Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

_asi_

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    2.917
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    2

_asi_ tarafından postalanan herşey

  1. _asi_

    Bilecik tarihi yerleri

    Bilecik’te yapılmış eski evler birbirinin güneşini, havasını ve görünüşünü kesmeyecek biçimde yapılmış; kırmızı kiremitli, ahşap tavanlı, genellikle beyaz badanalı ve çatıları birbirine değen evlerden oluşurdu. Özellikleri itibariyle iki, üç katli yapılmış olan bu evlerde yakin bir tarihe kadar inşaat malzemesi olarak ker**** ve ağaç kullanılmaktaydı. Evlerin alt katları hizmet bölümleri, ara katlar asil yasama odaları veya ipek böcekçiliği için ayrılmıştır. Cumbalı yapılar da ahşap ve tas uyumlu olarak kullanılıyordu. İlimizde özellikle Osmaneli İlçe merkezinde Osmanlı dönemine ait sivil mimarlık örnekleri halen mevcuttur. Daha sonra yapılmış yapıların ise yapı tekniği tamamen ahşap özellik göstermektedir. Her biri zarif görünüşlü motifli süslemelerle bezenmiştir. İlin sahip olduğu tarihi-kültürel değerlerin birçoğu Türk Sanat tarihinin ilk dönem Osmanlı mimarlık eserlerinin bulunduğu çağa aittir. Camiler genellikle tas temelden, kare plan üzerine kubbeli, bir kısmı tamamen tastan sade özellikte yapılmıştır. Yine kubbeli özellikte yapılmış hamamlar ise soğuktan sıcağa doğru ilerleyen bölümler halindedir. Türbelerin inşasında kesme taslar kullanıldığı gibi tuğla da kullanılmış ve üzeri kubbe ile örtülmüştür. Kesme tas ve tuğlanın da kullanılarak yapıldığı kervansaraylar ise dikdörtgen plana sahip ve kapı üzerleri kemerlidir. Ayrıca; köprüler tastan yapılmış, çeşmeler neo-klasik yapıda, surlar Roma ve Bizans dönemine ait özellikte, kilise antik ve Bizans sanatları karışımı üslupta yapılmıştır. Söğüt Ertugrulgazi Müzesi Söğüt İlçe Merkezinde Eski Türk evi mimarisiyle restore edilerek 2001 yılında hizmete açılan Müze’de Söğüt ve civarı ile yakin çevrede yasayan Yörüklere ait etnografik eserler ve eşyalar sergilenmektedir. Müze’de sancak, eski giyim ve kuşamlar, el dokuması kilim ve halılar, silahlar, ölçü ve tartı aletleri, peşkir ve para keseleri; Arkeolojik eserler (Roma, Bizans, Osmanlı dönemlerine ait sikkeler, Roma dönemine ait toprak kaplar) mevcuttur. Şeyh Edebalı Türbesi Edebalı, 1208 yılında Horasan’ın Merv şehrinde doğmuştur. Osman Gazi’nin kayınpederi ve Anadolu’nun ilk Ahi Şeyhlerindendir. Çocukluğunu Horasan’da geçiren Edebalı, tahsilini Sam’da tamamlayarak devrin büyük bilginlerinden ders almış ve Eskişehir’in İtburnu Köyüne yerleşmiştir. Ertuğrul Gazi ve Osman Gazi, kuruluş döneminde ahilerden ve özellikle Ahi Şeyhi olan Edebalı’dan büyük yardım görmüşlerdi. Osman Bey, Söğüt’teki tanışmasından sonra (1281) sık sık Şeyh Edebalı’nın Eskişehir’deki dergâhını ziyaret ederek onun görüşlerinden faydalanmıştır. Edebalı Bilecik’in fethinden sonra da Bilecik Kadılığına tayin edilmiştir. Şeyh Edebalı at sırtında gezen, yayla ve otlaklarda dolasan Kayı Aşiretini bir hamur gibi yoğurmuş, onların yerleşik hayata geçmelerinde önemli rolü olmuştur. Devlet yapısının kurulmasında büyük hizmetler veren ve yardım eden, bu bakımdan Osmanlı Devleti’nin “Manevi Lideri” olarak bilinen Edebalı, 1328 yılında 120 yasında vefat etmiştir. Edebalı’nın bazı uyarı ve sözleri şunlardır: “Toprağa bağlanınız. Suyu israf etmeyiniz. Veriniz; elleriniz yumuk kalmasın. İlim sahiplerini koruyunuz. Ağaç dikiniz...” Türbe, Orhan Gazi tarafından, Eski Bilecik şehrinin kurulduğu vadinin sırtında küçük bir tepe üstüne yaptırılmıştır. Eskiden kubbeli olan fakat Yunanlıların yaptıkları saldırılarla tahrip edilen türbenin üzerine kiremit çatı örtülmüştür. Bir salon ve iki ayrı odadan ibaret olan türbede, büyük oda mihraplı bir mescit, diğer yandaki oda ise sohbet hane ve misafirhane olarak kullanılmaktaydı. Şeyh Edebalı ve yakınlarının bulunduğu kısımda, tavanı kubbeli bölüm dikdörtgen biçiminde olup burada yedi büyük, dört küçük sanduka bulunmaktadır. Ertugrulgazi Türbesi Ertuğrul Bey, Kayı Boyu Türklerinin değerli önderi; Kayı boyu ise Osmanlı Devleti’nin nüvesi, çekirdeği olmuştur. Onun önderliğinde Söğüt ve dolaylarında kök salan cesur ve mert savaşçıların oluşturduğu 400 çadırlık uç beyliğinden bir devlet doğmuştur. Bizans akınları karsısında Selçuklu Ordusu yanında yer alan ve basarılar kazanan Kayı Boyu Aşireti Reisi Ertuğrul Gazi’ye, Selçuklu Sultani Alâeddin Keykubad Bizanslılara karşı kazandığı zaferlerden dolayı, Söğüt’ü kışlak, Domaniç’i yaylak olarak vererek; Kayıların Söğüt Kasabası civarına gelerek yerleşmelerini sağlamış, kendisini de Sancak Beyi tayin etmiştir. Anadolu’yu Türklerden temizlemek isteyen Bizans Hükümdarlarına karsı genç ve dinç bir kuvvet olarak yarım asır karşı koymak suretiyle Türklerin Anadolu’da yerleşmesini ve kalıcılığını sağlamış ve savaş alanlarında gösterdiği cesaret ve kahramanlıklarla “Gazi” unvanını almıştır. 1281 yılında 93 yaşında vefat etmiştir. Türbenin yapılış tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber, ilk olarak Osman Gazi tarafından açık mezar olarak yapılmış, daha sonra Çelebi Mehmet tarafından türbe haline getirilmiştir. Çevresi geniş duvarlarla çevrili, ağaçlandırılmış bir bahçe içerisinde yer alan türbe en son 1886–1887 tarihlerinde II. Abdülhamit tarafından onarılmıştır. Türbenin bahçesinde; Ertugrulgazi’nin karisi Halime Hatun, Osman Bey’in geçici kabri, Ertugrulgazi’nin kardeşi Dündar Bey, oğlu Savcı, Osman ve Orhan Beylerdin silah ve sır arkadaşları olan Akçakoca, Konur Alp, Aykut Alp, Turgut Alp, Samsa Çavuş, Karamürsel, Abdurrahman Gazi ve Emin Ali’nin kabirleri bulunmaktadır. Dursun Fakih Türbesi Dursun Fakih Şeyh Edebalı’nın damadı, Osman Gazinin bacanağı olup, ilk hutbeyi okumuştur. Tefsir, hadis ve fıkıh bilimlerinde eğitim almış o dönemin bir ilim adamı, hukukçu olarak Osmanlı Devletinin kurulmasında hizmet etmiştir. Türbe Söğüt İlçesi Küre Beldesinde bir tepe üzerindedir. Kumral Abdal Türbesi Osmanlı Devletinin kuruluş döneminde önemli bir yere sahip dervişlerden biri olan Kumral Abdal, Ertuğrul Gazi’nin sancaktarı, Edebalı’nın mürididir. Osman Gazi’nin rüyasında göğsünden çıkan ulu çınar ağacının Şeyh Edebalı tarafından “Kurulacak büyük bir devletin” müjdesi olarak yorumlanmasının ilk tanığıdır. Türbesi Bozüyük’te 2 km. uzaklıkta, Kovalıca yolu üzerindedir. Mihal Gazi Türbesi Bizans’ın Harmankaya Tekfurudur. Osman Bey’e yönelik bir suikastı haber verdiği için tarihimizde özel bir yeri vardır. Gördüğü rüya üzerine Müslüman olmuş ve aldığı Abdullah adıyla Osmanlı Ordularında akıncılık yapmıştır. Türbesi İnhisar İlçesi Harmanköy’dedir. Malhatun Türbesi Şeyh Edebalı Türbesinin bitişiğinde, külliyenin en doğrusunda, yine bir kaya üzerinde yer almaktadır. Şeyh Edebalı’nın kızı Osman Gazinin esidir. Dört köseli, kubbeli küçük bir yapıdır. Kubbe eteğinde iki pencere vardır. Osmanlı türbe mimarisi özelliklerini gösteren yapının öbür türbeyle yüksekliği birkaç basamakla giderilmiştir. Orhangazi Camii Orhan Gazi tarafından yaptırılan cami, Edebalı Türbesine 50 m. uzaklıktadır. En ilginç yani, minareler camiye bitişik olurken, burada ise asil minaresi ana binadan 30 m. Uzakta bir kayanın üzerine inşa edilmiştir. II. Abdülhamid zamanında önemli bir onarım görmüştür. Orhan Gazi Camii Osmanlı Devri Türk mimari sanatının Dini mimari alanında ilk kubbeli yapı denemesinin örneğidir. Kubbe üzeri restorasyon sırasında kursunla kaplandığı için Kurşunlu Camii adıyla bilinir. Osmangazi Camii Eski Bilecik’in kuzeybatısında küçük bir vadinin ortasında, yapay bir platform üzerindedir. Vakfiyesinden anlaşıldığına göre, Orhan Gazi, Camiyi babası Osman Gazi için yaptırmıştır. Kurtuluş savaşı sırasında Yunanlıların yıkımına uğramış, günümüzde kuzey duvarları ve minaresiyle ayakta kalmıştır. Duvarlar moloz tastandır. Minarenin kare tabanı kesme tastan silindirik gövdesi tuğladan, tarihi değeri büyük bir yapıdır. Ertugrulgazi Mescidi Söğüt İlçesinin güney batısında Söğüt Çayı kenarında bulunan mescit, Ertuğrul Gazi’nin aşiretiyle geldiğinde ilk çadır kurduğu yer olarak rivayet edilir. İçinde kuyu bulunan ve “Kuyulu Mescit” olarak da adlandırılan yapı, 1276 tarihinden önce Ertuğrul Gazi tarafından yapılmış, II. Abdülhamit tarafından 1902 yılında ayni temeller üzerine inşa edilmiş ve daha sonraları onarım görmüştür. Köprülü Mehmet Pasa Camii 1665 yılında Köprülü Mehmet Pasa tarafından yaptırılan cami, Bilecik-Sakarya Karayolu üzerinde Vezirhan beldesinde, Köprülü Mehmet Pasa Kervansarayı yakınındadır. Dikdörtgen planlı, duvarları kesme tastandır. Hamidiye Camii Söğüt İlçesinde son Osmanlı döneminin neo-klasik mimari tarzdaki yapılardan güzel bir örnektir. 1903–1905 yıllarında II. Abdülhamit tarafından yaptırılmıştır. Kare planlı olup, duvarları kırmızı kesme taştandır. Yapının üstü kursun kaplı tek bir kubbeyle örtülüdür. İki minareli olduğu için halk arasında “Çifte Minareli Camii” olarak da tanınır. Rüstem Pasa Camii Osmaneli İlçe merkezinde klasik üsluptaki yapı, Ulu Cami adıyla da tanınır. Cami Kareye yakin dikdörtgen planlı olup, kesme tastan yapılmıştır. Kasım Pasa Camii ve Külliyesi Bozüyük İlçe merkezindeki cami, klasik Osmanlı Camilerinin tipik örneklerindendir. 1525–1528 tarihlerinde Kanuni Sultan Süleyman’ın komutanlarından Kasım Pasa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. Duvarları kesme tastandır. Tek kasnaklara oturan üç kubbeli son cemaat yeri bulunmaktadır. Giriş kapısı ve mihrabın yanındaki pencerelerin ahşap kanatları ağaç isçiliği ve fildişi kakmaları ile ilgi çekicidir. Minberi ak mermerden çeşitli renkte çinilerle kaplıdır. Hama’dan gelmiş, 1,75 m. yüksekliğinde dört sütunun üstüne kare bir mermer levha konarak kürsü durumuna getirilmiştir. Çelebi Mehmet Camii Söğüt İlçe Merkezinde 1414–1420 yılları arasında Sultan I.Mehmet Çelebi tarafından yaptırılmış olup, Osmanlı Mimarlık Sanatının kubbeli yapılar türündeki ilk örneklerindendir. Dikdörtgen görünümlü olan ve 12 kubbesi bulunan Cami, II. Abdülhamit tarafından onarılmıştır. Karamustafa Pasa Camii Pazaryeri İlçemizde, Osmanlı Sadrazamlarından Merzifonlu Mustafa Paşa’nın Iran Seferine gidisi sırasında geçerken yaptırdığı camidir. Yanında bir de medresesi bulunan ancak, Kurtuluş Savaşı yıllarında Yunan işgali sırasında tahrip edilen caminin minaresi günümüze kadar gelmiş, caminin yerine yenisi yaptırılmıştır. Metristepe Zafer Anıtı Yakin tarihimizde çok önemli yeri olan ve Türk Kurtuluş Savaşımızın en çetin mücadelelerinin yapıldığı ve önemli dönüm noktalarından olan İnönü Savaşlarının kazanıldığı ve büyük önder Atatürk’ün ifadesiyle “Milletin makûs talihinin yenildiği yer” olan Bozüyük Metris tepe’de şehitlerimizin yüce anılarını yaşatmak amacıyla yapılan Metris tepe Anıtı o muhteşem görünüşüyle Türk’ün yenilmezliğini simgelemektedir. Bu muhteşem anıtın bulunduğu Metris tepe’de, her yıl 1 Nisan’da anma törenleri düzenlenir. Betonarme olarak 24 metre yüksekliğinde yapılan anıt üzerinde rölyefler, savaşa katılan birlikler ve komutanlarıyla ilgili bilgiler bulunur. Metris tepe’nin tarihsel önemi dikkate alınarak Valilikçe 2001 yılında anıt ve çevresinde yeniden restorasyon çalışmaları yapılmıştır. Anıtın yan tarafında, savaşlarda görev alan üst düzey komutanların fotoğraflarının yer aldığı 2 adet dikdörtgen anıt ile dört bir tarafına ve anıttan ayrı İnönü Savaşları ve tarihi telgrafları içeren dört adet rölyef, anıtın ön tarafına da iki ayrı kaide üzerinde heykeller yapılmış, çevresinde siperler kazılmıştır. Kazanılan zaferlerle Türkiye Cumhuriyetinin kurulması yolundaki tüm engellerin yıkılmış ve büyük önder Atatürk’ün Bati Cephesi Komutanı Albay İsmet İnönü’ye gönderdiği kutlama telgrafında yer alan “... Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makûs talihini de yendiniz...” sözleriyle tescil edilmiştir. Türk Büyükleri Platformu Tarihte devlet kuran Metehan’dan Atatürk’e kadar Türk Büyüklerinin büstlerinin ve bayraklarının yer aldığı platform Söğüt İlçesindedir. Mihalbey Hani ( Tashan ) Gölpazarı İlçe merkezindeki han ilk dönem Osmanlı Mimarisinin yapısal örneklerini taşır. Kemerli giriş kapısının üzerindeki kitabeden, han’ın 1318 yılında Mihalbey tarafından yapıldığı anlaşılmaktadır. Dikdörtgen planlı iri taslarla yapılmış han’ın duvarları ve üzeri tuğla malzemeyle tonoz örtülüdür. Köprülü Mehmet Pasa Kervansarayı Bilecik-Adapazarı karayolu üzerinde Vezirhan Beldesindedir.. 17.yüzyıl baslarında sadrazam Köprülü Mehmet Pasa yaptırmıştır. 1665 yılında yapıldığı sanılmaktadır. Tipik bir han olmakla beraber, bir kervansaray örneğidir. Uzunca dikdörtgen planında olan kervansaray üç bölümden oluşmaktadır. Arabaların çekildiği orta bölüm, kervansarayın ana yapısı olan yan bölümlerden daha küçüktür. Kervansarayda konaklayanların oturmaları için yapılmış olanlardan bugün hiçbir iz kalmamıştır. 1915’te sağlam olduğu bilinen çatı bu tarihte çökmüş, günümüzde yıkıntı dört duvar durumundadır. Kilise Kalıntısı Osmaneli İlçe merkezinde, üç nofli, haç planlı kubbeli bazilika tarzında bir yapıdır. Yalnız iç nar taksi vardır. Ortadaki küçük kubbesi ve çatı örtüsü yıkılmıştır. Kubbe dışında kalan çatı örtüsünün dâhilde tonozla örtülü olduğu anlaşılmaktadır. Ön cephenin iki kösesinde birer çan kulesi yükselmektedir. Bina günal üslubu itibariyle ortaçağ roman kiliselerinin XIX. yy. sonlarına doğru yapılmış bir taklididir. Kaymakam Çeşmesi Söğüt İlçesinde, 1919 yılında Kaymakam Sait Bey tarafından yaptırılmış Neo-Klasik us-luptaki çeşme, Osmanlı Mimarlık Sanatının son örneklerindendir. Çeşmenin üç kenarının ortalarında dilimli vazo biçiminde yalakları, iki yanında kabartma yaldız, motifleri bulunmaktadır. Yüzeyler sivri kemerler Nis durumunda olup, nişin içi ve üstü renkli çinilerle kaplıdır. Çeşme dört cepheli olup, Kütahya çinileri ve mermerden yapılmıştır. İnönü Şehitliği Bozüyük’e 6 km uzaklıktaki etrafı çam ve köknar ağaçlarıyla çevrili şehitliğin içinde çok sayıda şehit mezarı ve ayrıca mermerden yapılmış şehitlik nisan taşı bulunmaktadır. Her yıl 1 Nisan’da “İnönü Şehitlerini Anma Günü” burada yapılır. İntikam tepe Şehitliği Kurtuluş Savasında şehit düsen çok sayıdaki insanimizin kabirlerinin bulunduğu şehitlik, Bozüyük Dodurga yolu üzerinde bulunmaktadır. Mezarlardan birinin üzerindeki yazıda; “126. Alay, 3. Tabur, 9. Birlik kahramanları buruda şehit düştüler. 30–31 Mart 1921 Mezarları Zaferlerin Beşiği Oldu.” İbaresi yer almaktadır. Belekoma Kalesi Su anda tahrip edilmiş temellerine rastlanan ve Eski Bilecik şehrinin etrafında kurulup geliştiği kale, Karasu Havzasının Hamsu Vadisinin en dik ve sarp kayasının üzerine kurulmuştu. Bugün bedenlerinden eser kalmayan kalenin, kayaların bos yerlerini dolduran temel parçaları doğu yüzünde görülmektedir. İki kısım olduğu ileri sürülen kalenin şato biçimindeki kisminda Tekfur, halk arasinda kral kizinin mezari olarak adlandirilan ikinci kısmında ise Tekfur ailesi ve diğer kadınlar bulunurdu. Saat Kulesi Bilecik Merkezinde İpekyolu üzerinde seyahat edenlere zamanı bildirmek amacıyla dört cepheli, saat göstergeli olarak, 1907 yılında II. Abdülhamit zamanında yapılan saat kulesi, ana bölüm olarak tas ve ağaç gövdeyle, külah kısmından ibarettir. Hamidiye İdadisi 1903 yılında II. Abdülhamit tarafından yaptırılan ve üzerinde Sultan Abdülhamit’in tuğrası bulunan idadi, kırmızı kesme tastan yapılan pencere ve kapı sütunları, zarif görünüşü ve mimarisiyle son derece görkemli ve ilgi çekicidir. Ayrıca, Dar-ül itan 1919 yılında Kaymakam Sait Bey tarafından Hamidiye İdadisine ek olarak Sultan Reşat zamanında imece olarak yaptırılmıştır. Şehit çocuklarının yararlandığı bu binaya halk arasında “Şüheda Mektebi” veya “Şehitler Mektebi” denmektedir. Orhangazi İmareti İpekyolu’nun Bilecik’ten geçen bölümü üzerinde yapılmış olan imaretin (Aşevi) duvarları; tas sıralar arasına tuğla konularak örülmüş, yığma duvar özelliğinde; yüksek, iki kubbeli bölüm-den oluşmuştur. Kasımpaşa İmareti Kasımpaşa Camiinin bati yönünde bulunan imaret, cami ile birlikte inşa edilmiş olup; halen aşevi olarak kullanılmaktadır. Kesme tastan yapılmış ve üzeri kiremit çatı ile kaplı dikdörtgen biçimindeki yapı, bugün hala sağlam görünümüyle ilgi çekmektedir.
  2. _asi_

