Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

_asi_

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    2.917
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    2

_asi_ tarafından postalanan herşey

  1. _asi_

    Şanlıurfa Coğrafi Yapısı

    ŞANLIURFA COĞRAFİ YAPISI COGRAFYA (FİZİKİ YAPISI) Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yer alan Şanlıurfa, doğuda Mardin, batıda Gaziantep, kuzeybatıda Adıyaman, kuzeydoğuda Diyarbakır illeriyle çevrilidir. İl'in güneyinde 789 km'lik Türkiye-Suriye sınırı uzanır. Yüzölçümü 18.584 kilometre kare olup genelde bir ova görünümündeki il merkezinin rakımı 518 m'dir. Şanlıurfa kontinental (kara) iklim özelliği gösterir. Yazları çok kurak ve sıcak, kışları bol yağışlı, nispeten ılıman geçmektedir. Şanlıurfa matematik konum itibariyle Ekvatora daha yakındır. Deniz etkisinden uzak bir bölgede bulunmaktadır. Bu nedenle Kontinental iklim özelliği ağır basmaktadır. Bu özellik sıcaklık ve yağış bakımından kendisini göstermektedir. İlimizde en yüksek sıcaklık 46.8 C (Temmuz); en düşük sıcaklık ise -12,4 (Şubat) olarak ölçülmüştür. Şanlıurfa’da en soğuk -12.4 C (Şubat) ölçülmüştür. Şanlıurfa’da yıllık ortalama yağış 462 mm olarak hesaplanmıştır. Yıllık ortalama sıcaklık 18.6 C, buharlaşma 2048 mm, rüzgar hızı 2.8 m/sn’dir. Karlı ve don olan günlerin sayısı oldukça azdır. DAĞLAR Şanlıurfa ili, konum itibarıyla Arap Platformu'nun kuzey bölümleri ile Gü­neydoğu Torosların orta kısmının güney etekleri üzerinde yer almaktadır. ilin kuzeyinde bulunan dağların yükseklikleri düşüktür. Dağlar arasında geniş ovalar yer alır. II'deki başlıca dağlar; Karacadağ (1938 m), Tektek (449 m), Susuz (801 m), Takur Tukur, Germuş (771 m), Nemrut (800 m), Şebeke (750 m) ve Arat (840 m) Dağlarıdır. AKARSULAR İlin en önemli akarsuyu Fırat ırmağı'dır. Diğer akarsulardan bazıları Cü­lap, Çeltik, Pınar, Pamuk, Zengeçur, Aslanlı, Karabağ, Bahçecik, Hamdun, Necarik, Titriş, Zadeli, Giresav, Halfeti, Pınarbaşı, Süleyman, Mizar, Bamya­suyu, Kehriz, Germuş, Açık Su, Halilürrahman, Direkli ve Mercihan olarak sayılabilir. Şanlıurfa kenti içinde gölolarak nitelendirilen Halilürrahman ve Aynızeli­ha olmak üzere iki göl mevcuttur. Hz. ıbrahim'in ateşe düştüğü yerde oluşan bu iki göl şehir merkezinin güney batısında yeralmaktadır. Hz. ıbrahim'in düştüğü yer, Halil'ür Rahman Gölü'dür. Rivayete göre; Nemrut'un kızı Zeli­ha da ibrahim'e inandığından kendisini onun peşinden ateşe atmış ve düş­tüğü yerde Aynzeliha Gölü oluşmuştur. Bu göller içerisindeki balıklar kutsal sayıldığından yenilmemekte olup, dünyanın her tarafından gelen ziyaretçile­rin uğrak yeri olmaktadır. Ayrıca GAP Projesi ile yapayolarak oluşturulan Atatürk Baraj Gölü Tür­n en büyük baraj gölü olup, il sınırları içinde bulunmaktadır. OVALAR Şanlıurfa ili, genelolarak plato görünümünde olup başlıca ovaları şun­lardır: Harran, Suruç, Viranşehir, Hilvan, Ceylanpınar, Bozova ve Siverek ovalarıdır. İKLİM Şanlıurfa kontinental (kara) iklim özelliği gösterir. Yazları çok kurak ve sıcak, kışları bol yağışlı, nisbeten ılıman geçmektedir. Şanlıurfa matematik konum itibariyle Ekvatora daha yakındır. Deniz etkisinden uzak bir bölgede bulunmaktadır. Bu nedenle Kontinental iklim özelliği ağır basmaktadır. Bu özellik sıcaklık ve yağış bakımından kendisini göstermektedir. Atmosfer yeteri derecede nemli olmadığından ve karalar daha çabuk ısınıp daha çabuk soğuduğundan Şanlıurfa'da günlük ve yıllık sıcaklık farkları şiddetlidir. Türkiye'de en yüksek sıcaklık Şanlıurfa Ceylanpınar'da 46.5 C (Temmuz) ölçülmüştür. Şanlıurfa'da en soğuk -12.4 C (Şubat) ölçülmüştür. Şanlıurfa'da yıllık ortalama yağış 462 mm olarak hesaplanmıştır. Yıllık ortalama sıcaklık 18.6 C, buharlaşma 2048 mm, rüzgâr hızı 2.8 mĞsn'dir. Karlı ve don olan günlerin sayısı oldukça azdır. Yılda ortalama 10 günü geçmez. Şanlıurfa'da hakim rüzgarlar kuzeybatı ve batı yönlerinden eserler.
  2. _asi_

    Şanlıurfa Doğal Hayat

    ŞANLIURFA DOĞAL HAYAT KELAYNAKLAR Dünya genelinde sadece Şanlıurfa’nın Birecik ilçesinde ve Kuzey Afrika’da bulunan kelaynak kuşlarının 1956 yıllarına kadar sayısı binlerle ifade edilirdi.Yasak avlanma,tarım ilaçlarının düzensiz ve aşırı kullanılması bu kuşları tükenme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştır.25-30 yıl yaşayabilen bu kuşlar Şubat ayı ortalarında Birecik’e gelip kayalıklara yerleşir,üremelerini yapıp Temmuz ortalarında yavrularıyla birlikte Birecik’ten ayrılırlar.Kelaynaklar 1977 yılında Orman Genel Müdürlüğü tarafından kurulan Kelaynak Üretme ve Koruma İstasyonunda koruma altına alınmışlardır.Kelaynak kuşlarına yörede "keçelaynak” denmektedir.Yörede bolluk ve bereketin sembolü olarak görülen ve kutsal sayılan Kelaynaklar adına 1984 yılından beri Kelaynak Festivali yapılmaktadır. CEYLANLAR Anavatanı Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dır.Türkiye’de sadece Şanlıurfa’nın Ceylanpınar ilçesi ve çevresinde bulunmaktadır1940-1960’lı yıllar arasında Ceylanpınar’da ve Suruç-Cizre arasındaki topraklarda 500’lük 1000 başlık sürüler halinde dolaştıkları çok görülmüştür..Zamanlı zamansız avlanma,yavrularının toplanması ,et ve derisi için avlama ,ateşli silahlar,tuzaklar ,yırtıcı kuş ve köpeklerle yapılan avlanma sonucu nesli tükenecek hale gelmiştir.1970’li yıllarda koruma altına alınmıştır.Ceylanpınar Tarım İşletmesi bünyesinde 26 hektarlık bir alan çitle çevrilerek koruma sahası oluşturulmuştur. KUŞÇULUK Şanlıurfa’da halk uğraşları arasında kuşçuluk başta gelir.Kuşçuluk ,zevk için yapılmakla birlikte kendine özgü özellikleri olan bir meslek olarak da görülmekte ve halk dilinde kuş besleyip uçuranlara ‘Kuşçu’ adı verilmektedir.Evlerde beslenen kuşların sayısı yaklaşık 25 bin civarıdır.Şanlıurfa’da kuşçuların buluştuğu ‘Kuşçu Kahvehaneleri’ vardır.Şanlıurfa halkının kuşa verdiği değer mimariyi de etkilemiştir.Bu evlerin hayata(avlu) bakan pencerelerinin üst kısmında ‘Kuş Takaları’ denilen kuş evleri bulunur.Şanlıurfa’daki kuş türleri arasında; ev kuşları (angut),kafes kuşları, evlere alışmış yabani kuşlar (güvercin),Halis kuşlar (eğitilmiş ve eve alışmış) ve Yapışan (taklacı)kuşları sayabiliriz. KEKLİK Keklik Şanlıurfa’da en sevilen kuşlardan biridir.Başta Tektek dağları olmak üzere Urfa’nın çeşitli dağlarında çayır ve süpürge otları arasında ,çıplak kayalıklarda ve taşlıklarda yaşar.Tektek dağlarında yaşayan Akkeklik çok değerlidir.Tuzak kurulmak yoluyla canlı olarak yakalanan keklikler,’Çardaklı Kahve ‘denilen kuşçu kahvesinde özel kafesinde sergilenerek meraklılarına satılır. ATÇILIK Ortadoğuda en makbul at ırkı Arap Atı’dır.Bugün Türkiye’de 3000 baş saf kan Arap Atı olduğu hesap edilmektedir.Bunun 1/3 ‘ü yani 1000 kadarı Şanlıurfa’da mevcut olup ,400 başı damızlık kısraktır.Genel olarak Şanlıurfa’daki at sayısı 20.000 civarındadır.Sahip olsun olmasın ,Urfalılar atı uğur sayarlar.Bu işi bilenler ; ”Eğer at beslemeye gücün yetmiyorsa, komşunun duvarından bir delik aç, hiç olmazsa evine atın soluğu girsin” derler.O ev ve çevresindeki yedi evin bundan nasiplendiğine inanılır. Türkiye’de resmi at yarışları yapılan 6 ilden birisi Şanlıurfa’dır.750 dönümlük arazi üzerine kurulu Şanlıurfa Hipodromu ,konusu ile ilgili her türlü gelişmeye uygun b ir konumdadır.
  3. _asi_

    Şanlıurfa El Sanatları

    ŞANLIURFA EL SANATLARI Abacılık, Ağaç Oymacılığı, Bakırcılık, Cülhacılık, (bez dokumacılığı), Çulculuk (Semercilik), Dabbaklık, Kazazlık (İpek işlemeciliği), Keçecilik, Kürkçülük, Saraçlık, Tarakçılık, Taş Süslemeciliği Şanlıurfa'da sürdürülmekte olan geleneksel el sanatlarıdır. Bu sanatlar günümüzde Gümrük Hanı ve çevresindeki tarihi han ve çarşılarda icra edilmektedir. Bu sanatlardan önemli bir kısmı halen yaşatılmaktadır. Bir kısım sanatlar ise fabrikasyon üretimine geçilmesi ya da talep olmayışı nedeniyle günümüzde terkedilmiş bir durumdadır. AĞAÇ OYMACILIĞI Evlerdeki ve Şanl ı urfa Müzesi'ndeki kapı, pen­cere, dolap kanatlarına, sandık ve ayna gibi diğer ahşap eserlere bakıldığında ağaç oymacılığın Şanlıurfa'da çok eski ve parlak bir geçmişe sahip olduğu anlaşılmaktadır. Marangozluk sanatı Urfa'da "İnce Neccârlar" ve "Kaba Neccârlar" olmak üzere iki ayrı gruptaki us­talar tarafından sürdürülmektedir. Kaba Neccârlar bugünkü Neccâr Pazarı denilen çarşıda halen sanat­larını sürdürmekte, adından da anlaşılacağı üzere kaba ürünler imal etmektedirler. İnce Neccârlar ise, Karameydan mevkiinde bugünkü Postanenin ye­rinde bulunan Halkevi ile Yusuf Paşa Camii arasın­daki dükkânlarda çalışırlardı. İşlemeli kapı, pencere kanatları, çeyiz sandıkları ve aynalar bu esnaf tara­fından üretilmekteydi KAZZAZLIK İpek ipliğin el ile bükülerek işlenmesine "Kazzazlık" denilmektedir. "Kazzaz Pazarı" denilen kapalı çarşıda (Bedesten) eskiden 30-40 dükkânda sürdürülen bu tarihi sanat günümüzde aynı çarşı­daki bir iki usta tarafından yaşatılmaya çalışılmaktadır. 100-150 yıl kadar önce ipekçilik Urfa'da önemli bir sektör durumundaydı. Bugün Urfa bahçelerinde görülen çok sayıdaki dut ağacının zamanında ipek böcekçiliğinde kullanıldığı, yaşlılar tarafından söylenilmek­tedir. Bu sektör günümüzde tamamen terkedilmiş bir durumda olup, kazzaz esnafı tarafından kullanı­lan ipek iplikleri Diyarbakır ve Bursa'dan getirtilmektedir. CÜLHACILIK (BEZ DOKUMACILIĞI) Yün ipliğ i, pamuk ipliği ve floş'un kamçılı tez­gâhın tek ayakla çalışan çeşidi olan "cakarlı" ve 2-4 ayakla çalışan çeşidi olan "çekmeli" tezgâhlarda do­kunarak "Yamşah" ("Neçek"-"Çefiye") ve "Puşu" gibi baş örtüsü, "Ehram" gibi kadın boy örtüsü ha­line getirilmesi sanatına Urfa'da "Cülhacılık" denilmektedir. Cülha tezgâhları nın kamçılı olmayan, yani me­kiği el ile atılan çeşitlerinde "Aba" (kadın ve erkek boy örtüsü) ve "Çaput Çul" (Kilim) dokunmaktadır. KEÇECİLİK Keçe, koyun yünlerinin hallaç tarafından kabartılarak bir beze serilip rulo yapılması, ayakla tepilmesi ve keçeci hamamında göğüsle dövülerek pişirilmesi işlemleri sonucunda meydana gelen bir yaygı türüdür. Yüzyıllardan beri Urfa'da sürdürülmekte olan bu geleneksel sanat halen Keçeci Pazarı'ndaki dükkanlarda ve Barutçu Hanın-da icra edilmektedir. BAKIRCILIK Kazancı Pazarı ve Hüseyniye çarşılarında icra edilen bu sanatın başlıca ürünlere mutfak kaplarıdır. Ancak son yıllarda Balıklıgöl, Urfa Kalesi ve Harran kompozisyonlarının kabartma olarak işlendiği tepsiler turistler tarafından yoğun ilgi görmektedir. TAŞÇILIK Şanlıurfa ve çevresinde ağaç malzemenin bulunmayışı, taşın mimaride hakim malzeme olarak kullanılmasına neden olmuştur. Kolay işlenen, ocaktan çıktıktan bir süre sonra sertleşen ve halk arasında "havaradaşı" olarak adlandırılan kireç oluşumlu bu taş, tarih boyunca Şanlıurfa yapılarında rahatlıkla kullanılmıştır. Urfa taşının işlemeye son derece elverişli olması, mimaride zengin bir taş süsleme geleneğinin doğmasına neden olmuş-tur. Şanlıurfa mimarisindeki taş süslemenin kaynağı Neolitik Çağ'a kadar inmektedir. Nevala Çori ve Göbekli Tepe'de yapılan arkeolojik kazılarda bulunan M.Ö. 9000–7000 yıllarına ait insan ve hayvan heykelleri aynı zamanda Anadolu'nun en eski figürlü plastik örneklerini oluşturmaktadır. DEBBAĞLIK Büyükbaş hayvancılığın yaygın olduğu Şanlıurfa'da, Debbağlık sanatının geçmişi çok eski­lere dayanmaktadır. Bu sanat günümüzde fabrika türü derilere yenik düşerek tamamen terkedilmiş bir durumdadır. Gön debbağlığı ve deri debbağlığı olmak üzere iki bölüme ayrılan bu zenaatın her bölümü ayrı debbağhânelerde ve ayrı ustalar tarafından icra edi­lirdi. Gön debbağları aşağı debbağhânede, deri debbağları da yukarı debbağhânede çalışırlardı. 1883 tarihli Halep Vilâyet Salnamesi'nde her iki debbağhâneden söz edilmektedir. ÇULCULUK (SEMERCİ LİK-PALANCILIK) At ve merkep gibi binek hayvanları üzerine atı­lan semerlere Urfa'da "Palan", bu sanatla uğraşan­lara da "Çulcu" (Palancı) denilmektedir. Eskiden deve üzerine atılan ve "Havut" denilen deve palan­ları da bu sanat koluna girmekte, bu işle uğraşan­lara "Havutçu" denilmekteydi. Deve neslinin git­tikçe tükenmekte olması, Havutçuluk sanatının gü­nümüzde tamamen kaybolmasına neden olmuştur. KÜRKÇÜLÜK Hayvan kürklerinin i şlenerek giysi haline geti­rilmesi insanl ı k tarihinin en eski sanatlarından bi­ridir. Ana rahminde ölen, ya da en fazla 5 aylık iken ölen kuzuların tüylü derilerinden yapılan düz ya­kalı (yakasız), dış kısmı "Şakaf" denilen siyah ku­maşla kaplı aba gibi bolca giysiye Urfa'da Kürk denilmektedir. Urfa'ya has olan bu giysi, Anadolu'da Urfa dışında başka bir yerde yapılma­maktadır. Bilhassa kış aylarında yaşlı ve orta yaşlı kimseler tarafından giyilir. Dükkânlarında camekân bulunmayan esnafın büyük bir kısmı kürklerine sarılarak soğuktan korunmaktadırlar. SARAÇLIK "Kösele" denilen kalı n deri ve normal ince deri ile hayvan koşum takımları, kemer, silah kılıfı, mermi kılıfı, çanta gibi avcı gereçlerinin yapıldığı sanata Saraçlık, bu işle uğraşanlara da Saraç denil­mektedir. Atçı lık ve At'a verilen önem dolayısıyla Saraçlığın eski Türk sanatları arasında önemli bir yeri vardır. Şanlıurfa'da ünlü Arap atlarının yetiş­tirilmiş olması, saraçlık sanatının önemini arttırmış ve bu sanata büyük ilgi duyulmasına sebep olmuş­tur. At'ın toplum hayatındaki yerini kaybetmesi Saraçlık sanatının gerile­mesine neden olmuştur. Bu sanatı n bilinen en eski ustaları Hacı Mahmut Sedef, Sadık Basmacı, Ahmet Zılfo, Toşo Usta, Abdülkadir Nahya, Ahmet Sedef, Hacı Mehmet Nimetoğlu'dur. İmam Bakır Nahya ve Ali Kaşıkçıoğlu günümüzün en tanınmış saraç ustala­rıdır. TARAKÇILIK Şanlıurfa'nın geleneksel el sanatlarından olan ta­rakçılık, günümüzden 50–60 yıl öncesine kadar Eski Arasa Hamamı ile Hoca Abdülvahit Camii arasında kalan çarşıdaki 20 kadar dükkânda icra edilirdi. Fabrika türü plastik tarakların imal edilmesiyle önemini yitiren bu sanatı n son ustası Şıh Müslüm Özbal'dır. Tarakçılıkta kemik tarakların yapılması büyük ustalık istemektedir. ABACILIK Aba, el mekikli cülha tezgâhında deve yünün­den dokunan ve elbise üzerine giyilen bol bir giysi­dir. Aba, biçim olarak kürkü andırmaktadır. Erkek ve kadınlar için ayrı modellerde olan bu giysiler günümüzde kullanılmadığından dokunması da terk edilmiştir. Harran Kapısı, Kaleboynu, Eyyûbiye mahallelerindeki tezgâhlarda icra edilen bu sanatın en eski ustaları Abacı Mustafa, Abacı İbrahim, Halil Yücetepe, Bakır Yücetepe, Said Baba, Bakır Bostancı, Mehmet Boz ve Mehmet Apaydın'dır.
  4. _asi_

    Şanlıurfa mutfağı 2

    ŞANLIURFA YEMEKLERİ PIRPIRIM KAVURMASI (Semizotu kavurması) Malzemeler 1. 5 yumurta, 2. 1 yemek kaşığı Urfa sade yağı, 3. 1 kg. pırpırım (semizotu), 4. 1 tatlı kaşığı salça, 5. 1 tatlı kaşığı pul biber, 6. 1 çay kaşığı karabiber, 7. 1 tatlı kaşığı tuz. Hazırlanışı Semizotları ayıklanır yıkanır ince ince doğranır. Sadeyağ ile beraber kızartılarak hafif pişirilir. Salça, pul biber, karabiber ve tuz eklenir. Ayrı bir yerde yumurtalar çırpılır pişmekte olan semizotu yemeğine ilave edilir. Pişince ateşten alınır. Sıcak olarak servis yapılır. SAC KAVURMASI Malzemeler: 1. 2 kg. kemiksiz taze koyun eti, 2. 2 domates, 3. 3 yeşilbiber, 4. 4 yemek kaşığı sade Urfa sade yağı, 5. 1 tatlı kaşığı tuz. Hazırlanışı Et özel sac kavurma tavasına alınır.1 su bardağı su eklenir. Odun ateşinde etler yumuşayıncaya kadar 10-15 dakika pişirilir. Yağ eklenerek 10 dakika kadar kavrulur. 3 su bardağı su eklenerek kısık ateşte 20 dakika daha pişirilir. Bu karışıma domates ve biber doğranıp eklendikten sonra 10 dakika pişirilip ateşten alınır. Sıcak servis yapılır. Not: Bu yemek ziyafet yemeği olduğundan bazen salata ile beraber sade pilavla servis yapılır.Sac tavası iki kulplu yayvan bir kaptır.Yalnızca bu maksatta kullanılır. Sofraya tava ile birlikte sunulur. SEMSEK Malzemeler 1. 1 kg. un, 2. 1/2 kg. kıyma, 3. 1 demet maydanoz, 4. 3 su bardağı sıvı yağ (kızartma için), 5. 2 soğan, 6. 1 çay kaşığı karabiber, 7. 1 çay kaşığı tarçın, 8. 1 çay kaşığı tuz. Hazırlanışı Un bir tepsiye konur, tuz ve su eklendikten sonra kulak me­mesi yumuşaklığında bir hamur yoğrulur. Yaş bez al­tında 5–10 dakika dinlendirilir. Soğanlar incecik doğranır, kıyma ve tuz eklendikten sonra 15–20 dakika boyunca kavrulur. Maydanozlar incecik doğranır. Kavrulmuş kıymaya maydanoz, karabiber, tarçın eklenilip karıştırılarak bir tarafa ayrılır. Hamurdan ceviz büyüklüğünde parçalar alındıktan sonra pa­zılar yapılır, daire şeklinde açılır. Hazırlanmış içten konup dairelerin bir tarafı diğerinin üzerine gelecek şekilde kapatılır. Kenarları ince ince Verevine katlanır. Bir tavaya yağ konup kızdırılır, hazırlanmış semsekler, iki yüzü pembeleşinceye kadar bu yağda kızartılır. Servis tabağına alınır. Sıcak servis yapılır. SOĞANLI KEBAP Malzemeler 1. 2 kg ceviz büyüklüğünde soğan 2. 1 kg Orta yağlı kıyma 3. 1 kg odun kömürü 4. 1 tatlı kaşığı tuz Hazırlanışı Kömür mangala konup yakılır kayılmaya bırakı­lır. Soğanların en üst kabukları soyulur ve soğanların iki başı kesilir. Et bir kaba alınır, tuz konarak iyice yoğrulur. Kebap şişi alınır soğanlardan biri çevrilerek şişe saplanır ceviz büyüklüğünde etten bir parça alınıp avuç ortasında yuvarlanarak soğanın yanına ortasın­dan saplanır. Şiş tamamlanıncaya kadar işleme devam edilir bütün şişlere aynı işlem uygulanır. Sıcakken şişlerden çekilerek çıkarılır. Sırasının bozulmamasına dikkat edilmelidir. Sıcakken ikram edilmelidir, Soğanlı kebap, nar pekmezli bostana, ince doğran­mış maydanoz ve yeşil soğan karışımı ile ikram edi­lir. Not: 1- Soğanlar şişe saplanırken çevrilmelidir, aksi takdirde çatlar ve pişerken şişten düşerler. 2- Urfa'da bütün kebap çeşitleri açık ekmekle veya bazlama ile dürüm yapılarak yenir. SULU SOĞAN Malzemeler 1- 4 Adet orta boy kuru soğan, 2- 1 Su bardağı nar pekmezi, 3- 2 Tatlı kaşığı pul biber, 4- 3 Yemek kaşığı sade Urfa sade yağı , 5- 3 adet bazlamaç (ev ekmeği), 6- 1 tatlı kaşığı tuz. Hazırlanışı Yağ bir tavaya alınır. Soğanlar ayıklanır yıkanır ince ince doğranır pembeleşinceye kadar kızartılır.5 Su bardağı suyla sulandırılır. Nar pekmezi, tuz, pul biber eklenir. Birkaç taşrım kaynatılır. ŞILLIK Malzemeler 1- 2 su bardağı un, 2- 300 gr ceviz içi, 600 gr şeker, 3- 2 yemek kaşığı sade yağ. Hazırlanışı Derin bir tencerede 2 su bardağı un, 4 su bardağı su ile hamur kıvamına gelinceye ka­dar elle çarpılır. Sacın altı yakılır, hamurların yapışmaması için sac yağlanır. Hazırlanmış ekmekler sayılır, iki kışıma bölünür. Bir tepsiye 1. yarısı üst üste serilir, üzerine ceviz dökülür. Sonra 2. yarısı da üst üste serilerek, üzerine ceviz dökülür. Hazırlanan şurup sıcak olarak hamura dökülür. Tepsinin üzeri örtülür. 5-10 dakika beklenir. Sıcak servis yapılır. TEPSİ KEBABI Malzemeler 1. 6 adet kebaplık patlıcan, 2. 750 gr orta yağlı koyun kıyması, 3. 3 adet domates, 4. Biraz karabiber, 5. 1 tatlı kaşığı tuz. Hazırlanışı Patlıcanlar yıkanır, üç parmak kalınlığında yuvarlak parçalara bölünür. Et geniş bir kaba konur, tuz ve karabiber atılarak iyice yoğrulur. Et, daha sonra orta büyüklükte bir tepsiye alınır, kenarından baş­layarak bir patlıcan biraz et konarak tepside iki veya üç sıra şeklinde dizilir. Domatesler, ikiye bölünüp tepsinin ortasına yerleş­tirilir. Tepsi fırında 30–35 dakika pişirilir. Sıcak servis yapılır. Not: Domates istenmediği takdirde tepsinin tamamı patlıcan ve etle doldurulur. TÎRİTLÎ KÖFTE Malzemeler 1. 1/2 kg parça et, 2. 1 su bardağı ıslatılmış nohut, 3. 1 su bardağı yoğurt, 4. 2 diş sarımsak, 5. Yuvalak malze­mesi (bkz boranı yuvarlak) 6. 1 tatlı kaşığı tuz. Hazırlanışı Et ve nohut 3-4 su bardağı su ile yumuşayıncaya kadar 2-30 dakika haşlanır. Yuvalaklar süzgece alınır. Sarımsaklar soyulur, tuz ile döğülüp yoğurda katı­lır, bir tavaya alınır. Yemekten bir kepçe alınır yuvalak'a konur. Sarımsaklı yoğurt dökülerek sıcak servis yapılır. ÜZLEMLİ PİLÂV Malzemeler Pilav için: 1.4 su bardağı pirinç, 2.5 yemek kaşığı tere yağı 3.2 çay tuz Pilavın üzerine konulacak karışım için 1. 2 su bardağı nohut 2. 2,5 su bardağı çekirdeksiz üzüm 3. 250 gri orta yağlı köyün kıyması, 2 4. su bardağı kara pekmez, tuz Hazırlanışı Bir tencereye kıyma konularak kavrulur. Düdüklü tencereye Mukaşer edilmiş nohut etle birlikte konup üzerini örtecek kadar su koyup 30–35 dakika nohut pişinceye kadar haşlanır (suyu çektirilmelidir). Yıkanıp ayıklanmış olan üzümde bu karışıma ek­lenir. Kara pekmez de üzümden sonra tencereye konur birkaç taşırım kaynatılıp ateşten alınır. Pirinç ayıklanıp yıkanır (Önceden ıslatılırsa daha kısa zamanda pişer. Bir tencereye yağ konarak eriyinceye kadar bekle­tilir. Pirinç yağa eklenerek karıştırılıp kısa bir süre (5-10 dk.) kavrulur. Üzerini örtecek şekilde su konup tuz eklenir ten­cerenin kapağı kapatılarak suyunu çekinceye kadar pişirilir. 4.Dinlenmeye bırakılır (Üzerine istenrise temiz bir havlu örtülerek 5-10 dakika dinlendirilir. 5. Pilav servis tabaklarına alınır diğer tabakta hazır­lanmış üzleme bu pilavların üzerini örtecek şekilde serilip servis yapılır. Not: Bu yemek Urfa'da Kuzuiçi ve zerde ile birlikte bayram yemeği olarak da ikram edilir. YARPUZ EKŞİSİ Malzemeler 1. 1/2 kg su yarpuzu 2. 1 su bardağı (2-3 saat önceden ıslatılmış ) nohut 3. 2 su bardağı döğme 4. 1,5 yemek kaşığı domates salçası 5. 1,5 yemek kaşığı biber salçası 6. 1 su bardağı sumak 7. 2–3 yemek kaşığı sade Urfa yağı 8. 2 tatlı kaşığı tuz Hazırlanışı Sumak, 2 su bardağı suyla ıslatılmaya bırakılır.2-3 saat önceden ıslatılmış nohut ve döğme yumuşayıncaya kadar 4-5 su bardağı su ile 40-45 dakika haşlanır. Su yarpuzları yıkanıp ayıklandıktan sonra iri iri doğranır. Haşlanan bu karışıma sumak süzülerek eklenir. Yağ bir tavaya konur salça, biber salçası, tuz eklenir. 5-10 dakika kavrulur. Haşlanmış döğme – nohut karışıma eklenir. Su yarpuzları da en son ilave edilerek 1-2 taşım kaynatılıp ocaktan alınır. Sıcak servis yapılır. Not: Su yarpızı dere kenarında yetişen bir tür nane’dir. YUMURTALI KÖFTE Malzemeler: 1. 2 su bardağı köftelik bulgur, 2. 7 yemek kaşığı kırmızı biber, 3. 1 çay kaşığı tarçın, 4. 1 çay kaşığı kara biber, 5. 4 yumurta 6. 2 yemek kaşığı salça, 7. 4 yemek ka­şığı sade yağ, 8. 8-10 adet yeşil soğan, 9. 1 adet mayda­noz, 10. 2 kuru soğan, 11. 1 adet maydanoz 12. 2 kuru soğan 13. 1 tatlı kaşığı tuz Hazırlanışı · Soğan ve maydanoz yıkanır, incecik doğranır, bir tarafa konur. · Kuru soğan solulup yıkanır, incecik doğranır. · Bir tepsiye bulgur, tuz, Urfa İsotu (kırmızıbiber), kara biber, tarçın, salça, doğranmış kuru soğan konur, çok az su ile yumuşayıncaya kadar yoğrulur. · Yumurtalar bir kaba kırılır, çarpılır, Yağ bir tava­ya alınır, kızartılır yumurtalar bu yağa alınıp pişirilir. · Köfteye doğranmış maydanoz, soğan karışımı dö­külüp ezilir · En son olarak yumurtalar karışıma eklenip servis tabaklarına alınır. · , marul, domates, salatalık ile beraber servis yapılır. Not: Yoğurma işlemi bulgurlar birbirini tutuncaya kadar yapılmalıdır ZERDE Malzemeler 1. 1 su bardağı pirinç, 2. 2 su bardağı şeker, 3. 1 tutam has-pir çiçeği, 4. 1 damla gül yağı Hazırlanışı · Pirinç ayıklanıp yıkanır, bir tencereye alınır. İçeri­sine 5-6 su bardağı su konup pirinçler açılıncaya ka­dar orta hareketli ateşte karıştırılarak pişirilir. · Tencereye şeker ilave edilip birkaç taşırım kayna­tılır. · Haspir çiçeği, gül yağı koyulup biraz daha kayna­tıldıktan sonra ateşten alınır. · Sıcak veya soğuk olarak ikram edilir Not: Urfa’da zerde Ramazan bayramı sabahı kuzu içi ve üzlemeli pi­lavla ikram edilir. Haspir çiçeği bir tülbende konup tencereye sarkıtılmalıdır. ZÎNGÎL Malzemeler: 1. 1 kg un, 2. 1 kg şeker bir fiske tuz, 3. 1 yumurta yarım limon, 4. 300 gr mayalı hamur, 5. 1 çay kaşığı kar­bon, 6. 1/2 yağ kızartmak için Hazırlanışı · Un elenip içerisine maya, tuz, yumurta, karbonat konup iyice yoğrulur. · Hamur biraz dinlendirilir. (10-15 dakika) · Yağ tavaya konur iyice ısıtıldıktan sonra bir kaşı­ğın ucuyla ceviz büyüklüğünde parçalar atılıp iki yü­zünün kızarması sağlanır. · 1 kg şeker 2 bardak su ile şerbet kıvamına getiril­dikten sonra iyice kaynatılır ve ateşten alınır. · Eğer hamurlar sıcak ise şerbet soğuk olmalıdır. Eğer hamur soğuk ise şerbet sıcak olmalıdır. Soğuk şuruba atılır. · Sıcak servis yapılır. FRENKLİ KEBAP (Domatesli Kebap) Malzemeler 1. 3 kilo iri domates, 2. 1 kg yağsız koyun kıyması, 3. 1 kg odun kömürü, 4. 1 tatlı kaşığı tuz. Hazırlanışı Domatesler yıkanıp sert tarafından 4'e bölünür. Bir kaba kıyma konup tuz eklenir, karışıncaya ka­dar yoğrulur. Kebap şişleri alınır domatesler, 1 tanesi sert tarafından şişe saplanır. Etten ceviz büyüklüğünde bir parça alınıp avuçta yuvarlak bir şekil alması sağlanır, ortasından doma­tesin üzerine saplanır bir domates bir et olması koşuluyla şişten çok az boşluk kalacak şekilde işleme de­vam edilir. Bütün şişlere aynı işlem uygulanır. Kayılmış ateşin üzerine sıralanır. Şişlerin her iki tarafı da pişinceye kadar ateşin üzerinde bekletilir. Pişirme eylemi devam ederken, şuna dikkat edilmeli: Domatesler, ateş üzerinde yumuşadığından dolayı düşebilirler. Bu yüzden gerekmedikçe şişlerle oynanmamalı. Pişen şişler. bir kaba çekilip üzeri örtülür. Sıcakken ikram edilir. Not: Dometesli kebap ince doğranmış maydanoz yeşil soğan ve ayranla ikram edilir.
  5. _asi_

