuşmalarında ifade etmesi gerekir.

 

Hülya Avşar’la hastane yatağından sohbet eden Acun Ilıcalı daha önce aldığı dini eğitim sayesinde gayet güzel konuştu ve kendisine Allah’ı hatırlattı. Böyle olaylar insanın aczini hatırlatması, dünyanın yalnızca oyun ve eğlence mekanı olmadığının görülmesi açısından çok önemlidir. İnsan başına ne gelirse gelsin hemen Allah’a sığınmalı, günahları için af dilemelidir. Her olay Allah’ın izni ile gerçekleştiğine göre buradaki hikmeti de görebilmesi gerekir. Hülya Avşar’ın bacağındaki iki kırık ve ardından platin takılması muhtemelen bir daha hiç spor yapamayacağı anlamına geliyor, dolayısıyla böyle bir imtihanı görmezden gelmeyip mutlaka Allah’tan bahsetmesi ve kendi acizliğinin, artık yaşlandığının ve bunun bir adım sonrasının ahiret hayatı olduğunun farkında olması gerekir diye düşünüyorum.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ÖLÜM..tek korku tek gerçek bu..bilinmeyenden karanlıktan korkmaktan ne farkı varki.. :D hep ölümle alınır kişinin aklı başından..ve ne söyleyenin nede dinleyenin bilmediği ÖLÜM,den ÖTE,si ile,gitmeyip görmediği kafasında yarattığı bir alem ile İnsan KANDIRMAK kişiler üzerinde tasarruf sağlamak din baronu din tüccarlarının işi.. :)

 

Ahmet abi.. :) sen ne İŞ yaparsın.. :D

Ölüm herkesin karşılaşacağı kesin gerçektir, her insan bir gün mutlaka Allah'ın huzurunda durup hesap verecektir. Benim işim insanlara tebliğ yapmak ve onlara doğruları aktarmak, Kuran ayetlerini hatırlatmak, benim işim bu.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sevgililer günü geldi, geliyor, eşinize şu hediyeyi alın, sevgilinize şu hediyeyi alın diye televizyonlarda sürekli yaygara koparılıyor. Sevgilinizi şuraya götürün, burada yemek yiyin, yurt dışına seyahat edin diye arkası kesilmeden gelen öneriler devam ediyor. Bu tür kutlamalar insanların kendilerini kandırmasından başka bir şey değil. Çünkü insanlar hem birbirlerine karşı hem de çevrelerine karşı çok güzel tiyatro oynuyorlar. Birbirleriyle hiç alakaları yokken, sadece çıkar için birlikteyken bir gün karşılıklı hediyeleşmek, beraber koşa koşa yemeğe gitmek son derece sıradan ve acınacak bir sevgi anlayışından öteye gitmiyor.

 

Herşeyden önce insan önce neyi sevdiğine bakmalı. Benim sevgilim, her şeyden çok sevdiğim, beni yaratan Allah’tır. Ben insanları da, ailemi de, eşimi de, çocuklarımı da yalnızca Allah’ı sevdiğim için severim. Yani onları Allah’ın bir tecellisi olarak görürüm. Gerçek sevgide Allah’tan insanlara giden bir sevgi olur. İnsandan insana giden bir sevgi olmaz. Allah’ı tüm kalbinizle, tüm ruhunuzla, tüm benliğinizle sevdiğinizde insanları da öyle çok seversiniz, onlara çok şefkat ve merhamet duyarsınız. Bir eksikliğini gördüğünüzde sevgiyle yaklaşırsınız. Sevginiz paraya, mala, mülke, güzelliğe, nerde yemek yeneceğine, nasıl hediye verileceğine göre olmaz. Tam tersine sevginiz sevdiğinizin imanına, ahlakına, Allah’a yakınlığına göre olur. Sevdiğiniz insan Allah yolunda mücadele ediyorsa, çok takvaysa, son derece iffetliyse, canını, malını Allah yolunda vakfettiyse o insandan daha çok kim sevilebilir?

 

Ama insanların çoğu her konuyu olduğu gibi sevgiyi de son derece sıradan ve yüzeysel yaşıyorlar. Çok kısa bir süre sonra birbirinin suratına bakmayan, ayrı odalarda televizyon seyredip birbirinin suratına bile bakmayan eşlere dönüyorlar. Hem adam, hem kadın birbirini sadece çıkarı için idare etmeye başlıyor. Kadın önce son derece küt olan adamı bir parça eğitmeye çalışıyor, adamın gıcık esprilerine ve akılsızlıklarına çok sinirleniyor. Fakat kısa bir süre sonra verdiği onca emeğin tam anlamıyla boşa gittiğini farkediyor, çünkü adam yine aynı kütlüğüyle yaşamaya devam ediyor. Bunu gören kadının da artık beyni adeta uyuşuyor. Çocuk doğurup biraz da yaşlanınca o sıradan sevgisiz hayata iyice uyum gösteriyor. Şimdi biran için durup düşünün. Bu iki insan sevgililer gününü kutlasa ne olur, kutlamasa ne olur. Birlikte koşa koşa en güzel yere yemeğe gitse ne olur, gitmese ne olur? Kadın en güzel hediyeyi alsa da yine gerçek aşkı, sevgiyi ve tutkuyu yaşamadığı adamla evli olduğunun çok iyi farkındadır. Dolayısıyla göstermelik kutlamalar yemeğin sonunda, ya da hediye alındıktan sonra tüm gerçekliğiyle yaşanmaya devem eder. İki insanda aynı mutsuzluğun içine gömülür.

 

Sonuçta insan ancak Allah sevgisiyle ve Allah aşkıyla gerçek sevgiyi ve tutkuyu yaşayabilirler. Ancak o şekilde kalplerinde gerçek sevgi oluşur. Çevremizde mutlu taklidi yaparak çok iyi tiyatro oynayan insanlarla bu tiyatroya son verip boşanan milyonlarca insan bunun kanıtıdır. Böyle materyalist bir zihniyetle, yalnızca çıkara dayanan bir bakış açısıyla gerçek sevgi yaşanamaz. Adam kadın benim çocuğumu doğursun, çamaşırımı yıkasın, yemeğimi de yapsın derse, kadında bana ve çocuklarıma baksın, eve para getrisin derse, hiç Allah’ı tanımadan ve sevmeden aralarında bir ilişki olursa sonucun ne kadar hüsran olacağı da ortadadır. Dolayısıyla iki insanın birbirini kalpten sevmeden, sonsuza kadar birlikte olmaya niyet etmeden, Allah’ın tecellisi olarak görmeden sevgililer gününü kutlamaları son derece anlamsızdır, çünkü ortada kutlanacak hiçbir şey olmadığı son derece açıktır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

İnsan sonsuza kadar yaşamak ister

 

İnsan sonsuzluğa göre ayarlıdır. Sonsuz yaşamak ister. Güzelliklere, nimetlere sonsuz kere sahip olmak ister. Mallar, evler, arabalar, gençlik, güzellik, sağlık, hepsini aynı anda ve sonsuza kadar elinde tutmayı arzular.

 

Fakat bir bakar ki, hiç beklemediği, hiç anlayamadığı şekilde ömrü geçiyor. Nimetler tükeniyor. Güzellikler elinden gidiyor. Vücudu yaşlanıyor, yiyeceklerden artık zevk almıyor, bedeni gittikçe zayıflayıp güçsüzleşiyor. Yıllar geçtikçe daha az görüyor, daha az duyuyor, her şeyi unutmaya başlıyor.

 

İnsan, yaşlanmayı istememesine rağmen bedeni hiç durmadan daha kötüye, daha eskiye doğru gider. Ruhu taptaze, genç ve dinamik olduğu halde bedeni bir süre sonra pek çok şeyi yapamaz hale gelir, tüm enerjisini ve niteliğini kaybeder. En verimli olduğunu zannettiği bir dönem içinde bir de bakar ki gençliğini kaybetmiş, sağlığını yitirmiş, hiç anlamadan onlarca yılı tüketmiş.

 

Kuşkusuz insanın bunu yadırgamasının bir sebebi var. Bunun nedeni, Allah'ın insanı sonsuz yaşama içgüdüsü ile yaratmış olmasıdır. İnsan, sonsuz bir yaşama ayarlıdır. Bu nedenle yaşlanmayı, zamanla eskiyip yıpranmayı kabul etmek istemez. Sürekli çabalar. Genç görünmeye, bedeninin yaşlanmasını önlemeye, gençken yaptığı her şeyi yapmaya çabalar durur. Çünkü ölüm ile her şeyin sona ereceği fikrini kabul edebilmesi, bu fikre alışkın yaşayabilmesi mümkün değildir.