    Atatürk ve Bilecik

    ATATÜRK VE BİLECİK Siz orada yalnız düşmanı değil, Milletin makus talihini de yendiniz... K. ATATÜRK MİLLİ MÜCADELEDE BİLECİK GÖRÜŞMELERİ Bilecik Görüşmesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanmasından sonra, İstanbul Hükümeti'nin Ankara Hükümeti'yle yaptığı ilk resmî görüşmedir 5 Aralık 1920 tarihinde yapılmıştır. İstanbul'un 16 Mart 1920'de İtilaf Devletleri'nce işgal edilmesinden ve hükümeti yeniden Damat Ferid Paşa'nın kurmasından sonra iyice sertleşen Ankara - İstanbul ilişkileri, Ferid Paşa'nın Kuva-yı Milliye'yi bastırma çabalarından sonuç alamaması üzerine yeni bir sürece girdi. Damat Ferid Paşa Hükümeti istifa etti ve yerine Ankara ile uzlaşma yanlısı Tevfik Paşa Hükümeti kuruldu. Yeni hükümetin dahiliye nazırı Ahmed İzzet Paşa, ilk iş olarak Ankara Hükümeti'yle görüşme isteğinde bulundu. Bilecik'te yapılan görüşmede İstanbul Hükümeti'ni Ahmed İzzet Paşa ile bahriye nazırı Salih Paşa, Ankara Hükümeti'ni ise Mustafa Kemal ile Batı Cephesi Komutanı Miralay İsmet Bey (İnönü) temsil ettiler. Ankara'dan Mustafa Kemal ile birlikte yola çıkan Kuva-yı Seyyare komutanı Çerkeş Ethem, İsmet Bey'le aralarındaki sürtüşme yüzünden Eskişehir'de treni gizlice terk ederek görüşmelere katılmadı. Mustafa Kemal'in Ahmed İzzet ve Salih paşalarla Bilecik'teki görüşmesi, İstanbul Hükümeti'nin umduğu gibi gelişmedi. Mustafa Kemal, Tevfik Paşa Hükümeti'ni temsil eden heyete, Ankara Hükümeti'nin üstünde bir güç tanımadığını, dolayısıyla kendilerini İstanbul Hükümeti'nin temsilcileri olarak kabul etmediğini açıkladı. Bunun üzerine görüşmeler kimlik ve yetki söz konusu olmadan yapıldı. Görüşme sonrasında da İstanbul'a dönmesine izin verilmeyen heyet Ankara'ya götürüldü. Ahmed İzzet ve Salih paşalar. Mart 1921'e değin Ankara'da kaldılar. Ankara Hükümeti'nin sanılandan daha güçlü olduğuna ilişkin gözlemler edindiler ve bunu Tevfik Paşa'ya bildirdiler. Bununla birlikte gene de İstanbul'a dönmek istiyorlardı. Kendilerinden, Ankara Hükümeti'ne karşı herhangi bir girişimde bulunmayacaklarına ve İstanbul Hükümeti'nde görev almayacaklarına ilişkin söz alındıktan sonra İstanbul'a dönmelerine izin verildi. Atatürk Bilecik'te ATATÜRK'ÜN BÜYÜK NUTUKTA BİLECİK GÖRÜŞMELERİYLE İLGİLİ SÖYLEDİKLERİ İstanbul'da Tevfik Paşa iş başına getirildi. Dahiliye Nazın olarak Ahmet İzzet ve Bahriye Nazın olarak Salih Paşa'lar Hükümet'te bulunuyorlardı. Tevfik Paşa Hükümeti hemen bizimle ilişki kurmak istedi. Bu görevi, başlıca Ahmet İzzet Paşa üzerine aldı. İzzet Paşa, Saray kurmaylar kurulunda bulunan bir subayı, birtakım notlarla Ankara'ya gönderdi. Bu notlarda, eskisine göre daha elverişli koşullarla örneğin Osmanlı egemenliği altında İzmir'de Yunanlıların bir özel yönetim kurmalarını kabul etmek gibi koşullarla barış yapılması umudunda bulundukları, her şeyden önce de İstanbul Hükümeti ile bir uzlaşmaya varmanın önemli olduğu bildiriliyordu. Ahmet İzzet Paşa'nın ve İstanbul Hükümeti'nin, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ve Hükümeti'nin nitelik ve yetkilerini bilmedikleri, bu yetmiyormuş gibi, İstanbul'da bir Hükümet kurmayı ve o yoldan ulus ve yurt yazgısıyla ilgili sorunları çözümlemeyi düşündükleri görülüyordu. Ahmet İzzet Paşa'ya ve Tevfik Paşa Hükümeti'ne durumu bildirmek ve iyice aydınlatmak amacıyla gereken bilgi ve düşünceleri ayrıntılı olarak yazdırıp, Ankara'ya gelen özel görevliye verdik ve kendisini 8 Kasım 1920'de İnebolu'ya doğru yola çıkardık. 12 Kasım 1920 günü, Zonguldak'tan Yüzbaşı Kemal imzalı kısa bir telyazısı aldım. Bunda: "Kapalı bir teli çekmek üzere İstanbul'dan gönderildim." deniliyordu. Söz konusu kapalı tel, Dahiliye Nazın İzzet Paşa imzalı idi. İstanbul'da 9 Ekim 1920'de yazılmıştı. Bu telyazısında, İstanbul ile Zonguldak arasında Fransız telsiziyle haberleşmeye Fransız temsilcisinin izin verdiği bildirildikten sonra: "Hükümet ile bir uzlaşma ilkesi kabul olundu mu? Kabul olundu ise, nerede buluşulabilir ve oraya hangi yolla gelmek uygun olur?" diye sorulmakta idi (...) Baylar, Tevfik Paşa, Ahmet İzzet Paşa, Salih Paşa zamanın büyük adamlan gibi tanınmışlardı. Ulus bunları akıllı, ölçülü, uzakgörülü biliyordu. Bunun için Damat Ferit Paşa çekilip de yerine, bu kişilerin önderliğinde bir Hükümet iş başına gelince, herkeste türlü türlü umutlar uyandı. Tevfik Paşa Hükümeti'nin hemen Ankara ile ilişki araması üzerine, kamuoyunca kendisinin temiz yürekli olduğu yargısına varılmaması için bir neden düşünülemezdi. Herkes, Tevfik Paşa Hükümeti'nin iş başına gelmesini uğurlu saydı. Bu Hükümet'in, ülkenin ve ulusun en üstün çıkarlarını sağlamanın yollarını ve araçlarını bulmadan iş başına gelmiş olmasını kabul etmek ve ettirmek gerçekten güçtü. Özellikle, kendileri de İstanbul siyasa çevrelerinde ve basında kullandıkları dille, kamunun yargısını destekleyecek bir tutum içine girmiş bulunuyorlardı: Biz, gerçek durumun, kamunun sanısı ve kanısı gibi olmadığına iyice inanıyorduk. Ama, kamuoyunu inandırmaya yarayacak koşullan hazırlamadan, İstanbul'un, kurtuluş yolu olarak ileri sürdüğü uzlaşma ve buluşma önerilerini kabul etmemeyi uygun bulmadık. Onun için, özellikle İzzet ve Salih Paşalardan oluşacak bir kurulla Bilecik'te buluşmayı uygun gördük. Bu kişilerle görüştükten sonra, kamunun sanı ve kanısının hepten temelsiz olduğunun anlaşılacağına kuşkum yoktu. Bir de, her ne olursa olsun, kamuoyunca yukarıda belirttiğim nitelikte tanınmış olan bu kişilerin İstanbul'da Hükümet kurmasının ulusal amaç için ne denli zararlı olduğu meydanda idi. Bunun için buluşmamızdan sonra da kendilerinin geri dönmelerine izin vermemek gerektiği; bence doğaldı, işte bu düşünceler üzerine, İzzet Paşa Kurulu ile Bilecik'te buluşma kararlaştırıldı. Buluşma, 2 Aralık'ta değil, 5 Aralık 1920'de oldu. Biliyorsunuz ki, kendileriyle Bilecik'te buluşmaya İzzet Paşa'nın istek ve önerisi üzerine karar vermiştik. Kurul, ayın dördünden beri beni Bilecik istasyonunda bekliyordu. Kurulda, İzzet ve Salih Paşalarla elçilerden Cevat, Ziraat Nazırı Hüseyin Kâzım, Hukuk Danışmanı Münir Beyler ve Hoca Fatin Efendi vardı. Bilecik istasyonunun bir odasında birleştik, ismet Paşa da yanımızda idi. Görüşme şöyle oldu: Ben, ilk olarak: "Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümeti Başkanı" diyerek kendimi tanıttıktan sonra; "Kimlerle tanışıyorum?" diye sordum. Salih Paşa benim ne demek istediğimi kavrayamayarak, kendisinin Bahriye ve İzzet Paşa'nın Dahiliye Nazırı olduğunu anlatmaya kalkışırken ben hemen, İstanbul'da bir Hükümet'in varlığını tanımadığımı ve kendilerini o Hükümet'in adamları olarak kabul etmediğimi, eğer İstanbul'daki bir Hükümet'in Nazırları olarak görüşmek istiyorlarsa, kendileri ile görüşemeyeceğimi söyledim. Ondan sonra, kimlik ve yetki söz konusu olmaksızın görüşmek uygun bulundu. Konuşmanın kimi evrelerinde Ankara'dan bizimle birlikte gelen kimi milletvekili arkadaşları da bulundurdum, İstanbul'dan gelen kişilerin hiçbir sağlam bilgi ve görüşleri olmadığı, birkaç saat süren konuşma ile anlaşıldı. En sonunda, İstanbul'da dönmelerine izin vermeyeceğimi ve birlikte Ankara'ya gideceğimizi kendilerine bildirdim. Konuşmanın kimi evrelerinde Ankara'dan bizimle birlikte gelen kimi milletvekili arkadaştan da bulundurdum, İstanbul'dan gelen kişilerin hiçbir sağlam bilgi ve görüşleri olmadığı, birkaç saat süren konuşma ile anlaşıldı. En sonunda, İstanbul'a dönmelerine izin vermeyeceğimi ve birlikte Ankara'ya gideceğimizi kendilerine bildirdim. Beklemekte bulunan trenle yola çıkıldı. 6 Aralık 1920'de Ankara'ya geldik, İstanbul Kurulu'nu, istekleri dışında alıkoymuştum; ama bunu kamuya duyurmayı yararlı bulmadım. Çünkü, İzzet ve Salih Paşalardan ve öbür kişilerden Ulusal Hükümet işlerinde yararlanmayı düşünerek onurlarım korumak istedim. Bu amaçla, Ankara'ya gelir gelmez basma verdiğim resmî bildiride, söz konusu kişilerin, Büyük Millet Meclisi Hükümeti'yle görüşmek gibi bir sözde nedenle İstanbul'dan çıktıklarını; ülkenin iyilik ve esenliği uğrunda daha verimli ve etkili olarak çalışmak üzere bize katıldıklarını açıkladım. Sayın Baylar, Ankara'da bulunan İstanbullu konuklarımıza bir, bir buçuk ay süren konukluktan sırasında çok şeyler gösterebildiğimizi sanıyorum. Başkaldıran Etem ve kardeşlerinin kuvvetleri ortadan kaldırıldı. Yunanlıları, üç günde İnönü'de yendik. Büyük Millet Meclisi'nin kıvanç ve gönül rahatlığı duyacağı yeni bir dönem açıldı. Ama İzzet ve Salih Paşalar bunların hiçbirinden kıvanç duymuş görünmüyordu; yurt özlemine tutulmuş gibi, ne olursa olsun İstanbul'a dönmek istiyorlardı. İnebolu'ya gelmiş olan özel görevli aracılığıyla Ziya Paşa'ya ve arkadaşlarına gönderttiğim yanıtta, verdikleri bilgiye teşekkürden sonra: "İzzet ve Salih Paşalar, ortak amacımızın kesin gereği olarak Ankara'da kalmışlardır." dedim. Kendilerinin de İstanbul'da işbaşında kalmaları uygun ise de, iktidardan düşmeden önce, hepsinin -şimdiden elaltında bulunduracakları güvenli ve hızlı bir araçla- hemen Anadolu'ya gelmelerinin, yurdun yüksek çıkarları için gerekli olduğunu ve böylelikle yapacakları hizmet ve özveriye ulusça pek çok değer verileceğini yazdım. Baylar, Ankara'da bulunan İzzet ve Salih Paşalar bir türlü Ankara'ya ısınamadılar. İstanbul'daki aileleri yanına gitmelerine izin vermemizi, kendileri ya da aracıları, boyuna rica ediyorlar ve İstanbul'a dönüşlerinde hiçbir siyasal görev almayacaklarına söz veriyorlardı. 1921 yılı Mart başlarında İsmet Paşa'nın kimi işler için Ankara'ya gelmiş bulunduğu bir sırada, paşalar ricalarını yenilediler. Bir gün ismet Paşa'nın da katıldığı bir Bakanlar Kurulu toplantısı sırasında Ahmet İzzet Paşa daireye gelerek haber göndermiş, ismet Paşa kendisiyle görüştü, İzzet Paşa, bizim isteğimiz üzerine, İstanbul'da siyasal görev almayacağına, uzun uzadıya açıklamalar yaparak söz vermiş ve İstanbul'daki ailesinin yanına dönmek için izin rica etmiş; Salih Paşa'nın da böylece söz vererek serbest bırakılması ricasında bulunduğunu söylemiş. İsmet Paşa bu açıklamayı ve ricayı Bakanlar Kurulu'na ulaştırdı (...) Bakanlar Kurulu bu paşalann İstanbul'a dönmelerinde bir sakınca görmedi. Ama ben, Ahmet İzzet Paşa ve arkadaşının verdikleri sözde doğruluk ve içtenlik olmadığı; İstanbul'a dönünce, İstanbul Hükümeti'nde yüzde yüz görev alarak bizi tedirgin etmeyi sürdürecekleri kanısında bulunduğumu söyledim. "Namusları üzerine söz veriyorlar." dendi. Bu sözlerini, yazılı ve imzalı olarak verirlerse gönderilebileceklerini bildirdim, ismet Paşa bu önerimi yanımızdaki odada bekleyen İzzet Paşa'ya ulaştırdı, İzzet Paşa, hemen bir kâğıt kalem alıp, Hükümet'ten çekileceklerini, biz söz verme belgesi olarak yazmış, imzalamış ve yanılmıyorsam, Salih Paşa'ya da imza ettirmişti (...) Gerçekten, İzzet ve Salih Paşalar İstanbul'a dönünce Hükümet'ten çekildiler. Ama, pek kısa bir süre sonra, yine o Hükümet'te, başka nazırlıkları üzerlerine aldılar ve bunu bize telle bildirdiler, İstanbul Hükümeti'nin Hariciye Nazırlığı görevini yüklenmiş olan İzzet Paşa, ulusa ve ülkeye yönelmiş olan büyük bir kötülüğün önüne geçmek için Hükümet'e girdiğini söyleyerek; bize de birtakım öğütler veriyordu. Baylar, Ahmet İzzet Paşa, ekmeğiyle yetiştiği Türk Ulusu'nun içinde kalarak ona en acı ve kara günlerinde hizmet etmeyi, Vahdettin'in kulu olmaktan üstün görememişti. Dürrizade Esseyyit Abdullah'ın fetvasına bağlı kalıp, Padişah'ın buyruğu dışına çıkmakla suçlanmaktan ve dinsel cezalara çarpılmaktan çekindi (...) Baylar, İzzet ve Salih Paşalar aylarca Ankara'da oturdular. Ulusal ilkelerimizi benimsemeleri koşuluyla kendilerine ulusal görev vermeye hazırdık. Yanaşmadılar. Bir kez olsun Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kapısından içeri ayak atmadılar. Ama bu Millet Meclisi'nin koyduğu yasalardan elbet bilgileri vardı. Bu yasaların buyruklarını ve Millet Meclisi'nin ve Hükümeti'nin İstanbul'a karşı belirlenmiş olan tutumunu çok iyi biliyorlardı. Bu yasalara ve bilinen duruma karşın, İstanbul'da yeniden iş başına geçip ulusal varlığın ve girişimlerin değerini ve erkini yok etmek; düşmanların elinde oyuncak olan Vahdettin'in egemenliğini sürdürmek için bütün varlıklarıyla çalışmalarına verilecek gerçek anlamın ne olduğunu ben söylemeyeceğim! Onu, Türk Ulusu'na ve Türk Ulusu'nun yeni ve gelecek; kuşaklarına bırakırım. Baylar, sırası gelmişken, saygıdeğer Ulusuma, şunu öğütlerim ki: Bağrında yetiştirerek başının üstüne dek çıkaracağı adamların kanındaki, duyuncundaki öz mayayı çok iyi incelemeye dikkat etmekten, hiçbir zaman geri kalmasın! Mustafa Kemal'in İkinci İnönü Muharebeleriyle ilgili büyük nutukta söyledikleri: Baylar, itilâf Devletleri'nin (Londra Konferansı'nda) Delegeler Kurulumuz aracılığıyla yaptıkları önerilerin yanıtını almayı beklemeden ve daha delegelerimiz yolda iken, Yunanlılar tüm ordularıyla bütün cephelerimize saldırdılar. Şimdi, izin verirseniz, size bu saldırıyı ve sonucunu anlatayım: Yunan ordusunun, Bursa ve doğusunda önemli bir grubu; Uşak ve doğusunda da başka bir grubu vardı. Bizim kuvvetlerimiz de Eskişehir'in kuzeybatısında, Dumlupınar'da ve doğusunda olmak üzere iki grup idi. Bundan başka Yunanlıların, İzmit'te bir tümenleri; bizim de ona karşı, Kocaeli Grubumuz bulunuyordu. Yunanlıların Menderes boyundaki birliklerine karşı da birliklerimiz vardı. Yunan ordusunun Bursa ve Uşak gruplan, 23 Mart 1921 günü ilerlemeye başladılar, ismet Paşa komutasında bulunan Batı Cephesi birlikleri, bildirdiğim gibi, Eskişehir'in kuzeybatısında toplanmıştı. Kararımız, savaşı İnönü dayangalarında (mevzilerinde) kabul etmekti. Ona göre önlemler almıyor ve düzenlemeler yapılıyordu. Düşman, 26 Mart akşamı ismet Paşa'nın, birliklerini yerleştirdiği dayangaların sağ kanadı ilerisine yanaştı. Ertesi günü bütün cephede çarpışmalar oldu. Düşman 28 Mart'ta sağ kanadımıza saldırdı. 29'da her iki kanattan saldırdı. Düşman yer yer önemli basanlar elde ediyordu. 30 Mart günü sert çarpışmalarla geçti. Bu çarpışmalar da düşman yararına sonuçlandı. Bundan sonra sıra bize geliyordu, ismet Paşa 31 Mart günü karşı saldırıya geçti ve düşmanı yenerek, 31 Mart'ı 1 Nisan'a bağlayan gece, gerisin geriye kaçmak zorunda bıraktı. Böylece Devrim Tarihimizin bir yaprağı ikinci İnönü Utkusu'yla yazıldı. Baylar, düşman çekilirken Batı Cephesi Komutanı ile 1 Nisan günü yaptığımız yazışmalar o günün izlenimlerini saptayan belgelerdir. O izlenimleri yeniden canlandırmak için, izin verirseniz, o günkü yazışmalarla ilgili kimi telleri, olduğu gibi okuyacağım: İsmet İnönü ve Atatürk arasında geçen İkinci İnönü Muharebeleriyle İlgili Telgraf Mesajları Metristepe'den 1.4.1921 Saat 6.30 (18.30'da) Metristepe'den gördüğüm durum Gündüz bey kuzeyinde sabahtan beri direnen ve artçı olduğu sanılan bir düşman birliği sağ kanat grubunun saldırısı üzerine, dağınık olarak çekiliyor. Yakından kovalanıyor. Hamidiye yönünde karşılaşma ve çatışma yok. Bozüyük yanıyor. Düşman binlerce ölüleriyle doldurduğu savaş alanını silahlarımıza bırakmıştır. Batı Cephesi Komutanı İsmet İnönü Savaş Meydanında Metristepe'deBatı Cephesi Komutanı ve Genelkurmay Başkanı ismet Paşa'ya 1.4.1921 Bütün dünya tarihinde, sizin İnönü Meydan Savaşlarında yüklendiğiniz görev kadar ağır bir görev yüklenmiş komutanlar pek azdır. Ulusumuzun bağımsızlığı ve varlığı, çok üstün yönetiminiz altında şerefle görevlerini yapan komuta ve silah arkadaşlarınızın duyarlığına ve yurtseverliğine büyük güvenle dayanıyordu. Siz orada yalnız düşmanı değil ulusun ters yazgısını da yendiniz. Düşman çizmesi altındaki yaslı topraklarımızla birlikte bütün yurt bugün, en kıyıda köşede kalmış yerlerine dek utkunuzu kutluyor. Düşmanın yurdumuzda sonsuz yayılma isteği, dayancınızın ve yurtseverliğinizin yalçın kayalarına başını çarparak paramparça oldu. Adınızı tarihin övünç yazıtları arasına geçiren ve bütün ulusta size karşı sonsuz bir saygı ve bağlılık duygusu uyandıran büyük savaşınızı ve utkunuzu kutlarken, üstünde durduğunuz tepenin, size binlerce düşman ölüleriyle dolu bir şeref alanı gösterdiği kadar, Ulusumuz ve kendiniz için yükseliş parıltılarıyla dolu bir geleceğin çevrenini (ufkunu) de gösterdiğini söylemek isterim. Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'ne Kıyım ve zorbalık (zulüm ve istipdat) dünyasının en kıyasıya saldırılarına karşı yalnız ve şaşkın kalan Ulusumuzun nesnel ve tinsel bütün yetenek ve güçlerini ruhundaki ateşle toplayan ve harekete getiren Büyük Millet Meclisi'nin Başkanı Mustafa Kemal Paşa Yiğit erlerimiz ve subaylarımız adına, erlerimizle avcı hatlarında omuz omuza vuruşan tümen ve kolordu komutanları adına övgü ve kutlamalarınıza büyük bir övünçle teşekkür ederim. Batı Cephesi Komutanı İsmet
  3. _asi_