    Şanlıurfa mutfağı 1

    ŞANLIURFA YEMEKLERİ AĞZI YUMUK Malzemeler 1. 1/2 kg. kıyma, 2. 4 su bardağı un 3. 200 gr. ceviz içi, 4. 3 su bardağı sıvı yağ kızartma için, 5. 1 çay kaşığı karabiber, 6. 1 tatlı kaşığı tuz. Hazırlanışı Kıyma et, bir tavaya konur, çok az su ve tuz ilave edi­lip pişirilir. Suyunu çekinceye kadar kavrulur (15-20 dakika). Kavrulan et, ateşten alınır karabiber ve ceviz içi konarak karıştırılmaya devam edilir.. 3 su bardağı un bir kaba alınarak içine tuz atılır ve su konur. Kulak memesi yumuşaklığında bir hamur yapılır ve din­lendirilmeye (5-10 dakika) bırakılır. Hazırlanın hamur, ceviz büyüklüğünde yumak­lara ayrılır ve daire şeklinde un yardımı ile açılır. Hazır­lanmış içten bir kaşık konur, ağzı incir şeklinde bir yerde toplanarak açılmamak kaydıyla kapatılır. Yağ bir tavaya alınarak kızdırılır ve içine ağzı yumukların başı alta gelmek koşuluyla atılır iki taraf pembeleşinceye kadar kızartılır. Sıcak servis yapılır Not:l . Bu börek yaz mevsiminde yoğurt ile kış mevsiminde eşkili ile servis yapılır. 2. Ağzı yumukların ağzı ne çok sıkılmalı ne de çok gevşek bırakılma­lıdır. Aksi takdirde, birincisi olunca içi hamur kalır. ikincisi olunca yağda kıy­ması dağılır. ARPA LEBENİSİ Malzemeler 1. 2 kğ. Yoğurt 2. 2 Su bardağı ıslatılmış arpa 3. 1 Tatlı kaşığı tuz Hazırlanışı Arpalar bir tencerede yumuşayıncaya kadar pişirilir. Yoğurt pişmiş arpalara karıştırılır. Bir kaç taşım kaynatılır. Tuz eklenir bakır sehen (Tabak) lere konur. Sıcak veya soğuk servis yapılır. AYA KÖFTESİ Malzemeler 1. 250 gr dövülmüş yağsız kara et, 2. 2 su bardağı sıvı yağ, 3. 2 su bardağı köftelik bulgur, 4. 2 yemek kaşığı un, 5. 1 tatlı kaşığı tuz, 6. 1 su bardağı Urfa İsotu, 7. 1 çay kaşığı karabiber, 8. Biraz tarçın. Hazırlanışı Geniş bir tepsiye bulgur, et, tuz, kırmızıbiber, tar­çın, karabiber konur ve azar azar su vermek koşulu ile köfte kı­vamına gelinceye kadar karışım yoğrulur. Un eklenip yoğurmaya devam edilir. Köfte tepsi­ de bir tarafa alınır. . Ceviz büyüklüğünde köfteden parçalar koparılır iki aya (avuç) arasında ince ve yuvarlak bir şekil ve­rilerek, bütün karışım bu şekilde yuvarlak haline getirilir. Sıvı yağ bir tavaya alınarak ısıtılır. Köfteler, yağda pem­beleşinceye kadar kızartılır. Kızartılan köfteler bir tabağa alınarak, Sıcak servis yapılır. CİĞER KEBABI Malzemeler 1. 1 kg taze kuzu ciğeri, 2. 250 gr kuyruk, 3. 1 kg odun kömürü, 4. 1 tatlı kaşığı tuz. Hazırlanışı Ciğerler yıkanıp fındık büyüklüğünde doğranır ve tuzla terbiye edilir. Kuyruk yıkanır, ciğer büyüklüğünde doğranır. Şişe (Ciğer kebabı şişi diğer kebap şişlerin­den daha ince ve kısadır) ciğerlerden bir parça saplanır, daha sonra bir kuyruk saplanır ve iki ciğer parçası bir kuyruk olacak şekilde şişin yarısı doluncaya kadar böyle devam edilir. Ciğer şişleri, daha önce mangalda hazırlanan ateşe konularak her iki tarafının pişmesi sağlanır. Bir kaba veya yufka ekmeğine çekilerek, yanında garnitür olarak maydanoz, kuru soğan, közlenmiş taze Urfa isotu, nane ile sıcak servis yapılır. Not: Kebaplar alevde pişirilmelidir, aksi takdirde yanar ve tadı bozu­lur. (Közde pişirilir.) ÇİĞ KÖFTE Malzemeler 2 su bardağı köftelik bulgur, 250 gr. dövülmüş yağsız kara et, 6 yemek kaşığı İsot, 1 tatlı kaşığı tuz, Biraz tarçın, Biraz karabiber, 8-10 adet yeşil soğan, 1 kuru soğan, 1 demet maydanoz, 1 tatlı kaşığı salça. Servis İçin 1. 2 adet marul, 2. 2 domates, 3. 2 salatalık, 4. 1 demet nane, 5. 1 turp. Hazırlanışı Çiğköfte için hazırlanan bakır leğene et, isot, tuz, ince doğranmış kuru soğan, tarçın ve karabiber konarak su ile bir.irine karıştırılır. Daha sonra buna kişi sayısına göre avuç avuç bulgur ilave edilerek yumuşayıncaya kadar yoğrulur. Daha sonra salça ilave edilir ve buna yedirilir. Daha önce ince ince doğranmış olan yeşil soğan ve maydanoz da bu karışıma ilave edilerek, su ile birlikte ezilerek, köfteye yedirilir. Küçük sıkımlara ayrılıp ve veya tabaklara konarak servis malzemeleri ile be­raber servis yapılır. Not: Yoğurma işlemini yapmak ayrı bir maharet gerektirir. Mümkün olduğunca hiç ara vermeden ve hızlı bir şekilde, aşırı su katmadan, tercihen küp halinde 2-3 avuç buz atılarak hiç su almadan yoğurmak gerekir. Aksi taktir­de köfte hamurlaşır ve şişer. ÇÖMLEK Malzemeler 1. 1 kg. parça et, 2. 1 kg. patlıcan, 3. 2 kg. domates, 4. 1/2 kg. yeşilbiber, 5. 1 Yemek kaşığı Urfa sade yağı, 6. 2 Soğan, 7. 6–7 Diş sarımsak, 8. 1 tatlı kaşığı tuz. Hazırlanışı Patlıcanlar yıkanıp kuşbaşı doğranır. Domatesler yıkanıp, patlıcan büyüklüğünde doğranır. Soğanlar iri iri doğranır. Yeşilbiber yıkanıp iri iri doğranır. Sarımsaklar soyulup yıkanır. Et çömleğe alınır bir su bardağı su ve ölçülü yağ ile hafif pişirilir. Soğanlar ve yeşil biber çömleğe eklenip kavurmaya devam edilir (10-15 dakika). Domates patlıcan ve sarımsak çömleğe eklenip tuz konur. Fırında suyunu çekinceye kadar 3-4 saat pişirilir. Sıcak servis yapılır. Not: FRENK ÇÖMLEĞİ denen bir çömlek daha yapılır ki bu yapılışı bakımından aynen karışık çömlek gibidir yalnız çömleğin karışımına patlıcan hiç konmaz. Frenk: Domates DOLMALI KÖFTE Malzemeler 1. 1/2 kg. orta yağlı koyun kıyması, 2. 1/2 kg. yağsız kara et, 3. 5 su bardağı köftelik bulgur, 4. 5 orta boy soğan, 5. 100 gr doğulmuş ceviz içi, 6. 1,5 yemek kaşığı kırmızıbiber, 7. 1 yemek kaşığı nişasta, 8. 1 tatlı kaşığı tuz, 9. 2 çay kaşığı karabiber, 10.1 çay kaşığı tarçın. Hazırlanışı Soğanlar, incecik doğrandıktan sonra bir tavaya alınır. Kıyma üzerine eklenir, tuz yarım su bardağı su ilave edilerek, soğanlar sararıncaya kadar hafif ateşte 15–20 dakika kavrulur. Ateşten alınır. İçersine karabiber, tarçın, ceviz içi eklenip bir tarafa alınır. Bir tarafta et dövülerek, sinirlerinden ayıklanır (eskiden dövme işlemi taşta tokmak ile yapılırdı) Geniş bir tepsiye bulgur alınır. Tarçın, karabiber, kırmızıbiber, tuz ve dövülmüş et konur, çok az su ilâve edilerek yoğrulur, suyu azaldıkça az az su alınmalı köfte kıvamına gelinceye kadar yoğurma işlemine devam edilir. Nişasta eklenir, yoğurma işlemine devam edilir. Sonra köfteden ceviz büyüklüğünde bir parça alınıp ortasına işaret parmağı konarak avuç ile işaret parmağı arasında köfte incecik açılır. Açılmış köftenin içine hazırlanmış karışımdan konup, ağzı güzelce kapatılır. Bir tencereye 6–7 su bardağı su konur, tuz atılır, kaynatılır. Köfteler, kaynayan suya atılarak haşlanır, çıkartılır. Sıcak servis yapılır. Not: Yoğurma işlemi iyi yapılmalıdır. Aksi taktirde köfteler dağılır. Köfteler şekil şekil verirken el mutlaka ara sıra suya batırmalıdır. DOMATESLİ BULGUR PİLAVI Malzemeler 2 su bardağı şehriyeli bulgur, 2 orta boy domates, 2 yemek kaşığı Urfa sade yağı, 1 çay kaşığı tuz. Hazırlanışı Domatesler soyulup incecik doğranır. Sade yağda 5-10 dakika kavrulur. Tencereye 2,5 su bardağı su konup tuz eklenir. Hazırlanmış şehriyeli bulgur tencereye konur. Ka­pağı kapatılıp pişmesi beklenir. Geniş bir servis kapağına alınıp servis yapılır. Not: Eğer şehriyeli bulgurunuz yoksa, hazır şehriye tavada kızartılarak üzerine bulgur eklenir, bu şekilde aynı sonuç elde edilir. DUVAKLI PİLÂV Yemekleri Malzemeler 1. 3 su bardağı pirinç, 2. 1/2 kg. orta yağlı kuzu kıyması,3. 3 orta boy patlıcan,4. 1 Yemek kaşığı Urfa sade yağı,5. 2 çay kaşığı tuz,6. 1 su bardağı sıvı yağ (kızart­ma için), 7. Bir tutam karabiber. Hazırlanışı Patlıcanlar yıkanıp soyulur, ince ince (patlıcanla­rın uzunluğuna) doğranır. Yağ bir tavaya konup patlıcanlar yağın üzerine konarak iki yüzlü, pembeleşinceye kadar kavrulur. Ayrı bir yerde kıyma tavaya onup kavrulur. Sonra salça eklenerek ateşten alınır. Başka bir tencereye pilavlık yağ konarak ayıklan­mış olan pirinç eklenerek kavrulur. Kavrulmuş olan kıyma patlıcanların üzerine serilir. Kavrulmuş pirinç kıymanın üzerine konup 2-3 bardak su eklenip tuz atılır. Tencerenin ağzı kapatılıp 20–25 dakika pişirilir. Ateşten alınır 10–15 dakika dinlendirilir. Tencereden daha büyük bir servis tabağı, tencerenin üzerine konup tencere ters çevrilir. Sonra üzerine karabiber serpilerek servis yapılır. HAŞHAŞ KEBABI Malzemeler 1. 1/2 kg yağsız kıyma, 5. Tuz. Hazırlanışı Kıyma ile tuz bir kapta iyice yoğrulur. Karışımından bir miktar alınıp, kebap şişine eze eze saplanır. Şişler, önceden hazırlanan mangal ateşine dizilir, yavaş yavaş çevrilerek her tarafının iyice pişmesi sağlanır. Pişen Haşhaş kebapları ateşten alınarak, şeklini muhafaza edecek şekilde şişlerden bir tabağa çekilir. İnce doğranmış maydanoz, yeşil soğan (yeşillik) karışım ile dürüm yapılarak sıcak yenir. İÇLİ KÖFTE Malzemeler 1. 4 su bardağı yarma, 2. 3 su bardağı köftelik bulgur, 3. 2 yemek kaşığı tuz, 4. 2 yemek kaşığı pul biber, 5. 3 büyük boy soğan, 6. 2 yemek kaşığı sade yağ, 7. 1 yemek kaşığı karabiber, 8. 1 demet maydanoz, 9. 1 su bardağı ceviz içi, 10. Kızartma için sıvı yağ, 11. ½ kıyma et. Hazırlanışı Bulgur ve yarma 3-4 su bardağı su ile ıslatılarak 1-2 saat bekletilir. Pul biber ve tuz eklenerek yoğrulur. Et ayrı bir tencerede suyu çekinceye kadar 15-20 dakika kavrulur. Soğanlar ayıklanıp yıkandıktan sonra küçük küçük doğranır. Yağ ayrı bir tavada soğanlarla beraber pembeleşinceye kadar kavrulur. Et eklenerek ocaktan alınır. Maydanoz, ceviz, pulbiber ve karabiber eklenerek iç malzemeye karıştırılır. Hazırlanan hamurdan ceviz büyüklüğünde parçalar alınarak baş parmak aracılığıyla ince olarak açılır. Hazırlanan harçtan içine konarak isteğe göre yuvarlar veya üçgen şekli verilir. 7-8 su bardağı sıvı yağ tencerede kızgın hale getirilir. Hazırlanan köfteler, kızgın yağda 10-15 dakika kavrulur. Sıcak olarak servis yapılır. KABAK OTURMASI Malzemeler 1. 1,5 kg. taze kabak, 2. 1 su bardağı yoğurt, 3. ½ kg. orta yağlı koyun kıyması, 4. 4 diş sarımsak, 5. 1 kaşık Urfa yağı, 6. 2 su bardağı kızartmak için sıvı yağ, 7. 2 tatlı kaşığı tuz. Hazırlanışı Kabaklar yıkanıp yuvarlak yuvarlak doğranır, üzerine tuz serpilip süzgeçte bekletilir, sulanması sağla­nır. Bir tavaya kıyma konur, yarım su bardağı su ekle­nip pişirilir. Daha sonra bir kaşık yağ konup kıyma kavru­lur, karabiber eklenip karıştırılarak bir tarafa alınır. Bir tavaya sıvı yağ konulur kızdırılır, kabakların iki yüzü kızartılır, kenarlı bir tavaya dizildikten sonra kavrulmuş kıyma, dizilmiş olan kabaklar üzerine serilip yarım bardak su ile on onbeş dakika pişirilir Sarımsaklar soyulup tuzla iyice dövülerek yoğur­ da katılır. 5 Yemek sarımsaklı yoğurtla servis yapılır. KADAYIF Malzemeler: 1. 1,5 Kg Kadayıf teli, 2. 1 Kg. taze Urfa peyniri,3. 1 Kg. şeker, 4. 1/2 su bardağı gün pekmezi. Hazırlanışı Peynirler yıkanır ince ince doğranır. Bez üzerine alınarak suyu alınır. Kadayıf teli elle çekile çekile ufalanması sağlanır. Tepsi yağlanır, kadayıf teli ikiye bölünerek yarısı tepsinin dibine serilir, peynirler ince aralıklarla telin üzerine dizilir, ikinci yarısı da tepsiye konup elle bas­tırılarak ezilir. Muhtelif yerlerine sade yağ gezdirilir. Pekmez hafif sulandırılarak kadayıfın üzerine ko­nur. Ocaktan etrafına yağ vererek çevire çevire pişiri­lir. Tepsi tutulup diğer yarısı çevrilir. Şeker, 2 su bardağı su ile ocağa konur kaynayınca limon sıkılarak ocaktan alınır. Sıcakken soğumuş ka­dayıfa dökülüp servis yapılır. Şurup sıcak ise kadayıf soğuk olmalıdır. Aksi takdirde hamurlaşır. Not: Üst kısmının iyi kızarması için pekmez kullanılır. KÖMEÇLİ BULGUR PİLAV Malzemeler 1. 1 kg Kömeç, 2. ½ kg pilavlık bulgur, 3. 3 yemek kaşığı Urfa sade yağı, 4. 1 tatlı kaşığı tuz Hazırlanışı Kömeç, ayıklanarak yıkanır. 6 su bardağı su ile yumuşayıncaya kadar kaynatılır. Daha sonra suyu süzülür. Yağ bir tencereye konur. Kömeçler yağın içinde hafif bir şekilde kavrulur. Üzerine bulgur konarak, tuzu eklenir. 3 su bardağı su eklenerek önce yüksek daha sonra düşük ateşte pişirilir. Sıcak servis yapılır. LEBENİ Malzemeler 1. 2 kg. yoğurt, 2. 1 su bardağı ıslatılmış nohut, 3. 2 su bar­dağı ıslatılmış döğme, 4. 1 çay kaşığı tuz. Hazırlanışı Döğme ve nohut bir tencerede yumuşayıncaya ka­dar pişirilir. pişmiş nohut ve dövmeye katılır birkaç taşrım kaynatılır (sık sık tahta bir kaşıkla karıştırmak koşulu ile), tuz eklenir. Servis tabaklarına konur. Sıcak veya soğuk servis yapılır. Not: Yoğurt tatlı ve yağlı olmalıdır, aksi takdirde lebeninin tadı bozulur. PENCER BORANISI (Pazı Boranısı) Malzemeler: 1. 1/2 kg. yağlı parça koyun eti, 2. 1/2 kg. yoğurt, 3. 250 gr. kara et (yağsız kuzu eti), 4. 2 kg. pencer (pancar), 5. 1 su bardağı nohut, 6. 1 su bardağı lolaz (börülce), 7. 3 diş sarımsak,8. 3 yemek kaşığı Urfa sade yağı,9. l çay kaşığı kara­biber, 10. 1 çay kaşığı tarçın, 11. 2 su barda­ğı sıvı yağ,12. l yemek kaşığı kırmızıbiber,13. 1 yemek kaşığı un,14. 1 tatlı kaşığı tuz. Hazırlanışı ½ kg. kuzu eti yıkanır, kuşbaşı doğranır, 1 yemek kaşığı Urfa sade yağında kavrulur. Nohutlar ayıklanıp yıkanır. Etin üzerine konur, her ikisi birlikte pişinceye kadar 25-30 dakika haşlanır. Lolaz (böğrülce) ayıklanıp yıkanır. 3 su bardağı su ile ayrı bir yerde haşlanır. Pazılar, yeşil yapraklarından tamamen ayrılır. Sadece sap­ları yıkanarak ince ince doğranır. Az su ile yumuşa­yıncaya kadar haşlanır. Haşlanan pazılar, tencereden suyu tamamen sıkılarak alınır. Başka bir tencereye alınır. 2 yemek kaşığı yağla 5-10 dakika boyunca kavrulur. Haşlanmış et ve nohutun bulunduğu tencereye börülce de suyu süzülerek eklenir. Aynı tencereye kavrulmuş pazı da eklenir. Tuz atı­lıp bir kaç taşrım daha birlikte kaynatılır. Yuvarlak yapımı Bir tepsiye köftelik bulgur, kırmızıbiber, tuz, karabiber, iki defa çekilmiş veya dövülmüş kara et konup, çok az su ile yoğrulur. Sonra buna un ilave edilerek köfte kıvamına gelinci kadar yoğrulmaya devam edilir. Köfte bir tarafa alınır. Nohut büyüklüğünde kopa­rılıp avuç arasında yuvarlak şekil verilir. Aksi takdirde yuvarlaklar dağılır. Bir kaba sıvı yağ konup, yuvarlaklar kızartılır. Sarımsaklar, tuz içinde dövülüp yoğurda atılır, sarımsaklı yoğurt hazırlanır. Yemek tabağa alınır, yuvarlaktan konur. Üzerine sarımsaklı yoğurt dökülüp, sıcak servis yapılır. PATATESLİ KEBAP Malzemeler 1. 4 orta boy patates, 2. 1 kg orta yağlı koyun kıyması, 3. 1 çay kaşığı karabiber, 4. 1 yemek kaşığı kırmızıbiber, 5. 1 kg odun kömürü, 6. 1 tatlı kaşığı tuz. Hazırlanışı Patatesler yıkanır, yumuşayıncaya kadar haşlanır. Kabukları soyulup iyice yoğrulur. Et ilave edilerek, yoğrulma işlemine devam edilir. Karabiber, tuz, Kırmızıbiber de eklenip iyice karıştırılır. Ateş yakılarak mangalda kömürlerin kor olması sağlanır. Kebap şişleri alınıp kıymadan bir miktar şişe sıka sıka yayılır. Bütün şişlere aynı işlem uygulanır. Kebap şişleri ateşe konur, her iki tarafının iyice pişmesi sağlanır. Kebaplar, şişlerden şeklini muhafaza edecek şekilde çekilir. Sıcak servis yapılmalıdır. Not: 1- İnce doğranmış maydanoz, yeşil soğan karışımı ile ikram edilebilir, 2- Şişlere et iyice yayılmalı, sıkma işlemi yapılmalıdır, aksi taktirde etler ateşe düşer.
  6. GELENEKSEL GİYİM VE TAKILAR HIŞIR Şanlıurfa’da altın ve gümüşten yapılan tüm takılara verilen isimdir.Hışırlar arasında gerdanlıklar,kolyeler,bilezikler ,yüzükler,küpeler,iğneler ve kemerler sayılabilir. Yöresel takı, Akıtma Yöresel Takı, Frenk Bağı HIZMA Şanlıurfa'da daha çok kırsal kesim kadınlarınca kullanılan hızma, buruna takılır. Altın ve gümüş çeşitleri vardır. GELENEKSEL GİYİM KUŞAM
  7. _asi_