 

Dolayısıyla insan sonsuzluğa ayarlıdır. İşte bu gerçek, ahiretin varlığının en büyük delillerinden biridir. Sonsuzluğa ayarlı olan insan ruhunun yegane yaşam alanının bu geçici dünya olması mümkün değildir. Şuurlu bir insanın, ölüm ile biteceğini düşündüğü dünya hayatında rahat ve huzur içinde, sabırlı bir şekilde ölümü bekleyerek yaşayabilmesi imkansızdır. İnsanın bu dünyada rahatlık ve huzur içinde yaşayabilmesini sağlayacak olan şey, Allah'ın var olduğunu, Allah'ın kendisi için ahirette sonsuz bir yaşam yaratmış olduğunu bilmesi, buna çok samimi şekilde inanıyor olmasıdır.

 

Allah insanda içgüdü vesilesi ile çeşitli beklentiler ve istekler yaratmıştır. Sevgi, şefkat, merhamet, acıma gibi içgüdüler dünyada tatmin edilecek şekilde var edilmiştir. Sevimli bir bebeğin, küçük bir köpek yavrusunun merhamet ve acıma duygularını şiddetle tatmin etmesi, dostluk, sevgi ve güvenin sürekli ihtiyaç olarak yaratılması gibi, sonsuzluk da bir içgüdü olarak vardır. İnsanda bu isteği yaratan Yüce Allah, bu isteğin karşılığını da yaratmıştır. Bu güçlü isteğin tatmin yeri dünya olamayacağına göre, insanın ahirete göre yaratılmış olduğu kesindir.

 

İnsanın ahiretin varlığını ruhunda kesin olarak yaşadığı ve hissettiği açık ve teknik bir gerçektir. İnsan, ölüm ile yok olup gitmeyeceğini, ölüm ile bitecek bir dünya için yaşayıp ömrünü tüketmeyeceğini bilip akledebilecek bir şuurda yaratılmıştır. Yalnızca birkaç dakika düşünmesi bile, bunu anlaması için yeterli olacaktır. O halde, asıl varılacak yerin ahiret olduğu kesindir ve ahiret, insanların sonsuz cennet ve cehenneme sunuldukları yer olacaktır. Aklı başında bir insanın bu gerçeği görerek varması gereken sonuç, dünya hayatının geçici bir imtihan yeri olduğunu bilerek, Allah rızası için ahirete yönelik yaşamasıdır. Çünkü cennet, Allah'ın Kendi rızasını kazanmış müminlere tüm nimetleri sonsuza kadar sunduğu sonsuz güzellikte bir yaşam iken; cehennem, azabın en şiddetlisinin sonsuza kadar yaşandığı, pişmanlığın fayda getirmediği, dehşetli bir yaşam olacaktır. Bu yüzden herkesin imkanı varken sonsuza göre yaratıldığını, asıl kalınacak yurdun ahiret olduğunu mutlaka düşünmesi gerekir. Sonsuz hayat bin yıl değil, on bin yıl değil, milyon yıl değil trilyonlarca yıl değildir. Sonsuz bir yaşamdır. Kuşkusuz dünyada yaşayan herkes öldüğünde içinde ebediyete kadar kalacağı yurduna, bir daha çıkmamak üzere gidecektir.

 

Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklenenler, işte onlar ateşin arkadaşlarıdır; onda sonsuzca kalacaklardır. (A'RAF SURESİ / 36)

 

 

İman edenler ve salih amellerde bulunanlar -ki biz hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemeyiz- onlar da cennetin ashabı (halkı)dırlar. Onda sonsuz olarak kalacaklardır. (A'RAF SURESİ / 42)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

İnsan ölürken ne hisseder?

 

Bazen çevremde insanların konuşmalarını işitiyorum ve cahilliklerine çok şaşırıyorum. Çünkü hiçbir şey bilmedikleri halde çok kolay hüküm veriyorlar, üstelik son derece yanıldıkları halde kendilerinden çok eminler. Ölen bir kişinin arkasından ‘uykusunda öldü, yüzü o kadar sakin ve nurluydu ki, hiç acı çekmedi’ diyorlar. Ya da aniden trafik kazası geçirip ölen bir yakınları için ‘çok çabuk ölmüş, acı çekmemiştir’ diyebiliyorlar. Peki hakikaten bu doğru mu? Her şey gerçekten dışardan göründüğü gibi mi? Uykusunda ölen bir insan hiç acı çekmez mi?

 

İnsanın bir konuda hüküm verebilmesi için mutlaka Kuran’a bakması ve Kuran’da o konuyla ilgili geçen ayetleri bilmesi gerekir. Aksi taktirde insan çok yanılır. Her şeyden önce ölen kişi mümin mi, yoksa inkarcı mı, ona göre düşünmek gerekir. Kuran bize bu iki insanın canının tamamen farklı alınacağını söyler. Müminler için ölüm anında herhangi bir acı ve ızdırap söz konusu değildir. Yani Müslüman ne kadar ağır bir acı içinde gözükse de, ya da bulunduğu yerde sakince yatsa da müslümanın ruhu kolayca alınır. Bir müslümanın aynı odada akrabalarıyla olduğunu düşünün. Ölecek olan müminin canı alınacağı an, kişi ölüm meleklerini tüm netliğiyle görür. Fakat odadaki diğer kişiler melekleri göremezler. Dolayısıyla Müslüman öleceğini anlar, fakat melekleri gördüğünü söyleyemez. Canını almaya gelen melekler son derece güzeldirler. Ölecek kişiye güzellikle, cenneti müjdeleyerek, selam ve sevgiyle yaklaşırlar. Dolayısıyla mümin kendisinin sonsuza kadar cennet nimetlerine kavuşacağını canının güzellikle alınması sayesinde anlar ve güzellikle canını teslim eder. Mümin ölüm anında acı çekiyor gibi gözükse bile gerçekte acı çekmez. Bu Allah’ın büyük bir sırrıdır. Allah mutlaka ayette belirttiği gibi canlarını güzellikle alır.

 

Ki melekler, güzellikle canlarını aldıklarında: "Selam size" derler. "Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere cennete girin." (NAHL SURESİ / 32)

 

İnkar eden bir insanın ölüm anında hissettikleri ise apayrıdır. Siz o insanı yatağında sakince öldüğünü zannedersiniz. Halbuki Allah inkarcıların canlarının sırtlarına vurularak, korkunç acılarla alındığını bildirir. İnkarcının ruhu adeta bir dikenin içinden pamuğun yırtılarak çekilmesi gibi alınır. O zaman inkarcı kendisinin küfrünü, riyakarlığını ve sahtekarlığını anlar. Aynı zamanda sonsuza kadar sürecek cehennem hayatının başladığını ve orada kendisini nasıl azapların beklediğini de anlar. Fakat inkar eden kişi de yanındakilere melekleri gördüğünü söyleyemez, acı çektiğini ve canının dövülerek alındığını anlatamaz. Sakince yatağında yatıyor gözükür, halbuki gerçekte haykırarak ağlayıp bağırıyordur. İnsanların en çok aldandığı konulardan biri de budur. O kişinin sakince güzellikle cennete gittiğini düşünürler. Halbuki gerçek çok farklıdır. İnkarcı sırtına ve yüzüne vurularak, ağlayıp sürüklenerek cehenneme atılmaktadır.