    Bilecik gelenek görenekleri

    BİLECİK GELENEKLERİ Gelenek ve göreneklerin birçoğu çağdaşlaşma nedeni ile terkedilmiştir.Batıl inançlar yok denilecek kadar azdır.Ailede baba etkindir.Anne ve çocuklar ona saygı duyarlar .Köylerde yaşayanlar gelenek ve göreneklere daha çok bağlıdır. Köylerde erkek çocuklar evlendiklerinde genellikle baba ocağında kalırlar.İlçe merkezinde ise ayrı bir ev açılır.Medeni nikahın yanında dini nikahta yapılır. Giyim kuşamda mahalli olarak dokunan giyecekler bırakılmıştır.Daha çok hazır giyime ilgi duyulmaktadır.Yöreye ait giyeceklerden yeldirme, kirlik, terlik, örtme, atkı ve mahrama giyilmektedir. Bayramlarda, düğünlerde ve önemli günlerde bindallı, şalvar, şıtari, elmasiye, cepken ve zeybek elbisesi giyilir.Poşu takılır. DOĞUM Anne adayı hamileliğinden itibaren doğacak bebeğe “çeyiz düzme”ye başlar.Aynı anda gelinin annesi ve damadın annesi de, bütçelerine göre, doğacak torunlarına giyim eşyası örerler.Yorgan diktirirler.Dünürler karşılıklı anlaşarak birisi beşik veya karyola, diğeri çocuk arabası alır.Kız annesi bebekle birlikte kızına ve damadına da kıyafet alır. Doğuma bir hafta kala gelin yatak odasını süsler, bebeğin karyolası hazırlanır ve süslenir. Heyecanla doğum beklenmeye başlanır. Yöremizde doğum evde veya hastanede olur. Hastaneden eve getirelen anne ve bebeğin önceden süslenip hazırlanan lohusa yatağına yatırırlar. Doğumu duyan akraba, komşu ve yakınları ; süt, sütlaç, börek gibi yiyecek maddeleri ve bebek için armağanlar alarak geçmiş olsuna gelirler. Gelenlere lohusa şerbeti ile pasta sunulur. Doğumdan sonraki ilk cuma günü bebeğin ismi konur. Sabah ile öğlen arasında ailenin yakınlarından biri ezan okuyarak çocuğun kulağına üç kez adını fısıldar ve bu suretle çocuğun adı konmuş olur. Bebek bir haftalık veya 10 günlük olunca “bebe mevliti” okutulur. Mevlit’ten bir gün önce gelin ve damat anneleri yaptıkları bebek çeyizlerini getirerek masa üstüne sergilerler. Mevlit’te konuklara gül suyu dökülür. Mevlit’in bitiminden önce bebek bir battaniye içine konur; babaanne ve anneanne bebeği sallar. Daha sonra diğer konuklar da bebeği sallarlar. Salam işi bittikten sonra konuklara pasta ve çay ikram edilir. Bebek yarı kırkına gelince “kırk uçurmaya” çıkarılır. Gelin, annesi başka yakınları ile birlikte ilkönce babaanneden başlayarak el öpme ziyaretine götürülür. Gidilen evde bebeğin yanına yumurta ve şeker konması adettir. Babaanneden sonra anneanne ve diğer yakınlar ziyaret edilir. Bebeğin ilk dişini gören kişi bebeğe iç çamaşırı veya oyuncak gibi armağanlar alır. SÜNNET Sünnet düğünleri okulların tatile girdiği, havaların güzel olduğu yaz aylarında yapılır. Sünnet olma çağı genelde ilkokul çağıdır, çocuğun başka erkek kardeşi yoksa, 10 yaşına kadar sünnet ettirilir. Kardeşi varsa onun büyümesi için 12 yaşına kadar da bekletilir. Aileler çocuğun sünnet olduğunu bilmesi için küçük yaşlarda pek sünnet yapmazlar. Sünnetten bir müddet önce çocuğa özel sünnet giysileri olan: takım elbise, gömlek, şapka, pelerin gibi giysiler alınır. Davetiye bastırılır ve dağıtılır. Sünnetten birkaç gün önce sünnet yatağı hazırlanır. Duvara ve tavana halı çakılır. Sünnet yatağı oyalı kreple, krepon kağıtları, balonlar, fenerlerle süslenir. Sünnet törenleri genelde Cumartesi ve Pazar günleri yapılır. Törenden birkaç gün önce kına gecesi yapılır. Kına gecesinde bayanlar kendi aralarında eğlenirler. Sünnet olacak çocuğa kına yakılır. Önceden karılan kınanın içine mumlar yakılır ve tepsi çocuğun eline verilir. Orada bulunan davetliler çocuğa para takarlar. Ertesi gün çocuk giydirilir, konuklar gelir, sünnet çocuğu ve arkadaşları arabalarla gezdirilir. Bazen bu gezi atla yapılı. Gezi tamamlandıktan sonra çocuk, at ya da arabadan inmez. Büyüklerinden armağanlar ister ve istediği armağanı alınca iner. Evde mevlit okutulur, çocuğa sünnet gömleği giydirilir. Mevlit’ten sonra dua yapılır; tekbirlerle sünnet işlemi tamamlanır.Tek çocuk sünnet ettiriliyorsa bir adet de horoz kesilir. Sünnet olayı tamamlandıktan sonra orada bulunan davetliler, sünnet olan çocuğa geçmiş olsun der para ve çeşitli armağanlar bırakırlar. Davetlilere yemek veya pasta, meşrubat ikram edilir. O gün akşama kadar çocuğun canının sıkılmaması için eğlenceler yapılır. KIZ İSTEME VE NİŞAN İlimizde önceleri aile baskısı ile oluşan evlilik zamanla değişerek genç kız ve erkeğin birbirin beğenip arkadaşlıkları sonucunda gerçekleşmeye başlamıştır. Erkeğin ailesi oğullarının evini geçindireceğine inandıkları an beğendiği birinin olup olmadığı sorarlar. Böyle biri varsa, öncelikle o kız istenir. Eğer yoksa erkeğin yakınları kendisine yakın gördükleri kızı görmeye giderler. Kızı beğenirlerse tekrara rahatsız edeceklerini belirtir; ikinci defa giderken ağız tadı olarak şeker veya çikolata alınıp kararlaştırılan günde kızı istemeye giderler. Dünürcülerden biri “Allah’ın emri, Peygamberin kavli” şeklinde söze başlayarak kızı ister. Bu istek uygun görülürse belirti olarak “nasipse olur” denir, olumsuz karşılanırsa çeşitli bahanelerle istek geri çevrilir. Kız istenip olumlu cevap alındıktan sonraki Perşembe veya Pazar günü akşamı kız evi tekrar ziyaret edilir. “Mendil alma” denilen bu ziyarette kıza çeyizinde harcamak için bir miktar para verip söz yüzüğü takar. Daha sonra nişan günü karalaştırılır. Nişandan bir müddet önce iki aile birlikte alışverişe çıkarak gelin ve damat için gerekli giyim eşyaların alırlar. Nişandan bir gün önce kızın evine nişan için alınan giyecek ve kuruyemişleri getirirler. Aynı gün iki üç saat sonra da kız tarafı, oğlan evine bohça götürür. Bu bohçada damat ve yakınları için çeşitli armağanlar bulunur. Nişan , salon ya da evde yapılır. Davetlilerin huzurunda bir aile büyüğü tarafından nişan yüzükleri takılır. Oğlan tarafı aldıkları bilezikler, küpe, altın ve saat gibi ziynetleri kıza taktıktan sonra, kız ve oğlan davetlilerin elini öperler. Yeni nişanlılar ortaya çıkarak birlikte karşılama oynarlar. Daha sonra erkekler düğün yerini terk ederek bayanları kendi aralarında eğlenmeye bırakırlar.Nişandan bir gün önce gelen armağanlar konuklara gösterilir.Armağanlarla birlikte gelen yemişler, birgün sonra kızın arkadaşları tarafından eğlence düzenlenerek yenir. DÜĞÜN Nişandan sonra yavaş yavaş düğün hazırlıklarına başlanır. Kız çeyizindeki eksiklikleri tamamlar. Oğlan tarafı maddi durumuna göre ev eşyaları alır. Kız tarafı durumu iyi ise yatak odası takımı alır. Her şey hazırlandıktan sonra düğün hazırlıklarına başlanır. Alışverişe çıkıp kıza gelinlik manto gibi giyecekler ile oğlana damatlık elbiseler alınır. Düğün davetiyeleri bastırılıp dağıtılır. Düğünden üç dört gün önce oğlan tarafı çeyiz almaya gider. Alının çeyiz kız ve oğlan yakınlarınca gelinin evine serilir. Arzu edenler düğüne kadar çeyizi görmeye gelirler Düğüne bir gün kala kız arkadaşları ile birlikte kız hamamına götürülür. Burada hem eğlenip hem yıkanırlar. Banyodan dönüşte kız kuaföre götürülür, saçları yaptırılır, milli kıyafetlerden bindallı ve şitari giydirilir. Akşam olduğunda davetli konuklar gelir, eğlence yapılır, eğlencenin sonuna doğru kına karılır, mumlar yakılır, gelinin başına kırmızı yazma örtülür, ilahilerle gelinin avucuna kına yakılıp ağlatılır. Kına yakıldıktan sonra orada bulunan davetliler geline para takarlar. Bir müddet sonra topluca eğlenildikten sonra kına gecesi tamamlanır. Gece saat 24.00’e doğru kızın arkadaşları ve yakınları türküler söyleyerek damadın yakınlarını haklamaya giderler. Bir süre sonra kız evine dönülür. Gelin alma günü gelin, düğün için hazırlanır. Oğlan tarafı otobüs ve taksilerle gelin almaya gelirler. Gelin, anne ve babasının orada bulunan yakınlarının ellerini öper; daha önceden süslenmiş gelin arabasına bindirilerek düğün salonuna götürülür. Salonda toplanan davetliler huzurunda medeni nikah kıyılır. Kadınlar kendi aralarında iki üç saat eğlenirle. Eğlence bitiminde gelin ve damat arabaya bindirilerek eve götürülür. Akşam namazından sonra tekbirlerle eve getirilir. Evin önünde dua yapılır, Damadın sırtı yumruklanarak eve sokulur. Düğünden birkaç gün sonra kızın ailesi, oğlan evine yemeğe gider. Bu suretle iki aile arasında ilişki kuvvetlenmiş olur. ÖLÜM Durumu ciddileşen hastanın yakınlarına haber verilir. Son nefesinden önce zemzem içirilir. Başında Kur’an okunur. Konuşabiliyorsa Kelime-i Şadet getirtilir. Ölüm olayı gerçekleştikten sonra çene altından bir tülbentle baş üzerinden bağlanarak çene çekilir. Gözler açıksa kapatılır. Ayak baş parmakları birbirine bağlanır, yere yatak serilir, cenaze soyulduktan sonra ayakları kıbleye gelecek şekilde bu yatağa alınır. Üzerine bir çarşaf örtülür. Ölüm olayı gece olmuşsa, yakınları tarafından sabaha kadar beklenir. Ölüm haberi camiden sela verilerek duyurulur. Diğer yandan yıkama, kefen ve mezar hazırlıkları yapılır.Ölü evde sabun ve ölü lifi ile yıkanır. Daha sonra kefenlenerek tabuta konur tabutun baş tarafına erkekse havlu, kadınsa oyalı yazma takılır. Cenaze evinde yapılan dini törenden sonra, orada hazır bulunan cemaat tarafından camiye götürülür. Burada musalla taşına yatırılır. Cenaze namazı, vakit namazından sonra kılınacaksa cenazenin yanında birkaç kişi bekçi bırakılır. Vakit namazı kılındıktan sonra cenaze namazı kılınarak mezarlığa götürülür. Daha önce açılmış olan mezara yakınlarından üç kişinin yardımıyla indirilir. Yüzü kıbleye döndürülerek yerleştirilir. Gömme işlemi bitiminde mezarın ayak ve baş ucuna kimliğini belirleyen iki tahta çakılır. Kur’an ve dua okunur. Dini tören bitiminde imam mezarın başında kalarak taklan duasını okur. Cenaze evinde yedi gün Kur’an okunur ve bitiminde mevlit’le beraber duası yapılır. Daha sonra 40. ve 52. günlerinin geceleri mevlit okutulur; konuklara şeker ve gülsuyu dağıtılır. ASKER UĞURLAMA Askerlik çağı gelen gençler, silah altına alınmadan 10-15 gün önce çağrı pusulası tebliğ edildikten sonra toplanmaya başlar. Her akşam gençlerden birinin veya bir gencin akrabasının evinde toplanarak toplu halde yemek yerler. Askere gidecekleri sabahın akşamı her genç yemeğini kendi evinde yer ve kendi evinde yatar. Hane büyüğü o gence nasihat eder. Sabah erkenden meydanda toplanan gençler akrabalarıyla vedalaşırken ceplerine harçlık olarak para konur. Gençlerin samimi arkadaşları onların cebine çocuk emziği gibi şeyler koyarlar. Bazı köylerde meydandan otobüse kadar asker götürülürken tekbir getirilir. Yine bazı köylerde uğurlama törenini davul zurna eşliğinde yapıldığı ve ‘ Hey garip yol göründü’ türküsünün çalınıp söylendiği olur. Askere giden genç vedalaştıktan sonra geriye dönüp bakmaz, araba yada trene bindiğinde ne olursa olsun inmez. Adımını geri atmaz. Bu yiğitliğe yakışmayan bir davranış olarak kabul edilir. BAYRAMLAR Dini Bayramlar hemen hemen aynı eğlence ve adetlerle kutlanır. Bayramdan önce bütün evlerde bir sevinç ve heyecan vardır. Aile içindeki herkese evin büyüğü tarafından yeni elbiseler, giyecekler alınır, En güzel yemekler pişirilir. Evin reisi bir gününü ayırarak bu işler için pazara iner. Bayramdan bir gün önce fırınlarda yağlı, susamlı, haşhaşlı, cevizli lokumlar, külçeler yapılır. Baklavalar, burmalar, kadayıflar hazırlanır. Erkekler o gün işe gitmezler. Arife günü hatalı gündür kaza olmasın, kan akmasın diye işe gidilmez. Ramazan Bayramı arifesinde kurtların, kuşların bile oruç tuttuğuna inanılır. Bayram akşamı kadınlar kına yakarlar. Sabahleyin erkekler yeni elbiseleriyle bayram namazına giderler. Namaz çıkışında bütün küsler, dargınlar barışsınlar diye bayramlaşma yapılır. En başa köyün en yaşlısı dikilir. Ondan küçükler onun elini öper. Elini öptürmek için sıraya dizilirler. Bu bir sıra halinde devam eder. Herkes böylece birbiri ile bayramlaşmış olur. Kadınlar ise erkenden kalkarak o sabah hiç suyu alınmamış çeşmeden ve kuyudan su alınır. (Zemzem suyu diye) Çocuklar ise erkeklerin bayramlaşma yerine yakın bir yerde toplanır. Bayramlaşan erkeklerin büyüğü çocuklara şeker dağıtmaya başlar. Arkasından ise yaşlılık derecesine göre sırayla erkekler şeker dağıtır. Şeker sepetleri mısır soymadığından çocukların anneleri ve babaanneleri tarafından örülür. Şeker dağıtımından sonra erkekler mezarlığa giderek geçmişlerinin mezarlarını ziyaret ederler. Kurban Bayramında mezarlık dönüşü kurbanlar kesilir. Sabah yemeği kurban etinden yapılır. Ev içi bayramlaşma dönüşü yapılır. Daha sonra el öpme ziyaretleri başlar ve evlerde yemek sofraları hiç kalkmaz. Her gelen misafire kurban etinden ve lokumdan tattırılır. Şöyle bir söz vardır: Bayramda insan dokuz karınlıdır; her gittiği yerde yemeğini yemek zorundadır. Gençler salıncaklara biner ve çeşitli oyunlar oynanır. Bayram neşe, dostluk kardeşlik, birlik içinde kutlanır.
  4. _asi_

    Bilecik yerel kıyafetleri

    YEREL KIYAFETLER Mahalli Kıyafetler Bugün Bilecik’te dokunup giyilen kıyafet çok azdır. Bazı köylerde ağaç el tezgâhlarında dikilip giyilmektedir. Bir de beyaz dokumadan yapılan kumaş, tere otu ile kazanlarda kaynatılıp siyaha boyanır. Bu dokumalardan erkek poturu. pantolonu ve yeleği dikilir. Kadın ve erkeklerin kıyafetleri kullanılma zamanına göre değişmektedir. İş kıyafetleri yörük ve manav köylerinde hemen hemen aynıdır. Manav köylerinde kadınlar don, entari, başta çember ve onun üzerinde beyaz renkte örtme, sırtta ise siyah renkte saya denilen giysi vardır. Örtme ve sayanın örtünme işi özel bir marifet istemektedir. Ayaklarında ise örme çorap ve lastik ayakkabı (daha eskiden çarık) giyilir. Erkeklerde ise pantolon, ceket, entari, koyun yününden örme kazak, başta şapka, ayakta ise yün çorap ve ayakkabı vardır. Yörük köylerinde de aynı kıyafetler giyilir. Kadınlar saya giymez. Yalnızca örtmenin üzerini çeki ile bağlarlar. Önlerine önlük takarlar. Bu kıyafetler yaz kış giyilir. Bugün Bilecik’te dokunup giyilen kıyafet çok azdır. Bazı köylerde ağaç el tezgâhlarında dikilip giyilmektedir. Bir de beyaz dokumadan yapılan kumaş, tere otu ile kazanlarda kaynatılıp siyaha boyanır. Bu dokumalardan erkek poturu. pantolonu ve yeleği dikilir. Kadın ve erkeklerin kıyafetleri kullanılma zamanına göre değişmektedir. İş kıyafetleri yörük ve manav köylerinde hemen hemen aynıdır. Manav kadın ve erkekleri de yörük erkekleri de iş kıyafetlerinin yenisini yabanlık, urba veya bayramlık diye isimlendirirler. Bayramlarda, Düğünlerde Önemli Günlerde Giyilen Kıyafetler Manav kadın ve erkekleri de yörük erkekleri de iş kıyafetlerinin yenisini yabanlık, urba veya bayramlık diye isimlendirirler. Yörük kadınların kıyafetleri çok değişiktir. İçte al göynek (kızlar giyer), ak göynek (evliler giyer) bunun üstünde kutlu kumaş ve onun üstünde de üç etek vardır. Hakim renk al’dır. Kenarları, yanları işlemeli ve uzundur. Önleri ise açıktır. Kırmızı renkte yünden dokunan kaba kumaş bele sarılır. Uzunluğu beş metre kadardır. Kenarları püsküllüdür. Bu püskülleri mavi boncuk arkadan sarkan yün örmesi kuşak vardır. Kaba kumaş ve püsküllü, kıyafetlerin dağılmasını sağlar. Bunların üzerine bele gümüş kemer takılır. Bunun kıyılarında sağından ve solundan sarkan işlemeli yağlıklar vardır. Önde ise önlük vardır. Kıyafetlerin korunmasını sağlar. Üstte ise kadife kumaştan yapılmış ve işlenmiş sarkan (cepken) bulunur. Genelde al renkte veya onun tonlarıdır. Gömleğin, kutlu kumaşın, üç eteğin açık bıraktığı yerleri kapatan, boyuna takılan bir de bağır mendili vardır. Başı örten başlık ise kendine has rengi, özelliği bağlaması ile dikkati çeker. Saçaklı vala diye isimlendirilen başlık ortası al renkte olup, teller iç köylerde işlenir. Kenarlarında ise yeşil ve mavi renk hakimdir. Valanın kıyı kısımları ise oya, boncuk ve pullarla işlidir. Bu kısımlar üçgen şeklinde omuzlardan aşağıya doğru sarkar. Örgülü saçları başın üstünde bağlanır. Bunun üzerine iğne oyalı boncuklu, pullu işlemeli çember bağlanır. (Çeki şeklinde bağlanır). Valanın altında baş altınlarını tutan fes, onun üstünde çember vardır. Ayakta ise beş şiş ile örülen nakışlı uzun çorap vardır. Bunun rengi ise al, yeşil,beyaz, lacivert, siyah karışımıdır. Her çorabın üstünde mavi boncuk bulunur. Bunun üzerinde ise ayakkabı vardır. Altta ise çorapları örtmeyen uçkurlu ağlı iç donu bulunur. Bugün bu kıyafetler yaşamakta ve giyilmektedir. Kadınlar takı olarak; baş altını, gümüş kemer, örgülü saçlara mavi boncuklu nazarlıklar, gümüş, altın bilezikler, beşi bir yerde, sarı lira altın, gümüş küpe gibi ziynet eşyaları takarlar. Bu kıyafetler Bilecik’in mahalli kıyafetleridir. Erkeklerin içinde yukarıdan giyilen önü kapalı ak göynek vardır. Bunun üstünde yakasız göynek (entari) bunun üstünde kollu işlemeli cepken vardır. Altta ise ağlı, arkadan kabarmalı işlemeli uçkurlu don diz kapaklara kadar uzanır. Bele sarılan bir de kuşak vardır. Püsküller yandan sarkar. Bu kuşağın sabit durmasını sağlar. Ayaklarda ise diz kapaklarına kadar uzanan örme yün çorap vardır.
  5. _asi_

    Bilecik Halk Oyunları

    HALK OYUNLARI Bilecik, halk oyunları ve türküleri bakımından çok zengindir. Fakat türkü ve oyunların çoğu derlenmemiş, araştırılmamış ve milletimizin beğenisine sunulmamıştır. Yörede oyunlar ve türküler iç içedir. Bütün türkülerin bir de oyunu vardır. Türkülü oyunların bazıları hem erkekler hem de kadınlar tarafından oynanır. Aşağıdan Gelen Hanım Oynasın, Kız Pınar Başında Yatmış Uyumuş, Et Koydum Tencereye gibi. Fakat, oyun figürleri ve ritmi değişiktir. Bu sebeple kadınlar ve erkekler aynı anda oynayamazlar. Erkekler daha çok şu türkülü oyunları oynarlar: Aşağıdan Gelen Hanım Oynasın, Et Koydum Tencereye Yar Geldi Pencereye, Mehmet’im Türküsü, Kâzım’ın Türküsü, Bilecik’in Altından Geçtim, Söğüt’ün Erenleri. Lefke’yi Kara Duman Bürüdü Zaptiyeler Kol Kol Oldu Yürüdü türküsü söylenerek seymen tutulur. (Erkekler kol kola girerek iki ileri bir geri yürüyerek bu türküyü söylerler.) Kadın oyunları darbuka ile oynanır. Darbukanın yanında bir grup kadın türkü söyler. Oyunlar eşlidir. Karşılıklı oynanır. Oyuncular kaşık tutan ellerini, kaşık çalarak omuz hizasından aşağıya doğru ritimli şekilde indirir ve kaldırırlar. Omuz titreterek karşılıklı gidip gelme, birbirlerinin yerine geçme, daire şeklinde olma, çökme şeklinde oynanır. Bu oturarak çöküm, dağlardaki kekliklerin sekişi gibidir. Oyunlar genel-de ağırdır, bazı yerde hızlanır. Oyunların ağırlığı ne Osmanlı kadın deyimi içindedir. Erkeklerin oyunları ise daha serttir. Sanki dövüşme gibidir. Müzik eşliğinde düşmanla savaşmaya, mücadele etmeye benzer. Düşman karşısındaki asaletini, oyunlarda gösterir efeler. Kaşıkların sesi ve savaştaki kılıçların şakırtılarını, atların nal sesini andırır. Mesela Et Koydum Tencereye oyununda savaş hali iyice bellidir. Hele ok atışları açıkça anlaşılır; yan yana sırt sırta düşmana ok atılır. Oyunlar, ağırdan başlar, yavaş yavaş hızlanır. Karşılıklı ve daire şeklinde oynanır. Yere diz vurulur, oyuncular çökerek omuzlarını birbirine vurur. O sırada kolların aldığı durum, kişinin savaşta ok atma durumu gibidir. Meydan okuyuş vardır. Bu sırt sırta vuruş, omuz omuza gelme birliğin-beraberliğin kardeşliğin ifadesidir sanki. Güçlülüğün, mağrurluğun sembolüdür. Oyunlarda çalgı olarak saz, darbuka kaval, flüt, davul vardır. Oyun esnasında oyuncular türkü söylemez; saz çalanlar oyunun türküsünü söylerler. Oyunlar, rast gele bir sırayla oynanmaz. Usta oyuncular ilk oyundan başlayıp, sırasını bozmadan son oyuna kadar oynarlar;oyun bozanlık büyük ayıptır. Oyunların sırası şöyledir: Bilecik çiftetellisi, karşılama, Bilecik zeybeği ve Söğüt’ün erenleri.Kadınlar ise aşağıdan gelen hanım oynasın, ay oğlan Tatar mısın, oğlan adı İsmail, kız pınar başında, et koydum tencereye, kralın kızı, halıyım ben (Dodurga Zeybeği), cezayeri’nin harmanları savrulur, elmalar ezik olur dalında nazik olur gibi türkülü oyunları oynarlar. Oyunlar kadın erkek bir arada oynanmaz. Kadın ile erkek tarlada, bağda, bahçede çalışmada beraberdir. Fakat eğlence oyununda ayrıdırlar. Erkek ve kadın oyunları kaşık ile oynanır. Kaşıkların sapları kesiktir. Uçlarında püskül olan şimşir ağaçtandır. Kadınlar manili oyunlarda kaşıksız oynarlar. Baş parmak ile orta parmağın birleştirilip aşağı, yukarı hareketi ile müzik sesi çıkartarak oynarlar. Oyun sözlerinde ise, iki elini birleştirip işaret parmakları sağ elin parmağı yukarı, sol aşağı çekilerek musiki sesi çıkartılarak oynanır.
  6. _asi_