    Şanlıurfa Efsaneleri

    ŞANLIURFA EFSANELERİ URFA ADI İLE İLGİLİ EFSANE Allah, Nemrud'a bir kul olduğunu göstermek için, en aciz mahluklarından sivrisinekleri göndereceğini kendisine bildiriyor. Nemrut da, harp etmek için ordusu ile karşı çıkıyor ise de, bulut gibi gelen sivrisinekler asker ve hayvanların göz, kulak ve burunlarına girerek hepsini püskürtüyorlar. Nemrut güçbela kendisini odasına atıyor ve kapıyı, bacayı, bütün delikleri kapayarak bu afetten kurtulmaya çalışıyor. Topal bir sivrisineğin, Allah'a "Yarabbi ben gazaya yetişemedim topallığım mani oldu" diyerek yalvarması üzerine, Allah ona, "seni de Nemrut'un helakine memur ettim, git onu bul" diye emrediyor. Bu topal sinek Nemrut'un odasına anahtar deliğinden girerek hemen saldırıyor ve burun deliğinden girerek yavaş yavaş beynini kemirmeye başlıyor. Nemrut her çareye baş vuruyor kurtulamayacağını anlayınca, keçeden yaptırdığı tokmaklarla başına vurdurmaya başlıyor. Bu tokmaklar ızdırabını gideremeyince tahta tokmaklarla vurmalarını emrediyor ve bu suretle tokmak altında can veriyor. Nemrut'un kafasına tokmaklarla vuruldukça, (Vur ha.. Vur ha... Ur ha.. Ur ha..) diye bağırmasından dolayı memleketin adına "Urha", daha sonra da "Urfa" denildiği söylenir. EYYÜP PEYGAMBER EFSANESİ Hz. Eyyüp, bölgede yaşayan çalışkan, dürüst, iyi yürekli, Allah'ın sevgisini kazanmış bir yüce insandır. Yedi oğlu üç kızı ve pek çok malı vardır. Allah onun dürüstlüğüne malına bereket vermiştir. Günün birinde şeytan yüce Tanrıya kulların yolunu şaşırdığını artık iman etmediklerini söyler. Allah ; "Kulum Eyyüp'e de baktın mı? O benim temiz kullarımdandır. Hiçbir zaman benim yolumdan dönmez "deyince şeytan" malına bir dokunda bakalım şimdi ki gibi iman edecek mi sana" deyince Allahı bir günde Hz. Eyyub'ün mallarını elinden alır. Eyyüp (AS) ın inancı ve davranışları hiç değişmez. Çocukları da ölür. Eyyüp sabırla bu olaylara katlanır. Yüce Allah'a boyun eğer. Eyyüb'ün bedeninde çıbanlar çıkar, dayanılmaz acılara düşer, sabırlıdır, inançlıdır, inancında en ufak bir değişiklik olmaz. Kül içinde oturup bir çömlek parçası ile yaralarını kaşır durur. Yaralarına düşen solucanlar yere düştükçe "senin de bedenimde kısmetin varmış" diye alıp tekrar yaralarına koyduğu söylenir. Onu görenlerin bunca acıyı reva gören Tanrıya hala iman edecek misin diye dediklerinde: Allah verdiği gibi alır verirken iman edip alınca isyan etmek mi gerekir" cevabını verir. Bu acıya göğüs gerip sabreden Eyyüp (AS)'ın imanında en ufak bir şüphe görülmez ve imtihanı kazanır. Yüce Allah ona mallarını yeniden kat kat fazlasıyla verir. Tekrar sağlığına kavuşur. Yedi oğul üç kız babası olur efsaneye göre bu sıkıntısını bugün Şanlıurfa'nın Eyyüp Peygamber Semti'nde bulunan Eyyüp Peygamber makamı diye bilinen yerde çekilmiştir. Hz. Eyyüp'ün şifa bulduğu söylenen su bugün de hastalara şifa olsun diye içirilir. Çile çektiği mağara ziyaret edilir. HALİL-ÜR RAHMAN VE AYNZELİHA GÖLLERİ EFSANESİ Nemrut zulmü ile çevresine korku ve dehşet saçar. Bu dönemde bir gece gördüğü rüyayı yorumlatır. Doğacak çocuklardan birisi onu öldürecektir. Nemrut emi verir o yıl doğacak bütün çocukların öldürülmesini emreder. Askerler emri uygular. İbrahim peygamberin annesi Sara Hatun kaçarak bir mağaraya gizlenir. Çocuğu bu mağarada doğurur, dallardan bir beşik yapar, çocuğu burada bırakıp tekrar döner. Çocuğu bir dişi ceylan emzirir. Aradan zaman geçer askerler İbrahim'i mağarada bulurlar. Nemrut'un huzuruna getirirler. Hiç çocuğu olmayan Nemrut ondan hoşlanır ve İbrahim'i yanına alıp büyütür. Nemrut'un zulmü, haksızlığı ve putlara tapışı, halkında putlara tapmaya zorlanışını gören İbrahim insanların kendi elleri ile yaptıkları bu putların Allah olmayacağını söyler. Halka bu düşüncelerini anlatır. Halk korkudan ağzını açamaz. Nemrut'un evlat edindiği Zeliha ona inanır, ama Nemrut'tan da çok korkar. Hz. İbrahim ile Zeliha arasında bir sevgi bağı oluşur. Bir tören günü herkesin törene gittiği an Hz İbrahim sarayın putlar bölümüne girer. Bir baltayla bütün putları parçalar, baltayı da en büyük putun üstüne asar. Törenden dönenler endişeye kapılırlar. Nemrut'a haber verirler. Rahipler Hz. İbrahim'e kızdıklarında bunu onun yapabileceğini öne sürerler. Nemrut bir kurulla onu yargılar, kendisinden sorular sorulan Hz. İbrahim "Görüyorsunuz ya işte balta büyük putun omuzun da. Balta kimdeyse bu işi o yapmıştır" der. Öfkelenen Nemrut, "Bir taş parçası baltayı eline alıp bu işi nasıl yapar" diye haykırınca Hz. İbrahim "İşte benim anlatmak istediğim de budur. Siz kendi ellerinizle yaptığınız bu taş parçalarından medet umuyor, sizi kötülüklerden korumasını bekliyorsunuz. Tanrı diye ona tapıyor, adak adıyor, başınız daralınca ona koşuyorsunuz. Bu gerçekten tanrı ise neden diğerlerini kırmasın" deyince şaşkınlık geçiren Nemrut ve çevresindekiler İbrahim'in üzerine yürürler. Nemrut İbrahim'in yakılmasını emreder. Her taraftan toplanan odunlar Halil-ür Rahman gölü' nün bulunduğu yerde yığılır. Odunlarla kocaman bir dağ meydana gelir. Nemrut'un kalesinin kuzeyindeki iki büyük sütun yaptırılır. İbrahim (AS) bu sütunlar arasına gerilerek halatla ateşe fırlatılması düşünülür. (Bu sütunlara mancınık denilmektedir.) Zeliha gece gündüz babasına yalvarır. Ama Nemrutun yüreği yumuşamaz. İbrahim (AS) sütunlar arasına gerilen halattan ateşe fırlatılır. Odun yığınlarının ortasına düşer düşmez ateş yerine burası bir göl olur. Atılan odunlar balığa dönüşür. Hemen yanı başında küçük bir göl daha vardır. Balıklar yandıkları için üzerinde kara lekeler bulunur. Göle Halil-ür Rahman Gölü adı verilir. Zeliha'nın göz yaşlarından oluşan küçük göle de Zeliha'nın göz yaşları anlamına gelen "Aynzeliha" adı verilmiştir. Halk inanışlarında göl veya göldeki balıklar kutsal sayılmaktadır. Bu balıklara dokunanların öleceği, yada başına bela geleceği inanılır. Hz. İSA'NIN MENDİLİ İLE İLGİLİ EFSANE Hz İsa zamanında Şanlıurfa'da Hükümdar olan biri (Ceres) illetine tutulmuş bu kişi Hz İsa'yı Şanlıurfa'ya davet için bir heyet ve bir de mektup göndermiş. Mektup da, İncil'e inandığından ve Şanlıurfa'ya teşrif ederlerse bütün tebasiyle iman edeceğinden bahisle, hastalığına çare bulunmasını istirham etmiş. Hz İsa, çok memnun kaldığını, fakat Şanlıurfa'ya gelemeyeceğini heyete bildirmiş ve bir mendili yüzüne sürerek onlara vermiş. Heyet yolda gelirken, Şanlıurfa'ya yarım saat mesafede, bugün (Eyyüp Peygamber Makamı) denilen yerdeki kuyuya kazaen mendili düşürmüşlerse de tekrar çıkartarak Hükümdara getirmişler. Hükümdar mendili vücuduna sürünce iyi olmuş ve mendili bir peygamber mucizesi olarak saklamış. Şanlıurfa bir İslam memleketi olduktan sonra mendilde İslamlara geçmiş ve Me'mun zamanına kadar Şanlıurfa'da saklı kalmış Me'mun, Bizanslılarla yaptığı bir harpte mağlup olunca yapılan sulh müzakeresinde, Rumlar esirleri iade etmek için Hz. İsa'nın mendilini istemiş. Mendil verilerek esirler geri alınmış. Bu mendilin vaktiyle düştüğü kuyu, Şanlıurfa İslam ve Hıristiyanları için mukaddes tanınır. Mendilin kuyuya düştüğü gün her sene Hıristiyanlar geceden oraya koşarlar nezirler yaparlarmış. Nezir yapanların oraya yalınayak gidenleri de çokmuş, düştüğü gün büyük paskalyanın yirminci gününe tesadüf edermiş. İşte bu rivayete göre bugünkü mancınıklar, sözde o zaman, bu mendil ve kuyu hatırasını yaşatmak için dikilmiş ve birinin altına bitmeyen su hazinesi yerleştirilmiş. Hangisi yıkılırsa, Şanlıurfa onun altındaki su veya altına gark olacakmış. ÇİĞKÖFTE'NİN DOĞUŞU İLE İLGİLİ EFSANE Hz İbrahim Urfa'da doğmuş, yaşamış ve Nemrut tarafından ateşe atılmıştır. Allah'ın emri ile ateş su olmuş Hz. İbrahim'i yakmamıştır. Hz. İbrahim'in doğduğu mağara ve ateşe atıldığı yerde oluşan Balıklı Göl binlerce ziyaretçi tarafından ziyaret edilmektedir. İşte çiğköftenin doğuş öyküsü, Hz. İbrahim dönemine dayandırılmaktadır. Hz. ibrahim, devrin kralı Nemrud'un putlarını kırarak, Allah'ın varlığına inanmaya davet edince Nemrut öfkelenir ve Hz. İbrahim'in ateşe atılmasını emreder. Böylece büyük bir ateş yakmak üzere yöredeki bütün odunlar toplanır. Nemrut evlerde ateş yakmayı da yasaklar. Halk ateş yakmadan nasıl yemek yapacağını düşünür durur. İşte bu günlerde bir Urfalı avcı, avladığı ceylanı eve getirerek hanımından yemek yapmasını ister. Hanım evde odun bulunmadığını söyler. Çevrede toplanacak bir tek dal odun dahi kalmamıştır. Avcı, çoluk çocuğun aç kalmaması için hanımından bir çare bulmasını ister. Bunun üzerine kadın, ceylanın budundan yağsız et çıkararak bir taş üzerinde başka bir taşla döverek ezmeye başlar. Sonra ezilmiş eti bulgur, biber ve tuzla karıştırarak yoğurur, bahçesinden topladığı yeşil soğan ve maydanozla karıştırarak sofraya getirir. Böylece o leziz ve tadına doyulmaz "çiğköfte" meydana gelir. Hz. İbrahim'in ateşe atıldığı yaklaşık dört bin sene önce ortaya çıkan çiğköfte, bir yemek çeşidi olarak o günden günümüze kadar gelir. NEMRUT DAĞI VE TAHTI EFSANESİ Şanlıurfa'nın batısından güneyine doğru uzayan ufak bir dağ silsilesi vardır. Bu silsile içinde, şehre yarım saat mesafede sarp, etrafına nazaran oldukça yüksek bir tepenin zirvesi, geniş ve düz kayalıktır. Buraya "Nemrut'un tahtı" denir. Bu kayalığın doruğunda, kayalar içine oyulmuş oldukça sanatkarane odalar vardır. Burası nemrutun tahtı olarak bilinir. Tepeye 1 saatlik mesafede Kazene köyü vardır. Aşçılar, yemeklerini burada pişirerek, Tahta kadar dizilen uşakların yemek tabaklarını elden ele vermesiyle Nemrut'un sofrasına naklederlermiş, bu köye verilen Kazene adının da köydeki mutfağa kurulan kazanlardan dolayı olduğunu söylemektedir. KARAKOYUN DERESİ VE HIZMALI KÖPRÜ EFSANESİ Yüzyıllarca önce kentin güneydoğusunda yoksul bir ana-oğul yaşamaktadır. Oğul Kasarcı Çayı’nda kasarcılık yapmaktadır. Günün birinde yöreye gelen bir derviş, birkaç gün delikanlıyı izledikten sonra: “Oğlum seni izledim. Görüyorum ki, çalışkan, dürüst bir insansın. Anladığıma göre dardasınız. Yakında ülkeme döneceğim, orası varlıklı bir yerdir. İstersen sen de benimle gel” der. Delikanlı anasına danışır, anası da oğlum yoksulluktan kurtulsun diyerek gitmesine izin verir. Derviş delikanlıyı tekkesine götürür, eğitir. Delikanlı birgün çarşıda güzel bir kız görür, ona aşık olur. Soruşturunca kızın Karakoyunlu Beyi’nin kızı olduğunu öğrenir. Yemeden içmeden kesilir. Derviş durumu öğrenince: “Üzülme, gider kızı isteriz” der. Ertesi gün saraya varır. Durumu Bey’e anlatır, Bey öfkelenir, ama saygısızlık olmasın diye sesini de çıkarmaz. Dervişe kırk gün içinde istediği hediye ve paralar getirilirse kızı vereceğini söyler. İstedikleri şeyler kırk günde tamamlanacak gibi değildir. Üstelik derviş de yoksuldur. Durumu öğrenen delikanlı üzülür ve günden güne erimeye başlar. Tam kırkıncı gün, delikanlı uyandığında tekke avlusunda kimin getirdiği bilinmeyen eşya ve altın yüklü katırlar görür. Koşup dervişe haber verir. Derviş gülümser. Alıp bunları Bey’e götürür. Çaresiz kalan Bey, kızını verir düğün-dernek kurulur. Derviş delikanlıya, gerdeğe girmeden iki rekat namaz kılmasını, sonra da kendisi için dua etmesini söyler. Delikanlı başına geldiği bunca maceradan sonra öylesine mutlu ve coşkuludur ki, namazı kılar, ama derviş için dua etmeyi unutur. Dervişe dua etmediği için ertesi sabah uyandığında, kendini Kasarcı Çayı kıyısında bulur. Başından geçenler kensine bir rüya gibi gelir. Gidip başından geçenleri anasına anlatır. Yapacak birşeyleri yoktur ve eski yaşamlarına dönerler. Yeni gelin olan kız ise, uyandığında kocasını yanında göremeyince her yeri aratır, ama kimse izini bulamaz. Bu arada dervişte gitmiştir. Vakti gelince kızın bir oğlu olur. Çocuk biraz büyüyünce, hem gittiği yerlerde kocasını aramak, hem de hac görevini yerine getirmek için yola çıkar. Yolu üzerindeki Urfa’ya varır. Samsat Kapısı önüne çadır kurdururken, bağrışmalar duyar. Kentin ortasından gelen dere taşmış, evler sular altında kalmış ve kent büyük ölçüde zarar görmüştür. Bey kızı, birkaç yılda bir yinelenen su baskınından kenti kurtarmak niyetindedir. Hac parasını bu işe harcayacaktır. Tellallar çıkarıp halkı hendek kazmaya çağırır. Anasının isteğiyle, bizim delikanlı da hendek kazanlara katılır. Çalışmalar esnasında Bey kızının çocuğunu bir ağlama tutar, bir türlü susturulamaz. İşçiler oyalamak için kucağına alır, elden ele geçirirler. Çocuk babasının kucağına gelince susup, çevresine bakarak gülümser. Bey kızı delikanlıyı hendek işinden alır, çocuğu eğlemekle görevlendirir. Bu arada delikanlının anası, oğlunun bohçasını karıştırırken, altın sırma işlemeli düğün giysisini bulur: “Oğlum artık bu giysi bize yakışmaz. Onu, kente bunca iyiliği dokunan hanıma hediye edelim” der. Giysi, Bey kızının çadırına götürülür. Kız armağanı görünce, kendi el işlemesinden tanır ve hemen getirenin bulunmasını emreder. Delikanlıyı getirirler. Görür görmez birbirlerini tanıyan iki sevdalı birbirlerine kavuşurlar. Bu arada hendek tamamlanır. Derenin yatağı değiştirilerek, sel baskını tehlikesi önlenmiştir. Ardından dere üzerine bir de köprü yapılır. Sonraki yıllarda köprü yıkılırsa, yerine yenisi yapılabilsin diye Bey kızı, köprü ayaklarından birinin altına, altın hızması ile değerli taşlarını gömdürür. O günden sonra derenin adı Bey kızının soyunun isminden dolayı Karakoyun Deresi, köprünün adı da ayağındaki hızma nedeniyle Hızmalı Köprü olur. Bey kızı ile delikanlı burada mutlu bir yaşam sürer, öldüklerinde de Karakoyun Deresi kıyısına gömülürler. KRAL KIZI EFSANESİ Bilinmeyen bir zamanda Urfa’da din ilimleri eğitimi alan bir öğrenci vardır. Bu öğrenci, eğitimini tamamlayıp diplomasını alacağı sırada bir savaş çıkar. Birçok genç gibi bu öğrenci de gönüllü olarak savaşa katılır. Yapılan savaşta düşmana esir düşenlerin arasında bizim öğrenci de bulunmaktadır. Kafirler, esirleri kendi ülkelerine götürürler ve ihtiyaçları olmadığı gerekçesiyle sırayla öldürürler. Sıra bizim öğrenciye geldiğinde, bir haberci gelir ve kral kızının hizmetini görmesi için bir esir istenir. Muhafızlar da, ellerinde kalmış tek esir olan öğrenciyi verirler. Öğrenci artık kral kızının hizmetindedir. Kral kızı ise erkek gibi giyinir, ata biner, kılıç kuşanır. Aynı zamanda babasının da tek ve biricik kızıdır. Sabahları evden çıkar, geceleri geç vakit gelirmiş. O gelinceye kadar hizmetini gören öğrenci, bütün işlerini bitirir, kendisine ayrılan odasına çekilirmiş. Bu şekilde aradan uzun bir süre geçmiş. Bir gece öğrenci, kral kızının odasını temizlerken, bir taraftan da ezbere Kur’anr okur. Bu okuma giderek öğrenciyi heyecana getirir; aklına memleketi ve ailesi gelir. Artık işi bırakır. Bir taraftan okur, bir taraftan da ağlarmış. O sırada kral kızı içeri girer, durumu sorar, soruşturur ve meseleyi öğrenir. Bu sebeple öğrenci, kral kızına İslam dinini anlatır. İslamın üstünlüğünü ve doğruluğunu anlayan kültürlü kız, kısa bir süre sonra müslüman olur. Artık her gece gizli olarak kral kızı, öğrenciden İslami bilgiler alır, İslamı öğrenir ve şartlarını yerine getirir. Böylece aradan birkaç yıl geçer. Bir gece kral kızı eve erken gelir. Niçin erken geldiğini soran öğrenciye, hasta olduğunu söyler ve “Ben yakında öleceğimi sanıyorum. Bizde adet, ölen kimseyi bütün altın ve ziynet eşyaları ile gömerler. Ölmeden babama seni serbest bırakmasını söylerim. Ben öldükten sonra, babam seni serbest bırakır. Gece gelir mezarımı açarsın. Müslüman olduğumu senden başka bilen yok. Bana mahrem olduğun için beni yıkayamazsın. Onun yerine teyemmüm edersin ve namazımı kılarsın. Yanımda bulunan altın ve ziynet eşyalarını da alır memleketine gidersin” der. Kral kızı gerçekten birkaç gün sonra ölür. Kendisini yörenin adetlerine göre gömerler. Kral, kızının isteği üzerine öğrenciyi serbest bırakır. Öğrenci gece gelir, kral kızının mezarını açar. Bakar ki, mezardaki ölü kıza benzemiyor. Yüzünü çevirip yakından iyice bakınca, bunun memleketindeki hocasına tıpatıp benzediğini görür. Bunun üzerine yanındaki altınları alır, mezarı kapatır ve memleketinin yolunu tutar. Öğrenci, gördüklerinden hayrette kalmıştır. Memleketine gelince ilk iş olarak hocasını sorar. Ancak hocasının öldüğünü öğrenir. Hesapladığına göre hocası da kral kızı ile aynı günde ölmüştür. Hocasının mezarının nerde olduğunu öğrenir. Bir gece gider mezarını açar. Mezarda hocası yerine kral kızının yattığını görünce tamamen şaşkına döner. Akla durgunluk veren bu bilmeceyi çözmek için herkesten hocasının nasıl birisi olduğunu sorar. Herkes, hocasının çok alim, büyük ve iyi bir kimse olduğunu söyler. Aldığı cevaplardan tatmin olmayan öğrenci, sonunda hocasının karısına da sormaya karar verir. Hocasının karısı önceleri söylemek istemez, ancak öğrencinin ısrarına dayanamaz ve bilinmeyen gerçeği şöyle anlatır: “Her yönüyle iyi birisiydi. Yalnız cinsel ilişkiden sonra yıkanmak kendisine ağır gelirdi. İşte bu Hıristiyanlarda yoktur diye, adeta onların adetlerini beğenirdi” der. Böylece öğrenci, Cenabı Hakk’ın, kafirlerin adetini beğenen ve onlara benzeyen bir alimin cesedini bir kafir mezarlığına, kafirlerin içinde müslüman olan birinin cesedini de müslüman mezarlığına nasıl naklettiğini gözleriyle görür ve sebebini anlamış olur. Harran Kapı Mezarlığı’ndaki 1594 tarihli Seyyid Maksud oğlu Seyyid Hacı Ali Türbesi, halk arasında bu efsane ile ilişkilendirilmekte ve türbeye “Kral Kızı” türbesi denilmektedir. TILFINDIR TEPESİ EFSANESİ Urfa, 639 yılında İyad b. Ganem komutasındaki İslâm ordusu tarafından, Bizanslıların elinden savaşsız olarak alınır. Efsaneye göre, İslam ordusu kente girer, aylardan Ramazan olduğundan herkes oruçludur. Ordu, adı geçen tepenin üzerinde konaklar ve iftarını açar. O tarihten sonra bu tepeye, İftar tepesi anlamına gelen Arapça “Tell Futur” adı verilir. Bu isim, günümüze “Tılfındır” olarak gelmiştir.
  8. Meyan Şerbeti (Biyan Balı) ve Şanlıurfa Folklorundaki Yeri Şanlıurfa’da halkın “biyan balı” dediği şerbet, meyankökünden yapılan bir içecektir. Hekimlik ve eczacılıkta yeri olan bir bitkinin kök ve rizomlarının tokmakla ezilip suda bekletilmesiyle elde edilmekte olup, Şanlıurfa’da sıcak yaz günlerinde yüzyıllardan beri aranılan, çok lezzetli, ucuz ve ideal bir serinletici içecektir. Günümüzde ise yerini gazoz ve kolalı içeceklere bırakmış gibi görünüyorsa da “Biyan balı”nın kadrini bilenlerin bundan vazgeçmesi mümkün değildir. Meyankökü ve özü eski çağlardan günümüze kadar birçok hastalıkta ilaç olarak da kullanılmış olup, tabiatın insanlara sunduğu “her derde deva” olarak kabul edilmiş bir bitkidir. Sıcak günlerde çarşılarımızda satılan meyan şerbeti ise kolalı içeceklere göre sağlığa çok daha yararlıdır. Temiz bir şekilde hazırlandığı ve sunulduğu takdirde, yerli malı bir içecek olarak yıllarca tüketilmeye devam edecektir. Zaten titiz ve meraklı şerbetçilerin yaptığı iyi şerbetler daima aranan ve tüketilen şerbetlerdir. Bir zamanlar eczacı bir hemşehrimiz olan Fuat Mirkelam’ın bu işi ele alıp, el değmeden tamamen makinalarla “miyanko” adıyla üretmeyi düşündüğünü ama sonradan İstanbul’a yerleştiğinden bu girişimi gerçekleştiremediğini Dr. İhsan Barlas bir yazısında nakletmiştir. Meyankökü bitkisinin, kullanılan kökü dışında kalan dal ve yaprakları çeşitli yerlerde yakacak olarak da kullanılır. *Meyankökü Bitkisinin Yetiştiği Yerler Meyan bitkisi, Dünya’nın pek çok yerinde kendiliğinden yetişen çok yıllık otsu bir bitkidir. Ülkemizde; Trakya, Marmara bölgesi ve Karadeniz sahilleri hariç tüm Anadolu’da özellikle akarsu kenarlarında yetişir. Çoğunlukla; Muş, Bingöl, Kars, Siirt, Diyarbakır, Urfa, Antakya ile Ege Bölgesinde ve Çukurova’da; bölgemizde ise yaygın olarak Birecik’te ve Fırat Nehri kenarlarında bolca yetişmektedir. Bölgemizde yetişenlerin üstün kalitede olduğu bilinmektedir. *Bitkinin Özellikleri Bitkiler aleminin Leguminosac familyasında Glycyrrhiza glabra ismiyle yer alan bu bitkinin esas kullanılan kısımları üç senelik kuru kök ve rizomlarıdır. Meyankökü bitkisi 90-120 cm boyunda, gövdesi yukarıya doğru veya yataydır. Bileşik yapraklıdır. Salkım şeklinde çiçekleri ise genellikle mavimsi veya koyu leylak renginde olup haziran ve temmuz aylarında açarlar. Kökleri 0,5-2,5 cm çapında ve 15-50 cm uzunluğunda silindir çubuklar halindedir. Tadı önce tatlı, sonra acımsıdır. Kabuklu olanları esmer renkte, kabuğu soyulmuş olanlar ise sarı renktedir. Meyankökünde nişasta, şeker, zamk, reçine, flavon türevleri ve glisirizin bulunur. Glisirizin, glukozit yapısında bir madde olup meyankökünün etkili maddesidir. Tadı şekerden elli kat tatlıdır. Köklerdeki oranı %5-13 arasında değişir. *Meyan Balı Meyankökü bitkisinin köklerinin kaynar suda işlenip meyanlı suyun yoğunlaştırılmasıyla elde edilen özüttür. Piyasada toz, silindir çubuk ya da dört köşe parçalar halinde bulunur. Parlak siyah renkli, özgül tatlı bir kütledir. Suda kolaylıkla erir. Bileşimi meyanköküyle aynıdır, ama glisirizin oranı daha yüksektir (%20). Göğüs yumuşatıcı, öksürük kesici, mukozaları koruyucu ve yara iyileştirici etkisi vardır. Bu nedenle bazı pastillerin bileşimine girer. Mide hastalıklarında da kullanılır. *Sanayide Kullanımı Meyankökü bitkisinin kök ve rizomlarından eriyen maddelerin kısmen veya bütünüyle alınmasıyla elde edilen meyan özü, sanayi alanında kolalı meşrubat imalatında kişnişle karıştırılıp katkı maddesi olarak; bira üretiminde ise köpük oluşturucu olarak kullanılmaktadır. Ayrıca doğal boyamacılıkta ve tahin helvası üretiminde yeralmaktadır. Sigara üretiminde ise belli oranlarda tütüne karıştırılarak nikotinin etkisini azaltıcı olarak da kullanılmaktadır. *Pazarı ve İhracatı Meyankökü Türkiye’nin önemli ihraç ürünlerinden biridir. Dünya ticaret alanında geniş yeri vardır. Özellikle Amerika, Avrupa ve Japonya gibi ülkeler, meyankökünün pazarıdır. Ülkemizde yetişen meyankökünün az bir kısmı tüketilmekte, geri kalanı ise ihraç edilmektedir. Eskiden kök üretimi Ege bölgesinde yapılırdı, ticaret merkezi ise İzmir idi. Günümüzde daha çok Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerinde toplanmaktadır. Gaziantep, Muş, Siirt ve İzmir’de kurulmuş fabrikalarda meyankökü, çeşitli sanayi kollarında kullanılmak üzere işlenmekte, ayrıca birçok ülkeye ihracatı yapılmaktadır. Şanlıurfa’da da bir yatırım sektörü olarak düşünülebilir. *Tıbbi Özellik ve Faydaları Meyankökü, özü ve şerbeti çok eski yıllardan beri gerek halk, gerekse hekimler tarafından çeşitli hastalıklarda kullanılmıştır. Bu içeceğin içinde %10 kadar bitkisel tabii şekerin yanısıra, balgam ve idrar söktüren Benzoatlı maddeler yer almakta olup, ayrıca tükürük çoğaltıcı ve terlemeyi kolaylaştırıcı, reçine ile köpüren ve renk veren maddeler de bulunmaktadır. Böbrek rahatsızlıklarının giderilmesinde idrar söktürücü olup, böbrek ve idrar yollarındaki taşları düşürdüğü bilinmektedir. Her türlü öksürük ile bronşların temizlenmesinde, göğüs yumuşatıcı ve balgam söktürücü olarak sabah akşam ağıza nohut büyüklüğünde meyan balı alınarak emilir. Nefes darlığına iyi gelir ve aynı zamanda sesi güzelleştirir. Mide ile oniki parmak bağırsağındaki ülsere, gastrite ve sinir zaafiyetine iyi geldiği görülmüştür. Susuzluğu giderir, iştah açar, vücuda serinlik ve zindelik verir. Hazmı kolaylaştırır, bağırsaklara rahatlık verir ve kabızlığı giderir. İlaç sanayinde ise, tabletlerin hazırlanmasında kullanılmaktadır. *Şanlıurfa’da Şerbetçilik Meyankökünden yapılan Şerbet satıcılığı Urfa’da bir meslek dalı olmuştur. Birçok şerbetçi bu mesleği çocuklarına da öğretir ve ailece bu mesleği icra ederler. Şerbetçilerimiz sıcak yaz günlerinde genelde tarihi çarşılarımızın bulunduğu mekânlarda (Sarayönü ile Balıklıgöl arasında kalan bölgede) dolaşıp halk tarafından çok ilgi duyulan bu güzel içeceği sırtlarında taşı*********** satarlar. Meyan şerbetine Şanlıurfa’da “Biyan balı” da denmektedir. Bölgemizde; Gaziantep, Diyarbakır ve Mardin’de de içecek olarak kullanılmaktadır. *Meyan Şerbeti (Biyan Balı)’nin Yapılışı Meyankökü topraktan söküldükten sonra üstündeki toprak, çamur gibi tabii kirler temizlenerek ortalama 20 cm uzunluğunda kesilerek güneşte veya sıcak bir yerde kurutularak saklanır. Bu köklerin tatlı ve güzel bir kokusu vardır. Daha sonra bu çubuklar tokmakla dövülüp elyaflar haline getirilir. Sonra “teşt”e (bir tür büyük leğen) konur, üstüne bir miktar su serpilir. Elyaf bu az miktardaki su ile birlikte elle karıştırılır, 1 kg elyafın içine 1 çay kaşığı karbonat olacak şekilde yeteri kadar karbonat eklenir ve hamur gibi yoğurulur. Elyaf, serpilen suyu çekince tekrar su verilerek karıştırılmaya devam edilir. Bu işlem birkaç kez tekrarlanır. Daha sonra kitle yeterli oranda ıslanınca tahtadan yapılmış bir teknenin içine konulur. Birkaç saat sonra teknenin ön tarafındaki delikten, ıslak olan meyankökü elyafından şerbet süzülmeye başlar. “Teşt”te birikmeye başlayan şerbet özüne belli bir oranda su katılır. Teşt içindeki şerbet, tasla bir müddet karıştırılır. Bu arada köpükler oluşur ve bu köpükler tas ile alınarak teknedeki meyankökü elyafının üzerine dökülür. Köpükler, elyafın özündeki maddenin daha iyi çözülmesiyle şerbetin berrak ve lezzetli olmasını sağlar. Teştte biriken koyu kıvamdaki şerbet güğüme konulur, belli bir oranda su ilave edilip karıştırılır ve buz parçaları da konularak satışa çıkarılır. Usta şerbetçiler buz parçalarını, krom sacdan yapılmış ince uzun ve ağzı kapalı bir termosa koyarak güğümün içine bırakır. Bu şekildeki soğutmada eriyen buzun suları şerbete karışmaz. Çok eskiden buz yapan makinalar olmadığından kışın “karlıklar”da biriktirilen karlardan konulurmuş. Kentin güney batısında yeralan dağlardaki mağaraların zeminlerine oyulmuş, ağız çapları 6-10 m, taban çapları 4-6 m, derinlikleri 8-15 m arasında değişen “karlıklar”ın içi kışın kar doldurulup üzeri samanla kapatıldıktan sonra yazın bir tarafı temizlenerek açılır ve testereyle kesilen karlar şehire getirilip kalıp halinde satılırmış. Karacadağ’dan getirilen kar kalıplarından da istifade edilirmiş. Anlatıldığına göre, herşey gibi eski şerbetlerin de lezzeti bir başkaymış. *Şerbetin Satışı ve Güğümler Şerbetin satılacağı güğümler çeşitli büyüklüklerdedir. Bunlar 30-40 litre arasında değişen büyüklüktedir. Sarı pirinç veya bakırdan yapılan bu güğümler temiz ve kalaylıdır. İşlemeli ve gösterişli güğümlerin yanısıra, galvanizli sacdan yapılmış sade olanları da bulunmaktadır. 50-60 yıl öncesinde tuluklarda da şerbet satılırmış. Büyük güğümlerle ve içine bolca buz atılmış vaziyette sırtında şerbetini dolaştıran şerbetçi, geldiğini belli etmek için tunçtan yapılmış üç-dört adet çıngırağı veya elinde taşıdığı küçük tunç tabakları birbirine ritimli vurarak dolaşır. Bu dolaşma esnasında yüksek bir sesle; “Geldim, Bırdayam... Biyanbalıcı”, “Böbrek Doktorı”, “Her derde Deva Beğım” diyerek, çarşı esnafına ve çarşıda gezenlere sesini duyurur. Güzel sesli bazı şerbetçiler ise esprili sözlerle satışını sürdürür. Bazı şerbetçiler imalat yaptıkları dükkânlarında satış yaparlar. *Şerbet Satışında Bazı Kurallar Şerbetçi, şerbet satarken bazı kurallar uygular. Bunların başlıcaları şöyledir: Dükkân sahiplerine veya dükkândaki misafirlere şerbet verdiği zaman genellikle hemen parasını almaz. Bununla ilgili olarak, dükkânın kepenk veya darabasının yan tarafındaki tahtaya verdiği şerbet sayısını belirten bir çizgiyle işaret koyar. Bu satışların toplamını haftadan haftaya veya aydan aya alır. Hesap görüldükten sonra bu çizgiler hemen silinir. Mırracılar da aynı işlemi yaptıkları için çizgi yerleri ve nüansları ayrıdır. Başka bir kural ise, müşterisi olan bir dükkâncıya yolda rastlayan şerbetçi bu müşterisine şerbet verdiği zaman bu satıştan para almaz ve o kişinin hesabına daha sonra ekler. Bazı şerbetçiler fakir kimselerden para almazlar. Yine bazı şerbetçilerimiz çarşı-pazarda gördüğü garibanlara, alış veriş için dolaşan yabancılara şerbet ikram ederler. Bu kişiler, “Biz istemedik” derlerse de şerbetçi, “Benden” deyip ikramında ısrar eder ve yabancılar bundan çok memnun olurlar. *Ramazan Sofralarında Sıcak yaz aylarındaki Ramazanlarda iftar sofrasında Biyan Balı bulundurmak Urfa’da vazgeçilmez bir tutkudur. Öğlenden sonra şerbetçilerde oluşan kuyruklar iftar saatine kadar devam eder. Poşet içindeki şerbetini eline alan Urfalı, büyük bir keyifle yorgunluğu biraz azalmış bir şekilde evinin yolunu tutar. Urfa dışındaki bazı hemşehrilerimiz de Urfa’daki yakınlarına şerbet sipariş ederek gurbette bu içecekle hasret giderirler. *Şerbetin Sebil Edilmesi Bazı hayırsever kimseler çarşıda gezen bir şerbetçi ile anlaşarak güğümündeki şerbetini ücretsiz olarak halka dağıtmasını ister ve şerbetçiye bunun ücretini öder. Şerbetçi de bu işi yaparken “sebil, sebil” diye bağırarak yoldan geçenlere ve o anda etrafında bulunanlara şerbeti bitinceye kadar dağıtmaya devam eder. Ayrıca Cuma günleri namaz bitiminde cami önlerinde ve mezarlıkta cenaze defnedildikten sonra şerbet sebil edenler olur. Bu güzel gelenek Urfa’da halen devam etmektedir.
