Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

yam_yam

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    2.202
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    9

yam_yam tarafından postalanan herşey

  1. Berhûdar ol arkadaşım... Rica etsem bizim için iki rekat nafile namazı kılıp, 3 gün de nafile orucu tutar mısın? Belki daha faydalı olur...
  2. Bunların geçersizliğini anlatmıştık ama sen o ara H.Y linklerinden harıl harıl (sözde) evrimcilerin itiraflarını aramaktan yazılarımı okumamışsın bile... 1- Big Bang'in bir yaratıcının varlığını kanıtladığı iddiası, teist bir beynin ürettiği saçmalıktan başka bir şey değildir. 2- Termodinamiğin 2.kanunu kapalı sistemler için geçerlidir. Oysa ki evren kapalı değil, açık bir sistemdir. Kapalı sistemlerde bir enerji alış verişi yoktur. Ama evrende sürekli bir enerji alış-verişi söz konusudur. Bu konu da her zamanki gibi H.Y aldatmacalarından biridir. Bilgilerinize...
  3. Sen sarılmaya devam et kralx... Lafım yok... Ama sakın benimle köleliğin ya da cariye edinip ırzına geçmenin legalliğini tartışma... Unutma sizin inancınız cariye edinmeyi ve onların ırzına geçmeyi legal kılmıştır... 23/6 Ancak eşleri ve ellerinin sahip olduğu (cariyeleri) hariç. (Bunlarla ilişkilerinden dolayı) kınanmış değillerdir.
  4. Hoşgeldiniz sayın sahra 711.. Şimdi bana bu anlattıklarınızdan (Allah'ın herşeyi bildiği, bunların bir kitapta yazdığı) yola çıkarak "imtihan" ın ne olduğunu açıklayın lütfen...
  5. Zihniyet anlaşıldı... Bir teistin inancı için ne tür dallara sarılabileceğini gördük. Bu kadarı yeter de artar bile...
  6. Demek bir başkasının malı olarak nitelendirilmek bir aşağılama ifadesi değildir. Yaşşa be kralx...
  7. Rol yok mudur? iyiyi kötüyü tanrı gönderecek, kimin inanıp kimin inanmayacağını tanrı belirleyecek, kimini kiminden üstün kılacak, kimine az kimine çok verecek, ondan sonra sen de kalkıp ortada rol yok diyeceksin... Kur'an köleleri bir başkasının malı olarak görür kralx... HİÇ KİMSE HİÇ KİMSENİN MALI DEĞİLDİR. Bu zihniyet kalkalı çok oldu...
  8. Yalan... Külliyen yalan... İslam köleliğin kaldırılması için zemin hazırlamış da, kapıyı açık bırakmış da vs.vs. 16/75 Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile, kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak Allah yolunda harcayan kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olur mu? Hamd Allah’a mahsustur, fakat onların çoğu bilmezler. Bu ayet açıkça köleleri aşağılamıyor mu? Kölelerin bir başkasının malı olduğunu söylemiyor mu? Hadi canım sizde... Sizi bilmem ama, biz o kadar da saf değiliz...
  9. Evet İslamiyet köle düzeni üzerine gelmişti. Ancak içkiyi tek bir ayetle yasaklayan tanrı, nedense kölelik ve cariyelik kurumunu yasaklayamamış, bilakis düzenleyici hükümler de getirmişti. Üstelik Muhammed Veda Hutbesi'nde köleliğin legal olduğuna dair ifadeler kullanmıştı. Yapma kralx, yapma... Savaş esirleri ile köleliği, cariyeliği bir tutma. İnancını savunacaksın diye insanlık onurunu yaralama... Bizi de saf sanma... O zaman her ABD askeri de Irak'tan bir kaç köle ve cariyeyi dönüşte yanında götürsün, ömür boyu istediği gibi kullansın. Sen ne dediğinin farkında değilsin Kralx... Ben kaderi anlıyorum kralx merak etme... Hem de senden daha iyi anlıyorum. Külli irade, cüz-i irade durumu kurtarma çabalarının ürünüdür. İslam alimleri bile bu konuda fikir birliği edememişken, sen kavramanın çok güç olmadığından bahsediyorsun.
  10. Halbuki ilgili yazıda yeteri kadar örnek verilmişti... Muhammed zamanında kölelik ve cariyelik legaldi. İslam'a kalsa, bugün hala köleler ve cariyeler kullanılıyor olacaktı. Zira vahiyler belli. Tanrı tarafından da legal gösterilen bir kurum. Peki ne oldu da, Kur'an köleliği ve cariyeliği yasaklamadığı halde, dahası legal kıldığı halde bugün bu kurumlar yok? Hangisi üstün geldi kralx ? Akıl mı, vahiy mi?
  11. Ah kralx ah... Sen de Levh-i Mahfuz inancını gözardı ediyorsun. "Ne yerde, ne de gökte, zerre agirliginca, (hatta) bu zerreden daha küçük veya daha büyük olsun, hiçbir şey Rabbinden uzak (ve gizli) olmaz; hepsi muhakkak apaçik bir kitapta (levh-i mahfuzda yazili) dir. " İşte İslam inancında kader budur. Her şey önceden bir kitabın içinde yazılıdır ve değiştirilemez. Zira bu kitap tanrının hafız sıfatının bir tecellisidir ve tanrı için zaman yoktur. Sen bu kitap için bir değişimden bahsedersen, tanrı için de bir önce/sonra gibi zaman belirlemek durumunda kalırsın ki, bu da islam inancına terstir. Sana, verdiğin örneklerin hiç birinin geçerli olmadığını ve olamayacağını söylemiştim. Ne öğretmen ne de bilim adamı örneği... Eğer her şeyi önceden biliyorsanız, bu bilinenler bir kitap içinde yazılıysa ve bu yazılanlar değiştirilemiyorsa, ortada tam anlamıyla rolleri tanrının belirlediği bir tiyatro var demektir. Bu bir imtihan da olamaz. Zira imtihan eden imtihan sonuçlarını zaten önceden biliyordur. Bu inanca göre insana düşen, tanrının kendisi için belirlemiş olduğu rolü oynamak kalıyor. Yani sizin inancınıza göre biz, tanrının oyuncaklarıyız... Kimini doğru yola sokacak, kiminin kulağını kalbini (!) mühürleyecek de, söz verdiği gibi cehennemi dolduracak... Tekrar ediyorum: Kader konusu İslam'ın yumuşak karnıdır... Neresinden tutarsanız tutun elinizde kalır.
  12. Konuyu yanlış değerlendirdiğinizi düşünüyorum sevgili sardunyam. Sevgili Dipnot'un "teistlerde akıl yoktur" gibi bir absürd bir düşünce yapısı içinde olmayacağını sen de, ben de biliyoruz. Konu şu ki; Kur'an'ın pek çok yerinde "düşünmez misiniz", "akletmez misiniz" gibi ifadeler varken, pek çok yerinde de "siz bilmezsiniz Allah bilir" gibi ifadeler de vardır. İlk saydığım kelimeler genelde Allah'ın varlığı, birliği,kudreti gibi konular için söylenirken, ikinci saydığım ise insanın tanrı karşısında aklen eksik olduğunu anlatır. Bu da, insanları, vahyin akla üstün olduğu inancını doğurur. Peki "vahiy" dediğiniz nedir? Tanrı tarafından peygamberine gönderildiğine inanılan, insanın toplum ile, çevresiyle ve tanrı ile olan ilişkilerini düzenleyen öğretiler değil midir? Hadi diyelim ki, insanın tanrı ile olan ilişkilerini düzenleyen öğretiler nesiller boyunca değişmeyecek. Peki ya insanın çevresi ve toplum ile olan ilişkileri nesiller boyu aynı kalabilir mi? Madem vahiy akıldan üstün, o zaman kölelik ve cariyelik kurumu kaldırılmasaymış. Mümkün mü? Elbette değil... O zaman şartlar değiştikçe, insan akıl yolu ile yeni düzenlemeler yapacak. Atatürk'ün yaptığı da buydu... Aklı vahye üstün görmedi. Şartlar değişti, o halde hükümler de değişecek. İşte biz bunu anlatmaya çalışıyoruz. Çevreyle etkileşim halindeyseniz, değişimin önünde duramazsınız. Afrika'da yerli kabilelerin de kendilerine göre tanrıları, kendilerine göre hükümleri var. Eğer o kabileler gibi yerinizde saymak istiyorsanız, vahyi akla üstün sayarsanız... Yok bunu istemiyorsanız, o zaman aklı doğaüstü olduğuna inanılan bir varlığa karşı sınırlamayacaksınız. Sınırlamaya kalkarsanız, köle de edinirsiniz, cariye de (ya da olursunuz)...
