Zıplanacak içerik
View in the app

A better way to browse. Learn more.

Tartışma ve Paylaşımların Merkezi - Türkçe Forum - Turkish Forum / Board / Blog

A full-screen app on your home screen with push notifications, badges and more.

To install this app on iOS and iPadOS
  1. Tap the Share icon in Safari
  2. Scroll the menu and tap Add to Home Screen.
  3. Tap Add in the top-right corner.
To install this app on Android
  1. Tap the 3-dot menu (⋮) in the top-right corner of the browser.
  2. Tap Add to Home screen or Install app.
  3. Confirm by tapping Install.

Yayamaz Kayımca

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Yayamaz Kayımca tarafından postalanan herşey

  1. Varlığın yokluğuna özdeş şimdi… Yazıyorum birkaç dakika ağlamışlığın ve gözyaşının üstüne… … Sen bulanıklaşsan da ben çizdim bir kâlp içine iki bedeni… Zamanın bilmem hangi köşesindeydik hatırlamıyorum. İşime gelmeyen buluşmalardan kaçmadım sen varsın diye… Çam diplerinde petunyaları kuruturken ellerimizde mayasız öperdim seni.. Özüm’süz … … Güzel kelimeler istiyordum senden … Ay ışıklarıyla yıkanmış okuyunca dokunduğun gözlerimin mızmızlaştığı … … Kulağımın arkasına fısıldanmış güzel kelimeler biriktirmiştim ben sana oysa… terk edip gitmeseydin ansızın; duyacaktın … Ben çırpınırken bir kaşık suyun derinliğinde boğulmamak için ama sen … yoktun..! … Yıllar geçti aradan.. ve farkında olmadan… Adımlarım daha büyük daha hızlı ve daha sağlam… Yokluğunda büyüttüğüm acılarımı her gün tazelemek zoruma gitmeye başladı. Ve hasretinin bitime uğraması gerekti. Eylüldü.. hüzün mevsimiydi.. nasıl unuturdum seni? Yaprakların salına salına karıştığı toprağı öpüyordum “Vatanım” diye değil! Sen dön diye… … -Köylü kız- büyüsü bozulduğunda ben öğretmen olmuştum.. Hani rüyalarımın en güzel sahnesinde seyrederken düşünüp de derinlere daldığım…. Hatırladın mı? Saçlarım; senin bildiğin kadar sıradan değil artık.. Gözlerime durulmayı öğrettim.. Dudaklarıma kilit vurdum konuşmasın diye.. Yüreğimdeki seni her gece zindana attım bensizliğin acısını sensizliğin acısını çektiğim gibi çek diye! ! … Gitme Sevgili! Sokak aralarında yitirdiğim aklımı geri ver bana.. yüreğim yüreğinde.. Böyle kuru bir beden ne işe yarar sensiz.. Ya dünümü ver yada hakkımı! çok mu arzu ettiklerim? Hayatının kısa film akropollerinde hiç mi karem yok? Senaryoda figüran olarak ölmek istemiyorum.. al beni de gözlerine… … Gözünle gördüğün her ¤¤¤¤iyonda bir sahtekârlık adıma yazılan mektupların ne albenisi var ki? … Evlendim…Soğuk duvarlarında hissedilmeyen kokunu sineye çektiğim günler aklıma geldi.. Evlendin…İkinci sayfa haber bültenlerinden öğrenmek istemezdim… Bilmek isterdim yerime koyduğun biblonu… Kim bilir hangi Can sırada bekliyordu Yanmak için… Farkında olmadan işlediğin günahın bedelini ödeyeceksin demiştim … Yüreğimi yüreğine koymuş olsaydın farkına varırdın süzülmemiş gerçeklerin… Arsız gönül kuşun konmuştu bir başka evin bir başka penceresine…Açar mıydı? … … Yıllar geçti aradan … farkında olmadan. Cebimde kimsenin göremediği bir öfke saklı sevdiğim… Çıkardığımda dağ dayanmaz ki gönlün dayansın? Ben bensizliğin nedametini çekiyorsun… Hissediyorum bunu…Ne ektin ki biçesin? Beni arıyorsan; Yokum! ! Sisle çevirdiğin bu evren seninde değil! ! Zaman hızla akıp gidiyor.. Yıllar sonra bugün bakıp da halime gülmeyeceğim… Gözlerime durulmayı öğrettim… Dudaklarım dudaklarında güneşe selam çakmayacak artık.. Erkekçe namusluca çekip gideceğim gözlerinin önünden; Arkasına bile bakmadan… … Dur! ! Yaklaşma… Yollarına toz olduğum sevgili! ! Dudak büktüğüm gidişine… Yüz eskittiğim zamanla.. Ey Yüreğimi yüreğine bir kez olsun konuk edemediğim sevgili! ! ! Dokunma ellerime.. O eller ki okul kaçışlarının heyecanıyla atan kâlpleri bir bedene dolduran; sonra Tek can ile kenetlenip kaderin vahametini inadıyla kıran eller… … Git.. Varlığın yokluğuna özdeş şimdi… Yazıyorum birkaç dakika ağlamışlığın ve gözyaşının üstüne…
  2. Yayamaz Kayımca şurada bir blog başlığı gönderdi: Yayamaz Kayımca's Blog
    Canımın içi, ciğerparem… Sancılı sevdam, ağrılı başımın tatlı belâsı… Yokluğunda eksilip yok olduğum; Yine bilmem kaç şiddetinde depremlerimsin bakışlarındaki fay kırıklarınla! Hançeri saplayarak yüreğimin ta ortasına; yine dipsiz kuyularda bilinmeyen denklemli söylem ve eylemlerinle bırakıp gittin, kaldım bir başıma! Ne olacak bu gidişin sonu can... Ne yapacak nasıl baş edeceğim seninle, bilemiyorum? Sen, benim ele avuca sığmazım, sen nazlım, sen kırılgan sevdiceğim, sen sevimlim, yoluna bin kurban olduğum; sen istedin bu kopuşu, seni sevmememi… Sen istedin sana sevgimi haykırmamamı… Bütün bunları sen istedin bir tanem! Sana olan sonsuz saygım, ezel-ebed bitmez sevgimdi kaale aldığım sözlerin! Söz konusu senin dinginliğin, mutluluğun değil miydi? Dayanırım, uzaktan da severim seni ben... Beklentisiz art niyetsiz sevgimdir senin doğrularına saygımı, sabrımı zorunlu kılan. Kolay mı sandın bütün bunları? “Olsun! Yeter ki o bir tanem, o sevdiğim narçiçeğim mutlu olsun ” dedim, kendi kendime. Seni beklentisiz sevdim… Son söylediklerini anımsıyor musun can? Hani beni kısıtlayan, elimi kolumu bağlayarak ötelere iteleyen… Artık sesini duyamaz, varlığını göremez oldum; gerdin, gerildim! ... Seni görememek, sesini duyamamakla cehennemde yanmanın ne farkı var ki? Cenderenin içinde sıkışıp kalmış, kapana kıstırılmış fare yavrusu gibiydim, anlayacağın... Kaç kez telefona uzandı da elim, açamadım… Yanına gelmeye hazır adımlarım geri geri gitti, gelemedim! Çünkü sen istedin böyle olmasını can... Her zamanki sevecen hitaplarımı, seslenişlerimi çekip aldın benden; beni dalsız budaksız bıraktın! Oysa sen benim ürkek nazlı ceylanım, şafağıma doğan güneşim, vakur edasında huzur bulduğum canımın içi, bir tanemdin… Sana hep böyle hitap ederdim safiyane bir mutlulukla… Seni merak ettiğim için arada bir de olsa varlığını, hayatta olduğunu hissettirmeni beklerdim... Bak işte! Onu da çok görüp kıstın sesimi, esirgedin! …Günlerce yedim bitirdim kendimi sessizliğinle; sana hasret, sesine, kokuna, yüzüne, sıcacık sevgi seslenişlerine hasret… Dedim ya: Razıydım seni uzaktan sessizce bir başıma -içim kan ağlayarak da olsa- sevmeye… Yeter ki mutlu ve erinç ol! Sana oracıkta söz vermiştim ya canımın içi… Artık sevgimden söz etmeyeceğime, sana dokunmayıp, yüzünü bile—zorunlu olmadıkça—görmeyeceğime ve de sesini… Oooffff of! ...Bunları sana söylerken tepki vermediğini -onaylarcasına- bana teşekkür ettiğini anımsıyor musun? Ben daha ne yapabilirdim? Beni de kendini de bağladın, kilitledin, kısıtlayıp susturdun sözlerinle, ama yok edemedin bende ki seni! ...Nasıl yok edebilirdin ki? Ne senin ne bir başkasının gücü yetebilir mi buna? ...Yetmez bir tanem, yetemez… Ne çok istedim koşarak sana gelmeyi, sevgimi haykırmayı, “canımın içi” demeyi... En çok da yüzümü o tatlı boynuna gömmeyi ne çok özledim, bir bilsen! ‘İyi mi kötü mü, derdi kederi var mı, mutlu mu? ” sorularının kahredici karanlığında kaldım, daraldım... Sevgim çağladı sana… Gözlerim... Gözlerim kahve acılığında ıslandı yağmurlarınla da; sen bilmedin, duymadın, görmedin bunları caan... Senin içindi bu kabuğuma çekilmelerim… Sessizliğim, uzaklığım hep senin için… Senden uzaktaki her sessizliğimde eksildim, yolundu kanadım kolum... Her gece falezlerin doruğundan atıyordum kendimi Akdeniz’ in karanlık sularına… Sevdamla birlikte seni o karanlığa gömmeyi düşünerek… Yine de yok edemiyordum bendeki sen’i... Tek korunağım, tek varsılım, görkemli sarayımdı bende ki sen; sıcacık, masum ve biçare… Seni böyle sevdim can... Bu can hiç olmadığı kadar mutlu ve istekli yoluna serilmekten... Bin ölür, bin dirilir; bir kez olsun kırpmam gözümü; çıkarır atarım, sıyrılırım giyindiğim bu can gömleğimden... Ben seni özümle, ruhumla, gören gönül gözümle sevdim… Sana “can” dedim canıma sardım… Bu can can’ ıyla can bulacak, can’ından uzakta değil… Sen sevmesen de, ben seviyorum ya, yeter! Seni yüreğimin korunağında taşırım sonsuza dek; tıpkı kanguruların o minicik keselerinde yavrularını taşıdığı gibi, göğsünü siper edercesine… Seni seviyorum… Seni seviyorum hüzün yüzlüm, kahve gözlüm! ...Sen bin kez desen de “sevme beni! “ diye, seviyorum işte… Bir damla yaşına, hüzünle yıkılmış kaşına dayanamam! O güzel, o narin benliğin örselenmesin; kıyamam sana… Beni öksüz, bir başına bırakma yokluğunla bir tanem! Boğulurum sensizliğin bulanık sularında… Uzakta da olsan; nefesine tutunmuş varlığım… Canıma can katan nefesine… ben seni bedenin, tenin için sevmedim ki seni malın-mülkün, mevkiin için sevmedim… ben seni bir gün-beş gün- on gün için sevmedim ki seni giyindiğin güvercin donu arındığın ab-ı hayat suyu… ben seni çile dergâhında hak yolu yunus odu’ yla yanan serinle… seni bir nefeslik canım yaşadıkça yaşatacak kanım… yanardağlarım, doruğumda karım, edebim - ar’ımla sevdim. ben seni soldukça açan İrem bağım bir avuç gökyüzü, birazcık mavi umut kalbimde saklı gülşen çağımla… seni sana feda canım özverili hoş görülü yalın insan yanım… seni “ adam gibi adam” lığınla bir ömür sevdim; bilmez misin can? seni severken bir şey istemedim, beklemedim ki; Nefes alman, mutlu olmandan gayrı… ben seni senin bile bilmediğin bir yürekle sevdim, bambaşka… seni hep sevdim be can! sevdim, inandım aşka… koşullar uzak düşürse de; seviyorum… seviyorum seni ah bir inansan keşke ... refika doğan
  3. Yayamaz Kayımca şurada yorum gönderdi Gece Yağmuru'nın blog başlığı içinde Gece Yağmuru
    umarım tüm bebekler,çocuklar engüzel yaşamı yaşarlar.....