  9. SIRA GECESİ SIRA GECESİ ” NEDİR? Genellikle kış gecelerinde, birbirine yakın yaş grubundaki gençlerin veya orta yaşlardaki arkadaş gruplarının, her hafta bir başka arkadaşın evinde olmak üzere, haftada bir akşam, belirli bir niteliğe ve düzene göre sıra ile yaptıkları toplantılara Şanlıurfa'da “sıra gecesi” denmektedir. Kısaca; “sıra gecesi” bir arkadaş grubunun haftada bir olmak üzere bir araya geldikleri toplantılardır. SIRA GECESİNİN URFA KÜLTÜRÜNDEKİ YERİ Sıra gecesinin Urfa kültür hayatındaki yerini şöyle özetleyebiliriz. Urfalı, genç yaşından itibaren sıra gecesine katılarak, cemaatle oturup kalkmayı, gelenek ve göreneklerini, adâb-ı muâşeret kurallarını, cemaatte konuşmanın adabını, yeri geldiği zaman konuşmayı, yeri geldiğinde dinlemesini bilmeyi, büyüğüne saygıyı öğrenir. Bu yönüyle “sıra gecesi” bir halk mektebidir. Sıra gecelerinde zaman zaman çeşitli kitaplar okunur ve yorumları yapılır. Bu yönüyle “sıra gecesi” bir eğitim-öğretim müessesidir. “Sıra geceleri” acıyı ve mutluluğu paylaşmaktır. Sıra arkadaşlarından birinin yakını ölse, diğer sıra arkadaşları cenazenin hazırlanmasından kaldırılmasına kadar arkadaşlarının yanında olurlar, arkadaşlarının acısını paylaşırlar. Düğün, sünnet vs. gibi mutlu günlerde yine arkadaşlar bir araya gelir ve mutluluğu paylaşırlar. Şanlıurfa'da müziğin gelişmesi ve yaygınlaşmasının en büyük nedeni sıra geceleridir. Bu geceler bir usta çırak geleneğine uygun olarak müziğin öğretildiği ve icra edildiği meşk ortamıdır. Bu yönüyle sıra geceleri bir “Halk konservatuarı”dır. Keklik, at gibi belirli hayvanlara merakı olanlar, sıra gecelerinde sevdikleri konuları konuşurlar; bu yönüyle sıra gecesi bir cemiyet, bir dernek gibidir. Urfa'nın sosyal, kültürel ve ekonomik sorunları sıra gecesinde konuşulur ve tartışılır, çözüm yolları üretilir. Bu yönüyle sıra geceleri birer istişare toplantılarıdır. Sıra geceleri sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın yoğunlaştığı ve pratiğe dönüştüğü yerdir. Sıra arkadaşları kendi aralarında yardımlaşma sağladıkları gibi, sıra gecelerinde toplanan paralarla fakirlere yardım edilir. Sıra geceleri nezih bir sohbet ortamıdır; ilim ve irfan sahipleriyle sohbetler edilir. Şiirler dinlenir, kültür ve edebiyat üzerine konuşulur. Sıra geceleri geleneksel “Tolaka” ve “Yüzük fincan” oyunlarının oynandığı, geleneklerin yaşatıldığı gecelerdir. Sıra gecesi, Urfa ve Urfalının tanıtımının yapıldığı bir lobidir. Sıra gecesi; zengin Urfa sofrası yemeklerinden çiğköfte ve tatlılarının yenildiği, misafirlere tanıtıldığı ortamlardır. SIRA GECESİNE GELİŞ Sıraya geliş saati daha önce belirlenen saatlerde olur ve büyük bir önem taşır. Herkes belirlenen saatte gelmek zorundadır. Belirlenen saatte gelemeyen, önceden tespit edilen para cezasını ödemek zorunda kalır. Sıraya gelenleri, ev sahibi kapıda karşılar ve oturulacak odaya alır. Sıraya önce gelenler ayağa kalkarak gelene buyur eder. Sıraya gelen selam vererek herkesle tokalaşır ve uygun yere oturur. Sırada yaşça büyük olanlar üst tarafta, yaşça küçük olanlar kapıya yakın oturur. Ev sahibi ve sıraya daha önce gelenler, sonradan gelenlere “merhaba” derler; sıraya gelen de onlara “merhaba” diyerek karşılık verir. Daha önce gelenler çoksa cemaatin hepsine birden merhaba anlamına gelen “cemaatize rahmet” der. SIRA GECESİNDE MİSAFİR AĞIRLAMA Sıra grubundan olan biri beraberinde misafir getirebilir. Misafire odanın üst tarafında yer verilir. Sıraya gelen misafirler, sıraya getiren kişi tarafından tanıştırılır. Sıradakiler de misafire tanıştırılır. Sıradakilerin tanıştırılması, misafiri getiren kişi tarafından yapılır veya sıradakiler tek tek sıra ile kendilerini tanıtırlar. SIRA GECESİNDE SOHBET Sıra gecelerinin en önemli fonksiyonlarından biri sohbettir. Sohbete, sıraya gelenlerden hal hatır sorularak başlanır. Sıraya gelenler birbirlerine sıhhat durumlarını, iş durumlarını sorarak sohbete başlarlar. Sohbet birçok konuda derinleşerek devam eder. Sohbet konuları arasına, o haftaki aktüalite, piyasanın durumu, ekonomi, siyaset ve dini konular gibi birçok mevzu girer. Sohbet konusu sıra gezenlerin ilgi alanlarına göre de değişiklik gösterir. Sıra gezenler kuş meraklısıysa, ağırlıklı olarak kuşlar üzerine; müzik meraklısıysa, müzik üzerine; kültür ağırlıklıysa, edebiyat ve şiir üzerine sohbet ederler. Muhtarların gezdiği sırada mahallenin sorunları, siyasi durum vs., dini ağırlıklı bir sıra ise, dini konular sohbetin ana konularını oluşturur. Sıra gecelerinde konuşulan konular, sıra gezenlerin mesleklerine, kültür ve sanat yapılarına, tahsillerine göre değişiklik arz etse de, sırada; sağlık, eğitim, siyaset, ekonomi, sanat, edebiyat, dini konular, Urfa'nın sorunları; Türkiye ve dünya meseleleri gibi hemen her konu konuşulabilir. Bazı sıra gecelerine, sıradakilerin merak ettikleri veya ilgi duydukları konunun uzmanı bir misafir özellikle çağrılır ve onun konuşması dinlenir, ondan istifade edilmeye çalışılır. SIRA GECESİNDE OYUN Sıra gecelerinde eğlenmek ve hoşça vakit geçirmek üzere bazı geleneksel oyunlar oynanır. Bu oyunlardan en yaygın olanları “Tolaka” ve “Yüzük Fincan” oyunudur. Tolaka Oyunu: En az 5-6 kişi ile oynanan bir oyundur. Bu oyunun oynanabilmesi için iki araç gereklidir. Birincisi, avuç içine sığacak kadar büyüklükte bozuk para veya yüzük; ikincisi ise, oyunda ceza alan oyuncunun eline vurmak üzere bükülmüş boyun bağı (atkı), havlu veya kemer, İşte bu ceza aletine “tolaka” denir. Oturan oyuncular iki elini birleştirerek ileri uzatır. Ebe, avuç içine saklanacak şeyi eline, ceza aleti tolakayı da koltuğunun altına alarak ayağa kalkar. Bu sırada diğer oyuncular ellerini birleştirmiş ve ileriye doğru da uzatmış olarak ebeyi beklemektedirler. Ebe, her oyuncunun önünde durarak, elini oyuncuların birbirine yapışık ellerinin içinden geçirir. Elindeki bozuk parayı oyuncuların ellerine bırakır gibi yaparak tüm oyuncuları dolaşır. Ebe, bu işi birkaç defa tekrarlar. Ebe tüm oyuncuları birkaç defa dolaşırken, saklanacak olan bozuk parayı kimseye belli etmeden herhangi bir oyuncunun eline bırakır. Bozuk para eline bırakılan oyuncu hiç sesini çıkarmaz, renk vermez. Ebenin sorduğu herhangi bir oyuncu saklanan paranın kimde olduğunu bilirse, ebenin eline ceza aleti ile bir tane vurur ve kendisi ebe olur. Yeni ebe de oyundaki yerini alınca oyuna devam edilir. Ebenin sorduğu oyuncu, paranın kimde olduğunu bilmezse, bu defa ebe onun eline ceza olarak (paranın saklı olduğu oyuncunun söylediği kadar) vurur. Oyuna da yine aynı ebe devam eder. Yüzük Fincan Oyunu: Bu oyun için en az 5, en çok 10 kulpsuz fincan (acı kahve fincanı) ve bir yüzük gerekmektedir. Bu oyun için sıra elemanları iki gruba ayrılır. Bir grup tepsiyi ve fincanları alarak gizliden yüzüğü tepside ters dizili fincanlardan birinin altına saklar. Karşı grubun tepside ters dizili fincanların altından yüzüğü bulması oyunun temel özelliğidir. Oyuna başlayan taraftan biri tepsiyi görünmeyen bir köşeye götürür ve fincanlardan herhangi birinin altına yüzüğü saklar. Tepsiyi yavaşça karşı tarafın önün bırakır. Karşı taraf oyuncuları aralarında tartışarak, yüzüğün hangi fincanın altında olduğunu bulmaya çalışır. Fincanları kaldırmak, karşı tarafın temsilcisi tarafından yapılır. Temsilci, ellerini fincanların üzerinde şöyle bir gezdirirken, karşı taraf oyuncuları fincanı saklayanların yüzlerine bakar ve heyecanlanıp heyecanlanmadıklarını anlamaya çalışır. Dolu fincan üzerindeyken herhangi birinin yüzü değişirse, o fincanı kaldırması gerektiği konusunda temsilcilerini uyarırlar. Temsilci, fincanı kaldırmadan fincanın “boş” veya “dolu” olduğunu söyler. Temsilci birinci fincanı kaldırırken “dolu” der ve yüzüğü bulursa takımına 10 sayı kazandırır ve aynı zamanda tepsiyi hazırlama kendi takımına geçer. Ama “boş” dediği fincanları tek tek kaldırırken yüzüğü bulursa, fincan adedi kadar sayı alabilirler. Diğer tarafta kaldırılmayan fincanların sayısı kadar sayı verilir. Yüzüğü ilk saklayan taraf yüzüğü saklamaya devam eder. Oyun bu şekilde önceden kararlaştırılan sayı bulununcaya kadar devam eder. SIRA GECESİNDE MÜZİK Şanlıurfa'da müziğin gelişmesi, yaşatılması, yeni bestelerle sanatçıların ortaya çıkışında en önemli faktör sıra geceleridir, denilebilir. Sıra gecelerinde usta-çırak geleneği içerisinde müzik icra edilir. Herhangi bir enstrüman çalan veya okuyabilen kişilerin oluşturduğu sıralarda Urfa makam geleneği içerisinde müzik icra edilir. Müzik faslı Rast veya Divân makamından başlayarak Uşşak, Hicaz ve gecenin durumuna göre diğer makamlarla devam ederek Kürdi veya Rast makamıyla son bulur. Bu makamlar icra edilirken o makama göre şarkı, türkü okunur. Arada ise hoyrat ve gazel okunur. Müziğe yeni başlayanlar, bu gecelerde ustaları dinleyerek müzik bilgisi alır ve makamları öğrenirler. Bu yönüyle sıra gecelerine “halk konservatuarı” da denilebilir. Urfa'nın yetiştirdiği Mukim Tahir, Kel Hamza, Damburacı Derviş, Tenekeci Mahmut, Kazancı Bedi, İbrahim Tatlıses, Mehmet Özbek, Mahmut Coşkunses gibi, daha sayabileceğimiz birçok ünlü, sıra gecelerinde yetişmiş ve ustalık dönemlerinde da çırakları kendilerinden istifade etmiştir. DİSİPLİN VE YARGILAMA Sıra gecelerinin temeli disiplindir. Sıra gecesine gelişten ayrılışa kadar kurallar dizisi vardır. Sıraya katılan kişi bunlara kesinlikle uymak zorundadır. Bu kurallara uymayan, uyum sağlayamayan kişi zaman içinde sıradan ayrılmak zorunda kalır. Sıra gecesinin genel kuralları sıraya katılanlar tarafından umumiyetle bilinir. Sıraya gelme saati, kalkma saati gibi bazı kurallar da sıra elemanlarının ortak kararıyla belirlenir. Bu alınan kararları sıra başkanı uygular. ACI KAHVE VE ÇAY İKRAMI Sıraya gelenlere ilk olarak sigara ve acı kahve ikram edilir. Acı kahveye Urfa'da “Mırra” denilir. Acı kahve yapmak için önce çekirdek kahve kavrulur ve iri çekilir. Çekilen kahve “gümgüm” denen büyükçe cezveye konularak iyice kaynatılır, kaynayan kahve başka bir cezveye süzülür, dinlenen kahve tekrar süzülür. Süzülen kahveye “hel” denen ve özel bir tad veren bitki tohumu da konur ve kaynatılarak sıcak olarak misafirlere ikram edilir. Kahve, misafirlere özel kulpsuz fincanlarla sunulur. Mırra, fincanın dibine az miktarda konulur ve iki defa verilir. Acı kahvenin yapılması gibi, içilmesinin de kendine has kuralları vardır. Bu kurallardan birkaçını şöyle sıralayabiliriz. Sıra gecesinde acı kahve, misafirler ilk geldiğinde ve kalkacakları sırada olmak üzere iki defa ikram edilir. Her ikramda fincana az miktarda acı kahve konur, misafir kahveyi içer ve fincanı geri uzatır. Mırrayı dağıtan, tekrar fincana az miktarda kahve koyarak misafire verir. Misafir ikinci kez uzatılan kahveyi de içerek teşekkür eder ve fincanı, kahveyi dağıtana geri verir. Burada iki püf noktası vardır. Kahveyi içen, kahve fincanını yere koymamalı ve mutlaka kahveyi verene iade etmelidir. Kahveyi içenin fincanı yere veya masaya koyması kahveyi dağıtana büyük hakaret sayılır. Bunun cezası kahveyi veren bekârsa, evlendirmesi veya fincanın altınla doldurulup bunun kahveyi dağıtana verilmesidir. Urfa'ya gelen yabancıların çoğu bu kuralları bilmedikleri için çoğu kez fincanı yere koyar, orada bulunan, bu kuralı o yabancıya hatırlatır ve kahveyi dağıtana da onun yabancı olduğunu ve bu kuralı bilmeden fincanı yere koyduğunu, amacının hakaret olmadığını söyleyerek “hoş görmesini” ister. Sırada, acı kahveden sonra çay ikram edilir. Çay biraz geciktiğinde, sıra arkadaşlarından bazıları esprili bir şekilde çayın geciktiğini ev sahibine hatırlatırlar; “Yahu bu çayiz Halep'ten mi geli?”, “Niye bele gecikti”, “Çay suyiz yoksa komşıdan getırah” veya birkaç arkadaş “Çay içinde adalar” gibi içinde çay geçen türküleri söylemeye başlarlar. Ev sahibi çayın geciktiğini anlar ve hemen çayları getirir. Sıra gecesinde acı kahve ve çaydan başka, yazın ayran ve şurup ikram edildiği de olur. Sıra gecelerinde alkollü içki kesinlikle içilmez. SIRA GECESİNİN BAŞ YEMEĞİ “ÇİĞKÖFTE” Sıra gecelerinde yemek olarak “çiğköfte” yapılır, nadiren diğer yemekli sıra geceleri de vardır. Diğer bir ifade ile “Çiğköfte” sıra gecelerinin değişmez yemeğidir diyebiliriz. Sırada sohbet veya müzik faslı biterken köfteyi yoğuracak kişi ve ona yardımcı olacaklar köfte yoğurmak üzere kalkarlar. Daha önce bulguru, eti, isodu (kırmızı pul biberi) ve diğer malzemelerin hazırlanmış olduğu diğer odaya geçerler. Köfteyi yoğuracak olan, elini güzelce yıkayarak işe başlar. Köfte kıvamına geleceği sırada, sofra serilmeye başlanır. Köfte ile beraber yenilecek has (marul), beyaz lahana, salatalık, turp, nane, pırpırım (semizotu) ve Urfa'da yetişen hardal, kuzukulağı, suyarpızı, tuzik pendik ve tere gibi dere otlarından mevsimine göre bulunanlar sofraya dizilir. Ayran ve ekmek de sofraya konulduktan sonra hazır olan çiğköfte herkese bir tabak olacak şekilde servis yapılır. İyi köfte yoğurmak bir meziyettir. Sıraya gelen her kişi iyi köfte yoğuramaz. Her sıranın köfte yoğuranı bellidir ve o kişi veya kişiler sıra gecesinde köfteyi yoğururlar. İyi yoğuramayan biri, köfte yoğurursa köfteyi hamurlaştırır, yiyenler “yuvalak köftesine benzemiş” gibi nüktelerle yoğurana takılırlar; köfteyi yoğuran, yoğurduğuna yoğuracağına pişman olur. Sırada çiğköftenin yanında bostana, salatalık veya maruldan yapılmış cacık, zeytin bostanası veya koruk salatası, çoban salatası gibi salata ve cacıklar ikram edilir. SIRA GECESİNDE TATLI Sıra gecelerinde çiğköfteden sonra kadayıf, şıllık, katmer, baklava veya daş ekmeği, küncülü akkıt, palıza, şıre gibi mahalli tatlılardan herhangi biri ikram edilebilir. Sıra sahibinin hanımı maharetli ise, bu tatlılar evde hazırlanır, yoksa çarşıdan alınır. SONUÇ Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: “Sıra gecesi” bir halk mektebidir, eğitim ve öğretim müessesesidir, arkadaşlıkların dostluklara dönüştüğü, dayanışma ve yardımlaşmanın, hoş sohbetin, müziğin, edebiyatın harman olduğu gecelerdir. Şanlıurfa kültür hayatında önemli bir yere sahip olan “sıra geceleri” geleneği çok yaygın bir şekilde Urfa'da ve Urfa dışındaki Urfalılar arasında halen devam etmektedir. Birçok geleneğimizin yozlaştığı ve bir kısmının kaybolduğu günümüzde sıra gecesi” geleneğinin yaşıyor olması bir şanstır, bir güzelliktir. Sıra gecesi geleneğinin sürdürülmesi, bu kadar olumsuz tesirlere karşı halkımızın kendi milli değerlerine sahip çıktığının bir göstergesidir. Bu nedenle “sıra gecesi” geleneğinin bugün olduğu gibi yarınlarda da devam etmesi halisâne dileğimizdir.
  10. KISAS KÖYÜ Şanlıurfa’ya, “Peygamberler Şehri”, “Müze Şehir”, “Tarih ve Tarım Şehri” ünvanlarıyla anılmasının yanısıra aynı zamanda bir “Musiki Şehri” de diyebiliriz. Yöremizden çok değerli müzisyenler yetişmiş, yurtiçinde ve dışında ilimizi başarıyla temsil etmişlerdir. Bu yöremizdeki kültür değerlerinin içinde musiki, halen çok önemli bir yer tutmaktadır. “Aşıklar Diyarı” olarak bilinen Kısas Köyü ise Güneydoğu Anadolu bölgesinde aşık tarzı şiir geleneğini sürdüren ve kırk civarında saz şairinin yetiştiği, gönül ehli insanların yaşadığı bir beldemizdir. Köydeki aşıklar kendi deyişlerinin yanısıra usta malı da çalıp söylemektedirler. Ülkemizde en çok ihtiyaç duyulan birlik ve beraberlik ruhunun oluşmasında âşıklarımızın önemli bir yeri bulunmaktadır. Kısas’ta yetişen Aşıklar gerek yurt içinde gerekse yurtdışında hayatları boyunca şiirler yazıp, deyişler söyleyerek, bağlama çalarak bu geleneği başarıyla sürdüren sanatçılarımızdır. Halkın anlayabileceği yalın bir dille yazan, hece vezni kullanan, sazı ve sesi güçlü, kendi deyişlerinin yanısıra usta malı deyişler de okuyan Kısaslı Aşıkların şiirlerinde Alevi-Bektaşi kültürüne özgü motiflerin yanısıra sosyal konular da genişçe yeralmaktadır. Şanlıurfa’da, aşık tarzı şiir geleneğini sürdüren saz ve söz ustalarının kültür dünyasına tanıtılması ve eserlerinin gelecek kuşaklara aktarılması amacıyla yapılacak çalışmalar en önemli dileğimizdir. KISAS KÖYÜ TARİHİ VE HALKI Kısas, Şanlıurfa ilinin 12 km güney doğusunda Tektek Dağları’na giden yolun üzerinde, Harran Ovası’nın başlangıcında yeralmaktadır. Dili, geleneği-göreneği ve yaşam biçimi bakımından çevresindeki köylere benzemeyen, fakat şehir merkezi ile benzerlik gösteren ve Şanlıurfa merkezine bağlı bir Türkmen köyüdür. 1992 yılında belde olmuştur. Kısas adının tarih olarak geçtiği en eski kaynakta, 1035 yılında Arapların hâkimiyetindeki Kısas’a Urfa’daki Bizanslıların akınlar yaptıkları bahsedilmektedir. Kısas adından bahseden diğer eski bir kaynak ise Urfalı Mateos’tur. Vak’ayinâme’sinde ünlü Selçuklu kumandanı Sâlâr-ı Horasan’ın (1065 yılında) Urfa’ya gelişinden “... Sâlâr-ı Horasan, Urfa memleketine geldi ve Çalap (Culap) üzerine yürüdü. Oranın muhtelif yerlerinde şiddetli katliamlar icra etti ve birçok insanı da esarete sürükledi. Sonra Deb denilen kaleye karşı yürüdü. Oranın halkını kâmilen kılıçtan geçirdi. Sonra da Ksaus denen yere gelip karargâh kurdu. Urfa’da bulunan 4000 atlı ve piyade Roma askeri, Türklere karşı yürüyüp Ksaus’a yakın bir yer olan Tılag’a geldiler, bunu gören Sâlâr-ı Horasan askerlerine hücum emrini verdi. Fakat Roma askerleri muharebe daha başlamadan önce kaçtılar... Müslümanlar onları şehrin hendeğine kadar kovaladılar.” diye bahsedilmektedir. Buradan da anlaşılıyor ki Türkler ilk kez 1065 yılında Kısas’a kadar gelmişlerdir. J.B.Segal’in, Edessa ‘The Blessed City’ isimli kitabının 233. sayfasında; 1110 yılında Musul valisi Emir Mevdud’un komutasındaki ve diğer Türk komutanlarından oluşan bir grubun Urfa üzerine geldiği, Türklerin Urfa’nın doğusunda, Kısas Kalesi yakınında kamp kurdukları, Urfa’yı kuşatmayıp ancak manastırları tahrip etmekle yetindikleri yeralmaktadır. Kısas’taki höyükte daha önceleri bir kalenin bulunduğu buradan anlaşılıyor. Yine aynı kitabın 237. sayfasında; “1138 yılında Artuklu beyi Timurtaş, civarda yaptığı birkaç başarılı akın ve savaş sonucunda birçok Frankı öldürdü ve esir aldı. Esirlerle Urfa önüne geldi ve kentin teslimini istedi. Ancak Franklar kenti teslim etmediler. Bunun üzerine Türkler Urfa’nın doğusundaki önemli bir kale olan Kısas kalesini zaptettikten sonra geri çekilmişlerdir.” diye bahsedilmektedir. 16. yüzyılın sonlarına doğru Mevali Türkmenleri’nin yaşadığı Kısas’ta halkının Suriye’yle Türkmen Culabı (rakka şehrinin çevresinde bir yer) denen bölgeye göç edip yerleştiğini ve köyün uzun süre boş kaldığını söyleyen Sefâî, köyün bugünkü halkının buraya gelişini ise şöyle hikâye etmektedir: “Zeynel Abidin’in torunlarından olduğu söylenen Seyit Ahmet adında bir Türk 1600 yıllarında yakınlarıyla birlikte Horasan’dan buraya gelir yerleşir. Kerâmet ve mûcizeler sahibidir. Fakir fukaraya kazan kaynatan ve sevilen bir zattır. Bizler bu topluluğun evlatlarıyız.” Aşık Sefâi, Kısas adının ise Emeviler’le Abbâsiler arasında yapılan savaşlarda tarafların “kısasa kısas” davranışlarından geldiğini söylüyor ve ekliyor. “Emevi halifeleri, iktidarları döneminde müslüman halka çok zulmediyorlardı. Nihayet Horasan’dan Eba Müslim denen bir yiğit 40 sene süren bir savaş sonunda Yezid’in oğlu Mervan’ı yendi. Böylece hem Türkler hem de Araplar huzura kavuştular.” Aşık Sefâî destânımsı hikâyesine devamla şöyle diyor: “Muharebenin çoğu Harran ovasında olur. Emeviler esir aldıkları askerleri bir tepede diri diri yakarlarmış. Eba Müslim tarafı ise esir aldıkları Emevi askerlerini önce yola çağırırlar ve yola girmedikleri takdirde oniki imam aşkına başlarına oniki çivi çakarlarmış”. Aslında Aşık Sefâî burada, 8. yüzyılda Arap Dünyası’ndaki toplumsal bölünmelerden yararlanarak Emeviler’e karşı bir ayaklanma başlatan Eba Müslimi Horasanî’nin, son Emevi halifesi II. Mervan’ı yenilgiye uğratarak Ebü’l Abbas’ın Abbâsi halifesi seçilmesini sağlayan savaşını, efsânevi bir dille anlatmaktadır. ŞAH MUHAMMED Aşık Sefâî’nin anlattığına göre Eba Müslimi Horasani’nin Emevilerle olan ve kırk sene süren savaşında Eba Müslim’e, Hürzem (Harezm) beylerinden Şah Muhammed ve kardeşi Fatma Hatun yardım etmişlerdir. Şah Muhammed bir gün ava çıkar. Kırk kişilik bir kalabalık görür. Bunların kimler olduğunu öğrenmek üzere adamlarını gönderir. Adamlar gider bakarlar ki kırk kişiden otuz yedisi ölmüş, üçü yaşıyor. Ama onların da dili kesilmiş. Dilsizlerin yazıyla anlatmalarından Eba Müslim’im askerleri oldukları anlaşılır. Eba Müslim’in burada Emevilerle savaş yaptığını öğrenen Şah Muhammed, şimdiye kadar mücâdeleye girmemiş olduğuna kahırlanır. 40.000 askeriyle savaşa katılır ve altın tahtını Eba Müslüm’e hediye eder. Uzun yıllar süren savaşlar sonunda Şah Muhammed bir savaşta şehit düşer. Türbesi halen Kısas’ta bulunmaktadır ve önemli bir ziyaret yeridir. Hazreti Ali yanlısı oluşu ve Kerbela faciasının öcünü almak için Emevilere karşı savaşması ile Eba Müslüm, Anadolu’da bulunan inanışlar arasında olduğu gibi Kısas halkının zihninde de efsânevi bir kişiliğe bürünmüştür. KISAS'DA SOSYAL VE KÜLTÜREL YAPI Kısas halkı tarım ve hayvancılıkla uğraşmaktadır. Buğday, arpa, pamuk, mercimek, fıstık yetiştirilmekte; az ölçüde bağcılık da yapılmaktadır. Son yıllarda sulu tarıma geçilmiştir. Ekonomik durum orta düzeydedir. 1997 sayımına göre köy 700 hâneli olup nüfusu ise 5.400’dür. Beldede; Belediye teşkilatı, Tarım Kredi Kooperatifi, Sağlık Ocağı, İlköğretim Okulu ile Belediye Kütüphânesi, Sulama Birliği, 3 kahvehâne, 3 fırın, 10 bakkal dükkânı, Ziraat Teknisyenliği, PTT acentalığı, 2 Cem Evi ve 2 cami bulunmaktadır. Şehir merkezi ile bağlantıyı sağlayan yol asfalttır. Çevresinde yeralan; Fiyen, Sultan Tepe, Çekçek, Çamurlu, Köpürlük, Cüdeyde gibi köylerde yoğun olarak Arapça konuşulmasına karşılık; Kısıs’ta konuşulan tek dil Türkçe’dir ve şehir merkezindeki Türkçe’ye göre, daha saf ve daha temizdir. Okuma yazma oranı diğer köylere göre daha ileridir. Kısas halkı, dinine, geleneklerine, devlete ve Cumhuriyete bağlı; milliyetçi, vatanperver, misafirperver insanlardır. Köyde ağalık ve büyük toprak sahipliğine rastlanmamaktadır. Herkesin kendine yetecek kadar toprağı bulunmaktadır. Kısaslılar; “Biz kendimize Alevi diyoruz ama aslında Bektaşi’yiz. Zaten Alevi, Bektaşi aynıdır” demektedirler. Kısas Köyü’nün çoğu Bektaşi olmakla birlikte köyde Sünni Türkmenler de yaşamaktadır. Bektaşilerin iki cem evinin yanısıra Sünnilerin de köyde iki camileri vardır. Köyde manen ayrılıklardan dolayı bugüne kadar hiç kavga olmamış, zaman zaman olan kavgalar ise başka kaynaklıdır. GELENEKLER Kısas, geleneklerini yaşatmaya çalışan gönül ehli insanların beldesi ve aşıklar diyarıdır. Düğün geleneği kısmen değişmiş olup bazı aileler şehirde düğün salonlarında düğün yapmaktadır. Eskiden köyde yapılan düğünler çok şenlikli olup on gün sürermiş. Ölümle ilgili gelenek ise Kısas’ta şöyledir: Cenaze, evde imam tarafından yıkanır. Mezarlıkta namazı kılınır. Mezar başında hoca, dua okur. Üç gün taziye yapılır. Komşular, cenaze sahibini yemeğe davet eder. Üç gün sonra cenaze sahibi kurban keser ve bütün köyü davet eder (Buna “Topraktan Kaldırma” denir). Taziyede, gelenler tarafından Yasin ve Fatiha sureleri okunur. Kısas’ta 12 gün Kerbela şehitleri, 3 gün de mas’um-ı pâklar için olmak üzere her yıl muharrem ayında 15 gün oruç tutulur. Oruçta 15 gün boyunca etli yemek yenmez, sakal traşı olunmaz yıkanılmaz, aynaya bakılmaz, su içilmez (Ayran, şerbet içilir). Mecbur kalanlar suyun içine biraz toprak karıştırarak içer. İftarda kana kana su içmek günah sayılır. Oruç sonunda aşure pişer. Kazan başında toplanılarak dua okunur. Aşure’nin yanısıra kurban kesenler de olur. Oruç bitse bile Muharrem ayı içinde kelle ve ciğer gibi yemekler yapılmaz (diğer etli yemekler yapılabilir). Yılda bir defa Ocak ayında görgü-sorgu kurbanı yapılır. Tarikat mensupları, aralarında para toplarlar. Kurban alınıp kesildikten sonra, Baba: “Razı mısınız birbirinizden?” diye sorar. Küskünler barışır. “Gelme gelme, dönme dönme, gelenin malı, dönenin canı” diye yemin verilir. Düşkünler (suç işlemiş kişiler) görgü-sorgu kurbanına katılamaz. KISAS'TA CEM Cem’de 12 Hizmetin Sahipleri 1- Dede: Sercem de denilir. Cem’i yönetir. 2- Rehber: Cem’e katılanlara yardımcı olur. 3- Gözcü: Cem’de düzeni ve sükûneti sağlar. 4- Çerağcı: Çerağın yakılması, meydanın aydınlatılmasıyla görevli 5- Zakir: Deyiş, Duvaz, Mirac’lama söyler 6- Farraş: Meydanı Süpürür 7- Sakka: İbriktar, saka suyu dağıtır 8- Sofracı: Kurban ve yemek işlerine bakar. 9- Pervane: Samahcı, samah yapanlar. 10- Peyik: Cem’i komşulara haber veren. 11- İznikçi: Cem evinin temizliğine bakar. 12- Bekçi: Cem’in ve Cem’e gelenlerin evlerinin güvenliğini sağlar. HALKA NAMAZI (Kırklar Namazı) Kısas’ta Cuma akşamları cem evinde yapılan toplantıya “Halka Namazı” ya da “Kırklar Namazı” denilmektedir. Cem’e herkes lokmasını (evindeki yiyeceği) alarak gider. Önce âdâbınca sohbet yapılır, sonra namaza geçilir. Namazda ilk hizmet sahibi “Selmanı Farraş” önce meydanı süpürür, meydanı açar. Sonra abdest suyu dağıtılır ve herkes elini yıkar. Meydan açılırken çıra duasının (Nur suresi 35. ayet) okunmasıyla delil uyandırılır ve arkasından edebi erkan ile üç Duvaz-ı İmam (Düvâzdeh imâm) birbirine bağlı olarak okunur. Kısa bir ara verilir. Bundan sonra âşıklar fasıla başlar. Burada daha çok Hazreti Ali’yi, Oniki İmamı, Hacı Bektaşı Veli’yi öven medhiye türü şeylerle Duvaz-ı İmam (Oniki imamın adının geçtiği Nefes) okunur. Aşıklar böylece bir fasıl geçtikten sonra kısa bir ara verilir. Gözcü; “Zâkirlerin zikri gerek” der ve ikinci fasıl başlar (Deyişler okunur). Bu da bittikten sonra namaza devam edilir. Üç Duvaz-ı İmam okunur sonra “mi’raçlama” okunur. Mi’raçlama okunurken Hazreti Muhammed’in Mi’rac’a çıkışına sıra geldiğinde topluluk ayağa kalkar ve bir dörtlük ile öylece ayakta okunur. Sonra semaha geçilir. Kısas Köyünde Yapılan Semah Bu samaha “Kırklar Semahı” denilmektedir. Miraçlama’nın sonunda başlar ve şu şekilde olur. 1- Çark (Hızlı dönüş, pervane) sonunda samah dönenler ayakta durur ve baba gülbeng okur. 2- Duvaz-ı İmam (saz eşliğinde okunurken dönenler oturur) 3- Gülbeng (baba veya dede dualar okur) 4- Semah Yürüyüşü (Turnalar deyişi eşliğinde) 5- Çark (samah dönüşüne bağlı olarak hızlı dönüş) sonunda semah dönenler ayakta durur ve baba gülbeng okur. 6- Duvaz-ı İmam (saz eşliğinde okunurken dönenler oturur) 7- Gülbeng 8- Ağırlama (nenni de denir, samah dönenler ayakta durur) 9- Samah Yürüyüşü (deyiş eşliğinde) 10- Çark (samah yürüyüşüne bağlı olarak hızlı dönüş) 11- Gülbeng (ayakta dua edilir) 12- Tevhid (dönenler ve ayaktakiler diz üstü oturur, Sadık Baba’nın veya Kul Hüseyin’in deyişi okunur) 13- Tevhid’den sonra bir kişi: “Çekelim aşkın yayın, Cem’e girmesin hayın, Tevhid kemalı buldu, Erkan yerini aldı, Diyelim ahhh Hüseyin” der. 14- Gülbeng çekilir 15- Saka Suyu (Saka Hüseyin) iki veya üç görevli, saka suyu duası okunduktan sonra Cem’de oturanlara tas ile su dağıtır ve birer yudum içilir. 16- Lokma ve sofra (getirilen lokmalar sofraya dizilir, yemekten önce ve sonra dua okunur.) 17- Gözcü ortaya gelir “Oniki hizmetin tamamına diyelim Allah Allah”! der. Sonra Baba son gülbengi okur: “Allah Allah, Allah, Allah, akşamlar hayr ola, hayırlar feth ola, şerler def’ola, münkirler mat, münafıklar berbad ola. Ya Hazreti Allah namazımızı niyazımızı kabul eyliyesen. Üçler, Beşler, Yediler, Oniki İmam, Ondört Mahsum-ı Pâk, Onyedi Kemerbest ve Kırkların hayli himmetleri; sefa nazarları üzerimizde hazır ve nazır ola, gelmiş görmüş ola, göz gönül katmış ola. Bilerek, bilmeyerek yaptığımız günahlarımızı af ü mağfiret eyleyesen, bin günahımızı bir gerçeğe bağışlayasan. Nur-ı Nebi, Kerem-i Ali, pirimiz-üstadımız Seyyit Hünkâr Hacı Bektaşı Veli. Dil bizden nutuk Hazreti pirden. Gerçeğin demine hû Ya Ali. Oturup duran, pir ve civan ârife nazar, gerçeğe hû; Gaybetsiz başını yastığa koyan sağ yata selâmet kalka; sırrı sır edenin demine hu, hak saklaya, Hızır bekleye cem’i cümlemizi.” Samahta 3-5-7 kişi dönmekle birlikte, yerin durumuna göre coşan, içi kaynayan samaha kendini katar. Bacılar da isterlerse katılabilirler. KISAS'TA AŞIKLIK GELENEĞİ Köyde aşıklık geleneği en iyi şekilde muhafaza edilmekte ve sürdürülmektedir. Hemen hemen her evde bir bağlama bulunmaktadır. Bu özellikleriyle Kısas, “Aşıklar Diyarı” ünvanına lâyıktır. Köydeki aşıklardan yurt içinde ve dışında sesini duyuranlar da bulunmaktadır. Bu halk şairlerimiz, sazlarıyla halkın dilini şiirleştirip duygularını dile getirmektedirler. Ayrıca şiirlerinde geleneklerini, inançlarını, atasözlerini, deyimlerini dile getirip sevdiklerini överler ve onlara ait menkıbeleri şiirleştirirler. Sosyal hayattaki değişiklikler de şiirlere tesir etmektedir. Köyde yetişen aşıklardan bağlama çalanlar kendi deyişlerinin yanısıra; herkesçe tanınmış, Kısas dışındaki eski aşıklardan Sadık Baba, Sıtkı Baba, Dertli, Derviş Ali, Edip Harâbî, Virâni, Kul Hüseyin, Kul Himmet, Seyyid Nesimî, Şah Hatâyî ve Pir Sultan’ın deyişlerini de (usta malı) okumaktadırlar. KISAS'TA MÜZİK GELENEĞİ Kısas Köyü halk müziği, Şanlıurfa’ya göre farklı bir zenginlik göstermektedir. Urfa türkülerinde koşma biçimi yok denecek kadar az olup türkülerde ise daha çok mani biçimine rastlanmaktadır. Kısas’ta ise durum bunun tersidir. Yaşlı, genç bütün aşıklar en güzel deyişlerini bir bütünlük içinde koşma biçimiyle söylemektedirler. Köydeki çalıp söyleyenlerin tümü bağlamada Alevi-Bektaşi müziğinin temel akordu olan bağlama düzenini kullanmaktadırlar. Veli Göncü ise makam (gazel) okurken bozuk düzeni kullanmakta genellikle Kürdi ve Araban gazellerini okumaktadır. Köyde, Şanlıurfa merkezinde icra edilen tüm makamlar bilinmemektedir. Kısas uzun havalarında Barak yöresi tarzına da rastlanmaktadır. Bu durum boy birliğine bağlanabilir. Köyde, hoyrat türlerinden ise sadece Beşiri hoyrat okunmaktadır. Dinî bir törenin gereğini yerine getirmekte olan Kısas semahı ise kendine has karakterlerini diğer ezgilere göre daha çok korumuş olup kompozisyon bakımından renkli, şiir yönüyle de çok güzel bir örnek teşkil etmektedir.
  11. AHİLİK GELENEĞİ Osmanlı döneminde, taht merkezinden çok uzakta olan Şanlıurfa’da –farklı da olsa- yüzyıllarca devam eden, kökü ahiliğe dayalı bir esnaf veya ahilik kültürü mevcut idi. Bu kültür, tarih içinde değişmiş olup kısmen günümüzde de sürdürülmektedir. Şanlıurfa’nın Haşimiye Meydanı’nda, yönümüzü güneye doğru çevirdiğimizde, mevcut olan dört yol bizi, efsâneye göre Hz. İbrahim’in ateşe atıldığı yerde oluşan Balıklıgöl ve Aynzeliha gölü ile yine o çevre içerisinde yerleşmiş birçok çarşı, pazar, handan meydana gelen tarihi mekânlara ulaştırır. Bu tarihi mekânlar, Şanlıurfa el sanatlarını icra eden esnafın yoğunlaştığı yerlerdir. Buralarda dolaşan kişi, bu mekânlardaki mistik ve tarihi havayı teneffüs ederek mutlaka etkilenir. Esnafın cana yakınlığı ve dürüstlüğü ayrıca kayda değer bir husustur. Esnafın hemen hemen tamamı, usta çırak geleneğine göre yetişmiş ve yıllardır o mesleği yapan insanlardan oluşur. Babası çocuğunu aynı meslekten bir ustanın yanına “Eti senin kemiği benim” diye koyar. Usta, çocuğa babasından daha yakındır. Mesleği ile ilgili incelikler başta olmak üzere, hayattaki birçok muaşeret kuralını, mesleği ile ilgili birçok geleneği çocuk, ustasından öğrenir. Askere gidip geldikten sonra ustasının öğrettiği kurallar çerçevesinde mesleğini kendi başına devam eder. Kendisi usta olsa dahi, ustasını gördüğünde hürmette kusur etmez. Her gördüğünde elini öper ve hayır dualarını alır. Gelenek ve göreneklerin halen canlı olarak yaşatıldığı bir esnaf gurubu Sipahi Pazarı esnafıdır. Sipahi Pazarı’nda karşılıklı olarak yaklaşık elli dükkân bulunur ve dört kapısı vardır. Bu çarşının bir kapısı neçek ve dokuma işlerinin satıldığı Bedesten’e, bir kapısı İsotçu pazarına, bir kapısı ise Eskici Pazarı’na bir kapısı ise Sobacı Pazarı’na açılır. Bu çarşıda halı, kilim, diğer ev sergileri, kürkten yapılmış giyim eşyaları ve halı yastıklar alınıp satılır. Bu esnafın bir başkanı (Şeyhi); bir de idare heyeti vardır. Bu pazarda alışverişler belirli kurallara bağlıdır. Bu kurallara uymayanlar idare heyeti ve Şeyh tarafından çeşitli cezalara çarptırılır. Sipahi Pazarı dellal başı yetmiş yaşlarındaki Hacı Reşit Beyazatlı, bu çarşının bazı geleneklerini şöyle anlatıyor: “Bu çarşıda esnaftan başka evindeki halısını çeşitli nedenlerle satmak isteyen kişiler, halı almak isteyen kişiler, yaptığı kürkü satmak isteyenler, dokuduğu halısını satmak isteyen kişiler gelir. Bir de bu satışı yapacak olan bizim gibi dellallar vardır. Bu sipahi Pazarı her sabah dua ile açılır. Dellalbaşı dua etmek üzere “Haydi kardeşler mezat başına” diyerek dellalları çarşının girişine çağırır. Yanlarında da esnafın şeyhi vardır. Dellalbaşı ellerini kaldırarak yüksek sesle duaya başlar. “Evvela, Euzubillahimineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim. Ehli İman ve ehli İslâm ervahı şerifleri için, Allah rızası için el Fatiha....” Hazır bulunanlar Fatiha süresini okuduktan sonra duaya devam eder: “Yarabbi Hayırları fethedesin, şerleri def’edesin, münkir, münafık zalimin şerrinden Hıfz-ı emin edesin, Gözedin, kefili almadan parasını vermeyin, mal sahibinin harcını unutmayın, cümleten hayırlı işler” diyerek duayı bitirir. Böylece dua ile açılan mezat başlar. Üretici veya müşteri malını orada bulunan bir esnaf aracılığıyla bir dellaha vererek sattırabilir veya doğrudan bir dellala vererek sattırabilir. Malını sattıracak kişi tanınan bir kişi değilse hırsızlık veya diğer hususlara karşılık mal satışa çıkarılmadan bir kefil istenir. Kefil verebilirse malı mezata çıkar. Malı dellahlar sırtına alarak oradaki esnafı dolaşır. Esnaftan biri mal için bir kapı açar (bir fiyat söyler), bunun üzerine diğer esnaflar açık arttırmaya girerek malı almaya çalışır. Malın çilesi dolunca (dellal malı dolaştırdığı halde artık para söyleyen kalmadığından kim en fazla para söylemişse mal onda kalır. Dellal malı o kişiye vermeden diğer para söyleyenlere uğrayıp “Malı gilan kişiye bi kadara endıriyem” der. Yine de arttıran olmazsa mal sahibine danışır. Mal sahibi malını o fiyata satmaya razı olursa malı alandan gidip parasını alır. Bu paradan %5 Belediye harcı ve %5 de dellallık kesildikten sonra mal sahibine parası ödenir. Bu pazardan malın satılışı, paranın alınışı, mala para söylenişi gibi hususlar belirli kurallara bağlıdır. Bu kurallar herhangi bir dellal veya esnaf tarafından ihlal edilirse esnaf idare heyeti aracılığıyla çarşının şeyhi, o kişinin “harcını keserek” ceza verir. O esnafın harcının kesilmesi demek harcının kesildiği gün kadar kendisine dellal tarafından mal getirilmemesi demektir. Yani ceza müddetince o esnaf pazardaki açık arttırmadan mal alamaz. Esnaf daha ağır bir suç işlerse dükkân kapatma cezası dahi verilebilir. Dellalbaşının naklettiğine göre yakın zamanda şöyle bir hadise olmuş; “Mezatta bir halı geziyormuş. Bir müşteri, bir esnafın yanına oturup bu malı kendisine almasını söylemiş, O esnaf da o halıya para söylemiş. Halı en fazla fiyatla kendisinde kalınca halıyı alarak müşteriye teslim etmiş. Sonradan mezatta satılan ve esnafın para söylediği malın yine o esnafa ait olduğu anlaşılmış bunun üzerine o esnafın şeyh tarafından onbeş gün harcı kesilmiş.” Oradaki bir kurala göre esnaf kendi malına para söyleyemez, çünkü malın fiyatını haksız olarak yükseltmiş olur. Kendi malına para söylediği tespit edilirse, harcı kesilerek cezalandırılır. Harcı kesilen esnafa dellal mal götüremez. Mal götüren dellal olursa ona da ceza verilir. Malı satan dellal malın eskiliğini, yırtık ve yanık gibi arızalarını para söyleyen esnafa bildirmek zorundadır. Yine esnaf malının müşteriye satarken malının arızasını söylemek zorundadır. Arızasını bilerek para söyleyen esnaf, mal kendisinde kalınca bu malı almak zorundadır. Malı almaktan kaçınırsa bu esnafa ceza verilir. İşte bu ve buna benzer alışveriş kuralları vardır. Bu kurallar sıkı sıkıya taviz verilmeden halen uygulanmaktadır. Sipahi Pazarı esnafı arasında büyük bir dayanışma ve yardımlaşma da vardır. Esnafın fakirleri gözetilir, giydirilir, evinin ihtiyaçların karşılanır. Bir ihtiyaç olduğunda şeyhin emri ile hemen esnaftan para toplanır ve ilgili hayır işine sarfedilir. Esnaf buna itiraz etmez, memnuniyetle katılır. Dellalbaşının anlattığına göre, geçenlerde halıyı satarken düşüp ölen bir dellalın cenazesini esnaf kaldırmış. Cenaze masrafları karşılanmış ve ailesine de bir miktar yardım yapılmış. Yine esnaf yılın belirli günlerinde “Tirit” denen yemek yaparak fakir fukarayı doyurur. Bu ve buna benzer birçok ahilik geleneği, bütün canlılığıyla Şanlıurfa’da halen yaşamaktadır.
  12. _asi_

