Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

yam_yam

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    2.202
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    9

yam_yam tarafından postalanan herşey

  1. Yukarıdaki zırvaları alıntılayan siz, acaba isimlerini saydığınız fizikçilerin çalışmalarını bir defa olsun açıp okudunuz mu? Fizik biliminin maddeye bağlı olmadığını bırakın bu fizikçileri, akli yeterliliği yerinde ve ilkokul seviyesinde eğitim almış olan hiç kimse söyleyemez. Yukarıda ilgili fizikçilere atfen söylenenler alenen Y-A-L-A-N-D-I-R. Genel Görelilik ve Standart Model'in ne söylediği konusunda zerre fikir sahibi olmayan insanlardan başka ne beklenir ki?
  2. Konu şurada ( http://www.turkish-media.com/forum/index.p...st&p=129241 ) açılmış ve gerekli yanıtlar verilmiştir....
  3. O kısmı anlayabildiğinizi sanmıyorum sayın suheda... Kralx , "Ben evrim teorisine göre insanın atasının maymun olduğunu söylemedim" demiş, ancak alıntıladığım gibi bu ifadeyi pek çok defa kullanmış.. Kralx "Sana evrim terorisi hakında ders verecek kadar bilgim var.." demiş, ancak "Evrimleşme varsa, günümüzdeki maymunlar ne ayak?" gibi absürd ötesi bir soruyla bu konunun neresinde olduğunu göstermiş...
  4. Ben de Jüpiter'den geliyorum.... Keh keh keh... Evrim teorisi hakkında vereceğin derslere bakalım... Ne demişler, kılavuzu H.Y. olanın burnu.............. Keh keh keh
  5. Konuyu aşağıdaki linkte işlemiştik... Oraya bakmanızı öneririm.. http://www.turkish-media.com/forum/index.p...mp;hl=başlangıç
  6. Daha önce yazmıştık da ne oldu ? Tek yaptığın, "Peki onlar tesadüfle mi olmuş?" gibilerinden bir şeylerle çürütmeye çalışmak olmuştu...
  7. Evet... Gayet bilimsel bir tespit...
  8. Yahu biz Allah'ın varlığını kabul etmiyoruz ki, ezeli olduğunu kabul edelim. Ne yani, okyanusların bilmem kaç bin metre derinlikleri olduğuna bakarak, Poseidon'un bu kadar dipte olup olamayacağını mı tartışacağım?
  9. yam_yam

    Eğitimde Köktendinci İşbirliği

    Son günlerde, modern bilimin Darwin’in evrim teorisini tamamen reddettiği şeklinde savlar HY takma ismi ile evrime ve bilime karşı mücadele eden kişi ve kişilerce, ve belli bazı çevrelerce sık sık yinelenmektedir. Bu savlar tamamen gerçek dışı olup evrimle ilgili olarak toplumumuzu yanıltma amacını taşımaktadırlar. Günümüzde biyoloji alanında yapılan eğitim, öğretim ve araştırmalar evrimi temel almaktadır. Evrim biyolojideki en önemli kavramdır. Evrimden sözetmeden biyoloji öğretmek periyodik cetveli anlatmadan kimya öğretmeye benzer. Ülkemizde ve dünyada bazı kimseler dinsel kaygılarla evrime karşı çıkmaktadırlar. Yeryüzünde insanın varlığını sürdürebilmesi, hem kendi evrimini hem de diğer canlıların evrimlerini ayrıntılı biçimde anlamasına bağlıdır. Evrim olgusu dünyanın döndüğü gerçeği kadar gerçektir. Bugün binlerce bilim adamı evrimin olup olmadığı konusunda değil, evrimin nasıl olduğu konusunda araştırma yapmaktadırlar. İnsan genom projesinin de başarıya ulaştığı çağımızda insanlık, başka türlerin olduğu gibi kendi türünün evrimini de yönlendirebilecek konuma gelmiştir. Halkımızı ve özellikle gençlerimizi bu konudaki bilimsel gelişmelerin dışında tutmak kendi evrimimiz ve diğer canlıların evrimi konusunda söz sahibi olamamak anlamına gelir. .................................... Prof. Dr.Aykut Kence (ODTÜ Biyoloji Bölümü Yazının devamı için : http://www.universite-toplum.org/pdf/pdf.php?id=62 Bir Milli Eğitim Bakanı, merkezi ABD'de bulunan yaratılışı araştırma enstitüsü adında köktendinci bir Hıristiyan kuruluş ve adında bilim ve araştırma sözcükleri geçen bir vakfın Türkiye'de biyoloji eğitimini dinsel bir temele oturtmak amacı ile yaptıkları ve okullarımızda etkileri hala süren işbirliğinden söz etmek istiyorum. Yaşam ortak bir geçmişi mi paylaşmaktadır? Diğer bir deyişle canlı türleri evrimleşerek mi günümüzdeki görkemli çeşitliliğe ulaşmışlardır? Bilimin 150 yılı aşkın bir süredir araştırdığı bu soruya yanıtı evettir. Ne var ki bilimin bu yanıtını kabullenemeyen dinci çevreler, evrim kuramını karalamak ve çarpıtmak için aralarında ABD ve Türkiye’nin de bulunduğu çeşitli ülkelerde muazzam bir çaba harcamaktadırlar. Bu çabanın en büyük hedefi de orta öğretimdeki öğrencilerdir. Bu nedenle Türkiye’de 20. yüzyılın bilimi olduğu söylenen biyolojinin ders saatleri orta öğretimde en aza indirgenmiş ve biyoloji derslerine çağdaş hiç bir ülkede görülmeyen biçimde, evrime seçenek olarak yaratılış görüşü eklenmiştir. Yaşamın ortak bir geçmişi paylaştığını söyleyen evrim kuramına karşı İncil'deki yaratılış öyküsünün kelimesi kelimesine gerçek olduğunu savunan Yaratılışı Araştırma Enstitüsü (Instute for Creation Research), ABD'de yaratılış öyküsünü orta öğretim ders programlarına sokmanın mücadelesi içindedir. Yaratılışı Araştırma Enstitüsünün (ICR) yayın organı olan Acts and Facts dergisinin Aralık 1992 sayısında “Türkiye’de Tarihi Yaratılış Konferansı”(1)başlıklı haberde şu satırlar yer almaktadır: “1980’li yılların ortalarında birgün ICR, Türk Milli Eğitim Bakanı Mr. Vehbi Dinçerler’den, davetsiz bir telefon aldı. Dini bütün bir müslüman olarak Mr. Dinçerler yaratılışa inanıyordu (yaratılışın Kur’an’daki anlatımı İncil’deki ile hemen hemen aynıdır). Türk Hükümetinin bir üyesi olarak, tüm eğitim sistemine vakıf olduğu için okullarında baskın olan laik temelli salt evrim öğretimine son verip, bunun yerine yaratılış ve evrime eşit zaman ayrıldığı iki modelli bir sistemi getirmek istiyordu. Bunun sonucu olarak yaratılışın bilimsel (İncil'deki değil) kanıtlarını içeren ICR’nin çeşitli kitapları Türkçe’ye çevrildi ve Türkiye’de tüm okul öğretmenlerine dağıtıldı.” .............. Ülkemizde ise bilimsel düşünceyi gençlerimize benimsetmekten en başta sorumlu olması beklenen laik Türkiye Cumhuriyetinin bir Milli Eğitim Bakanı ABD’deki köktendinci bir kuruluşa başvurarak yaratılış görüşünü biyoloji öğretim programına sokma konusunda onların yardımını istemiştir. ABD'de başaramadıklarını Türkiye'de ummadıkları bir kolaylıkla gerçekleştiren ICR yöneticileri 1992’de çağrılı olarak Türkiye’ye gelirler. Yukarıda sözü edilen haberde bu olay şöyle anlatılıyor: “... Tüm okul öğretmenlerinin ve üniversite akademisyenlerinin çağrıldığı önemli bir çıkışın, bir konferansın zamanı gelmişti. Dr.Gish ve Dr. J. Morris masraflar Türklere ait olmak üzere konferans vermek için çağırıldılar. Bu sıradışı talep, kabul edilmeden önce dikkatlice tartıldı. İki dinin (Hıristiyanlık ve İslam) yaratılış doktrinleri arasında fazla bir fark olmamasına karşın, dinler arasındaki önemli farklar gözardı edilemezdi... Halk konferansı sırasında İncil’e ve Hıristiyanlığa herhangi bir atıfta bulunulmaması özellikle istenmişti.” ICR'ın Türkiye ile sıcak ilişkileri sonraki yıllarda da sürdü. Acts and Facts dergisinin Eylül 1998 sayısında yer alan “ICR Türkiye’deki yaratılış hareketine yardımcı oluyor”(5-6) başlıklı haberde ise Türkiye’de şaşırtıcı bir hareketin gerçekleştiği söylenerek şöyle devam ediliyor: “Yıllardır topluma egemen olan laiklik ve eğitimde evrimsel darbeye artık hoşgörü gösterilmeyecek. Türkiye’den Bilim Araştırma Vakfı buna karşı çıktı ve şimdi Türk halkını Özel Yaratılışa olan inançlarına sarılarak manevi temellerine dönmeleri için teşvik ediyor. ICR'den bu konuda yardım istediler ve biz de bu isteği karşıladık.” Haberin devamında 1998 yılında İstanbul ve Ankarada yapılan evrim ve bilim karşıtı toplantılardan övgü ile söz ediliyor. Aynı derginin başka sayılarında Hıristiyan misyonerlerinin Türkiye’deki deneyimlerinden, Hıristiyanlığı kabul ederek “kurtulan” Türk gençlerinden söz ediliyor. Evrim kuramı günümüzde yeryüzünde görülen biyolojik çeşitliliği en iyi açıklayan bilimsel kuramdır. Biyolojinin tüm dallarındaki buluşlar, evrim kuramıyla anlam kazanmaktadırlar. Evrimsel biyolojinin tarımda, tıpta, hatta ekonomide sayısız uygulamaları vardır. Bu nedenle son 20-30 yılda dünyada evrim alanında araştırma ve eğitim yapan ülke ve kurumların sayısında hızlı bir artış görülmektedir. ................ Prof. Dr. Aykut Kence (ODTÜ Biyoloji Bölümü) Yazının devamı için : http://www.universite-toplum.org/text.php3?id=78
  10. yam_yam