  13. Sayın Enkas ; öncelikle kitap tavsiyeniz için teşekkür ederim. Ancak böyle bir kitabı okuma ihtiyacım yok. Kur'an'ı defalarca okumuş biri olarak zorlama yorumlarla Kur'an'ı muhteşem bir kitapmış gibi gösterme çabalarına defalarca şahit oldum, hala da oluyorum. Alemi sahipsiz görmekten bahsetmişsiniz... Alemde ne olup ne bittiğinden haberiniz var mı sizin? Süpernovalardan, karadeliklerden, yıldız/galaksi çarpışmalarından haberiniz var mı? Alemin sürekli bir intizam içerisinde olduğunu mu sanıyorsunuz? Peki önümüzdeki 100 yıl içerisinde çapı 1 km.den küçük bir gökcisminin Dünya'ya çarpma olasılığının %30 olduğunu biliyor musunuz? Ya da içinde bulunduğumuz Samanyolu galaksisinin bu rotayı takip etmeyi sürdürmesi halinde, yaklaşık 4 milyar yıl sonra komşusu M31 (Andromeda) galaksisi ile çarpışabileceğini ? Belki biliyorsunuz, belki bilmiyorsunuz. Ama eminimki siz bunları bile düzenin bir parçası sayacaksınız. Oysa ki sınırlarını tahayyül etmekte zorlandığımız evrenin sırf insanlar tanrıya kulluk etsinler diye ve tanrı da onları imtihan etsin diye yaratıldığını düşünmek, ya da görünen evrende hesaplanan 200 milyar kere trilyon yıldızın insanlar yönlerini bulabilsinler diye , ya da şeytanları taşlamak için yaratıldığını düşünmek, insanın geldiği noktayı inkarından başka bir şey değildir. Yeni bir peygamberin savunulabilecek bir tarafı yoktur sayın enkas... Aynı mantıkla Adem'in dini ve bu dinin özü de bugün için geçerli olabilirdi. Oysaki hadisler 124.000 peygamberden bahseder. Hem "düzen değişti" diyerek zaman içinde yığınla peygamber göndereceksiniz, hem de dinin özünün bir olduğundan bahisle tüm zamanlar için geçerli olduğunu savunacaksınız. O zaman bana da "Bu ne perhiz, ne lahana turşusu" deme hakkı doğar. Oysa ki pekala dinin özü, Musa'nın on emiri de olabilirdi. Zira insan varoldukça duracak toplumsal ahlakın en önemlilerini sayar (Tanrı ile ilgili hükümler hariç). Bunun dışında sayılanlar ise değişime tabi olacaklar, bugün olduğu gibi insanların bocalamalarının da baş müsebbibi sayılacaklardır.
  14. Hatırlarsan zamanında bunları çok tartıştık kralx... 1- Nesh olayı başlı başına bir çelişkidir.. 2- Kur'an bir taraftan yahudiler, hristiyanlar ve sabiiler için korku yoktur derken, diğer taraftan İslam'dan başka dinin kabul görmeyeceğini söyler. 3- Bir ayette bin yıl, diğer ayette 50 bin yıl der... Bir ayette savaşan bir müslümanın bilmem kaç küffara denk geleceğini söylerken , diğer ayette bu sayı değişir. 4- Bir ayette iyilik ve fenalık bir olmaz, fenalığı en iyi şekilde karşılayın derken, başka ayetlerde kötülüğün karşılığının ona denk gelen bir başka kötülük olduğundan, kısasa kısastan söz eder.. vs.vs Al sana farklı ayetlerin birbirlerine zıt düşmesinden örnekler. Ama tabii bunlar sizin için bir çelişki değildir değil mi?
  15. Hocaefendiciler ne de güzel anlatıyorlar Hocaefendilerini... Hocaefendi insanlık adına gece gündüz göz yaşı döküp ağlıyormuş... Nerede ağlıyor peki? Afganistan'a karşı haçlı seferi başlattığını öne süren başkana sahip ülke topraklarında... Nerede ağlıyor peki? Filistin'de müslümanlara karşı yapılan zulmün bir numaralı destekçisinin topraklarında... Nerede ağlıyor peki? Özlemini çektiğini iddia ettiği ezanların değil de, kilise çanlarının çaldığı topraklarda... Sonra da birileri kalkacak, bunları dile getirenleri iftira atmakla suçlayacak...
  16. Sayın enkas ; Aynı dilden konuştuğumuzu sanmıyorum. "Gayb alemi" ,"ruhun bedene üstün kılınması" , "soyutun somuta hakim olması" gibi kavramlar üzerine tartışmanın anlamı yok. Zira bunlar sizin dünya görüşünüz/fikirsel çıkarımlarınız ve benim için somut bir dayanak noktası yok. Açıkçası hangi dine mensup olduğunuzu anlayamadım. Bir taraftan düzen için vahiy, din, isa ve incil'i gerekli görüp bir isevi gibi görünürken, diğer taraftan da İslam'ı kabul eder görünüyorsunuz. Gerçi bunun benim için pek bir önemi yok. Zira benim için tüm dinler aynıdır.Siz toplumsal düzenin sağlanması için vahiy,din ve incil'i zorunlu kılmışsınız ama, bu kriterleri olmayan pek çok toplum pekala dünya üzerinde heybetli medeniyetler oluşturmuşlardır. Üstelik dinin öngördüğü toplumsal düzenin de doğruluk derecesi tartışılır. Toplumsal şartlar ve gereklilikler sürekli değişmektedir. Yeni bir peygamber olduğunu iddia edenlerin de dayanak noktası budur. "Eski düzen geçerliliğini kaybetti ve tanrı beni gönderdi"... Öyleyse düzenin layıkıyla sürdürülebilmesi için dönemsel olarak peygamber ve vahyin gelmesi beklenmelidir. Ancak islam, böyle bir beklentiye izin vermemiş, Muhammed'in son peygamber olduğunu söylemiştir. Neyse ki izin vermemiş, yoksa Muhammed'den bu yana kaç tane peygamber adayı çıkabileceğini varın siz hesaplayın...
  17. Sayın enkas, Sizin sembol olarak algıladığınız olaylar birer sembol değil, peygamber mucizesi olarak nitelendirilir. Sizin bu konuyu nasıl değerlendirdiğiniz beni ilgilendirmez. Ancak bunlar hem hristiyanlıkta, hem de İslam'da mucize olarak adlandırılır. Örneğin Kur'an'da ; 3/49- ........"Şüphesiz ben size Rabbinizden bir mucize getirdim. Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üflerim. O da Allah'ın izniyle hemen kuş oluverir. Körü ve alacalıyı iyileştiririm ve Allah'ın izniyle ölüleri diriltirim..... " Yani bahsedilen hikayeler sembol değil, asıl anlamıyla mucize olarak anlatılır. İsa'nın beşikte konuşması Kur'an'da geçer. Şöyle ki; 3/46- "O, beşikte de, yetişkin çaginda da insanlarla konuşacak, salihlerden olacaktir." 5/110- O gün Allah şöyle diyecek: "Ey Meryem oğlu İsa! Senin üzerindeki ve annen üzerindeki nimetimi düşün. Hani, seni Ruhu'l-Kudüs (Cebrail) ile desteklemiştim. Beşikte iken de, yetişkin iken de insanlara konuşuyordun..... Yani Kur'an, İsa'nın beşikte iken insanlarla konuştuğundan bahsediyor... Bu konuda Diyanet Vakfı'nın ayet açıklamasına bakalım ; "Nitekim Meryem suresinin 27-33. Ayetlerinde ifade bulunulduğu gibi, Hz.Meryem, Hz.İsa’yı dünyaya getirince, onun iffetinden şüphelenen kavmine karşı, daha yeni doğmuş olan Hz.İsa, Allah’ın kudretiyle konuşmaya başlamış ve kendisinin Allah’ın kulu ve peygamberi olduğunu, kendisine Kitap verildiğini, Allah tarafından mübarek kılındığını... anlatmıştır. " İsa'nın İncil'deki mucizelerine de bir göz atalım (Matta'dan) Bir cüzzamlıyı iyileştiriyor (8/2-4) Ateşli bir hastayı ve cin musallat olan birini iyileştiriyor (8/14-17) Fırtınayı dindiriyor (8/23-27 ) Cinli iki hastayı iyileştiriyor (8/28-34) Bir felçlinin iyileştirilmesi (9/1-7) Bir kızın dirilmesi, ateşli bir kadının iyileşmesi (9/18-25) Ve daha bir çoğu... Aslında tüm bu anlatılanlardan İsa'nın nasıl efsaneleştirildiğini görmek mümkün.
  18. yam_yam