    Şanlıurfa Yemek Geleneği

    YEMEK GELENEĞİ Urfalılar asırlardan bu yana damak zevkinin en güzel örneklerini veren zengin çeşitte yemeklerle beslenmesini bilmişlerdir. Yöre yemeklerinin lezzetleri yanında, besin değerleri de çok yüksektir. Yemek yapma becerisinin yanında yaptıkları yemekleri misafirleriyle paylaşmak geleneği bütün Anadolu insanına mahsus bir özelliktir. Ancak Urfalıların misafir sevme özelliğinin, hiçbir öğün misafirsiz yemeğe oturmayan Hz. İbrahim (A.S.)’dan geldiği söylenmektedir. “Halil İbrahim Sofrası” herkesçe bilinen bir deyimdir. Urfalılar bugün de misafir ağırlamak ve onlara çeşitli yemekler ikram etmekten büyük zevk duymaktadırlar. Toplu yemek yemenin verdiği hazzı tatmış bu insanlar, yaptıkları her türlü toplantıyı başta “Çiğköfte” olmak üzere zengin yemek çeşitleriyle süslemişlerdir. Urfa’da yemek yer sofrasında yenir. Sofrada “Besmele” ile önce büyükler yemeğe başlar, küçükler onları takip eder. Oburluk hiçbir zaman benimsenmeyen bir davranıştır. Yemek yeme sırasında konuşulmaz, kaşık sesi duyulmaz. Sofrada misafirin ulaşamadığı yemekler misafire ikram edilir, ısrarda bulunulur. Ev sahibi sofraya oturmaz, hizmet eder, misafir çok ısrar ederse sofraya oturur. Erkek misafirler ayrı, kadın misafirler ayrı sofralarda otururlar ve böylece herkesin daha rahat etmesi sağlanmış olur. Yemeğin sonunda “sofra duası” okunarak kalkılır. Yemekli Toplantılar 1. Sıra Gecesi Yemeği Çeşitli yaşlarda veya mesleklerdeki arkadaş gruplarının sonbahar ve kış gecelerinde haftada bir arkadaşın evinde sıra ile yaptıkları toplantılara Şanlıurfa’da “sıra gecesi”, “sıra gezme” denir. Sıra kendisine gelen kişi gecenin bütün masraflarını karşılayarak misafirlerini en iyi şekilde ağırlamaya çalışır. Müzik ya da sohbetle geçen bu toplantıların baş yemeği çiğköftedir. Urfa mutfağında çiğköfte baş köşeyi tutar ve çiğköftesiz bir sofra düşünülemez. 2. Aspap (Esvap) Yemeği Damada elbise giydirilirken düğüne katılan misafirlere ikram edilen yemektir. Pilavın yanında mevsimine göre doğrama, keme boranısı, kuru fasulye, kaburga gibi yemeklerden biri verilir. 3. Süpha Yemeği Süpha, düğünlerde verilen yemeklerin genel adıdır. En az 300-400 kişi için hazırlanan süpha yemeğinin amacı akrabaları ağırlamanın yanında muhtaç ve düşkün kimselerin de karınlarını doyurmaktır. Süphada yemek olarak, kuzu içi kaburga, üzlemeli pilav; tatlı olarak da zerde verilir. Süpha yemeği sabahtan başlayıp ikindi sonuna kadar devam eder. Süpha verilen evin kapısı bu süre içerisinde açık tutularak tanıdık, tanımadık herkesin gelip yemek yemesi sağlanır, komşulara yemek dağıtılır. 4. Taziye Yemeği Üç gün süreyle oturulan taziye evinde ölen kişinin ailesine yakınları ve dostları tarafından verilen yemeğe taziye yemeği denir. Kebap türleri, lahmacun ve kadayıftan oluşan bu yemekten fakirlere de dağıtılır. 5. Hac Yemeği Hac’dan dönen kişinin kendisini ziyarete gelenlere üç gün süreyle verdiği yemektir. Genellikle üzlemeli pilav ve zerdeden oluşur. Bu yemek, sünnet düğünlerinde de verilir. 6. Sahaniye Sahaniye, sıra gezmesi gibi arkadaş grupları arasında sürdürülen bir gelenektir. Sahaniye yapılacağı zaman arkadaşlar birbirlerine “Şu günün gecesinde sahaniyemiz vardır, haberin olsun” der. Belirlenen gecede herkes o gün evinde pişen yemeklerden bir iki sahan (tabak) toplanılan eve getirir. Herkesin getirdiği değişik yemekler ortaya konularak yenilir, sohbet edilir. Maksat, dostlukları kuvvetlendirip hoşça vakit geçirmektir.
  13. _asi_

    Şanlıurfa Halk Oyunları

    ŞANLIURFA HALK OYUNLARI Yöremizde oynanan oyunların çoğunluğu halaydır. Orta Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgemizde toplu, düz sıra halinde kol kola, elele oynanan oyunlara denir. Halay, beş kişiden az oyuncuyla oynandığı zaman, karakteri bozulan bir oyun tarzıdır. Dizinin başında “Halay başı” sonundaki “Pörçük” ya da “Pöçik” adını alır. Baş ve sonda oynayan her iki oyuncunun da elinde birer mendil bulunur. Yöremizde oynanan oyunların birçoğu, davul-zurna ile oynanmaktadır. Bunun yanı sıra günümüzde az da olsa bazı oyunlarımızda kaval ve def, bazılarında keman, cümbüş ve darbuka da kullanılmıştır. Halk oyunlarımızda, halkımızın üzüntüsünü, yasını, kıskançlığını, neşesini, kuvvetini, yiğitliğini, yakarış ve yalvarışını gösteren figür ve motifleri görebilmek mümkündür. Şanlıurfa merkezinde oynanan oyunların bir çoğu, Hilvan ve Suruç ilçemizde de sıkça rastlanan ve halen köy düğünlerinde oynanan oyunlarıdır. Şanlıurfa Merkez ve İlçelerinde Tesbit Edilen ve Günümüzde Oynanan Oyunlar Urfalıyım Ezelden, Gemi (Sal), Ğezale, Gırani (Ağırlama), Hasandağı, Diz Cezayir, Çeçen Kızı, Tek Ayak (Derik), İki Ayak (Dıniğ), Üç Ayak, Beş Ayak, Terge (Türk-İ, Terge), Kımıl, Abravi (Lorke), Soseh, Çeçano, Keriboz (Hilvan’da Oynanan), Keriboz (Suruç’ta Oynanan), Dellocan, Zavfa (Damat), Urfa Seylanisi, Suruç Seylanisi, Dik, Keçike, Gülhameda, Teşi, Şujun, Gelberi, Rışko, Mim, Çepik, Şevko, Karaçı, Koçeri, Temirağa, Kommetki, Nure, Dinge (Merkezde Oynanan), Dinge (Hilvan’da Oynanan), Fasıl (Dörtlü Değnek) en çok bilinen oyunlardır. Bunların dışında sadece ismi bilinen fakat nasıl oynandığı bilinmeyen çok eski oyunlar da bulunmaktadır. HALK OYUNLARINDAN EN ÇOK BİLİNEN VE OYNANANLAR 1- KIMIL OYUNU Kımıl, Urfa yöresinde Süne adı verilen bir haşeredir. Buğdaylar başak bağladığı sırada tanelere dadanır. 10-11 mm. Uzunluğunda tıknaz gövdeli bir böcektir. Kışı yüksek yerlerde yaylalarda yaprakların ve bitki kırıntılarının altında geçirir. İlkbaharda ovalara iner; yumurtalarını iki sıra halinde yaprakların alt yüzüne bırakır. Yumurtadan çıkan böcekler sütlü taneleri emerek beslenir. Kımılın bu yörenin topraklarını başlangıç tarihi belli olmayan bir zaman içerisinde istila ettiğini yaşlı kişilerden öğreniyoruz. Süne, kelimenin tam anlamıyla büyük bir felaket olarak toplumun günlük yaşamında yer almaktadır. Tüm karşı koymalara rağmen bu parazit hayvan ortadan kaldırılamamaktadır. Ekinler boy attığı zaman, başaklar süt halinde iken kımıl tarlaya girer, başağa doğru tırmanır ve başaktaki sütleri emdikten sonra başka bir başağa geçer. Kımıl mücâdelesinde ilaçla başa çıkılamayınca bu haşereleri toplama yoluna başvurulur. Toplanan kımıl, kilo ile zirai mücâdele kurumlarına satılır. Kımıl toplayanların ellerinde genellikle kalbur, bellerinde iş önlüğü veya torbalar bulunur. Toplayıcılar kalburla buğday saplarına vurarak buğday başakları üzerindeki kımılların kalbura dökülmesini sağlarlar. Kalburda biriken kımıllar, önlüklere ve daha sonra torbalara aktarılır. Böylece her köylü, günde birkaç kiloyu bulan kımıl toplamış olur. Kımıl zamanla köylerimizde, bu hayat mücâdelesini dramatize eden bir halk oyunu olarak ortaya çıkmıştır. Bu oyun halay türündedir. Yay ve daire şeklinde sıralanan, çok sayıda erkek ve kadın tarafından köy meydanında oynanmaktadır. Bu oyun oynanırken, davul ve zurna eşliğinde türkü de söylenir. Yalnız erkek, yalnız kız ve kız-erkekle beraber oynanır. Urfalılar hep ağlar Buğdasına bel bağlar Şu kımıl yürek dağlar Havar kımıl, lo kımıl. Ekinimizi kavurdı Gökyüzüne savurdı İslam değil, gavurdı Havar kımıl, lo kımıl. Ekinimizi ekmişiz Boşuna beklemişiz Kımıldan çok çekmişiz Havar kımıl, lo kımıl. 2- GIRANİ (Ağırlama): Bu oyuna ağırlama da denir. Ritmik olmayan ve ağır hareketlerle oynanan bir oyunumuzdur. Ayaklar dizden kırılarak davulun ritmine uygun biçimde oynanır. Yalnız erkek veya kız-erkek birlikte oynanır. 3- DÜZ: Basit fakat çok ritmik hareketlerden oluşan bir oyunumuzdur. Bu oyunda oyuncuların omuzlarını oynatmaları çok önemlidir. Düz oyununda ağırlık ekip başındadır. Ekip başı zaman zaman ortaya çıkar ve bütün figürlerini sergiler. Köyde kurulan goventlerde genellikle düz oyunu oynanır. Yalnız erkek, yalnız kız veya kız-erkek birlikte oynanır. 4- TEK AYAK (Derik): Yöremizde sevilerek oynanan oyunlardan biridir. Oyun, ismini sol ayağın öne tek vurulmasından almıştır. Diğer bir ismi ise Derik’tir. Derik isminde güzel bir kız için yakılan türküden çıktığı yaşlılar tarafından söylenmektedir. Derik, çok güzel oynar; oynarken kuş kadar hafif, çekirge kadar çevik, güvercin gibi süzülür. Derik’in oyunlarına herkes hayran kalır ve düğünlerde Derik aranır. Derik, o düğüne gelmediği zaman düğün sahibi üzülür ve şu türküyü söyler: Derik gilde bir kuş var Kanadında nakış var Derik Toya gelmedi Elbet bunda bir iş var. Yalnız erkek, yalnız kız veya kız-erkek birlikte oynanır. 5- İKİ AYAK (Dıniğ): Bu oyunumuzda, sol ayak iki defa öne vurulduğu için bu oyuna iki ayak denir. Çok ritmik ve göze hoş gelen figürler içerir. Aslında bu oyunumuz, Derik oyununun bilinip oynanmasından sonra ayak figürü eklenerek sonradan düzenlenmiş bir oyunumuzdur. İsmini ayak vuruşlarından almıştır. Yalnız erkek veya kız-erkek birlikte oynanır. 6- TERGE (Türk-i Tergi): Bu oyuna, yöremizde Türk-i Beraza da denilmektedir. Terge oyununun Suruç Ovası’nda halen yaşamakta olan Alaeddin Keykubat’ın torunları olan Alaeddin aşiretinden çıktığı söylenmektedir. Bu oyuna göçebe Türkmen aşiretlerinden çıktığı için “Türk-i Terge” denilmektedir. Zengin kültürümüzün birçok özelliğini taşıyan bu oyun, kardeşliği ve sevgiyi simgeler. Oyun içerisinde Seylani figürleri de bulunmaktadır. Yalnız erkek, yalnız kız veya kız-erkek birlikte oynanır. 7- URFALIYIM EZELDEN: Ritmik ayak hareketleri üzerine kurulu bir oyundur. Urfalıyım Ezelden türküsünün müziği ile oynanır. Ellerde mendil, ayak figürüne uygun olarak kollar sağa ve sola sallanır. Baş ise hafifçe sağa sola çevrilir. Yalnız erkek, yalnız kız veya kız-erkek birlikte oynanır. 8- ABRAVİ (Lorke): Bu oyunumuz bölgenin tamamında oynanır. Çok ritmik ayak ve omuz figürleri içerir. Yalnız erkek, yalnız kız veya kız-erkek birlikte oynanır. 9- SOSEH: Kaval veya davul zurna eşliğinde oynanır. Bu oyunumuzda da bolca ayak figürü bulunmaktadır. Yiğitlik ve sertlik içeren bir oyunumuzdur. Akçakale ilçemize ait bir oyunumuzdur. Yalnız erkek veya kız-erkek birlikte oynanır. 10- FASIL (Dörtlü Değnek): Bu oyun çok önceleri kılıçla oynanırdı. Düğünlerde yaralama olayı olduğundan dolayı yasaklanmıştır. Daha sonra Halk Evleri’nde kılıç kalkan kullanılarak oynanmıştır. Günümüzde ise kılıç kalkanın yerini değnek almış ve oyunun adı da Dörtlü değnek oyunu olarak kalmıştır. Dört kişi ile oynanan bu oyunumuz beş bölümden oluşmaktadır. İlk dört bölümde mendil figürleri, yürüme, çökme, kalkma ve ayak figürleri bulunur. Son bölümde ise oyuncular ortaya atılan değnekleri alarak dövüşürler. Dövüşten sonra değnekler atılarak kucaklaşırlar. Bu oyunda da yiğitlik, mertlik ve kardeşlik figürleri işlenmektedir. Yalnız erkekler oynar. 11- GEMİ: Fırat kenarında bulunan Bozova-Hilvan ilçelerimiz ve oraya yakın köylerde oynanmıştır. Sal ile nehri geçme, yük nakli ve bu işleri yaparken meydana gelen kazaları anlatır. Üzüntü ve sevinci ifade eden mizansen figürleri vardır. Yalnız erkek veya kız-erkek beraber oynanır. 12- ĞEZALE: Ğezal ceylan demektir. Elinde kovasıyla beriye süt sağmaya giden bir köylü kızı, yakın bir köyden gelen davul sesine ritmik hareketler yaparak sekmeye başlar ve oyunun adı kızın ceylan gibi sekmesinden dolayı ğezal ismini alır. Yalnız kız veya kız-erkek birlikte oynanır. 13- CEZAYİR: Bir erkek oyunudur. Bu oyunda yiğitlik ve sertlik hakimdir. Yalnız erkekler oynar. 14- ÇEÇEN KIZI : Bu oyun, düz oyununun figürleri ile aynı olmakla beraber, ezgi farklı, ritm daha hızlı çalınmaktadır. Düz oyununda olduğu gibi bu oyunu da güzel kılan taraf, ekip başının kendi figürlerini ortada göstermesidir. Yalnız erkek, yalnız kız veya kız-erkek birlikte oynar. 15- ÜÇ AYAK: İki ayakta olduğu gibi öne iki değil de üç defa vurularak oynanan ve sonradan düzülmüş bir oyunumuzdur. İsmini ayak vuruşlarından almıştır. Yalnız erkek, yalnız kız veya kız-erkek birlikte oynanır. 16- DİK: Adından da anlaşıldığı gibi, oyuncular dik olarak iki ve dördüncü sayılarda diz kırarak oynarlar. Öne gidişlerde eğilerek üç adım atılır ve sol ayak vurularak dördüncü sayı tamamlanır. Öne gelindiğinde, sağ ayakla sol ayağın yanına üç defa topuk vuruşu yapılır ve sol ayağın topuğu yere vurularak sayı tamamlanır. Dik olarak geri çıkılır. Yalnız erkekler oynar. 17- TEŞİ(Serajeri): Teşi, yün ve pamuk eğirme yarayan iğdir. Kadının ev işlerini sembolize eder. Oyun içerisinde ip eğirme, süt sağma ve hamur yoğurma gibi ev işlerini dile getiren bir oyundur. Yalnız kızlar oynar. 18- DİNGE: Komşudaki düğünde çalınan davul sesine dayanamayan anne, çocuğunu eve bırakır, düğüne gider. Daha sonra baba eve gelir, çocuğa annesinin nereye gittiğini sorar, çocuk da davul sesinden dolayı dın dına gitti diye cevap verir. Dın dın kelimesi herkes tarafından duyulur ve annenin yapmış olduğu figürler zamanla dın dın kelimesinden Dinge’ye döner. Günümüze kadar böyle geldiği yaşlılar tarafından söylenmektedir. Merkezde oynanan Dinge’de yalnız kız veya kız-erkek birlikte oynanır. Hilvan ilçemizde oynanan Dinge’de ise yalnız erkek veya kız-erkek birlikte oynanır. ŞANLIURFA HALK OYUNLARI ÇALGILARI 1- Zurna: Üflemeli halk çalgılarımızın başında gelen zurna, davulun ayrılmaz parçasıdır. Kaba, orta ve cura olarak üç boya ayrılır. Özel bir soluk alma tekniği ile çalınır. Erik, şimşir ve zerdali ağacından yapılanları tercih edilir. 2- Davul: Türk vurma çalgılarının sembolü olarak kabul edilir. Ceviz ağacından yapılır. Kasnak, ip ve deri olmak üzere üç kısımdan meydana gelir. Tokmak ana ritmi, çubuk ise ana ritmi daha da detaylandırarak çalar. Genellikle küçük davul, orta davul, büyük davul ve koltuk davulu gibi mahalli boyları ve adları vardır. Yöremizde büyük davul (Meydan Davulu) kullanılmaktadır. 3- Keman-Cümbüş ve Darbuka: Erkeklerin asbap gecelerinde ve kadınların kına gecesi ile kadın düğünlerinde, oynanan oyunlara bu sazlar eşlik eder. 4- Kaval: Harran ve Akçakale yöresinde bazı oyunlar kaval eşliğinde oynanmaktadır
  14. _asi_