  4. TÜRKÜLER Öylesine geniş ki yüreğim bir deniz gibi, Güler yüzün bir güneş ışığınca Tatlı ve derin yalnızlığında, Dalganın dalgaya sessiz karıştığı yerde. Gece mi bastırdı? gün mü yoksa? bilmiyorum. Güler bana o tatlı o sevimli Güneş ışıltılı yüzün, Ben bir çocuk gibi mutluyum. Gece yarısı bir de rüzgar Yavaştan yavaştan pencereme çarpar. Bir sağnak başlamış inceden Damlar odama yavaşça. Mutluluğumun düşüdür benim, Rüzgar gibi yalar geçer yüreğimi. Bir buğudur o bakışında senin. Bir yağmur tadıyla sarar yüreğimi. NIETZSCHE
  5. GÖL Ebedi gecesinde bu dönüşsüz seferin Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz Zaman adlı denizde bir gün, bir lahza için Demirleyemez miyiz? Ey göl, henüz aradan bir sene geçti ancak, Seyrine doyamadığı o canım su yanında Bir gün onu üstünde gördüğün şu taşa bak Oturdum tek başıma! Altında bu kayanın yine böyle inlerdin, Yine böyle çarpardı dalgaların bu yara, Ve böyle serpilirdi rüzgarla köpüklerin O güzel ayaklara. Ey göl hatırında mı? Bir gece sükut derin, Çıt yoktu su üstünde, gök altında, uzakta Suları usul usul yaran kürekçilerin Gürültüsünden başka Birden şu yeryüzünden bilmediği bir nefes Büyülenmiş sahilin yankısıyla inledi. Sular kulak kesildi, o hayran olduğum ses Şu sözleri söyledi: "Zaman dur artık geçme, bahtiyar saatler siz Akmaz olunuz artık! En güzel günümüzün tadalım o süreksiz Hazlarını azıcık!" "Ne kadar talihsizler size yalvarır her gün Hep onlar için akın; Günlerle birlikte dertlerini götürün, Mesutları bırakın." "Nafile isteyişim geçen saniyeleri Akıp gidiyor zaman; Geceye "daha yavaş" deyişim boş, tan yeri Ağaracak birazdan" "Sevişmek! Hep sevişmek! Akıp giden saatin Kadrini bilmeliyiz! İnsan için liman yok, sahil yok zaman için, O geçer biz göçeriz!" Kıskanç zaman, kabil mi sevginin kucak kucak Bize sevgi sunduğu sarhoş edici anlar, Kabil mi uzaklara uçup gitsin çabucak Matem günleri kadar... Nasıl olur kalmasın bir iz avcumuzda? Nasıl yok olur her şey büsbütün silinerek? Demek vefasız zaman, o demleri bir daha Geri getirmeyecek... Loş uçurumlar: mazi, loşluklar, sonrasızlık, Acaba neylersiniz yuttuğunuz günleri? Alıp götürdüğünüz derin hazları artık Vermez misiniz geri? Ey göl! Dilsiz kayalar! Mağaralar! Kuytu orman! Siz ki zaman esirger, tazeler havasını, Ne olur ey tabiat, o günlerin saklasan Bari hatırasını! Sakin demler de olsun, deli rüzgar da olsun Güzel göl etrafını süsleyen oyalarda, O kapkara camlarda, sularına upuzun Dökülen kayalarda! İster meltemlerinde, ister ürperişle esen Seslerde, ister uzak ister yakında olsun, Yahut gümüş pullarla sular üstünde yüzen Ay ışığında olsun! Kuduran fırtınalar, sazlar bize dert yanan, Meltemini dolduran kokular, hep beraber, Ne varsa işitilen, duyulan ve koklanan, Desin ki: "Seviştiler." Alphonso de Lamartine
  6. Gidiyorum....... ben gidiyorum artık çok uzak şehirlere hayatımın şiirini yazmaya gidiyorum varolmaya gidiyorum en safça yaşanan aşkların içinde kaybolmaya gidiyorum tanımadığım sevgililerin bedeninde maviyim ben en maviyi bulmaya gidiyorum hasrette olacak bu gidişin içinde onuda yüreğime gömüp gidiyorum
  7. Gitme Kıyamet Olur gitme bak bu gece bak yıldızlar ne iri sular ateşböcekleri çimler çiçekler ışıl ışıl her biri kal gitme gitmek kolaydır gitme bu gece bak dolunaydır gitme uzar bu gece söner birer birer yıldızlar şebi yeldaya döner bu gece bir uzun ihtilal olur iklimler karışır sular yanar bir acayip hal olur gitme ay kararır ay erir kederinden bir ince hilal olur gitme henüz çok erken ince biralevle ruhumuz henüz tutuşmadayken uzun bir şarkının ilk mısrasında gitme beni incitme gidersin yaşamak muhal olur aşksız sevdasız kalırım sessiz sedasız kalırım çölde vahasız kalırım ölmek ihtimal olur gitme beni anaforlara beni kör kuyulara beni sensizlik cehennemine itme gitme beni delirtme
  8. Sayın General, Mamak’tan, Metris’ten, Diyarbakır’dan yükselen işkence çığlıkları hiç kulağınıza ulaşmadı mı? Duyma probleminiz mi var? Bunları yapan Kenan Evren ve arkadaşları için herhangi bir soruşturma açtınız mı? ALPER ERDİK Bundan dört yıl önceydi sanırım; şair Gülsüm Cengiz, bir etkinlikte, ‘’Kamber Ateş Nasılsın?’’ adlı şiirini okumadan önce anlatmıştı, şiire başlık olan sorunun hikâyesini. 12 Eylül sonrası, Mamak’ta yatıyor olan Kamber Ateş’in yakınları, ona, annesinin kendisiyle mutlaka görüşmek istediğini ilettiğinde; Ateş mutlu olmaktan çok, telaşa kapılır. Zira annesi hiç Türkçe bilmiyordur ve görüşlerde, her ne sebeple olursa olsun, Türkçe’den başka bir dil konuşmak yasaktır. Birkaç gün içinde, anneye Türkçe olarak, sadece ‘’Kamber Ateş nasılsın?’’ cümlesi öğretilebilir ve görüş günü, anne, oğluna tüm hasretiyle sorar: ‘’ Kamber Ateş nasılsın?’’… Kamber cevap verir:’’İyiyim, siz nasılsınız?’’… Anne yineler: ‘’ Kamber Ateş nasılsın?’’… Kamber, çaresiz aynı cevapla karşılık verir: ’’İyiyim, siz nasılsınız?’’… O gün, anne ve oğlun iki cümleyle yaptıkları ‘’sohbeti’’ dizelere şöyle döker Gülsüm Cengiz: ‘’… Dilim tutuklu oğlum/Seninle konuşamam/Gözlerimde bulursun/ /İçimdeki özlemi/Acıyı ve sevgiyi/Oğlum, özledim seni/-Kamber Ateş Nasılsın?...’’ “Hatırla Sevgili” dizisini yaratan ekibin yeni projesi “Bu Kalp Seni Unutur mu?”, darbenin hemen sonrasından başlayarak yakın siyasi ve toplumsal tarihimizi irdelemeye başladı ya, birileri yine rahatsız olmakta gecikmedi. Önceki diziye tepkiler, faşistler ve liberallerden gelirken; bu kez sahneye Genelkurmay çıktı! Şaşırmadınız değil mi?. Evet, bir şekilde yandaş medyaya sızdırılan ve gerçekliği veya sahteliği henüz kesinleşmemiş olan; fakat buna rağmen AKP’nin devleti dönüştürürken yardımını aldığı kesimlerce, belge bahane gösterilerek, köşeye sıkıştırılmaya çalışılan TSK, bunca “telaşının” arasında, diziye de laf yetiştirmekten de geri kalmadı. “Bu Kalp Seni Unutur mu?” dizisinde birkaç bölüm boyunca anlatılan Diyarbakır Cezaevi, yaşayanların aktardıklarına göre; 12 Eylülcülerin zihniyetlerini gayet “güzel’” biçimde sergiledikleri, her türlü ve insanlık dışı işkencenin büyük bir “yaratıcılıkla” uygulandığı, ama diğerlerine göre daha yoğun uygulandığı cehennem... Senaristin, o dönemdeki cezaevi koşullarını anlatmak için, orayı seçmesinin nedeni de muhtemelen bu. Yazının başında değindiğim, annelere Kürtçe konuşturmama uygulaması da dâhil, örneklemeye gerek bile duymadığım aşağılık işkenceler, tabii ki televizyonda gösterilebileceği kadarıyla, canlandırıldı ve halkımıza bir şeyler ‘’hatırlatıldı’’ ya; keyifleri kaçan paşalar hemen yaptılar açıklamalarını. Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Ferit Güler aracılığı ile şöyle buyurmuşlar: “TSK'ya uzun yıllar hizmet eden personele karşı tek taraflı, akıldışı iddialar gündeme gelmektedir. Bu kapsamda bir dizi ile ilgili olarak medyada yer aldığı şekilde RTÜK tarafından bazı kararlar alındığı bilinmektedir. Yayın kuruluşlarının insanların kişilik haklarına özen göstermesi, o kişi ve ailelerini de düşünerek duyarlı bir yayıncılık yapması herkes gibi bizim de beklentimizdir.” Bu açıklamaya en gerekli ve anlamlı cevap, Devrimci 78’liler Federasyonu’ndan geldi. Bir kısmını aynen aktarıyorum: “Sayın General, kola içer misiniz kola? Hani uzun ince şişeleri var, hatta biraz boğumlu... 30 yıl önce belki biz de içerdik. Ama otuz yıldır içmiyoruz. Niye biliyor musunuz? ‘Uzun yıllar hizmet eden personelleriniz’ üzerine oturttuğu için... Herkes gibi bizimde beklentimiz’ vardı; bu insanlık suçlarını işleyenler yargılanır diye ama olmadı ve siz hala onları koruyorsunuz! İşkence yapmak kadar işkencecileri korumak da suçtur. Siz bu suçu işlemeye devam ediyorsunuz. Sayın General, Mamak’tan, Metris’ten, Diyarbakır’dan yükselen işkence çığlıkları hiç kulağınıza ulaşmadı mı? Duyma probleminiz mi var? Bu ülkenin geleceği ipotek altına alındı, zenginlikleri peşkeş çekildi, bilim adamları, aydınları, öğrencileri cezaevlerinde işkence hanelerde yok edildi. Bunları yapan Kenan Evren ve arkadaşları için herhangi bir soruşturma açtınız mı? Dünyanın en zengin on generali arasında bulunan Tahsin Şahinkaya için bu kadar zenginliği nasıl yaptı diye sordunuz mu?’’ Sormazlar… Şahinkaya’nın nasıl zengin olduğunu da sormazlar, aydın, öğrenci ve bilim adamlarının neden işkence gördüğünü de… Bugün sinirlerini bozan İslamcıların nasıl iktidara geldiğini de… Belki akılları belki de yürekleri yetmiyordur buna. Ama birilerini fırçalamaktan geri durmuyorlar asla. Hem de ne için? Küresel kapitalizmin ve ülkemizdeki işbirlikçilerinin çıkarları için yapılmış, dincilerin, milliyetçilerin ideolojik iktidarını sağlamış, ülkemizi çöplüğe çevirmiş 12 Eylül darbesini yapanları korumak için! Burada bir başka konu daha var aslında değinilmesi gereken. DTP’yi muhatap kabul etmek istemeyen her parti, kurum; hep şu cümleyi dile getirir: “Siz önce PKK’ya terör örgütü deyin, sonra bize gelin!” Fakat ‘’her nedense’’, kimse çıkıp da MHP yönetimine: ‘’Siz önce şu ülkücü katillerin katilliğini kabul edin, sonra ülkenin sorunlarına dair konuşun!’’ gibi bir laf etmez. Keza TSK… Bugüne dek, birisi de çıkıp dememiştir paşalara, ‘’ Siz evvela şu geçmişinizdeki pespayelikleri yaratanları bir eleştirin, öldürdüğünüz insanların yakınlarından kurumunuz adına özür dileyin, bu ordunun bu tip şeylerle bir daha anılmayacağına dair sözler sarf edin; sonra kalkıp sağa sola laf yetiştirin!’’ Hoş, bunları söylemeye de gerek yok aslında; görüldüğü gibi, generallerin ne darbelerden ne darbecilerden ne de o dönem yaşananlardan bir şikâyeti var! Dahası ve çok çok daha basiti; ellerinden gelse, bize dizi bile izletmeyecekler!
  9. KESK ve Türkiye Kamu-Sen’in yarın gerçekleştireceği iş bırakma eylemine Birleşik Kamu-İş, HAKSEN, Anadolu Eğitim-Sen, Ata Eğitim-Sen ve TEÇ-SEN de katılacağını açıkladı Birleşik Kamu-İş, HAKSEN, Anadolu Eğitim-Sen, Ata Eğitim-Sen ve TEÇ-SEN yaptıkları ortak açıklama ile 25 Kasım günü toplu iş sözleşmesi ve grev hakkı yapılacak iş bırakma eylemine katılacaklarını bildirerek, “ortak hareket etme” çağrısında bulundular. Sendikalar tarafından yapılan ortak açıklamada, sekiz yıldır hükümet ile yetkili sendikalar arasında yapılan toplugörüşmelerde, yetkili sendikaların ortak bir irade ortaya koyamadıklarına dikkat çekilerek, "Hükümetler değişse dahi kaybeden kamu çalışanları ve emekçiler olmuşlardır. Sosyal güvenlik reformu, sözleşmeli personel uygulamasının yaygınlaştırılarak iş güvencesinden yoksunlaştırılması, tedavi giderlerinden çalışanlardan pay alınması, enflasyonun altında göstermelik maaş artışları ve en önemlisi hukuk dışı uygulamalar ile kamu çalışanları, emekçiler kazanılmış haklarını da kaybetmişlerdir. Bizler, tüm farklılıklarımıza rağmen çalışanların ve emekçilerin ortak çıkarları için birlikte hareket etmemiz gerektiğine inanıyoruz" denildi. Açıklamada şunlar kaydedildi: “Bu bildirinin altında imzası bulunan kuruluşlar olarak, 25 Kasım 2009'da bir günlük uyarı grevine katılırken, işte bu anlayış ve duruşun bir gereği olarak kamu çalışanlarının ve emekçilerin hak ve özgürlüklerinin elde edilmesinin, dışlayıcı değil birleştirici bir tutumla, teslimiyetçi değil kararlı ve onurlu bir mücadele ile mümkün olabileceği inancı ile hareket ediyoruz. Bu hak ve emek mücadelesinde; tüm emek kitle örgütleri, kişisel ve kurumsal kaygı ve endişelerden, çıkar hesaplarından uzakta, tek vücut olarak ve tek sesle bulunmak durumundadırlar. Bu tarihi bir görev ve sorumluluktur.” TÜRK BÜRO-SEN’DE KATILIYOR Türk Büro-Sen Genel Başkanı Fahrettin Yokuş da 25 Kasım'da hükümeti uyarmak amacıyla yapılacak olan iş bırakma eylemine katılacaklarını bildirerek, "yıllardır toplugörüşme masalarında, bakan ve bürokratlarla yaptığımız görüşmelerde, basın açıklamaları ve eylemlerimizde sesimizi duymayan hükümet bizi bunu yapmaya mecbur bıraktı" dedi.
  10. Aşk bütün yaraları sarmak için birebir ilaçdır. hadi canım ne çok biliyor bu şans kurabiyesi çıka çıka bumu çıktı istemiyorum bu kurabiyeyi yapıştırsam yeine koysam olurmu ki?