    Evrim Kuramından Toplumsal Yansımalar

    "Evrim” değişim demektir. Canlılar aleminde ilk canlıların ortaya çıktığı 3.5 milyar yıldan bu yana sürekli bir değişim ve ve çeşitlenme olagelmiştir. Bu çeşitliliğin hızı bazen yavaş, bazen daha hızlı olmuştur. Buna bağlı olarak da günümüzde yaşamını sürdürmekte olan ve bir zamanlar bir şekilde yaşayıp yokolmuş olan canlılar arasında sürekli bir ilişki kurulmuştur. Yani günümüzde yaşayan canlıların tümü birbiri ile az ya da çok akrabadırlar. Evrim fikrinin ilk ortaya atıldığı zamandan beri (-Aristo ile başlar) bu konu tartışılagelmiş, son yıllarda yapılan bilimsel çalışmalar ile bir teori olmaktan çıkıp, “Bilimsel bir gerçek” haline gelmiştir. Ancak son zamanlarda Bilimsel birçok kanıt ile desteklenmiş olan evrim görüşüne karşın, bilimsel olmayan ve Bilimsel olarak da tartışılması bile mümkün olmayan bir görüş “- Akıllı Tasarım Fikri” topluma ve genç beyinlere ilköğretim ve lise biyoloji ders kitaplarına konularak okutulmaktadır. Bilim ile inançlar asla çatıştırılamaz. Bu nedenle toplumların yanlış öğretilerden kaçınması ve inançlarını ayrıca yaşamaları gereklidir. Bu Konferans, Bilimsel Düşünce ile İnançların çatıştırılmasının ne kadar büyük bir hata olduğunun görülmesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Evrim konusunda Türkiye’de bilgi verebilecek en yetkin isimlerden biri olan Sayın Prof. Dr. A. Nihat Bozcuk’un konferansını tüm gençlerimizi mutlaka izlemeye davet ediyorum. Prof. Dr. Murat Özmen Biyoloji Bölümü Başkanı http://www.inonu.edu.tr/gunluk/?p=204
  11. yam_yam

    Biyoloji Eğitiminde Evrim Sempozyumu

    Zaman içerisinde değişim olgusu olarak evrim, temel bilimlerin ve özellikle canlı bilimlerinin, omurgasını oluşturan veriler bütünüdür. Bu nedenle evrim öğrenilmeden hem biyoloji hem de temel bilimlerde bilimsel düşünme becerisi edinme ve bilimsel veri üretmede önemli eksikler olması kaçınılmazdır. Bu durum aslında biyoloji eğitiminin yanında, doğa bilimlerinin tümünde evrim felsefesinin bilimsel gerçekler ışığında öğretilmesini de gerekli kılmaktadır. Eğitim kapsam ve sistemlerini buna göre düzenleyemeyen toplumlarda bilimin gelişemeyeceği, böyle toplumların çağdaş dünya ile bütünleşemeyeceği ve zamanla birçok bedel ödemek durumunda kalacağı açıktır. Bir bilimsel düşüncenin ya da bulgunun alternatifi ancak başka bir bilimsel bulgu ve düşünce olabilir. Bilimsel çalışmalar ile elde edilen veriler ancak başka bir bilimsel çalışmanın sonucu ile desteklenir ya da değişikliğe uğrar. Bilimsel yaklaşımla ilişkisi olmayan "yaradılış görüşü" ya da günümüzdeki ifadesi ile "akıllı tasarım modeli" evrim görüşünün alternatifi bilimsel bir modelmiş gibi topluma aktarılmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla, bilimsellikten uzaklaştırılan yeni kuşakların bilimsel olan ile olmayanı ayırt edemeyecek şekilde yetişmeleri, böylece sorgulayamayan, araştırmayan bireyler olmaları amaçlanmaktadır. Milli Eğitim programlarında öncelikle Biyoloji Eğitimine ve genelde Temel Bilimler Eğitimine ayrılan kapsamın ve verilen önemin giderek azaltılması kendisini yaşadığı dünya, ülke hatta çevrenin nesnel olgu ve öğelerinden soyutlamış bir neslin yetiştirilmesine yol açmaktadır. Doğal olarak böyle bir toplumun başarılı olması ve çağdaş bilgi seviyesine ulaşması da beklenemez. Bu gerçekler ışığında, "Biyoloji Eğitimi içinde Nasıl Bir Evrim Eğitimi" verilmesi gerektiği ve toplumun güncel bilimsel bilgilerle donatılmasının gerekliliğinin bir kez daha vurgulanabilmesi için bu sempozyum düzenlenmiştir. 3-4 Mayıs 2007 tarihlerinde düzenlenecek "BİYOLOJİ EĞİTİMİNDE EVRİM SEMPOZYUMU" ile konusunun uzmanı bilim insanlarımızın aynı anda sizlerle buluşmaları ve bir bilim harmanında bilimsel olarak Biyoloji ve Evrim eğitiminin önemi ve kapsamının ortaya konulması amaçlanmaktadır. Bu vesile ile güzel bahar aylarının ilk günlerinde ve kayısı çiçeklerinin arasında sizleri İnönü Üniversitesinin ev sahipliğinde ağırlamaktan onur duyacağız. Eşsiz bir konferans salonu ortamında, çok güzel bir üniversite yerleşkesinde, seçkin bilim insanlarımızla birlikte bu çok önemli konuyu değerlendirmek ve bir katkı sağlamak amacıyla Malatya'da buluşabilmeyi diliyoruz. http://www.inonu.edu.tr/evrimsempozyumu/
  12. Kralx aşağıdaki şıklar senin için... a) e=mc2 Kur'an'da yazmadığı için kralx'in gözünden kaçmış... b ) Ya da kaçmamış da, bu formülü önemsememiş... c) Ya da önemsemiş de, bu formülün ne anlattığından haberi yok.. d) Ya da haberi var da işine gelmiyor... e) Ya da bilimin ne dediği umurunda değil... Kur'an ne derse o... Sonra da kalkıp "ben bilime önem veririm" demeyeceksiniz... Maddeyi yok edemezsiniz. Maddenin yok olmaması demek, onun ebedi olduğunu gösterir. Eğer bir şey ebedi ise, ona başlangıç aramanın manası yoktur. Big bang maddenin başlangıcı değildir. Zira big bang yoktan varolma anı değildir. Big Bang, varolan bir enerji topağının çevresine doğru yayılmasını anlatır. Sen önce bize Allah'ı göster, bırak da ondan sonra biz karar verelim "Allah ezeli midir, değil midir" diye...
  13. Dikkat edin de o kılçık elinize falan batmasın... Bilimin ne olduğundan bihaber olanların bilim adına atıp tutmalarına alışığız. Siz bakmayın birilerinin "işte meydan" diye don kişotluğa soyunmalarına. Tek yaptıkları, "Kendi bilgi ve niteliklerini veya mallarını överek karşısındakini kandıran, dolandıran biri"nin safsatalarını buraya taşımaktan ibarettir. "Hodri Meydan" dedenilmesinin ardından, "pekala" diyerek getirmiş olduğum argümana, ilgili şahsın sitelerinden cevap bulunamayınca "kem küm " edilmesini gördükten sonra bu tür meydan okumalara gülüp geçiyorum. Bugün bilim dünyasında "evrim var mıdır yok mudur" tartışması yoktur. Bugün bilim dünyasındaki evrim üzerine tek tartışma, evrimin işleyiş şekli üzerinedir. Daha bunu kavrayamayanların "bilim evrimi çoktan yalanlamıştır" gibi hilkat garibesi sözlerine itibar edecek değiliz. Aksini iddia edenler, bilim dünyasındaki onca makaleye karşılık evrimin olmadığına ilişkin bir tane (bilim tarafından yanlışlanmamış) akademik makale getirsinler. Bilim, her önüne gelenin hakkında atıp tutacağı bir konu değildir.
  14. Bilimin Kur'an'ı referans almadığından emin olabilirsin kralx... Sen hangi bulguları istiyorsun söyle de yardımcı olmaya çalışalım....
  15. Bu konuda dinin ne dediğini biliyoruz... Tanrı Adem'e bütün varlıkların isimlerini tek tek öğretmiş.. Ama nedense yazıyı öğretmek aklına gelmemiş. Yazı çooook çoook sonra sümerler tarafından bulunabilmiş. Keşke tanrı Adem'e yazıyı da öğreseymiş de, elimizde yüzbinlerce yıl öncesinden yazılı kaynaklar bulunabilseymiş
  16. yam_yam