    Uluslararası Uzay İstasyonu

    Uzay istasyonu'nun, astronomi çalışmalarında bir üs olmasından ibaret olduğunu sanrdım. Ta ki, Daily Telegraph gazetesinde 1977 yılından beri popüler bilim yazıları yazan Adrian Berry'nin makalelerinin derlendiği Sonsuzluğun Kıyıları (Tübitak Popüler Bilim Kitapları) adlı kitabı okuyana kadar. Bakın bu kitapta ne diyor: "400 tonluk, daimi mürettebatlı, futbol sahası büyüklüğünde bir yapı olan Alpha şimdiye kadar yapılmış en önemli labaratuvarlardan biri olacak. Avrupa Uzay Ajansı, Kanada ve Rusya, ABD ile bu ortak girişime katkıda bulunuyor. Bu projenin 15 yılda 19 milyar poundluk bir maliyeti olacak, yıl başına Amerikalıların bir yılda pizzaya harcadıkları paranın sekizde biri. Vücudumuzun hücrelerindeki, bütün biyokimyasal işlemleri yürüten 150.000 kadar proteinin doğasını ayrıntılı olarak incelemek ilk defa mümkün olacak. 1200 tanesi hariç bu proteinlerin temel yapılarının özelliklerini bilmiyoruz. Yaşamın yapıtaşlarından olan aminoasitlerden, oksijeni kanda taşıyan hemoglobine, bağlar ve derinin yapısında bulunan kollajene ve bizi bakterilerle virüslere karşı koruyan antikorlara dek, en basitinden en karmaşığına pek çok protein türü vardır. Proteinlerin incelenebilmeleri için, içinde katılaşıp kristalleşecekleri çözeltilerde bekletilmesi gerekir. Yeterince büyük bir kristal oluştuğunda X ışınıyla filmleri çekilebilir ve bu filmlerden üç boyutlu bilgisayar modelleri yaratılabilir. Ama kütleçekimi yüzünden Dünya'da bunu yapabilmek neredeyse imkansızdır; kütleçekimi bir iki protein kristali dışında hepsinin güdük kalmasına, kümelenmesine ya da şeklinin bozulmasına neden olur. Gezegen üzerinde her yerde bir gramlık basınç bile gelişimlerini engeller. Proteinlerin yüzde yetmişi ağırlıksız ortamda Dünya'da olduğundan çok daha hızlı ve iyi kristalize oluyor. Ama uzay mekiği uçuşlarında bile kristal gelişimi gerektiği sağlanamıyor çünkü proteinlerin çok büyük kristaller oluşturması onaltı günden uzun sürüyor., mekik uçuşları ise nadiren o kadar uzuyor. Neredeyse tüm hastalıklar proteinlerin davranışlarındaki bozukluktan ya da virüsler ve bakteriler aracılığıyla yabancı proteinler tarafından işgal edilmelerinden kaynaklandığına göre, proteinleri kristalize olmuş hallerinde uzun süreli incelemek bilim adamlarına proteinlerin atomik yapısını görme imkanı verecek, bu da tedavi için ilaçlar geliştirilmesini sağlayacak. Kısacası Alpha uzay istasyonundaki bilim adamlarının, belirli bazı proteinlere tutunarak bu proteinlerin davranışlarını moleküler düzeyde değiştirecek ilaçlar yaparak AIDS,kanser, şeker hastalığı, anfizem, artrit ve sayısız diğer hastalığı tedavi edebileceği ümit ediliyor. Alpha'nın 15 yıllık ömrü boyunca tıp ve yaşam bilimleri alanında 600'den fazla deney yapılması bekleniyor. " Kitapta ayrıca iç kulaktaki bir aksaklıktan kaynaklanan denge kaybı ve osteoporoz gibi hastalıkların da araştırılacağından bahsedilmiş. Canlılığın uzaydan geldiğine dair iddialar tartışıladursun, canlılığın gelişimine katkının uzaydan geldiği/geleceği de bir gerçek. Zira bugün günlük hayatımızda kullandığımız ve hayatımızı kolaylaştıran pek çok şey uzay araştırmalarının ürünü. Uzay mekikleri ve astronotlar için tasarlanan pek çok şey, bugün günlük hayatımızın ayrılmaz parçalasının ana maddesini oluşturuyor. Bu arada aklıma takılan bir soruyu da sormadan edemeyeceğim... Bugün yeryüzünde de yerçekimsiz ortamlar oluşturulabiliyor. Acaba bundan neden faydalanılmıyor? Yoksa maliyeti uzay istasyonundan daha mı pahalıya geliyor?
  19. yam_yam

    Evrende Uzaklık Ölçümü

    Arkadaşlar hepimiz çeşitli kaynaklarda, evrendeki bir cisim için verilen uzaklık ölçülerine rastlamışızdır. Örneğin bir yıldızın uzaklığı ifade edilirken falanca milyon, ya da falanca milyar ışık yılı uzaklıkta olduğu söylenebiliyor. Acaba hiç düşündük mü bu uzaklığı nasıl hesap ediyorlar diye? Acaba yalnızca çeşitli araçlar kullanılarak gözlem yoluyla belirlenen bu cisimlerin uzaklıkları nasıl hesap edilebiliyor? Bunun için çeşitli yöntemler kullanılıyor. Bunlar ; * Doppler Kayması * Paralaks Yöntemi * Sefeid Değişen Yıldızları * Süpernovalar Dopler Kayması : Evrenin genişlediği, uzak gökadalardan bize ulaşan ışığın Doppler kaymasına uğradığının gözlenmesi sayesinde keşfedildi. Eğer bir ışık kaynağı gözlemciye göre uzaklaşıyor ya da yaklaşıyorsa, ondan kaynaklanan ışığın dalgaboyu, olduğundan farklı görünür. Bunun nedeni, ışığın gözlemciye göre hep aynı hızla hareket etmesidir. Eğer cisim gözlemciden uzaklıyorsa, cisimden kaynaklanan ışığın dalgaboyu uzar. Buna "kırmızıya kayma" denir. Çünkü kırmızı, görünen tayf içinde uzun dalgaboyuna sahiptir. Eğer cisim gözlemciye yaklaşıyorsa, cisimden kaynaklanan dalgaboyu kısalır. Buna "maviye kayma" denir. Çünkü ışık görünen tayfın mavi tarafına doğru kayar. Doppler kaymasından yararlanılarak, bir cismin gözlemciye göre hızı hesaplanabilir. Paralaks Yöntemi : Yakın çevremizdeki yıldızların uzaklıkları "Paralaks" adı verilen bir yöntemle bulunabiliyor. Bu yöntem keşfedilmeden önce kimse yıldızların ne kadar uzak olduklarını bilmiyordu. Dünyanın yörüngesi üzerinde birbirine en uzak iki noktada (6 ayda bir) yapılan gözlemlerde, yakındaki yıldızlar uzak yıldızlardan oluşan fonun önünde yer değiştiriyor görünürler. Bu yer değiştirme, yıldızın bize uzaklığıyla ters orantılıdır. Yıldızın uzaklığı, trigonometri hesaplamaları kullanılarak bulunabilir. Paralaks yöntemiyle sadece 3000 ışık yılı uzaklığa kadar olan yakın yıldızların uzaklıkları bulunabiliyor. Sefeid(*) Değişen Yıldızları : Kırmızıya kayma yönteminin düşük duyarlılığı, paralaks yönteminin de çok sınırlı bir uzaklığa kadar sonuç vermesi, bu yöntemleri kullanarak evrenin genişleme hızını, dolayısıyla da yaşını duyarlı biçimde bulmamıza yetmiyor. Bu konuda gökbilimcilerin önemli bir silahı daha var: Sefeid değişen yıldızları. Sefeid'lerin çok önemli bir özelliği, ışıma güçlerinin "zonklama" periyotlarıyla ilişkili olmasıdır. Işıma güçleri arttıkça, periyotları da uzar. Periyodu ölçülebilen bir Sefeid yıldızının parlaklığı hesaplanabilir. Parlaklığı bilinen bir yıldızdan bize ulaşan ışıma miktarına bakılarak ne kadar uzakta olduğu bulunabilir. Gökbilimci Edwin Hubble, bu ilişkiyi gökcisimlerinin uzaklıklarını hesaplamada kullanmaya başladı. Hubble, öncelikle Andromeda gökadasının içindeki Sefeidleri gözledi ve gökadanın uzaklığını yaklaşık olarak 1 milyon ışık yılı olarak hesapladı. O sırada Sefeidlerin özellikleri çok iyi bilinmediğinden bu hesap hatalıydı. Ancak yine de o zamanlar sanıldığı gibi, Andromeda'nın Samanyolu'nun içinde bir gökcismi olmadığı anlaşıldı. Süpernovalar : Süpernovalar, büyük kütleli yıldızların ölümü sırasında olurlar. Bir süpernovanın parlaklığı, içinde bulunduğu gökadanın parlaklığından bile fazla olabilir. Tip l süpernova olarak adlandırılan görece küçük yıldızların patlamasıyla oluşan süpernovalar ise farklıdır. Bunlar, Güneş benzeri yıldızların ölümünden artakalan beyaz cücelerin bazılarının üzerlerine yığılan maddenin etkisiyle patlar ve hemen hemen aynı düzeye enerji salarlar. Bunun yanında, aynı hız ve oranda sönükleşirler. Bu da Tip l süpernovaları tanımada kolaylık sağlar. Parlaklığı bilinen süpernovadan bize ulaşan ışık, onun uzaklığının karesiyle ters orantılı olduğundan, süpernovanın yer aldığı gökadanın uzaklığı hesaplanabilir. Kaynak : http://www.biltek.tubitak.gov.tr/ (*) Sefeidler, çok düzenli bir şekilde değişken aydınlığa sahip olan, ender ve çok parlak yıldızlardır.Onlar ,Cepheus Kuyruklu Yıldızları’ndaki Cephei Yıldızı’ndan isimlerini almış olup, bu yıldız değişken yıldız cinsinin bilinen ilk örneğidir ve çıplak gözle görünen bir cisimdir.
  20. yam_yam