 

 

Sen bu zalimleri, ölümün 'şiddetli sarsıntıları' sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: "Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah'a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O'nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azabla karşılık göreceksiniz" (dediklerinde) bir görsen... (EN'AM SURESİ / 93)

 

 

Melekleri, onların yüzlerine ve arkalarına vurarak: "Yakıcı azabı tadın" diye o inkâr edenlerin canlarını alırken görmelisin. (ENFAL SURESİ / 50)

 

Mümin tüm hayatını Allah rızasına göre geçiren, Allah’a şükreden, ibadet eden, sürekli Allah’ı anan kuldur. İnkarcı ise Allah’a isyan eden, riyakar, sahtekar, şükretmeyen, asla ibadete yanaşmayan, ahireti inkar eden kuldur. Dolayısıyla ne ikisinin ölümü bir olur, ne ahirette sonsuza kadar yaşayacakları yer bir olur. Bir konuda insan eğer Kuran’la düşünüp, Kuran’la hüküm vermiyorsa, ölürken çok büyük bir acıyla ve pişmanlıkla karşılaşmayı beklemelidir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Şimdiye kadar böyle bir Diyanet İşleri Başkanı görmedik, böyle güzel açıklamalar yapan, halkı iyiye ve doğruya böyle yönelten, doğru bildiğinden hiçbir şekilde taviz vermeyen bu kişi tabii ki Prof. Ali Bardakoğlu. Bildiğiniz gibi kendisi geçtiğimiz günlerde “her akşam televizyonu kapatıp ailece yarım saat Kuran okuyun” diye demeç verdi. Bunun son derece yerinde bir açıklama olduğunu yazdığım yazıda belirtmiştim. Tabii ki kendisi çok haklı. İnsanlar akşamları gözlerini bile kırpmadan büyülenmiş gibi arka arkaya o dizileri seyrediyorlar, bunun ne kendilerine ne de çocuklarına hiçbir faydası olmayacağı son derece açık değil mi?

 

Halkı her akşam yarım saat Kuran okumaya teşvik ettiği için yoğun bir şekilde eleştirilen Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, din üzerinden polemik yapma modasının geçtiğini söyledi. Ayrıca kendisini çok yanlış bir şekilde eleştirilen Fatih Altaylı’ya da çok güzel bir şekilde cevap şöyle cevap verdi: Bu davetin gerçek sebebini medya patronları ve ilişkili oldukları kişiler bilir. Biz onu bilemeyiz, sadece tahmin ederiz. Ama şu sevindirici bir şeydir. Böyle din üzerinden polemik yapmak isteyenlere, medyamız ve yazarlarımız prim vermiyor artık. Onun için medyaya, Diyanet'e duydukları güven için teşekkür ederim. Bir medya kuruluşunun kuyuya taş atmaya kalkmasını insanlar çok kolay anladılar. Bunun suni bir polemik üretmek amacıyla yapıldığını hemen fark ettiler"

 

Diyanet İşleri Başkanı olarak "Kur'an-ı Kerim okuyun" çağrısı yapmasının çok doğal olduğuna işaret eden Bardakoğlu, şöyle devam etti: "Diyanet, insanları Kur'an'a, sünneti anlamaya çağırmayacak da neye çağıracak? Kur'an herkese gönderilmiş hayat kitabıdır. Kur'an'ı okumak, daha önemlisi anlamak, daha da önemlisi ve gayesi; Kur'an'ı hayatımıza yansıtmaktır."

 

Kur'an bizim hayatımıza indi mi? Her Müslüman bu soruyu soracak. Kur'an benim hayatıma indi mi? Hayatıma rehber oldu mu? Peygamber Efendi miz'in hayatı Kur'an'ın yaşanabilir olduğunu gösterdi. Kur'an öyle anlaşılmaz ve yaşanılmaz bir kitap değil. Apaçık kitaptır, okursunuz ve anlarsınız. Herkes kendi kabı büyüklüğünde anlar. Ama herkeste bir iz, bir ses bırakır."

 

KİMSE HATIRLATMA DİYEMEZ

 

Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, Müslümanlar'a "Kur'an okuyun" davetinden bir zorlama sonucu çıkarılamayacağının herkesçe anlaşıldığını belirterek, şunları söyledi: "Bu zorlama değil, bir uyarıdır, çağrıdır, davettir. Bu hatırlatmadan kimse rahatsız olmamalı. İnsanların özgürce karar vereceği bir konudur. İsteyen bunu dinler ki, biz bunu cemaate ve bize kulak verenlere söylüyoruz. İsteyen de 'bu çağda bu davetin ne anlamı var' der, kendi yolundan gider. Bu çağrımızın, öteki dünyayla alakalı bir anlamı var. Biz, 'Kalbini temiz tut, Kur'an'ı, Peygamberi tanımasan da olur. Senin kalbinin temizliği sana yeter. Din zaten iyi niyetten ve temiz kalpten ibarettir. Kur'an ve Peygamberi bilmesen de, anlamasan da senin yolun yoldur' diyemeyiz. Çünkü eğer öyle dersek Allah katında da, kendimizle başbaşa kaldığımızda da mahcup oluruz."

 

Söylediğim gibi Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali Bardakoğlu’nu yaptığı bu hikmetli açıklamalardan dolayı tebrik ediyor, kendisini eleştiren Fatih Altaylı’yı da kınıyorum. Fatih Altaylı söylediği son derece yanlış sözler için hem halkımızdan hem de Diyanet İşleri Başkanımızdan hemen özür dilemeli, bu yanlış tutumuna da biran önce son vermelidir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ahir zamanda yaşanacaklar neden insanlardan gizleniyor?

 

Yazılarımda ahir zamanda yaşanacak olaylardan bahsediyorum. Bu olayların hepsi peygamberimiz tarafından hadislerde bildirilmiştir. Bu hadislerin çoğu gerçekleşmiş, bir kısmının da gerçekleşmesi beklenmektedir. Fakat nedense günümüzün din alimleri hiç ahir zamanla ilgili hadislerden bahsetmiyorlar. Halbuki o kadar çok hadis var ki, insan peygamberimizin bu kadar net ve detaylı tarif etmesinden büyük heyecan duyuyor. Günümüzün din alimleri ise bu konuya girmekten ısrarla kaçınıyorlar. Hep farklı konulardan bahsediyorlar, oysa bu çok önemli hadisleri ve ahir zamanda yaşanacak olayları herkes bilmeli, şuurunda olmalı ve beklemeli. Çünkü bu dönemde gerçekleşen her olay ahir zaman Mehdisinin etrafında dönmektedir. Her olay ahir zamanda yaşanacak olan bir olayın ya habercisi ya da hadiste bildirildiği şeklidir. Dolayısıyla bu çağ mükemmel ve çok heyecan verici bir çağdır.

 

Ahir zamanda gelecek olan şahıslar, Hz. Mehdi, Hz. İsa ve Deccal ve bu dönemde yaşanacak olaylar insanlığın yüzyıllardır büyük merakla beklediği önemli konulardandır. Ancak son dönemde bazı kimselerce ahir zamana ilişkin alametler, haber ve müjdeler göz ardı edilmekte, bu gerçekler insanlardan gizlenmeye veya unutturulmaya çalışılmaktadır.

 

Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)'in hadislerinde detaylı olarak bildirilen ahir zaman alametlerine göre ahir zaman iki dönemden oluşmaktadır. Bu kutlu zamanın ilk dönemi bozulmaların, dejenerasyonun, felaketlerin, çatışmaların, savaşların, yoklukların yaşanacağı bir dönemdir. Ahir zamanın ikinci dönemi ise, Hz. İsa'nın tekrar yeryüzüne gelişi ve Hz. Mehdi'nin ortaya çıkışıyla birlikte, yeryüzüne barışın, huzurun, özgürlüğün hakim olduğu, bolluğun ve bereketin yaşandığı, insanların her açıdan memnun oldukları güzelliklerle dolu bir dönemdir.

 

Hadis-i şeriflerde ahir zamanın ne zaman ve ne şekilde başlayacağını ortaya koyan yüzlerce alamet haber verilmektedir. İçinde bulunduğumuz dönemde, Peygamberimiz (sav)'in 14 yüzyıl önce haber verdiği alametlerin birbiri ardına gerçekleşmesi, ahir zamanın ilk döneminin yaşanmaya başlandığını açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu alametlerin birbiri ardına gerçekleşmesi ile İslam alemi çok kutlu bir bekleyiş içine girmiştir: Hz. İsa'nın yeryüzüne ikinci kez gelişi ve Hz. Mehdi ile birlikte Deccal'in fitnesini ortadan kaldırıp İslam ahlakını tüm dünya üzerinde hakim kılmaları.

 

Ahir zaman alametlerine tanıklık eden insanlar, Allah'ın izniyle, Hz. İsa'nın ve Hz. Mehdi'nin gelişinin yakınlaştığını umut edebilirler. Her bir alamet, bize, çok kutlu bir dönemde yaşadığımızın hatırlatıcısıdır. Asırlardır beklenen bu tarihi müjde -Allah'ın izniyle- gerçekleşmek üzeredir.