    Siyaset

    Bilenler bilir, uzun süredir bu forumda olmama ve iki bine yakın mesaj yazmama rağmen güncel konularda hemen hiç bulunmam. Bunun nedeni de, hemen her güncel olayın ucunun siyasete dayanıyor olmasıdır. Oldum olası siyasetten hoşlanmadım. Ülkemizdeki siyaset anlayışı bana bir şey vaat etmediği gibi, bu şartlarda yapılan siyasetten de bir beklentim yok. Evet oldum olası sevemedim siyaseti.. Daha çocukken bile, babamın izlemek için can attığı haber bültenlerinde gördüğüm koca koca adamların seçim meydanlarındaki nutukları, bana o kadar yapmacık ve samimiyetten uzak gelirdi ki, hala da o zamandan bu zamana çok şey değişmiş değil. “Şunu yapacağım, bunu yapacağım, görürsünüz bak şunu da yapacağım” diyerek koltuklara oturanların, o koltuklara oturduktan sonra nasıl da semirdiklerini izleyerek büyüdüm. Nedense ülke aynı oranda semirmiyordu. İyi de, bu durumu yalnızca ben mi görüyordum? Halk nasıl oluyor da bu durumu göremiyordu; ya da görüyordu da, bu adamlar neden hala o koltuklarda oturuyorlardı? Galiba bu soru için hepimizin kendince vereceği cevaplar var. Siyaset dediğimiz şey nedir? Siyaset, sözlük anlamıyla "Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı" dır. Peki Devlet nedir? Yine sözlük anlamına göre, "Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık"tır. Peki biz insanlar bir devlete neden gereksinim duyuyoruz? Aidiyeti bir kenara bırakırsak, devlete en çok ihtiyaç duyduğumuz konu, "sosyal devlet" olgusudur. Yani, ekonomik ve sosyal alanlarda bireylere sosyal güvenlik ve adalet sağlayıcı politikalar üreten devlet modeli. Bu sosyal devlet modeli insanlara ne vermeyi vaat ediyor? Eğitim, sağlık, adalet ve güvenlik gibi konularda vatandaşına hizmet... Peki biz ne alıyoruz? Eğitim : Ezbere dayalı çökmüş bir eğitim sistemiyle, çağdaş ülkelerle başetmemizin mümkün olmadığı niteliksiz bir eğitim... Sağlık : Vatandaşın çok acil olmadığı sürece hastane kuyruklarında sürünmektense, evde hasta olarak yatmayı yeğlediği, kim öle, kim kala bir sistem.. Adalet : Vatandaşın, yıllarca süreceğini bildiği için dava açmaya korktuğu, sonuçlanan davalardan her iki tarafın da memnun olmadığı, 5 yıl ceza alan birinin 1,5 yıl yatıp çıktığı, 40 küsür suçtan sabıkası olan birinin bir sonraki suçunda "tutuksuz yargılanmak üzere serbest" bırakıldığı , masum vatandaşı korumak yerine, suçlunun korunduğu ve kimsenin anlayamadığı hilkat garibesi bir sistem... Güvenlik : Vatandaşın sokağa çıkmaya korktuğu, devletin kendi polisinin bile yaka silktiği bir model... Peki bunun karşılığında biz ne veriyoruz ? Dünya'nın en ağır vergilerini... "veriyoruz" derken, sade vatandaştan bahsediyorum. Yoksa Devlet'in yürüttüğü hangi sistem tıkır tıkır işlemiş ki, vergi sistemi işlesin? Peki tüm bunların müsebbibleri kim? Devlet bir tüzel kişilik olduğuna göre, elbette devleti yönetenler. Peki tüm bunlar olurken, devleti yönetenler nelerle uğraşıyorlar? Onların daha mühim işleri var... Devletin tasarrufunda olan menkullerin peşkeş çekileceği yerler var... Düzenlenecek usulsüz ihaleler, kullandırılacak usulsüz krediler var... Atılacak imzalar için alınacak rüşvetler var... Kendini temize çıkarmak, yandaşını kayırmak için çıkarılacak yasalar var… var oğlu var... Peki tüm bunlar olurken vatandaş nereye bakıyor ? Ya kendisi için özel olarak hazırlanmış suni gündemlere , ya da her gün bir yenisinin mantar gibi türediği yerli dizilere... Ben mi nereye bakıyorum? Yanıma almayı isteyeceğim üç şeyi de alarak, uzunca bir süre yaşayabileceğim bir adanın pembe hayallerine... Ha, bir de, seçim zamanı sandıkta kullanmak üzere tüm parti amblemlerinin üzerine vuracağım, bükülmüş olan işaret ve orta parmaklarımın arasından geçmiş baş parmağımın işlendiği mührü hazırlayabilecek bir mühürcünün numarası için telefon defterine…
  17. * Yarasaya görmeyen gözler koyan aklı sevsinler... * İnsanlarda işe yaramayan, bilakis pek çoğuna zarar veren 20 lik dişleri koyan aklı sevsinler... * Genetik sorunlar nedeniyle pek çok sakat doğum tasarımı yapan aklı sevsinler... * Dünya adlı gezegende insan denen canlıyı imtihan etmek adına 75 milyar ışıkyılı genişliğinde evren tasarımı yapan aklı sevsinler... * İnsan için olduğunu iddia ettiği evrende, insanın oluşumu için 13,5 milyar yıl bekleyen aklı sevsinler... * Yıldızlarla şeytan taşladığını iddia eden aklı sevsinler... * Göğü, Dünya'ya düşmemesi için tuttuğunu iddia eden aklı sevsinler... * Göğün yarılacağını iddia eden aklı sevsinler... vs.vs..
  18. Bu ayetlerin mecaz ile, şununla, bununla suvunulacak tarafı yoktur. Bu ayetler kıyamat zamanını anlatıyor. Alenen , gök yarılacağından dolayı, gökte olan tanrının da düşmemesi için tahtının 8 melek tarafından taşınacağı anlatılıyor. Hakka 14 : Arz ve dağlar yerlerinden kaldırılıp şiddetle birbirine çarpılarak darmadağın olduğu zaman, Hakka 15 : İşte o gün olacak olur. Hakka 16 : O gün gök yarılmış, sarkmıştır. Hakka 17 : Melekler de onun etrafındadır, O gün Rabbinin Arşını bunların da üstünde sekiz melek yüklenir. İnandığınız şeylerle yüzleşmekten korkmayın...
  19. Mütevazı açıklamaların için teşekkürler sevgili bilimselci ama, ben şahsen bu konuda elinize su dökemem...
  20. Şebeğe "şebek" demek hüner değil İnsan insan olmayınca, Atayla övünmek ar değil İnsan namert olmayınca ************** "Kuyruğu var" demekle,alçalmaz ki atası Bunları söyleyenin nasıl da doluyor kasası Önayak olanların boşver vursun kafası İnanmıyormuş inanmasın bilime mi düştü tasası
  21. yam_yam

    İnsan Evrimi ve Yaratılışçılık (II)