    Şu bunaltan sıcaklar ve Sera Etkisi

    (Arkadaşlar öncelikle uzun bir yazı oldu, ancak sonuna kadar okumanızı rica ediyorum. Zira hem bilgilenme, hem de bilinçlenme açısından önemli bir konu.) Sanırım çoğumuz şu son günlerde bunaltan sıcaklardan şikayetçiyiz. Haber bültenlerinde sürekli olarak hava sıcaklıklarının mevsim normallerinin üzerinde olduğu, vatandaşın dikkatli olması gerektiği söyleniyor. Peki neler oluyor? Havalar neden bu kadar sıcak? Acaba anormal bir şeyler mi var? Öncelikle sıcaklık değerlerinden bahsetmek gerekiyor. Hani haber bültenlerinde bir sıcaklık değeri verilir ve hissedilecek sıcaklığın nemden dolayı daha yüksek olduğu söylenir. Acaba nemin bu hissedilir sıcaklığa etkisi nedir? Terleme vücudun ısı düzenini sağlayan bir sistemdir. Havada nem olduğu zaman ciltte terin buharlaşması yavaşlıyor. Su buharlaştığı zaman vücut buradan bir ısı transfer eder ve biz bir soğuma, ferahlık hissederiz. Hava sıcak ve nemli olduğu zaman bu terleme yavaşlıyor, vücut sıcaklığını kontrol etmekte zorlanıyor ve soğuyamıyor. Nemin miktarına göre daha fazla sıcaklık hissediyor ve bunalıyor. Hissedilecek sıcaklık için bir tablo kullanılıyor. Sıcaklık değeri ve nem oranı dikkate alınarak hissedilecek sıcaklık değeri bulunabiliyor. Örneğin 32 derece sıcaklık ve %70 nem oranı olduğunda hissedilecek sıcaklık değeri 41 derece oluyor. Ayrıca betonlaşmanın etkisiyle şehirlerdeki hava sıcaklıkları kırsal bölgelere nazaran 4-5 derece daha yüksek oluyor. Rüzgar eğer bu beton ve asfalt yığının üzerinden geçerse, buradaki sıcaklığı alarak diğer bölgelere taşıyor ve orada da sıcaklık artışına neden oluyor. Anlayacağımız, bizi bunaltan yalnızca sıcaklar değil, aynı zamanda nem oranı da oluyor. Aslında uzmanlara göre sıcaklık rekorları anormal değil. Bu rekorların belli bir sayıda olması meteorolojide normal karşılanıyor. Yani endişelenecek bir durum yok.Gündelik hava şartları ile iklimi birbirine karıştırmamak gerekiyor. Biz temmuz ayında sıcaktan kavrulurken, Avrupa soğuk ve yağışlı bir ay geçirmekteydi. Yani bu sıcaklar küresel bir etki değil, lokal bir durum... Peki bu "sera etkisi" denilen şey de nedir? Sanıyorum pek çok arkadaşımız bu ifadeyi zaman zaman duymasına karşın ne olduğu hakkında bir fikre sahip değildir. Dünya atmosferi çeşitli gazlardan oluşur. Güneşten gelen ışınlar atmosferi geçerek yeryüzüne ulaşıyor ve yeryüzü bu ışınları geri yansıtıyor. Ancak atmosferdeki gazlar yeryüzündeki ısının bir kısmını tutuyor ve yeryüzünün ısı kaybına engel oluyor. Karbondioksit, havada en çok ısı tutma özelliği olan gazdır. Atmosferin ısıyı tutma yeteneği sayesinde suların sıcaklığı dengede kalıyor. Böylece nehirlerin ve okyanusların donması engellenmiş oluyor. Bu şekilde oluşan, atmosferin ısıtma ve yalıtma etkisine "sera etkisi" deniyor. Bu isim, bizim bildiğimiz bitkiler için kullanılan seradan geliyor. Seralarda kullanılan camlar güneş ışınlarını içeri alıyor, ancak sıcaklığın dışarı çıkmasını engelleyerek bitkiler için gerekli olan ısının içeride kalmasını sağlamış oluyor. Atmosferdeki sera etkisi de aynı olay. Atmosferdeki karbondioksit (Co2) oranı hava kirlenmesine bağlı olarak hızla artmaktadır. Bu da atmosferin yeryüzündeki ısıyı daha fazla tutmasına ve doğal olarak da yeryüzündeki ısının artmasına neden olmaktadır. Bu da "küresel ısınma" olarak ifade ediliyor. Ayrıca yalnızca Co2 değil, metan, ozon ve kloroflorokarbon gibi ısı tutma özelliği olan gazlar da insan aktiviteleri ile atmosfere katılmaktadır. Bunun en büyük nedenlerinden birinin de sanayileşme olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Ancak yalnızca insanlar değil, volkanik patlamalar gibi doğal olaylar da bu gazların atmosferde artmasının nedenleri arasındadır. Avrupalı bilim adamları Antarktika'da yaptıkları kapsamlı araştırmalarda insan kaynaklı sera etkisine ilşkin önemli bulgular elde etmişler. 3 km. derinlikte 750 bin yıl öncesine ait iklim verilerine ulaşmışlar. Buzun arasına sıkışmış binlerce yıllık hava kabarcıklarını kırarak içlerindeki gaz yoğunluklarını, karbondioksit ve metan seviyelerini ölçmüşler ve atmosferdeki şimdiki karbondioksit seviyesinin ölçülen dönemden %30 daha fazla olduğunu görmüşler. Peki küresel ısınmanın etkileri ne olacaktır? Böylesi bir durumda buzulların erimesi ve okyanusların yükselmesi gibi ciddi sonuçlar doğuracak iklim değişikliklerine yol açması bekleniyor. Tabii bu iklim değişikliklerinin çok daha fazla olumsuz etkileri olacağı da açık. Ancak sürekli bir ısınmadan bahsetmek de olası değil. Zira doğanın da kendi kontrol mekanizmaları var. Küresel ısınma sonucunda daha fazla su buharlaşacak. Bu da daha fazla bulutlanma anlamına geliyor. Daha fazla bulutlanma olduğunda da, yeryüzüne ulaşan güneş ışınları engellenmiş oluyor. Yani dünya ısınacak, bunun sonucunda bulutlanma artacak ve belli bir süre sonra da dünya soğuyacak. Ancak bu süreç içerisinde de insanoğlunun büyük sıkıntılar çekeceği muhakkak. Sera etkisi ve sıcaklık yükselmesi nedeniyle ekosistemlerde meydana gelecek değişmelerin çok hızlı olacağı ve insanların bir çok bölgede yeni şartlara uyum sağlayamayacağı düşünülmektedir. Peki küresel ısınmaya karşı alınabilecek önlemler yok mu? Elbette var. Örneğin ; * Evde geleneksel ampüllerin yerine kompakt floresanların kullanılması * Güneş enerjisinden en yüksek düzeyde faydalanılması * ısıtma sistemlerinde termostat ve öteki ısı kontrol yöntemlerinin kullanılması * Eskiyen ya da ekonomik ömrünü dolduren eelektrikli ev aletlerinin enerji verimliliği en yüksek olan ürünlerle değiştirilmesi * Kağıdın yeniden kazanılması için önlemler alınması * Toplu ulaşım araçlarının tercih edilmesi * Yapay gübrelerin kullanımına dayalı yoğun tarım ürünleri yerine organik olarak üretilen tarımsal ürün kullanımının benimsenmesi * Etkinlikleri doğal sera etkisini kuvvetlendiren ürünlerin tüketimine karşı tüketicinin bilinçlendirilmesi Bir de, ABD'nin Kyoto Antlaşması'na uymasının beklenmesini de sayabiliriz sanırım... Sonuç olarak dünya ısınıyor. Buna bağlı olarak iklim değişiklikleri olması kaçınılmaz. Üstelik 35-40 yıl sonra dünya nüfusunun 2 katına çıkacağını düşünürsek, insanoğlu tarafından sera etkisini kuvvetlendirecek etkilerin artacağı da aşikar. Sanırım önümüzdeki nesiller bu değişiklikleri bizden çok daha fazla hissedeceklerdir. Kaynaklar: http://www.cevreorman.gov.tr/hava_02.htm http://www.radikal.com.tr/2000/08/07/insan/zdun.shtml http://astrgnd.sitemynet.com/sera.htm Bilim ve Teknik Dergisi / Ağustos 1994
  21. yam_yam