  11. Yayamaz Kayımca şurada bir blog başlığı gönderdi: Yayamaz Kayımca's Blog
    Soluk bir kelebek kanadında düş büyütmek gibi merhaba.. merhaba; uzak ülke rüzgarlarının serinliğine bıraktığım mavi şal, merhaba sana. Yine kağıtla, kalemle merhaba ruhumdaki yalnızlığına.. Yeni bir eklendi yaşamışlığıma , yine bir yıl biterken. henüz dağıtmadı güneş saçlarını ,semanın yüzüne.. Sarı siyah gökyüzü bu yüzden : arada kalmanın resmi bu olsa gerek doğanın tualinde ;sabaha inat karanlık , geceye inat aydınlık.. Loş bir gölgeyim kararsızlığında göğün, ya var ya yokum biraz sonra. Hayatıma uzak, bir hikaye kaharamanının gözüyle baktığımda sen nasılsan ben öyleyim şimdi kendi etim içinde.. Bak..! yine görmeyeceksin biliyorum ama bak... bakmakla görmenin arasında bir ânka havalanır biliyorsun çölden vahaya ya da bir çiçek fidelenir de büyür Ama sen yine de bak ; samyeli saçlarında bak sevdiğim ben tükeniyorum ânka kanat çırptıkça görmenin yeşil ormanına.. Uzaktasın biliyorum; yakınken bile Kâf dağı ardında ama bildiğim bir şey daha var sevdiğim ; seven ulaşırmış ardına dağların, seven görebilirmiş de delerek geçebileceğini dağları , sevdiğinin gözlerinin ışıltısında.. Bir yalvarış türküsü mü bu satırları yazdıran yoksa yakarış mı ; sevdayı yürek denen deryaya hoyratça demirleyene bilmiyorum.. Bilmiyorum dedikçe ne kadar kızdığın geliyor aklıma ; ben de hep kızdım sana beni bırakıp gidişinin ardından içten içe öfke tarttım yürek terazisinde sevgi yanında oysa, kendim için sevmiştim seni de , makyaj yapar gibi boyamıştım hatta çizmiştim seni istediğim şekilde . Kimbilir belki bu yüzden sakladı bencilliğim seni benden , demiştin ya '' sana açan çiçeklerini gösterdim bahçemin; sen onları sevdin . bir de kuruyan ormanları bilsen''. Kan kırmızı karanfillerle getirirken gönül bahçenden yüreğindeki kızıl kıyameti mi anlatmaya çalışıyordu ruhun umarsız.. Oysa kuruyan ormanlarıda sevebilirdim; sevgi büyütmez miydi çiçekleride kimbilir belki yeterince sevmediğimiz için birbirimizi yeşermez diye düşündün. Ve işte bir paradoksa yolculandık birlikte ama iki yabancıydık elele. Yine de senle geçen zamanı düşündükçe anlıyorum ki tutunmuşuz birbirimize ama ip üstünde bir cambaz kadar güvende.. Bir parçada sen suçlusun kanımca ; kabullenmeyebilirdin boyamışlığımı seni. Gözlerindeki yaşların , rengini yıkadığı anlarda bile susarak bizi yanılgılara bayadın. Ikimiz yalancı çocuklar gibi kandırdık birbirimizi , kendimize ait olmayan yalanlarla belki de son oyunuydu çocukluğumuzun(da) , sen korkularına teslimettin , ben kimliksiz egoma... Şimdi mutsuzuz ; bir sabun kayganlığı var avuçlarımızda hayata tutunabileceğimiz pençelerimiz yok öylesine yaşayan ve ölen insanlar gibiyiz bu devinimsiz boşlukta ... Yine de bir şansımız daha var ufacıkta olsa ... alıntı...
  12. Yayamaz Kayımca şurada bir blog başlığı gönderdi: Yayamaz Kayımca's Blog
    Bu gece ne kadar da yanında olmak istedim... Seni yıpratan her ne varsa onları her bir köşenden çıkarıp, şeytanın kazanında sonsuza dek kaynatmak istedim... Ama biliyorum ki, asla istediğimde yanında olamayacağım... Ne kadar da korkunç gözüküyor değil mi... Bense bu lanetin tadını çıkarıyorum işte!.. Kar yağan tepelerde, metrelerce beyazlığın altında kardelenlerin varlığını hissederek savuruyorum buzdan saçlarımı... Tipinin nasırdan ellerini senin dokunuşların diye tenime değdiriyorum... Gözlerimi dahi açtırmayan fırtınanın kollarına bırakmam kendimi, senin duru suların için, inan... Kaybolmuşluğumun keyfini çıkarıyorum... Beni soktuğun kimliklere alışıp, hiç birini reddetmeden, hep yanında olmak için bu kadar çabam!.. Ben bu kadar çırpınırken sularında, seni yoran her ne varsa lanet ediyorum işte... Kopya kağıtlarından yaptığım sevgi anlarını, varlığı oluşmamış hayallerin, kırıştırmasını hazmedemiyorum... Bilmiyorlar ki, senden çok bana zarar veriyorlar... Hayatımı sen yapan, bir kadının anlarından neler çalıyorlar... Geceler boyu kurulan hayalleri nasıl da paramparça ediyorlar... Gitme sevgili... Gözünle gördüğün her şeyde sahtekarlık, acı, göz yaşı, boğulmuş ihtiraslar var... Benim avuçlarımdaysa, her bir andan toplanmış, kazı*********** kazanılmış, rengarenk demetler var... Bak; bu, dün gece kimseye görünmeden, bulutların derinliklerini yararak çaldığım hilalin parlaklığı... Cebimde kimsenin göremediği yıldızlar saklı... Saçlarımın arasında rüzgarın en tatlı kokusu gizli... Kulağımın arkasında fısıldanmış güzel kelimeler var... Hepsini senin için topluyorum!.. İçimde sen varken benim bunları ihtiyacım yok çünkü... Ne güzel kelimeler istiyorum, ne ay parlaklığı ne de rüzgarın huzuru... Gözlerinden parlak mı sanıyor kendini bulutlara mahkum ay?.. Dudaklardan sen dökülmedikçe ne anlamı var ki söylenenlerin?.. Bir masal böyle yazılır... İşte hayat... Sen bulanıklaştırsan da, göğü, denizi, içimdeki tanrı hepsini siler atar... Anlar anlamlanır... Dokunuşlar hayat verir...
  13. Yayamaz Kayımca şurada bir blog başlığı gönderdi: Yayamaz Kayımca's Blog
    Sen bu mektubu okuduğunda ben yeni başlamış olacağım yazmaya. Gözlerin ilk satıra düştüğünde kalemim daha yeni değmiş olacak kağıda. Senbir pazartesi akşamına karartırken günü bense henüz uyanmış olacağım. Ve penceremden senin pencerendeki akşamı izleyeceğim. Sonra sen, benim seni izlerken yazdığım satırlara sarılıp yatacaksın. Uyanacaksın. Yıkayacaksın yüzünden pazartesiyi. artık yaşanmamış yepyeni bir gün olacaksın.
  14. Okunmamış mektupların yasak sevdaların kentinden geldim ben; Kavanozlara hapsolmuş kırılgan güneşlerin Kimsenin birbirine dokunamadığı sevgilerin kentinden. İçimde kocaman bir acıyla pek çok korkuyla geldim; Ürkeklikle kırılganlıkla umutsuzluk ve çaresizlikle geldim. Aylarca hüzünle dolaştı bu şehirde gözlerim Yalnızlık ve açlıkla; Sevgiye açlıkla. Bir bir tanıdım bu kentin ıslak ve yağmurlu köşe başlarını Gözleri yaşlı çıkmaz sokaklarını. Her kaldırım taşına dokundum Her ağacına sarıldım Her sesini ve sessizliğini dinledim. Her agıdını yaktım Her kederine ağladım. Acım hiç azalmadı Korkum bir parça bile eksilmedi. Daha da arttı yalnızlığım Umutsuzluğum daha da çoğaldı. Söylediğim her şarkıda Yazdığım her şiirde daha da büyüdü kendimden nefretim. Karanlık ve ıslak gecelerde gördüğüm her ışıklı camda acıyla dağlandı gözlerim Pençe pençe kuru ağaç yapraklarına yazdığım sevgim günden güne yittigitti. Sonra sen çıktın karşıma. Bu kentin senin kentin olduğunu öğrendim Bu ağaçların bu göğün senin olduğunu. Bambaşka bir kimliğe büründü her şey. O ışıklı camlardan birinin senin olduğunu öğrendim Nefret etmedim ışıktan. Sessizliği yırtan seslerden birinin senin sesin olduğunu öğrenince gürültüyü sevdi gözlerim. Önce bir parça Sonra bir parça daha... Böyle böyle umut doldu içim Acılarımdan sıyrıldım Ölüme bile çare buldum. Geldiğim kentin korkudehşet ve acı doluyalan ve nefret dolu sokaklarını unuttum Çığlıklarla yıkanan gecelerini unuttum. Senin şehrin ağıtlar yerine türküler söylemeye başladı bana. Mutlulukla tanıştı yüreğim Yeniden sevgiyle tanıştı. Sonra öğrendim ki... Senin kentim benimkinden daha yalancıymış Senin sözlerin benim kentimin çığlıklarından daha çok acıtıyormuş. Öğrendimsenin ve kentinin sahte yüzünü; sonra çok sonra. Ama bu kez kaçıp gidebileceğim bir başka kent yoktu Kaçıp sığınabileceğim bir başka ben yoktu. Acımkorkum ürkekliğim çaresizliğim; Benden uzaklara gönderdiğin ne varsa hepsi yanlarında yeni dostlarıyla Yeni düşmanlarımla gelip yerleştiler içime. Geceyle tanıştım yeniden Geceyle tanıştım sonra... yeniden Islak sıcak demeden yürüdüm gecenin içinde Yine ıslak ve karanlık gecelerde ışıklı camlara baktım En çok senin camına baktım O dalgın camın ardında başını masaya eğmiş bir şeyler yaptığını biliyordum; Saçının yüzüne dokunduğunu Elinin saçına dokunduğunu Gözlerinin bana hiç gerçekten dokunmadığını biliyordum Ağlıyordum. Kimi zaman ben karanlık bir köşeden senin camına bakarken camda çocuk yüzün beliriyordu Dalgın dalgın deliyordu karanlığı bakışların Bana ulaşmıyordu Bunun için bir çaba harcamadığını biliyordum. Eski harap bir mezarlık gibi kalıyordu boşlukta Sen ışığı söndürüp başka dünyalara gittikten çok sonra bile gözlerin O mezarlıkta bana ait bir ot bir taş parçası bile olmamasının verdiği buruklukla Senden nefret edememenin Senin için hiçbir şey ifade edememenin verdiği yorgunlukla Ertesi gece camlarla Camınla buluşmak üzere gözlerimi ve bedenimi alarak Kalbimi hep çok gerilerde bırakarak Evim dediğim taş duvarların arasına dönüyordum sonra. Sonra evime dönüyordum... Kendimi sorguluyordum; Korkumuacımı yalnızlığımı sorulara boğuyordum. Aynalardan nefret ediyordum Kendimden nefret ediyordum ama yinede seni seviyordum. Yasak sevdalar okunmamış mektuplar kentinin insanı olduğumu; Yasak sevdalara acılara mahkum olduğumu bile bile seni seviyordum. Acı çekiyordum Parmaklarımla aynaları parçalıyordum Aynalarla parmaklarımı parçalıyordum. Ruhsuz camıma dokunup kanlı parmak izlerimle sana sesleniyordum Yüzüme dokunuyordum paramparça ellerimle Senin hiçbir zaman gerçekten dokunmamış olduğun yüzüme İçimin resmine. Acımı hissetmiyordumacımı hissetmiyordun. Rüyalarımda saçlarım gökkuşağına karışıyordu Rüyalarımda dokunuyordun bana Bu kent beni seviyordu rüyalarımda. Bir zamanlar beni seven dostum olan bu kent gerçekte nefret ediyordu benden oysa Bu kent nefret ediyordu benden Senin kentin olduğu için Her toz zerresinde senden bir parça taşıdığı için. Gidecek başka bir yerim yoktu oysa benim Yüzümü gömüp yüreğimi gizleyebileceğim başka bir şehrim yoktu. Yasak sevdalar kentine dönemezdim Dönemezdim çünki orası çoktan yerle bir olmuştu. Başka bir şehre gidemezdim çünki gözlerim bu kentin göğüne tutsak olmuştu Karanfillere asılmışyanmış kağıt parçalarıyla Duvarlara hapsolmuş bomboş yüzlerle bile olsa bu kentte kalmalıydım; Senin kentin olduğu için Sen bu kentte olduğun için. Ben senin umurunda değildim oysa biliyordum. Biliyordum beni umursamıyordun. Çoktan yeni ülkelerle buluşmuştu gözlerin Yeni sayfalara yazı yazmışyeni sınırlar çizmişti ellerin. Yeni anılara gülüyordu sesin. Umutsuz aşkların çocuğunu unutmuştun çoktan Resmim en ufak bir iz bile bırakmadan Belleğinden bir ter damlasın karışıp gitmişti. Bir ot parçası boş bir kutu bir şeker kağıdı kadar bile değerim olmamıştı gözünde Oysa sen Eski fotoğrafları kaplayan Onları gizeme boğan Yaldızlı toz taneleri kadar değerliydin benim için; Taşlar kadar Kuru yapraklar kadar Anılar kadar değerliydin. Duvarlarımı süslediğim kuru gonca güllere senin adını vermiştim ben Her şeyi isminle süsleyip Kendimi bile isminle sevmiştim ben. Her şeyi isminle sevmiştim ben; Şimdi her şeye iyice sinmiş olan Hiçbir şeyden silinmeyen isminle Dudaklarımı kutsayan isminle. Meydanlarda kırık ağaç dalları gibi kaldım sonunda Savaş meydanlarında ağlayan Yüzünü Geleceğini kaybetmiş çocuklar gibi Güneşi elinden alınmış ninniler gibi. Sonunda ışıklı camından yılgın bakışlarından kaçtım Senden kendimden kaçtım. Kendimden kaçtım. İnsan kendinden ne kadar kaçabilirse Kendini ne kadar dışlayabilirse. Kendimden kaçmakla kaderimden kaçabileceğimi düşündüm Başaramadım. Yeni açmazlara düştüm. Bu koca kentin sahte yüzünden kaçmaya çalışırken onun sokaklarında kayboldum. Sonra bir gün; Hiç görmediğim Ama hep gözümün önünde olan bir yüzle tanıştı gözlerim. Onun acılarını öğrenip anılarını dinledikçe Yavaş yavaş kendi benliğimden uzaklaştığımı Eski kabuğumdan sıyrılıp yeni bir kimlik kazandığımı hissettim Ve bu yüzden kaçtım ondan; Çünki yeni bir yüz yeni acılar demekti Bunu sen öğretmiştin bana. alıntı.....