 

Bu kutlu dönem, Sevgili Peygamber Efendimiz (sav)'in hadislerinde de açıkça vurgulanarak ahir zamanda yaşayan tüm iman sahiplerine müjdelenmiştir:

 

"Hz. Mehdi benim Ehl-i Beyt'imden ve benim neslimdendir. O, yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Muhakkak ki o İsa Aleyhisselam ile birlikte yola çıkarak Filistin arazisindeki Bab-u Lut denilen mevkide Deccal'i yok etmesi için Hazreti İsa'ya yardım edecektir."

 

Ancak tüm Müslümanların şevk içinde bekledikleri bu müjdeli olayları bazı kimseler aynı heyecanla beklememektedirler. Doğruluğu konusunda büyük İslam alimlerinin tümünün hemfikir olduğu ahir zaman hadislerine karşı, kendilerince ilgisiz ve kayıtsız kalarak adeta Müslümanların bu konuyu unutmalarını istemektedirler. Şüphesiz ki, Peygamberimiz (sav)'in, ahlakını kendi ahlakına benzettiği, pek çok üstün özelliği ile övdüğü Hz. Mehdi gibi kutlu bir şahsı ve hayatı mucizelerle dolu bir peygamber olan Hz. İsa'yı bekliyor olmak ilgisiz kalınabilecek veya unutulabilecek bir durum değildir.

 

Hz. Mehdi'nin gelişi bizzat Peygamberimiz (sav) tarafından müjdelenmiştir ve Peygamberimiz (sav)'in bu konuda tevatür (kuvvetli haber, içinde yalan ihtimali olmayan ve bir cemaate dayanan kuvvetli haber) olarak kabul edilen çok sayıda hadisi vardır. Peygamberimiz (sav) bir hadisinde "HZ. MEHDİ İLE MÜJDELENİN. O Kureyş'ten ve Ehl-i Beyt'imden bir kişidir." (Kitab-ul Burhan Fi Alamet-il Ahir zaman, s.13) sözleriyle, bu konunun Müslümanlar için bir müjde olduğunu bildirmiştir.

 

Ahir zamanın en önemli olaylarının başında Hz. Mehdi'nin ortaya çıkışı ve onun liderliğinde İslam Birliği'nin kurulması gelmektedir. Hz. Mehdi, Kuran ahlakının yaşanmasına vesile olacak ve kendi önderliğinde bir İslam birliğini de gerçekleştirecektir. Peygamber Efendimiz (sav) de bazı hadislerinde Hz. Mehdi'nin geliş tarihi olarak açıkça Hicri 1400 yılını (Miladi olarak 1979-1980 yılları) vermiş ve bu kutlu şahsın önderliğini müjdelemiştir. Bu hadislerden biri şöyledir:

 

"İnsanlar 1400 senesinde Hz. Mehdi'nin yanında toplanacaklardır."

 

Bu haber iman edenlerin şevk ve heyecanını arttıran çok büyük bir müjdedir. Peygamber Efendimiz (sav)'in hadisleriyle beraber, İslam alimleri de, yaşadıkları dönemlerden günümüze kadar ulaşmış el yazması eserleriyle, o zamandan bugüne, bu büyük müjdenin şevk ve heyecanını taşımışlar; inananlar için bu konunun canlı tutulmasına ve takibine vesile olmuşlardır. Nitekim içinde bulunduğumuz bu dönemde ortaya çıkan bazı alametler bize, Hz. Mehdi'nin çıkışının oldukça yaklaştığını göstermektedir.

 

Hiç şüphe yok ki bu konu hakkında öğrenilecek her yeni bilgi, Müslümanların heyecanını arttırmaya vesile olacaktır. Ancak kimi çevreler Mehdiyet konusundan aleni şekilde bahsedilmesini istememektedirler. Bu konunun üstünü kapatarak insanlar tarafından unutulmasını isteyen tavırlar sergilemekte ve kendilerince bu müjdeyi engellemeye çalışmaktadırlar. Elbette Yüce Allah bu çabalarını geçersiz kılacağını müjdelemiştir:

 

Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, Kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor. Müşrikler istemese de, O, dini (İslam'ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O'dur. (Tevbe Suresi, 32-33)

 

Ahir zamanın bir başka müjdeli konusu olan Hz. İsa'nın ikinci kez yeryüzüne gelişi konusu da aynı şekilde kimi çevrelerce örtbas edilerek unutturulmaya çalışılmaktadır.

 

Oysaki, Hz. İsa'nın ikinci kez yeryüzüne gelecek olması Kuran ayetlerinde ve Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde iman edenlere müjdelenmiş bir gerçektir. Bu hadislerden bazıları şöyledir:

 

"Hayatım elinde olan Allah'a yemin ederim ki Meryem oğlu (İsa Aleyhisselam)'ın adil bir hakim olarak sizin içinize inmesi muhakkak yakındır."

 

"İsa bin Meryem benim ümmetim içinde; adaletli bir hakim ve (yönetimde) adil bir imam olacak, haçı kırıp ezecek ve domuzu öldürecektir... Kap su ile dolduğu gibi yeryüzü barışla dolacaktır. Din birliği de olacak, artık Allah'tan başkasına tapılmayacaktır."

 

Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde bildirildiği üzere, bundan iki bin yıl önce Allah'ın Kendi Katına yükselttiğini (Nisa Suresi, 158) bildirdiği Hz. İsa ahir zamanda yeryüzüne tekrar gelecek, Hz. Mehdi ile birlikte yeryüzünde barışın ve huzurun sağlanmasına Allah'ın izniyle vesile olacaktır. Üstelik son dönemlerde yaşanan birçok olay ve gelişme, bu değerli misafirin gelişinin iyice yakınlaştığını da göstermektedir.

 

Bu nedenle içinde bulunulan bu kıymetli dönem çok iyi değerlendirilmeli, Hz. İsa geldiğinde mahçup olunacak her türlü tavır ve ahlaktan sakınılmalıdır. En sakınılması gereken ve belki de kişiyi en çok utandıracak tavırlardan biri de hiç şüphesiz, bu konuyu müjdelemek yerine bu gerçeği örtbas edip unutturmaya çalışan bir hal sergilemektir. Bu nedenle samimi iman edenlerin, Allah'ın bu kutlu elçisinin binlerce yıl sonra yeniden yeryüzüne gelecek olmasının ne kadar olağanüstü bir olay olduğunu sürekli gündemde tutmaları, bazı kimselerde ortaya çıkabilecek gevşeklik ve şevksizliğin engellenmesi açısından önemlidir.

 

Her bir alamet, bize, çok kutlu bir dönemde yaşadığımızın hatırlatıcısıdır. Asırlardır beklenen bu tarihi müjde-Allah'ın izniyle- gerçekleşmek üzeredir.

 

Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va'detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl 'güç ve iktidar sahibi' kıldıysa, onları da yeryüzünde 'güç ve iktidar sahibi' kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkar ederse, işte onlar fasıktır. (Nur Suresi, 55)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Hz. Mehdi’de çok çile çekecek

 

Hz. Muhammed çok çile çekmedi mi? Bütün kavim öyle üstüne geldi ki, kendisi ve yanındaki sahabeler hicret etmek zorunda kalmadılar mı?

 

Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki mü'minlerle; "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah'ın yardımı pek yakındır. (Bakara Suresi, 214)

 

Hz. Nuh çok çile çekmedi mi? Bütün kavim kendisiyle alay edip yüz çevirmedi mi? Tüm kavim inkarla ve alayla üzerine gelmedi mi?

 

Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanladı ve kendilerinden sonra (sayısı çok) fırkalar da. Her ümmet, kendi elçilerini (susturmak için) yakalamaya yeltendi. Hakkı, onunla yürürlükten kaldırmak için, 'batıla-dayanarak' mücadeleye giriştiler. Ben de onları yakalayıverdim. Artık Benim cezalandırmam nasılmış? (Mü'min Suresi, 5)

 

Hz. İsa çok çile çekmedi mi? O kadar mucize gösteren, ölüleri dirilten, cüzamlı hastaları körleri iyileştiren bir peygambere o kadar insanın yaşadığı kavimde sadece 12 havarisi inanmadı mı? O insanları Allah’a davet ederken inkar edenler isyanla onu asmaya yeltenmediler mi?