    Bilecik-Eğitim Durumu

    EĞİTİM DUMLUPINAR ÜNIVERSITESI bağlı Bilecik İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi ve ANADOLU ÜNIVERSITESINE bağlı Bilecik Meslek Yüksek Okulu Bulunmaktadır BILECIK İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Genel Bilgi 1993–1994 öğretim yılında kurulan Bilecik İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi; İsletme ve İktisat bölümleri ile öğretime açılmış, 1994–1995 öğretim yılında bunlara Kamu Yönetimi Bölümü ilave edilmiştir. Fakülte bu üç bölümle öğretime devam etmektedir. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nin amacı, bölümlerinin bilim alanlarında, çağdaş ve yüksek düzeyde bilgilere sahip elemanlar yetiştirmek ve lisans diplomasi vermektir. Bilim ve teknolojinin hızla geliştiği çağımızda iyi yetişmiş yöneticilere ihtiyaç duyulmaktadır. Ülkemizde giderek hızlanan ekonomik ve sosyal değişim süreci, kamu ve özel kesim kurumlarında yeni ve değişik is alanları ortaya çıkarmaktadır. Ayrıca bu gelişmeye uluslararası kuruluşlarla olan ilişkiler de eklendiğinde uzman yöneticilere olan ihtiyaç daha da artacaktır. Bu nedenle Bilecik İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi; İktisat, İsletme ve Kamu Yönetimi alanlarında uzmanlık kazanmış elemanların yetişmesi amacını taşımaktadır. Ayrıca, Yerel Yönetimler Yasası’ndaki değişiklik çalışmaları yanında ülkemizin geleceğinde yerini alacak başarılı yöneticileri yetiştirmek için sosyal bilimlerdeki yeni gelişmeleri takip ederek ülke sorunlarına ilişkin çalışmaları yürütmektedir. Fakülte ilk mezunlarını 1996–1997 öğretim yılı sonunda vermiştir. Fakülte’de halen; 1016 normal öğretim, 692 ikinci öğretim olmak üzere toplam 1708 öğrenci öğrenim görmektedir. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ BİLECİK MESLEK YÜKSEK OKULU GENEL BİLGİ Yüksekokulda bir tek Teknik Programlar Bölümü mevcut olup, Bilgisayar Teknolojileri ve Programlama, Döküm, Elektrik, Elektronik Haberleşme, Endüstriyel Elektronik, Endüstriyel Otomasyon, Gıda Teknolojisi, İnşaat, Kimya, Makine, Otomotiv, Tarım Alet ve Makineleri, Tekstil olmak üzere 12 programda eğitim ve öğretim yapılmaktadır. Döküm ve Tarım Aletleri programlarında sadece örgün, Otomotiv programında sadece ikinci öğretim, bunların haricindeki, diğer bütün programlarda hem örgün hem de ikinci öğretim yapılmaktadır. Tekniker; endüstride, teknolojinin hem teorik hem de teknik işlevlerini bilen ve kullanan; dolayısıyla mühendis ile isçi arasında köprü oluşturan ara elemandır. Bazı küçük ve orta büyüklükteki isletmelerde tekniker, isletmenin en yüksek teknik elemanı olabilir, liderlik ve yöneticilik görevi üstlenebilir. Teknikerlerin, alanında kuvvetli bir teorik bilgiye ve bu bilgiyi endüstride uygulama yeteneğine sahip olmaları gerekir. Yüksekokuldaki iki yıllık öğretim süresince her yaz uygulamalı olarak 8+2 haftalık (8 hafta mecburi 2 hafta isteğe bağlı) Endüstriye Dayalı Öğrenim (EDÖ) uygulaması yapılmaktadır. Stajdan farklı olarak öğretim elemanları denetiminde yapılan bu uygulama ile öğrenciler hem işyeri tecrübesi kazanmakta hem de is bulma olanağına sahip olmaktadırlar. AMAÇ Ülkemizin Avrupa Birliğine uyum sağlamak istediği günümüzde, teoriyi bilen, teknolojiden faydalanarak uygulama yapabilen ara insan gücüne duyulan ihtiyacı karşılayacak nitelikte teknikerler yetiştirmektir. AÇILAN PROGRAMLAR Bilgisayar Teknolojileri ve Programlama, Döküm, Elektrik, Elektronik Haberleşme, Endüstriyel Elektronik, Endüstriyel Otomasyon, Gıda Teknolojisi, İnşaat, Kimya, Makine, Otomotiv, Tarım Alet ve Makineleri. SUNULAN OLANAKLAR Bütün öğrencilerin kullanabileceği Kütüphane, Kapalı Spor Salonu, Konferans Salonu, Yemekhane, Kafeterya
  7. _asi_

    Bilecik halk edebiyatı

    HALK EDEBİYATI EFSANELER Osman Gazi’nin Rüyası: “Bir rüyadan doğan Devlet: Osmanlılar” Osman Bey, sık sık Şeyh Edebalı’nın ziyaretine gider, öğütlerini dinlerdi. Misafir olarak kaldığı bir gecede gördüğü rüya şöyle idi: Şeyhin koynundan çıkan bir ay geldi kendi koynuna girdi. Göğsünden bir ağaç bitti. Öylesine büyük bir ağaç oldu ki dalları gökleri, kökleri tüm dünyayı sardı. Gölgesi bütün yeryüzünü tuttu. İnsanlar o ağacın gölgesinde toplandılar.Ulu dağlara ve dağların eteğinden çıkan çoşkun sulara hep o ağaç gölge etti. Osman Bey rüyasını Şeyh Edebalı’ya anlatır. Edebalı rüyayı şöyle yorumlar: “Oğul Osman , Padişahlık sana ve soyuna kutlu olsun, kızım senin helalin oldu.” HİKAYELER Zamanın birinde padişah ile iki veziri varmış. Gezerken pınarın başına gelmişler. Pınarın başında da bir kızcağız oturmuş gergef işlermiş Padişah, kızı pek beğenmiş. Bakalım demiş, güzel olduğu kadar akıllı mı? Kıza sormuş: -Yavrum, ne işlersin? -Gergef işliyorum efendim. -Baban ne iş yapar? -Azı çok yapmağa gitti. -Peki, annen? -Biri iki yapmaya gitti. -Hımım... Eviniz çok güzel yavrucuğum, ama, bacası yamuk? -Bacası yamuktur, ama, dumanı doğru üfler efendim. -Peki kızım! Sana iki kaz yollasam yolar mısın? -Hay hay efendim... Padişahı alır bir düşünce. Bu kızcağız pek akıllı, ama ne demek istedi?... Vezirlerini çağırır ve: - “Bunların cevaplarını öğreneceksiniz. Öğrenmezseniz sizin için hiç iyiolmaz!” der. Vezirler başlarlar kara kara düşünmeye... Sonunda: - “Aman ne düşünüyoruz, kıza soralım, bir kese altını alınca bülbül gibi öter” diyerek kıza giderler. - “Kızım şu soruların cevabını söyler misin bize?” - “Tabii, ama bir kese altın isterim.” Verirler bir kese altını... Kız konuşur: - “Babam rençberdir. Azı çok yapmaktan maksat bu. Annem ebedir; doğum yaptırır. Biri iki yapar. Padişah “eviniz güzel, ama, bacası yamuk” demekle “güzelsin, ama, gözlerin şaşı” demek istedi. Ben de “gözlerim şaşıdır, fakat, iyi görürüm” dedim. “İki kaz göndersem yolar mısın? diye sormuştu. Ben de “hay hay” dedim. İki kaz da sizsiniz; sizi yoldum. YEREL SÖZCÜKLER -Komşusunu yeren kendisini yerer. -Ölümü gören hastalığa razı olur. -Aç köpek fırın yakar. -Domuzdan toklu doğmaz. -Yörüğün pazara gittiği gibi gitmek. -Büyük kapıdan ot alda kız alma. -Klavuzu karga olanın burnu pislikten kurtulmaz. -Arpacık kumrusu gibi düşünmek. -Kafadarın bir, arkadaşın çok olsun. -Kapıyı değiştirmek (değiştirmemek) -Hasandağı’na oduna gider gibi gitmek.
  8. _asi_

    Bilecik Festivalleri

    FESTİVAL VE KUTLAMALAR Söğüt’e gelen Kayıların, önderleri Ertuğrul Gazi’ye duydukları derin saygı ve sadakat duygularıyla, Ertuğrul Gazi’nin 1281 yılında vefatından bu yana yapılan "Ertuğrul Gazi’yi Anma ve Söğüt Senlikleri" büyük bir kadirşinaslık örneği olarak asırlardır sürdürülür. Her yıl daha büyük bir ilgi ile Eylül ayinin ikinci haftası son üç gün (üçüncü gün-Pazar günü büyük tören) Söğüt’te yapılan törenlere basta Kayı Boyu’nun Karakeçili Aşireti mensupları olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanından gelen binlerce Yörük, on binlerce insan katılır. İlin turizminde büyük önem taşıyan ve gelen konuklara Türk misafirperverliğinin en güzel örneklerinin sunulduğu bu görkemli kutlamalarda büyük coşku ve heyecan yaşanır. Ertuğrul Gazi’yi Anma ve Söğüt Senlikleri’nin ilgi çeken özelliklerinden birisi de; Türk Büyükleri Platformu önündeki tören alanı çevresinde Yörüklerin kurdukları ve içleri geleneksel Türk el dokuması hali ve kilimlerle döşenen kara çadırlar Obalardır. Yörüklerin asırlardır yaşattıkları geleneklerinin bir parçası olan bu kara çadırlar önünde yakılan ateşler üzerinde kurulan saçlarda yapılan gözlemelerle, yayık ayranlarının gelen misafirlere ikramları doyumsuz ve unutulmaz bir tat verir. Bunların yanında, törenlerin asırlardır vazgeçilmez bir özelliği olan pilav ikramı da büyük rağbet görür. Ayrıca, Osmanlı Devletinin manevi lideri olarak sayılan Edebalı için düzenlenen "Bilecik’in Düşman İşgalinden Kurtuluşu Ahilik ve Şeyh Edebalı Kültür Sanat Festivali" 5–6–7 Eylül tarihlerinde Bilecik’te yapılır. Yine Marmara Bölgesinin en fazla nar üretimi yapılan Bilecik İlimizin İnhisar İlçesinde ekim ayı ortalarında "Nar Festivali" düzenlenir. İlimizdeki Festivaller Ve Kutlama Tarihleri Mahalli Kutlama Adi: Söğüt İlçesi Festivali Kutlamanın Yapıldığı Yer: Söğüt Kutlama Tarihi: Eyl. Ayın. Cuma Günü Baslar Süre: 3 Gün Mahalli Kutlama Adi: Abdullah Mihal Gazi Anma Festivali Kutlamanın Yapıldığı Yer: Harmanköy / İnhisar Kutlama Tarihi: Eylül Ayı İlk Pazar Süre: 1 Gün Mahalli Kutlama Adi: Nar ve İncir Festivali Kutlamanın Yapıldığı Yer: Tarsak Beldesi / İnhisar Başladığı İlk Tarih: 1992 Kutlama Tarihi: 27 – 29 Ekim Süre: 3 Gün Mahalli Kutlama Adi: Kültür ve Sanayi Festivali Kutlamanın Yapıldığı Yer: Bozüyük Başladığı İlk Tarih: 1997 Kutlama Tarihi: 4 Eylül Süre: 1 Gün Mahalli Kutlama Adi: Bilecik’in Düşman İşgalinden Kurtuluşu Ahilik ve Şeyh Edebalı Kültür Sanat Festivali Kutlamanın Yapıldığı Yer: Bilecik Başladığı İlk Tarih: 1969 Kutlama Tarihi: 6–8 Eylül Süre: 3 Gün Mahalli Kutlama Adi: Nar Festivali Kutlamanın Yapıldığı Yer: İnhisar Kutlama Tarihi: 29 Ekim Süre: 1 Gün Mahalli Kutlama Adi: Bilecik Ulusal Tiyatro Festivali Kutlamanın Yapıldığı Yer: Bilecik Başladığı İlk Tarih: 2004 Kutlama Tarihi: 25 Kasım - 4 Aralık Süre: 9 Gün Mahalli Kutlama Adi: Bilecik Belediyesi Çocuk Festivali Kutlamanın Yapıldığı Yer: Bilecik Başladığı İlk Tarih: 2008 Kutlama Tarihi: 24 Nisan - 26 Nisan Süre: 2 Gün
  9. _asi_

    Bilecik coğrafi yapısı

    COĞRAFİ YAPI COĞRAFİ KONUM: Bilecik Marmara Bölgesinin güneydoğusunda Marmara, Karadeniz, İç Anadolu ve Ege Bölgelerinin kesim noktaları üzerindedir. 39° ve 40° 31’ kuzey enlemleri ile 29° 43’ ve 30° 41’ doğu boylamları arasında bulunmaktadır. Doğudan Bolu ve Eskişehir güneyden Kütahya, batıdan Bursa, kuzeyden Sakarya illeri ile çevrilidir. Bilecik 4321 km²’lik alanı ile Türkiye’nin küçük illerinden biridir. Alan sıralaması bakımın-dan 65. sırada yer almaktadır. Merkez ilçenin yüzölçümü 844 km²’dir. YERYÜZÜ ŞEKİLLERİ: Bilecik ili toprakları tepelik alanlar, dik ve derin vadilerle yarılmış aşınım düzlükleridir. Kuzey Anadolu kenar dağları, yani, Karadeniz dağlarının başlangıç merkezi, İç Anadolu platolarının başlangıç yeri, Marmara Bölgesinin ise kıyı ve akarsu çanak tabak ovalarının sona erdiği alanlarının tamamı ilin sınırları içerisindedir. Kuzey Anadolu dağlarının denizden içeriye doğru ikinci serisi olan Köroğlu Dağları ilin topraklarında başladığından arazinin batıdan doğuya doğru birden yükselmesine neden olur. Bu yükselti güneye doğru inildikçe dalgalı bir görünüm alır. Bozüyük Ovası ve Sakarya ırmağı ile kuzey-güney yönünde iki bölüme ayırır. Dağlar bu ırmağın her iki yakasında devam eder. Bilecik ilinin deniz seviyesinden yüksekliği 500 metredir. Güneydoğuya Karasu vadisine gidildikçe yükseklik azalmaktadır. Nitekim bu vadide kurulu İstasyon Mahallesinin denizden yüksekliği 200 metreye kadar iner. Dağlar il topraklarının % 32’sine yakın bir bölümünü kaplar. Bu yükseltiler daha çok tepe görünümündedir. İlin en yüksek noktası Bozüyük ilçesinin batı ve güneybatısında yer alan yükseltiler üzerindeki Kala Dağı’dır (1906 m). Diğer önemli yükseltiler Yirce Dağı (1790 ), Metristepe (1300 m), Göldağı (1284 m), Kızılcaviran (1250 m), Osmaniye (1210 m), Ahi Dağı (1100 m), Dokuz Öküz Tepesi (1150 m), Ballıkaya (1050 m), Kızıltepe (990 m), Avdan Dağları (926 m), Paşa Dağları (922 m), Kurudağ (805 m)’dır. Genellikle Sakarya Irmağı boyunca uzanan çok geniş olmayan düzlükler şeklinde ovalar il topraklarının % 7’lik bir bölümünü kaplar. Ovalar akarsuların dar ve derin vadilerden akarken parçaladıkları arazilerden taşıdıkları verimli alüvyonları son bölgelerinde biriktirmelerinden oluşan ovalarıdır. Bozüyük, Gölpazarı, Osmaneli ve Pazaryeri Ovaları başlıca düzlük alanlardır. İlde yayla tanımı içerisine sokulabilecek düzlükler çok azdır. Bu tür yeryüzü şekilleri il topraklarının yalnızca % 0,5’ini oluşturmaktadır. İl topraklarının büyük bir bölümü (% 59,9) aşınım düzlükleri durumundadır. Tepelik alanlarda tümsekleşip tipik “V” biçimli vadilerle parçalanan bu düzlükler, il topraklarının engebeli bir görünüm almasına neden olmuştur. İl topraklarındaki vadiler genellikle dik ve derin yarıklar biçimindedir. Bunların en önemlisi Sakarya Vadisidir. Göksu Vadisi, Göynük Vadisi ve Karasu Vadisi de önemli vadilerdir. AKARSULAR: Sakarya Irmağı: Sakarya nehri Bilecik ilinin başlıca akarsuyudur. Bu ırmağa dökülen çay ve dereler ilin öteki su kaynaklarıdır. Sakarya, İnhisar ilçesi yakınlarında Bilecik topraklarına girer; kuzey-güney yönünde akarak ili doğu ve batı olmak üzere iki parçaya böler. Vezirhan’ın kuzeyinde Karasu Deresi, Osmaneli ilçesi yakınlarında da Göksu Çayını alarak kuzeye yönelir. Taşıdığı su miktarı bakımından Türkiye’nin önemli akarsuları arasında yer alır. Irmağın toplam uzunluğu 824 km’dir. Yaklaşık onda birlik kısmı (80 km) Bilecik sınırları içinde akar. Ortalama debisi 100 m³/sn, ortalama derinliği 1,5 metre, en fazla derinliği ise 5 metre kadardır. Karasu: Bozüyük’ten doğar. Bilecik merkez ilçe sınırları içine Karasu Boğazından girer. Bu noktadan 500 metre sonra Vezirhan’da Sakarya Irmağına kavuşur. Debisi düzensizdir. 0,9 m³/sn ile 72,6 m³/sn arasında değişmektedir. Ortalama debi 3,6 m³/sn’dir. Göynük Çayı, Göksu Deresi, Sarısu Deresi ve Hamsu Deresi diğer küçük akarsulardır. BİTKİ ÖRTÜSÜ: Yağış yönünden yeterli miktara sahip olan Bilecik ili, yüzölçümünün %47’sinin ormanlık alan olması nedeniyle de orman zenginliği bakımından Türkiye’nin şanslı yörelerinden biridir. İlin orman zenginliği av hayvanları bakımından da zenginleşmesini sağlamıştır. Bin metreye kadar yükseklerde orman örtüsü genellikle meşe, otsu bitkiler ve makilerden oluşmaktadır. 1500 metre sınırına kadar da karaçam, kayın, kızılçam, kestane türündeki yüksek boylu ağaçlar sıralanır. 1500 metreden daha yükseklerde ise köknar cinsinden ağaçlar vardır. İKLİM: Bilecik ilinin geçit bölgesinde bulunması, su kaynakları ve farklılık gösteren topografyasına paralel olarak 3 farklı iklim tipi görülür. Genel olarak Merkez, Gölpazarı, Osmaneli ve Söğüt İlçelerinde Marmara Bölgesi; Bozüyük, Pazaryeri ve Yenipazar ilçelerinde ise İç Anadolu Bölgesi iklimleri geçerlidir. Ayrıca Gölpazarı, Osmaneli ve Söğüt ilçelerinin Sakarya Irmağı kıyı şeridinde mikro-klima iklim bölgeleri görülmektedir. Bilecik İlinde yıllık yağış toplamı 450 kg/m² dolayındadır. Yağış en çok ocak ve mayıs aylarında düşmektedir. Bulutluluk durumu açısından 92 gün açık, 96 gün kapalı ve 177 gün bulutlu geçmektedir. Diğer klimatik veriler şöyledir: Yıllık sıcaklık ortalaması: 12,3 °C Karlı gün sayısı : 25 En soğuk ay: Ocak (2,5 °C) Donlu gün sayısı : 55 En sıcak ay: Temmuz (21,7 °C) Sisli gün sayısı : 14 Yıllık ortalama nispi nem: % 66 Kırağılı gün sayısı: 25 İl merkezini kapsayan klimatolojik veriler, ilçelerde farklılık göstermektedir. İl düzeyinde tespit edilen en yüksek sıcaklık 1945 Ağustosunda 40.6 ºC, en düşük sıcaklık ise 1950 Ocak ayında -16 ºC olarak bulunmuştur. Bilecik’te batı ve kuzeybatı rüzgârları etkindir. Ortalama rüzgâr hızı 3,4 m/sn’dir. Yıl içinde rüzgârlar 135 gün kuvvetli rüzgâr ve 17 gün de fırtına şeklinde esmektedir.
  10. _asi_