    İnsan "maymun"dan mı türedi? Yaratılışçıların yaptıkları en bariz çarpıtmalardan biri de insan evrimi söz konusu olduğunda "insanın maymundan türediği" söylemine başvurmalarıdır. HY da aynı taktiği sürdürmekte bir beis görmemektedir. Bu, temelden yanlış bir yaklaşımdır ve kasıtlı olarak Darwin'den bu yana sürdürülegelmektedir. Bunun doğrusu "insan, hem kuyruksuz büyük maymun hem de insan özelliklerini taşıyan ortak bir atadan türedi" şeklinde olmalıdır. Ancak evrim karşıtları, kitleleri ajite etmek, onları yanlış yönlendirerek desteklerini arkalarına alabilmek için bu ucuz numaraya başvurmaya özel bir gayret sarf etmektedirler. Aynı numaranın HY tarafından da yapıldığını görmek hiç de şaşırtıcı değildir. İnsanın maymundan geldiğini söylemek maymunu ata, insanı torun konumuna getirir. Halbuki ortak ata, insanın olduğu kadar kuyruksuz büyük maymunların da atasıdır. "İnsanın maymundan türediği" deyişinde zımnî bir amaç vardır. Bu ifade üzerine, evrim kuramı hakkında bilgisi olmayan birisinin kafasında, "İnsan maymundan geldiğine göre değişerek günümüze gelmiş, buna karşılık 'maymun' hâlâ yaşadığına göre değişiklik geçirmeden günümüze ulaşmış" düşüncesi yer edecektir. Arkasından da doğal olarak "Bir canlı türü değişirken diğeri niçin değişmiyor?" sorusu gündeme gelecektir. Ardından sorular çeşitlenerek devam edecektir. Maymun niçin evrimleşmedi? Maymunlar niçin insana dönüşmüyor? İleride insana dönüşecek maymunlar olabilir mi? İşte size bir çarpıtmanın anatomisi... Bunun yerine, insan ve kuyruksuz büyük maymunların ortak bir atadan geldikleri şeklinde ifade edersek bu soruların hiçbirine gerek kalmayacağı ortaya çıkar. Yani ortak atanın ne tam insan ne de tam kuyruksuz büyük maymun olduğu, ikisinin özelliklerini de barındıran bir canlı olduğu anlaşılacaktır. Bunun doğal bir uzantısı olarak, hem insanın hem de kuyruksuz büyük maymunların değişerek günümüze geldikleri sonucu ortaya çıkacaktır. Ancak bu formülasyon, insan evrimini gerçeğe daha yakın biçimde ifade ettiği ve kolay anlaşılabilir olduğu için yaratılışçıların işine gelmemektedir. Primat evrimi Peki bu ortak ata nasıl ortaya çıktı? Günümüzde 200'den fazla primat türü yaşamaktadır. Yok olan türlerin sayısı ise bundan çok daha fazladır. Bunlar arasındaki evrimsel ilişkiler yaratılışçıların ileri sürdüğü gibi basit, çizgisel düzeye indirgenemez. Primat evrimi yaklaşık olarak 65 milyon yıllık bir zaman dilimini kapsar. Bu süreçte ilk önce Prosimii denilen primat öncülleri, daha sonra Yeni ve Eski Dünya primatları ortaya çıkmıştır. İnsan ve kuyruksuz büyük maymunların ortak atası da Eski Dünya primatları içerisinde yer alır. İnsan soyu ise, Eski Dünya primatları içerisinde yer alan bir grubun (yani ortak atanın) evrimsel dallanması sonucu yaklaşık 7-6 milyon yıl önce oluşmuştur. Eğer evrim yoksa, primat grupları niçin yukarıdaki sırayı takip ederek yeryüzünde görülmüşlerdir? Bu sıralanış acaba tesadüf müdür? İlk primat örnekleriyle daha sonraki primat örneklerini birarada göremezsiniz. Aynı şekilde Homo genusuna, yani insan cinsine ait fosilleri, ne Aegyptopithecus ne de Dryopithecus fosillerinin bulunduğu katmanlarda ele geçirebilirsiniz. Bu aşamada yaratılışçılara sormak gerekiyor: Tüm bu türler bir anda mı, yoksa bir sıra düzeni içerisinde mi yaratıldı? Eğer bir anda yaratıldılarsa niçin tüm canlıları aynı tabaka içerisinde bulamıyoruz? Diğer bir deyişle, niçin insan fosilleri dinozorlarla aynı tabakada birlikte bulunmazlar? (Bugün biliyoruz ki, dinozorların yaşadığı dönemde değil insan, ilk primatlar bile yeryüzünde yoklardı.) Yok eğer tüm canlılar aynı anda yaratılmadıysa o zaman niçin bazı türler yok olup diğerleri yaşamaya devam etmektedir? Günümüzde bu ve benzeri sorulara evrim kuramı dışında yanıt verebilecek başka bir açıklama tarzı yoktur. Yaratılışçılık açısından bakıldığında ise bu sorulara yanıt bulmak hiç mümkün değildir. Bu sorular hiçbir dinde gündeme getirilmez. Peki o halde sorulmayan/ sorgulanamayan bir düşünce (yani yaratılışçılık) nasıl "bilimsel" olarak sunuluyor da, kendini sorgulayarak sürekli değişen/gelişen (ya da en azından bu olanağı içerisinde barındıran) evrim kuramı "bilimsel" kabul edilmiyor? Mükemmel "dizayn" Evrim karşıtlarının, sürekli olarak, canlıların mükemmel bir şekilde "dizayn" edildiklerini, bütün canlıların şaşmaz bir incelikle işlev gördüklerini kafalara yerleştirmeye çalıştıklarını görüyoruz. Onlara göre bu mükemmelliğin tepe noktasında tabiî ki insan yer almaktadır. İnsan, ruhu ve düşünceleriyle tüm canlılardan daha üstündür, hatta diğer tüm canlılar ona hizmet için yaratılmışlardır. Ancak durum hiç de evrim karşıtlarının ileri sürdüğü gibi değildir. Hemen her insanın bir (bazen de birkaç) organının yaşamının belli bir döneminde ya da tüm yaşamı boyunca yeterince işlev görmediğini, hastalandığını hepimiz biliriz. Bunu görmek için hastanelere gitmeye de gerek yoktur. Yani yaratılışçıların söylediğinin aksine, insan mükemmel tasarlanmış, şaşmaz hassaslıkla işleyen bir organizma değildir. Tüm canlılar gibi insan da hâlâ değişmenin sancılarını çekmektedir. Bu konuda birkaç örnek verelim. İnsanların hemen hepsinde üçüncü azı dişi (yirmilik diş) sorun yaratmaktadır. Bu dişler ya eğri çıkmakta ya da çıkıp işlev görmedikleri için çabucak çürümektedirler. Sonuçta neredeyse tüm insanların bu dişlerle başı derttedir. Sizce bu mükemmel bir "dizayn" mıdır? Bunun tek mantıklı açıklamasını evrim kuramı içerisinde bulabiliriz. Çünkü insanda çene boyutları gittikçe küçülmekte ve dolayısıyla dişler, küçülen çenede yer bulmakta güçlüklerle karşılaşmaktadırlar. Küçülmeden en fazla etkilenen dişler, diş kavsinde en arkada yer alan üçüncü azılardır. Başka bir örnek de dik yürüme üzerine verilebilir. Evrim düşüncesine göre dik yürüme, insanın sonradan kazandığı bir özelliktir. Antropolojik araştırmalar, dik yürümenin zaman içerisinde, yavaş işleyen (12) bir süreç sonunda ortaya çıktığını ve bu arada pek çok yan dalın oluştuğunu göstermektedir. Elimizdeki bulgulara göre dik yürümeye geçişin ilk adımları 4,4 milyon yıl önce Ardipithecus ramidus'ta görülmüş, Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus'ta gelişmeye devam ederek günümüze gelinmiştir. Ancak bu süreç tamamlanmamış, hâlâ devam etmektedir. Farklı bir ifadeyle, insan dik yürümeye henüz tam anlamıyla uyum sağlamış bir canlı değildir. Nitekim uzun bir süre ayakta kaldığımızda, başta belimiz ve ayaklarımız olmak üzere vücudumuzun pek çok bölümünden itirazlar yükselmeye başlar. Düz tabanlık ve ayakta ortaya çıkan diğer yapısal bozukluklar bu sürecin tamamlanmadığının diğer göstergeleridir. Adaptasyon (uyarlanma) ve yaratılışçılık Buradan çok önemli bir noktaya geliyoruz. Yukarıda verilen örneklerin hepsi canlıların mükemmel yaratılmadıklarını ama çevreye uyum sağlayarak yaşamaya çalıştıklarını ve bu arada değişime uğradıklarını göstermektedir. Yaratılış düşüncesini savunanların açıklayamadıkları konulardan biri de uyarlanmadır. Acaba evrim karşıtları canlıların "uyarlanma"sını nasıl açıklamaktadırlar? Biliyoruz ki evrim karşıtı düşünce, önlerinde duran sayısız kanıt karşısında gerileyerek, tür içerisinde değişmelerin olabileceğini kabul etmek zorunda kalmıştır. Ancak sorun burada bitmemektedir. Canlılar mükemmel olarak yaratılmışlarsa acaba niçin değişmek ihtiyacını duymaktadırlar? Tür içinde bile olsa?... Aslına bakılacak olursa evrim karşıtlarının buna verilecek yanıtları yoktur. Çünkü canlılar değişmek zorunda kalıyorlarsa o zaman mükemmel yaratıldıkları nasıl savunulabilir? Ya da, yok eğer her defasında tekrar tekrar yaratılıyorlarsa o zaman yaratıcının mükemmel bir "dizayn" yapamadığı, her seferinde yaratımlarında yeni ayarlamalar yapmak zorunluluğunu duyduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. İşte bu, evrim karşıtı düşüncenin içinden çıkamadığı ve hiçbir zaman da çıkamayacağı bir konudur. Yaratılışçılık, doğal olarak, canlılığın ortaya çıkması ve değişmesi konusunda hiçbir kanıta sahip değildir. Bu düşünceyi savunanlar için