  15. Transseksüellerden Emniyet Müdürü Çapkın'a: Elini Bedenimden Çek! Hüseyin Çapkın'ın İstanbul Emniyet Müdürlüğü görevine gelmesinin ardından travesti ve transseksüellere yönelik baskıların arttığını söyleyen yaklaşık 100 kişi İstanbul polisini Beyoğlu'nda düzenledikleri yürüyüşle protesto etti. İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın'ın travesti ve transseksüellere yönelik son günlerdeki baskılarını ve uygulamalarını protesto eden İstanbul LGBTT Girişimi ve Emekçi Hareket Partisi, Beyoğlu'nda yürüyüş düzenledi. Çevreyi rahatsız ettikleri bahanesiyle hemen her gün kendilerine keyfi para cezaları kesiğine dikkat çeken transseksüeller ve travestiler,bu keyfi uygulamalar son bulmadıkça alanları terk etmeyeceklerini duyurdular. Yapılan hiç bir yıldırma politikasının özgürce yaşamlarına engel olamayacağını ifade eden eylemciler Taksim tramvay durağından Galatasaray Meydanı'na yürüdüler. Yürüyüş boyunca "Teşhirci değil travestiyiz", '"Travesti kimliği engellenemez" ve "Polis soyuyor devlet koruyor" sloganının atıldığı yürüyüşünün sonunda yapılan basın açıklamasını Ebru Kırancı, "Daha önce İzmir'de Emniyet Müdürü olduğu dönemde travestilere zulmeden ve Baran Tursun'un öldürülmesi gibi olayına adı karışan Hüseyin Çapkın'ın İstanbul Emniyet Müdürü olarak tayin edilmesinin zaten zor olan hayatlarımızı iyice cehenneme çevirdi" dedi. Çapkın'ın işaret vermesiyle İstanbul polisinin Travesti avına çıktığını" söyleyen Kırancı, "bu uygulamalarla travesti düşmanlığının sadece filanca emniyet müdürünün ya da amirin değil devletin sistematik bir ayrımcılık politikası olduğunu" kaydetti. Toplu suç duyuruları, yürüyüşler,basın açıklamalarıyla ve etkinliklerle bu uygulamalar son bulana kadar mücadele edeceklerini ifade eden Kırancı polislere seslenerek, "Travestilik bir suç mudur ? Travesti suçlu mudur? Sizin göreviniz her geçen gün artan suçu önlemek midir yoksa bizim vergilerimizle bize zulmetmek midir?'' diye sordu. Dün (28 Eylül) saat 18.00'de gerçekleşen eylemde "Travesti ve transseksüel olmak kabahat değildir.'Polis' cezaları bizi yıldıramaz" pankartı ile "Transseksüelim herkes gibi sokakta yürümeliyim" ve "Polis elini bedenimden çek" dövizleri taşındı
  16. "Türk aile yapısıyla örtüşmeyen yayınlara şifreleme" önerisi getiren Bakan Kavaf'ın önerisine seyirci tepkileri: "Çocuklar öpüşmeyi öğrenmesinler mi?", "Ben Türk değilim", "Ne izleyeceğimize bakan karar veremez?" Seyirci öfkeli, Aileden ve Kadından Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf'ı kadından yana görev yapmaya çağırıyor. Kavaf'ın tepki toplayan önerisiyse televizyonlarda yayınlanan diziler için "Türk aile yapısıyla örtüşmeyen programlara şifre" uygulaması. Geçtiğimiz dönem Aşk-ı Memnu dizisizinin "öpüşme" sahneleri tartışma yaratırken RTÜK "Çok ateşli seviştiler'' diyerek rapor hazırlamış, kanala ceza vermişti. Seyirciye bu örnek üzerinden "Türk aile yapısı"nı "öpüşme/sevişme"yi sorduk. "Türk ailesi akıllı işaretlerden anlamıyor mu?" Ezgi Yener (25), metin yazarı: Yaşasın öpüşmek. Türk ailesi keşke daha çok öpüşse, keşke daha çok sevgi olsa ortalıkta. Daha çok sevgi kimi bozmuş da Türk ailesini bozacak. Yok eğer seksten korkuyorsa büyüklerimiz, onlara Türk ailesinin Türk evlatlarını hangi leylek acentası evlere teslim ediyormuş, onu sormak lazım. Çocuklarımıza gelince Türk ailesi 'akıllı işaretler'den anlamayacak kadar akılsız mı? Bakan yoksa bunu mu demek istiyor. "Ebeveynler evde öpüşmüyorsa..." Veronika Schnyder, 34, çevirmen: Ben Türk değilim, ama Türkiye'de yaşıyorum. Üstelik anne-babalar evde öpüşmüyorlar mı? Oldu olacak tıpkı sigara sahneleri gibi öpüşme sahneleri de 'mozaik'lensin o halde. "Bakan görevini yapsın" Pırıl Güzeltepe (52), emekli memur: "Türk aile"sinden ne kastediliyor? Benim olmayan ailem mi yoksa 'bayan' Kavaf'ın ailesi mi? Aile yapısının inşası diye bir şey söz konusu olamaz. Bayan Kavaf'a bakanlığının görevleri üzerine çalışmaya davet ediyorum. Bizim evlerimizdeki televizyonlarda neyi nasıl seyredip edemeyeceğimize devlet ya da bir bakan karar veremez. Bu ülkede biz 'özgürlük' dedikçe karşımıza sansür getiriyorlar. Bakan hayatında hiç öpüşmemiş mi? Niye bu kadar karşı çıkıyor? Çocuklar öpüşmeyi öğrenmesinler mi? Bakan, bakanlığın ismini iyi kavrasın; Aileden ve Kadından Sorumlu Bakanlık demek 'aile ve kadınlığın inşası' demek değil. Gazeteci niye bu soruyu soruyor? Bakanın "şifre" uygulaması kadar gazetecinin Türk aile yapısını dert etmesi de sinir bozucu. Ahmet Sarıkaya (60), emekli: Ben aile değilim, tek başıma yaşıyorum, dolayısıyla televizyonda yayınlan dizinin örtüşmediği bir yapı yok benim evimde. Ayşe Balkan (30), grafiker: 'Türk aile' yapısı da benimle örtüşmüyor mesela. "Heteroseksüellerin öpüşmesi ahlakımı bozmuyor" Mevlüt Karakış (40) öğretmen: "Bir 'Türk aile yapısı' diye tutturmuş gidiyorlar. Televizyonda birbirini katleden erkeklerden, homofobik, transfobik ya da cinsiyetçi ifadelerden/görüntülerden rahatsız olmayanlar, iki ya da daha çok kişinin yapacağı en güzel eylem olan öpüşmeden/sevişmeden rahatsız olması trajikomik de değil, manalı da. Bu sinir bozucu ve gıcık. Bakan endişelenmesin. Öpüşen heteroseksüelleri görünce ahlakım bozulmuyor. İki eşcinselin öpüşmesini göstermeyen mantık beni sinir ediyor." Mehtap Şengel (30), memur: 'Kutsal Türk ailesi'' kavramı kişiden kişiye göre değişebilen son derece göreceli bir kavram. Neyin kime ne kadar zararlı olduğunun kararını kim verecek? Bu tip şeylerin standart kriterleri olmalı ve asıl amacı da çocukları korumak olmalı, 'aileyi' değil. Ben kendi ailemi kendim koruyabilirim. Ayrıca ben neden hükümetin ya da muhalefetin ahlakına göre televizyon izleyeyim ki? AKP'nin benden daha ahlaklı olduğuna kim karar veriyor. Ben akşam saatinde çocuğumun bir dizide ya da filmde öpüşme sahnesi izlemesinde bir sakınca görmüyorum, ama gündüz programlarında karı kocalı, baldızlı, enişteli kutsal Türk ailesinin aile sırlarını ekranda küfrederek ortaya dökmelerini çocuğuma hayatta izletmem. Onlar çok daha sakıncalı bence. Bakan: Güçlü aile yapısının sürdürülebilirliği üzerine Kavaf, bir muhabirin, "Televizyonda Türk aile yapısıyla örtüşmeyen diziler var. Bu dizilerle alakalı bir çalışmanız var mı?" sorusu üzerine "şifreleme" önerisini getirmişti. "Toplum olarak en büyük değerleri bir arada tutan kurumun aile kurumu olduğunu her zaman övünerek söylüyoruz. Ancak aile kurumunun da olumsuz birtakım gelişmelerden korunması gerektiğine inanıyoruz. Güçlü aile yapısının inşa edilmesi, sürdürülebilirliğinin sağlanması gerektiğine inanıyoruz. Bununla ilgili çalışmalarımızı ilerleyen günlerde kamuoyuyla paylaşacağız. O görüntülerin eylemleri ve söylemlerin olduğu her neyse işte yayınların bir şifresi vardır. Onu seyretmek isteyenler o şifreyi satın alırlar ve seyrederler. Ama kontrolsüz, şifresiz bir şekilde bu yayınlar dünyanın hiçbir yerinde yok. Bizde de öyle olması gerektiğine inanıyorum"
  17. Doktor, savcı ve mahkeme işkenceyi örtbas etti Kırıkkale F Tipi Cezaevi'ne yapılan sevkler sırasında tutsakların gördüğü işkence ve kötü muamele doktor, savcı ve mahkeme tarafından örtbas edildi. Gardiyanlardan işkence gördükleri gerekçesiyle hastaneye gelen mahkumlar için 'yaralama var ama basit tıbbi müdahaleyle giderilebilir' raporu veren doktor, savcılıktaki yeminli ifadesinde, 'sehven öyle rapor yazmışım' dedi. Savcı gardiyanlar için takipsizlik kararı verdi, hakim de karara yapılan itirazı reddetti. Edinilen bilgiye göre Kırıkkale Cezaevi'ndeki 2007 yılında yapılan sevk sonrasında yaşananlar tutsaklara işkencenin örtbas edildiğini gözler önüne serdi. Tutsaklar önce cezaevi revirine sonra da Kırıkkale Yüksek İhtisas Hastanesi'ne götürüldü. Mahkumlar için hasta takip formları raporlar düzenlendi. Raporlarda 'kolda ve ağız kısmında kesi', 'kanamalı erezyon', 'sırtta ve iki kolda erezyon ve ödem' gibi tanılar konuldu. Tutsakların avukatları bu tespitlere dayanarak 66 gardiyan ve cezaevi birinci müdürü ile doktorlar hakkında suç duyurusunda bulundu. Soruşturmanın sanıkları arasındaki, Yüksek İhtisas Hastanesi Doktoru Derya Türkyılmaz'ın ifadeleri işkencenin nasıl örtbas edildiğini gözler önüne serdi. Doktor Türkyılmaz, tutsakların muayene sırasında mahkumların yaralandığını ancak 'basit bir tıbbi müdahale ile giderilebilecek ölçüde hafiftir' raporu verdi. Soruşturmada Kırıkkale Başsavcılığı neden bu şekilde rapor hazırladığını sorusuna Türkyılmaz, 'Acil serviste görev yaptığımız için işler çok yoğun oluyordu. Yoğun bir şekilde rapor hazırlıyorduk. Bu nedenle sözkonusu ibareler el alışkanlığı ile yazılmış ibarelerdir. Herhangi bir yaralanması, darp, cebir izi görülmeyen hastanın durumununa 'basit tıbbi müdahale ile düzelebilir' şeklinde ifade edilmesi tıp ilmine ve mantığa uygun değildir. Sehven yazılmış ibarelerdir' cevabını verdi. İşkencenin örtbas edildiği gözler önüne seren bu ifadeler ifadeler üzerine savcılık gardiyanlar hakkında takipsizlik kararı verdi. İşkence gören tutsakların avukatları ise karara itiraz etti. Tutsakların itirazını Ankara 10'uncu Ağır Ceza Mahkemesi görüştü. Mahkeme de doktorun bu ifadelerine dayanarak takipsizlik kararının kaldırılıp dava açılması yönündeki talebi kabul etmeyerek işkence olayı soruşturulamayarak rafa kaldırıldı. ANF
  18. Bilim adamları taş devrindeki insanların cinsel hayatını tartışıyor. İlk önce Almanya nın Leipzig kentinde 7200 yıllık bir çöp çukurunda Avrupa nın ilk çiftçi kültürü olan şeritli seramik kültürüne ait çarpıcı bir heykelcik çıktı ortaya. Bacakları, karnı ve kafa eksik olan 8,2 santim boyundaki heykel parçası, çok iyi biçimlendirilmiş art kısım ve önünde bir penisten oluşuyordu. Ayrıca kasları ve ******* başı da çok abartılı ve belirgindi. Zschernitz Adonis i olarak adlandırılan heykelcik Orta Avrupa da bugüne kadar bulunan en eski erkek heykelciği. Bu dönemden bilinen çok küçük heykelcikler genelde memeleri ve art kısımları abartılı olan kadın tasvirlerinden ibaret ve genelde törenlerde kullanılan bereket idolleri olarak tanımlanır. İ.