    Bilecik mutfağı

    BİLECİK YEMEKLERİ BÜZME TATLISI Kullanılacak Malzemeler: 1,5 kg. un 2 adet yumurta 250 gr. tereyağı 1 çay bardağı sıvıyağ 1 su bardağı süt 1 yemek kaşığı sirke 1 tatlı kaşığı tozşeker 1 tutam tuz 1 kg. ceviziçi 1 su bardağı susam 50 gr. Hindistan cevizi 400 gdr. nişasta 6 su bardağı tozşeker (ravak için) 5 su bardağı su(ravak için) Hazırlanışı: Hamur elde etmek için, yukarıda belirtilen miktarlardaki yumurta, süt, sıvıyağ, sirke, tozşeker ve un karıştırılır ve hamur iyice yuğurulur. Yumurta büyüklüğünde parçalara ayrılarak oklava ile yufka gibi açılır. Hamura kıvamını verebilmek için yeterli miktarda nişasta ekilir ve açılan yufkalara çekilmiş ceviziçi serpilir. Yufkalar tekrar oklavaya özenle sarılır. Sarılma işleminden sonra hamurlar oklavada iken büzdürülür ve oklava içinden çıkarılır. Büzülmüş parçalar isteğe göre kesilerek yağlı tepsiye dizilir. Üzerine 250 gr. tereyağı eretilerek dökülür. Norman sıcaklıkta kızdırılan fırına sürülerek, pembeleşinceye kadar pişirilerek kızarması sağlanır. Pişirme işlemi bittikten sonra soğuması beklenirken, üzerine dökmen için 6 su bardağı tozşeker 5 su bardağı su ile ravak şeklini alıncaya kadar kaynatılır. Ravak 15 dakika kadar bekletildikten sonra tepsinin üzerine dökülerek soğumaya bırakılır. Diğer taraftan 1 su bardağı susam ezilerek ateşte kavrulur ve tepsinin üzerine yayılır. En son olarak 50 gram hindistan cevizi ile üzerine süsleme yapılır. NOHUTLU MANTI Kullanılan Malzemeler: 1 kg. un 1 adet yumurta 0,5 kg. nohut 0,5 kg. yoğurt 2 bardak su 150 gr. Tereyağı tavuksuyu 0,5 çay bardağı sıvıyağ 1 yemek kaşığı salça 1 demet maydanoz 1 baş sarımsak karabiber, tozbiber, tuz Hazırlanışı: Hamur elde etmek için, yukarıda belirtilen miktarlardaki yumurta, su, tuz ve un hamur kıvamına gelinceye dek yuğurulur. Yumruk büyüklüğünde parçalara ayrılarak oklava ile yufka gibi açılır. Açılan yufkalar 4-5 cm. kare biçiminde kesilir. Bir gün önceden ıslatılan nohutlar dövülüp karabiber ilave edilerek bir karışım elde edilir. Bu karışımdan kesilen parçaların içine misket büyüklüğünde konur, dört köşesinden kapatılarak içine sıvıyağ sürülmüş tepsiye dizilir. Tepsi kızgın fırına sürülür ve altı ve üstü iyice pişirilir. Pişme işleminden sonda fırından alınarak üzerine mantıların hizasına kadar kaynatılmış tavuksuyu ilave edilerek tekrar fırına sürülür. Fırında suyunu biraz çektikten sonra çıkarılarak üzerine önceden hazırlanmış sarımsaklı yoğurt karışımı dökülerek mantıların üzerine yayılır. Daha sonra üzerine süsleme yapmak için salça, sıvıyağ ve yarım bardak su ateşte karıştırılarak sos elde edilir. Yine mantının üzerine ilave etmek için tereyağ ateşte kızdırılarak tozbiberle renklendirilir. Bu karışımlar da mantının üzerine dökülerek, maydanoz yaprakları ile süslenip, sıcak olarak servis yapılır. BILDIRCIN KEBABI Kullanılan malzemeler: 5 Adet Bıldırcın 50 Gr. Tereyağ 20 adet patates 1 adet domates 1 baş küçük soğan 1 diş sarımsak 1 adet yeşil biber Karabiber ve tuz Hazırlanışı: Bıldırcınların tüyleri yolunur ve tütsülenir. Güzelce yıkanır, süzülür. Sarımsak, karabiber ve tuz eklenir. 25 dakika sonra pişmiştir. Tencereden çıkartılarak mini fırın tepsisine alınır. Halka halinde kızartılan patates, yine halka halinde kesilen domates, biber tepsiye dizilerek pembeleşinceye kadar bekletilir. Bakır tabağa alınarak özenle tanzim edilir. Sıcak servis yapılır. DAĞ ERİĞİ EKŞİLİ KESME ÇORBASI Kullanılan malzemeler: 1.5 su bardağı yeşil küçük mercimek 1.5 su bardağı makarna(ev yapımı) 5-6 bardak et suyu 1 su bardağı dağ eriği ve kızılcık kurusu Bir miktar karabiber,kimyon,tuz Bol miktarda nane 2 baş soğan 2 diş sarımsak 1 çorba kaşığı salça Bir miktar sıvı yağ 50 gr. Tereyağ Hazırlanışı: 1 kaşık sıvı yağda soğanlar incecik doğranır ve hafif sarartılır. Mercimek ve et suyu ilave edilerek kaynamaya bırakılır. Mercimekler pişince makarna eklenir ve 1-2 taşım daha kaynatılır. Ayrı bir tavada dövülmüş sarımsak, salça, karabiber, kimyon ve nane tereyağ ile çorbanın üzerine sos olarak hazırlanır. Servis yapılacağı zaman bu sos kesme çorbanın üzerine gezdirilir. Dağ eriği ve kızılcık kurusu bir kapta 2 bardak su ile kaynatılarak özel lezzeti haiz ekşi hazırlanır. Arzu edildiği kadarı çorbaya eklenir. Sıcak servis yapılır. BOZÜYÜK 1,5 kg. un 2 adet yumurta 250 gr. tereyağı 1 çay bardağı sıvıyağ 1 su bardağı süt 1 yemek kaşığı sirke 1 tatlı kaşığı tozşeker 1 tutam tuz 1 kg. ceviziçi 1 su bardağı susam 50 gr. Hindistan cevizi 400 gdr. nişasta 6 su bardağı tozşeker (ravak için) 5 su bardağı su(ravak için) Hamur elde etmek için, yukarıda belirtilen miktarlardaki yumurta, süt, sıvıyağ, sirke, tozşeker ve un karıştırılır ve hamur iyice yuğurulur. Yumurta büyüklüğünde parçalara ayrılarak oklava ile yufka gibi açılır. Hamura kıvamını verebilmek için yeterli miktarda nişasta ekilir ve açılan yufkalara çekilmiş ceviziçi serpilir. Yufkalar tekrar oklavaya özenle sarılır. Sarılma işleminden sonra hamurlar oklavada iken büzdürülür ve oklava içinden çıkarılır. Büzülmüş parçalar isteğe göre kesilerek yağlı tepsiye dizilir. Üzerine 250 gr. tereyağı eretilerek dökülür. Norman sıcaklıkta kızdırılan fırına sürülerek, pembeleşinceye kadar pişirilerek kızarması sağlanır. Pişirme işlemi bittikten sonra soğuması beklenirken, üzerine dökmen için 6 su bardağı tozşeker 5 su bardağı su ile ravak şeklini alıncaya kadar kaynatılır. Ravak 15 dakika kadar bekletildikten sonra tepsinin üzerine dökülerek soğumaya bırakılır. Diğer taraftan 1 su bardağı susam ezilerek ateşte kavrulur ve tepsinin üzerine yayılır. En son olarak 50 gram hindistan cevizi ile üzerine süsleme yapılır. PARMAK KÖFTESİ MALZEME: Ince bulgur 1 1/4 su bardağıMaydanoz 1/4 bağİrmik 5/7 su bardağıSarmısak 2 dişSu 1 1/2 su bardağıDomates salçası 1/2 çorba kaşığıYumurta 1 adetAyçiçek yağı 3 çorba kaşığıBiber salçası 1/4 çorba kaşığıKarabiber Kimyon 1/2 çay kaşığıTuz Soğan 1 adet YAPILIŞI:Bulguru ve irmiği bir kapta karıştırın. Üzerine suyun 1 bardağını ekleyip 15 dakika şişmeye bırakın. Yumurtayı, unu, salçayı, tuzu, biberi ve kimyonu da katarak 10 dakika yoğurup köfte harcını hazırlayın. Köfte harcındaan fındık büyüklüğünde parçalar koparın. Elinizi suyla ıslatıp harcı avucunuzun içinde yuvarlayarak top haline getirin. Ortasına bastırarak çukurlaştırın. Harç bitinceye kadar bu işlemi sürdürün. Bir tencerede bolca tuzlu su kaynatın. Hazırladığınız köfteleri içine atıp 15 dakika haşlayın. Bir süzgece çıkarıp, iyice süzülmeye bırakın. Soğanı, sarımsağı, taze soğanı ve maydanozu ince ince kıyın. Yağı tavaada kızdırın. Soğanı ve sarmısağı içinde pembeleşinceye kadar kavurun. Salçayı, taze soğanı ve maydanozu, kalan suyu ve tuzu katıp karıştırın. Bir taşım kaynatın. Ateşi kısın. 2-3 dakika pişererek ateşten alın. Üzerine sosunu gezdirip sıcak olarak servis yapın. Bu köfte hiç sos konmadan üzerine sarmısaklı yoğurt gezdirilerek de yenilebilir.
  11. _asi_

    Bilecik Tarihi

    TARİHÇE Tarih Öncesinde Bilecik Bilecik’te ilk yerleşim MÖ 3000’den öncelere rastlamaktadır. Anadolu’da Tunç Çağına geçiş sürecinde önemli bir yeri olan Bilecik’ten MÖ 3000’lerde tunç yapımı için kalay çıkarıldığı bilinmektedir. İlin bilinen en eski isimleri Agrilion ve Agrillum’dur. Daha sonraki dönemlerde Bilecik Bizans İmparatorluğu sınırları içine giren bir yerleşim yeri olmuştur. Doğu Roma (Bizans) döneminde şehir Belekoma ismiyle anılıyordu. Bilecik o zaman, şimdiki Bilecik’in doğusunda, Hamsu ve Tabakhane derelerinin oluşturduğu vadiler arasındaki bir kaya çıkıntısı üzerine inşa edilen kale çevresinde kurulmuştu. Antik Çağda Bilecik Antik Çağ’ da Bilecik’le ilgili özel bilgi bulunmamaktadır. Bu nedenle kentin bu çağdaki hayatı, tarih kaynaklarında Bilecik’i de içine alan Bitinya (Bithynia) bölgesinin genel tarihi içinde gösterilmektedir. Bitinya bölgesinin bilinen tarihi MÖ 1950’lerde burada yaşayan Trakya kavimlerinden Thynler’le başlar. Bölge Thynler’den sonra kronolojik sıra ile : MÖ 1550-1400 Mısırlılar, 1400-1200 Hititler, 1200-676 Frigler, 676-595 Kimmerler, 595-546 Lidyalılar, 546-334 Persler, 334-326 Makedonyalılar, 326-297 Özgürlük dönemi, 297-74 Bitinya Krallığı, 74-395 Roma İmparatorluğu, 395-1299 Bizans (673-678 ve 714-718 döneminde bölge Emevi ve Abbasi hakimiyeti) dönemlerini yaşamıştır. Bizans Döneminde Bilecik Roma İmparatorluğu MS 395 yılında ikiye ayrılınca, Bitinya Bölgesi ve Bilecik Doğu Roma (Bizans) imparatorluğu sınırları içinde kaldı. Bizans döneminde Belekoma Kalesi Bilecik’te inşa edilmiştir. Bizans döneminde Bilecik bir Tekfurluk idi. Abbasi Halifesi Harun Reşid döneminde (797 yılında), Bitinya bölgesinin diğer şehirleri gibi Bilecik ve Söğüt civarı da fethedilerek Abbasi idaresine sokulmuştur. Çevresi kale ile korunan Belekoma kenti tarih içinde Bizanslılar-Emeviler ve Bizanslılar-Abbasiler arasında birkaç kez el değiştirmiştir. Selçuklular Döneminde Bilecik Selçukluların bir boyu olan Kayıların bir bölümü (400 çadırlık bir oba) Ertuğrul Bey yönetiminde batıya doğru yer değiştirerek Söğüt ilçesi ve çevresine gelmişlerdir. Osmanlı vaka-i namelerinde Kayıların Söğüt ve çevresine yerleşme tarihi olarak 1230’lu yıllar gösterilmektedir. 1231 yılında İznik İmparatoru Selçuklu sınırına tecavüz edince Selçuklu Sultanı I. Aleaddin Keykubat Bizanslılara karşı bir sefer düzenlemiş, Ertuğrul Bey de bu sefere bir akıncı olarak katılmıştı. Selçuklu ve Bizans orduları arasında Sultanönü mevkiinde meydana gelen savaşın sonucunda Bizans ordusu yenilmiş, Karacadağ ve Söğüt dolayları Büyük Selçuklu Devleti’nin eline geçmişti. I. Aleaddin Keykubat Belekoma (Bilecik) Tekfurunu vergiye bağladı. Savaşta büyük yararlıklar gösteren Ertuğrul Bey’e Söğüt’ü mülk, Domaniç’i de yaylak olarak verdi. Yine Osmanlı kaynaklarına göre Ertuğrul Bey 1281 yılında ölmüştür. Türbesi Söğüt ilçemizde bulunmakta ve her yıl Söğüt’te düzenlenen Ertuğrul Gazi Şenlikleri ile anılmaktadır. Ertuğrul Bey, Kayı Türklerinin değerli önderidir. Kayı boyu ise Osmanlı Devletinin nüvesi, kurucusudur. Böylece Söğüt ve dolaylarında kök salan 400 çadırlık uçbeyliğinden bir Devlet doğmuştur. Osmanlılar Döneminde Bilecik Ertuğrul Gazi’nin ölümünden sonra Kayıların başına Osman Bey geçti. Osman Bey ve silah arkadaşları Bizans’a karşı savaşıyor ve bu savaşlarda sürekli başarı kazanıyorlardı. Kayıların bu başarılarında Şeyh Edebali’nin büyük rolü olmuştu. Şeyh Edebali Ahi idi. Ahilik; tarım dahil bütün zanaat dallarında halkı, çalışanları teşvik eden, herkesi kardeş bilen, çalışanlara her türlü yardım elini uzatan örnek bir örgüt anlayışı idi ve Fakih Şeyh Edebali Kayı Ahilerinin önderi idi. Şeyh Edebali o sıralar Eskişehir ili sınırları içindeki İtburnu Köyünde oturuyordu. Daha sonra medresesini Söğüt ve son olarak da Bilecik’e taşımıştır. Osman Bey 1286 yılında İnegöl yakınındaki Hisarcık kalesini Bizanslılardan zaptetti. 1287 yılında İnegöl Tekfuru’nu Domaniç yakınındaki İkizce’de (Erice) yenilgiye uğrattı. Osman Bey ve silah arkadaşlarının Bizans Tekfurları ile olan savaşlarını izleyen Selçuklu Sultanı III. Alaeddin Keykubat büyük bir ordu ile Karacahisar önlerine geldi. Osman Bey’in kuvvetleriyle birleşerek Bizans elindeki bu kaleyi kuşattı. Kuşatma sürerken Selçuklu Sultanı geri döndü. Osman Bey’e bir sancak, tuğ alem ve gümüş takımlı bir at göndererek Söğüt ve Eskişehir’i de içine alan bu sancağı Osman Bey’e verdi. Karacahisar’daki Rum kilisesini camiye çeviren Osman Bey ilk kez kendi adına hutbe okuttu(1289). Bu olaylar Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun ilk işaretleri olarak nitelendirilmektedir. O sıralarda Bilecik henüz Türkler tarafından fethedilmemişti. Bizanslılara ait bir kentti. Bilecik (Belekoma) ve Yarhisar tekfurları vergiye bağlanmıştı. Osman Bey 1299 yılı yaz başında Belekoma kalesini ve peşinden Yarhisar kalesini fethetti. Bilecik, Yıldırım Bayezid dönemine kadar Osmanlı yönetiminde kalmış, ancak, 1402 yılında Ankara meydan savaşında Bayezid’in Timur’a yenilmesi sonucunda 2 ay kadar Timur’un hakimiyetine geçmiş ve Çelebi Sultan Mehmet tarafından geri alınmıştır. Bu tarihten sonra, Osmanlı yönetimi sırasında Bilecik giderek gelişmiş, ancak, şehrin kurulu bulunduğu alanın iskân için uygun olmaması daha hızlı gelişmesini engellemiştir. Bununla birlikte Bilecik Bursa ve İznik’ten Eskişehir’e ve Anadolu içlerine giden yol üzerinde önemli bir konaklama ve dinlenme yeri olarak önemini korumuştur. Bilecik Trakya ve Marmara bölgelerini İç, Güney ve Güneydoğu Anadolu bölgeleriyle Ön Asya’ya bağlayan İstanbul-Bağdat demiryolu kenarında kurulmuştur. Roma ve Bizanslılar zamanında kent merkezinin küçük bir yer olduğu sanılmaktadır. Türklerin eline geçtikten sonra önem kazanmıştır. Osman Gazi’nin fethettiği ilk önemli kale olması ve Şeyh Edebali Türbesi’nin burada bulunması, şehre olan ilgiyi artırmıştır. Önceleri kale çevresinde yerleşik kent daha sonra Şeyh Edebali Türbesi, Orhan Gazi camii ve yakınındaki medreseye doğru büyümeye başlamıştır. Şehir Türk hakimiyetine geçtikten sonra, önceleri Türkler ve Rumlar ayrı mahallelerde oturmuşlardır. Örneğin, Türkler daha çok Osman Gazi, Orhan Gazi ve Aşağı Camiler çevresine yerleşmiş, Rumlar ise bugünkü Bilecik merkezinin bulunduğu bölgede yoğunlaşmışlardı. Zamanla toplumlar arası sosyal ve ekonomik ilişkiler kurulmuş, iki toplumun ayrı mahallelerde oturması eğilimi ortadan kalkmış, devlet yapıları Yukarı Mahalleye yapılmaya başlanmış ve kent bugünkü yerleşim yerine doğru gelişmiştir. Kurtuluş Savaşında Bilecik İstiklal Savaşında T.B.M.M. hükümet ile İstanbul’da bulunan hükümet arasında ortaya çıkan ihtilafı gidermek amacı ile İstanbul’daki Tevfik Paşa hükümeti adına Dahiliye Nazırı Ahmet İzzet Paşa, Ankara Hükümeti ile bir görüşme yapmak istedi. Görüşmenin Bilecik İstasyon binasında yapılması kararlaştırıldı. Heyetler 5 Aralık 1920 günü Bilecik İstasyon binasında bir araya geldiler. İstanbul Heyeti Ahmet İzzet Paşa, Salih Paşa, elçilerden Cevat Bey, Ziraat Nazırı Kazım Bey, Hukuk Danışmanı Münir Bey ve Hoca Fatih Efendi’den oluşmuştu. Ankara heyetine ise Mustafa Kemal Paşa başkanlık etmişti. Heyette İsmet Bey (İnönü) de bulunuyordu. Bilecik Mülakatından olumlu ve somut bir sonuç elde edilememiştir. Yunan Ordusu 6 Ocak 1921 günü Bursa ve Uşak dolaylarından taarruza geçti. 8 Ocak 1921 akşamı Bilecik-Karaköy-Muratdere hattına kadar geldi. Böylece Bilecik işgal edilmiş oldu (Bilecik’in Yunanlılar tarafından ilk işgali). I. İnönü Savaşı I. İnönü Savaşı tümüyle Bilecik toprakları üzerinde geçmiştir. Akpınar, Oklubalı mevzilerinde göğüs göğüse kanlı çarpışmalar oldu. Üst üste yenilgiyi alan Yunan ordusu geri çekilmeye başladı. Öyle ki, 11 Ocak 1921 günü taarruzu ilk başlattıkları Zevvare Tepe, Tepeköy, Oluklu, Rızapaşa, Poyra, Beşkardeş Dağları, Zemzemiye ve Bursa’nın doğu mevzilerine kadar çekilmişlerdi. Bilecik’in ilk işgali 8-11 Ocak 1921 tarihleri arasında sadece 4 gün sürmüştür. II. İnönü Savaşı II. İnönü Savaşı, 23 Mart 1921’de Yunan ordusunun yeniden Bursa-Uşak kesimlerinden taarruzu üzerine başlamış ve Bilecik ili toprakları üzerinde geçmiştir. Albay İsmet Bey yönetimindeki Türk kuvvetleri, Yunan birliklerini Bilecik-Pazaryeri ve İnegöl hattında karşılamış ve 26 Mart’ta ise Söğüt-Gündüzbey yolu, Yazıahlat-Karaköy demiryolu ve Bozüyük’ün batısı-Karasu çizgisinin oluşturduğu asıl mevzilerinde savaşmıştır. İntikam Tepe, Zevvare Tepe ve Nazımbey Tepelerinde kanlı çarpışmalar oldu. Yunanlılar 1 Nisan 1921 akşamı 1. ve 61. tümenlerimizin yaptığı saldırılarla buralardan atıldılar. II. İnönü Savaşı şanlı Türk Ordusunun kesin zaferiyle sonuçlandı. II. İnönü Savaşları sırasında Bilecik iki kez daha Yunanlılar tarafından işgal edildi (ikinci ve üçüncü işgal). Geri çekilirken 12 Temmuz’da Karaköy ve Yeniköy’ü işgal eden Yunan birlikleri 13 Temmuz 1921’ de Bilecik’e girdiler (ikinci işgal). Fakat, Türk Kuvvetlerinin karşı saldırıları sonucu şehri birkaç gün içinde boşalttılarsa da 22 Temmuz 1921’de yeniden Bilecik’e girdiler (üçüncü işgal). En uzun işgal de bu olmuştur. Ancak 30 Ağustos 1922’deki Başkomutanlık Meydan Muharebesiyle istilacı Yunan ordusuna karşı son ve kapsamlı zaferi kazanan Türk ordusu, 4 Eylül 1922’de Söğüt ve Bozüyük, 5 Eylül de Pazaryeri ve 6 Eylül l922’de ise Bilecik’i Yunan işgalinden kurtarmıştır. Yunanlılar bu ilçeler ve il merkezini boşaltırken bir çok yerde yangınlar çıkararak buraları harabeye çevirdiler. Örneğin, Bilecik’te ancak Yukarı Mahalledeki birkaç evle, Tabakhane Mahallesi yangın ve tahripten kurtarılabilmiştir. Yangınlar sırasında 1956 ev, 331 dükkân, 18 han, hükümet konağı, tüm ipek fabrikaları, okul, cami ve türbeler yanarak kullanılamaz duruma gelmiştir. Cumhuriyet Döneminde Bilecik Böylece Bilecik Kurtuluş Savaşından çok büyük yaralar alarak çıkmış, savaşın getirdiği sosyal ve ekonomik çöküntü nedeniyle Cumhuriyet dönemine çok güçsüz başlamıştır. Bilecik Halkı Kurtuluş Savaşına tüm varlığı ile katılmış, gerek milis kuvvetleri ve gerekse düzenli ordularımıza onbinlerce evladını vermiştir. Bilecik, Kurtuluş Savaşından yanmış-yıkılmış, tam bir enkaz halinde çıkmıştır. 1920’lerde 12.000 olduğu tahmin edilen şehir nüfusu, savaştan sonra 4.000’e inmiştir. Savaştan önce Bilecik bölgenin en önemli ipek endüstrisi merkeziydi. Şehirde çok sayıda ipekçilik tesisi ve ipek kadife üreten fabrika bulunuyordu. Ancak, Yunanlıların çıkardığı intikam yangınlarında bu fabrika ve tesislerin tümü yandı. Bu arada diğer fabrika ve işyerlerinin de yanmış olması il ekonomisini çökertmiştir.
  12. _asi_