neredeyse tüm kanıt "evrim düşüncesinin açıklayamadığı konulara" dayanmaktadır. Yani onlara göre bir nokta evrimci düşünceyle açıklanamıyorsa, kesin bir biçimde yaratılışı kanıtlamaktadır. İşte bir örnek: "Canlılık tesadüfen oluşmamışsa bilinçli bir biçimde var edilmiştir" (s. 3-4). Acaba üçüncü ya da dördüncü bir seçenek yok mudur? Bu düşüncenin arkasında, insanların kafasında "ikili" bir mantık yaratmak çabası yatmaktadır. Yani birinci seçenek doğru değilse mutlaka ikincisi doğrudur. Bu, düşüncenin şartlandırılması ve daraltılması demek değil de nedir? Kültür konusu Yaratılış mantığıyla hareket edildiğinde aydınlatılamayacak konulardan birisi de kültürün gelişimidir. Buna örnek olarak âlet üretimini verebiliriz. İnsan mükemmel olarak yaratılmışsa onun yaptığı ilk âletler niçin mükemmel değildir? Âlet teknolojisindeki gelişime bakıldığında hiç kimsenin aksini iddia edemeyeceği bir gerçek vardır: o da, âlet teknolojisinin basitten karmaşığa doğru gelişim gösterdiğidir. İnsan evriminin erken aşamalarında üretilen âletler kaba ve oldukça "basittir". İlk aşamada, bir ya da iki yüzünün bir kaç darbeyle yontulduğu taş âletlerle karşılaşılır. Daha sonraki aşamalarda, yongaların ustaca çıkartıldığı ve âletin daha geniş bir bölümünün işlenmeye başlandığı görülür. Ardından, yonga olarak çıkartılan parçaların işlenmesi ve gittikçe küçük âletlerin üretilmesi gündeme gelmiştir. Bu arada âletlerde çeşitlilik gözlenmiş ve bunun doğal sonucu olarak insanın "âlet çantası" genişlemiştir. Bu bilgilerden sonra baştaki soruya tekrar dönmekte yarar var. Acaba mükemmel olarak yaratılan insan niçin âlet yapmayı bu kadar uzun sürede (yaklaşık 2,5 milyon yılda) öğrenmiştir? HY'nın insan olarak kabul ettiği Homo erectus'lar ve Neandertal'ler niçin metallerden âlet yapamamışlar, seramikten kap kacak üretememişler, tapınaklar inşa edememişlerdir? Bu düşünce sistemi diğer konulara da rahatlıkla uygulanabilir. Örneğin mükemmel olarak yaratılan insan acaba niçin tarihinin büyük bir bölümünde tarım yapmamıştır. Tarımı öğrenmesi için niçin milyonlarca yıl beklemiş, kendisi üretmek yerine yırtıcı hayvanların arasına atılarak yaşamını tehlikeye sokmuştur? Yaklaşık 1,5 milyon yıl eskiliği olan Homo erectus'lar niçin tarım yapmayıp, köy kurmamışlar, yalnızca kaba taş âletler yapıp ateşi denetim altına almakla yetinmişlerdir? Evrim sahtekârlıkları Evrim karşıtları, dillerine pelesenk ettikleri Piltdown Adamı olmasaydı acaba fosilleri karalamak için ne yaparlardı? Yüzyılımızın başlarında gerçekleşen bu sahtekârlık olayının yine bilim insanlarınca aydınlatıldığını unutarak, tüm buluntuların bir çırpıda yok sayılması ya da tüm fosil bulguların sahte olduğu şeklindeki düşüncenin yayılmasına daha ne kadar devam edilecek? Bu sahtekârlığın sorumlularının kim(ler) olduğu şimdiye dek anlaşılamamıştır. Ancak hemen şunu söyleyelim: Olası düzenbazlar arasında bir de din adamı, cizvit papazı Pierre Teilhard de Chardin, bulunuyor. HY bu konuda sayfalar dolusu bilgi aktarırken acaba bu noktaya niçin hiçbir zaman değinme ihtiyacı duymuyor? HY "sahtekârlık" konusunda o kadar ileri gitmektedir ki, Ramapithecus fosillerini de bu kapsamda takdim etmektedir. Bu yaklaşım onun bilime bakış açısını ortaya koymanın ötesinde, verileri nasıl çarpıtma gayreti içerisine olduğunun sayısız örneklerinden birisidir. Bilindiği üzere şimdiye dek hiç kimse Ramapithecus fosillerinin sahte olduğunu ileri sürmemiştir. O zaman bu fosiller niçin "İnsan evrimi iddiasını desteklemek için başvurulan sahtekârlıklar" başlığı altında ele alınmaktadır? İşin aslı hiç de yazar tarafından çarpıtıldığı gibi değildir. Gerçek olan, Ramapithecus'un evrimsel konumu üzerindeki tartışmalardır. 1980 öncesinde bazı antropologlar Ramapithecus'un, insanın en eski atası olduğunu ileri sürmüşler, ancak izleyen yıllarda yeni bulguların eklenmesiyle konu aydınlığa kavuşmuş ve bu araştırıcılar görüşlerini değiştirmek zorunda kalmışlardır. Yoksa ortada bir sahtekârlık yoktur. HY, Ramapithecus konusundaki tartışmaları bir sahtekârlık olarak sunarak bilimin işleyiş mantığından ne denli uzak olduğunu ortaya koymaktadır. Ona göre, bir konunun bilimsel arenada tartışılması ve bir grup bilim insanının aksi bir düşünceyi savunması sahtekârlıktır. Burada hemen şu soru akla geliyor: 1992 yılında Gufran Koyuncu imzasıyla (ve olasılıkla Bilim Araştırma Vakfı'nın desteğinde) yayımlanan Evrim adlı kitapta Homo habilis insan kategorisinde ele alınırken, HY bu canlıların maymun olduğunu savunmaktadır. Zamanla yeni görüşlerin benimsenmesi "sahtekârlık" ise, ya Gufran Koyuncu ya da HY sahtekâr değil midir?. Evrimde rastlantı Son olarak, evrim kuramının rastlantı olayına bakış açısına değinmekte yarar vardır. HY kitapçığın değişik bölümlerinde değil bir canlının, bir proteinin bile doğadaki gelişmelerle oluşamayacağını, bunların evrim kuramında açıklandığı gibi tesadüflere bağlanamayacağını savunuyor. Bu düşüncesini bilimsel bir temele oturtuyormuş izlenimini vermek için de matematiğe başvurup, önümüze bol sıfırlı tablolar seriyor (s. 68). Tabiî bu bol sıfırlı olasılıklar gerçekleşmeyeceğine göre geriye tek seçenek kalıyor: "Yüce yaratıcının mükemmel dizaynı." Ancak yapılan çarpıtma tüm çıplaklığıyla sırıtıyor. Evrim kuramı hiçbir zaman canlı yapının ve onun alt birimlerinin günümüzde göründüğü biçimiyle bir anda ortaya çıktığını savunmamıştır. Evrim kuramına göre canlılığın ilk yapı taşları basit organik moleküllerden oluşmuştur. Bunlar birden bire protein ya da hücre organelleri biçiminde karşımıza çıkmaz. İlk organik moleküller adım adım gelişmiş, farklılaşmış, karmaşıklaşmışlardır. İlk organik moleküllerden proteinlere ya da nükleik asitlere ulaşılması için milyarlarca yıl geçmesi gerekmiştir. Ancak yaratılışçılar bunu bilmelerine rağmen bu geçiş aşamalarını dikkate almaksızın hep "son ürün" üzerinden yola çıkarak bol sıfırlı hesaplamalar yapmaktadırlar. Bu arada kasıtlı olarak, evrimcilerin, protein ya da hücrenin birden bire oluştuğunu savunduklarını iddia etmektedirler. Bu, çarpıtma değildir de nedir? * Bu yazı Bilim ve Ütopya dergisinin 60’ıncı sayısında (s. 40-45, 1999) yayımlanmıştır. 1. Yahya H (1998) Evrim Aldatmacası. 2. Lewin R (1998) Modern İnsanın Kökeni. (Çev: Nazım Özüaydın). Ankara: TÜBİTAK, 28. 3. Homo habilis terimi burada geniş anlamıyla yani rudolfensis ve ergaster türlerini de kapsayacak biçimde kullanılmaktadır. 4. Koyuncu G (1992) Evrim. İstanbul: İz Yayıncılık. 5. Evrim Aldatmacası ve Evrim kitabının yapı, içerik ve fotoğraflar yanı sıra yer yer aynı tümceler içermesine bakarak bu iki yayının (ve yaratılışçı bakış açısıyla yazılan pek çok kitabın) yazarlarının aynı kişiler olması ya da aynı ekip tarafından kaleme alınması olasılığı çok yüksektir. 6. Poirier FE (1990) Understanding Human Evolution. (2. Baskı) Englewood Cliffs: Prentice Hall, s. 199. 7. Klein RG (1989) The Human Career. Human Biological and Cultural Origins. Chicago: The University of Chicago Press, s. 156. 8. Molnar S (1992) Human Variation. Races, Types, and Ethnic Groups. (3. Baskı) Englewood Cliffs: Prentice Hall, s. 149. 9. Çakır E? (1997) Hz. Adem’den önce yaşayan yeni bir canlı grubu: ne insan ne hayvan! Aksiyon (147): 18-31. 10. Ama işin ilginç yanı, Şahin Çakır son çalışmalardan haberdar olsaydı görüşlerini açıklamadan önce (herhalde) biraz daha düşünürdü. Çünkü son yıllarda yapılan genetik araştırmalar Neandertal genlerinin günümüz insanına ulaşmadığı, bu grubun Homo cinsinin evriminde bir yan dal olarak kaybolduklarını ortaya koymuştur. 11. White TD, Suwa G, Asfaw B (1994) Australopithecus ramidus, a new species of early hominid from Aramis, Ethiopia. Nature 371: 306-312. 12. Yavaş işleyenle kasıt, sürecin uzun bir zaman dilimine yayılmış olmasıdır. Buradan, dik yürümenin sabit bir hızla değiştiği sonucu çıkartılmamalıdır. Bu gelişmede “kesintili denge” kuramına uygun olarak, belli bir süre durağanlığın hüküm sürdüğü, buna karşılık bazen de ani değişimlerin ortaya çıkabileceği unutulmamalıdır.
  22. yam_yam