    Şanlıurfa Gelenek Görenekleri

    GELENEK GÖRENEKLER Şanlıurfa Sosyal Hayatında Gelenekler Şanlıurfa'da günlük hayat oldukça renkli ve canlıdır. Urfalılar'ın sosyal ve günlük yaşantılarında, başka yerlerde olmayan, görülmeyen özellik ve motifler vardır. Günlük hayattaki gelenekler, çoğu kez mevsimlere göre şehir merkezi ile kırsal kesimdeki hayat arasında farklılıklar gözlenir. SAHANİYE Şanlıurfa'ya özgü bir toplantı ve eğlence biçimidir. Genelde orta yaş arkadaşlar arasında yapılır. Kaç kişi arasında olacağına dair kesin bir kural yoktur. Sahaniye gezecek arkadaşların çok samimi ve akran olması gerekir. Sahaniye'de arkadaşlıklar daha da pekişik ve ilerler. Sahaniye gezmeleri genelde kış aylarında, özellikle ramazanlarda olur. Belirli bir arkadaş grubu ya belirli bir yerde, bir odada toplanırlar, ya da herbirinin evinde sırayla birer gece toplanırlar. Üst üste her gece olabileceği gibi, gün aşırı ya da haftada 2-3 gece de yapılabilir. Sahaniyede genel kural, herkesin evde pişirilen yemekten toplanılacak yere getirmesidir. Sözgelimi, arkadaş grubu 8 kişiyse o gece sofraya 8 çeşit yemek konulmuş olur. Sahaniyede bazen yemekler ve tatlılar, arkadaşlar arasında taksim edilir. 8 kişi 2 gruba da ayrılabilir 4 kişi bir gece, diğer 4 kişi de başka bir gece yapar. Sahaniyede yemek, genelde yer sofrasında yenilir. Ev sahibi-misafir ayrımı yoktur. Herkes ev sahibi gibi hizmet eder, sofrayı hazırlar. Sözgelimi çiğköfte yapılacak ise, köfteyi en iyi yoğurabilen yoğurur. Köfte olunca ayran mutlaka olur. Yemekten sonra da tatlı yenir. Gerek yemek ve gerekse tatlılar mutlaka evde yapılır. Çarşıda pek yapılmaz ve çarşıda yaptırılan yemek ve tatlıya da sofrada itibar edilmez. Bazı evlerin kendine özgü, meşhur yemek ve tatlıları vardır. İyi hazırlanmış yemek ve tatlı getiren önce methedilir, iltifatlar yağdırılır, gururu okşanır ve sonunda da ödül!) olarak bir ziyafet yüklenir. ODA GELENEĞİ Oda, sıra gecelerine çok benzer. Aynı çevrenin arkadaşları belirli bir yerde bir oda veya bir daire tutar ve sererler. Sergi için gerekli eşya ve malzemeleri ya çarşıdan ortaklaşa alırlar, ya da herkes evinden birşeyler getirir. Bir de işleri yapacak etrafı temizleyecek bir adam tutarlar. Odanın bütün giderleri ortaklaşa ödenir. Odada cumartesi öğleden sonra ve Pazar günleri oturulur. Odaya her gece belirli bir saatte gelinir. Orta hizmetini gören adam, daha evvel gelir. Temizliği yapar, mangalı ya da sobayı yakıp odayı ısıtır. Acı kahveyi hazırlar. Nargile içenlerin nargilelerini temizler. Odaya, sahaniye usulü yemek getirilebilindiği gibi harafane de yapılarak çeşitli yemekler ya da çiğköfte yapılır ve yenir. Odadaki yemekleri yemek yapabilenler yapar. Odada oyunlar oynanır, saz çalınıp türküler ve gazeller söylenir. Sohbet edilir, hatıralar anlatılır ve kitaplar okunur. Oda genelde her gece açılır. Bilhassa yağmurlu ve soğuk kış günlerinin pazarlarında oda alemleri çok güzeldir. Pazar günleri hava açık ve kıra gitmeye uygunsa oda arkadaşları hep birlikte kıra giderler. Bu bir köy olabileceği gibi, bahçe de olabilir. BAĞ-BAHÇE-DAĞ GEZME VE YATI GELENEĞİ Bağ, bahçe dağ gezme ve yatmaları Urfalı'ya özgü bazı özellikler taşır. Kırlara bahar ve yaz aylarında gidilir. Kişi sınırlaması yoktur. 5 ila 20 arkadaş arasında değişir. Yatıya ya devamlı, ya da bir-iki geceliğine gidilir. Devamlı gidenler, daha donanımlı giderler, gedecekleri yere önce halı, kilim, keçe ve hasır gibi yere serileceklerle yataklarını götürürler. Geceleri soğuk olacağı gibi kürkler de unutulmaz. Ayrıca, gerekli mutfak malzemeleri, mangal, kebap için şiş ve kömür de götürülür. Yatıda genellikle 1-2 gün kalınabilir. Bir ay ve daha fazla kalan gruplar da olur. Kalma süresi, arkadaş grubunun durumuna göre değişir. Cumartesi ve Pazar günleri devamlı kalınır. İş günlerinde, ise, sabah erkenden şehre gelinir, akşamları dönülür. Yemek ya sırayla yapılır, ya herkes elinden geleni yaparak ortaya koyar, ya da yemek pişirmesini bilenler devamlı yemek yapmayı üslenirler. Her grup bir adam tutar. Bu adam etrafı temizler, bulaşıkları yıkar, ateş yakar ve gerekirse şehre giderek malzeme ve yiyecek satın alır. Ulaşım ve yük taşıma aracı genellikle ya bir merkep, ya da bir beygirdir. Geceleri sazlar, cümbüşler çalar, Davûdi sesliler gazel ve türküler okur. Bu gazel ve türküler etrafındaki komşu gruplardan duyulur. Duyanlar da, gazel, türkü ve hoyratlara cevap verirler. Bu hallerde bazen iddialaşmalar olur. Karşılıklı söylemeler sabaha kadar devam eder. Dağlarda yatıya kalmak çok eski bir gelenektir. Gitmenin, kalmanın, yemek hazırlamanın, yemek yemenin, oturmanın ve eğlenmenin bir adabı vardır. Adaba uymayanlar, taşkınlık yapanlar gruptan uzaklaştırılır. Bir yada iki geceliğine yatıya gidenler ise, ya Cuma, ya da cumartesi akşamı gidip Pazar akşamı dönerler. Geçmişte kadınlar da kıra giderlerdi. Çarşamba ve Cumartesi günleri öğleden sonraları genellikle aile fertleri, komşu ya da akraba aile eşliğinde giderlerdi. Kadınların gittikleri gezi yerleri günümüzde artık iskan sahaları oldu, gecekondularla kaplandı. Kadınlar genellikle çiğköfte ile giderler, bazen de evde yaptıkları yemekleri götürürlerdi. Özellikle erkeklerin gittikleri başlıca dağ ve diğer mesire yerleri şunlardır:Bağ evleri, Kanlı Mağara, Delikli Mağara, Şıh Maksut, İpek Mağarası, Merkêfe, Top Dağı, Dip Karlık, Karlıklar, Dev Teşti, Halepli Bahçesi, Karaköprü, Cavsak Suyu ve Zeytinlik. HAREFENE Harefene akran ve samimi arkadaşlar arasında olur. Varlıklar ve gençler harefeneye pek itibar etmezler. Bu bakımdan harefene daha çok dar gelirliler arasında yapılır. Harefenede yapılan masrafları bölüşmek esastır. Tüm masrafları bir ya da iki kişi yapar. Sonra bölüşülür. Harefene gündüz olabileceği gibi gece eğlencelerinde de olur. SÜNNET DÜĞÜNÜ Sünnet düğününde yine küvre denilen vekil vardır. Küvre sünnet olacak çocuğu veya çocukları kucağına alarak sünnet ettirir. Sünnet düğününden birkaç gün önce, gelecek olan misafirlere verilmek üzere yemekler hazırlanır. Sünnet düğününün belli başlı yemeği yörede tirit denilen yemektir. Sünnet düğününden bir gün önce sünnet olacak çocuk at, atlı araba, otomobil v.s. binek hayvanı veya vasıtalardan biriyle şehirde gezdirilir. Genellikle Dergâh denilen İbrahim Halil Camii'ne götürülerek buradaki kutsal olduğuna inanılan suyla yüzü yıkanır ve içirilir. Sünnet yapılacak günün (genelde Pazar) sabahı erken saatlerde misafirler toplanırlar. Sünnet olacak çocuğu küvre kucağına alarak sünnet yapılacak masanın yanındaki yerde oturur. Sünnet anında uyuşturucu iğne yapılmadığından, sünnet olacak çocuk acıyı duymasın diye sürekli ağzına şeker ve lokum konur. Hazırlanan yatağına yatırılır. Yemeğe misafirler gruplar halinde alınır. Yemekten sonra ise yine acı kahve ve sigara ikram edilir. KİRVELİK Türk toplumunda kirveliğin yeri ve önemi büyüktür. Urfa'da ise kirvelik çok daha başka anlamlar yüklenir, derin bağlar kurar. Oğlunu sünnet ettirecek ya da evlendirecek ailenin kirvesi yoksa, aile reisi çok iyi düşünerek, ailenin kirveliğini yapacak uygun birisini bulur. Seçilen adaya kirvelik önerilir. Aday genellikle öneriyi kabul eder. Zira, kirvelik, bir onur ve itibar meselesidir. Kirvelik kabul edilmişse, kirveye uygun bir hediye gönderilir. Bu çocukların sünnetine ya da delikanlılarının evlenmesine işarettir. Kirve hediyesini hoşnutlukla alır. Sünnet sözkonusu ise, çocukların sünnet elbiselerini yaptırır; evlenme ise, düğün, süpha, hamam yemeği ve diğer törenleri üstlenir. Düğünde damadın elbisesini giydirir. Düğünde damadın yanıbaşında bulunur ve süpha ziyafetinde damat ile beraber tahtta oturur. Aşçıya, davulcuya, berbere, kahveciye ve gereken yerlere damat ile birlikte bol bol bahşiş verir. Damadın gerdeğe konulmasında bulunur. Düğünden sonra, uygun bir hediye ile evli çifti ziyarete gider. Kirve, ailenin kirvesidir. Genellikle kendisine, “Kirve” diye hitap edilir. Kirve ile kirve olunan aile arasında çok sıkı ilişkiler kurulur. Bu ilişki, kan bağı kadar yoğun ve güçlüdür. İki aile artık birbirinden kız alıp vermez. Kirvenin saygınlığı ve otoritesi tartışılmaz. Kirvelik, babadan oğula geçer. Eğer arada çok önemli bir problem çıkmaz ise, kirvelik bağı asla kopmaz, devam eder. Beş-on kuşak ötelerden gelen kirvelikler vardır. Kirvenin oğlu olmaz ise, kendisinden sonra, kirvelik de noktalanmış olur
  15. _asi_