Ö.5.500-4500 yılları arasındaki o döneme ait tek bir erkek heykelciği bulunmamıştı. Bu nedenle de önemliydi. Ertesi yıl başka heykelcik parçaları da bulundu. Sol baldırdan kalçaya kadar uzanan bir parça büyük bir olasılıkla bir kadın heykelciği idi. Arkeologlar bu heykelciklerin bereket sembolü olduğuna inanıyor. Heykelciklerdeki diğer önemli bir özellik de duruşları. Bu türdeki heykelcikler genelde dik bir vaziyette biçimlenir, ama Adonisin bedeni hafif öne doğru eğikti. Yeni sorular Arkeologlar, Neolitik dönemde çömlekçiliğin kadınlar tarafından yapıldığını varsayar. Demir çağında çömlekçi çarkının keşfinden sonra erkek zanaatı haline gelmiştir. O halde bir kadın hayalindeki erkeği mi biçimlendirmişti kilden? Eğer öyleyse kadın heykelciği de kendisi miydi? Erotik tasvirler bugüne kadar sadece eski Yunanlılardan biliniyordu. Fakat bunlar 4000 yıl kadar sonra biçimlendirilmişti. Spiegel deki yayına (14/2005) göre, Almanya da bulunan yeni heykelciklerden sonra taş devri insanının sosyal yaşamı yeniden sorgulanmaya başlandı bilim dünyasında. İnsanlar ne zaman utanmaya başlamışlardı? Akraba evliliği yasağı veya tek eşlilik kimin icadıydı? Büyükanne ve büyükbabalar dahil tüm aile fertleri aynı çatı altında mı uyuyordu? Bilim adamlarının kafalarını kurcalayan sorular aşağı yukarı böyle. Ayrıca Sachsen bölgesinde bulunan bir tapınak da taş devri insanlarının cinsel yaşamı hakkında bilgi vermekte. Arkeologlar tarafından ortaya çıkarılan 6000 yıllık kült evinin duvarlarına kabartma şeklinde kadın memeleri yapılmış. Tüm bunların dışında Almanya da açılan 100.000 yıl boyu seks sergisi de yeni yorumlara yol açıtı. Sergilenen ilginç buluntular arasında tunç dönemine ait kışkırtıcı çamaşırlar, Atina dan freskler ve süte batırılan kumaş kondomlar yer alıyordu. Seks engelsiz miydi? Bilim dünyası bu buluntular ışığında iki soru arasında kaldı. Atalarımızın seks yaşamı engelsiz miydi? Yoksa kurallar o zaman da var mıydı? Sosyobiyologlar, ilk hominidlerin çok eşli olduklarını ve kendilerini hormonların etkisine bırakarak özgürce çiftleştiklerini düşünüyorlar. Oysa kuralcılar atalarımızın da cinsel yaşantılarında katı kurallar uyguladıklarını savunuyor. Bu açıdan bakıldığında gerek Almanya da bulunan son heykelcikler ve memeli tapınak da farklı bir şekilde yorumlanabilir. Kuralcılara göre bunlar üreme kültürünün kurallarına yansıtmakta. Sosyobiyologlar ise tam tersi olarak ilk çiftçilerin gece gündüz seksten başka bir şey düşünmediklerini ve cinselliği diledikleri gibi yaşadıklarını tahmin ediyorlar, deniyor Spiegel deki yazıda. Benzer bir tartışma 35.000 yıllık geçmişi bulunan Phallus betimlemeleriyle de yaşanmıştı. Kimi bilim adamları bunların cinsel zevk aracı olduğunu kimileri ise buz devrinde genç kızların bakireliğine son vermek için kullanılan özel aletler olduğunu savunmuştu. Darwin e göre Ünlü evrim bilimci Darwin e göre zevk ve erotizm yerine, taş devrinde sürekli devam eden bir kapışma vardı. En güçlü erkekler harem kurarken, güçsüz olanlar eşcinsel ilişkiye giriyor ya da şempanzeler gibi mastürbasyon yapıyordu.. Ya da yöneticiyi öldürüyordu. Memnuniyetsizliği ve durdurmak ve her şeyden önce sosyal ortam içinde yaşayabilmek için atalarımızın en eski geleneğini yarattığını düşünenlerden biri de Sigmund Freud idi. Ongunculuk (totemizm) sistemi gerçi sükunet ve düzen sağlıyordu ama aynı zamanda da bireylere korkunç bir seks yasağı koyuyordu. Gerçek şu ki Afrika ve Avustralya daki yerliler 19.yy a kadar birbirlerinden çekiniyor ve utanıyorlardı. Bazı topluluklarda erkekler kız kardeşlerine isimleriyle hitap edemiyorlardı. Onlara dokunmak bile yasaktı ve köyün içinde evlilik neredeyse imkansız gibi bir şeydi. Kuralcılar, insanların hiçbir zaman tamamen özgürce çiftleştiklerine inanmıyorlar, sadece özel günlerde yani törenlerde hafif taşkınlıklar yapılabiliyordu. Gündelik yaşamdaki cinsel arzular için klanlar, uygarlık boyuncu git gide güçlenen kurallar koyuyorlardı. Mahremiyetsiz kulübe Bununla birlikte, utangaç insana giden yolun nerede başladığı hala tartışmalıdır. Homo erectus un 370.000 yıl önce inşa etmiş olduğu sekiz kişilik kulübelerde mahremiyete yer yoktu. Alman tarih öncesi araştırmacısı Svend Hansen e bakacak olursak, 40.000 yıl önce de cinsel yaşamda katı kurallar geçerliydi. Yüksek doğum oranı vahşi yaşam koşullarında pek de arzu edilmiyordu. Neden mi? 15-30 kişilik klanlar, biyotop içinde hareket ederken anne sırtındaki her bebek ek bir yük oluyordu. Hansen e göre bu nedenle, göçerlerin bitkisel doğum kontrolü ve cinsel yaşam kuralları dışında kürtaj ve çocuk katliamları gibi kanlı gelenekleri de vardı. İşte bunun sonucunda da nüfus on yıllar boyu fazla değişmemişti. Atalarımızın buna rağmen erotik tasvirlere yönelmelerini bilim adamları cinselliğe olan özleme bağlıyor. Cinsel arzuyla yanıp tutuşan insan engelleri cinselliği çağrıştıran eserlerle bir nebze olsun aşmaya çalışmıştı. Bu türden 200 kadar Venüs heykeli bulundu bugüne kadar ve bazılarında bulunan bilezik veya kuşak gibi aksesuarlar heykelciklerin çıplaklıklarını sanki daha fazla dışa vuruyor gibi. Bilezikler kelepçelere benzediği için bu heykelcikler bir zamanlar köle olarak yorumlanmıştı. Oysa toplum biyologları tam tersi olarak sınırsız aşk oyunlarının yansımaları olarak görmekteler. Hamile kadınlar Fakat son incelemeler kadın heykelciklerin sadece çiftleşmeye hazır olduklarını değil, aynı zamanda hamile olduklarını da göstermekte. Mesela Fransa da bulunan Monpazier Venüsü nün vulvası (kadının dış jenital organı) açık ve diğer bir heykelcikte ise karın bölgesi hafif şişkin ve bacaklarının arasındaki bir çıkıntı da doğum anını hatırlatmakta. Bu açıdan bakıldığında bu tür heykelcikler daha çok döl bereketinin ve yaşamı yaratının bir sembolü olarak kabul edilebilir. Öte yandan da bu hamilelik kültürü, Gravetyen (30.000-24.000 yıl önce) erkeğinin bilgisizliğini yansıtmakta. Bir olasılıkla erkekler seksin biyolojik fonksiyonunu henüz bilmiyorlardı.Erkeklerin, kendilerinin de yeni bir canlının dünyaya gelmesinde katkılarının olduğunu öğrenmeleri uzun bir zaman alacaktı. Günümüzden yaklaşık olarak 20.000 yıl önce Venüs kültürü doğdu. Bu yeni kültür, erkek ve dişi cinselliğini temsil eden karma motiflerden oluşuyordu. Örneğin Batı Fransa daki La Marche Mağarasındaki duvarlara Kamasutra kültürünü anımsatan resimler çizilmiş. Bunlardan birinde bir erkeğin başı kadının bacakları arasında kaybolmuş ki, bu oral seks olabilir. İkinci bir resimde ise ayakta birbirine sarılmış cinsel ilişki halinde olan bir çift görülmekte Ancak bunların paleolitik devirde özgür seks e işaret ettiğini söylemek zor. Bununla birlikte birçok bilim adamı bunlarda yeni bir çağın başlangıcını görüyor: İnsanoğlu yerleşik yaşama geçmeden kısa bir süre önce, çiftleşme ve doğum arasındaki bağlantıyı keşfetmişti ve bu nedenle de cinsel ilişki en büyük ilgi alanı haline gelmişti.. Nilgün Özbaşaran
  19. ÖZGÜR İRADE ‘’KADIN DOĞULMAZ, OLUNUR’’ Bu söz Simone de Beauvoir’in meşhur bir sözü, benim değil, keşke benim olsaydı. İlk okuduğumda başlangıçta birinin bu kadar güzel bir sözü söylemiş olmasını biraz kıskandım ama kısa bir süre sonra içimi bir sevinç kapladı. Yıllardır etrafında döndüğüm dolaştığım konuyu netçe açıklayacak bir söz bulduğum için mutlu oldum. Demek ki herkes olayın farkındaydı, dişi olmak kadın olmak demek değildi. Nasıl ki penisle doğmak erkek olmaya yetmiyorsa, vajenle doğmakta sadece dişilik, doğurganlık sağlıyor, kadın olmaya yetmiyor gerçeği ortadaydı. Peki nasıl kadın olunur? İnsan dişisinin kadın olmaya şansı , gücü varmıydı ? İmkan verilmişte onlar mı olamamıştı?Yoksa bizler erkekler mi bunu engelliyorduk? Veya aslında döngünün başında kadınlar kendilerinin olduklarının farkında olmadan kendi kendilerini mi ezip, kadınlıklarını yok etmeye çalışıyorlar, yalnızca dişi, doğuran insan olmaya mı çalışıyorlardı? Ya da biz onların bunun farkına varmaması için mi devamlı çalışıp aslında tek üstünlük olan adele gücünü mü zeka, beceri, yetenek ve akıl olarak gösterip onlara kendilerini yeteneksiz ve sadece ****** olarak mı hissetmelerini mi sağlıyorduk?Ya da gücü olan gücünü göstermeye ihtiyaç duymaz gerçeği ile onlar bunun farkında ama biz erkekler değil miydik. Güç ve kontrol gösterme, bastırma çabalarımıza içlerinden gülüp sadece kabul ediyormuş gibimi gösteriyorlardı? Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurtamı tavuktan çıkar gibi bir felsefi karmaşa mı? Bu gün cinsel problemlerde tedavi veya kadın-doğumla ilgili bir şeyler yazmayı planlarken bu yazıyı yazmayı istedim. Geçen ay içinde Discovery kanalında Afganistan’la ilgili bir belgeselde yönetiminin kadınların bütün haklarını elinden aldığını, yanında erkek olmadan sokağa çıkamadıklarını, ülkedeki bütün kız okullarının kapatıldığını anlatıyordu.Bunları zaten duymuş, okumuş ve biliyorduk.Ve Taliban’ın yönetiminde olmayan başkentte sadece bir kız okulunun bulunduğunu , tüm ülkeden 3000 e yakın kızın okumak için bu okula geldiği gösteriliyordu.Okul terk edilmiş virane bir gibi yapıydı, yerler toprak,sıra yok, ayaklar çıplak. Okul müdiresi hanım ise röportajda içinde bulundukları durumun kötülüğü, kadın haklarının yokluğundan bahsediyor, bu sistemin değiştirilmesi için dünyaya çağrıda bulunuyordu. O an içimde bir sıkıntı oluştu.Ne orada nede başka yerlerde KADIN Kadının gücünü bilmiyordu.Görmüyor, göremiyorlardı.Kendi kendilerini yok etmeye ezmeye çalışıyorlardı. Tüm dünyada kendilerine ve varlıklarına ihanet eden bir kadın nesli oluşmuştu, oluşturulmuştu.Biz erkeklerde onları ezip kontrol altına alıp kendimize ve neslimize ihanet edip sağlıksız ve mutsuz insanlar-kadınlar,erkekler,çocuklar yetiştiriyorduk. Ruhsal sıkıntılar ve bunların sonucunda sağlıksız, düzensiz vede güvensiz bir yaşam tarzı ve bunlarında sonucunda aslında çok güçlü olan insan bedenini yıpratıp sağlıksız ,hastalığa zayıf ve yatkın insanlar geliştiriyoruz. Bedensel ve ruhsal hastalıklarda nesillerden nesillere taşınıyor, gittikçe yanlışlar batağına giriyor, ruhsal sıkıntılarımızı yanlış şeylerle doyurmaya çalışırken içinde bulunduğumuz batağa daha fazla battığımızı görmüyoruz. İNSANIN İNSANDAN BAŞKA BİR DÜŞMANI YOKTUR. Dünyaya baktığımızda kendi nesline bu kadar zarar veren başka bir canlı türü yoktur. Kadınların hayatlarında erkekler, erkeklerin hayatlarında ise kadınlar; anne, baba, kardeş, eş, çocuk, iş arkadaşı binlerce farklı konumda yer alır.İç içeyiz. Belki erkek olarak annem, iş arkadaşlarım,ve özel yaşantımın dışında bir kadın doğum doktoru olarak, kadın ve erkekte cinsel problemlerle ilgilenen bir psikolog-terapist olarak biraz daha farklı ve daha çok iletişimim var. Buda özellikle mesleki alanımda her günümün çok sayıda ve farklı insanla ve kadınla tanışmama olanak sağlıyor.Onların çok çok özel, gizli ve bazen eşlerine, annelerine veya arkadaşlarına açamadıkları mahrem konuları ,hatta bazen kendilerine bile söyleyemedikleri bazı konuları benimle paylaşmalarına olanak sağlıyor. İşimi seviyorum, gurur duyuyorum ama bu bazen anlatılanların gelen problemlerin kişide yaratığı sıkıntı ve olumsuz koşulları hissetmememi engellemiyor.