 

Allah şöyle diyecek: "Ey Meryem oğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla. Ben seni Ruhu'l-Kudüs ile destekledim, beşikte iken de, yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Sana Kitab’ı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim. İznimle çamurdan kuş biçiminde (bir şeyi) oluşturuyordun da (yine) iznimle ona üfürdüğünde bir kuş oluveriyordu. Doğuştan kör olanı, alacalıyı iznimle iyileştiriyordun, (yine) Benim iznimle ölüleri (hayata) çıkarıyordun. İsrailoğulları’na apaçık belgelerle geldiğinde onlardan inkara sapanlar, "Şüphesiz bu apaçık bir sihirdir" demişlerdi (de) İsrailoğulları’nı senden geri püskürtmüştüm." (Maide Suresi, 110)

 

Hz. İbrahim Allah yolunda çok çile çekmedi mi? İçinde bulunduğu kavim azgınlığının şiddetinden hep birlikte toplanıp kendisini ateşe atmaya kalkmadılar mı?

 

Biz de dedik ki: "Ey ateş, İbrahim'e karşı soğuk ve esenlik ol." (Enbiya Suresi, 69)

 

Ona bir düzen (tuzak) kurmak istediler, fakat Biz onları daha çok hüsrana uğrayanlar kıldık. (Enbiya Suresi, 70)

 

Açıkça gördüğünüz gibi Allah’ın kanunu hiçbir zaman değişmez. Kuran’da hangi peygamberin hayatına bakarsanız bakın mutlaka kavmin inkârda direndiğine, kendilerine gönderilen peygamberi şehit etmeye veya yurdundan sürmeye çalıştıklarına şahit olursunuz. Hz. Mehdi peygamber değildir, fakat ahir zamanda, en zorlu şartlarda insanları dine davet edecek dönemin en kutlu ve en mübarek insanıdır. Hz. Mehdi’de tıpkı peygamberler gibi sürekli yalanlanacak, kendisiyle alay edilecek, hapsedilecek, türlü eziyetlere maruz kalacaktır. Hz. Mehdi hem inkârcılarla, hem ateistlerle, hem de yobazlarla mücadele edecek, her kesim tarafından dışlanacaktır. Kendisine yalnızca 313 talebesi inanacak ve sonuna kadar bu şerefli mücadelesinde yanından ayrılmayacaklardır. Elçilerin inkâr edilmesi, eziyet görmesi ve çile çekmeleri Allah’ın kanunudur. Hz. Mehdi’de hapsedilecek, sürekli baskı ve tehditle ve iftiralarla yıldırılmaya çalışılacaktır. Fakat Allah bu son dönemde onu ve yardımcılarını başarılı kılacak ve Hz. Mehdi tüm dünyaya Hz. İsa ile birlikte İslam’ı hâkim edecektir. Hz. Mehdi’nin bu uğurda çile çekmesi çok makbuldür, bu çileler tıpkı peygamberler gibi onun şanını ve şerefini arttıracak, cennete girdiğinde çok büyük güzelliklerle karşılanmasına vesile olacaktır.

 

Muhammed (sav) ailesinden El-Mehdi (Hz. Mehdi) ... geniş karınlıdır, kaşları yakındır, bacakları çok enerjiktir, omuzları geniştir, ... onun gecesi Allah’a boyun eğerek ve secde ederek yıldızlara nöbet tutarak geçecektir, kendisini suçlayanların attığı suçlar onu Allah’ın huzurunda etkilemeyecektir, o nur yayan bir kandildir. (Bihar-ül Envar: 86-81)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Atatürk’ün samimi dindarlığının anlatılması bazı çevreleri çok rahatsız ediyor

 

Daha önce yazdığım yazılarımda da Atatürk’ün dindar kişiliğinden bahsetmiştim. Fakat gördüğüm kadarıyla Atatürk’ün dindar kişiliğinden bahsedilmesi bazı çevreleri son derece rahatsız ediyor. Çünkü yıllarca büyük bir itinayla bu gerçeği Türk halkından gizlediler, hiçbir yerde Atatürk’ün dinimizle ve peygamberimizle ilgili söylediği güzel ve hikmetli sözleri yayınlatmadılar. Atatürk’ü büyük bir özenle hep dinden uzak bir kişi gibi göstermeye çalıştılar. Oysa biz Atatürk’ü solcuların ve komünistlerin açıklamalarından öğrenecek değiliz. Biz Atatürk’ü kendi ağzından ve ailesinden, ailesiyle yaptığı konuşmalarından tanıyoruz. Bu konuşmalar ve yaptığı uygulamalar Atatürk’ün son derece dindar bir insan olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

 

Bildiğiniz gibi Atatürk, Elmalı Hamdi’ye Kuran’ı ilk Türkçeye tercüme ettiren kişidir. Bu son derece büyük bir hizmet olup, Atatürk’ün ne kadar ileri görüşlü ve akıllı bir lider olduğunu açıkça göstermektedir. Atatürk Türk halkının Kuran’ı ezberleyerek Arapça okumasını değil, anlayarak Türkçe okumalarını ve hayata geçirmelerini istemiştir. Ayrıca Atatürk’ün yanında üç hafızla dolaştığını, sürekli Kuran okutturduğunu herkes bilir. Atatürk yanına çağırttığı hafızlara akşamları Kuran okutturur, ayetleri açıklattırırdı. Kuran okunduğunda manevi olarak çok etkilenip duygulanırdı. Peygamberimize saygısını göstermek için kartpostal hazırlatmıştı.

 

Atatürk’ün TBMM'nin açılışı için hazırlattığı bildiri ya da Balıkesir'de verdiği hutbe bile, tek başına Atatürk'ün dindar kişiliğini gözler önüne sermek için yeterlidir. Bugün bu bildiriyi sizlerle paylaşmak istiyorum.

 

TBMM'nin Açılış Bildirisi

 

Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920 Cuma günü açılmıştır. Bu açılışın 21 Nisan 1920'de tüm Türkiye'ye gönderilen bildirgesi, bildirgeyi kaleme alan Atatürk'ün samimi dindarlığını açıkça gözler önüne seren tarihi bir belge niteliğindedir:

 

1. Allah'ın yardımıyla 23 Nisan Cuma günü, Cuma namazından sonra Ankara'da Büyük Millet Meclisi açılacaktır.

 

2. Vatanın bağımsızlığı, yüksek halifelik ve saltanat makamının kurtarılması gibi çok önemli vazifeleri olan Meclisin açılış gününü, Cumaya tesadüf ettirmekten maksat, o günün kutsallığından faydalanmak ve açılmadan önce sayın milletvekilleriyle Hacı Bayram Camii'nde Cuma namazı kılmak, Kuran ve namazın nurlarından faydalanmaktır. Namazdan sonra Peygamberimiz (sav)'in sakalı ve sancağı el üstünde olduğu halde Meclis binasına gidilecektir. Camiden buraya kadar olan merasim için Kolordu Komutanlığı'nca özel olarak askeri tertibat alınacaktır.

 

3. O günün kutsallığını güçlendirmek için bugünden başlayarak valiliklerde, vali beyefendinin düzenlemesiyle hatim indirilecek, muhayiri şerif okunacaktır. Hatmin son kısımları Cuma namazından sonra Meclis binası önünde tamamlanacaktır.

 

4. Kutsal ve yaralı vatanımızın her köşesinde aynı biçimde bugünden başlanarak muhari ve hatm-i şerif okutularak Cuma günü ezandan önce selavat verilecek ve hutbede halife padişahımızın adı söylenirken, padişahımızın ve topraklarımızın bir an önce kurtuluşu ve mutluluğa erişmesi için dua edilecektir. Cuma namazı kılındıktan sonra hatim duası yapılarak yüce halifelik ve saltanat makamının ve bütün yurdun kurtulması uğrundaki milli çalışmaların kutsallığı ve milletin her bireyinin kendi temsilcilerinden oluşan Büyük Millet Meclisi'nin vereceği vatan görevlerini yerine getirmesine ilişkin vaazlar verilecektir. Sonunda halife ve padişahımızın, din ve devletimizin, vatan ve milletimizin kurtuluşu, mutluluğu ve bağımsızlığı için dua edilecektir.

 

Bu dini ve vatani törenin arkasından camilerden çıkıldıktan sonra bütün yurtta hükümet konaklarına gelinerek Meclisin açılmasından dolayı kutlama yapılacaktır. Her tarafta Cuma namazından önce Mevlid-i Şerif okunacaktır.