    Şanlıurfa Evlenme Adetleri

    ŞANLIURFA EVLENME ADETLERİ Urfa’da eski bir adet olan eşlerin birbirlerini görmeden, görücü usulü ile evlenmeleri eskisi kadar yaygın olmamakla birlikte, bugün karşılaşılması muhtemel bir evlenme şeklidir. Bu evlenme şeklini incelediğimizde, Urfalılar’ın örf ve adetlerine sıkı sıkıya bağlı olduklarını görürüz. Geleneklerine bu derece bağlı olmalarının ise başlıca üç nedeni vardır. 1. Urfalılar’ın çevre illeri ile derin bir ilgisi yoktur. Köklü ve kalabalık ailelerin bulunduğu bir yerleşim birimidir. Daha düne kadar Urfalı, kızını başka illere gelin vermez ve Urfa delikanlısı dışardan evlenmezdi. Urfa’da yabancılara “Kerıp”, dışarıdan evlenenlere ise “Kerıpten evlenmiş, kim bilir kimin nesini almış” denilirdi. 2. Urfa, büyük ticaret ve sanayi merkezlerine uzak, bir tarım ve hayvancılık kenti olduğundan büyük yol güzergâhlarının birleştiği noktada bulunmamaktadır. 3. Bir kıyı şehri olmaması nedeniyle yerli ve yabancı turistlerin hemen hemen yok denecek kadar az olması değişmeleri kolay kolay kabul etmemesine neden olmaktadır. Evlenme yaşına gelen delikanlının doğrudan “Ben evelenecağam” diye anne ve babasına söylemesi ayıp sayıldığından bu durumu uygun bir şekilde yakın arkadaşlarına veya başka bir kimse vasıtasıyla anne ve babasına iletir. Haberi iletecek olan kimse erkek ise oğlanın babasına “Allah ömürlü etsin, yeğenimiz artık böyüdü, gözü damlarda duvarlarda” diyerek delikanlının evlenecek yaşa geldiğini ve bir kızın aranmasını söylemek ister. Oğlanın babası ise durumu hanımına açar. Oğlanın annesi ise “Benim de kulağıma degdi, ben de işin farkındayam” diye cevap verir. Zaten anne bu hayırlı işten daima babadan daha fazla çaba harcar. Evlenecek yaşa gelen delikanlı ise annesinin yaptığı yemekleri, yıkadığı çamaşırları, beğenmemeye başlar. Çeşitli huzursuzluklar çıkarır. Annesi ise “Elimden bı kadar geli, yarın avradi siye bişirir begenırsen” der. Oğlan ise konunun iyice anlaşıldığını ve verilen mesajın yerine iletildiğinin huzuru içerisinde tebessüm eder. Anne o günden sonra gizliden gizliye kız aramaya başlar. Tanıdıklarının tavsiyelerine uyarak gelinlik çağındaki kızların evine bir bahâne ile giderek, kızın ailesinin yaşantısını kendi görüşüne göre inceler. KIZ İSTEME Evlenme çağına gelen erkeğin anne ve babası veya yakınları oğullarına kız aramaya başlarlar. Anne özellikle yaşlı kadın akrabalarına “Oğlumu everecağam, acaba münasip bir kız bulabilir miyem?” diye sorar. Hamamda, düğünlerde, kır gezintilerinde kızları araştırmaya, soruşturmaya başlar. Gözüne kestirdiği bir kız olursa, ilk önce kızın yakın komşularından sormaya başlar. “Acaba bı kız nasıldır, derdimizi çekermi, gişi kızı mıdır?” Komşular ise kendilerinden sorulan genç kız tavsiye edilebilir nitelikte biri ise “Mabalı günahı boynuna” diyerek teminat verir. Şayet kızı tavsiye etmiyor ise, açık açık söylemenin de çevreye göre ayıp, dini kurallara göre günah sayıldığından “komşumuzdur ama, pek ilgimiz yoktur” diyerek istenmemesi gerektiğini ima ederler. Oğlanın annesi daha önceden tesbit edilmiş olan kızın evine ansızın veya haberli olarak yanına yakınlarını da alarak gider. Havadan sudan konuşulduktan sonra oğlanın annesi genç kızdan bir bardak su ister. Su isteme aslında kızın yürüyüşünü, konuşma tarzını, becerikliliğini kontrol etmek, hareketlerini toptan değerlendirmektir. Oğlan tarafı şayet kızı beğendiyse, kız orada yokken bunu fırsat bilerek kızın annesine “Allah bağışlasın, sözlüsü, nişanlısı yok mu?” diye sorarlar. Kızın annesi sorulan sorulara cevap vermezse nişanlısı, sözlüsü yok demektir. Daha sonra oğlanın annesi ve yakınları oğullarının özelliklerinden, huyundan tahsilinden, mesleğinden bahsederler. Kızın annesi ise oğlan tarafının bu konuşmasını dinledikten sonra “Kimlerdensiniz, nerede oturisiz, oğliz neçi?” gibi birkaç soru, oğlan evine sorar. Oğlanın annesi ise sorulan bu sorulara cevap verdikten sonra, birkaç gün sonra tekrar bu hususta konuşmak üzere geleceklerini söyleyerek kız evinden ayrılırlar. Oğlan tarafı birkaç gün sonra, isteme olayını gerçekleştirmek için gelindiğinde, oğlan tarafının araştırması yapıldığından, ya “Kızımız daha küçük, gelin olacak yaşta değil, daha böyügü duri, daha mektebe gidi” gibi bahanelerle kızı vermeyeceklerini söyler, veya “hele babasına sorah, ne deyi ne demi” diye cevap verirler. Bazı kız istemelerde müsbet cevap alamayan taraflar, kızın alınmasında ısrar ettikleri takdirde hoş olmayan olaylar meydana gelir. Evlenme; çevre köylerde başlık denilen büyük bir maddi güce dayandığı için, köy gençleri bu parayı temin edemediklerinden dolayı büyük sıkıntılara düşerler. Çünkü başlık parası, kız tarafının insiyatifine kalmıştır. Tamamen kız tarafının erkekleri tarafından takdir edilir ve bu miktar karşı tarafa bildirildikten sonra kolay kolay değiştirilmez. Başlık; bazen nakit olarak, bazen de canlı hayvan, binek vasıtası veya bir tarla olarak alınabilir. Çevre köylerde başlık parasına az da olsa bir çözüm getirmek ve kolaylaştırmak amacıyla “Berdel” tabir edilen bir evlenme usulü vardır. Evlenme çağına gelen iki erkeğin yine evlenme çağına gelmiş olan kızkardeşlerini birbirlerine vermek suretiyle evlenmelerine yol açar. (1995 yılında dönemin Şanlıurfa Valisi Sayın T.Ziyaeddin Akbulut, bir genelgeyle başlık parasını kaldırmıştır.) Bu usul evlenme, aile büyüklerinin rızası ile olabileceği gibi, yalnız damat adaylarının kendi aralarında karar vermesiyle de olur. Taraflar çocuklarını birbirleriyle evlendireceklerine tamamen karar verdikten sonra, kız tarafından erkek tarafına bir mektup gönderilir. Buna “Kesim Kâğıdı” denir. Bu mektupta kız evinin oğlan evinden istedikleri yazılıdır. Kesim kağıdında yazılı olanlar, kız evi tarafından kararlaştırılan değerlerdir. Bir kesim kağıdı örneği: “Bismillahirrahmanirrahim. ..... başlık, altı çift bilezik, kelepinci, elmas kolye, altı adet elbise, altı çift ayakkabı .... lira hal’et, misafir odası takımı, v.s.” Hazırlanan kesim kağıdı kız evi tarafından bir işçi kadınla oğlan evine gönderilir. Bu mektubu getiren kadına “İndekçi” denir. Oğlan evi ise bu mektubu getiren indekçiye bahşiş verir. Oğlan evi gelen kesim kağıdındaki şartları aynen kabul ediyorsa, kağıdın alt tarafına “hepsi kabul” diye yazar ve aynı anda mektubu aynı indekçiyle geriye gönderir. Tamamı kabul edilmiyorsa verebileceklerini yine aynı kağıdın altına yazar ve bir gün sonra başka bir indekçiyle kız evine gönderirler. SAKAL ÖPÜMÜ Taraflar anlaştıktan sonra nişan yapılmadan önce oğlan evi, kız evine “Kızınızı bize verdiğiniz için teşekkür ederiz” anlamına gelen bir ziyaret yaparlar. Buna sakal öpümü veya teşekkür denir. Oğlan evinin yaşlıları sakal öpümüne giderler. Sakal öpümüne gidecek olan oğlan evi kesimde anlaşılan başlığın tamamını veya bir kısmını beraberlerinde kızın babasına veya velisine vermek üzere götürürler. Kesimde anlaşılan başlığı ve ziynet eşyalarından bir kısmını götürmeden de gidilebilir. Bu yine tarafların anlaşmalarına bağlıdır. Oğlan ve kız evinin kadın ve erkekleri ayrı ayrı odalarda otururlar. Birbirleriyle tanışırlar. Kız evi gelen misafirlere çeşitli meyvalar, çaylar, kahveler, çerezler genellikle de yöreye ait çiğköfte ve peynirli kadayıf ikram eder. Nişan gününün tarihi belirlenir, nişan günü yapılması kararlaştırılan hazırlıklar konuşulur ve gece ziyaret sona erer. NİŞAN Urfa’da yapılan nişan törenleri başka illerimizde yapılan nişan törenlerine benzemez. Kız ve erkek birbirlerini görmeden (çok yakın akrabalıklar istisna) ve konuşmadan nişanlanırlar. Kızın istenmesinden sonra nikâh yapılıncaya kadar, damat adayının kız evine gidip gelmesi hoş karşılanmaz, dini nikâh yapılmadığı için birbirlerine görünmeleri, konuşmaları, yörenin örf ve adetlerine göre ayıp, dini kurallara göre haram ve günah sayılır. Nişan merasiminin çevrenin adetlerine göre kız evinde yapılması gerekir. Oğlan evi tarafından birkaç kadın nişandan bir veya iki gün önce nişan şerbetinin hazırlanması için kız evine giderler. Kız evi nişan için gerekli hazırlıkları tamamlar. Nişan günü hazırlanan şerbetleri genç kızlar misafirlere servis yaparlar. Hazırlanan bu şerbetten damat adayının da içmesi arzulanır. Bir sürahi içerisine şerbet konur, üzerine beyaz ipek bir mendil örtülür, mendilin üzerine ise kırmızı bir kurdela ile oğlanın nişan yüzüğü bağlanır. Kız evinin tanıdığı yaşlı bir hanım şerbeti alarak oğlan evine götürür, oğlan da yüzüğü parmağına takar ve şerbetten içerek nişanlanmış olur. Nişan yapılan kız evinde gelin adayı giyinip hanım misafirlere “Hoş geldiyiz” diyerek misafirlerin yanında oturur. Kirve kızı tebrik ederek oğlan evinin yaptırdığı yüzüğü onun parmağına takar. Müzik dinlenir, sohbet edilir. Mevsimine göre yiyecekler, içecekler ikram edilir, nişan merasimi bittikten sonra zılgıtlar çalınır, nikâh ve düğün günü kararlaştırıldıktan sonra misafirler dağılır. Nişandan sonra Pazar ve Perşembe olmak üzere haftada iki gün oğlan evi tarafından kiralanan otomobillerle gelin adayı ve hanım akrabaları şehirde gezdirilir. İki tahta çakarlar Arasından bakarlar Daha yaşım küçükken Biye nişan takarlar Hala hala heeey... Bu gezmeler nişan gününden nikâh yapılacak güne kadar fasılalarla devam eder. Nişanlanan erkek, kurban bayramında nişanlısına koç gönderir. Boynuzuna kırmızı eşarp ve buna bağlı bir çeyrek altınla süslenmiş olan koç hediye edilir. Buna “Gelin Kurbanı” denir. Nişanlılık devresi yaz aylarına tesadüf ederse ki, genellikle tesadüf eder, oğlan nişanlısına bahçelerde özel olarak hazırlanmış bir merkep yükü has (marul) gönderir. Gönderilen hasın üzerine gözü ve ruhu okşayıcı renklerde kumaşlar atılır. Buna da “Gelin Hası” denir. NİKAH Nikâhı iki kısımda incelemek mümkündür. Resmi nikâha yörede “Saray Nikâhı” denir. Belediye Sarayı’nda yapıldığından bu şekilde isimlendirilir. Dini nikâha ise “Hoca Nikâhı” denir. 1. Resmi Nikâh: Türk Medeni Kanunu’na göre nasıl yapılacağı tarif edilmiştir. Uygulama yurdumuzun bütün illerinde aynıdır. 2. Dini Nikâh: Dini nikâh yapılmadan birkaç gün önce bütün akraba ve yakınları çağırmak için haber veya davetiye gönderilir. Yörenin adetlerine göre nikâhın kız evinde yapılması gerekir. Kız evinde yapılmayan nikâhlar ayıp, başkasının evinde oğlanın nikâhının yapılması ise oğlan evine hakaret sayılır. Dini nikâh genellikle Pazar günü erken saatlerde yapılır. Kız evinde, oğlan evinin göndermiş olduğu malzemeler şerbet yapılarak hazırlanır. Nikâh yapılacak günün sabahı hoca gelir ve kendisine ayrılan yere oturur. Kız tarafının tanıdığı bir erkek kızın kendisine vermiş olduğu sözlü akit vekâletnamesine dayanarak söz sahibidir. Oğlan tarafından da bir erkek yine nikâh için damat adına nikâhlanma yetkisine sahiptir. Hoca, vekillerden hangisinin kızın, hangisinin erkeğin vekili olduğunu sorar. Daha sonra vekiller hocanın dua ve sorularından sonra “Vekâletim hesabiyle aldım hellallığa kabul ettim” diyerek dini esaslara göre nikâhı kıymış olur. Son zamanlarda Belediye Sarayı’nda her iki nikâhın da yapıldığı görülmektedir. DÜĞÜN Düğünün tarafların tesbit ettiği gün ve yerde yapılmasına karar verilir. Urfa’da evlenme düğünü denince akla iki düğün gelir. 1. Avrat Düğünü, 2. Erkek Düğünü. Gerçekte bu iki düğünü ayrı ayrı incelememizin sebebi, avrat düğünü; kız evinin hanımları ile oğlan evinin hanımları arasında yapılır. Erkek düğünü ise sadece oğlan tarafının akraba ve tanıdıklarının katılmasıyla yapılır. Kız tarafından bir erkeğin yapılacak düğüne katılması ayıp sayılır. 1. Avrat Düğünü: Düğün gününden bir hafta önce taraflar akraba ve komşulara indekçi aracılığı ile haberler gönderip düğüne davet ederler. Düğün sonbahar veya kışa rastlıyorsa patpat, kavurga, ağzıyumuk, çekçek, bastık, kesme, sucuk, v.s. yiyecekler götürülür. Gönderilen indekçiler ev ev dolaşarak düğün sahiplerinin yani kız ve oğlan tarafının davetini sözle iletirler. Haberi getiren indekçiye hanımlar bahşiş verirler. Düğünün yapılacağı evin avlusunun büyük olması gerekir. Amaç misafir çokluğu karşısında düğün sahiplerinin mahcup olmamasıdır. Düğünün yapıldığı gün, düğün evinde hiçbir erkek bulunmaz, daha doğrusu bulundurulmaz. Sadece evin dış kapısında bir erkek oturtulur. Bu da dışarıdan gelecek bir haberi içeri kimseyi sokmadan yüksek sesle bağırmak veya bir çocukla haberi hanımlara iletmek görevini üstlenir. Düğünde enstrüman çalanların hiçbirinin gözü görmez. Şayet kör çalgıcı bulunamaz, gözlü müzisyen getirme zorunda kalınırsa, hanımları görmemeleri için araya perde çekilip arkasında oturtulur. Yaşlı bir kadın veya çocuk aracılığı ile müzisyenlere isteklerini iletirler. Günümüzde azda olsa bu kural geçerliliğini yitirmek üzeredir. Düğünlerin çoğu artık salonlarda yapılmaktadır. Düğünde genellikle “dörtlü mendil”, lorke gibi mahalli oyunlar oynanır. Düğün esnasında gelin oynatılır, gelin oynarken başına para çevrilir. Çevrilen bu paraları düğünde hizmet eden hanımlar nişanlı veya sözlü kızların başına çevirip “Ağbatı siye ola” der ve yakınında bulunanlar da “Amin” diyerek tasdik ederler. Düğüne yemek için getirilen yiyecekler, düğüne bir süre dinlenmek için ara verildiğinde yenir. Gelenler birbirlerine yiyeceklerinden ikram ederler. Düğün öğlenden sonra başlar, gecenin geç saatlerine kadar yaklaşık 7-8 saat sürer. 2. Erkek Düğünü: Düğün gününden birkaç gün önceden bütün misafirlere bir erkek işçi tarafından haber gönderilir. Düğün genellikle geniş hayadı (avlusu) olan evlerde yapılır. Düğünde; iki ayak, abravi, girani, derik, dörtlü degenek gibi mahalli oyunlar oynanır. Bu oyunlardan dörtlü degenek oyunu oldukça maharet isteyen oyunlar olduğundan düğünün en görkemli bölümünü oluşturur. Erkek düğününün yapıldığı evin çevresinden, damlardan ve duvarlardan yüzleri bürüklü düğünü izleyen hanımlar ise zılgıt çalarak oyuna ve oyunculara heyecan ve hareket vermek için onları coştururlar. Bu iki oyun sırasında düğünün daha da coşkulu devam etmesini isteyen düğün sahipleri ise başını yukarıya kaldırarak kadınlara hitaben “Zılgıt çalmıyanın gişisi öle” der. Bunun üzerine bütün kadınlar coşkulu bir şekilde zılgıt çalarlar veya misafirleri biraz kahkaya boğmak için “Zılgıt çalmayanın kaynanası öle” dendiğinde “İnşallah” diyerek zılgıt çalmayanlar olduğu gibi, kaynanasıyla birlikte düğüne gelenler ise ister ismez zılgıtla katılırlar. Bir tarafta düğün ve eğlenceler devam ederken diğer tarafta davetliler için yemekler hazırlanır. Yörenin yemeklerini çok sayıda misafire hazırlamak için usta aşçılar ve hizmetçiler tutulur. Düğünün bir anında damadın yakın akraba ve arkadaşlarından birkaç büyük ve çocuklar daha önceden kız evinde hazırlanmış olan damadın çamaşırları, damatlık elbisesi, terlik ve pijaması, çorap ve ayakkabısını almak üzere çalgıcılarla birlikte çala söyleye kız evine giderler. Asbap getirmek için yola çıkan bu grup mahalle aralarında sokaklardan türkü, mani söyleyerek geçerler. Yoğurt koydum dolaba Bögın başım kalaba Küçücükken böyüttün Seni vermem Araba Kalaylı tas ayranı Sürmeli göz heyranı Seni doğuran ana Eder çifte bayramı Ellere vay... Kız evi önünde söylenen türkülerden sonra, damadın elbiselerinin bulunduğu siniyi bir erkek işçi başına alarak mani, türkü söyleyerek yine aynı şekilde dönüp düğün yapılan eve gelirler. Düğün evinde daha önceden hazırlanmış olan üstünde zeytin dalları ve dallara bağlanmış mumlarla bezenmiş “Güvegi Tahtı”ndaki mumlar yakılır. Uzaktan düğünü seyreden hanımlar ise zılgıt çalarak olayı şenlendirirler. Damat ise düğün evinde boş bir odaya arkadaşları ile birlikte girer ve getirilen çamaşırları ve elbiseyi giyer. Odadan ceketsiz olarak çıkar ve kendisine ayrılan taht’ın yanına gelir. Küvre ise damadın giymediği ceketini çalgıcıların refaketinde müzik eşliğinde giydirir. Bu sırada: Çağırın Hakko’yı Geydirin sakkoyı Mibarek olsın ağa küvre Yengi de güvegi Getirin Melegi Geydirin yelegi Mibarek olsın ağa küvre Yengi de güvegi, diye Urfa’ya özgü (damatların elbise giyerken söylenilmek için besetelenmiş olan) bu türküyü söylerler. Bu sırada damadın elbisesinin getirildiği sini içerisinde bulunan şeker ve metal paralar havaya serpilir, havai fişekler yakılır, kadınlar zılgıt çalarak bunu kutlarlar. Düğünde hizmet eden işçiler, çalgıcılar sıra ile gelerek önce, tahtın bir yanında damadın yanında oturan küvre’den sonra da damattan bahşişlerini alırlar. Diğer tarafta hazırlanan yemekler servis yapılmak üzere düzenlenir. Misafirler yemeğe davet edilir. “Mırra” denilen acı kahve, sigara ikram edilir. Bu yemeğe “Asbap Yimeği” denir. KINA GECESİ-ASBAP GECESİ “Gelin” Perşembe günü gidecekse, Çarşamba akşamı; Pazar günü gidecekse, cumartesi akşamı (yani damadın elbise giydiği günün akşamı) yapılır. Kız evinde hanımlar, oğlan evinde erkekler toplanır. Damadın arkadaşları ve akrabalarının toplantığı yerdeki eğlenceye “Asbab Gecesi” kadınların toplandığı yerdeki eğlenceye ise “Kına Gecesi” denir. İkisi de aynı gece ve aynı saatlerde başlar. Gece saat onbire doğru oğlan evi tarafından kadın, erkek ve çocuklardan bir grup kına gecesi yapılan eve toplu halde yine türkü mani söyleyerek çalgıcılarla birlikte giderler. Evleri sekilidir Toprehen ekilidir Eger babası yoksa Dayısı vekilidir Hala hala heey.... Leblebi koydum tasa El vurdım basa basa Bizim gelin çok gözzel Azıcık boyı kıssa Hala hala heey.... Gecenin karanlığında dar sokaklardan, kadınlar önde, çocuklar ortada, erkekler arkada olmak üzere toplu olarak yürürler. Ellerindeki fanıs denilen gaz lambaları yollarını aydınlatır. Bu topluluktan ara sıra geriye kalmış bir hanım olursa, koruma görevini üstlenen erkeklerden biri “Ayallar öge” diyerek kadının hızlı yürümesini ikaz eder. Gelin ve damadın isimlerine göre; Portakalı oyarlar İçine kına koyarlar Evvel adi Fatma’dı Şimdi gelin koyarlar Hala hala heey.... Bahçalarda pırpırım Yaprağı dilim dilim Biz Ahmedi everdıh Hasan’a Allah Kerim Hala hala heey.... Kına evine iyice yaklaşıldığında ise genellikle, Çakmak çakmağa geldıh Kına yahmağa geldıh Ayşe Dayze ağlama Kıziy almağa geldıh Hala hala heey.... Birkaç gün önceden kız evine gönderilen kına küvrenin hanımı tarafından bir kab içerisinde dua okunmuş süt ile yoğrulur. Gelin ise damadın akrabalarından iki hanım tarafından koluna geçilmek suretiyle getirilerek küvrenin önüne oturtulur. Gelin ağlamaya başlar. Gelin kınaya çıkarken mutlaka ağlaması gerekir, aksi halde ayıplanır. Bu sırada kapı önünde bekleyen erkekler arasında bulunan çalgıcılardan biri kaval veya keman ile hüzünlü bir taksim yapar. Erkeklerden biri hoyrat okur. Kah gidelim Kınayı yak gidelim Gözele doymak olmaz Üzüne bak gidelim Merdivana Sarıl çık merdivana Yar sevmah yigit kârı Ne bilir her divana Bunun peşinden hanımların hepsi gelinin ağlamasına katılır, hep birlikte ağlarlar. Oğlan evi tarafı hanımlar ise gelin götürecekleri için sevinçlidirler. Bir yandan ağlama, bir yandan sevinç gösterisi, bazen iki aile arasında sözlü atışmaya dönüşür. Küvre, gelinin avucunun içine bir altın koyarak kınayı yakar. Daha önce gelinin yüzüne örtülen pembe duvak açılarak gelinin kına yakılan eline bağlanır. Çocukların ellerinde tepsilere dikilmiş olan mumlar yakılarak gelinin başına çevrilir. Kapı önünde bekleyen erkekler hep birlikte Urfalıyam ezelden Göynüm geçmez gözelden Göynümün gözü çıksın Sevmiyeydim ezelden Ağam olasan Ömer Paşam olasan Ömer Benim olasan Ömer Yetim kalasan Ömer, türküsünü söylerler... Kınası yakılan gelin baba evinden ayrılmadan önce büyüklerinin ellerini, arkadaşlarının yüzlerini öperek gözyaşları arasında veda ederek ayrılır. O yanı keçe bı yanı keçe Kız anasının emegi heçe Hala hala heey.... Oğlan tarafı gelini alarak kız evinden ayrılırlar. “Masa üstünde bekmez Bı bekmez biye yetmez Şu Urfa’nın kızları Taksisiz gelin getmez.” “Ay doğar ayazlanır Gün doğar beyazlanır Gelin olacah kızlar Hem gider hem nazlanır” Hala hala heey... Gelin, önceden hazırlanmış olan özel bir odada karşılanır. Kadınlar ise zılgıt çalarak gelini kutlamaya devam ederler. Gelin kapıdan girerken kendisine verilen bir “narı” oda kapısının üst tarafına atarak narı kırar. Kırılarak dağılan nar tanelerinin toplanarak evlenecek yaşa gelmiş, genç kızlara yedirilmesi uğurludur. “Su koydum su tasına Gül koydım ortasına Biz gelini getirdıh Ağamın odasına” Sâbahleyin, gelin ve beraberinde gelenlere özel olarak hazırlanmış kahvaltı sofrası hazırlanır. Öğlenden sonra ise süpha yemeği ikram edilir. SÜPHA YEMEĞİ Gelin, damat evine getirildiği günün sabahı, gelin evinden başka bir yerde süpha yemeği merasimi düzenlenir. Süpha; pirinç, şeker, et, çekirdeksiz üzüm, nohut, yağ gibi malzemelerle hazırlanır. Yemekte; kuzu içi, Üzlemeli pilav, Etli pilav, tatlı olarak da zerde ikram edilir. Süpha yemeğine istisnasız herkes davet edilir. Oturan gruplar yine gruplar halinde çağrılır. Yemek verme işi devam ederken damadı traş edecek olan berber gelip boş bir odada damadı traş eder. Küvre ve damat berbere ve çırağına bahşiş verirler. Akşam vakti yaklaştığında damada da bu yemeklerden verilir. Daha sonra “damat” ve arkadaşları ”süpha” verilen evden ayrılırlar. Yürüyerek dar sokaklardan geçip “gelinin” bulunduğu kendi evine gelirler. Damat gerdeğe girmeden önce hoca dualar okur ve damat evin kapısından içeri girer. Evin avlusunda baba ve annesinin ellerini öperek zifaf odasına girer. GÜVEĞİ HAMAMI Damat, evliliğin sabahı erken saatlerde akraba ve arkadaşları tarafından hamama götürülür. Damat, daha önceden hamamcı haberdar edildiğinden oturması için zeytin dalları ile süslenmiş olan tahta oturtulur. Hamama davet edilen misafirler yıkanıp çıktıktan sonra damat da yıkanarak yine bu tahtta oturur. Kutlamaları kabul eder. Damadın arkadaşlarından biri “Hamam yimegini ben yapıyam” diyerek hamama gelen misafirleri yemeğe davet eder. Yemeği yapan kimsenin evinde toplanılır ve yörenin yemeklerinden olan mevsimine göre patlıcanlı, domatesli, elmalı, yoğurtlu kebaplardan yapılır. Üstüne de tatlı olarak yine kadayıf ikram edilir. Yemekten sonra arkadaşları, yakınları, damadı evine götürürler. Kendileri de işlerinin başına dönerler. Yanı gün, “gelin” ise kocası başta olmak üzere kayınbabasına, kaynanasına, kaynına, görümüne çeşitli hediyeler verir. Buna çeyiz günü denir. DUVAK GÜNÜ Evliliğin ikinci günü duvak günüdür. O gün gelinin yakınları, tanıdıkları gelin evine gelirler. Damat ise duvak yemeğinin hazırlanması için bir koç aldırır. Yemekler hazırlanır, gelin ise gelinliğini giyinip yüzünü gelin duvağı ile kapatıp gelip misafirlerin yanına oturur. Oğlan evinden 8-10 yaşlarında bir erkek çocuk gelinin duvağını kaçırır ve duvağı damada götürerek damattan bahşiş alır. Kadınlar bu duvak kaçırma anında yine zılgıt çalarak bunu kutlarlar. Duvak kaçırma sabahleyin yapılır. Duvak gününe gelenler çeşitli hediyeler verirler. Bu hediye verenler genelde çok yakın akraba olanlardır. Duvak akşama kadar devam eder. Yemekler yenir. Duvak gününe gelinin annesinden başka bütün akrabalar katılırlar. Duvak gününün akşamı ise gelinin annesi, kızını ve damadını “akşam yemeği”ne çağırır. Damat kaynanasının elini öptüğünde ona çeşitli hediyeler verir. GELİN HAMAMI Evliliğin onbeşinci günü (Cumartesi veya Perşembe) bütün dost ve akrabalar hamama davet edilir. Gelin, baba evinden çeyiz olarak getirdiği hamam takımlarını bir bohça içerisinde getirir. Bu bohçayı getiren natır ve gelini yıkayan, bohçasını açan kaymelere hamamdan sonra bol bahşiş verilir. Genellikle Yıldız Hamamı’na gidilir (bu hamam şimdi yoktur). İnanışa göre Yıldız Hamamı’na giden gelin kocasına parlak, alımlı, yıldız gibi görünür veya Cincıklı Hamam’a gidilir ki gelin kocasına cincık gibi görünsün. Hamam o gün ücretli müşteri almaz, bütün masrafları oğlan evi karşılar. Hamamda bulunan bir tahtın üstüne halılar, minderler serilir. Onların üstüne el işlemeli beyaz örtüler yayılır. Hamama davet edilen bütün misafirlere damat tarafından yaptırılan kebaplar ve tatlılar ikram edilir. Ayrıca “damat evi” tarafından evde hedik hazırlanarak hamama getirilir. Gelin ise güvegi hamamında olduğu gibi misafirlerden sonra yıkanıp kendisi için hazırlanan yerde oturur. Zeytin dalları ile süslenmiş olan tahttaki mumlar yakılır. Gelini kutlayan misafirler hamamdan ayrılırlar
  16. _asi_

    Şanlıurfa Halk Edebiyatı

    HALK EDEBİYATI URFA’YA ÖZGÜ ATASÖZLERİMİZ Evini icara veren,elini yere verir. Kaynayan kazan kapah tutmaz Ulısının sözını tutmıyan ulıya ulıya ölür. Acı işletme,tohı tepretme Terezinin rahtı var,herşeyin bi vahtı var Ac ayı oynamaz,tilki tilkiliğini aynadana kadar çiğ postı bazara çıhar. her şeyde bahtımız karadır,karpızda bayaz çıhar. Anasına bah kızını al,kenarına bah bezini al. Aşiy tanı,işiy tanı,gişiy tanı. Ergene avrat dögmah,yohsıla sırfa açmah kolaydır. Karaçı kızı hatın olmaz,dilenmese karnı doymaz. Konşı adamı var ister,adam avradı sağ ister. Kıziy çirkin Hak vergisi,geliniy çirkin kör mıdi. Oyuna kahanın boyını görüler Sabırnan korıh hevla olur BİLMECELER Altı derya,üstü nar,bir incecik yolu var(nargile) Al atla,yeşil atlas,suya atarım batmaz (elma) Ayakları su içer,üstünden gelen geçer (köprü) MANİLER Kuşbaşı var Ciğer var,kuşbaşı var Yadlara üz mı verir Dostı var,oynaşı var Kalemi kaşta kodiy Gözımı yaşta kodiy Sen başi alıp gettiy Beni ataşta kodiy Koyınlar kuzliyanda Yaralar sızliyanda Ben seni nerde bulım Göynım arzuliyanda Bülbülü susturan şakrak sesi var Tadına doyulmaz çiğ köftesi var Dünyaca bilinen efsanesi var Cana yakın cennet kadar bu urfa DEYİMLER Abi yahmah: aşık olmak Abudelep : cömert,eli açık Adınnan sanınnan :yerli yerince Ağ beht :şanslı evlilik Ağbatı başiya :darısı başına Ağzı zıfır:küfürlü konuşan Ağzımı yandırdığına göre aş olsa,başımı yardığına göre daş olsa: yaptığıma değse Alışti datlı lohmiya:dadandın. Altın ifağı : gösterişli olmayan,çok değerli kimse Aş bişır,kaşıh döşır :hadi buradan Avci yala:ümitlenme ,boşuna bekleme Başım gözım üstıne : emrinize amadeyim Başidan böyık zıbıl dağıtma :gücünün yetmediği işlere kalkışma…
  17. _asi_

    Şanlıurfa Tarihi

    ŞANLIURFA TARİHİ Şanlıurfa'nın Göbeklitepe mevkiinde yapılan Kazılarda Şanlıurfa Tarihinin M.Ö. 9000 hatta 11 bin yıl öncesine kadar dayandığına dair bulgular ve tapınak bulunmuştur. 1984 yılında Fransız araştırmacı Gautier'in başlattığı ve 1946'dan sonra Prof. Kılıç Kökten'in sürdürdüğü yüzeysel araştırmalardaki buluntular, Şanlıurfa ve çevresinin Paleotik (yontmataş), dönemde (MÖ 500.000-8.000) insan yaşantısına sahne olduğunu göstermektedir. Prof. Kılıç Kökten'in Birecik İlçesi sınırlarındaki bulduğu el baltası bölgenin en eski tarihi kalıntısı olarak, yontmataş devrinde avcılık ve toplayıcılıkla geçinen insanların bu sıcak ve bol çeşitli hayvan yaşamına elverişli toprakları yurt tutuklarını göstermektedir. Atatürk Barajı göl alanında kalacak höyüklerde 1979 yılından bu yana yapılan yerli ve yabancı arkeolojik kazılarda bulunan domuz ve diğer hayvan iskeletleri o devirlerde bölgenin sık bir ormanlığa sahip olduğunu kanıtlamaktadır. 1964 yılında Bozova İlçesi, Gölbaşı mevkisinde yapılan arkeolojik kazılarda paleolitik dönem kalıntıları yanında neolitik dönem (MÖ 7250-5500) yerleşmelerine rastlanılmıştır. Ayrıca 1982 yılında Şanlıurfa Müzesi Müdürlüğünce Bozova İlçesine bağlı Şaşkan (İğdeli) köyü yakınlarındaki küçük ve büyük Şaşkan höyükleri arasında kalan arazide yapılan arkeolojik kazılarda elde edilen bulgulardan bu bölgenin ilk defa günümüzden 7000 yıl önce toprağa bağlanan insanlar tarafından iskan edilmeye başlanıldığı anlaşılmaktadır. Neolitikten sonraki ilk medeniyet evresi kalkolotik dönem (5500-3200) buluntuları,; Şanlıurfa'nın Bozova ilçesine bağlı Kurban Höyük, Lidar Höyük ve Siverek İlçesine bağlı Hasek Höyük kazılarında tespit edilmiş, ayrıca aynı kazılarda ilk Tunç Çağına ait (MÖ 3200-1800) çok sayıda değerli eserler ele geçirilmiştir. Dicle ve Fırat arası topraklar için MÖ ikinci bin yıllarına ait Hitit çivi yazılı metinlerde rastlanan ilk ad "Hur Memleketleri"dir. MÖ birinci bin yarısında ise Asur vesikalarında bölgenin "Hanigalbat" adıyla anıldığı görülmektedir. Bu ad, MÖ 13. Yüzyıl ortalarında çöken Mitanni-Hanigalbat devletini çekirdek arazisin teşkil etmiş olmasına dayanır görünmektedir. Mitanni devletinin çökmesiyle Urfa bölgesine bir Sami kavimi olan haramiler kitleler halinde gelip yerleşmişlerdir. Daha sonra bölgeye Asuriler hakim olmuş, bu devlet MÖ 610 yılında İran ve yeni Babil devletleri tarafından yıkılmış ve Urfa bölgesine (Elcezire) İranlılar hakim olmuştur. Büyük İskender istilası (MÖ 331) ve bunu izleyen Helenistik devirde Urfa tarihin belgelerle daha belirgin olarak izlemek mümkün olabilmektedir. Büyük İskender'in ölümünden sonra parçalanan imparatorluğun Urfa bölgesi Selevkosların elinde kalmıştır. Selevkoslar devrinde Grek ve Makedonya yurtlarında Urfa bölgesine büyük bir oranda göçler olmuş ve bunlar eski Grek adetlerine göre kurdukları şehirlere eski yurtlarındaki bazı mahalle ve şehirlerin adlarını vermişlerdir. Selevkoslar MÖ 334'de Süryanilerin Urhai (Orhay-Urfa) kasabası üzerine Edessa adıyla bir kent kurmuşlardır. Edessa Makedonya'nın başkenti Aigai'nin (şimdiki Vodena) bir mahallesinin adıdır ve Urfa'ya kurucuları olan Makedonyalılar tarafından verilmiştir. Fakat yerli halk bu yabancı ismi benimsememiş ve kente Urhai demeye devam etmiştir. MÖ 334-136 yılları arasında Urfa'da hüküm süren Selevkostlar bu bölgede Edessa'dan başka Carhae (yeni bir plana göre düzenlenmiş Harran) Mekadonopolis (Birecik), Nikephorion (Rakka), Anthemsia (Suruç) kentlerini kurmuşlar ve buralara kendi halklarını yerleştirmişlerdir. MÖ 137 yılında canlanan bizim Eşkaniyan, Batılıların Arsakid dedikleri İran devleti bütün Mezopotamya'yı yeniden eline geçirdi ve bu tarihten çok az sonra da Urfa'da tarihinde ilk ve son defa olmak üzere yerel bir şehir krallığı kuruldu. Urfa dışına bile taşamamış olmasına rağmen, "Osrhoene Krallığı" adını taşıyan bu küçük devlet MÖ 132'de Arjaw (El'de Aryu) tarafından kurulmuştur. MS Nisan 216'dan 242 yılına kadar Manu IX. Osrhone Kralı ünvanını almış, ancak onun bir Roma kolonisi haline getirilmiş Edessa'da hiçbir hüküm nüfuzu olmamıştır. Bu krallık 242-244 yıllarında iki sene gibi kısa bir süre son defa olarak Abgar XI.nin Gordianus III. Tarafından Urfa'ya hükümdar tayin edilmesiyle ihya edilmiş, fakat bu Roma imparatorunun öldürülmesi sonrasında halefi Philippus, Sasani hükümdarı Şapur ile anlaşmayı tercih ederek Mezopotamya'yı İranlılara terk etmek üzere bir anlaşma imzalamış, ancak bu anlaşma tatbik edilememiş ve Mezopotamya yine Romalıların elinde kalmıştır. Fakat bu sırada Orshoene Krallığı kesin olarak tarihe karışmıştır (MS 244). MÖ 132 - MS 244 yılları arasında 376 yıl devam eden Orshoene Krallığı, para basacak kadar özgür ve güçlü İran devletine kafa tutamayacak kadar güçsüzdü. Urfa Krallığının bütün dünyaya yayılan esas ünü Hıristiyanlıkla ilgisidir. Kral V. Abgar'ın (Kara Abgar-Büyük Abgar) MS 13-50 yılları arasındaki ikinci saltanat devresi Hıristiyanlık tarihi bakımından çok önemli sayılır. Bütün Hıristiyanlık alemince meşhur olan "Abgar Efsanesi"ne göre bu zat, Hz. İsa'ya mektup yazarak Hıristiyanlığı teb'asıyla birlikte kabul ettiğini bildirmiş ve Hz İsa'yı dinini yaymak üzere Urfa'ya davet etmiştir. Bu davet üzerine Hz. İsa, yüzünü sildiği mendile çıkan mucizevi resmini havvarilerinden Addai ile birlikte Kara Abgar'a göndermiştir. Hıristiyanlık aleminde kutsal sayılan bu mendilin uzun süre Urfa'yı düşmanlardan koruduğuna inanılmış, MS 944 yılında Bizans imparatorunun doğudaki kuvvetlerinin komutanı Ioannes Kurkuas Urfa üzerine yürüyerek bu mucizevi resmi almayı başarmış ve onu büyük bir törenle İstanbul'a götürmüştür. Mandilion, Hıristiyan sanatında oldukça yer tutmuş ve hayali resimleri bir çok batı müzesini süslemiştir Bu ilgi çekici efsanede kral V. Abgar'ın Hıristiyanlığı kabul etmiş olması, tarihi gerçeklere uygun değildir. Hıristiyanlığı ilk kabul eden hükümdar, aynı hanedana mensup, aynı adı taşıyan IX. Abgar'dır ve bu olay 214 yılında gerçekleşmiştir. 3. ve 6. Yüzyıllar boyunca Urfa ve bölgesi Roma'ya bağlı kaldı. Romalılar Urfa başta olmak üzere bütün şehirlerin surlarını yenileyip güçlendirdiler. Halife Hz. Ömer (634-644) zamanında Irak orduları komutanı Sa'ad bin Ebu Vakkas'ın gönderdiği Abdullah bin Alban idaresindeki ordu 639 yılında Urfa'yı almış ve Orshone'yi Diyar'ı Mudar adıyla Şam eyaletine bağlamıştır. İslam idaresi Urfa'daki Hıristiyan halka azami hoşgörüyü göstermiş, İslam'ın bu tutumu karşısında yerli halk kısa zamanda kendi arzularıyla Müslümanlığı kabul etmiştir. Emeviler ve Abbasiler zamanında cereyan eden iç ve dış olaylar esnasında Urfa daima İslam imparatorluğunda kalmış, ancak Abbasilerin dağılma yıllarında 1030 yılında Bizans hakimiyetine girmiştir. Selçuklu Sultanı Melikşah, komutanlarından Emir Bozan'ı Urfa'nın fethine gönderdi. Emir Bozan şehri üç ay sıkı bir şekilde kuşattı. Bu şiddetli kuşatma sırasında dışarıdan yardım göremeyen şehir halkının ileri gelenleri Bozan'ın yanına giderek Urfa'yı ona teslim ettiler (Mart 1087). Böylece Urfa Selçuklu hakimiyetine girmiştir. Urfa, 1098'de I. Haçlı Seferleri sırasında Prens Baudouin de Boulogne tarafından zaptedilerek Haçlı Kontluğu idaresine girmiştir. Musul Atabeyi Nurettin Zengi 1144'te Urfa'yı alarak Haçlı Kontluğu idaresine son vermiş, onun bu haraketi II. Haçlı seferlerine başlamasına neden olmuştur. Eyyübilerden Artuklulara geçen Urfa, Moğol tahribinden sonra Karayülük Osman Bey tarafından Akkoyunlu idaresine geçirilmiş, daha sonra Memlük hakimiyetine girmiş, 1516'da Mercibadık Savaşı neticesinde Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır. 1650 yıllarında Urfa'yı ziyaret eden ünlü seyyah Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde Urfa'dan şu şekilde bahsetmektedir. "...Nuh tufanından sonra kurulan eski şehirlerden biri de Urfa'dır. Semud kavminden Rohay adında bir hükümdarın yapısıdır. Hz. İbrahim'i bu şehirde Nemrut ateşe attırmıştır. Hz. İsa, buraları Kayseri'nin idaresinde iken, gelip bir kiliseye inmiş. Onun için buraya Deyr'i Mesih derler. Havvariler burada İncil'i gayet hazin bir sesle okurlarmış. Onun için makama "Rehavi" demişlerdir." "...Nihayet Emevilerden Muaviye Şam'da iken, asker gönderip burayı Rumlardan alarak İslam ülkelerine katmıştır. Sonra Abbasilerden Me'mun bir sebeple buraya gelip İbrahim Halil Türbesini tamir ettirmişlerdir. Birçok hükümdarın eline geçtikten sonra H.922 tarihinde Yavuz Sultan Selim Mısır'a giderken burasını Hadım Sinan Paşa almıştır." "...Kalenin dört tarafı gayya kuyusu gibi uçurum kayalardır. Kale kapısının iç yüzünde bir cami vardır. Urfa camileri hepsi 22 mihraptır. İbrahim Halil Camii, Hasan Padişah Camii, Pazar Camii, Dabbakhane Camii, Ahaveyn Camii ve Çakeri Camii içerisinden İbrahim Halil suyu geçerek havuz ve şadırvanları canlandırır. 67 kadar mahalle mescidi vardır." "...Sekiz hamamı vardır. Çarşı ve pazarı toplam 400 dükkandır. İki bedesteni vardır. Saraçhanesi İbrahim Halil nehri kenarındadır..." XVI. yüzyıl sonlarında Karayazıcı Abdülhalim isyanı nedeniyle çok kanlı olaylara sahne olan Urfa'da karışıklık kısa zamanda bastırılmıştır. 1837 yıllarında Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa kenti kısa bir süre elinde tutmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun I.Dünya Savaşı'ndan yenik çıkması üzerine Urfa, 24 Mart 1919 tarihinde İngilizler tarafından işgal edilmiş, 30 Ekim 1919 tarihinde yine İngilizler tarafından Fransızlara devredilmiştir. 11 Nisan 1920'de Fransızları kesin yenilgiye uğratan Urfalılar bu zaferlerinin anısı olarak TBMM'nin kararıyla 1984 yılında "ŞANLI" ünvanına kavuşmuşlardır.
  18. _asi_