    İnsan Evrimi ve Yaratılışçılık (I)

    H.Y'den aldıkları ile evrim tartışmalarına girenlerin, ya da H.Y'nin yazdıklarına bakıp "evrim yoktur" diyenlerin şiddetle okumalarını tavsiye ettiğim bir yazıyı aktarıyorum sizlere... Ankara Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü Öğretim Üyesi Sayın Prof. Dr. İzzet DUYAR 'ın yazısı... Evrim Aldatmacası (1) adını taşıyan bir “risale” son günlerde yapay olarak yaratılan evrim tartışmalarının baş aktörlerinden biri haline ge(tiri)ldi. Risaleyi, yazın sonlarına doğru bir öğrencim bana ulaştırdı, bedava dağıtıldığını da eklemeyi ihmal etmedi. Ancak reklam ve seçim afişlerinin bedava dağıtıldığı günümüzde yeni bir slogan metni okumaya pek hevesli olmadığım için rafa kaldırdım, ta ki kitabın “ikiz kardeşleri”nin sokaklarda dağıtıldığını gözlerimle görene dek... Ortalığı birden “Evrimcilerin Yanılgıları”, “Materyalizmin Sonu” “Hücredeki Mucize” gibi kitapçıklar kaplamaya başlamıştı. Ve bunlar da bedava dağıtılıyordu. Ulus, Kızılay gibi Ankara’nın merkezî yerlerine mevzilenen araçlardan bu kitapçıklar halka âdeta fışkırtılıyordu. Gördüklerime ilk anda inanamadım. Ancak pek çok kişi beni doğrular biçimde benzer “öyküleri” anlatınca biraz olsun rahatladım: Hayal görmüyordum. Bu son ifadelerim üzerine HY’nın “Görme ... dış dünyada olan şeyler değil, zihnimizde meydana gelen etkilerdir” deyip (s. 118), “Böyle bir kitap yok! Onu sen beyninde fantezi olarak oluşturup okumuşsun. O aslında olmayan bir görüntüdür” diye itiraz edebilir düşüncesiyle birden irkildim. Gerçekte olmayan bir risaleyle mi karşı karşıyaydım acaba?... Bu düşünce beni ciddi biçimde rahatsız etmeye başladı, ama daha sonra, “Zararı yok... Hiç olmazsa bedava dağıtılmayan ama benim hayalimde gördüğüm, hayalimde tuttuğum, hayalimde okuduğum bu kitap üzerinde ‘fantezilerimi’ aktarırım” deyip biraz rahatladım. Zaten fantezi yazmak son zamanlarda moda değil miydi! Pehlivan tefrikası Evrim Aldatmacası’nı okumadan sayfaları şöyle bir karıştırdığınızda edindiğiniz ilk izlenim, alıntılardan oluşan yeni bir “pehlivan tefrika”sını elinde tuttuğunuz oluyor. Ancak bu tefrika güreşleri değil, evrimi konu alıyor. Pehlivan tefrikalarında hiç olmazsa zaman ve mekân gibi bazı öğeler değişir. Ancak bu tefrikada hiçbir şey yeni değil. “Evrim Anaforu ve Gerçek”, “Canlılar ve Evrim”, “Evrim” vb başlıklı yaratılışçı kitaplardan tek farkı, onların bir bakıma “usaresi” olması. Adları zikredilen bu kitaplar birinci hamur kağıda basılmış, renkli resimlerle bezenmiş, görünümü “hoş” kitaplar. Ancak bir kusurları var: Yüzde doksanından fazlası alıntıdan oluşan bu yayınlara yazar olarak imza koyan kişi(ler?)in kitapların oluşmasına katkılarının hayli muğlak olması. Evrim düşüncesinin “bilimsel” çöküşü HY’nın amacının, evrim anlayışının çöküşünü “bilimsel” olarak ifşa etmek olduğu daha alt başlıktan anlaşılıyor. Alt başlıktaki ibare aynen şöyle: “Evrim teorisinin bilimsel çöküşü ve teorinin arka planı.” Yani yazarımız, bilimin silahıyla bilimi vurma işine soyunduğunu daha başlıkta ima ediyor. Ancak kitapçığın nasıl bir mantık silsilesi içerisinde yazıldığı ne yazık ki anlaşılamıyor. Yazarımız bir kartopu gibi giderek büyüyen mantık çelişkisini (belki de bilerek) sürdürmeye devam ediyor ve “can alıcı” saptamaları sona saklıyor. Son bölümünde (okuyucuya dikkatle okuması uyarısını da eksik etmeyerek), aslında bizlerin bir varlık olarak var olmadığını, maddi dünyanın, beynimizdeki görüntülerden ibaret olduğunu söyleyerek şaheserler yaratıyor. Bilimle yakından ya da uzaktan ilgisi olan herkesin bildiği bir konu vardır: Bilimin en temel önkabulü evrenin, yani maddi dünyanın, canlıların (ve doğal olarak da insanın) var olduğudur. Bunu kabul etmiyorsanız bilim yapmanız anlamsız ve imkansızdır. O zaman HY’ya şu soruyu sormak gerekiyor: Madde olmadığına göre, maddi dünya üzerine kurulu olan “bilim”in verilerine dayanarak evrim düşüncesi nasıl çürütülebilir? Bir yandan bilimin temel postülasını kabul etmeyip, diğer yandan da kabul edilmeyen bu verilere dayanarak evrim düşüncesini çürütmek herhalde yalnızca yaratılışçılara özgü bir mantık olsa gerek. Yazarımızın kendine özgü bir bilim anlayışının olduğunu görmek için uzun boylu kafa yormaya gerek yok. Bunu en açık biçimde, evrim düşüncesinin bilimsel bir önerme olmadığını (s. 1), buna karşılık “yaratılış” düşüncesinin “bilimsel” temellere dayandığını ileri sürmesinden çıkartabilirsiniz. Bunu kitapçığın pek çok yerinde görmek mümkün. Bu savlar insana ister istemez, “Ya bu konu üzerinde kafa yoran onca düşünür ve bilim insanı bilimsel önermenin ne olduğunu bilmiyor (anlaşılan bunu yalnızca yazarımız biliyor), ya da demek ki son zamanlarda bilimsel önermenin tanımı değişmiş de haberimiz yok” dedirtiyor. Lamarck ve Darwin’in evrim anlayışı Evrim kuramını çürütmeye soyunan yazarımızın evrimi gerçekten anlayıp anlamadığı konusunda okuyucuda ciddi kuşkular uyanıyor. Örneğin, türlerin değişmesi konusunda Lamarck ve Darwin aynı görüşleri mi savunmuşlardır? Yazarımıza göre evet?! HY “Aslında, Darwin’in doğal seleksiyon önermesi kendisinden önce Lamarck’ın, ‘kazanılan özelliklerin nesilden nesile aktarılması’ şeklinde açıkladığı evrimci mantıkla aynıydı” diyerek (s 15) evrim anlayışındaki bilgi düzeyini de ortaya koyuyor. Bilim ya da evrim tarihiyle biraz olsun ilgilenenlerin çok iyi bildikleri gibi, Lamarck ve Darwin’in evrim anlayışları birbirlerinden dağlar kadar farklıdır. Lamarck’ın evrim anlayışında bir türün diğerine kaynaklık etmesi sözkonusu değildir. Buna karşılık Darwin’in düşüncesi canlıların ortak bir atadan çeşitlenerek oluştukları anlayışı üzerine kuruludur. Yine aynı şekilde Lamarck’ın evrimi açıklama şekli olan transformizm (dönüşerek evrim) ile Darwin’in doğal ayıklanması arasında en küçük bir benzerlik yoktur. Aslına bakılacak olursa, bu iki araştırıcının tek benzer noktaları “kalıtım” anlayışlarıdır. Ancak yazarımız bunu vurgulamaktan özenle kaçınarak bu iki bilim insanının evrim anlayışlarının birbirlerinden