 

5. Yüce Allah'tan tam başarı dileriz."

 

Beş maddeden oluşan bu bildirgenin her maddesi Atatürk'ün samimi, dindar kişiliğinin açık birer ifadesidir. Bundan sonra yazacağım yazılarda da Atatürk’ün dindar kişiliği hakkında sizlere bilgi vermeye devam edeceğim.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

BÜLENT ARINC NE DIYOR?

 

 

Bülent arinc ne diyor? Söyle bir hadisi serif var, Müslümanlarla yahudiler harp etmedikce kiyamet kopmayacaktir.

Bu harpte Müslümanlar galip gelecektir ki, Yahudiler taslarin ve agaclarin arkasina saklanacak, agaclar haber verecektir, Ey Müslüman arkama Yahudi saklandi gel onu öldür diyeceklerdir.

 

 

Bakalim s.Tayip erdogan ne diyor, onuda sonra yazariz!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bir Müslüman’ın en büyük düşmanı kim biliyor musunuz?

 

Günümüzde bir Müslüman’ın en büyük düşmanı ne inkar edenler, ne solcular, ne ateistler, ne Hıristiyanlar, ne Yahudiler, ne de Masonlardır. Günümüzde bir Müslümanın en büyük düşmanı kim biliyor musunuz? Tabii ki yine Müslümanlar. Müslümanlar arasında böyle kin, nefret ve düşmanlık olması son derece büyük bir fitnedir. Müslümanlar yıllardır kendilerine oynanan oyunlara, suni kışkırtmalara kanarak birbirlerini düşman bilip sürekli savaşıyor, birbirlerinin kanını akıtıyorlar. Suniler Şii’leri beğenmiyor, Caferiler Alevileri beğenmiyor, bazıları Fettullahçıları beğenmiyor, kimi Nurcuları beğenmiyor, sonuç olarak Müslümanlar arasında hep bir huzursuzluk, hep kendini en iyi görüp diğerlerini beğenmeme, hep bir kargaşa ve sevgisizlik hakim.

 

Müslüman’ın Müslüman’a düşman olması söylediğim gibi çok büyük bir fitnedir. Müslüman’ların böyle büyük bir oyuna hiçbir şekilde gelmemeleri gerekir. Şeytan böyle fitne sokarak, çeşitli komplolar düzenleyerek Müslüman’ların arasını açmak istiyor ve birbirine düşürmeye çalışıyor. Halbuki Fettullahçılarda, Caferiler’de, Şii’lerde, Sunni’lerde, Aleviler’de hepsi tertemiz Müslümanlar. Hepsi Allah’a, peygamberlerine, Kuran’a inanıyorlar, ibadetlerinde son derece titizler, Allah yolunda canla başla mücadele ediyorlar.O zaman bu ayrılık niye, bu kin ve nefret nereden geliyor? Allah Kuran’da Müslümanların birlik olmasını şu ayetlerle bildiriyor:

 

İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur. (Enfal Suresi, 73)

 

Şüphesiz Allah, Kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever. (Saff Suresi, 4)

 

Şu anda Türk İslam Birliği’nin kurulmasındaki en büyük engellerden biri Müslümanların birbirini düşman bilmeleridir. Biran önce Müslümanlar artık bu oyunların farkında olmalı, tıpkı ayette bildirildiği gibi birbirlerine sıkıca kenetlenmeli ve Türk İslam Birliği’ni kurup tüm dünyaya İslam’ı hakim etmeye gayret etmeliler. Aralarında çok derin bir sevgi ve dostluk bağı oluşturmalılar. Vicdanlarını tam anlamıyla kullanıp birbirlerini kardeş bilmeli, birbirlerini koruyup kollamaları gerekir. Bunu yapmayan Müslüman ayetlerde belirtildiği gibi yeryüzünde büyük bir fitnenin oluşmasına yol açar ve bundan sorumlu olur. Müslümanların arasını açan ahirette, Allah’ın karşısında bunun hesabını veremez. Bu yüzden tüm Müslümanları dost olmaya, birlik olmaya ve hep birlikte Türk İslam Birliği’ni kurmaya çağırıyorum. Ahir zaman dostluk, sevgi ve kenetlenme dönemidir. Her Müslüman’a kuşkusuz Müslüman kardeşine düşman olmak değil, onu sahiplenmek ve her ne pahasına olursa olsun korumak ve kollamak yakışır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bir Müslüman’ın en büyük düşmanı kim biliyor musunuz?

 

Günümüzde bir Müslüman’ın en büyük düşmanı ne inkar edenler, ne solcular, ne ateistler, ne Hıristiyanlar, ne Yahudiler, ne de Masonlardır. Günümüzde bir Müslümanın en büyük düşmanı kim biliyor musunuz? Tabii ki yine Müslümanlar. Müslümanlar arasında böyle kin, nefret ve düşmanlık olması son derece büyük bir fitnedir. Müslümanlar yıllardır kendilerine oynanan oyunlara, suni kışkırtmalara kanarak birbirlerini düşman bilip sürekli savaşıyor, birbirlerinin kanını akıtıyorlar. Suniler Şii’leri beğenmiyor, Caferiler Alevileri beğenmiyor, bazıları Fettullahçıları beğenmiyor, kimi Nurcuları beğenmiyor, sonuç olarak Müslümanlar arasında hep bir huzursuzluk, hep kendini en iyi görüp diğerlerini beğenmeme, hep bir kargaşa ve sevgisizlik hakim.

 

Fettullahçıları beğenmiyor, kimi Nurcuları beğenmiyor,

 

Bunlar ABD nin yetistirdigi dogurdugu yeni Mezhepler mi !!!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Dünyada Hiçbir İnsan Maddenin Aslını Göremez

 

İnsanlar her şeyi "gözleriyle" gördüklerini zannederler. Bunun sebebi, doğdukları andan itibaren aldıkları dış telkinlerdir. Oysa gören "göz" değildir ve bu bilimsel bir gerçektir. Nitekim gözlerin ve gözlere bağlı olan milyonlarca sinir hücresinin tek görevi, görme işleminin gerçekleşmesi için beyne mesaj iletmektir. Peki görme nasıl gerçekleşir? Bir cisimden gelen ışık, gözün ön kısmında bulunan mercekten geçer ve görüntüyü arka kısımdaki bölgeye yansıtır. Retina adlı tabakaya düşen görüntüler, buradaki milyonlarca sinir ucu tarafından elektriksel akıma dönüştürülür ve beyindeki görmeyle ilgili merkeze iletilir. Beyin, bu sinyalleri üç boyutlu, anlamlı görüntüler haline getirir ve böylelikle görüntü algılanır. Diğer bir anlatımla; görme eksenine gelen ışık demetleri anında elektrik sinyallerine dönüştürülür ve böylece biz bu sinyalleri renkli ve üç boyutlu bir dünya olarak görürüz.

 

Bu bilgiden çıkan sonuç ise şudur:

 

· Bizler hayatımız boyunca, gözlerimizle gördüğümüzü zannederiz. Oysa göz görmez, sadece elektrik sinyallerini görme merkezine iletir.

 

· Kulaklarımızla duyduğumuzu zannederiz. Oysa duyan kulaklarımız değildir. Kulaklarımız sadece elektrik sinyallerini duyma merkezine iletir.

 

· Dışarıdaki dünyanın aslıyla muhatap olduğumuzu zannederiz. Oysa dışarıda dünya vardır ama biz bunun aslıyla hiçbir zaman muhatap olamayız, beynimizdeki küçücük bir noktanın içindeki dünyayı görürüz.

 

Bilimin gösterdiği bu gerçeğe göre, biz, örneğin denizin üzerinde gitmekte olan bir tekneye baktığımızda denizi ve tekneyi gözlerimizle görmeyiz, çünkü bu manzaraya ait görüntü gözümüzün önünde değil, beynimizin arka tarafında oluşur. Büyük bir villanın sahibi olan kişi villasını, bahçesini, otoparktaki arabasını, villasında çalışan insanları, ailesini, arkadaşlarını gözleriyle gördüğünü zannederken, aslında bu kişi beyninin arka tarafındaki küçücük bir bölgede tüm bu sayılanların asıllarını değil sadece kopyalarını görmekte, kopyalarıyla muhatap olmaktadır. Ya da kafesteki kuşu seyreden bir insan, kafesi ve kuşu zannettiği gibi gözleriyle görüyor değildir. Işık bu kişinin gözündeki retinaya geldiğinde, retinada kafesin ve kuşun ters ve iki boyutlu görüntüleri oluşmakta, ardından bu görüntü, elektrik akımına dönüşerek beynin arkasındaki görme merkezine ulaşmakta ve kafes ile kuşun düz, üç boyutlu ve kusursuz görüntüsü burada görülmektedir.