Üzülüyorum, hayat kızıyorum,çözüyoruz seviniyorum,çözümü göremiyorlar daralıyorum. Hep düşünüyorum, hep düşünüyorum. Varlığından utanmak, kadınlığından utanmak, kendini pis, erkeklerin kontrolünde hissetmek, onların yönetiminde görmek veya öyle olmak gereklimi? Neden bir erkek penisinin varlığı ile övünürken, ona ayrı bir kimlik yükler hatta bizimkisi,kocaoğlan vs isimler takarken kadın vajinasından ve doğurganlığa giden olaylardan,süreçten ,kadınsal kimliğinden sıkıntı duyar? Bu demek değilki ahlakı,dini bir yana bırakalım.Kimi sıkılıp utanıp dişi kimliğini gizleyip,kara çarşaflar örtünüp,kapanırken, kimi neredeyse yarı çıplak gezip,dişiliğini pervasızca sergileyip bu şekilde yaşayıp bu şekilde var olmaya çalışıyor. KADIN GÜCÜNÜN FARKINDA DEĞİL. Uzun süredir psikoterapi yapıyorum.Benim ilgilendiğim vakalar genelde cinsel sorunlar, ama bunların çok çok az bir kısmı yanlış bilgi ve alışkanlıklardan kaynaklansa da büyük bir kısmı yetiştirilirken öğrendiklerimiz,aldıklarımızdan, kalıplarımızdan oluşuyor.Aslında yanlış bilgi ve yanlış alışkanlıkları da değiştirip değiştirmemeyi, doğrusunu öğrenip öğrenmemeyi de bize sağlatan bu kalıp ve şemalar.Doğar,büyür ve ölürüz.Bu süreci bir hamurun şekillendirilmesi ve malzemeleri olarakta alabiliriz.Peki her şey bilgilere ve kalıplara göre ise yeni şeyleri görmemiz ve algılamamızda bu şemalara göre olacak yani? İşte insanın yaratılırkenki mükemmelliği buradan geliyor, burada özgür irade var.Her şey benim seçimim mi? Yazıya kadın olmak la başlamıştık buralara mı geldik? Buralar aslında oraların ta kendisi çünkü süreç kadınla başlıyor, kadınla bitiyor. İnsanı bir bilgisayara benzetebiliriz, bilgisayar sistemide insan düşünce sistematiği örnek alınarak düzenlendi. Bilgisayardan farkımız duyguların ve fiziksel koşulların bizi etkilemesi.Bilgisarlarda sıcak,rutubet,çarpma gibi fiziksel koşullardan etkileniyor bizse daha çok ve daha fazla bunların etkisi altındayız. Pc nize -Harddisk’e hangi işletim sistemini yüklerseniz,hangi programlar yüklerseniz ona göre çalışır, ilave ettiğiniz programlar ve cihazlar ana yapı ile uyumlu ise düzgün çalışır, uyumsuzsa çalışmaz, bazen bozuk çalışır, bazende bilgisayarın kitlenmesine veya bozulmasına yol açar.Hatta bu sistemi genişletirsek işletim sisteminden başka pc nizin modeli,ekran kartı ,ses kartı,geçici bellek dediğimiz mevcut işlemi yapabilme kapasitesi ,soğutması vs yüzlerce faktör uyum ve ihtiyaca cevap verecek şekilde olmalıdır. Doğduğunda bebeği modeli belirli bir boş bir hard diske benzetebilirsiniz.Bu hard disk doldurulur, peki kim doldurur.Herkes,her şey; anne, baba, kardeşler, akrabalar, okul, kanun, din, tv çevremizde ne varsa.Sistemle yakından ilgilenen ,her şeyin ana ve alt yapısını oluşturan esas bir bilgisayar operatörü ardır ki buda ANNE dir. Sonuçta tavuk-yumurta gibi değiliz.Bugün kendimize ve nesillerimize yaşattıklarımız kendi kendimize yaptıklarımızdır. Burada terapilerde gelen klasik soruya sadece cevabını yazarak sizi yönlendirirsem soruyu da sormaya ihtiyaç kalmayacak. BAŞARI; kim ve ne olarak doğduysanız sizin gerçeğiniz olan mevcut halde sağlıklı ve mutlu yaşamaktır.Bunu başarılı yönetici örneği ile açıklamak isterim.Üretim ve satışlar iyi giderken, personelde,cihazlarda,devlette sorun yokken, doğal koşullar uygunken herkes bir fabrikayı yönetir, başarılı yönetici ise sorun çıktığında ,üretim durduğunda,yangın,deprem,grev, veya başka sorunlarda durumu çözebilen ,üretimi devam ettiren,personelini koruyup, duruma hakim olan kişidir. İnsanın fiziksel ve ruhsal gelişimi daha sonrada hayatını sürdürmedeki sistematiği içinde annenin yeri herkesten daha büyük ve önemlidir, ana yapıyı, düzeni anne oluşturur. Anneler bu kadar güçle kendilerini ezen bir erkek topluluğu yetiştiriken veya onları yetiştirirken kendilerine ihanet eden anneler yetiştiriken kendilerinemi ihanet ediyorlar veya kadınları ezerek sağlıksız nesil ve çocuklara vede eşlere sahip olan biz erkeler mi kendimize ihanet ediyoruz? Tavuk-yumurta? alıntı
  20. Neden ******* bazen yana yatar? Bazı durumlarda erekte olmuş penislerin, bir tarafa doğru yattığı görülür. Bu normal bir durumdur. Penisler de tıpkı diğer organlar gibi, her insanda farklı özellik gösterir. "Peyronie"s disease" adı verilen ve peniste nedeni belli olmayan hücre çoğalmasına sebep olan ağrılı bir hastalık da penisin çarpık durmasına neden olabiliyor. Bu durum onu rahatsız etmiyorsa, sizi rahatsız etmesi de gerekmez. ******* kırılabilir mi? Evet. Ereksiyon halindeki bir *******, baskı altında kırılabilir. Çok ağrı verici olan ve doktor müdahalesine gerek duyulan bu durum, erkekler için çok ciddi bir sorun olabilir. Bu tatsız durumu yaşamamak için, dikkatli olmanızda fayda var. Erkekler orgazm taklidi yapar mı? Evet, neden olmasın? Onun ereksiyon olması, ille de boşalacağı anlamına gelmez. Hatta belki başı ağrıyordur, çok yorgundur ya da havasında değildir. Sadece sizi kırmaktan çekindiği için, sizi geri çevirememiştir. Orgazmdansa orgazmı taklit etmeyi tercih edebilir. Niye anlatıyoruz ki, bu sebepleri siz daha iyi bilirsiniz! Seks sırasında komik sesler mi çıkıyor? Üzülmeyin, kimi zaman böyle şeyler olabilir. Hatta gaz kaçırmak da mümkün. Bunu seksin doğal sürecinin bir parçası olarak kabul edebilirsiniz. Dert etmeyin! İspanyol seksi nedir? "French Kiss"ten sonra bu da ne oluyor?" demeyin. Çok özel bir tarafı yok. Normal bir ilişkiden farkı, erkeğin, kadının göğüsleri üzerine boşalması. Her duruma isim takmak ve bir millet patenti vermek isteyen bazı dış mihrakların koyduğu öylesine bir isim kısacası. ******* neden mavileşir? Yüzüstü pozisyonda, penise daha fazla kan gitmesi, penisin mavileşmesine neden olabilir. Boşalma sonrası ya da ereksiyonun sona ermesi halinde, ******* tekrar gerçek rengine döner. Eğer çok rahatsız oluyorsanız bakmayın. O rahatsız oluyorsa, bir doktora görünsün. En azından içi rahat eder.
  21. Cinsel yaşam, insanlığın en karanlık kalan yanlarından biri. Utanç duygusuyla korkuların birleşimi, cinselliğin her tür gerçek dışı söylentiyle birleşmesine neden oluyor. Kulaktan dolma bilgiler, uydurulmuş fantastik öyküler, cinsellik bir sır gibi fısıldandığı sürece, gerçeğin yerini alıyor. İşte size gerçek bilgiler... Belki, merak edip soramadığınız, belki yalan yanlış bilgiler yüzünden yanlış bildiğiniz ilginç seks soruları........... G noktası nerededir? Yüzyılın en önemli keşiflerinden birinin adı "G noktası". 1940 yılında Alman jinekolog Dr. Ernst Granfenburg tarafından adı konulan bu nokta, daha doğrusu alanın, kadının en erojen bölgelerinden biri olduğu iddia ediliyor. ****** duvarında olduğu iddia edilen bu bölgenin, orgazmı kolaylaştırdığı söyleniyor. Niye bir söylenti gibi aktardığımıza gelince; bu bölgeyi bulmak için, Kristof Kolomb"un Amerika"yı keşfederken harcadığı enerjiyi gözden çıkarmalısınız. Çünkü, Kutup Yıldızı"nın gökyüzündeki yerini bilmeniz, onu her gece gökyüzünde görebileceğiniz anlamına gelmez. Partnerinizle birlikte bu duyarlı bölgeyi bulmak için çeşitli pozisyonlar denemekten kaçınmayarak arayışınıza başlayabilirsiniz. ****** içinde yaklaşık 5 cm derinlikte bulunan ve bir noktadan çok, bir alan diyebileceğimiz G noktasını bulmak için neler yapmalı derseniz; öncelikle kendi parmaklarınızı kullanmanızı öneririz. Kendi vücudunuzu keşfetmek için çocukken yaptığınız küçük deneyleri hatırlayın ve bunları daha da geliştirin. G noktası sadece kadınlara özgü bir erojen bölge midir? Erkek de kadının uyarıldığı bölgelerden uyarılabilir. Örneğin göğüs uçları, kulak içleri, ense, kadında da erkekte de ortak erojen bölgelerdir. Erkeklerde, kadınlardaki G noktasına karşılık gelen bölge, testislerle anüs arasında bulunur. Erkeklerin G noktasını bulmak kolaydır. Ancak, çoğu zaman erkekler anüslerine yakın dokunulmasından hoşlanmadıklarından, buna izin vermeyebilirler. *******, gerçek büyüklüğüne ne zaman ulaşır? Erkek cinsel organları, 17 yaşında normal büyüklüğüne ulaşır. Erkekler, 10-13 yaşlarıda ergenlik dönemine girdiklerinde, penisleri de diğer organları gibi, gelişmeye ve büyümeye devam eder. Bu büyüme 17 yaşına gelinceye kadar sürer. Bir erkeğin ergenliğe girmesiyle, cinsel gelişimini tamamlaması aynı şey değildir. Penisin normal büyüklüğü nedir? İşte erkeklerin daha çok küçük yaşlardan itibaren cevabını aradıkları can alıcı bir soru. Bu normal ölçü arayışının başlıca sebebi, bu çıtanın altında mı, yoksa üstünde miyim kaygısı. Bu sorunun cevabı "Partnerini mutlu eden *******, normal penistir" diye verilebilir. Bütün penisler erekte olduğunda uzar. Ancak, daha matematik bir cevap istiyorsanız, 13-15 cm kadar diyebiliriz. Şimdiye kadar tıbbi kayıtlara geçen en uzun penisin 33,5 cm uzunluğunda ve 15 cm çapında olduğu belirtiliyor. Şunu söyleyelim; çok büyük ******* insana sadece problem getirebilir. Neden derseniz; 1. Vajinadan daha uzun ve geniş bir *******, acı verebilir. 2. ******* büyüdükçe, ereksiyon zorlaşır. Uzunluk mu önemlidir, genişlik mi? Bunu siz söyleyin! Hangisi? Erkeklerin uzun ******* takıntısını boşverin. Onların takıntısı var diye, sizin de takıntılı olmanız gerekmez. Seks Terapisti Julie Gole bakın ne diyor: "Eğer ideal bir ******* tasarımı yapabilseydik, bu kapı tokmağı gibi, "kısa ve kaim olurdu." Prezervatif kullanırken bebek yağı kullanılmalı mı? Kayganlığı arttırıcı yağlar prezervatifi olumsuz etkileyebilir. Yağ bazlı vazelin, el kremi, dudak parlatıcısı, ruj gibi maddeler, prezervatifi zayıflatabilir. Bu tip ürünler kullanmak yerine özel hazırlanmış ve prezervatifle kullanılabileceği belirtilmiş maddeler kullanın. Ya da en iyisi, ön sevişme süresini uzatın. AIDS, oral seksle bulaşır mı? Olabilir. HIV virüsünün bazı vücut sıvıları ve kanla bulaştığı herkesçe biliniyor. Oral seks sırasında ağzınızın içindeki mikroskobik kesikler, dişetlerinizdeki küçücük bir yara virüsün vücudunuza girmesine neden olabilir. Sadece HIV değil, herpes virüsü ve pek-çok cinsel hastalık, oral seks sırasında bulaşabilir. En iyisi henüz ülkemizde satılmayan ağız kondomlarından edinmek için yurt dışından sipariş vermeniz! Eğer işin meraklısıysanız! Regl döneminde seks güvenli midir? Hayır. Binlerce kez hayır. Hamile kalabilirsiniz. Yoksa siz ****** içinde spermin 5 gün boyunca canlı kalabileceğini hâlâ öğrenemediniz mi? Regl döneminin tehlikesiz olduğunu düşünüp hamile kalmak çok acı bir sürpriz olabilir. Unutmayın, bazı kadınlar, cinsel ilişki sırasında bile yumurtlayabilirler! Bazen seks neden acı verir? Vajinal sıvının yeterli olmadığı durumlarda, eğer bir kayganlaştırıcı da kullanmadıysanız, doğacak tahrişlerden ötürü seks acı verebilir. Seks sonrası küçük ağrılar genellikle problem yaratmayacak cinstendir. Ancak, ağrı sürekli hale geliyorsa ve her birleşme sırasında ve sonra yineleniyorsa, mutlaka doktora görünün. Çünkü bu tip ağrılar vajinal kistlerin ve yaraların habercisi olabilir. Birleşme sonrası kaşıntı ve tahriş yaşıyorsanız, belki de meni alerjiniz vardır. Siz siz olun, işinizi şansa bırakmayın ve doktora görünün. Klitoris seksten sonra neden hassaslaşır? Klitoris, bir aysberge benzer... Yani göremediğiniz tarafları, gördüğünüzden çok daha fazladır. Erkeklerdeki penise benzer bir yapısı vardır. Seks sırasında içindeki kılcaldamarlar kanla dolar. Dokunulmaya karşı duyarlılığı artar. Orgazm sonrası kendimizi neden daha iyi hissederiz? Orgazm, damarlarımızdaki kan akışını hızlandırır ve dolaşımı canlandırır. Meditasyon kadar etkili bir rahatlama yöntemidir. Bungee Jumping yapmış birinin yere ayak bastığı andaki rahatlama hissini düşünün. Orgazm, biraz da buna benzer. Menide kalori var mı? Evet. Bir boşalımlık menide yaklaşık 25 kilojul vardır. Neden meni bazen koyudur? Eğer partnerinizin menisi koyuysa buna sevinin. Çünkü bilin ki, kendisini size saklamıştır. Erkeğin ilişki sıklığına bağlı olarak menisinin kıvamı değişir. Kadınlar da boşalır mı? Bu da çok tartışılan ve cevabı çok merak edilen bir konu. Kimilerine göre kadınların yüzde 40"ı erkekler gibi boşalıyor. Ancak, bunun normal ****** sıvısı mı, yoksa G noktasının orgazma katkısı mı olduğu konusu henüz kesin değil. 1988 yılında Slovakya"da yapılan bir araştırmada, kadınların G noktalarına baskı uygulanmış, sonuçta bazı kadınlarda bir boşalma görülmüş. Önerimiz, çok merak ediyorsanız, kendiniz deneyin!