farksız olduğunu söyleme yoluna gidiyor. Bu, HY’nın konuları bulanıklaştırma konusunda ne kadar üstün bir yeteneğe sahip olduğunu göstermektedir. Geçiş formları sorunu Kitapçıkta üzerinde durulan ana konulardan birisi de “ara-geçiş formlar” sorunudur. (Yazarımızın “ara” ve “geçiş” sözcüklerinin bir arada kullanılmasının bir hikmeti vardır herhalde.) HY evrimin olmadığı konusundaki görüşlerini temellendirirken geçiş formlarının olmadığı savını ileri sürmekte ve bunu kitapçığın değişik bölümlerinde sık sık tekrarlamakta. Evrime bir parça tarafsız bakan kişi, aslında tüm fosillerin az ya da çok geçiş özellikleri taşıdığını mutlaka görür. Şimdi konuya biraz daha yakından bakalım. Kitapçıkta Australopithecus ve Homo habilis fosillerinin insan soyuna cinsine olmayıp, maymun oldukları savı dile getirilmektedir. HY’ya göre yalnızca Homo erectus ve sonrasına tarihlendirilen fosiller “insan”dır. Önce Australopithecus’ları ele alalım. Yazarımıza göre bu canlının insan sayılmaması için en önemli gerekçe dik yürüyememesi ve insandan çok maymunlara benzemesidir (s. 41): “ ...uzun kollar, kısa bacaklar gibi birçok özellik, bu canlıların günümüz maymunlarından daha değişik olmadıklarını gösteren delillerdir.” Yazarımızın Australopihecus’lar konusunda ne denli tutarsız görüşler ileri sürdüğünü anlamak için tek bir örnek bile yeterli olacaktır. Aşağıda çizimi görülen leğen ve uyluk kemikleri –bu yapılar dik yürümenin en önemli göstergeleri arasında yer alırlar– soldan sağa doğru insan, Australopithecus (afarensis) ve kuyruksuz büyük maymuna (ape) aittir (2). Okuyucu, şekillere bakarak, ortadaki resmin bir insana mı yoksa bir kuyruksuz büyük maymuna mı yakın özellikler gösterdiğini rahatlıkla anlayacaktır. HY’ya göre ortadaki resim bir insana (ya da insan çizgisindeki bir canlıya) ait değil, bir maymuna aittir! Çizim 1. İnsan, Australopithecus (afarensis) ve ape (kuyruksuz büyük maymun)’in leğen ve bacak kemiklerinin karşılaştırılması (Kaynak Lewin 1989) Şimdi de Homo habilis'i ele alalım. Literatürde Homo habilis (3) olarak bilinen, taş âletler yaptığı -ki bu yazar tarafından da kabul edilmekte- ortaya konan, ateşi kullandıklarına ilişkin izler barındıran, basit ve kaba barınaklar yaparak geçici de olsa "yerleşime" geçtiklerine dair arkeolojik kanıtlar bırakan bu canlılar her ne hikmetse "insan" olarak kabul edilmiyor. Bakın kendisi bu konuda neler söylüyor (s. 44): Homo habilis, Australopithecus ismi verilen maymunlarla birçok ortak özellikler taşıyordu. Aynı Australopithecus gibi uzun kollu, kısa bacaklı ve maymunsu bir iskelet yapısına sahipti. El ve ayak parmakları tırmanmaya uyumluydu. Çene yapıları tamamen günümüz maymunlarınınkine benziyordu. 550 cc.'lik beyin hacimleri de bunların birer maymun olduklarının en iyi göstergesiydi. Kısacası ... Homo habilis, gerçekte tüm diğer Australopithecuslar gibi bir maymun türüydü. Aslında tüm bunları söyledikten sonra bir yaratılışçının Homo habilis'i niçin bir geçiş türü olarak kabul etmeyeceği/edemeyeceği çok açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Niçin mi? Yukarıdaki özelliklerin hepsi, ama hepsi, bu canlının bir geçiş formu olduğunu açıkça ortaya koyuyor da onun için! Nitekim, yazarımız Homo habilis'in iskelet yapısı için kendi ağzıyla "maymunsu" diyor, "maymun" diyemiyor. Bu arada, Homo habilis'in el ve ayak parmaklarının, çene yapılarının ve beyin hacimlerinin, bu canlıların maymun olduklarının en iyi göstergeleri olduğu iddiasına ancak gülüp geçilebilir. Bu özelliklerin bir maymuna değil insana ait olduğunu, HY'nın mensubu olduğu ve yaratılışçılığın Türkiye şubesi olarak çalışan Bilim Araştırma Vakfı'nın başka bir yayınında görmekteyiz. Bu, Gufran Koyuncu imzasıyla çıkan "Evrim" başlıklı kitaptır (4). Hani yukarıda sözü edilen renkli resimli, birinci hamur kağıda basılan "tefrikalardan" bir diğeri (5). Bu kitabın 182-193'üncü sayfaları Homo habilis'e ayrılmış. Ama sıkı durun! Bu satırlarda habilis'lerin maymun olmadıkları, düpedüz insan oldukları savunuluyor! Hem de tamı tamına 12 sayfa boyunca, gerekçeleri uzun uzun anlatılarak... Bu satırlarda bakın yazarımız neler diyor: (yalnızca başlıklar bile yazarımızın düşüncesini ortaya koymaya yeter) "İnsanın en eski kalıntıları: Homo habiline" (s. 182), "Modern kafatası biçimi" (s. 183), "Beynin geniş kullanım kapasitesi" (s. 184), "Alet yapmaya olanak veren el dizaynı" (s. 185), "Modern ayak yapısı" (s. 186), "Modern iki ayaklı yürüyüş biçimi" (s. 187). Bu durumda şu soruyu sormak farz oluyor: 1992'den bu yana ne değişti de bir önceki yayınınızda "insan" olarak tanımladığınız bir canlı grubunu birden bire maymunluk mertebesine "indirdiniz"? Yoksa habilis'ler cennetteki yasak meyveyi mi yediler? Yeniden konumuza dönelim: Homo habilis'in insan sayılmamasının altında yatan temel kaygı, tam bir "geçiş formu" olan bu canlının maymun olduğu imajının yaratılarak "Bakın işte, insan evriminde de geçiş formu yok" sözde iddialarını sürdürebilmektir. Bu kaygı en açık biçimde "550 cc'lik beyin hacimleri bunların birer maymun olduklarının en iyi göstergesi[dir]" (s. 44) ifadeleriyle vücut bulmaktadır. Bir yandan habilis'lerin beyin hacimleri kuyruksuz büyük maymunlara yaklaştırılırken, diğer yandan da âlet yapan ve ateşi kullanan bir grubun maymun addedilmesi hangi mantıkla açıklanabilir? Homo habilis'lerin diğer kuyruksuz büyük maymunlar (ape) ve Australopithecus'lardan daha büyük bir beyne sahip olduğu tüm araştırıcılar tarafından bilinen bir gerçektir. Çünkü bu canlının beyin hacmi ortalaması, yazarın söylediği gibi 550 cc değil, 600 cc'nin üzerindedir (6). Örneğin Klein, habilis'lerde beyin hacminin dağılım aralığının 510-750 cc arasında değiştiğini, ortalamasının ise 630 cc olduğunu belirtmektedir (7). Aradaki fark önemsiz gibi görünebilir, ama insan evriminin ilk aşamalarında yaklaşık 80 cc'lik artış küçümsenemeyecek bir gelişmedir. Daha da önemlisi, habilis'in beyin hacmi düşük gösterilerek, insanın atasal soylarında meydana gelen