    Şanlıurfa Tarihçesi

    TARİHÇE Urfa tarihinin Paleolotik çağa kadar (M.Ö. 500.000 - 8.000) uzandığı tespit olunmuştur. Kazılarda neolitik çağ (M.Ö. 7250 - 5500), kalkolitik çağ (M.Ö. 5500 3200) ve ilk tunç çağına ait (M.Ö. 3200 - 1800) çok sayıda değerli eserler ele geçirilmiştir. Belgelere dayanmayan bazı iddialara göre Urfa, ilk defa şehirler kuran İdris Peygamber veya Tufan'dan sonra Nuh Peygamber zamanında kurulmuştur. Ebul Faraç bu görüştedir. Urfa bölgesi; Sümer - Akat - Hitit, Babil - Kalde, Hurri - Mitanni, Aram - Asur, Med ve Pers hakimiyetlerini görmüştür. M.Ö. II. bin Hitit vesikalarında geçen Ursu'nun ve Asur vesikalarında geçen Ruhua veya Ru'ua'nın, bugünkü Urfa olduğu söylenmektedir. Şehir; Ur, Kalde Ur'u, Harran Ur'u, Orhei, Orhay, Vurhai, Edessa, Diyar Mudar, (Bölge ile beraber) Ruha, Reha ve Urfa adlarını almış, en son Şanlıurfa olmuştur. Makedonya Kralı Büyük lskender doğu seferi sırasında Urfa' ya hakim olmuştur. (M.Ö. 332). Bu devir, M. Ö. 132'de ASRAANE krallığı ile son bulmuştur. M. S. 250 yıllarına kadar devam eden Osroane Krallığı dönemi Hıristiyanlık açısından büyük önem taşımaktadır. O çağın Osroane Kralı Abgar Ukomo'nun (Kara Abgar) dünyada Hristiyanlığı resmi din olarak kabul eden ilk krallardan olduğu, Hz. lsa ile mektuplaştığı ve Hz. lsa'yı dinini yaymak üzere Urfa'ya davet ettiği bilinmektedir. Bu davet üzerine Hz. lsa yüzünü sildiği mendile çıkan mucizevi resmini ve Urfa'yı kutsadığına dair bir mektubunu Abgar Ukomo'ya göndermiştir. Bu nedenle Urfa'ya Hıristiyanlarca bugün bile "Kutsal Şehir" denilmektedir. Hıristiyanlık aleminde kutsal sayılan bu mendilin uzun süre Urfa'yı düşmanlardan koruduğuna inanılmış. M.S. 944 yılında Bizans İmparatorunun doğudaki kuvvetlerinin komutanı Ioannes Kurkuas Urfa üzerine yürüyerek Hz. İsa'nın bu mucizevi resmini almayı başarmış ve onu büyük bir törenle İstanbul'a götürmüştür. Hristiyanlığı ilk yıllarında kabul eden Urfa, Müslümanlığı da ilk yıllarında kabul etmiştir. (M.S. 639). Selçuklu Sultanı Alpaslan'ın 1071 yılında şehri kuşatmasına kadar birçok siyasi ve dini hareketlerin olduğu Urfa' da bağımsız bir Haçlı Kontluğu (M.S. 10981144) kurulmuştur. 1144 yılında İmadeddin Zengi, 1 182'de Selahaddin Eyyübi Urfa'ya hakim olmuştur. 1240 ve 1250 yıllarındaki iki Moğol yağmasından sonra 1260 yılında Hülagü Han bölgeyi yakıp yıkmıştır. Urfa 1404 tarihinde Akkoyunluların, 1514 yılında Safevilerin eline geçmiş ve 1517 yılında Osmanlı İmparatorluğuna dahil olmuştur. 24 Mart 1919'da İngiliz, 30 Ekim 1919'da Fransızlar tarafından işgal edilmiştir. Fransızlara karşı başlatılan direniş ve savaş 11 Nisan 1920'de şehir halkının zaferiyle sonuçlanmıştır.
  19. _asi_

    Şanlıurfa Genel Bilgiler

    GENEL BİLGİLER Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde bir il olan Şanlıurfa, doğusunda Mardin, batısında Gaziantep, kuzeyinde Adıyaman ve Diyarbakır, kuzeybatısında yine Diyarbakır, güneyinde ise Suriye sınırı ile çevrelenmiş bir sınır şehridir. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin orta kesiminde yer alan Urfa’nın büyük bölümü yükseltisi fazla olmayan düzlüklerden oluşmaktadır. Suriye’nin kuzeyindeki düzlüklere ve Fırat Vadisine doğru gittikçe alçalan bu düzlüklere Şanlıurfa Platosu ismi verilir. İlin kuzeydoğu kesimini Karacadağ’ın batı bölümü engebelendirir. Sönmüş bir yanardağ olan Karacadağ’ın püskürttüğü lavlar geniş bir alana yayılmıştır. Buradaki en yüksek nokta Karacadağ’ın batısındaki Mandal Tepesi’dir (1.895 m.). Bunun dışında Şanlıurfa platosu üzerinde Harran ile Viranşehir ovaları arasındaki Tektek Dağı (749 m.) ve Kaşmer Dağı’dır (954 m.). Urfa’da Karacadağ’ın güneybatısında Takırtukur Dağları, bunun batısında Yılanlı Dağ, Viranşehir’in güneydoğusunda Karatepe ve Kepez Dağları, Tektek Dağlarının kuzeybatısında Susuz Dağları (801 m.), İl merkezi yakınında Germüş Dağları (770 m.), İlin güneyinde Nemrut Dağları (800 m.), Şanlıurfa-Suruç yolu üzerinde Şebeke Dağları ile Birecik-Suruç yolu üzerinde Şebeke Dağları, Arat Dağları (840 m.) bulunmaktadır. Ayrıca Beş Mağara Dağları, Cudi Dağı, Direkli Tepeleri, Kaşmer Dağı, Korçik Dağı, Sakızlı Dağı, Molla Ömer Dağı, Kalkan Dağı, Nohutçuk Dağı, Külaplı Tepesi ilin diğer yükseltileridir. Şanlıurfa yapı bakımından III.Jeolojik zamanın son katı olan Poliosen bölümünün karakterini göstermektedir. Eski dünyanın bir bölümü ile birlikte oluşmuştur. Kıvrımlar oluşumundan önce Anadolu’nun bulunduğu sahada Thitys adı verilen bir deniz bulunmaktaydı. Üçüncü Zamanın sonu ve Dördüncü Zamanın başlangıcında gerçekleşen yan basınçlar ve patlamalardan pek etkilenmeyen Şanlıurfa, üzerinde bulunduğu sert kütle üzerinde biraz yükselmiş ve yer yer kıvrılmalara uğramıştır. Suruç Ovası ile Harran (Altınbaşak) Ovası ilin diğer düzlükleridir. Şanlıurfa’nın en önemli ovası olan Harran Ovasının doğusunda Viranşehir Ovası, batısında da Suruç Ovası yer almaktadır.Ayrıca Fırat Nehri kenarında Halfeti Ovası, Bozova Ovası, Hilvan Ovası ve Karacadağ’ın püskürttüğü lavlarla örtülü Siverek Ovası bulunmaktadır. Şanlıurfa, dünyanın ve Türkiye’nin en önemli bölgesel kalkınma projesi olan GAP’ın (Güneydoğu Anadolu Projesi) merkezi durumundadır. İl topraklarını batı, kuzeybatı ve kuzeyde doğal sınırı oluşturan Fırat Nehri sulamaktadır. Siverek Maktalan Geçidi civarında Şanlıurfa topraklarına giren Fırat Nehri, Suriye’ye yönelir. Bu nehir üzerinde Atatürk Barajı, Birecik Barajı, Karakaya ve Kargamış Barajları bulunmaktadır. Bu nehrin suyu iki tünel ile Harran Ovası ve çevresini sulamaktadır. Culap Suyu ile Habur Suyu da ilin diğer önemli akarsularındandır. Bunların dışında; Direkli Suyu, Süleyman Pınarı, Anzeli Pınar, Bamya Suyu, Kerhiz Suyu, Germüş Suyu, Belih Suyu, Cülmen Suyu, Kırkpınar Suyu, Karakoyun, Aligör, Yukarı Koymat, Gölpınar, Çamurlu, Belik, Cavsak, Karaköprü ve Tülmen Deresi bulunmakta olup, bu akarsuların bir çoğu yaz aylarında kurumaktadır. Hacıhıdır ile Atatürk Barajının oluşturduğu yapay göller bulunmaktadır. İlin kuzey ve kuzeybatısındaki bazı alanlar Atatürk Baraj Gölünün suları altında kalmıştır. Deniz seviyesinden ortalama 518 m. yükseklikteki Şanlıurfa’nın yüzölçümü 18.584 km2, toplam nüfusu 1.436.956’dır. Şanlıurfa bitki örtüsü Step görünümündedir. Nehir boylarında söğüt, kavak gibi ağaç toplulukları görülmektedir. Fırat Nehri havzasında erozyonu önlemek amacı ile ağaçlandırma çalışmaları yapılmaktadır. İlde Karasal İklim hüküm sürmektedir. Yazları kurak ve çok sıcak, kışları yağışlı ve kısmen ılıman geçer. Kontinental (kara) iklim özelliğinden ötürü sıcaklık farklılıkları görülmektedir. Şanlıurfa’da yıllık ortalama yağış 462 mm.dir. Yıllık ortalama sıcaklık 18.6 C.dir. İlin ekonomisi tarım, hayvancılık, turizm ve sanayie dayalıdır. Yetiştirilen tarımsal ürünlerin başında; buğday, arpa, kırmızı mercimek, çiğit, karpuz, kavun, domates, üzüm, pamuk, patlıcan gelmektedir. Ayrıca az miktarda kayısı, erik, zeytin yetiştirilir. Güneydoğu Anadolu Projesi kapsamında olan Şanlıurfa’da tarım üretimi sürekli artış göstermektedir. Hayvancılıkta sığır, koyun ve kıl keçisi yetiştirilir. Birecik’te Kelaynak Kuşları, Ceylanpınar’da da Ceylanlar için üretme istasyonları kurulmuştur. GAP bölgesi ve Şanlıurfa’daki anıtlar turizm yönünden il ekonomisinde önem taşımaktadır. Kalkınmada öncelikli iller kapsamındaki Şanlıurfa’daki sanayii daha çok tarıma dayalıdır. İldeki başlıca sanayi kuruluşları; un, şarap, meyve suyu, yem, yün ipliği, çimento, tarım alet ve makineleri üreten fabrikalar, et kombinası, süt ürünleri işletmesi, zeytinyağı ve sabun üretim tesisleri ile halı ve pamuklu dokuma kuruluşlarıdır. Şanlıurfa yer altı kaynakları bakımından oldukça yoksuldur. Bozova’da fosfat, Suruç’ta tuğla-kiremit hammaddesi içeren cevher yatakları bulunmaktadır. Urfa’nın eski ismi Şemseddin Sami’nin Kamusü’l Alamı’na göre; “Ur” ya da “Urelkeldaniyn” olup, Büyük İskender’in fethinden sonra Makedonyalılar bu şehri vatanlarındaki Edessa (Vodina) kasabasına benzeterek bu adla ve “Akarsuları güzel” anlamına gelen “Kaliroe” olarak adlandırmışlar, Araplar da “Kaliroe” isminden esinlenerek buraya “Ruha” ismini vermişlerdir. Prof. Fikret Işıltan’a göre İslam döneminde Diyarı Mudar olarak da adlandırılan bölgedeki Urfa’ya Osrhoene Krallığı döneminde verilen “Osrhoene” adının, Kentin Makedonyalılar tarafından “Edessa” ismi ile yeniden kuruluşundan, Süryanice “Urhai-Orhai” olan önceki isminin, Arapça “Er-Ruha”nın Latinleştirilmiş biçimi olduğu sanılmaktadır. Aşağı Fırat Projesi kapsamında Fırat Nehri kıyılarında, Sultantepe’de, Göbeklitepe’de ve baraj göllerinin altında yapılan kurtarma kazıları yörenin tarihine ışık tutmuştur. Buna dayanılarak Şanlıurfa’da Neolitik Çağ (MÖ.10000-5500) ve sonrasında yoğun bir yerleşmenin olduğu ortaya çıkmıştır. Asur tabletlerine göre burası MÖ.2000’lerde Hurriler ile Mitannilerin yerleştiği bir yerdi. Hitiler Mitanni krallığını ortadan kaldırdıktan sonra yöreye yerleşmişler, MÖ.XI.yüzyıldan sonra da Mezopotamya’dan kuzeye doğru göç eden Aramiler buraya yerleşerek Bit-Adini Krallığını burada kurmuşlardır. MÖ.857’de Asurlulara bağlanan ve sonra Medlerin saldırısına uğrayan yöre, bir süre Babillerin egemenliği altında kalmıştır. MÖ.VI.yüzyılda Persler yöreye hakim olmuş ve buranın ticaretinin ve tarımının gelişmesinde büyük payları olmuştur. MÖ.IV.yüzyılda Büyük İskender Persleri Anadolu’dan çıkardıktan sonra yöreye de hakim olmuştur. İskender’in ölümünden sonra da Seleukosların hakimiyetine girmiştir. I.Seleukos tarafından MÖ.303’te bugünkü Urfa’nın bulunduğu yerde Edessa kenti kurulmuştur. Edessa’nın, ilk kuruluşu ile ilgili kesin bilgi olmamakla birlikte, Arap tarihçisi Ebul Faraç’a göre, Nuh Tufanı’ndan sonra yeryüzünde kurulan ilk yedi yerleşim merkezinin ilki ve en önemlisidir. Hz. Adem’in çiftçilik yaptığı, Hz. İbrahim Halil, Hz. Eyyüp, Hz. Şuayp, Hz. Elyasa gibi peygamberlerin yaşadığı bu bölge bugün “Peygamberler Şehri” olarak anılmaktadır. Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın mendilinin Şanlıurfa’da bulunmuş olmasından dolayı buraya Dir-Mesih adını vermişlerdir. Musevi, Hırıstiyan ve İslâm peygamberlerinin atası olarak nitelenen Hz.İbrahim Urfa’da doğmuş, Nemrut ve onun yaptığı putlarla mücadele ettiği için burada ateşe atılmıştır. Lut Peygamber, amcası Hz. İbrahim’in Urfa’da ateşe atıldığını görmüş ve daha sonra buradan Sodam’a gitmiştir. Hz.İbrahim’in torunu İsrafiloğulları’nın atası Yakup Peygamber burada yaşamış ve Urfa’da ölmüştür. Bu nedenle Şanlıurfa inanç turizmi yönünden önem taşımaktadır. Seleukoslardan sonra Mısırlılar, ardından Aramiler yöreyi ele geçirmiştir. MÖ.132’de burada Abgar, sonra da Osrhoene olarak isimlendirilen bir krallık kurulmuştur. Ermeni Krallığı yönetiminde yağmalanan, bir süre Partların denetiminde kalan Osroene Krallığı MÖ.I.yüzyıl sonlarında Romalılara bağlanmıştır. Romalılar ile Partlar arasında zaman zaman el değiştiren Osroene Krallığı, MS.117’de tamamı ile Roma’nın egemenliğini kabul etmiştir. Aramiler birçok kez Roma’ya karşı ayaklanmışlarsa da bu ayaklanmalar bastırılmıştır. Yöre III.yüzyıl ortalarında Sasanilerin, VII. Yüzyılda Arapların saldırısına uğramış, X.yüzyılda Bizanslılarla Mervaniler arasında el değiştirmiştir. Bizans’ın hakim olduğu dönemde Ermeni komutanı Philaretos’un yönetimine girmiş, bunu Selçuklu ve Kilikyalı Thoros’un yönetimi izlemiştir. Haçlı Seferleri sırasında 1098’de burada Urfa Haçlı Kontluğu kurulmuştur. 1144’te Musul Atabeklerinden Zengilerin, 1182’de de Eyyubilerin yönetimine girmiş, 1232’de Mısır Eyyubilerine bağlanmıştır. Anadolu Selçukluları ile zaman zaman el değiştiren yöreye Harezmliler hakim olmuş Moğollar tarafından yağmalanmıştır. Anadolu Selçuklularının yıkılmasından sonra da Türkmen aşiretleri buraya yerleşmiş, 1399’da Timur’un, XV.yüzyıl başında da Akkoyunluların eline geçmiştir. Memluklular 1429’da yöreyi yağmalamış, ardından Safaviler yöreye egemen olmuş, 1517’de Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı topraklarına katılmıştır. Osmanlı döneminde Celali ayaklanmalarından Karayazıcı’nın başlattığı ayaklanma Urfa’yı etkilemiştir. XIX.yüzyıl sonlarında Halep Vilayetinin Urfa sancağına bağlı olmuşsa da ilin kuzey ve doğusundaki bazı kısımlar Diyarbakır vilayetinin sınırları içerisinde kalmıştır. Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşanın 1839’da isyan etmesi üzerine Sultan II.Mahmut bu isyanı bastırmak üzere Hafız Mehmet Paşayı görevlendirmiştir. Hafız Mehmet Paşa ile Kavalalı Mehmet Ali Paşanın oğlu İbrahim Paşanın 20 Haziran 1839’da Birecik’te yaptıkları savaş Mısırlıların lehine sonuçlanınca Urfa 4 yıl boyunca Mısırlıların elinde kalmıştır. Urfa 1912 yılında bağımsız bir sancak konumuna getirilmiştir. I.Dünya Savaşı’ndan sonra24 Mart 1919’da İngilizlerin işgaline uğramış, onların çekilmesinden sonra 30 Ekim 1919’da Fransızlar tarafından işgal edilmiştir. Bu işgale karşı yöre halkı karşı koymuş ve bunun sonucu olarak 11 Nisan 1920’de işgalciler Urfa’dan çekilmişler, 4 Haziran 1920’de de tüm yöreyi boşaltmışlardır. Cumhuriyetin ilanından sonra da il konumuna getirilmiştir. Urfa milletvekili Osman Doğan ve 17 arkadaşının, Kurtuluş Savaşında gösterdiği kahramanlıktan dolayı Urfa ili adının “Şanlıurfa” olarak değiştirilmesine ilişkin kanun teklifi TBMM tarafından 12.6.1984 tarihinde kabul edilerek kanunlaşmıştır.Urfa ilinin adının Şanlıurfa olarak değiştirilmesi hakkındaki 3020 sayılı kanun 22 Haziran 1984 tarih 18439 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Şanlıurfa’da günümüze gelebilen tarihi eserler arasında; Harran Höyüğü (MÖ.3000-MS.XIII.yüzyıl), Harran Bazda Mağaraları, Harran Çoban Mağaraları, Şuayp Şehri Kalıntıları, Sogmatar Kalıntıları, Pognon Mağarası, Betik Yapısı, Harran’da Sin Mabedi (MÖ.2000), Aziz Paulos-Aziz Petrus Kilisesi, Germüş Köyü Kilisesi, Deyr Yakup Manastırı, Harran Üniversitesi (718-913), Harran Şehir Surları, Harran Kalesi, Urfa Kalesi, Urfa Şehir Surları, Harran Ulu Camisi, Şeyh Yahya Hayat El Harrani Cami ve Türbesi (XII.yüzyıl), Cabir El-Ensar Cami ve Türbesi, İmam Bakır Cami ve Türbesi, Han El-Ba’rür Kervansarayı (1228), Eyüp Nebi Köyü Peygamber Mezarları, Eyüp Peygamber Türbesi, Rahime Hatun Türbesi, Elyesa’Peygamber Türbesi, Urfa Ulu Camisi, Arabi Camisi, Asım Paşa Mescidi, Behramlar Camisi, Çakeri Camisi, Dabbakhane Camisi, Eski Ömeriye Camisi, Hacı Lütfullah Camisi, Hacı Yadigâr Camisi, Halilür Rahman Camisi, Hasan Padişah Camisi, Hayrullah Camisi, Hekim Dede Camisi, Hizanoğlu Camisi, Hüseyin Paşa Camisi, İmam Sekkaki Camisi, Kadıoğlu Camisi, Kara Musa Camisi, Hüseyniye Mescidi, Kıbrıs Mescidi, Kudbettin Camisi, Mevlidi Halil Camisi, Mevlevihane Camisi, Miskinler Mescidi, Müderris Camisi, Narıncı Camisi, Nimetullah Camisi, Nur Ali Mescidi, Pazar Camisi, Rızvaniye Camisi, Siverekli Mescidi, Şeyh Benderiye Camisi, Tokdemir Mescidi, Tuzeken Camisi, Yusuf Paşa Camisi, Yeni Ömeriye Camisi, Selahattin Eyyubi Camisi, Fırfırlı Camisi, Circis Peygamber Camisi, Silvan Camisi, Afkan Tekkesi, Hindistani Tekkesi, Sadık Kalfa Tekkesi, Şeyh Mesut Tekkesi, Şeyh Saffet Tekkesi, Saat Kulesi, Firuz Bey Sebili, Şeyh Ebubekir Sebili, Hafız Süleyman Bozanefendi Çeşmesi, Şeyh Benderiye Çeşmesi, Mustafa Kemal Paşa Anıt Çeşmesi, Sütçü Abdurrahman Efendi Çeşmesi, Hekim Dede Çeşmesi, Emencekzade Çeşmesi, Veli Bey Hamamı, Sultan Hamamı, Vezir Hamamı, Cıncıklı Hamamı, Eski Arasa Hamamı, Serçe ve Şaban Hamamları, Gümrük Hanı, Titriş Kervansarayı, Çarmelik Kervansarayı, Mırbi Kervansarayı, Kazas Pazarı (Bedesten), Sipahi Pazarı, Sarraç Pazarı, ve Türk sivil mimari örneklerinden saraylar, köşkler, konaklar ve geleneksel Urfa evleri, Harran Evleri bulunmaktadır.
  20. _asi_

    Balıkesir resimleri 1

  21. _asi_

    Balıkesir resimleri

    EDREMİT KAZDAĞI AKÇAY CUNDA ADASI SÜTÜVEN ŞELALESİ GÖMEÇ ERDEK İLHANKÖYÜ MARMARA ADASI AVŞA ADASI PAŞALİMANI ADASI ERDEK ORMANLI KÖYÜ ERDEK TURAN KÖYÜ ERDEK DOĞANLAR KÖYÜ ERDEK NARLI ERDEK OCAKLAR
  22. _asi_

    Bigadiç Müze ve Kültür Evi

    BİGADİÇ MÜZE VE KÜLTÜR EVİ 1942 Bigadiç depremi sonrasında Tekel İdaresi için yapılan ve 1930-1940 yılları arasında yaşanan Akılcı-İşlevci Mimarlık Akımı örnekleri arasında sayılan özellikli bir yapı, Kaymakamlığımız öncülüğünde, Belediye ve ÇEKÜL "Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma" Vakfı işbirliğiyle ÇEKÜL Vakfı tarafından hazırlanan Röleve ve iç mimari plânlarına uygun olarak İstanbul Röleve ve Anıtlar Müdürlüğü'nün katkılarıyla ve Belediye imkânlarıyla yeniden düzenlenerek müze ve kültür evi haline getirilmiştir 50 yılı aşan bir süre Tekel İdaresi olarak hizmet veren bina bundan böyle Bigadiç kültür ve sanat yaşamına merkez olacaktır. Kaymakamlıkça oluşturulan ekibin köy köy dolaşarak derlediği koleksiyon müze uzmanlarınca seçilerek tasnif edilmiş ve teşhire hazırlanmıştır. Müzede: a)"Kuvay-i Milliye Hareketi" içinde özel yeri olan Balıkesir'in Bigadiç ayağına ilişkin "Kuvay-i Milliye Bölümü"; b)Arkeoloji Bölümü; İlçe merkezine 18 km uzaklıkta bulunan Ancyra antik yerleşimine ait kalıntılar; c)Etnografya Bölümü; Son 200-300 yıllık zaman kesitinde günlük yaşama dair öğeler bulunmaktadır. Ayrıca 96 m2 büyüklüğünde 90 kişilik toplantı, seminer vb etkinlikler ile resim, fotoğraf vb sergiler için kullanıma uygun çok amaçlı bir salon bulunmaktadır. Müzenin açılışı 1 Aralık 2001 tarihinde yapılmıştır.
  23. _asi_

    Arkeoloji Müzesi

    Arkeoloji Müzesi Kyzikos antik kenti ve Daskyleion ören yeri buluntularının sergilenmesi amacıyla Bandırma Müze Yaptırma ve Yaşatma Derneği tarafından kurulan ve Kültür Bakanlığı’na devredilerek yeniden inşa edilen müzede iki teşhir salonu, bir laboratuar, kütüphane ve konferans salonu bulunmaktadır. Bahçesi ile birlikte 4.500 m2'lik bir alana sahip olan müze binası 750 m2 olup, bodrum ve zemin kat olarak bal peteği planında yapılmış, çatısındaki fenerleriyle Osmanlı Dönemi mimarisini andırmaktadır. Bahçe en altta otopark alanı olmak üzere sekiler şeklinde düzenlenmiş ve çeşitli dönemlere ait eserler teşhir edilmiştir. Müzede, Daskyleion’a özgü Anadolu Pers sanatının özelliklerini taşıyan antemionlu ve frig yazıtlı mezar stelleri, kazılarda çıkarılan Pers etkili pişmiş toprak kaplar ile Kyzikos antik kendinden ve civardan elde edilen mezar stelleri sergilenmektedir.
  24. _asi_

    Kuvayi Milliye Müzesi

    KUVAYİ MİLLİYE MÜZESİ Kuva-yi Milliye Müzesi oluncaya kadar, Eski Belediye Binası olarak kullanılan bina,1840 yılında Karesi Sancağı Defterdarı Girıdi-zade Mehmet Paşa’nın konağı olarak yaptırılmıştır.1800’lü yıllarda bir yangın sonucu yanmasıyla yerine torunu Halit Paşa şimdiki Konağı inşa ettirmiştir. Konak, Kurtuluş Savaşı esnasında önemli hizmetlerin verildiği bir mekan olmuştur. 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’in işgali sonrasında, 16 Mayıs 1919’da Balıkesirlilerin toplanarak silahlı mücadele kararının alındığı ve Kuva-yi Milliye ateşinin parladığı bu bina uzun yıllar II. Kolordu Komutanlığı’na ve Ali Hikmet Paşa’ya da karargah olmuştur. İzmir Şimal Cepheleri Heyeti’nin çalışma merkezi olmuştur. Konağın eklentileri içinde bulunan ve 1913 yılında "Okuma Yurdu" olarak açılan ve yine 18 Mayıs 1998’de "Milli Mücadele Tarihimiz Kitaplığı" olarak hizmete giren binada 6 Şubat 1923 tarihinde ile ilk gelişlerinde Atatürk de misafir edilmiştir. Milli Mücadele çalışmalarına karargâhlık etmiş Eski Belediye Binasının, Müze olarak açılması düşüncesiyle il Belediyesinin 27.06.1985/72 ve 21.02.1986/415 sayılı Meclis Kararlarıyla, içinde Okuma Yurdu Binası’nın da bulunduğu Eski Belediye Binası kompleksinin süresiz kullanım hakkı Kültür ve Turizm Bakanlığı, Eski Eserler Genel Müdürlüğü’ne devredilmiş ve bu konuda Balıkesir Valiliği ve Belediye Başkanlığı arasında protokol imzalanmıştır. Daha sonra 1987 yılında ilde Müze Müdürlüğü’nün teşekkül ettirilmesi ile restorasyon çalışmaları daha da hızlandırılmış ve aynı zamanda, teşhirlik eser toplama çalışmaları sürdürülerek, 6 Eylül 1996 tarihinde, ilimizin Kurtuluş gününde hizmete açılmıştır. İki kata yayılan seksiyonlardan oluşan Kuva-yi Milliye Müzesi’nin zemin katında; Balıkesir Kuva-yi Milliyesinin kurulmasında öncülük etmiş 41 Bayrak Adam’ın aldıkları yazılı kararlar, yapılan 5 adet Kongrenin Kararları, bu Kahramanların zati eşyaları, fotoğrafları ile Atamızın Balıkesir’e gelişlerinde çekilmiş fotoğrafları sergilenmektedir. Müzenin ikinci katında ise, İlimizde ortaya çıkan Arkeolojik eserler ile yöresel etnoğrafik eserler sergilenmektedir. Türkiye için bir ilk olan ve Balıkesir Fotoğraf Müzesi’nin temelini oluşturan "Eski Fotoğraf Makineleri" bölümü de müzenin ikinci katındadır.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.