  22. Kimyasal atıklar, kanserojen ürünler, hormonlar, genetiği değiştirilmiş gıdalar, zararlı katkı maddeleri, cep telefonu ve diğer elektronik eşyalardaki radyasyonlar gibi zehirli kimyasallar, insan sağlığını tehdit ediyor. - Analiz Dosya - Ahmet Zeki Gayberi Yiyecek ve içeceklere konan 15 bine yakın katkı maddesi var. AB , birliğe üye ülkelerde bunları yasaklarken, Türkiye kendi insanının sağlığını güvence altına alan yasal korumaları sağlayabilmiş değil. Özellikle gıda üreticilerinin ölümcül oyunlarına, Sağlık ve Tarım Bakanlığı "nın yeterli derecede önlem almaması tepki topluyor . Şirketlerin, bitmek tükenmek bilmeyen rant hırsıyla ölüme davetiye çıkaran çirkin rekabetinin kurbanı ise tüketiciler! Gıdadan temizliğe, giyimden teknolojiye kadar insanı sadece tüketen bir obje olarak ele alan vicdansız rekabet hırsı, kitlesel ölümlere neden olabilecek bir piyasa çemberi oluşturdu. Kimyasal atıklar, kanserojen ürünler, hormonlar, GDO (Genetiği değiştirilmiş) gıdalar, zararlı katkı maddeleri, yiyecek, içecek, giyecek, mobilya ve temizlik ürünlerindeki kimyasallar, cep telefonu başta olmak üzere elektronik eşyalardaki radyasyonlar gibi insan sağlığını tehdit eden zehirli kimyasallarla ilgili olarak her gün yeni bir dehşet verici haber dinliyor ya da gerçeği öğreniyoruz. Üstüne bir de dünya ilaç tekellerinin Türkiye "de düşük gelirli insanları kobay olarak kullanması gibi haberler vatandaşların tedirginliğini had safhaya çıkarıyor. Sadece yiyecek ve içeceklere konan 15 bine yakın katkı maddesinden yüzlercesi sağlığa zararlı ve AB standartlarına göre içeriğinde bu katkı maddeleri olan ürünlerin Avrupa ülkelerinde satışı yasak. Vicdansız rekabet hırsı Ancak Türkiye , birçok konuda olduğu gibi bu kanserojenler ve kimyasallarla ilgili standartlarını belirleyebilmiş ve kendi insanının sağlığını güvence altına alan yasal korumaları tam olarak sağlayabilmiş değil. Özellikle çok uluslu şirketlerin, uçsuz bucaksız rekabet pazarında, ayakta kalabilmek ve daha geniş kitlelere ulaşabilmek için, bitmek tükenmek bilmeyen para ve rant hırsıyla, insan sağlığını günden güne hiçe sayan ve ölüme davetiye çıkaran tehlikeli ve çirkin bir rekabet pazarı kurduğuna şahit oluyoruz. Bu rekabette, trans yağlar, kimyasal ürünler, zehirli katkı maddeleri ile temizlikten, giyime ve gıdaya kadar insanı sadece tüketen bir obje olarak ele alan vicdansız rekabet hırsı, kitlesel ölümlere neden olabilecek bir piyasa çemberi oluşturdu. Cep telefonlarından, gıdaya, temizlik malzemelerinden içeceklere kadar sağlıksız, zararlı ve hatta riskli beslenme ve yaşam tarzı her geçen gün yükselirken, insanların bu konuda ilgisiz ve pasif kalması, halk sağlığını hiçe sayan ahlaksız şirketlerin de ekmeğine yağ sürüyor. Özellikle gıda sanayinde şirketlerin, insan sağlığını tehdit eden ölümcül oyunlarına, Sağlık ve Tarım Bakanlığı "nın yeterli derecede önlem almadığına şahit oluyoruz. Gıda denetimi niçin Tarım Bakanlığı "nda? Geçtiğimiz yıllarda gıdada Sağlık Bakanlığı "nın yetkilerinin Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı "na devredilmesine ilişkin protokol imzalandı. Mevzuat uyarınca, gıda üretim yerleri Tarım ve Köy İşleri , satış yerleri ise Sağlık Bakanlığı ve belediyeler tarafından denetleniyor. Yasaya göre, Sağlık Bakanlığı sadece içme suları ve tedavi amaçlı gıdaların üretim ve ticaretinde yetkili! Türkiye "de faaliyette olan 27 bin gıda sanayi işletmesinin 10 bini denetlenemiyor. Bunun nedeni de sadece 17 bininin Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı "nın gıda siciline kayıtlı olması! Kolalı içeceklerdeki büyük tehlike Özellikle gençlerin büyük ilgi gösterdiği ve adeta bağımlılık yapan gazlı, kolalı ve sodalı içecekler de büyük risk taşıyor. Bu içecekler, gençlerin yeterli vitamin almalarını önlediği gibi aşırı tüketenlerde, özellikle 02-17 yaş gurubunda vücudun yeterli oranda A vitamini almasına mani olduğundan, gözler başta olmak üzere vücudun savunma sisteminin güçlenmesini engelliyor ve vücudun karbondioksit yüklenmesine neden oluyor. "Archive of Pediatrie and AdolescantMedicine " dergisinin Raporu: Gazlı içecekler, kemik gelişimini engelliyor "Kolalı içecek tüketen 02-17 yaş grubundaki çocukların yeterli derecede mineral ve kalsiyum alamadıkları, bunun da kemiklerin güçlenmesine ve gelişmesine engel olmaktadır. Ayrıca 06-17 yaş gurubunun kolalı ve sodalı içecekleri fazlaca tüketmelerinin, magnezyum eksikliğine yol açtığı, bunun da vücutta bir çok dengeyi altüst ederek gelişmeyi yavaşlattığı hatta durdurduğu anlaşılmıştır. 2001 şubat ayında Boston çocuk hastanesi ecza bölüm başkanlığı tarafından yapılan bir araştırmada da araştırmada, şekerle tatlandırılmış kolalı ve sodalı tüketimlerin çocukların gelişmesinde zararlı rol oynadığı tespit edilmiştir. Boston çocuk hastanesi çeşitli yörelerden ve okullardan 07-11 yaş gurubunda 548 öğrenciyi Massachusetts "ta bir araya getirmiş ve 19 ay incelemeye almış, yaptığı klinik incelemelerde bu sonuç kesinlik kazanmıştır. KATKI MADDELERİ Bir katkı maddesi gıdada kullanım için uygulandığında bir E kodu ve numarası ile işaretlenir. E koduyla tanımlanan katkı maddeleri gıdaların tüketicilere sağlıklı bir yolla ulaşabilmeleri amacıyla bileşimlerinde bulunması gerekli olan maddelerdir. Her bir gıda katkısı kategorisi bir numara aralığında sınıflandırılır. Antioksidanlar 300 aralığında, koruyucular 200 aralığında, tüm renklendiriciler 100 aralığında, emüsifiye ediciler, stabilizerler, kıvam arttırıcılar ve jelleştiriciler 300 ve 400 arasında bulunurlar. Gıdalarda geçici olarak kullanıma izin verilen katkılar aynı seride E numarası olmadan sıralanır. Besinlere katılan ve "katkı maddesi" olarak anılan kimyasal katkıların sayısı günümüzde 3 bin 500"e, yarı kimyasal maddelerin sayısı ise 100 bin sınırına yaklaşmış durumda. Bunların bir çoğu halen yasal prosedürler gereği daha zararlarının ortaya çıkma süresi tamamlanmadığından veya zararları ancak uzun vadede anlaşılabileceğinden dolayı yoğun olarak gıda maddelerinde kullanılmaya devam ediyor. Kanser, yüksek tansiyon ve ona bağlı rahatsızlıklar, astım, alerji, kansızlık, migren, çeşitli baş ağrıları, beyin dokularında bozukluk, sindirim sistemi bozuklukları, mide ve kalın barsak kanserleri gibi bozukluk ve hastalıklara yol açan katkı maddelerinin ülkemizde tüketimi yılda 3 kg. civarında. Konservelerde kullanılan anti-mikrobial tesirli benzoik asit ve tuzları aynı zamanda margarinlerde, sofralık zeytinlerde, reçellerde, gazlı ve gazsız içeceklerde mamulün ömrünü uzatmak amacıyla kullanılıyor. Genetik müdahale görmüş, parlatılmış, irileştirilmiş, dış etkenlere, iklime, böceklere ve hastalıklara karşı suni olarak korunmuş sebze ve meyveler de albenili görüntülerinin arkasında büyük riskler taşıyabiliyor. Kremalı bisküviler, kekler, ketçap ve mayonezler, etsu / tavuksu konsantre tatlandırıcılar, turşular, hardallar, salçalar, poşette şoklanıp, dondurulmuş gıda ürünleri ve şekerlemelerde de, raf ömrünü uzatmak, canlı hale getirmek, renklendirmek için insan sağlığını hiçe sayarak hazırlanmış ne olduğu belirli belirsiz maddeler, karışımlar, kimyasal bileşimler bulunuyor. MSG katkısı zehirliyor! MSG (Mono Sodyum Glutamat) isimli katkı maddesi, içine konulduğu yiyeceklerin tadının beyin tarafından güzel algılanmasını sağlıyor . Tatlı, tuzlu her yiyeceğe konuluyor. En berbat ürünlere bile bu nedenle MSG konuluyor. MSG "nin sağlığa zararları ile ilgili bir rapor Dünya Sağlık Örgütü "ne sunulmuş durumda. MSG "nin zararları - Sinir hücrelerine zarar veriyor. Yol açtığı hastalıklar merkezi sinir sistemi tahribati ve buna bağlı olarak Alzheimer , Parkinson , Huntington hastalıkları, Sara (epilepsi). - Retinal dejenerasyon (göz retina tabakası hasarı) - Yağ birikimi, doyma mekanizmasında bozukluk, obezite - Büyüme hormonu baskılanması - Pankreas hasarı, insülinde artış ve buna bağlı olarak diyabet - Böbrek ve karaciğerde hasar - Bu madde hamilelerde plasenta bariyerini geçebiliyor yani bebek de aynı etkilere maruz kalabiliyor. - Piyasadaki hemen hemen tüm cipslerde bu madde var. Ekmekteki tehlike! Dünya"da en çok ekmek tükten toplumların başında geliyoruz. Ancak son yıllarda ekmek şikayetleri hiç gündemden düşmüyor. Ekmek düzenli tüketilen bir temel besin maddesi olması nedeniyle aşağı yukarı tüm tüketicilerin bu konuda tedirgin. - Ekmeklik unun üretiminde un fabrikalarında beyazlatma amaçlı olarak kullanılan ve kanserojen madde olduğu belgelenen "benzoil peroksit" maddesinin yasaklanmaması nedeniyle un fabrikalarının yarısı tarafından halen kullanılıyor. - Fırınların un depoları nemli ve saklama koşullarına uygun değil. - Ekmek üretiminde hijyen koşullarına riayet edilmiyor. - Sağlıksız ve yasal olmayan katkı maddeleri kullanılıyor. Aldığımız nefes bile kirli! Son yüzyılın önemli sorunlarından biri de hava kirliliğinin yaratmış olduğu sağlık problemleri. Çocuklar hava kirliliğinin olumsuz etkilerine erişkinlere göre çok daha açık. Çocukların akciğerleri gelişim süresinde olduğundan, bu dönemde havadaki toksik maddeler onları daha olumsuz etkiliyor . Arabaların çoğalması ile egzos dumanının ve sanayi bölgelerindeki atıkların neden olduğu dumanın dış ortamdaki hava kirliliğinin artması sonucu solunan kirli havada var olan karbon monoksit, nitrojen dioksit, ozon , sülfür dioksit gibi irritan gazların solunması solunum yollarını duyarlandırarak astım gibi allerjik hastalıkların görülme sıklığını arttırıyor. Allerji riskini arttıran sadece kirli hava da değil. Şehirde yaşayan daha hijyenik ortamlarda büyüyen çocukların mikroplarla daha az karşılaşması sonucu savunma sisteminin dengesi bozularak allerjik hastalıkların gelişimi kolaylaşıyor. 1990"lı yılların başlarından itibaren ev içi ortamın hızla değişmesi, evlerin birçoğunun halı ile kaplanması sonucu ev tozu akarlarının artması da allerji gelişimini destekliyor. Hormonlu gıdalar çocukları vuruyor! Sıklıkla tüketilen hormonlu gıdalar, vücuttaki hormon dengesinin ve bağışıklık sisteminin bozulmasına, şişmeye, yağlanmaya ve hücreleri zayıflatarak kanser yatkınlığını artırmaya neden oluyor. Özellikle gelişim çağındaki çocuklar hormonlu gıda terörünün tehdidi altında. Metabolizma değişikliği yaratan hormonlu gıdaların yarattığı gelişim bozukluklarının başında obezite geliyor. Hormonlu gıdalarla beslenen çocukları ilerleyen yıllarda bir sürü hastalık bekliyor. Hormonlu gıdaların yol açtığı hastalıklar Uykusuzluk, yorgunluk, baş ağrısı, egzama, hafıza kaybı ve konsantrasyon eksikliği, depresyon, bağışıklık sisteminde zayıflık, otoimnun hastalıklar, yüksek tansiyon, kalp-damar hastalıkları, safra taşları ile kanser. Öyle ki Belçika "da yapılan bir araştırma, tarımda kullanılan bazı ilaçların östrojenik etkiyi artırarak kız çocuklarda erken adet, erkek çocuklarda meme büyümesi yaptığını ortaya koydu. Uzmanlar, özellikle okul kantinlerinde bu tür gıdaların satışının yaygın olduğunu, velilerin çocuklarına meyve suyu yerine süt ve taze meyve vermesi gerektiğine işaret ediyor. ZARARSIZ KATKILAR E100, 103, 104, 105, 111, 121, 122, 126, 130, 132, 140, 151,152,160,161, 162, 163, 170, 174,175, 180, 181, 200, 201, 202, 203, 203, 236, 237, 238, 260, 261, 262, 263, 270, 280, 281, 282, 290, 300, 301, 303, 304, 305, 306, 307, 308, 309, 322, 325, 326, 327, 331, 332, 333, 334, 336, 337, 382, 400, 401, 402, 403, 404, 405, 406, 408, 410, 411, 420, 421, 422, 440, 471, 472, 473, 474, 475, 480 ŞÜPHELİ KATKILAR E125, 141, 150, 153, 171, 172, 173, 240, 241, 477, 605 E220, 221, 222, 223, 224, 338, 339, 340, 341, 460, 461, 466, 407 (mide ve bağırsak hastalıkları riski) E200, (VitaminB12 "yi yok etme riski) E250, 251, 320, 321 (kalp damar hastalıkları riski) TEH TEHLİKELİ KATKILAR E102, 120, E311, 312 (Nörolojik hastalıklar) KANSOREJEN KATKILAR E330, E102, 110, 123, 124, 131, 142, 210, 211, 213, 214, 215, 216, 217. AB ülkelerinde yasaklanan E211, (Sodyum Benzoat) bazı ketçap markalarında, E123 ise bazı renkli draje çikolata ve kaymaklı bisküvilerde halen kullanılıyor. Mehmet Şevket Eygi : Topluma karşı kimyevî ve tıbbî soykırım Türkiye halkının yarıdan fazlası hasta, tedavi görüyor, ilaç yutuyor. Uzmanlar uyarıyor: Böyle giderse on-yirmi sene sonra halkın yarısı kanser olur... Türkiye halkı sinsi bir soykırım ile karşı karşıyadır. Bu, kimyevî ve tıbbî bir soykırımdır. Halkın gıda maddelerine ve meşrubata 300"den fazla kimyevî madde karıştırılmaktadır. Kimyevî boya maddeleri. Kimyevî koruyucu maddeler. Kimyevî renklendiriciler. Kimyevî koyulaştırıcılar. Daha neler neler. Bu bir kimya savaşıdır. Türkiye halkının temel gıda maddesi olan ekmeğin en kıymetli kısmı olan kepeği atılmakta; halka bembeyaz nişasta ve glüten yedirilmektedir. Ekmeklerimizde dört kimya maddesi vardır. Türkiye topraklarının çok büyük bir kısmı kimyevî gübrelerle kirlenmiş, zehirli hale getirilmiştir. Meyve ve sebzelerde aşırı miktarda hormon vardır. Cep telefonları başta olmak üzere bir sürü elektrikli ve elektronik eşya halkımızı elektromanyetik alanlar ve dalgalarla kucaklamıştır. Cep telefonu hemen öldürmez. On sene, yirmi sene sonra kokusu çıkar. Kıvrandırarak öldürür. Uluslararası dev ilaç fabrikalarına daha çok hasta, daha çok müşteri, daha çok ilaç tüketimi, daha çok kâr lâzımdır. Bilinçsiz şekilde atılan kullanılmış piller bile bu ülkeyi ve halkını zehirlemeye yeter de artar. Denizdeki balıklar, gökte uçan kuşlar bile zehirlenmiştir. Yolların kenarındaki tarlalar, bahçeler, bostanlardaki ürünler zehirlidir. Haşaratla mücadele için sıkılan kimyevî maddeler zehirlidir. Halkımız bu konularda etkili bir şekilde uyarılmalıdır." Tüketiciler Birliği Başkanı Nazım Kaya : Halk, teslim olmuş durumda! Gıdalara katkı maddesi olarak, emülgatör, düzenleyiciler ve hormonlar katılıyor. Tüketim arttıkça, üreticiler tüketimi karşılayabilmek için Tarım Bakanlığının da izniyle katkı maddelerini kullanma yoluna gitti. Ancak Bakanlığın gerekli periyodik denetimleri yapmaması, katkı maddelerinin giderek aşırı dozda kullanılmasına yol açtı. Aşırı katkı maddesi kullanımı da insan sağlığını olumsuz etkileyip hastalıklara neden olmaktadır. Halk, katkı maddeleri konusunda bilince sahip ancak ekonomik şartların da etkisiyle teslim olmuş durumda. Avrupa Gümrüğü"nden dönen bir ürün, Türkiye "de rahatlıkla satılabiliyorsa bu Tarım Bakanlığı "nın bir zaafıdır. Tarım Bakanlığı "nın insan sağlığını tehdit eden maddelerle ilgili denetimleri çok yetersiz. Bakanlığın, Tüketiciler Birliği "nin nazarında maalesef değeri kalmamış ve güvenilirliği bitmiştir!"