gelişme/değişmelerin manipülasyonla perdelenmesi amaçlanmaktadır. Bu örnek, yazarın rakamlar üzerinde nasıl kaygısızca oynadığını açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu, yazarımızın rakamlar üzerinde oynamasının tek örneği değildir. Bu tür örneklerle kitapçık boyunca karşılaşılabilir. İşte bir diğeri: HY "Atalarımızla aynı anda mı yaşıyoruz?" başlığı altında (s. 49-50), atalarımıza ait özelliklerin günümüz insanında da bulunduğunu, dolayısıyla evrimin olmadığını açıklamaya çalışıyor. Bu konuda örnek olarak Homo erectus'un pek çok özelliklerinin günümüzde Avustralya Yerlilerinde gözlenebileceğini veriyor. Burada vurgulanması gereken ilk nokta yazarın düştüğü mantık yanlışlığıdır. Canlılar tabiî ki kendilerinden önceki atalarının özelliklerinin önemli bir bölümünü taşırlar, bunları kendileri tümden var etmemişlerdir. İnsanın da kendi evrim çizgisinde yer alan atalarının, bu arada Homo erectus atalarının bazı genlerini taşımasından doğal bir şey yoktur. İkinci nokta ise, yazarın bunu yaparken yine rakamlarla oynuyor olmasıdır. Avustralya Yerlilerini "ilkel" özelliklere sahip olduğunu göstermek amacıyla onların beyin hacmi ortalamasını 900 cc olarak veriyor (s. 49). Yeryüzünde, yazarımızın verdiği beyin hacmi ortalamasına sahip hiçbir insan topluluğu yaşamamaktadır. Yaşayan insan toplulukları arasında beyin hacmi ortalaması açısından en düşük değere sahip olan grubun Avustralya Yerlileri olduğu bilinir; ancak ortalama değer, Yahya'nın belirttiği gibi 900 cc değil, 1256 cc'dir (8). Yani, yazarımızın verdiği rakamdan yaklaşık 350 cc daha yüksektir. Ya Neandertaller? Yaratılışçıların akıl almaz çelişkileri ve çarpıtmaları bununla da bitmemektedir. Örneğin haftalık haber yorum dergisi Aksiyon'un 147'inci sayısında yayımlanan E. Şahin Çakır imzalı bir yazı, yüzyılımızın belki de en önemli antropolojik sorununu, insan olanla olmayanı ayırmanın formülünü önümüze koyuveriyor (9). Bu yazı, yüzyıllardır bilim çevrelerinin çözemediği soruyu bir anda çözüvermişti. Çakır'a göre "insan olma" kriteri Kur'an'da yer almaktaydı ve çözümü gayet basitti: Eğer bir canlı ölülerini gömüyorsa insandı, gömmüyorsa insan değildi. Bu özellik Neandertallerde görüldüğü için hiç kuşkusuz bu fosil grubu "insan" olarak değerlendirilmeliydi (10). Buna karşılık Homo erectus, Homo habilis, Australopithecus'lar bu payeye "erişemeyecekler"di. Ancak geriye yanıtlanması gereken acayip bir soru kalıyordu: Günümüzde ölülerini gömmeyen bazı insan gruplarının olduğu bilindiğine göre bunlar insan değil miydi? Görüldüğü gibi, tek bir kaynaktan yola çıktıkları bilinen yaratılışçılar kimin "insan" olduğu konusunda uzlaşmaya varmaktan çok uzaktırlar. Yaratılışçılardan biri Homo erectus'a "insan" derken, diğeri "Hayır, insan değil" diyor. Peki kimin söylediği doğru? Daha kimin insan olduğunu çözümleyememiş bir (dinî) düşüncenin savunucularının evrim görüşünü "bilimsel olarak çürütme"ye kalkışmaları ne ölçüde ciddidir? İnsanın yakın akrabaları kimler? Yaratılışçılara göre canlı türleri arasında kesinlikle akrabalık söz konusu değildir. Bu düşüncenin doğal bir uzantısı olarak, insanın kuyruksuz büyük maymunlarla akraba olduğu telâffuz bile edilemez. O halde, insanla kuyruksuz büyük maymunlar aynı kökten gelmiyorlarsa acaba moleküler yapılarındaki benzerlikler bir tesadüf müdür? Ve niçin genetik açıdan insana en yakın canlılar kuyruksuz büyük maymunlardır da başka türler değildir? Niçin evrimsel modelde önerildiği gibi, akrabalık yönünden birbirlerine yakın türlerin moleküler yapılarındaki benzerlikler daha fazla, uzak olan türlerinki ise azdır? Canlılar birbirlerinden ayrı yaratılmışlarsa niçin bazı canlılar birbirlerine diğerlerinden daha fazla benzemektedirler? İnsanın en yakın biyolojik akrabalarının kuyruksuz büyük maymunlar olduğu ve bu canlılarla insanın ortak bir ataya sahip olduğu son yıllardaki genetik ve fosil bulgularla sürekli desteklenirken, bunun aksini savunmak olsa olsa anakronizmdir. Tüm bu antropolojik ve biyolojik bulguları görmezden gelen yazarımız "Aradaki yüzeysel benzerlik dışında maymunun insana diğer hayvanlardan daha fazla bir yakınlığı söz konusu değildir" (s. 104) diyerek harikalar yaratmaya devam ediyor. HY'nın zannettiğinin aksine, insanın kuyruksuz büyük maymunlarla yakın akraba olduğu inkar edilemez duruma gelmiştir. Yapısal ve işlevsel binlerce kanıtın yanı sıra son dönemlerde gerçekleştirilen moleküler genetik çalışmalar bu yakınlığı daha da pekiştirmiştir. Bu çalışmaların bulgularına göre insanla kuyruksuz büyük maymunlar arasındaki moleküler benzerlik yüzde 98'den daha fazladır. Bunun yanı sıra, antropolojik kazılarda ele geçen bulgular da bu görüşü desteklemeye devam etmektedir. Örneğin 1994 yılında ele geçen Ardipithecus ramidus fosilleri gerek vücut oranlarıyla gerek diş yapısıyla insan-kuyruksuz büyük maymun ayrımına yakın bir canlının özelliklerini göstermektedir (11). İşte size, yaratılışçıların "yok" dedikleri sayısız geçiş formlarından biri daha. Ardipithecus'un geçiş formu olduğunu yaratılışçılara kabul ettirmek imkansızdır. Peki bu durumda ne olacaktır? Olacakları şimdiden söyleyebiliriz: Onlar bilim sofrasının kenarında bekleyecek ve doğacak ilk fırsatta ramidus'u "maymun yapma fırsatını" (!) kaçırmayacaklardır. Bilim çevreleri, bu canlının insan evrimindeki yeri ve önemini tartışmaya koyulacaklar; resmin genelini gerçeğe en yakın biçimde oluşturma çabası içerisine girecekler; bu arada uzmanlar konunun eksik ya da açıklanamayan yönlerini dile getirecek ve zaman zaman da birbirlerinin zayıf ve hatalı yönlerini öne çıkararak eleştireceklerdir. İşte yaratılışçılar tam bu aşamada hücum edip yapbozun genelini değil de bir parçasını alıp ondan yararlanmaya çalışacaklardır. Çünkü resmin (ya da yapbozun) geneli onlara uygun değildir. Zaten yaratılışçıların bilim üretme mekanizmaları işte bu "kırıntılara" dayanmaktadır.
  23. yam_yam

    Dünya Kimin İçin?

    Dünya Kimin İçin?
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.