    Bilecik Genel Bilgi

    GENEL BİLGİLER Marmara Bölgesi'nin güney doğusunda; Marmara, Karadeniz, İç Anadolu ve Ege Bölgelerinin kesim noktaları üzerinde yer alan Bilecik ili doğudan Bolu ve Eskişehir, güneyden Kütahya, batıdan Bursa, kuzeyden Sakarya illeri ile çevrilidir. İl, küçük tepelik alanlar ile dik ve derin vadilerle yarılmış aşınım düzlüklerinden oluşur. Güney ve güneybatı kesimleri oldukça engebeli olup, kuzey kesimi, Sakarya Irmağı vadisi diğerlerine göre daha düzdür. En önemli akarsuları Sakarya Nehri ve onun kolları ile güneydeki Sarı Su'dur. Doğu yönünden il sınırları içerisine giren Sakarya, kuzeye doğru bir yay çizer ve Karasu Göynük Çayı ve Göksu'nun kollarını içine alır. Sakarya'nın Bilecik sınırları içerisindeki uzunluğu 80 km.yi bulur. Sakarya'nın vadisi bir çok yerde oldukça dar ve derin olmakla beraber, ilin orta ve kuzey kesimlerinde genişler. Güneyde Yeşildağ yakınlarında doğan Sarı Su, doğuya doğru akar ve il sınırlarının dışına çıkar. Sarı Su zaman zaman taşkınlıklara yol açtığından, üzerine 1976'da Dodurga Barajı kurulmuştur. Dodurga Gölü dışında ilin kuzeyinde de Çerkeşli Gölü yer alır. İlin topraklarını küçük bölümler halinde oluşturan ovalar Sakarya Vadisi boyunca küçük düzlükler halindedir. Güneyde 60 km.lik bir alanı da Bozüyük Ovası kaplar. Bilecik'in yüzölçümü 4.307 km2 olup, toplam nüfusu 194.326'dır. İlin ekonomisi tarıma dayalıdır. En çok tahıl, şeker pancarı, ayçiçeği, şerbetçiotu, üzüm, meyva ve sebze üretilir. Bira sanayinin önemli maddesi olan şerbetçiotu burada üretilmektedir. Az da olsa hayvancılık ve hayvan ürünleri ekonomisinde yer almaktadır. Ayrıca yöreden çıkarılan mermeri işleyen küçük atölyeler, ipekli dokumacılık ve kozacılık da yapılmaktadır. Bilecik’te ilk yerleşimin başlangıcı kesinlik kazanamamakla birlikte, MÖ 3000’den öncelere indiği sanılmaktadır. Anadolu’da Tunç Çağına geçiş sürecinde önemli bir yeri olan Bilecik’ten MÖ 3000’lerde tunç yapımı için kalay çıkarıldığı bilinmektedir. İlin bilinen en eski isimleri Agrilion ve Agrillum’dur. Daha sonraki dönemlerde Bilecik Bizans İmparatorluğu sınırları içine giren bir yerleşim yeri olmuştur. Bilecik yöresi MÖ.1200'lerde Friglerin egemenliği altına girmiş, MÖ. 546'da Perslerin yönetimine geçmiştir. Büyük İskender'in MÖ.334'te Anadolu'da Pers egemenliğine son vermesiyle birlikte, Helen uygarlığı Roma dönemine kadar sürmüştür. Bilecik'in de içerisinde bulunduğu Bithynia Devleti MÖ.74'te Roma egemenliğini kabul etmiş ve Pontus Krallığı ile birleştirilerek, Roma'nın Anadolu eyaletini oluşturmuştur. Roma İmparatorluğu'nun ikiye ayrılmasından sonra da Bizans yönetimine girmiştir. Doğu Roma (Bizans) döneminde şehir Belekoma ismiyle anılıyordu. Bilecik o zaman, şimdiki Bilecik’in doğusunda, Hamsu ve Tabakhane derelerinin oluşturduğu vadiler arasındaki bir kaya çıkıntısı üzerine inşa edilen kale çevresinde kurulmuştu. Bizans döneminde Belekoma Kalesi Bilecik’te inşa edilmiş olup, bu dönemde Bilecik bir Tekfurluk idi. Abbasi Halifesi Harun Reşid döneminde (797), Bithynia bölgesinin diğer şehirleri gibi Bilecik ve Söğüt civarı da fethedilerek Abbasi idaresine sokulmuştur. Çevresi kale ile korunan Belekoma kenti tarih içinde Bizanslılar-Emeviler ve Bizanslılar-Abbasiler arasında birkaç kez el değiştirmiştir. Malazgirt Savaşı'ndan (1071) sonra Selçukluların boyu olan Kayıların bir bölümü Ertuğrul Bey yönetiminde batıya doğru ilerlemiş ve Söğüt çevresine yerleşmişlerdir. Osmanlı vaka-i namelerinde Kayıların Söğüt ve çevresine 1230 yıllarında yerleştikleri belirtilmektedir. 1231 yılında İznik İmparatorluğu ile Selçuklular arasında yapılan savaşa Ertuğrul Bey de akıncı olarak katılmıştır. Selçuklu ve Bizans orduları arasında Sultanönü mevkiinde meydana gelen savaşın sonucunda Bizans ordusu yenilmiş, Karacadağ ve Söğüt dolayları Büyük Selçuklu Devleti’nin eline geçmiştir. I.Aleaddin Keykubat Belekoma (Bilecik) Tekfurunu vergiye bağlamış, savaşta büyük yararlıklar gösteren Ertuğrul Bey’e Söğüt’ü mülk, Domaniç’i de yaylak olarak vermiştir. Osmanlı kaynaklarına göre Ertuğrul Bey 1281 yılında ölmüştür. Türbesi Söğüt ilçesinde bulunmakta ve her yıl Söğüt’te düzenlenen Ertuğrul Gazi Şenlikleri ile anılmaktadır. Ertuğrul Gazi’nin ölümünden sonra Kayıların başına Osman Bey geçmiştir. Osman BeY Bizans’a karşı savaşmış ve sürekli başarılı olmuştur. Kayıların bu başarılarında Şeyh Edebali’nin büyük payı olmuştur. Fakih Şeyh Edebali Kayı Ahilerinin önderi idi. Şeyh Edebali o sıralar Eskişehir ili sınırları içindeki İtburnu Köyünde oturuyordu. Daha sonra medresesini Söğüt ve son olarak da Bilecik’e taşımıştır. Osman Bey 1286 yılında İnegöl yakınındaki Hisarcık kalesini Bizanslılardan almıştır. 1287 yılında İnegöl Tekfuru’nu Domaniç yakınındaki İkizce’de (Erice) yenilgiye uğratmıştır. Bu sırada Selçuklu Sultanı III. Alaeddin Keykubat büyük bir ordu ile Karacahisar önlerine gelmiş ve Osman Bey’in kuvvetleriyle birleşerek Bizans elindeki bu kaleyi kuşatmıştır. Kuşatma sürerken Selçuklu Sultanı geri döndü. Osman Bey’e bir sancak, tuğ alem ve gümüş takımlı bir at göndererek Söğüt ve Eskişehir’i de içine alan bu sancağı Osman Bey’e vermiştir. Bundan sonra Karacahisar’daki Rum kilisesini camiye çeviren Osman Bey ilk kez kendi adına hutbe okutmuş (1289), böylece Osmanlı Devletinin kuruluşunun başlangıcı olmuştur. O sıralarda Bilecik henüz Türkler tarafından fethedilmemiş, Bizanslılara ait bir kentti. Osman Bey Bilecik (Belekoma) ve Yarhisar tekfurları vergiye bağlanmış, ardından 1299 yılı yaz başında Belekoma kalesini ve peşinden Yarhisar kalesini fethetmiştir. Bilecik, Yıldırım Bayezid dönemine kadar Osmanlı yönetiminde kalmış, ancak, 1402 yılında Ankara Meydan Savaşı'nda Bayezid’in Timur’a yenilmesi sonucunda 2 ay kadar Timur’un hakimiyetine geçmiş ve Çelebi Sultan Mehmet tarafından geri alınmıştır. Osmanlı yönetimi sırasında Bilecik daha da gelişmiş, ancak, şehrin kurulu bulunduğu alanın iskân için uygun olmaması daha hızlı gelişmesini engellemiştir. Bununla birlikte Bilecik Bursa ve İznik’ten Eskişehir’e ve Anadolu içlerine giden yol üzerinde önemli bir konaklama ve dinlenme yeri olarak önemini korumuştur. Bilecik Trakya ve Marmara bölgelerini İç, Güney ve Güneydoğu Anadolu bölgeleriyle Ön Asya’ya bağlayan İstanbul-Bağdat demiryolu kenarında kurulmuştur. Roma ve Bizanslılar zamanında kent merkezinin küçük bir yer olduğu sanılan Bilecik, Osmanlıların eline geçtikten sonra önem kazanmıştır. Osman Gazi’nin fethettiği ilk önemli kale olması ve Şeyh Edebali Türbesi’nin burada bulunması, şehre olan ilgiyi artırmıştır. Önceleri kale çevresinde yerleşik kent daha sonra Şeyh Edebali Türbesi, Orhan Gazi camii ve yakınındaki medreseye doğru büyümeye başlamıştır. Şehir Türk hakimiyetine geçtikten sonra, önceleri Türkler ve Rumlar ayrı mahallelerde oturmuşlardır. Örneğin, Türkler daha çok Osman Gazi, Orhan Gazi ve Aşağı Camiler çevresine yerleşmiş, Rumlar ise bugünkü Bilecik merkezinin bulunduğu bölgede yoğunlaşmışlardı. Zamanla toplumlar arası sosyal ve ekonomik ilişkiler kurulmuş, iki toplumun ayrı mahallelerde oturması eğilimi ortadan kalkmış, devlet yapıları Yukarı Mahalleye yapılmaya başlanmış ve kent bugünkü yerleşim yerine doğru gelişmiştir. İstiklal Savaşında T.B.M.M. hükümet ile İstanbul’da bulunan padişah taraftarı hükümet arasında ortaya çıkan ihtilafı gidermek amacı ile İstanbul’daki Tevfik Paşa hükümeti adına Dahiliye Nazırı Ahmet İzzet Paşa, Ankara Hükümeti ile bir görüşme yapmak istemişti. Görüşmenin Bilecik İstasyon binasında yapılması kararlaştırıldı. Heyetler 5 Aralık 1920 günü Bilecik İstasyon binasında bir araya geldiler. İstanbul Heyeti Ahmet İzzet Paşa, Salih Paşa, elçilerden Cevat Bey, Ziraat Nazırı Kazım Bey, Hukuk Danışmanı Münir Bey ve Hoca Fatih Efendi’den oluşmuştu. Ankara heyetine ise Mustafa Kemal Paşa başkanlık etmişti. Heyette İsmet Bey (İnönü) de bulunuyordu. Bilecik Mülakatından olumlu ve somut bir sonuç elde edilememiştir. Yunan Ordusu 6 Ocak 1921 günü Bursa ve Uşak dolaylarından taarruza geçmiş, 8 Ocak 192'de Bilecik-Karaköy-Muratdere hattına kadar geldi. Böylece Bilecik işgal edilmiştir. I. İnönü ve II. İnönü Savaşı tümüyle Bilecik toprakları üzerinde geçmiştir. II. İnönü Savaşları sırasında Bilecik iki kez daha Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir. 30 Ağustos 1922’deki Başkomutanlık Meydan Muharebesiyle Yunan ordusuna karşı son ve kapsamlı zaferi kazanan Türk ordusu, 4 Eylül 1922’de Söğüt ve Bozüyük, 5 Eylül de Pazaryeri ve 6 Eylül l922’de ise Bilecik’i Yunan işgalinden kurtarmıştır. Yunanlılar bu ilçeler ve il merkezini boşaltırken bir çok yerde yangınlar çıkararak buraları harabeye çevirmişlerdir. Bilecik’te yalnızca Yukarı Mahalledeki birkaç evle, Tabakhane Mahallesi yangın ve tahripten kurtarılabilmiştir. Yangınlar sırasında 1956 ev, 331 dükkân, 18 han, hükümet konağı, tüm ipek fabrikaları, okul, cami ve türbeler yanarak kullanılamaz duruma gelmiştir. Bilecik Kurtuluş Savaşı'ndan çok büyük yaralar alarak çıkmış, savaşın getirdiği sosyal ve ekonomik çöküntü nedeniyle Cumhuriyet dönemine çok güçsüz başlamıştır. Kurtuluş Savaşından yanmış-yıkılmış, tam bir enkaz halinde çıkmıştır. 1920’lerde 12.000 olduğu tahmin edilen şehir nüfusu, savaştan sonra 4.000’e inmiştir. Savaştan önce Bilecik bölgenin en önemli ipek endüstrisi merkeziydi. Şehirde çok sayıda ipekçilik tesisi ve ipek kadife üreten fabrika bulunuyordu. Ancak, Yunanlıların çıkardığı yangınlarda bu fabrika ve tesislerin tümü yanmıştır.Diğer fabrika ve işyerlerinin de yanmış olması il ekonomisini çökertmiştir. Cumhuriyet sonrasında Bilecik, daha kuzeydeki ortalama yüksekliği 520 m. olan engebeli bir alanda kurulmuştur. Bugün Bilecik İstanbul-Eskişehir karayolu üzerinde, bir mahallesi de 5 km. doğudaki İstanbul-Eskişehir-Ankara demiryolu üzerinde yer almaktadır. Bilecik'te günümüze gelebilen tarihi eserlerin başlıcaları; Osman Gazi Camisi ve İmareti (XIV.yüzyıl), Emirler, Karacalr ve Akkaldırım Camileri, Şeyh Edebali ve Mal Hatun türbeleri, Bâki Hamamı ve Ayşe Hatun Çeşmesi, Saat Kulesi günümüze ulaşan eserleridir. Ayrıca Bilecik'in 15 km. kuzeybatısındaki Vezirhan Köyü'nde XVII.yüzyıl başlarında Köprülü Mehmet Paşa'nın yaptırdığı cami ve kervansaray bulunmaktadır. Ancak bu kervansaray günümüze oldukça harap bir durumda gelebilmiştir.
  13. _asi_

    Bursa resimleri

  14. _asi_

    İznik Gölü

    İZNİK GÖLÜ Marmara Bölgesi’nin Güney Marmara Bölümü’nde, en büyük, Türkiye’nin ise beşinci büyük doğal gölü olan İznik Gölü, tektonik bir tatlı su gölüdür. Marmara Bölgesi’nin doğu-batı doğrultusunda peş peşe dizilmiş çukur sistemlerinden Pamukova-İznik-Gemlik Körfezi çöküntü alanı sırasının orta kesimindeki tektonik kökenli bir çukurun dolması ile oluşan göl, elips şeklindedir. Kuzeyinde Samanlı Dağları, güneyinde Avdan Dağı vardır. 298 km2’lik yüzölçümü ile Marmara Bölgesi’nin en büyük gölüdür. Uzunluğu doğu-batı doğrultusunda yaklaşık 32 km., en geniş yeri 11.5 km.dir. Derin göllerden olan İznik Gölü’nün büyük kesiminde derinlik 30 m.yi aşmaktadır. Gölün güney kıyısının açığında kıyıya paralel olarak 13 km. boyunca uzanan bir çukur bulunmaktadır. Yaklaşık 60 m. derinliğindeki bu çukurun en derin yeri 65 m.yi bulur. Gölün su yüzeyi ise deniz seviyesinden 85 m. daha yüksektedir. İznik Gölü’nün su toplama alanı 1.246 km2’dir. Göle su taşıyan akarsuların en önemlileri kuzeydoğudaki Karadere ile güneybatı kesimine akan Kocadere adı ile bilinen Sölöz Deresi’dir. Göl bunlardan başka dipdeki karstik kaynaklar ve yağmur suları ile de beslenmektedir. Karsak Suyu gölün fazla sularını Gemlik Körfezi’ne boşaltır. Karsak Suyu aslında doğrudan İznik Gölü’nden çıkmayıp, gölün güneybatısında bulunan birkaç metre yükseklikteki çakıl ve kum setinden sızan sularla oluşur. İznik Gölü 1990 yılında Sit Alanı ilan edilmiştir.Göl bütünüyle tarım alanları ve zeytinliklerle çevrilidir. Tarım alanları için gölden su alınmaktadır. 1963’te gölün batısındaki seddenin yapımı sonucunda 416 ha sulak alan kurutulmuştur. Su tutma amacıyla da yapılan bu sedde, gölü kısmen bir rezervuara dönüştürmüştür. Gölde sık sazlıkların arasında karışık koloniler kuran küçük karabatak ve gece balıkçılı ile önem kazanmıştır. Nedeni tam bilinmemekle birlikte, İznik Gölü kış aylarında önemli sayıda su kuşu barındırmamaktadır. Yine de, İç Anadolu gölleri donduğunda kuşlar için önemli bir sığınak oluşturduğu söylenebilir Antik Çağda Ascania Limne olarak anılan İznik Gölü, Homeros´un ünlü İlyada´sında da yer alır. 1648 yılında İznik’e gelen Evliya Çelebi ise Seyahatnamesi’nde buradan; “Burası beşinci iklimin yaşandığı yerdir.Suyu ve havası çok güzeldir.Bu gölün çevresinde 45 tane köy vardır ki, bunlar bağlı bahçeli, camili, hamamlı, küçük birer çarşılı mamur köylerdir. Bu gölün suyunda civar ahali çamaşır yıkar. Hiç sabun sürmedikleri halde yine de bembeyaz olur. Bu gölde 70 çeşit balık bulunur” diye söz etmiştir. Gölün batısında,Türkiye´nin en geniş ve en güzel piknik alanları bulunmaktadır.Bir tarafı çamlık diğer yanı tertemiz gölü, Türkiye´nin her yerinden binlerce insanı çeker kendisine. Günü birlik dinlenme alanları dışında çadır turizmine de açıktır. Burada her tür sosyal tesisler bulunur. Gölün bu bölgesi, 1950´li yıllara kadar bataklık idi.Yapılan çalışmalar ile suyun taşması engellenmiş ve bataklık kurutulmuştur. Gölde, Karabatak, Tepeli Kutan, Küçük Balaban, Gece Balıkçılı Alaca Balıkçıl, Çeltikçi, Erguvan Balıkçıl, Angıt, Macar Ördeği, Yılan Kartalı ve Martı türü kuşlar bulunmaktadır. Gölde Yayın, Aynalı Sazan ,Tatlı Su Yılanı, İlik Balığı, Tatlı Su Levreği, Gümüş Balığı, Ördek, Kızıl Kanat yetişmektedir. Gölde yosun ve bitki türleri de zengindir. Dipte pamuk veya üstüpü şeklinde açık yeşil renk bir yosun türü yaygındır. Bu yosun suyun çalkalanmasını ve göl suyunun oksijeninin azalmasını önler.Balıkların beslenmesini sağlar. Sulama ve avcılık yanında çamaşır ve bulaşık yıkamada,duş almakta,yemek ve çay yapımın da,suyun sodalı oluşu nedeniyle vücuttaki yara bere, sivilcelerin tedavisinde, içilerek mide hazımsızlığının giderilmesinde kullanılmaktadır. Genelde tarım yapılan göl çevresinde az yükseklikli kayalar ve tepeler bulunmaktadır.
  15. _asi_

    Bursa gölyazı köyü

    GÖLYAZI KÖYÜ Gölyazı Köyü, Ulubat gölünün kıyısında, Nilüfer ilçesine bağlı bir köydür. Ulubat Gölü’nün kuzeyinde 2 yarımada, içinde 7 ada vardır; köy, gölün ortasındaki adaya köprü ile bağlanmıştır. Kurtuluş Savaşı’na kadar Rumlar’ın yaşadığı köyde günümüzde Selanik’ten mübadele yolu ile gelmiş Türkler yaşamaktadır. Halk, tarım ve balıkçılık ile uğraşır. Köye girişte sol yanda kalan tepenin arkasında antik bir kent vardır. Bölge, tamamen SİT alanıdır. Köy meydanında cami, kahve ve bir anıt çınar (ağlayan çınar) yer alır. Meydanda sazan ve turna balıkları mezat yoluyla satılır. Göl kenarında küçük balık lokantaları bulunur. Gölyazı Köy Ekmeği fırınından nefis ekmek kokuları bütün adaya yayılır Gölde balıkçı tekneleriyle ada turu yapmak mümkündür. Adanın çevresinde sular çekilince kökleri meydana çıkan söğüt ağaçları, sur yıkıntıları vardır. Adadan muhteşem bir günbatımı manzarası izlemek mümkündür. Bunun için Zambak tepesi en uygun mekan olarak tavsiye edilir. Antikçağ’da Ulubat Gölü, Apolyont Gölü olarak anılmaktaydı; Işık tanrısı Apolyon, göldeki adalar ve göl kıyısındaki ovada kurulu antik kentin koruyucusu idi. Kentte Apolyon’a adanmış bir tapınak bulunurdu. Bu antik kentin izleri Gölyazı’da halen görülür. Doğal güzellikleri sayesinde M.Ö. 1. yy’da gelişen antik- kent, Hristiyanlık döneminde önem kazanmış, hatta bir ara bir psikopozluk merkezi olmuştu. 14. yy başındaki Osmanlı akınları nedeniyle Bursa ve Mudanya’dan kaçan halk bu kentte toplanmıştı. Osmanlı döneminde sadece ada üzerine yerleşildi. Halk, ipekböcekçiliği, balıkçılık ve tarımla geçinmeye devam etti. Göl, organik madde bakımından zengin olduğu için 21 tür balık ve kerevit yetişmektedir. Ancak fabrika atıkları,beldenin lağım ve konutlardaki deterjanlı suların göle dökülmesi nedeniyle ciddi bir kirlilik ve balık sayısında azalma vardır. Ulubat Gölü, göçmen kuşlar için doğal bir kuş cennetidir. Yavrulama döneminde Manyas Gölü’nde konaklayan kuşlar, balıkların bolluğu nedeniyle beslenmek için Gölyazı’na gelir. Özellikle ilkbaharda kuş ve kurbağa sesleri tüm Gölyazı’nı kaplar. Bu doğal kuş cennetinin yanısıra Ulubat Gölü özel kuş cenneti var. Gölyazı tabelasını İzmir’e doğru 5 km. geçtikten sonra sola dönülünce 1 km sonra özel kuş cennetine varılıyor. Burada bir doğasever tavuskulu, sülün, ördek, taklacı güvercin yetiştiriyor. Girişte kuşlar için bir yem parası ödeniyor. Bu çiftlikte zaman zaman kuşbilimciler araştırma yapıyor. Tavuskuşları evinde besleme imkanları olanlara, döktükleri tüyler ise Parisli modacılara satılıyor. Gölyazı Köyü’nün girişindeki 12. yy’dan kalma kilisenin ilerde kültür merkezi olarak kullanılması için çalışmalar vardır. Gölyazı'ya ulaşım: Bursa'dan İzmir istikametine giderken Ulubat Gölünü gördükten 5 km. kadar sonra Gölyazı tabelası görülür. Bu tabelayı gördükten sonra sola dönerek zeytin ağaçlarıyla çevrili güzel bir yoldan 5 km. gidildiğinde Gölyazı köyü'nün girişine ulaşılır. İzmir tarafından Bursa istikametine gidenlerin ise gölü gördükten 25-30km. sonra tabelaları takip ederek sağa girmeleri gerekir.
  16. _asi_

    Bursa Botanik Parkı

    BURSA BOTANİK PARKI İzmir- İstanbul yolu üzerinde Bursa Hayvanat Bahçesi’nin bitişiğinde kurulmuş 400 dönümlük parktır. · Bursa Botanik Parkı, 1998’den beri 1. derecede doğal sit alanıdır. · Bitkisel araştırma ve bilimsel çalışmalara açık bir parktır. · Parkın yapımı 1995’de başlamış ve 1998 yılında kullanıma açılmıştır. · Park içinde Spor için koşu yolları, yürüyüş yolları, bisiklet yolları, kültür fizik aletleri, masa tenisi alanları ve bir otomobil pisti bulunur. · Parkta bisiklet kiralamak mümkündür. · 150 tür ağaç, 27 çeşit gül, 76 tür çalı, 20 tür örtücü bitki bulunur. · Park girişindeki bir alanda Bursa’nın 17-18-19. yy’a ait ünlü konaklarının birer modeli yapılarak bir mahalle oluşturulmuştur. Bu modeli park içinde yer alan eski konaklar Halıcı İzzet Evi, Havuzlu Konak, Çift Bacalı Ev ve Abdülvahap Evidir. Parkın içindeki bu yapılar lokanta, kahve, otel ve kebapçı olarak işletiliyor. · Botanik park’ta Japon bahçesi, Fransız Bahçesi, İngiliz Bahçesi, gül bahçesi, kaya bahçesi, kokulu bitkiler bahçesi, şekilli bitkiler bahçesi gibi adlarla değişik bahçe alanları oluşturulmuştur. · Her yıl uluslar arası Lale Festivali nedeniyle 200-250.000 lale ekilir. · Parkın projesini İTÜ Mimarlık Fakültesi öğretim üyelerinden Ahmet C. Yıldızcı hazırlamıştır. Bursa Evleri projesini ise Y. Mimar Hüsrev Tayla gerçekleştirmiştir. · Burfaş (Bursa Park-Bahçe Sosyal ve Kültürel hizmetler Tic. A.Ş.) tarafından işletilir.
  17. _asi_