 

"Gözümle görüyorum" diyenleri yanıltan, derinlik algısıdır

 

Karşımızda duran kişiye baktığımızda, biz, onun ancak beynimizde oluşan kopya görüntüsünü görürüz. Hiçbir zaman ve hiçbir şekilde o kişinin aslını göremeyiz.

 

Örneğin televizyon seyrederken televizyonda, hareketli ve renkli oldukları için bize "gerçekten var" gibi görünen görüntüleri görür ve bunları da kesin olarak gözlerimizle gördüğümüzü iddia ederiz. Oysa televizyon seyrederken bizler yalnızca beyinlerimizdeki küçücük alanda elektrik akımlarının meydana getirdiği görüntüleri seyretmekteyizdir.

 

Aynı şekilde, etrafımızda gördüğümüz her şey; bahçeler, ağaçlar, çiçekler, evimiz, evimizdeki bütün eşyalar, sahip olduğumuz bütün mal-mülk, ailemiz, arkadaşlarımız… hepsinin sadece beynimizin içerisindeki kopyalarıyla muhatap oluruz.

 

Kısacası şu apaçık bir gerçektir ki, bugüne kadar hiçbirimiz hiç kimsenin ya da hiçbir eşyanın aslını göremedik. Bizler maddesel dünyanın ancak görüntüsüyle muhatap oluruz.

 

Bu son derece açık ve kesin olan gerçeği insanların kavramasını engelleyen en önemli unsurlardan biri, gördüğümüz şeylerin aslıyla muhatap olduğumuz yanılgısına kapılmamızı sağlayan "derinlik algısı"dır. Camdan bakıldığında karşıda görülen apartmanla, bakan kişinin arasındaki uzaklık hissi onu bu gerçeğe inanmaktan alıkoyabilmektedir. Bu nedenle bazı insanlar, "Tamam, bütün görüntü beynimde oluşuyor, ama her şey beynimdeki küçücük bir noktaya nasıl sığıyor? Örneğin camdan baktığımda gördüğüm apartmanlar, yollar, arabalar ve ben, hep birlikte nasıl aynı noktada bulunabiliyoruz?" diye düşünebilmektedir. Oysa "uzaklık" da, beyinde meydana gelen bir boşluk hissinin algılanmasından başka bir şey değildir. Dolayısıyla insanın kendisinden uzakta zannettiği şey de, aslında yine beynindeki küçücük bir noktada oluşmaktadır. Bunu şu örnekle daha iyi anlayabiliriz: Televizyon düz bir satıhta iki boyutlu görüntü oluşturduğu halde, ışık, perspektif ve gölge oyunları kullanıldığında bu düz satıhta üç boyutlu, derinlikli bir görüntü oluşturulabilmektedir. İşte beyinde oluşan algı da buna benzerdir. Beyinde oluşan iki boyutlu görüntüde biz uzak mesafeler algılayabiliriz, ama aslında bunların hiçbiri bizden uzakta değildir, aksine hepsi içimizde, beynimizdeki küçücük bir noktadadır. Gözümüzün gördüğü her yeri alabildiğine saran masmavi gökyüzü, denizin ufuk çizgisinde yükselen dağlar, Güneş, yıldızlar, içinde bulunduğumuz oda, üzerinde oturduğumuz koltuk… hepsinin kopyaları beynimizdeki küçücük noktada oluşmaktadır.

 

Bu konuyu daha iyi anlayabilmek için gördüğümüz rüyaları düşünebiliriz. Rüyalarımızda çok net ve gerçekçi görüntüler görürüz. Hiç gitmediğimiz ülkelere gider, hiç tanımadığımız insanlarla konuşur, sürat motorları, yarış arabaları kullanır, lezzetli yiyecekler yer, güzel bahçelerde dolaşır, sevinç, heyecan, korku gibi çeşitli duygular yaşarız… Gördüklerimizin gerçek olduğuna o kadar inanırız ki, kimi zaman uyandığımızda, kısa bir süre, gördüğümüz şeyin gerçek olup olmadığını düşünmekten kendimizi alamayız. Peki rüyayı gerçekten ayıran nedir? Her ikisi de zihinde algı olarak yaşanmaktadır. Bu açıdan rüya ile "gerçek" dediğimiz dünya hayatı son derece benzerdir.

 

İşte burada çok önemli bir konu devreye girmektedir: Bu kadar kusursuz, eksiksiz, mükemmel bir algıyı beyin nasıl oluşturmaktadır? Bu görüntüyü nasıl algılayabilmektedir?

 

Gerçek şu ki, görüntüyü algılayan ne beyindir, ne de elektrik akımları. Zira beyin yalnızca protein ve yağ moleküllerinden, atomlardan oluşan bir et parçasıdır. Bu durumda bütün görüntüleri atomların gördüğünü, dahası neşe, coşku, korku, heyecan gibi bütün hisleri atomların hissettiğini düşünmek imkansızdır. Öyleyse gören, işiten, güzel bir manzarayı gördüğünde, etkileyici bir müziği duyduğunda zevk alan, sevimli bir tavşan yavrusunu gördüğünde hayran olan, çileğin, karpuzun, şeftalinin tadından hoşlanan, bir dostunu gördüğünde sevinen kimdir? Hiç kuşkusuz bütün bunları yapan “göz” olmadığı gibi, “beyin” de değildir. Bu, hepsinin ötesinde bir varlık olan "ruh"tur.

 

Görenin kim olduğu materyalizmle açıklanamaz

 

 

Maddenin ezeli ve ebedi olduğunu iddia eden materyalizm, başta astronomi ve fizik dallarında ortaya konulan bulgular olmak üzere, 20. yüzyılda elde edilen bilimsel bilgiler doğrultusunda tamamen çökmüştür. Bilimsel araştırmalar, örneğin Big Bang, sabit evren teorisinin geçersizliğini göstermiş, kuantum fiziği maddenin yapısı hakkındaki yanılgıları ortadan kaldırmış, biyoloji ve paleontoloji dalında elde edilen bilgiler Darwinizm’in geçersizliği ortaya konmuş ve bütün bunlar materyalizmin tarih sahnesinden silinmesine vesile olmuştur.

 

Materyalizmin asla açıklayamadığı konulardan biri de, görüntünün nasıl oluştuğu, beynin içindeki karanlıkta rengarenk bir dünyayı kimin gördüğü, yine beynin içindeki sessizlikte tüm sesleri kimin duyduğudur. Dahası materyalistler bu konuyu düşünmek dahi istemezler. Çünkü bu gerçeği düşünen ve kavrayan kişi, bütün malının-mülkünün, marka kıyafetlerinin, prestijinin… kısacası put edindiği her şeyin ömrü boyunca aslında sadece kopyalarıyla muhatap olduğunu, aslını hiçbir zaman görmediğini kabul etmiş olacaktır. Dolayısıyla aciz bir varlık olduğunu görecek, dünyevi bir temel üzerine kurduğu sahte hayatı yerle bir olacaktır.

 

Oysa materyalistler kabul etse de etmese de, içinde yaşadığımız evrende gördüğümüzü söylediğimiz her şeyin sadece kopyalarını bilip tanırız ve tüm bunları ruhumuzla algılarız. Ruhumuzu ve algıladığımız bütün görüntüleri yaratan ise Allah'tır. Bu çok önemli bir gerçektir. Bu gerçeği kavrayamayan insanlar hep maddenin aslıyla muhatap olduklarını düşünerek yaşarlar. Hâlbuki Allah kapkaranlık beynimizin içinde ışıl ışıl parlayan görüntüler yaratır. Madde hayaldir demek, madde yoktur demek değildir. Aksine biz görsek de görmesek de maddesel bir dünya vardır. Ancak biz bu dünyayı beynimizin içinde bir kopya diğer bir deyişle algılarımızın yorumu olarak görürüz. Dolayısıyla madde, bizim için hayaldir ve insan ne yaparsa yapsın maddenin aslını asla göremez.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Yeryüzünde milyarlarca ölünün yaşadığının farkında mısınız?