    Schrödinger'in Kedisi

    Kuantum fiziği ile ilgilenenler, Schrödinger'in Kedisi diye anılan düşünce deneyini sanırım bilirler. Kuantum mekaniğinin gelişmesine önemli katkılarda bulunmuş olan Schrödinger, daha sonra teorinin gelişmesine katkıda bulunduğuna pişman olduğunu söyleyecek kadar teoriden soğumuş ve adı geçen düşünsel deneyi ortaya sürerek, bu kadar mantığa zıt bir teorinin düzeltilmeye muhtaç olduğu sonucuna varmış. Deneyi anlatmadan önce, Kuantum kuramının belki de en garip ve insanın izanını zorlayan yönlerinden biri olan "Üstüste Gelme" ilkesinden bahsetmemiz gerekiyor. Zira deneyin anlaşılması için bu ilkenin anlaşılması şart. Kısaca, "Bir sistemin aynı anda bir kaç farklı durumda bulunabilmesi" olarak açıklayabiliriz. Bir sistemin içinde bulunabileceği durumları aritmetik işlem yapıyormuşçasına toplayıp, çıkarabileceğimizi; sonuçta sistemin yeni durumlarını elde edeceğimizi söyler. Örneğin sizden noktasal bir parçacığı hayalinizde canlandırmanız istenirse, siz bu parçacığın uzayın belli bir noktasında bulunduğunu, eğer hareket ediyorsa zamanla bu konumunu değiştirdiğini düşünürsünüz. Ne yazık ki kuantum fiziğinde parçacıklar böyle bir durumda hiç bir zaman bulunamazlar. Elektronlar gibi temel parçacıklar, genellikle, uzayın değişik noktalarında bulundukları durumların üst üste gelmesiyle oluşan, bizim hayalimizde canlandırmakta zorlandığımız bir durumda bulunurlar. Bir başka deyişle, söylemesi kolay olsun diye, "bir parçacık uzayın değişik noktalarında aynı anda bulunabilir" şeklinde ifade edebiliriz. Sanırım bu ifadeler bile yeterince açıklayıcı ve anlaşılır bulunmamıştır. Bunun nedeni, yaşadığımız, tanıdık olduğumuz dünyada üst üste gelmiş durumlara hiç bir zaman rastlayamamamız. Bugüne kadar hiç kimse iki ayrı yerde aynı anda bulunduğuna tanık olmamıştır. Peki neden atomaltı parçacıklarda bu durum geçerli de, makroskobik ölçülerde geçerli değil? Bu sorunun yanıtının, bizim makroskopik dünyamızdaki bütün nesnelerin, çok fazla sayıda (milyarlarca milyar) temel parçacıkta oluşmasında yattığı düşünülüyor. Gelelim adı geçen deneyin ayrıntılarına... Sağlıklı bir kediyi hava alabilen bir kutunun içine koyalım. Kutuda zehirli bir gaz şişesi bulunsun ve bu gazın şişeden salınmasını sağlayacak mekanizma, bozunma yarı ömür bir saat olan bir radyoaktif parçacık ile kontrol edilsin. Bu mikroskopik parçacığın davranışını ancak kuantum mekaniği ile ifade edebiliriz, fakat şimdi makroskopik bir sistem olan kedinin kaderi de artık parçacığın davranışına bağlanmış oluyor. Kuantum fiziğine göre radyoaktif bir atomu yalnız başına bırakırsanız, atom bir süre sonra bozunmuş ve bozunmamış durumların üst üste gelmesiyle oluşan yeni bir duruma girer. (yn: Bu bir olasılık değil, yeni bir durum. Kavranılmasında zorluk çekilen kısım da burası) Doğal olarak burada ilk aşamada çekirdeğin bozunmamış durumda bulunması olasılığı daha fazladır, ama bu olasılık gittikçe azalır. Çekirdeğin yarı ömrü kadar sonra, üst üste gelmiş durumda bozunmuş olasılığın durumuyla bozunmamış olasılığın durumu eşit olur. Yarı ömrün bir kaç katı kadar uzun bir süre beklendiğindeyse çekirdek, büyük olasılıkla bozunmuş durumda, çok küçük bir olasılıkla da bozunmamış durumda bulunur. Burada önemli olan özellik, ilk an dışında, her zaman için çekirdeğin durumunun iki durumun üst üste gelmesiyle oluşması, yani aynı anda hem bozunmamış hem de bozunmuş bulunabilmesi. Schrödinger, radyoaktif çekirdeğin kendiliğinden üst üste gelmiş durumlara girdiği gerçeğini kullanarak bir kediyi de üst üste gelmiş durumlara sokabileceğini söylüyor. Kutu içinde bir dedektör, çekirdek bozunduğunda ortaya çıkan ışımayı algılar algılamaz bağlı bulunduğu bir çekici harekete geçirir. Çekiç, içi siyanür dolu bir şişeyi kırarak kedinin ölümüne neden olur. Fakat atom bozunmazsa, dedektör gerekli sinyali çekice göndermez ve kedi yaşamaya devam eder. Schrödinger'in iddiasına göre 1 saat sonra kedinin canlı ve ölü olma ihtimalleri eşit olduğundan, dalga fonksiyonu ; Kedinin durumu = Canlı Kedi + Ölü Kedi şeklinde olmalıdır. Yukarıdaki denklemin anlamı "ya bozunma oldu ve kedi öldü, ya da olmadı ve kedi hayatta" gibi objektif iki ihtimali ifade etmekten ibaret değil. Schrödinger'in analizi doğru ise, kuantum teorisi (birisi bakıp durumu bu iki seçenekten birine indirgeyene kadar) kedinin iki durumunun yan yana olduğunu söylüyor. Peki kedinin ölü+diri olduğu nasıl anlaşılır? Kedinin durumunu merak eden deneyci, kapağı açtığındaysa daha garip bir şey olur. Kapağı açma ve kediyi görme bir çeşit "ölçme" işlemidir. Kuantum fiziğinin standart yorumuna göre de ölçme sonucunda her fiziksel sistemin durumu, ölçülen şeyin niteliğine göre bir bir "çökme" yaşar. Örneğin, bir çok noktada aynı anda bulunan bir elektronun yeri ölçüldüğünde, elektron bulunduğu bu yerlerden birinde ortaya çıkar. Ölçme işlemi, çoklu konumların üst üste gelmesiyle oluşan durumu, elektronun tek bir noktada bulunduğu duruma çöktürmüştür. Kutudaki kedide de aynı şey olur. Kedinin durumu, ya canlı olduğu, ya da ölü olduğu duruma bir çökme yaşar. Dolayısıyla deneyci kediyi, alışık olduğu biçimde, ölü ya da diri olarak görür. Hiç bir şekilde, deneycinin üst üste gelmiş durumu birinci elden gözlemlemesi olanağı yoktur. Kutu çevreyle etkileşiyorsa ne olur? Peki deneyci kapağı açmadan kedinin durumu hakkında bilgi sahibi olabilir mi? Örneğin, kutu henüz kapalı iken kutu içinden cam kırılmasına benzer bir ses gelmişse, deneyci bundan kedinin rahatlıkla ölü olduğu sonucunu çıkarabilir. Bu durumda kutunun kapağını açtığında kediyi kesinlikle ölü olarak görecektir. Bir anlamda kutu içinden ses gelmesi, tıpkı kutunun kapağının açılması gibi bir ölçme işlemidir. Ha kediyi ölü gibi yerde yatarken görmüşsünüz, ha onu öldüreceği kesin zehir şişesinin kırıldığını duymuşsunuz. Her ikisinde de deneyci aynı sonucu çıkaracağı için, her ikisi de kedinin durumunun çökmesi anlamını taşır. Schrödinger, işte bu kadar mantığa zıt bir teorinin düzeltilmeye muhtaç olduğunu söylüyor. Buna karşılık bir çok fizikçi (Hawking, Gell Mann ve başkaları) bu problemin yapay olduğu görüşündeler. (Bu arada ayrıntılarını Bilim ve Teknik Dergisi'nin Ağustos 2000 sayısında bulabileceğiniz bir deney yapılıyor ve makroskobik sistemlerin üst üste gelmiş durumlara sokulup sokulamayacağı araştırılıyor. SQUID denen madde ilk önce saat yönüne akan bir akım durumuna konuyor. Daha sonra mikrodalga ışık altında akımın ters yöne aktığı duruma geçip geçmediği kontrol ediliyor. Ve sonuçta bunu ölçmeyi başarıyorlar. Bu deney makroskobik sistemlerin de üst üste gelmiş durumlara sokulabileceğini gösteriyor. Ancak bu deney çok düşük sıcaklıklara gereksinim duyuyor. O yüzden bu, Schrödinger'in kedisi deneyinin kendisinin yapılabileceği anlamına gelmiyor. Niels Bohr, "Bir insan kuantum fiziğini düşünürken hiç başının dönmediğini söylüyorsa, bu, konuyu hiç anlamadığını gösterir." demiş. "Üstüste gelme", "Tünelleme", "Belirsizlik İlkesi", "Kuantum Alan Kuramı" , "Spin" gibi konuları gördükten sonra insan hak veriyor doğrusu... Bu makale için yararlanılan kaynaklar : Bilim ve Teknik Dergisi / Aralık 94 / Ağustos 2000 / Ekim 2000
  22. yam_yam