    Bursa kılıç kalkan halk oyunu

    KILIÇ KALKAN OYUNU Kılıç kalkan oyunu yada Kılıç kalkan savaş oyunu bilinen tek müziksiz halk oyunu olarak tanınmaktadır.Araştırmalara göre Orhangazi döneminde kurulan talimli ordunun o zamanki yöntemlere göre yaptıkları savaş antremanları daha sonra oyun halini almıştır. Orhangazi Bursa yı aldığında savaşçıları kente Kılıç kalkan gösterisi yaparak girmiştir. Altı önemli figürü olan oyunun her figürünün bir fonksiyonu vardır. Peşrev:Askerlik görevine çağrılışları ve bu çağrıya uyanların askere uğurlanışı sergilenir. Yemin Töreni:Acemi Eğitimi bitirmiş erlerin günümüzde olduğu gibi yemin etmesi gerekir.Burada askerlik görevini kabul ettiğine ve yerine getirmek istediğini namusu ve şerefi üzerine ant içilir ,yemin kılıçlar üzerine edilir. Eğitim:Askerlerin savaşa hazırlanması için askerlik öğrenimine ***ürülerek savaş uygulamasının öğretilmesine denir.Savaşa hazırlanış ve savaş sahneleridir.Oyundaki figürler ,Kılıç bileme, Silah bilgisi ve bakımı cenge girişme , vuruşma becerisinin uygulanması , hasmı tartma ve tanıma yeteneğinin kullanılması sergilenir. Cenk ve Sulh Sözleşmesi:İki karşı taraf cenk için dizilirler savaşa tutuşurlar .Oyunda varolan ritim bu savaş oyunu sırasında kaybolur yerini gürültü alır.Cenkten sonra savaş bırakışmasına gidilir.iki taraf savaşı durdurur.Oyunda bu üç bölüm için ayrı deyimler kullanılır.Helalleşme, cenkten önceki durumlar için Muhabere, savaş kısmı için ve gene aynı bölüm için mubareze,mütarekede savaş bırakışması için kullanılmaktadır. Anlaşma Devresi Savaşın bırakılması için taraflar arasında görüşme yapılması gerekir.Cengaverin bu arada uyanık olması yalancı sözlere, pusuya düşmemesi gerekir.Cengaverin silahını isteyen bir kişinin sözüne uyup silah değiştirmek amacıyla kılıcını savurup atması üzerine diğer tarafın kendisine saldırdığı bir uyarlama ile işlenmiştir.Bu bölüme oyun içinde silah değiştirme adı verilmiş ve sindirme sözcüğü de bu bölüm için kullanılmıştır. Ara Savaşı:Cengaverler birbirlerinin yardımına koşarlar iki taraftakilerin kendi arkadaşlarına katılması ile ara savaş başlar .Bu savaş sırasında da ritim yoktur.Toplu savaş bırakışması açıklanır ve savaş dönüşü sevinç yaşanır. Kılıç- Kalkan, Bursa ile özdeşlemiş bir halk oyunudur. Osmanlı ordusu savaş sahnelerinin yansıtıldığı kılıç-kalkan oyunu, müziksiz oynanır. Oyuncuların ayak ve diz vuruşlarıyla çıkardığı sesler, müziğin ve ritmin yerini tutar Kılıç kalkan; 8 - 10 veya daha fazla kimse arasında iki ekip hâlinde oynanır. Oyunda önce askere çağrılanların uğurlama ve karşılama merâsimi canlandırılır, sonra oyuncular halka oluşturarak yemin merasimini canlandırır, daha sonra iki ekip kılıç-kalkan çarpışması yapar. Gösteri; mütareke oyunu, başa-vuruş cengi, kılıçların birbirlerine atılması ile devam eder. Oyuncuların hep bir ağızdan bağrışması ve kılıçları havada sallaması ile sahne kapanır. Mustafa Tahtakıran adlı folklorcunun çalışmaları ile 1932’de kılıç kalkan oyununun figürleri saptanmış ve standart hale getirilmiş, 1940’lı yıllarda da okullarda yaygınlaşmıştır. Geçmişte, Mustafa Tahtakıran'ın başkanlığında gittiği Nice'teki bir yarışmada dünya şampiyonu olan Bursa Kılıç Kalkan Ekibi'nin bu başarısı o yıllarda Bursa için bir guru kaynağı olmuş; altın madalya ve kazanılan diğer ürünler o yıllarda TKM karşısında yer alan Karamürsel Mağazası'nda dev fotoğraflarla sergilenmişti. Bir donem uluslararası festivallerde sergilenip, ödüller alan; turist gruplarının devlet adamlarının karşılanması törenlerinde oynanan kılıç-kalkan oyunu bir süredir sert ve korkutucu olduğu, barbar Türk imajını desteklediği gerekçesi ile artık yarışmalara katılmamakta, Milli Eğitim Bakanlığı halk oyunu olarak kabul etmediği için okullarda öğretilmemektedir. Kılıç kalkan oyunu, günümüzde Bursa Kılıç Kalkan Derneği tarafından yaşatılmaya çalışılmaktadır.
  18. _asi_

    Bursa Kestane Şekeri

    BURSA KESTANE ŞEKERİ Meyveleri görkemli ağacına yaraşır şifalı bir iksir!.. İnsanoğlunun eli değip de altın rengi balla tatlandırdığında, lezzeti başdöndürücü.... Dillere destan bir tatlı bu... Öylesine özel bir lezzet ki o; anlatabilmek için ne kadar özel bir ağacın meyvesinden yapıldığını düşünmekle başlamak gerek... Yüzyıllara ulaşan yaşamları, bir insanın kollarıyla saramayacağı kalınlıkta görkemli bedenleri, gökyüzüne değermiş gibi sonsuz görüntüleri, iri yapraklarının altında, lezzetini çepeçevre dikenleriyle sararak içinde saklayan, kestane ağaçları ile... Yeşilin bin bir tonu içinde akıp giden sıcak ve sakin yaz geçip de doğanın sarı renge bürünmeye başladığı günlerde ayrılır, ağaçla meyvesinin hikâyesi... Kışın ilk günleri kapımızı çaldığında, kestaneler artık sofralarda, sinema önlerinde, okul kapısında, şekercilerdedir... Hiç şüphe yok ki aralarında, kahverengi ile altın karışımı görüntüsü ve bal kıvamındaki şerbeti, çeşitli şekilleriyle çok özel tatlardandır kestane şekeri... "Castanea Vesca" demişler ona; mutfaklarının zenginliği, damak tatlarına düşkünlükleriyle tanınan Romalılar... Lezzetiyle birlikte gizemli gücüne de inandıkları bu afrodizyakı tabii ki en özel yemeklerinde kullanmışlar. Tarih boyunca onun eşsiz lezzetinin kıymetini bilenler elbet sadece Romalılar değil... Doğu, batı bütün uygarlıklar... İnsanoğlunun ilk besin kaynaklarından biri olduğunu da söylemeden geçmemeli: Alp Dağları'nda yaşayan buzul çağı insanları yılın dört-beş ayını sadece onu yiyerek geçirirlermiş... Öyle besleyici bir yaşam iksiri (Eh, yüz gramında 160 kalori var tabii... Üstelik şeker, protein, yağ, sodyum ve potasyum içeriyor!..) kestane... Besleyici olmasından başka birçok hastalıktan da koruyor insanoğlunu... Faydası saymakla bitecek gibi değil. Kabuklarının suda kaynatılmasıyla hazırlanan ilaç ateş düşürüp sinirleri yatıştırıyor mesela... Meyvesi kasları kuvvetlendiriyor, kan dolaşımını düzenliyor. Bedenin ve zihnin yorgunluğunu gideriyor, kansızlığa çare oluyor. Zamanımızın yaygınlaşan dertlerine; damar sertliği ve yüksek tansiyona da birebir... Lezzetin Şifası Bu şifalı lezzetin Anadolu'daki en bilinen adresi, hiç şüphesiz Bursa... Tarihi, efsaneleri, ipeği kadar nefis yemekleriyle de ünlü olan şehrin adı onunla bir tutulur. Ve bu yapılması pek zahmetli şekerin bu şehrin adıyla ünlenmesi sadece lezzetinden değil; burada yetişen kestanelerin her yerdekilerden daha iri olmasından!.. Öyle ki halk diline yerleşmiş güzel bir söyleyiş var; "Bursa'nın kestanesi, okka çeker beş tanesi"... Bir zamanlar sadece beşi bir okka-yani 1280 gram- gelen bu kestaneler yerlerini, bugün ağaçların sayısının gitgide azalması nedeniyle, Türkiye'nin başka bölgelerinden getirilen kuzu kestanelerine bırakıyorlar. Şekerlerin pahalı olmasındaki en büyük nedenlerden biri de bu. Oysa ki bir zamanlar Bursa'nın kestaneleri "vakıf" kestaneleriydi; yani herkes bedava yiyebilirdi. Söylenceye göre, Osmanlı padişahlarından biri, Tophane semtinde, şimdi Kavaklı Camii diye bilinen yere cami yaptırmış. Adamın biri de gelmiş caminin önüne, bugün hâlâ yaşayan bir çınar dikmiş. Çınarı gören padişah pek memnun olmuş, "Bunu kim dikti ise çağırın gelsin" demiş. Adamı getirmişler. Padişah bakmış, değneğine dayanarak ayakta zor duran bir ihtiyar. Padişah "Dede" demiş, "Şimdi değneğini havaya at. Yere düşene kadar dile benden ne dilersen." "Peki" demiş ihtiyar ve değneğini havaya atmış... "Bursa kestaneleri vakıf olsun" diye bağırmış, işte o zamandan ağaçları kuruyana kadar. Bursa kestaneleri "vakıf" tı... Bir Günlük Bekleyiş Peki ya kestane ağacının bu canım meyvesinden başka bir özelliği yok mudur? Uludağ yamaçlarında ve Bursa ovasında kestanelik ormanlar bugün hastalıktan kurumaya yüz tutsa da geçmişte halkın en önemli zenginliğiydi hiç kuşkusuz... 20-25 metreye kadar boylanan, suya en mukavim ağaçtır kestane ağacı... Karadenizli tekne ustaları, ünlü takalarının omurgasını suda kolay çürümeyen kestane ağacından yaparlarmış ve Bursa, Cumalıkızık Koyü'nün evleri kestane ağacından yapıldığı için 200 yıldır hâlâ ayakta! Mimarlık alanında en prestijli ödül sayılan Ağa Han Mimarlık ödülü, bu nedenle geçtiğimiz yıllarda Cumalıkızık Köyü'ne verildi. Damağımızdaki tadı, çocukluk ve ilkgençlik günlerinden beri hatıralarımızın en özel yerinde saklı kalan şekerlerdendir kestane şekeri... Nasıl da emek ister yapımı! İki gün süren bir serüvenin sonucudur, tabağımıza geldiğinde bizi sarıveren büyülü tadın şöleni... Bu şekeri yapmak için iri kestanelerin makbul olduğunu söyleyelim, ilk iş olarak, kestaneler dış kabuklarından özenle ayrılır. Kabukları soyulduktan sonra iç kabuğuyla suya konarak hafif ateşte ağır ağır pişirilerek başlar yolculuk... İç kabukları soyulacak kıvama gelince ateşten indirilerek soğumaya bırakılır. En çok sabır ve özen isteyen aşaması başlar tatlının... Tek tek, özenle, parçalamadan iç kabuklarından soyarak ayırmak gerekir kestaneleri... Bir yandan da şerbet hazırlanır. Şeker tencereye konup üzerini bir parmak geçecek kadar su ilave edilir. Şerbet yapımının bu aşamadaki püf noktası karıştırılmadan kısık ateşte şekerin erimesinin beklenmesidir. Şeker eridikten sonra kestaneler tencereye özenle yerleştirilir. Çok hafif ateşte, kaynatmadan iki saat pişirilir. Artık bir günlük bekleme süresi başlamıştır bu eşsiz lezzete ulaşmak için... Bir gün boyunca şurubuyla bekletilen kestaneler, sürenin dolmasıyla kalan şurubu emene kadar çok hafif ateşte yeniden pişirilir. Ve nihayet hazırdır... Son bir eklemeyle lezzet tamamlanır: Servis yaparken üzerine vanilya serpilir... Gitgide çeşitlenen şekilleri, renk renk görüntüleri ve doyulmaz lezzeti ile... Kestane Şekeri (4 kişilik) Hazırlama Süresi: 20 dk. Pişme Süresi : 120 dk. 500 gr Kestane 2,5 su bardağı Toz Şeker 2,5 su bardağı Su 2 tatlı kaşığı Vanilya Hazırlanışı: Kestanelerin dış kabuklarını bir bıçak yardımıyla keserek soyun. Soyulmuş kestaneleri su dolu tencereye alıp ince kabukları yumuşayıncaya kadar kısık ateşte bekletin. Kestaneleri sudan alıp ılınınca ince kabuklarını soyun. Toz şekeri başka bir tencereye alıp üzerine su ilave edin. Orta ateşte karıştırmadan şeker eriyinceye kadar kaynatıp kestaneleri ilave edin. Kaynatmadan kısık ateşte yaklaşık 2 saat pişirin. Tencereyi ateşten alıp 1 gün kadar bekletin. Kalan şurubunu emene kadar çok hafif ateşte yeniden pişirin. Servis yaparken üzerine vanilya serpin. ALINTI...
  19. _asi_

    Bursa Kemal Paşa Tatlısı

    BURSA KEMAL PAŞA TATLISI Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesine özgü bir peynir tatlısıdır, tüm Türkiye’de bilinir ve severek yenilir. 1960-62 yıllarından beri Mustafakemalpaşa ilçesinde bu tatlının üretimi yapılmaktadır ve tatlı, ilçe için önemli bir gelir kaynağıdır. İlçede kemalpaşa tatlısı üretimini yapan 15 işletme vardır. Un, irmik, tuzsuz peynir, yumurta, su, kabartma maddesi ile hazırlanan hamura şekil verip tavada kızartılarak yapılır. Çift fırınlanmış tatlılar 6 ay-1yıl süre ile dayanmaktadır ancak yöre halkı tek fırınlanmış yumuşak yapıdaki tatlıyı tüketmeyi tercih eder. Şeker şurubu içinde kaynatılıp şiştikten sonra kışın kaymak, yazın dondurma ile birlike sunulmaktadır. Tatlının özelliği, Mustafakemalpaşa yöresinde yetiştirilen inek sütünden üretilmiş tuzsuz peynir kullanılarak yapılmasıdır. Mustafakemalpaşa Belediyesi tatlının coğrafi işaret tescil belgesini almış olduğundan ilçe dışında bu tatlının üretimini yapmak isteyenler belediyeden izin almak, sözleşme imzalamak, hammadde ve peyniri Mustafakemalpaşa İlçesi’ndeki üreticilerden almak zorundalar. Kemalpaşa tatlısı, ilçe için o denli önemlidir ki, 14 Eylül'deki düşman işgalinden kurtuluş günü dahi tatlı şenliği adı altında kutlanmaktadır.
  20. _asi_

    Bursa iskender kebabı

    BURSA İSKENDER KEBABI İskender Kebap, veya kısaca İskender, Bursa yöresinin meşhur kebap yemeklerinden biridir. 1867 yılında Kayhan Çarşısı'nda başlamıştır. Aslında temel malzemesi Döner olsa da, İskender'i İskender yapan, üstündeki tereyağ, domates sosu, yanındaki yoğurt ve altındaki yağlı pide parçalarıdır. Ayrıca, İskenderin eti herhangi bir dönerin etinden farklıdır.İskender kebabının yapıldığı et Uludağ kekiği ile beslenen koçlardan elde edilir. İskender etinin yağı daha az olur. Kullanılan domates sosu ve yoğurt da kaliteyi çok etkilemektedir. İskender'e sadece döner gözüyle bakmamak gerekir. Çoğu lokanta kıyma karışımı dönerden yaptıkları İskenderleri müşterilerine sunmaktadır. Bu da, iyi İskender yapılan yerlerin parmakla gösterilecek kadar az olmasına yol açmaktadır. Hatta Bursa'dan başka şehirlerde yiyeceğiniz İskenderin tam olarak İskender tadında olmayıp, normal bir et yemeğine benzediğini söylersek, yanlış yapmış olmayız. HAZIRLANIŞI Aynı döner gibi, İskender'in eti dikey biçimde duracak şekilde bir şişe geçirilir. Mümkün ise, kömür ateşinde pişirilir. Piştikçe dış tabaka Döner bıcağıyla yaprak gibi dilimlenir. Bu dilimler, tereyağlı pide parçalarının üstüne serilir. Yanına yoğurt koyulduktan sonra, isteğe göre üzerine tereyağ ve domates sosu serpilir. Servis yapılır.
  21. _asi_

    Uludağ resimleri

  22. _asi_

    Uludağ

    ULUDAĞ Uludağ ya da 'Olimpos Dağı, Bursa ili sınırları içinde, 2.543 m yüksekliği ile Türkiye'nin en büyük kış ve doğa sporları merkezi olan dağ.Eski bir yanardağ olan Uludağ, Marmara Bölgesinin en yüksek dağıdır. Kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda uzanan Uludağ'ın uzunluğu 40 km'yi bulur. Genişliği ise 15-20 km'dir. Toplu ve heybetli bir görünüşe sahip olan bu dağın Bursa'ya bakan yamaçları kademeli, güneye Orhaneli'ne bakan tarafları ise düz ve daha diktir. En yüksek noktası Uludağtepe'dir (2.543 m). Dağın kuzey tarafında Sarıalan, Kirazlı, Kadı, Sobra yaylaları vardır. TARİHİ Antik çağın ilk tarihçilerinden Herodot (İ.Ö 490-420) yazdığı Herodot Tarihi isimli kitabında Uludağ, "Olympos" olarak geçer ve Olympos'ta Lydia kralı Kroisos'un oğlu Atys'in yaşadığı trajediyi anlatır. Herodot'tan 400 yıl sonra Amasya doğumlu coğrafyacı Strabon (İ.Ö 64-İ.S 21) yazdığı 17 kitaptan oluşan Coğrafya isimli kitabında Uludağ, Olympos ve Mysia Olympos'u olarak geçer. Strabon; "Mysia" isminin aslının Lydia'lılarda gürgen ağacı anlamına gelmekte olduğunu belirtir. Roma İmparatorluğu'nda resmi din hıristiyanlık olduktan sonra Uludağ'da 3. yüzyıldan sonra keşişlerin yaşadığı ilk manastırlar kurulmaya başlanmış ve manastırlar 8. yüzyılda sayıca en üst seviyeye çıkmıştır. Uludağ'da Nilüfer çayı ile Deliçay arasındaki vadi ve tepelerde 28 manastır kurulmuştur. Orhan Gazi Bursa'yı uzun bir kuşatmadan sonra teslim almış ve dağdaki keşişlerin yaşadığı manastırların bir kısmı terk edilirken, bazılarının yerlerine Doğlu Baba, Geyikli Baba, Abdal Murat gibi müslüman dervişlerin inziva yerleri olmuştur.Bursa'nın fethinden sonra Türkler dağa "Keşiş Dağı" ismini vermişlerdir. 16. yüzyılda Bursa'ya gelen Alman seyyah Reinhold Lubenau Uludağ'ın Türklerin eline geçtikten sonra keşişlerin sadece gündüzleri ibadet için dağa çıktıkları ve manastırların harç kullanılmadan taş duvarlarla yapıldığını belirtir. "Olympos Mysios" veya "Keşiş dağı", 1925 yılında Bursa Vilayeti Coğrafya Cemiyeti'nin girişimleri ve Osman Şevki Bey’in önerisi ile "Uludağ" adını almıştır. TURİZM 1933’te Uludağ’a bir otel, bir de muntazam şose yol yapılmış, böylece bu tarihten itibaren Uludağ kış kayak sporları için bir merkez haline gelmiştir. Düzenli otobüs seferlerinin başlaması da buraya ilgiyi daha da artırmıştır.Sonradan asfaltla kaplanan bu yol Uludağ'ın Kadıyayla hariç bütün yerleşim birimlerini doğrudan Bursa'ya bağlar.Uludağ modern dağ tesisleri,1963'te hizmete açılan Türkiye'nin ilk teleferiği,dördüncü büyük kent olan Bursa'nın hemen yanında olması ile dağ ve kış turizminin merkezi olmuştur. Uludağ Türkiye'nin en büyük kayak merkezidir. Yol durumunun uygunluğu,uzun kış mevsiminde (ekim-nisan arası) kar bulunması, eşsiz manzaraları buraya turist çekmektedir. Dağın doruk noktasından açık havada İstanbul, Marmara denizi ve civar yakın yerlerin görünmesi buraya ayrı bir özellik vermektedir. Doğu, kuzey eteklerinin Bursa Ovasına yakın yerlerinde sıcak su kaynaklarının bulunmasından burada kaplıcalar meydana gelmiştir. Bursa'nın Çekirge semtindeki bu kaplıcalar pekçok hastalığa şifa olmaktadır. Ayrıca teleferiğin son istasyonu olan Sarıalan'da ve Sarıalan'dan telesiyejle ulaşılan Çobankaya'da Kızılay Derneği'nin her yaz düzenlediği yaz kampları bulunmaktadır.Kirazlıyayla'da kurulu bulunan senatoryum hastalara terapi ve tedavi olanağı sağlamaktadır. Uludağ'da 15 adet özel ve kamuya ait 12 resmi konaklama tesisi vardır. Bunlara ait pek çok telesiyej ve teleski hattı mevcuttur. İKLİM VE BİTKİ ÖRTÜSÜ Uludağ'ın yüksek yerlerinde eski buzullara ait izlere raslanmaktadır. Karatepe'nin kuzeyindeki Aynalıgöl, Karagöl ve Kilimligöl buzul gölleri bu izlerin en önemlileridir. Bu göllerin beyaz kar yığınları buraların güzelliğine güzellik katmaktadır. Etrafındaki çöküntü sahalarının cevresinde yükselen Uludağ'da tabakalar arasında yer yer maden ve maden damar yataklarına rastlanmaktadır. Türkiye'nin önemli volfram yatakları buradadır. İklimi, yüksek dağ özelliğindedir. Yükseklere çıkıldıkça kar yağışı ve miktarı fazlalaşır. Yüksekliğe bağlı olarak da ısı azalır. Dağın doruk noktasındaki karlar yaz kış erimez. Bazı yerlerde kar kalınlığı iki metrenin üzerine çıkmaktadır. Uludağ'dan kaynaklanan derin vadiler içindeki pekçok dere, Nilüfer Çayı ile Göksu'ya ulaşırlar. Uludağ, bitkisel zenginlik bakımından ender yerlerden biridir. Mart ayında alt kademelerde başlayan uyanma, yaz boyunca zirvede devam etmektedir. Özellikle orman kuşağının üzerinde yer alan ve pek çok kişi tarafından kıraç olarak bilinen dağda, çok zengin ve bu bölgeye özgü nadir bitki türleri yayılış göstermektedir. 350 m den itibaren: defne, zeytin, katran ardıcı, fındık, laden, funda, kızılçam, maki ve çalılık alanlar, 350-700 m arası: kestane, akçakesme, erguvan, koca yemiş, dağ çileği, zeytin, katırtırnağı, Girit ladeni, mazı meşesi, gürgen, kızılcık, alıç, geyikdikeni, sırımbağı, yabani defne, karaağaç, kayın, titrek kavak, karaçam, 700-1000 m arası: kestane, kayın, sapsız meşe, titrek kavak, karaçam, ya kızılcık, alıç, geyikdikeni, muşmula, 1000-1050 metreden itibaren: kayın ormanları 1500 metreye kadar ulaşır. 1500-2100 m arası: Uludağ göknarı, bodur ardıç, yaban mersini, ayı üzümü, yabani gül, geyik dikeni, çoban üzümü, söğüt, karaçam, kayın, gürgen, titrek kavak, sırımbağı, [[yoğurtotu, kekik, bitotu, misk soğanı, hindiba, bahar yıldızı, çok çiçekli gelincik, yabani elma. Karaçam ormanları arasında sarıçam, 2100 m den sonra bodur ardıçlar, 2300 m kadar otsu türler ile temsil edilen Alpin bitkiler hakimdir. Dağın etek bölümlerinde meşe, kestane, çınar, ceviz ağaçlarına, 300-400 m kadar olan kısımda Akdeniz bitkilerine daha yukarlarda nemli orman bitkilerine rastlanır. Dağın iklimi alt kademelerden zirveye doğru kademeli değişimler göstermektedir. Alt kademelerdeki Akdeniz iklim tipi, zirveye doğru nemli mikro termik iklim tipine dönüşürken, kışları yüksek rakımlarda buzlu iklim görülür. Doğu Akdeniz iklim grubunun birinci familyasında yer almaktadır. Kar yağışlı günler yıllık 66,7 gün, kar ile örtülü günler yıllık 179,2 gündür. FAUNA Uludağ'da çok çeşitli hayvan toplulukları bulunur. Bunlar arasında Boz ayı, Kurt, Çakal, Tilki, Yaban domuzu başta gelenleridir. Ayrıca Yeşiltarla'da bir Geyik Üreme Çiftliği vardır. Uludağ Milli Park olduğundan dolayı her çeşit avlanma kesinlikle yasaktır. Milli Park Bölgesi'ne hiçbir şekilde ateşli ve ateşsiz av silahı sokulamaz.
  23. _asi_