 

Bugün yazacaklarım gerçekten çok önemli. Bu yazımı okuyan herkesin biran olsun durup düşünmesi ve bazı gerçekleri fark etmesi gerekiyor. Bu çok önemli gerçeği tam olarak anladığınız taktirde hayatınız değişecek ve çok önemli bir sırrı kavramış olacaksınız.

 

Kuran’da Allah iki insan tipinden bahseder. Biri Allah’ın varlığını fark edebilen, inançlı, yaşarken Allah’ın ayetlerini görebilen, ahiretin varlığını bilen ve hayatını ona göre düzenleyen insan. Bu kişinin şuuru tamamen açıktır. Olayların Allah’ın kontrolünde olduğunu hisseder. Her olayın kendisi için bir imtihan olduğunu ve özel olarak yaratıldığını bilir. Her şeyden önemlisi bu dünyanın bir hayal olarak beyninde yaratıldığının ve Allah’ın kendisini her an denediğinin bilincindedir. Dolayısıyla hiçbir olaya şaşırmaz ve üzülmez. Çünkü olayların hepsinin Allah tarafından bilinçli ve bir hikmet üzerine yaratıldığını bilir. İşte şuuru açık olan imanlı insan olayların arkasındaki hikmetleri böyle görür. Mesela işe giderken yolda bir kaza ve ölü gördüğünde o insanın kaderinde belirlenen vaktinin geldiğini ve Allah’ın canını aldığını düşünür. O kişinin sonsuza kadar sürecek ahiret hayatının başladığını ve Allah’ın huzurunda hesap verdiğini bilir. İmanlı insan gerçek anlamda duyar, gerçek anlamda görür ve gerçek anlamda hisseder. İmanlı bir insan her baktığı yerde Allah’ın ayetlerini ve zatını görür. Kalbi ise imanından dolayı yumuşaktır. Kendisine Allah’ın bir ayeti hatırlatıldığında hemen harekete geçer, ayetler karşısında etkilenir ve kendisini düzeltir. İşte bu da o kişinin gerçek anlamda duyduğunu ve hissettiğini gösterir. Bir insan ancak kendisine iman verildiği anda gerçekten gören, duyan ve hisseden birine dönüşür. Yani yaşayan bir ölüden gerçek anlamda yaşayan bir insana dönüşür.

 

Kuran’da bahsedilen diğer insan ise imansız, Allah’tan habersiz, sadece dünyayı yaşayan insandır. Bu insan dünya hayatına ve onun karmaşasına dalıp gider. Hızla ahirete yaklaştığını fark edemez. Gerçek hayatın asıl ölümden sonra başladığını ve sonsuz bir hayat olduğunu hiç düşünmez. Allah’ın ayetlerini bilmediği için bunları göremez. Allah’ın kendisini sürekli olarak denediğini, imtihan ettiğini bilmez. Olayları hep nedenlere göre değerlendirir. Eğer evden biraz geç çıksaydım kaza geçirmeyecektim, eğer yavaş gitseydi ölmeyecekti der. Halbuki herkesin kaderini yaşadığını ve bir saniyesini bile değiştiremeyeceklerini bilmez. Yolda kaza gördüğünde yerde yatan ölüye dehşetle bakar, kazanın nasıl olduğunu araştırır ama kaderi ve ahireti hiç düşünmez. Çok kısa bir süre sonra da unutur gider. Dünya işlerine dalıp oyalanır ve Allah’ı tamamen unutur. Bu insana Kuran ayeti söylesen kalbinde hiçbir etki oluşmaz, adeta duymamış gibi hayatına devam eder. Allah’ın varlığını anlatsan, yarattığı mükemmel canlıları göstersen bunları da doğal karşılar. Heyecanlanıyor gibi gözükse de iman etmez. Bu o kişinin gerçek anlamda duymadığını görmediğini ve hissetmediğini gösterir. Kalbinde bir heyecan oluşmaması, kişinin Allah’a iman etmemesi kalbinin de kaskatı olduğunu gösterir. Yani karşımızda görür işitir ve hisseder gibi duran ama aslında duymayan, görmeyen ve hissetmeyen bir insan vardır. Bu insan her ne kadar yaşıyor gibi gözükse de aslında tam anlamıyla ölüdür. Kuran’da Allah yeryüzünde yaşayan milyarlarca ölüden bahseder.

 

Dünyada inançlı olan gerçek anlamda yaşar ve ruh taşır. Diğer çevrenizde gördüğünüz milyarlarca imansız insanın ruhu yoktur. Ruhu olmadığı için göremez, duyamaz ve hissedemez. Dışardan baktığınızda yaşadığını zannederek yanılırsınız ama aslında ölüdür. Bu çok önemli gerçeği düşünmenizi rica ediyorum. Çünkü bu gerçeği fark eden insan, eğer ruhu varsa hemen doğru yolu bulmaya çalışacaktır. Allah’ın varlığını hissedecek, Kuran ayetleri ruhunda etki uyandırıp iman edecektir. İnsan ancak iman ederse dirilir, aksi takdirde yaşayan bir ölü olmaktan asla kurtulamaz. Bu milyarlarca imansız insan asıl öldüklerinde canlanacak ve karşılarında tüm gerçekliğiyle duran Allah’ın varlığını ve sonsuz hayatı görecekler.

 

Kuran ayetleri Allah’ın dünyada milyarlarca ruhu olmayan insan yarattığını çok net bir şekilde bildirir:

 

Çünkü gerçekten sen, ölülere (söz) dinletemezsin ve arkasını dönüp kaçan sağırlara da çağrıyı işittiremezsin. (NEML SURESİ / 80)

 

Diri olanlarla ölüler de bir değildir. Gerçekten Allah, dilediğine işittirir; sen ise kabirlerde olanlara işittirecek değilsin. (FATIR SURESİ / 22)

 

Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bundan dolayı dönmezler. (BAKARA SURESİ / 18)

 

İnkar edenlerin örneği bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyip (duyduğu veya bağırdığı şeyin anlamını bilmeyen ve sürekli) haykıran (bir hayvan)ın örneği gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler. (BAKARA SURESİ / 171)

 

Gerçek şu ki size Rabbinizden basiretler gelmiştir. Kim basiretle-görürse kendi lehine, kim de kör olursa (görmek istemezse) kendi aleyhinedir. Ben sizin üzerinizde gözetleyici değilim. (EN'AM SURESİ / 104)

 

Ve sana bakacak olanlar vardır. Ama kör olanları -üstelik basiretleri de yoksa- sen mi doğru yola ulaştıracaksın? (YUNUS SURESİ / 43)

 

Bu iki grubun örneği; kör ve sağır ile gören ve işiten gibidir. Örnekçe bunlar eşit olur mu? Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz? (HUD SURESİ / 24)

 

Kim bunda (dünyada) kör ise, O, ahirette de kördür ve yol bakımından daha 'şaşkın bir sapıktır.' (İSRA SURESİ / 72)

 

Onlar, kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, onun üstünde sağır ve körler olarak kapanıp kalmayanlardır. (FURKAN SURESİ / 73)

 

Ahirete inanmayanlara gelince; biz onlara kendi yaptıklarını süslemişiz, böylece onlar, 'körlük içinde şaşkınca dolaşırlar'. (NEML SURESİ / 4)

 

Öyleyse sağır olanlara sen mi dinleteceksin veya kör olan ve açıkça bir sapıklık içinde bulunanı hidayete erdireceksin? (ZUHRUF SURESİ / 40)

 

Şimdi çevrenizde yaşayan milyarlarca insana dikkatlice bakın, eğer gerçekten imanla bakarsanız bu insanların aslında görmediklerini, duymadıklarını, Kuran’a ve imana karşı kalplerinin kaskatı olduğunu anlarsınız. Şuurları yoktur, sadece dünyaya dalıp oyalanırlar. Görür zannedersiniz ama asla görmez ve duymazlar. Sakın bu kadar insanın iman etmemesi sizi aldatmasın. Allah bu insanları bir hikmetle bu şekilde yaratmıştır. Siz kendinizi ve yukarıda yazdığım ayetleri düşünün ve insanın ancak iman ederse dirileceğini bilin. Unutmayın, hepimiz Allah’ın huzuruna tek başına ve yalnız gideceğiz. O yüzden bu gerçeği çok geç olmadan ve ölünce uyanmadan önce mutlaka fark edin.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.