    Madde

    En uzak yıldızdan en küçük toz taneciğine kadar evrende bulunan her şey inanılmaz çeşitlilikte maddeden yapılmıştır. Yaklaşık 200 yıl kadar önce ısı, bir çok bilim adamı tarafından maddenin özel bir çeşidi olarak görülüyordu. Fakat ısının küçük madde parçalarının hareketi olduğu artık biliniyor. Aynı şekilde, ses de maddenin belirli bir hareketidir. Tüm değişik madde çeşitlerinin ortak bir özelliği vardır; kütle. Kütle, herhangi bir madde içindeki malzeme miktarıdır ve harekete karşı direnç gösterir. Örneğin bir kamyon, oyuncak arabadan çok daha fazla kütleye sahiptir ve hareket ettirilmesi çok daha zordur. Evrende her parça madde, diğer tüm madde parçalarını çeker, ancak maddenin miktarı önemlidir; büyük bir parça, küçük bir parçayı bir diğer küçük madde parçasından daha güçlü çeker. Eski yunan filozofları maddenin doğasını şiddetle tartışmışlar ve tüm görünen karmaşıklığına rağmen dünyanın basit olduğu sonucuna varmışlar. İ.Ö 600' lü yıllarda Thales, bütün maddelerin sudan yapıldığını ortaya attı. Empeodeles (İ.Ö 5 yy) tüm maddelerin farklı oranlarda karışmış olarak, dört temel madde ya da elementten oluştuğuna inandı; toprak, su, hava ve ateş. Bir sonraki yüzyılda Aristo, cennetten geldiğine inanılan "eter" adını verdiği beşinci bir maddeyi ekledi. Leucippus'un (İ.Ö 5.yy) da sadece bir çeşit madde olduğuna dair bir teorisi vardı. Buna göre eğer madde defalarca kesilirse , kalan son kısmın kesilemeyecek madde parçacığı olduğunu düşündü. Daha sonra Democritus, İ.Ö 400'lü yıllarda, kesilemeyen bu parçacıklara "bölünemeyen" anlamına gelen "atom" adını verdi. Fakat atomlara inanmayan Aristo, kendisini izleyen 2000 yıl boyunca en yetkin filozof olarak kabul edildiği için onun elementler ile ilgili düşüncesi hüküm sürdü. Maddenin en küçük temel taşı nedir? Bu soruyla başlayan araştırma serüveni 1897'de Thomson'ın elektronu bulmasıyla başladı. Ardından proton,nötron,pozitron, müon, pion, nötrino diye adlandırılan parçacıkların bulunmasıyla devam etti. 1955’ lere kadar bilinen tüm parçacıklar bunlardı. Ancak bu tarihten sonra devreye hızlandırıcıların da girmesiyle olaylar ilginç boyutlara ulaştı. 1960 'larda yapılan hızlandırıcılarda çok sayıda bilinmeyen parçacık gözlemlendi. 1970'li yıllara gelindiğinde elektronun boyutu belirlenememekle birlikte nötron ve protonun her ikisinin de çaplarının yaklaşık olarak 2x10^-15 metre olduğu saptandı. Boyut belirlemesinden öteye bu parçacıkların kuark denen daha küçük parçacıklardan oluştuğu görüldü. Kuarklar, proton ve nötron gibi çekirdek parçacıklarını, taşıdıkları "renk yükü" sayesinde çeşitli bileşimlerle oluşturan en temel madde parçacıklarıdır. (Not : Yükün, artı ya da eksi olarak iki işareti olabilir. Kuarkların üç durum alabilen başka bir önemli özelliği daha vardır ; fizikçiler bu özelliğe "renk" adını vermişlerdir) Gell-Mann ve Zwelg'e göre baryonlar üç kuarktan, mezonlar ise kuark ve antikuarklardan oluşmuştur. Önceleri hipotez olarak öne sürülen kuarklar, "Omega" parçacığının keşfiyle gerçeğe dönüştü. Elektron, kütle olarak kuarklardan çok daha küçük olmasına rağmen, yük ve diğer fiziksel özellikleri bakımından maddeyi oluşturan en küçük yapı taşı olarak kabul edilememektedir. Sonuç olarak, insanoğlu maddeyi oluşturan en küçük yapıtaşını belirlerken konu, tarihi gelişimi içinde aşağıdaki aşamalardan geçmiştir denilebilir. Molekül - atom - çekirdek - nükleon - kuark - ? Peki ilk madde nasıl oluştu? Bu soruya insanoğlu belki de hiç yanıt bulamayabilir. Ancak Big Bang'e dönersek ; Evren'in oluşumunun başlangıcında, sıcaklık 20 milyar dereceye çıktığı zaman saniyenin yüzbinde biri kadar bir süre içinde oluştuğu düşünülen bir madde olan "kuarklar ve gluonlar plazması" maddenin bildiğimiz biçimini almasından tam önce var olmuştur. Başlangıçta enerji son derece yoğundu ve patlamaya benzeyen bir olay oldu: "Big Bang" madde çok çabuk olarak bildiğimiz biçimini aldı. Evren, nükleonlar (atom çekirdeklerini oluşturan parçacıklar) dan ve elektron,nötrino, foton vb. öbür parçacıklardan oluştu. Atomlar ise çok sonra, sıcaklık ve yoğunluğun yeterince düşerek elektronların nükleonlar çevresindeki çekim alanına girmesi ile oluştu. Maddenin bu ikinci dönüşümü, birincisi kadar önemli olamaz. Kimi yerlerde bu dönüşüm oluşmamıştır. Örneğin, nötron yıldızlarındaki madde , yalnız nötronlardan oluşmuş durumda kalmıştır; bu yıldızlar da atom çekirdeklerini oluşturacak nükleon gruplarının çevresinde dolanan eksi yüklü elektronlar yoktur. Yararlanılan Kaynaklar : Bilim ve Teknik Dergisi / Ağustos 1987/ Haziran 1989/ Ekim 1994/ Aralık 2002 Bu makaleyi hazırlarken,herkesin anlayabilmesi için olabildiğince bilimsel terimlerden uzak durmaya çalıştım. Daha ayrıntılı bilgi isteyenler, vermiş olduğum kaynaklara bir göz atabilirler...
  23. yam_yam