    İznik Çinileri

    İZNİK ÇİNİLERİ 14. yüzyılın ortasından 17. yüzyılın sonuna dek İznik’te üretilmiş olan çinilere “İznik Çinisi” denmektedir. 1963-64 yıllarında İznik’te Oktay Aslanpa başkanlığında yapılan kazılardan çıkarılan buluntular İznik çinileri konusunda pek çok noktaya ışık tutmuştur.İznik’te çini üretimi başlamadan önce Bursa, Edirne, İstanbul gibi kentlerde dinsel yapılarda kullanılan çiniler bu yapıların yakınlarına kurulmuş imalathanelerde üretiliyordu. Bunları üretenler ise yabancı gezgin ustalardı. Bunların yarattığı ürünler için gelişmiş birteknik uygulanıyordu. Bu seramikler beyaz, sert hamurluydu ve son derece zengin motifler içeriyordu. Oysa bu dönemde İznik’te geniş halk kitlelerinin günlük kullanımı için hala yumuşak, kırmızı hamurlu, sırlı kaplar üretiliyordu. Bunlar ilkin pişirilip slip tekniğiyle bezeniyor, sonra da renkli sıra batırılıp yeniden fırınlanıyordu. Bu çini eşyalara egemen olan renkler mavi, yeşil ve kahverengiydi. 14. yüzyılda Ortadoğu’da çokça görülen Çin porselenlerine özgü desenler İznik’te 1400 dolaylarında kullanılmaya başlandı. Kırmızı hamurlu çiniler İznik çinisinin ikinci döneminde (14. yüzyılın ikinci yarısı ve 15. yüzyılın başları) üretildi. Sıraltı Tekniğiyle yapılan bu çinilerin astarı beyazdı ve süsleri renkliydi; saydam kurşun sırla kaplıydı. Bunlara egemen renk kobalt mavisiydi. Ayrıca açık mavi, firuze, mor ve yeşil renklere de yer verilmişti. Sert hamurlu porseleni andıran mavi-beyaz İznik çinilerinin geçmişi 15. yüzyılın ortalarına dek uzanmaktadır. İznik çinilerinin üçüncü dönemi ise 16. yüzyılın ortalarına kadar sürmüştür. Bu çinilerin beyaz zemini çok temiz ve sert, sırları renksiz ve saydamdır. Bezemeye önceleri koyu mavi renk egemenkeni zamanla bu renk açılmışi daha tatlı bir tona dönüşmüştür. İznik çinilerinde görülen bu üslup gelişmesi, değişik yörelerden gelen ustaların şehre yerleşmelerine bağlanabilir. Bu gelişmede ustalarla II. Mehmet’in Topkapı Sarayı’nda açtığı nakkaşhane arasında kurulan ilişkilerin de payı olsa gerektir. Geç tarihli seramik parçalarında maviden başka soluk turkuvaza da rastlanmıştır. Çini desenlerinde rumiler, hatayiler ve stilize bulut öğeleri yer almaktadır. Göze çarpan bir başka öğe ise hayvan figürleridir. Aynı döneme tarihlenen bir başka çini grubuna ise “Haliç işi” denmiştir. Bu gruptaki çinileri en belirgin özelliği, küçük yaprak ve çiçeklerden oluşa sarmal dallardır. Bunların üretim yeri tam olarak bilinmemektedir. Bu tür çinilere İznik kazılarında da rastlanmıştır.16. yüzyılın ortalarında İznik çinilerinin dördüncü dönem ürünlerine, “Şam işi” denem örneklerine rastlanmaktadır. Bunlar geçiş dönemi ürünleridir. 16. yüzyılın ikinci yarısındai yapılarda düz levha çinilerin çok kullanılmış olmasından dolayı, gerek İznik’te gerekse Kütahya’daki imalathanelerde levha çini üretimine ağırlık verilmiş, kase tabak, ibrik, vazo v.b. eşya yapımı giderek azalmıştır. Levha çinilerde mimari bezemeyledaha çok uyuşan canlı ve parlak renklere yer verilmiştir. Bu da İznik çiniciliğinde yeni bir üslubun gelişmesine ve yeni dönemin başlamasına yol açmıştır. Bu dönemin gözde renkleri kobalt mavisi, turkuvaz ve domates kırmızısıdır. Siyah renkse, figürlerin dış çizgilerinde boyaların akmasını önlemek için kullanılmıştır. Bezemede kullanılan örgeler, gül, lale, karanfil, zambak, papatya, sümbül, bahar çiçeği, asma ve servidir. Bunların dışında hançer biçimli yapraklara, Çin bulutlarına, çintemanilere ve madalyonlara da yer verilmiştir. 17. yüzyılın sonlarında çiniciliğin Kütahya’da gelişmesiyle İznik’te çini üretimi durmuş ve giderek yok olmuştur. İznik Çinilerinin Türleri ve Biçimleri Münakkaş ve "Sade" Çini Kaplar Günümüze kalan İznik çini kaplarının büyük bölümü sıraltı tekniği ile bezenmiştir. Yazılı belgelerde bezeli kaplardan "münakkaş" ya da "alaca" diye söz edilmektedir. Belgelerde kavanoz, tabak, sahan, üsküre ve kaselerin yeşil, beyaz, mavi ve sarı olarak da adlandırıldığı görülmektedir. Müzehheb Çini Kaplar Belgelerde kimi kaplardan "müzehheb" ve "altunlu" diye söz edilmektedir. 1600 tarihli yazılı belgelerde yaldızlı kaseler "hoşaf kaseleri, müzehheb"; yaldızsız olanlar "altunsuz"; kahve fincanları ise "altunlu" ya da "sade" diye nitelenmektedir. Yine bu dönemden kalma birçok tabakta bitkisel desenler üzerindeki sıraltı bezemenin genel çizgilerine pek uyulmamıştır. Oysa 16. yüzyılın başlarından kalma örneklerde daha özenli bir işçilik söz konusudur. Değerli Taşlarla Bezeli Çini Kaplar Yazılı belgeler, altınla ya da değerli taşlarla bezenmiş İznik çini kaplarından hiç söz etmemektedir. Osmanlılar bu bezeme tekniğini çin porselenlerini, yeşimleri ve necef taşlarını zenginleştirmek için kullanmışlardır. Kapaklı ve Metal Parçalı Çini Kaplar Minyatürlere bakıldığında hemen hemen tüm kapların kapaklı olduğu görülmektedir. Gövde ile kapak her zaman aynı malzcmeden yapılmıyordu. Seramik kapaklı metal kapların yanı sıra metal kapaklı seramik kaplar da vardı. Bu durum, kase, kavanoz ve sürahiler için de geçerliydi. İznik atölyelerinde üretilip de günümüze kalan kavanoz ve karafakilere ait seramik kapaklarının sayısı çok değildir. Yazılı belgelerde kapaklı kapların hangi malzemeden yapıldığına ilişkin hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Ancak bunların "kapaklı sürahi" ya da "kapaklı kase" diye adlandırıldığı görülmektedir. Kapakları yitik kaplara da "bi-kapak" denmektedir. Boyutları ve Nitelikleri Farklı Çini Kaplar Yazılı belgelerde en çok boyuta ilişkin nitelemelere yer verilmiştir. Büyük boy kaplar için "büyük", "battal", "kebir" ve "büzürk": orta boy kaplar için "miyane", "vasat" ve "orta"; küçük boy kaplar için ise, "sagır", "küçük/küçek", "kiçi" ve "hurda" denmiştir. Kimi kapların ise "paşa" ya da "sultani" diye sınıflandırıldığı görülmektedir. Paşa üsküresi'nden "paşa fincanı" ya da "sultani üsküre" diye söz edilmektedir. Dinsel Amaçlı Çini Kaplar Belgelerde adına rastlanmayan, ancak ömekleri günümüze gelen seramik eserlerinin en önemlileri kandiller ve askı topl~ırdır. İznikli ustaların yarattığı bir başka önemli ürün de ayaklı leğendir. Ayaklı leğenlerin işlevlerine ilişkin bilgi yoktur, ancak bunların yüksek rütbeli kişilerce abdest almada kullanıldığı sanılmaktadır. Yemek ve Servis Kapları Tabak: İznik atölyelerinde çokça üretilmiş bir türdür. Bunların biçimleri ve boyutları hakkında hem minyatürler hem de yazılı belgelerden bilgi edinilmektedir. Sahanlar: Bunlar da İznik atölyelerinin bir başka ürünüdür. Bunların düz dipli, kenarlı ya da kenarsız olmak üzere değişik türleri bulunmaktadır. Minyatürlerden anlaşıldığına göre, seramik sahanların çoğunda metal kaplar bulunuyordu. Belgelerde kapaklı sahanlardan "sahan ma'a serpuş" diye söz edilmektedir. Sahan sözcüğüne ilk kez 16. yüzyıla ait belgelerde rastlanmıştır. Bu sözcük 18. yüzyılın başlarına dek kesintisiz kullanılmıştır. İznik atölyelerinde üretilmiş diğer seramik kaplar arasında ise tepsiler, kaseler, üsküreler ve tazza'lar yer almaktadır. Sıvı Madde Kapları Bunların, büyük ölçüde bardakları, maşrapaları, safaları, fincanları, ibrikleri ve sürahileri içermektedir. Günümüze Gelen Diğer Seramik Eşyalar Bunlar, kavanozları, matrabaları, hokkaları, kalemdanları, divitleri (devatlar) ve şamdanları içermektedir. 300 Yıl Sonra İznik Çinilerinin Yeniden Canlanması İznik, Bursa yakınlarında aynı isme sahip gölün kıyısında, Anadolu'nun kuzeybatısında yer alan bir yerleşim yeridir. Eski zaman medeniyetlerinde de Bithynian bölgesi sırında yer almaktadır. Bir efsaneye göre Hindistan'dan Tanrı Dionysus'un dönmesiyle bu yerleşim yerinin kurulduğu söylenmektedir. Bir diğer efsaneye göre de Büyük Alexander'ın himayesindeki askerler tarafından sömürge haline getirilmiştir.(Milattan önce 356-323) Antigonas Monophthalmus Milattan önce 316 yılında şehri keşfettiğinde Şehirde Bottiaei halkı yaşamaktaydı ve şehrin adı Elikore idi. Antigonas'dan sonra şehre Antigoneia adı verildi. Ipsus savaşından sonra (Milattan önce 301) Alexander'ın generallerinden biri olan Lysimachos(Milattan önce 360-281) şehri ele geçirdi Makedon lider Antipatros'un kızı karısı Nikai'nin adını verdi. Yüzyıllar içinde Nikaia adı fonetik olarak bir takım değişikliklere uğradı. Önce Nicea ve Türklerin zamanında da İznik adına dönüştü. Milattan önce 316 yıllarına dayanan tarihinden bugüne kadar İznik birçok kültürel ve mimari olarak değişikliğe uğramıştır. Gerçek anlamda İznik arkeolojik ve tarih anlamında Romalıların, Bizanslılıran, Selçukluların ve Osmanlı Türklerinin tam bir sanat laboratuarı olmuştur. İznik tuğla ve kireç ocaklarında yapılan kazılarda Prof.Aslanapa ve Prof. Altun bulunan Osmanlı seramiklerinde Selçukluların etkisi olduğunu görmüşlerdir.Yapılan son araştırmalarla ortaya çıkan beyaz sert seramikte kullanılan materyalin Osmanlı döneminde kullanılan yumuşak porselene benzeyen materyalle aynı olduğunu ortaya çıkarmıştır. Önceleri çaydanlıklarda ve duvar çinilerinde mavi ve beyaz kullanılan ilk renkler olmuştur. 16. Yüzyılda turkuaz kullanılmaya başlanmıştır. Kakma kırmızı Süleymaniye Cami mihrabındaki duvar çinilerinde Osmanlı dönemini yansıtacak tarzda kullanılmıştır. Osmanlı döneminde İznik çinileri ve çömlekleri Türk boyunduruğu altındaki Rodos Adasına ihraç ediliyordu. Ünlü gezgin Evliya Çelebi 300 atölyenin 17. Yüzyılda İznik'de oluşmasını sağlamıştır. Bu rakam yapılan kazılarda da doğrulanmış ve çinilerin bu şehir için önemini anlatmıştır. İznik'de bulunan bu çiniler için birçok hikaye söylenmektedir. En çok söyleneni ve bilineni Osmanlı İmparatorluğunun etkisiyle Istanbul'daki birçok cami ve türbede çinilerin kullanıldığıdır. 20. Yüzyıl başlarında İznik nüfusu içlerinde çiftçilik ve ipek üretimiyle uğraşan Yunan ve Ermeniler olmasına rağmen giderek daha da Türk olmaya başlamıştır. Türk Kurtuluş Savaşı sırasında İznik çalkantılı bir dönem geçirmiştir. Şehir Yunanlılar tarafından işgal edilmiş, yanmış ve halk kaçmak zorunda kalmıştır. Türklerin bağımsızlığını ilan ettikten sonra Yunanistan ve Trakya'dan gelen göçmenlerin yerleşim alanı haline gelmiştir. İznik çinileri aşağıdaki sebeplerden dolayı tüm dünyanın önemini kazanmıştır: İznik çinilerinde temel renk olarak açık beyaz ve arka planda kullanılarak yapılmış ve kendine has bir teknik ile oluşturulmuştur. İznik çinilerinin yüzde 70-80 i kuvars ve kuvarsitten yapılmıştır. Bir araya getirilmesi güç olan üç farklı kuvarsın ve sırrın bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştur. Bu karışım 900 derecelik bir ısıda bir araya getirilmektedir. Yapılan uzun araştırmalardan sonra çinilerdeki ısıyla oluşabilecek sorunlar kuvars ve kaya kristalleriyle çözülmüştür. Sonuçta elde edilen çini birçok taşın bir araya gelmesiyle oluşan kuvarsdır. Genel seramik kurallarına karşı olarak oluşturulan yöntemle yapılmaktadır. Bu da sıcak, soğuk ve dondurulmuş ortamda diletasyonla gerçekleştirilmektedir. İznik çinileri birçok tayın birleşimiyle oluştuğu için birçok rengin de armonisini taşmaktadır. Bunlar koyu mavi Iapis Iazuli, turkuaz mavisi, koralın kırmızılığı ve yeşimin yeşili gibi. Çinilerde yer alan bazı renkleri örneğin koral kırmızısı gibi elde etmek çok zordur.Elde edilen bütün renklerin yanısıra kornea beyazı ve opak rengi de kullanılmaktadır. Opak renginin kullanılması ışığın emilinip farkı ışık kırılmalarına yol açarak görüntülerin ve renklerin daha iyi ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Ayrıca sözkonusu bu rengin kullanılması çinilerin korunmasına da yardım etmektedir. Çinilerin üzerindeki yazılımlar İslam filozofisini net olarak yansıtmaktadır. Vakıf araştırmacıları İznik çinilerinin gizemini çözmek için klasik İznik çini dizaynından faydalanmaktadırlar. Ürünlerin incelemesinden de anlaşılacağı üzere geleneksel teknolojik metotlar hala günümüzde kullanılmaktadır. İznik çinilerinin özelliklerini bozmamaları için İznik Vakfı 16. Yüzyılda kullanılan tüm teknik detayları kullanmaya devam ettirerek çinilerin özelliklerini yitirmemesi için gerekeni yapmaktadırlar. İznik çinileri için kullanılan seramik teknolojisi doğal bir sentez sonucu ortaya çıkarılmış ve korunması için de gerekli özen gösterilmektedir. İznik Çinileri 1989 yılında yeniden önem kazanmıştır. İznik'te konuya ilişkin sempozyumlar, uluslararası sergiler düzenlenip, konuya ilişkin iki kitap basımı yapılarak konunun yeniden gündeme gelmesi sağlanmıştır. Bugün İznik Çinileri İznik Çinileri 16. Yüzyılda önem kazanarak kullanılan teknik ve görünüm itibariyle dünya müzelerinde yer almaya başlamıştır. İznik tuğla veya kireç ocaklarında İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümünün 20 ylll aşkın süredir yaptığı kazılarla İznik Çinilerinin yapımındaki sanat ve kullanılan teknikle ilgili ipuçları bulunabilmiştir. 1996 yılında kurulan Çini Atölyeleri, 1993 yılında kurulan İznik Vakfı ve 1995 yılındaki Çini ve Seramik Araştırma Merkezi 16.yüzyılın çinilerini yansıtmaya faydalı olmuştur. Ayrıca eski mezarlarda da yapılan kazılarda bazı çini örneklerine de rastlanmıştır. Çinilerin değerliliği taşıdığı yüzyıl ve kullanılan materyallerle giderek önem kazanmıştır. Yapılan kazılarda görülmüştür ki çinilerin oluşturulması için kullanılan materyaller seramikte kuvarsın kullanılmasıdır. Sonuç olarak birçok araştırma merkezleri ve bilim adamları İznik Çinileri üzerine araştırma yapmak üzere yönlendirilmişlerdir. İznik Vakfı bilim vakıflarını ve Türkiye'deki TÜBİTAK (Marmara Araştırma Merkezi) gibi sivil örgütlerini, İ.T.Ü (İstanbul Teknik Üniversitesi) ve İ.Ü (İstanbul Üniversitesi) konuya ilişkin araştırma yapmak üzere desteklemektedir. Ayrıca Amerika'da Massachusetts Araştırma Enstitüsünü ve Princeton'da yer alan araştırma enstitülerine desteklemektedir. Bugün, İznik çinileri birçok eski ve yeni binaların dekorasyonunda kullanılmaktadır. İznik Vakfı dünyaya çini sanatını tanıtmak, gelecek nesillere bu mirası taşımak ve eğitim programlarına dahil etmelerini sağlamak üzere kurulmuştur. İznik Vakfı üç birimden oluşmaktadır: Meslek Okulu Merkezi, Çini-Seramik Araştırma Merkezi ve Seramik Atölyeleri. Ayrıca Kuruçeşme İstanbul'da da bir iritibat bürosu bulunmaktadır. Vakfın temel amacı 16. yüzyılda yapılan Çinileri birebir olarak üretmek değil onun orijinaline yakın üretimlerini sağlamaktır. İznik Çinilerinin üretiminde bugün 16.yüzyılda kullanılan teknolojiye sadık kalınmış ve dünyada aldığı ününün kaybolmaması için özen gösterilmektedir. Ayrıca İznik Vakfı kazıları, arkeolojik alanda yapılan araştırmaları ve İznik'in tarihinin korunması için de gerekli desteği vermektedir. Başka bir aktivitesi de Türkiye ve Yurtdışında müzelerde yer alan çinilerin korunmasını sağlamaktır. İkinci İznik Çinileri Sergisi 1999 yılında, birinciden on yıl sonra, yapılması planlanmıştır. Bu sergi Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşunun 700. Yılı etkinlikleri çerçevesinde gerçekleştirilecektir. Bu zamana kadar İznik Çinileri üzerine yapılan kurslardan 70 genç yetiştirilip mezun edilmiştir. Sözkonusu bu kurslar ücretsiz olarak gerçekleştirilmiştir. Ayrıca Türkiye ve Yurtdışında yaz okulları da açılmıştır. Arıca Vakıf İznik'te arkeoloji, sanat tarihi ve seramik üzerine bir üniversite açmayı planlamaktadır. Orhan Gazi(1326-1362) Osmanlı İmparatorluğunda ilk medrese'yi (teknik okul) bulan kişi olarak bilinmektedir. İznik, Bursa, Akaçaova, Sapanca ve İzmit'te ilk din alimlerini (müderris) yetiştiren medreseleri kurmuştur. Bunlar Osmanlı İmparatorluğunda yeni eğitim merkezlerinin açılmasına da ön ayak olmuştur. 1331 de İznik'te ilk medrese ve cami kurulmuştur. Davudu Kayseri 1333 yılında ilk müderris ünvanını almıştır. Daha sonra bu medreseyi, 1357 den önce inşa edilen ve hala özelliğin koruyan Süleyman Paşa Medresesi ve Bursa'da Yeşil Caminin kuzeyinde bulunan Hayrettin Paşa Medresesi takip etmiştir. İznik Vakfının üniversiteyi kurmak istemesindeki en önemli sebeplerinden biri bu tarihi mekanları korumaktır.
  24. _asi_

    Bursa Kent Müzesi

    Bursa Kent Müzesi Bursa Kent Müzesi, 2004 yılından bu yana kentin eski adliye binasında hizmet veren, Bursa’nın 7000 yıllık bir zaman diliminde geçirdiği değişim ve dönüşümlerin sergilendiği müzedir. Müze, 14 Şubat 2004 tarihinde ziyarete açıldı. Müze binası 1926 yılında Ekrem Hakkı Ayverdi tarafından Adliye Binası olarak inşa edildi. Mimarının Kemalettin Bey olduğu sanılmaktadır. 1999 yılında Adliye’nin yeni binasına taşınmasından sonra boşalan bina, 2001-2004 yılları arasındaki restorasyon sürecinden sonra müze binası haline geldi. Binanın müzeye dönüştürülmesi sürecinde yüksek mimar Naim Arnas görevini aldı. 2 katlı binanın, birinci katında kronolojik, ikinci katında tematik bir düzenleme vardır. Müzede Bursa’da yaşamış 6 Osmanlı padişahının balmumu heykelleri, geleneksel ticaret hayatını canlandıran dekorlar, kentin topografik maketi gibi objelerle şehir hakkında bilgi sunulmaktadır. Bursa Kent Müzesi, kentin merkezi konumundaki Heykel Meydanı'nda, Atatürk Anıtı'nın güneyinde, Bursa Valilik Binası'nın yanında yer almaktadır.
  25. _asi_

    Bursa Tofaş Anadolu Arabaları Müzesi

    Bursa Tofaş Anadolu Arabaları Müzesi Bursa Tofaş Anadolu Arabaları Müzesi, Bursa’da tekerleğin at arabasından otomobile gelişimini sergileyen bir müzedir. Haziran 2002 tarihinde ziyarete açılmıştır. Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin müze yapılmak üzere 30 yıl için TOFAŞ Otomobil Fabrikası’na kiraya verdiği 17 dönüm bahçe içindeki eski bir ipek fabrikasının (İpeker Fabrikası) restore edilmesi ile müze oluşturulmuştur. Restorasyon, 1998-2002 yılları arasında gerçekleşmiştir. Binanın restorasyonunu Mimar Naim Arnas gerçekleştirmiştir. Bursa’da bir mezarda bulunan ve daha önce Bursa Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmekte olan 2600 yıllık bir savaş arabası müzede sergilenen en önemli eserlerdendir. Türkiye’nin çeşitli illerinden seçilerek bir araya getirilen kağnılar, at ve öküz arabaları, top arabaları, ot arabası, odun arabası gibi pek çok araba, panyolar, çarklılar, yarım esebey, Briçka gibi tarihi arabalar çok ince işlemlerden geçirilerek restore edildikten ve sınıflandırıldıktan sonra sergilenmektedir. Müzede Tofaş üretimi 8 otomobil de yer almaktadır. Adres: TOFAŞ Anadolu Arabaları Müzesi Umurbey Mah.Kapıcı Sok.Yıldırım /BURSA Ziyarete açık saatler: 10:00 - 17:00 (Pazartesi hariç hergün)
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.