  23. Anne karnında kaptığı virüs nedeniyle otizm hastası olarak dünyaya gelen 2 yaşındaki Yağız Emre, 1 yıl içinde bilimsel eğitim alamazsa hayat boyu özürlü kalacak. 3 yaşına kadar gerekli eğitimi aldığı takdirde başkalarına bağımlı olmadan yaşamını sürdürebilecek olan Yağız'ın bunun için 119 bin TL'ye ihtiyacı var. Maddi durumu kötü olan Emre ailesi eğitim masraflarını karşılamakta yetersiz kalınca küçük Yağız, kaderine mahkum olmamak için kendisine uzatılacak yardım elini bekliyor. Merkez Osmangazi ilçesi Çıkıntı Sokak'ta yaşayan Kevser ve Ahmet Çiçek çiftinin iki çocuğundan biri olan Yağız Emre, dünyaya gelişinde 9 yaşındaki ağabeyi kadar şanslı değildi. Küçük çocuk anne karnında kaptığı virüs nedeniyle sorunlu olarak dünyaya geldi. İkinci oğullarının mutluluğunu yaşayan aile, ilerleyen aylarda Yağız Emre'nin öğrenme zorluğu çektiğini fark ettiler. Bu nedenle gittikleri doktor tarafından yapılan testlerde Yağız Emre'nin otistik olduğunu öğrenen Çiçek çifti için zamana karşı yarış başladı. 3 yaşına kadar eğitim alması gereken Yağız Emre'nin bu imkandan mahrum kalması onu ömür boyu başkalarına bağımlı bir hayata mahkum edecekti. Ancak maddi anlamda büyük külfet getiren bu eğitime işsiz olan babanın bütçesi yetmedi. Oğlunun eğitimi için çalmadık kapı bırakmayan anne de son çare olarak yardım kampanyası açtı. Ancak oğlu için şu ana kadar 11 bin TL toplayabildi. Oğlunun önemli derecede zeka kusuru olmadığı için iyileşme şansının çok yüksek olduğunu belirten anne Kevser Çiçek, gerekli eğitim için istenen parayı karşılayamadıkları için çocuğunun özürlü kalacak olmasının kendisini çok üzdüğünü söyledi. Eğitim için toplam 119 bin TL'ye ihtiyaç olduğunu anlatan Çiçek şunları söyledi;'Oğlum erken eğitime tabi tutulursa beyninin çalışmayan kısımları harekete geçiyor ve özürlülük durumu ortadan kalkıyor. Emre'nin yaşı uyguN, ancak bu eğitim pahalı bir yöntem olduğu için maddi yönden sıkıntı çekiyoruz ve çocuğum, gözlerimin önünde eriyor. Bir anne olarak çare bulamamanın sıkıntısı yaşıyorum. Devlet 3 yaşından sonra eğitim masraflarını karşılıyor. Ancak bizim erken bir şekilde bu tedaviyi yapmamız lazım. Doktorlarla görüştük ve Emre'nin erken tedavi görmesi sonucunda bu hastalığı yenebileceğini söyledi. Yağız Emre'ye yardım eli uzatılmazsa, kendisine zarar veren, toplumdan ayrı yaşayan ve bir ömür boyu özürlü olarak yaşayan birey haline gelecek
  24. Başbakanlık özürlüler idaresi Başkanlığının yaptıoğı araştırma raporunda, nüfus yoğunluğunun diğer bölgelere göre düşük olduğu Ege ve Akdeniz'de engelli sayısının yüksek olmasının ise kendi babına değerlendirilmesi gereken bir olduğu olduğuna vurgu yapıldı. Hazırlanan rapora göre engelli nüfusun en yoğun yaşadığı bölge Marmara Bölgesi Gerçek engelli sayısının 1 milyon 673 bin 550 olduğunu da açıklayan Başbakanlık. Türkiye'deki engellilerin yüzde 41 "inin kadın, yüzde 59'unun erkek olduğunu bildirdi. Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığının hazırladığı Türkiye Özürlüler Araştırması' raporunda, engellilerin bölgeler göre sayı ve oranları, engellilik çeşitleri ve cinsiyete göre dağılımına yer verildi. Engelli nüfusun coğrafi bölgelere göre dağılımı irdelendiginde, engellilerin en yoğun yaşadığı bölge Marmara Bölgesi oldu. Marmara Bölgesinin Türkiye nüfusunun yoğun olarak yaşadığı bölge olduğu düşünüldüğünde engelli nüfusun yoğunluğunun fazla olmasının da beklenen bir durum olduğuna dikkat çekilen rapora göre 402 bin 619 engellinin yaşadığı Marmara Bölgesi'ni 307 bin engelliyle İç Anadolu, 264 bin engelliyle Karadeniz. Ege, Akdeniz, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi takip ediyor. Raporda, nüfus yoğunluğunun diğer bölgelere göre düşük olduğu Ege ve Akdeniz'de engelli sayısının yüksek olmasının ise kendi başına değerlendirilmesi gereken bir durum olduğuna vurgu yapıldı. Başbakanlık raporunda Türkiye'deki gerçek engelli sayısının iddia edildiği gibi 2 milyon 117 bin 7 değil. 1 milyon 673 bin 550 olduğu açıklandı. Rapora göre 857 bin 631 kişiden oluşan bedensel engellilerin 47 bin 36'sında görme, 27 bin 78'ınde işitme. 72 bin 268'inde konuşma ve 56 bin 214'ünde ise zihinsel engel de var. 412 bin 132 kişiden meydana gelen görme engellilerin 29 bin 20l'inde işitme. 21 bin 9'unda konuşma ve 17 bin 172'sınde zihinsel engel bulunuyor. 252 bin 810 kişiden meydana gelen işitme engellilerin 86 bin 7Tsindc konuşma ve 16 bin 158 sinde zihinsel encel var. 263 bin 7 konuşma engelliden 71 bin 15l'inde aynı zamanda zihinsel engellilik de bulunuyor. Başbakanlık raporunda. "Dikkat çekici olan. işitme engeli bulunanların yüzde 34'ünde aynı zamanda konuşma engeli ve konuşma engeli bulunanların yüzde 27'sinde aynı zamanda zihinsel engelin bulunduğudur" ifadesi kullanıldı. Raporda engellilerde cinsiyete göre dağılım analizi de yapıldı. Buna göre Türkiye'de engellilerin yüzde 41'ı kadın, yüzde 59'u erkek olarak açıklandı
  25. 30 Agustos 2008’de Antalya-Serik karayolunda bir gence bir araba çarptı ve kaçtı. Üzerinden hiçbir kimlik çıkmayan, kaza sonrasında vücudunun hiçbir yeri tutmayan ve bilincini tamamen kaybeden genç, Akdeniz Üniversitesi (AÜ) Tıp Fakültesi Hastanesi’nin yoğun bakıma alındı. Burada film ve romanlardaki tesadüfleri aratmayan bir tesadüf yaşandı ve yakınları için bekleyen iki kadın isimsiz gence sahip çıktı. Kadınlardan birisinin ismi Gülsüm Kabadayı’ydı. 155 gün AÜ Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yoğun bakımda kalan ve 157 gün de Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde tedavi gören genci Gülsüm Kabadayı hiç yalnız bırakmadı. Hastanedekilerin ‘Umut Bebek’ olarak tanıdığı genç, hayata yeniden bağlandı. Yeniden yoğun bakımda Antalya Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü, tedavisi tamamlanan Umut Bebek´i devlet korumasına aldı. Kemik yaşının 17 olduğu belirlenen gence ‘Mustafa Öz’ adına düzenlenmiş bir kimlik verildi. Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü, tedavi sürecinde büyük bir özveriyle annelik yapan Gülsüm Kabadayı’ya koruyucu aile statüsü tanı*********** Mustafa Öz’ü teslim etti. Devlet, aileye de 651 TL aylık bağladı.Geçen yıl bayramları kimsesiz olarak hastanelerde geçiren Mustafa Öz, bu Ramazan Bayramı’na yeni ailesi ile yeni evinde girdi. Ne var ki, bu günler uzun sürmedi. Önceki akşam dişleri kilitlenen ve fenalaşan Öz, tekrar yoğun bakıma alındı. Ona ‘anne’ diyor Koruyucu anne Gülsüm Kabadayı, yine çocuğunun başucundaydı. Gülsüm Kabadayı, Mustafa Öz’ün sağlık durumunun düzeldiğini ve yeniden ‘Anne’ demeye başladığını söyledi büyük bir sevinç içinde. Çocuğun durumunun kendilerini çok korkuttuğunu belirten Kabadayı, “Bir an yavrumuzu kaybedeceğimizi sandık. Ama Allah onu bize bağışladı” dedi. Ameliyat olan görümcesini yoğun bakımda beklerken Mustafa’yı tanıdığını söyleyen Kabadayı şöyle devam etti:“Hastaneye yoğun bakıma getirdiklerinde ismi bile yoktu. Görümcem ölünce, yoğun bakımda yakınını bekleyen arkadaşım Handan Yılmaz ile birlikte günlerce bu kimsesiz çocuğa baktık. Doktorlar, ‘Hiçbir umut yok’ dedi. Ama yavrumuz sevgiyle büyüdü. Artık göz hareketleriyle konuşuyor. Yürümeye de başlayacak.” Sadece öz annesine veririm Eşİnden boşanan Gülsüm Kabadayı, kent merkezindeki Kırcami’de bulunan kiralık evden çıkarak, hastaneye yakın olması için Yıldız Mahallesi’ne taşındı. Kabadayı’nın üç çocuğu var ve üçü de öğrenci. Aile, birçok hayırseverin desteği ile ayakta duruyor. Mustafa’yı kendi evlatlarından ayırmadığını ve bütün aile olarak onu çok sevdiklerini belirten Gülsüm Kabadayı, “İlk zamanlar hastanedekiler Mustafa’nın yaşayacağını düşünmüyorlardı. İnşallah daha iyi duruma gelecek, diğer insanlar gibi yürüyüp konuşabileceği günleri de göreceğiz. ‘Oğlum anneye gideceğiz’ dediğimde gözlerini kapatıp açarak tepki veriyor. Belki ailesine kavuşabilir. Ancak ben onu sadece eğer annesi gelirse ona veririm. Onun dışında kimseye vermeyiz, çünkü artık bizden biri oldu. Eğer bu sevgiyi kaybederse işte o zaman umut tükenir” dedi

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.

Configure browser push notifications

Chrome (Android)
  1. Tap the lock icon next to the address bar.
  2. Tap Permissions → Notifications.
  3. Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
  1. Click the padlock icon in the address bar.
  2. Select Site settings.
  3. Find Notifications and adjust your preference.