    Kuduz

    Bu kelimeyi duyup da ürpermeyenimiz var mı acaba? Sanırım bunun için haklı sebeplerimiz var. "Hastalık bir kez açığa çıkınca hastanın yapacağı bir şey kalmaz. Ne yatabilir, ne de ayakta durabilir. Delice sağa, sola çarpar, elleriyle vücudunu tırmalar ve aşırı bir susama duygusu içine girer. Buna karşın suyu görmeyi hiç istemez, ölme pahasına da olsa, suya dokunmaz bile. Ağzından köpükler çıkar, saldırganlaşır, etrafındakileri ısırır. Gözleri kayar, sonuçta bitkin bir halde, büyük acılar içinde ölür." Bu korkunç sonu bir hekim böyle anlatıyor. Böyle olunca da, "kuduz" kelimesini duyan insan ister istemez ürperiyor. Zira hepimiz bir şekilde bu korkunç sona ilişkin bilgileri görerek, duyarak ya da okuyarak edinmişizdir. Peki nedir bu kuduz ? Nasıl bulaşır ? Etkileri nelerdir ? Kuduz riskiyle karşı karşıya kalan biri ne yapmalıdır? Aşağıda bunlara değinmeye çalışacağım... Kuduza neden olan, tipik mermi şeklinde bir virüs. Bir yara ya da ısırılma ile insan ya da hayvan vücuduna giren kuduz virüsü, ilk çoğalmasını kas hücrelerinde yaptıktan sonra sinir hücrelerine yöneliyor. Asıl hedef ise "beyin". Kuduz virüslerinin esas çoğaldıkları yer beyin hücreleridir. Yeterince çoğaldıktan sonra da tüm vucuda dağılıyor. Virüslerin rahatça çoğalabildikleri bir başka yer de tükrük salgı hücreleri. Bu nedenle kuduran bir hayvanın ya da insanın salyasında, çok miktarda kuduz virüsü bulunur ve bu hastalık büyük ölçüde ısırma ile bulaşır. Hayvandan hayvana ve hayvandan insana bulaşma , doğrudan ısırma ya da mukozaların (ağız, burun ve göz kapağının iç yüzeyi) hayvanın salyasıyla temas etmesiyle oluyor. Ayrıca enfeksiyon, derin ve kirli yaralara virüslü salyanın bulaşmasıyla da meydana gelebiliyor. Yani bu hastalığa yakalanmak için kuduz bir hayvanın saldırısı tek yol değil. Neyse ki, hastalık vücuda girer girmez başlamıyor. Virüs vücuda girdikten sonra belli bir kuluçka dönemi geçiriyor. Doğal enfeksiyonlarda kuluçka süresi 10-209 gün arasında değişebiliyor. Normal koşullarda ise 14-60 gün kadar. Kuluçka süresi organizmaya giren virüsün miktarına ve bulaşma yerinin merkezi sinir sistemine olan uzaklığına bağlı. Beyine yakın, özellikle kafadan ve ağır ısırılmalarda kuluçka süresi kısalırken, kol ve bacaklarda ve hafif ısırıklarda uzamaktadır. Peki kuluçka süresinden sonra ne oluyor? Kuluçka süresinden sonra hastalığın başlangıç belirtileri ortaya çıkıyor. Bunun belirtiler için önce hayvanlardan başlayalım. Hayvanlarda başlangıç dönemi 2-3 gün sürüyor. Davranış bozuklukları oluyro ve beden ısısı artıyor. Hayvan ısırık bölgesini yavaş yavaş kaşımaya ve tırmalamaya başlıyor. Sonra saldırganlık dönemi... Bu dönem 2-4 gün sürüyor. Kuduz kedi ve köpek başlarda ürkek ve korkak olur, yabancı cisimlere karşı ilgisi artar. Alışık olmadığı gıdaları yeme isteği olur.İştah azalır buna karşın su içme isteğinde belirgin bir artış görülür.Hasta hayvan sık sık idrar yapar, yara yerini kaşır. Gözlerde irileşme ve kızarıklık olur. Hasta hayvanlar loş yerlere saklanmayı sever. Kediler dolap ve kanepe altlarına saklanır.. Bilinç giderek kaybolur ve hırçınlaşarak her şeye karşı olur. Sahibinin emirlerini dinlemez. Her önüne gelen canlıyı bu arada sahibini de ısırır. Köpekler evi terk ederek bir daha geri dönmez. Ağızda bol salya akar. Maksatsız havlama ve miyavlama dikkati çeker. Normalde köpeklerden çok korkan kediler, kuduz hastalığında çekinmeden köpeklere saldırırlar. Ve felç dönemi... Felç dönemi 2-4 gün sürer. Hastalık ilerledikçe öncelikle ısırılan organdan başlayan ve daha sonra tüm vücutta felçler meydana gelir.Havlaması değişir ve salyası belirgin olarak artar. Hayvan rahat hareket edemez,dengesini kaybeder, zig-zag çizerek yürür ve daha sonra yere düşer. Tam felç gelişmesinden sonraki 1-2 gün içerisinde hayvan ölür.Klinik belirtiler ortaya çıktıktan sonra tedavisi yoktur. Kuduza yakalanmış hayvanlar 1 hafta içinde mutlaka ölürler. Peki insanlarda bu süreç nasıl işliyor? İnsanlarda belirtiler genellikle çok tipik olmuyor. İştahsızlık, kırgınlık, yorgunluk ve ateş var. Hastaların %50'sinde ısırık bölgesinde ağrı ve duyu kaybı görülüyor ki, kuduza özgü ilk belirti de budur. Daha sonra huzursuzluk, aşırı korku hali, saldırganlık, uykusuzluk, psiyikatrik bozukluklar ve depresyonla bunlara eşlik eden öksürük, boğaz ağrısı, titreme,karın ağrısı,bulantı,kusma, ishal görülebiliyor. Sinirsel belirtiler ise, hiperaktivite,uyum bozukluğu, hayal görmeler, sara krizleri, anormal davranışlar, ense sertliği, hızlı ve sık nefes alıp verme, salya artımı ve felçler şeklinde ortaya çıkıyor. Hiperaktivite atakları tipik olarak 1-5 dk.süreyle ve aralıklı olarak meydana geliyor ve kendisini saldırganlık, kendi kendine ve etrafındakilere vurma, koşma, ısırma şeklinde gösteriyor. Hastaların yaklaşık olarak yarısı ataklar döneminde su içmek ister ve su içme teşebbüsü sırasında boğaz kaslarının kasılması nedeniyle tıkanma, boğulma hissi ortaya çıkar. Bu nedenle hastalarda hidrogobi (sudan korkma) gelişir. Nörolojik belirtilerin gelişmesinden 4-10 gün sonra saatler ya da aylarca sürebilen koma hali görülür ve sonunda hasta yaşamını kaybeder. Peki kuduz riskinde ne yapmalıyız? Şüpheli bir hayvan tarafından ısırıldıysak yapmamız gerekenleri şöyle sıralayabiliriz: Yara yeri sabunlu ya da deterjanlı su ile bolca yıkanır. Çok basit gibi görünen bu uygulama, özellikle yüzeysel yaralarda riski %90 oranında azaltır.Isırık yarasının beyine yakınlığı virusun beyine ulaşması açısından önemlidir. Yara bölgesi beyine yakın ise en kısa sürede bir sağlık kuruluşuna başvurmalıdır. Diğer bölge ısırıklarında bu süre 0-36 saat en fazla 72 saat olmalıdır. Sağlıklı bir görünümü olan köpek, kedi veya diğer bir evcil hayvan insanı ısırdığında, o hayvan hemen yakalanmalı ve 10 gün boyunca gözlem altında tutulmalıdır.Bu süre içinde hayvanda kuduz görülmezse, Korkulacak bir şey yok demektir. Zamanında yapılan aşı tedavisinin başarı oranı %100. Bunun için Pasteur ve kuduz aşısının gelişimine katkı sağlayanları minnetle anmamız gerekiyor. Zira zamanında yapılan tedavi sonrasında korkulacak bir şey kalmıyor. Ancak hastalık belirtileri çıktıktan sonra da hasta için yapılacak bir şey kalmıyor. O yüzden böylesi bir durumda hiç riske girmeden en yakın sağlık kurumuna gitmekten kaçınmamak gerekiyor. Bir de bu riskten uzak durmak için neler yapılmalı ona bir göz atalım... Evcil hayvanlar kontrol altında tutulmalı.Özellikle geceleri serbest bırakmamaya çalışın. Evde beslediğiniz hayvanların kuduz aşılarını zamanında yaptırın. Tanımadığınız hayvanlara yaklaşmayın ve oynamayın. Hasta gibi görünen hayvanlara yardım etmek için dokunmayın. Ölü hayvanlara yaklaşmayın ve dokunmayın. Maalesef ülkemiz gibi evcil hayvan kuduzunun tam olarak kontrol edilemediği bölgelerde, bildirilen insan kuduzu vakalarının %90'ından köpekler sorumludur. Evcil hayvan kuduzunun iyi kontrol edildiği Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve bir çok Batı Avrupa ülkesinde ise köpekler insan kuduzu vakalarının % 5 ya da daha azından sorumludur. Oysa ki İngiltere, Japonya, İsveç gibi gelişmiş ülkeler, uygulanan hayvan kontrol programları ve karantina düzenlemeleri sonucunda ülkelerinde hiç kuduz vakası görülmediğini bildirmektedirler. Umarız en kısa zamanda ülkemizde de bu sorunun önüne geçilir. Aksi halde insanlar bu korkunç son ile karşı karşıya kalmaya devam edecekler... Kaynaklar : Bilim ve Teknik Dergisi/ Haziran 1987 Bilim ve Teknik Dergisi/ Şubat 2005 http://www.bilkent.edu.tr/~bilheal/a...2/kuduzorj.htm http://www.genetikbilimi.com/genbilim/kuduz.htm
  24. yam_yam

    % 98 Müslüman mı?

    %98'in abartılı bir rakam olduğu açıktır. Ancak asıl çoğunluğu oluşturan kesimin ne olduğunu hepimiz biliyoruz sanırım. "Elhamdülillah müslümanım" diyen, ancak ibadeti 30 gün oruç, cuma ve bayram namazlarından oluşan, kalanını ise bir ayağı çukura girdiğinde önemseyen, din hakkında bildikleri sağdan soldan duyduklarıyla sınırlı olan bir topluluk. Evet, Türkiye'de günümüzdeki müslümanların büyük çoğunluğunu yukarıdaki profil oluşturuyor. Siz ister buna "iman eksikliği" deyin, ister "toplumsal yaşam şartlarının getirdikleri" ; ancak sonuç değişmiyor. Müslüman mı, müslüman... Tamam o zaman... Gerisini kimsenin önemsediği yok. Zaten toplumsal kurallar Hukuk ve Ahlak kuralları ile çizilmiş, ibadeti de annesinden babasından, ninesinden,dedesinden öğrenmiş... E bundan iyisi Şam'da kayısı... Gerisi de zaten "Allah affetsin" .. Asıl söylemek istediğim ; din artık yavaş yavaş toplum üzerindeki etkisini kaybetmektedir. Dine bağımlılık "Elhamdülillah müslümanım" düzeyindedir. "Çalışmak da ibadettir" , "İçki içiyorum ama Ramazan'da/Üç aylarda içmem", "Dini gereği kadar yaşayamıyorum ; ancak kalbim temiz, Allah görür" , "Peygamberimiz zamanında öyleymiş... Şimdi peygamber yaşıyor olsaydı O'da böyle yapardı." İnsanlar artık bu cümleleri kullanıyorlar. Ne zamanki yaş kemale eriyor, artık bir ayak çukurda, işte o zaman ölüme yakınlık psikolojisiyle öte dünyayı düşünmeye başlıyorlar. İnanmazsanız Cuma,Bayram ve Cenaze namazları dışında camilerdeki yaş ortalamasına bir göz atın. İnsanlar artık o kurallarla yaşamak istemiyor. Büyük çoğunluğun da "Elhamdülillah müslümanım" demesi toplumsal şartlanmışlık, tabular ve küçüklükten itibaren kafalara işlenen cehennem korkusundandır. Zira yalnızca o iki kelime bile cehennemden yırtmak için yeterlidir. Kıyamet yakındır arkadaşlar.... Yormayın kafanızı
  25. yam_yam

    Bilim ve Din

    Günümüzde teolojinin sarılabileceği pek az şey kaldı. Zira bilimsel verilerin çık kısıtlı olduğu dönemlerde dinler insanların merak ettiği konulara bir şekilde açıklamalar getirmiş, başka açıklama olmadığı için de insanlar bunları sahiplenmişlerdi. Gel zaman git zaman bilim, yavaş yavaş teolojinin açıklama getirdiği konulara müdahil olmaya başladı. Bilim bazı konuları teolojiden daha iyi ve kapsamlı açıklamaya başlamıştı. İşte bu durum bazılarını fena halde rahatsız etti. Pek çok bilim adamı teolojik kaygılarla susturulmaya çalışıldı, hatta ölüme mahkum edildi. Ancak bu durum bilimin gelişmesine engel olmadı. Bilim her geçen gün bilinmeyen sorulara yeni cevaplar üretiyordu. Örneğin eskiden insanlar yağmur ve doğa olaylarından bir meleğin sorumlu olduğunu düşünürken, bilim bu işleyişi bir meleğe ihtiyaç olmadan açıklamayı başarmıştı. Teoloji nedir ? Neden insanları kendine bu kadar bağlamıştır? Bu soruların cevabı aslında basittir. İnsanlar meraklı canlılardır. Her zaman için cevabı bilinmeyen sorular üretmeyi başarmışlardır. İşte teoloji insanın bu yönüne hitap eder. İnsanları bir şekilde tatmin eden cevaplar üretmiş, bu yönüyle insanları kendine bağlamayı başarmıştır. Bu yönüyle de binlerce yıldır rakipsiz kalmıştır. Ama artık bir rakibi var. Tabii bu "bilim bir din midir" tartışmasının içeriği değildir. Bilim, dinin binlerce yıldır insanların bilinmeyenlerine getirdiği cevaplara artık taraf olmuştur. Bilim, cevaplar getirdikçe teoloji bilinmeyenler tarafına çekilmiştir. Bilim, cevaplar getirdikçe teolojinin gücü zayıflamıştır. Artık teoloji yalnızca belli başlı konularda insanları tatmin ediyor. Onların da hemen hepsi felsefi sorulardan ibaret. Bugün teolojiyi ayakta tutan "İnsan nedir" , "Neden buradayız" , "Hayatın anlamı nedir" gibi sorulara getirdiği cevaplardır. İşte geldik zurnanın melodiyi bozan deliğine. En sık tartışılan, ancak cevabı hep iyimserce karşılanan soruya; "Bilim ve din yanyana mı, karşı karşıya mı?" Cevabı çoğu zaman iyimserce karşılanıp her ikisinin de birbirleri ile ilişkisinin olmadığı yönünde cevabı verilen soru. Acaba öyle mi? Bence değil... Zira öyle bir zaman gelecek ki, artık bilim teolojinin verdiği cevapların çok daha fazlasını inkar edilemeyecek biçimde vermeye başlayacak. Öyle bir zaman gelecek ki, teolojinin arkasına sığınabileceği bir soru kalmayacak. Elbette bilim, teolojiyi bir rakip olarak görmez. Bilimin teolojik kaygıları yoktur. Bilimi rakip olarak gören teolojidir. Zira bilim, teolojinin varlığını tehdit etmektedir. Neyseki artık teolojinin eskiden olduğu gibi bilimi baskı altına alacak gücü ve etkisi yoktur. Sizce evrim teorisine neden bu kadar çok saldırılıyor? Bilim, teolojinin elindeki en önemli cevaplardan birini insana vermeye çalışmaktadır; "İnsan nasıl varolmuştur ?". Elbette bu durum, teolojik kaygılar nedeniyle teistlerin kabul edemeyeceği bir durumdur. Zira teolojinin ayakta kalmasını sağlayan en sağlam bir kaç kolondan biri de bilim tarafından yıkılmak üzeredir. İşte bu yüzden evrim teorisine bu kadar saldırılıyor, onun için sahtekarlıklara başvuruluyor.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.